Document

advertisement
ARAP COĞRAFYASINDA OSMANLI HÂKİMİYETİNİN DİNAMİKLERİ
Doç. Dr. Sadettin BAŞTÜRK
Özet
XVI. asrın başlarına gelindiğinde Osmanlıların, İslam’ın kutsal topraklarının
bulunduğu, Baharat Ticaret Yolu’nun geçtiği Arap coğrafyasında bir hâkimiyetleri henüz söz
konusu değildi. Oysa bahsolunan dönemde Batı Hıristiyan dünyası, gerçekleştirilen coğrafî
keşifler neticesinde zengin doğuya ulaşabilmek için buldukları yeni yollar ve geliştirdikleri
teknolojileri sayesinde okyanuslarda kurdukları deniz filolarıyla (özellikle Portekizliler) Arap
coğrafyasının güneyinde göründüler. Arap coğrafyasının önemli bir bölümüne sahip Mısır
merkezli Kansu Gavri hükümdarlığındaki Memluk Devleti ise güneyden Arap Coğrafyasına
çıkarma yapan batılılara karşı, yeterli derecede olmasa da, mücadele etmeye başladı. Bütün bu
gelişmelerin farkında olan devrin Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim, Arap
coğrafyasında hâkimiyet tesis edebilmek için ise bu coğrafyanın büyük bir bölümünde hüküm
süren Memluk Devletini ortadan kaldırması gerekiyordu ki Memluklar da bir Türk-İslam
devletiydi. Ancak Yavuz’un Memluklar üzerine sefere çıkması cihad ve gaza ile açıklamak
mümkün görünmüyordu. Bu durum Osmanlı dünyasında “Arap coğrafyasının büyük bir
bölümü Müslüman idi ve Batı Hıristiyan dünyasının istila tehlikesine karşı korunması
gerekiyordu” şeklinde açıklanmaya çalışılmış, nihayetinde Yavuz Sultan Selim 1516
Mercidabık ve 1517 Ridaniye Savaşlarıyla Mısır’daki Memluk Devletini ortadan kaldırarak
Osmanlıların Arap coğrafyasındaki hâkimiyet dönemini başlatmıştır. Daha sonraki yıllarda da
coğrafyanın tamamına teşmil hale getirilmiştir. Osmanlıların Arap coğrafyasında bu şekilde
başlayan hâkimiyetleri bazı bölgelerde XIX. asrın son çeyreğine, bazı bölgelerde ise XX.
Asrın başlarına kadar devam etmiştir. Bu bölgelerin içerisinde Yemen’in durumu ise diğer
bölgelere göre daha da farklı bir durum arz etmektedir. Çünkü Yemen, 1517’den sonraki
süreçte Osmanlı hâkimiyetine iltihak ettiyse de 1635’de Osmanlı hâkimiyetinden çıkmıştır.
1820’lerden sonra yeniden Yemen’de Osmanlı hâkimiyetini tesis etme mücadelesi başlamış
ve 1870’lerde gerçekleştirilmişse de I. Dünya savaşıyla yeniden son bulmuştur. Bu çalışmada
genelde Osmanlıların Arap coğrafyasında, lokalde ise Yemen’de hâkimiyet tesis etme
hedefleri ve Yemen’de Osmanlı hâkimiyetine karşı koyma hareketlerinin dinamikleri üzerinde
durulmaya çalışılacaktır. Acaba Osmanlıların İslam’ın kutsal topraklarının da içinde

Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Böl. Öğrt. Üyesi. Merkez-Nevşehir.
sadettinbasturk@nevsehir.edu.tr
bulunduğu, büyük bölümü Müslüman olan bu coğrafyayı hâkimiyetlerine alırken amaçları,
Batı Hıristiyan dünyasının istilasına karşı korumak mıydı? Veya Baharat Ticaret Yolu’nu,
Kızıldeniz’i, Basra Körfezi’ni, Aden Körfezi’ni, Bağdat’ı, Şam’ı, Doğu Akdeniz’i, Nil
Nehri’ni, Mısır’ı, kısaca zengin Arap coğrafyasını hâkimiyetlerine alarak Cihanşümul bir
devlet olabilme gayelerini gerçekleştirmekmiydi? Zira XVII. asrın ilk yarısında Osmanlılar iç
sarsıntı yaşamaya başlayınca ilk ayrılan coğrafya 1635’de Arap coğrafyasından Yemen
olmuştur. O halde Osmanlıların Arap coğrafyasında hâkimiyet kurma ve buna karşı duruş
dinamikleri neydi? Bunda Arap coğrafyası ahalisinin dini ve sosyolojik yapısı ne kadar etkili
oldu. Çalışmada yukarıda bahsolunanlar doğrultusunda genelde Arap coğrafyası lokalde ise
Yemen üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Arap Coğrafyası, Osmanlı Devleti, Yemen.
THE DYNAMICS OF OTTOMAN SOVEREIGNTY IN THE ARABIC
GEOGRAPHY
Abstract
At the beginning of the 16th century, Ottoman sovereignty was out of question in the
Arabic geography where spice commerce road passes and there is sacred land of Islam.
Whereas western Christian world was seen at the south of Arabic world with their sea fleets
(particularly Portuguese) established by the technology they developed and by means of new
routes in consequence of geographical discoveries to reach the rich east. Mamluk State was
ruled by Kansu Gayri and based in Egypt having sovereignty over a significant part of Arabic
geography and although it wasn’t adequate they struggled against westerns that landed on
Arabic geography. Selim I was aware of all these developments and he needed to clear away
Mamluk State that was ruling in a major part of this land in order to establish his sovereign at
Arabic world but Mamluks were also a Turkish and Islamic state. It seemed to make an
expedition on Mamluks was not explainable by Jihad or Gaza. This situation was tried to
explained by “Because most of the Arabic World is Muslim it needs to be protected from
western invasion”, after all Selim I provided Ottoman sovereignty at Arabic world by clearing
away Mamluk state at Egypt with the wars of 1516 Marj Dabiq and 1517 Ridaniya. In later
years it contained the entire region. The Ottoman sovereignty at Arabic geography began in
this way and continued in some regions until the last quarter of 19th century and the beginning
of the 20th century. Among these regions Yemen presents a different situation than other
regions. Because even though Yemen entered into Ottoman rule after the process of 1517, it
got off at 1635. The struggle to reestablish Ottoman sovereignty had started at 1820s and
succeeded at 1870s but ended again at the World War I. In this study the targets of Ottomans
to establish their rule in general at Arabic world and in regional at Yemen and the dynamics in
Yemen against Ottoman sovereignty will try to be elaborated. When they capture this
geography where most part of is Muslim and contains the sacred lands of Islam, was the real
aim of Ottomans to protect of this land against the invasion of western Christian world? Or to
become a worldwide state by controlling rich Arabic geography; Spice commerce route, Red
Sea, Persian Gulf, Gulf of Aden, Baghdad, Damascus, Levant, Nile River, Egypt? When
Ottomans began to have internal convulsion at the first half of the 17 th century, the first
diverged part from Arabic geography was Yemen at 1635. So what were the dynamics that
Ottomans establishing their sovereignty at Arabic world and that stance against it? How
effective were the religion and sociological structure of Arabic geography at this situation? In
this study Arabic geography in general and Yemen in specific will be held on the direction
mentioned above.
Key Words: Arabic Geography, Ottoman State, Yemen.
Giriş;
Arap Coğrafyası olarak adlandırdığımız coğrafyadan anlaşılması gereken sadece Arap
Yarımadası (el-Cezire) olmayıp günümüzde Ortadoğu olarak adlandırılan ve yaklaşık 30’a
yakın ülkeyi kapsayan geniş bir coğrafyayı ifade amaçlanmaktadır.
Osmanlıların Arap Coğrafyasındaki hakimiyetleri XVI. asrın başlarında Yavuz Sultan
Selim döneminde başlamış olup, onun Mısır seferi ile büyük ölçüde temin edilmiş olsa da
Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatının ilk dönemlerinde coğrafyanın hemen tamamına
teşmil hale geldiği kabaca bir tasnifle söylenebilir. Ancak bu hakimiyetin seyrine,
kaynaklardaki bilgilere ciddi bir değerlendirmeden sonra bakılacak olursa, Osmanlıların bu
coğrafyada hakimiyet dinamikleri daha iyi anlaşılacaktır.
XVI. asrın başlarında Osmanlılar, babasını tahttan indirerek tahta cülûs etmiş olan
cevval padişah Yavuz Sultan Selim ile gücünün doruklarında bulunuyordu. Osmanlıların
bahsolunan coğrafyada hakimiyet kurmalarına giden süreç, Anadolu’nun doğusuna ve
Güneydoğusuna hakim olma teşebbüsleriyle başlamıştır. Yavuz Sultan Selim, Cihan devleti
Osmanlılar için XVI. asırda doğudaki en büyük tehlike olarak gördüğü Safeviler’e 1514
Çaldıran Savaşı ile büyük bir darbe vurmuş, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu için Şah
İsmail tehlikesi bertaraf edilerek buralarda Osmanlı hakimiyeti kısmen tesis edilmiş olarak
görülüyor ise de tam manasıyla ortadan kaldırıldığı söylenemezdi. Hatta eskisinden daha
büyük sıkıntılara yol açacak gelişmeler dahi doğabilirdi. Çünkü Şii Şah İsmail, Sünni
Osmanlılara Çaldıran’da yenilerek dini açıdan hakim olduğu kitle üzerinde büyük bir hayal
kırıklığına sebebiyet vermişti ve bu başarısızlığını telafi etmeye çalışıyor, kendisine bel
bağlayanlara yeni ümitler vermek gerektiği düşüncesinde idi. Nitekim önceden belirlenecek
bir günde Osmanlılar ile bir savaş daha yapma teklifinde bulunduğuna dair bilgiler mevcuttur.
(Jorga, 2005-II: 282) Çaldıran galibiyetinden sonra Yavuz Sultan Selim, Dulkadiroğlu
Alaüddevle meselesiyle uğraşıyor, Erzincan ve havalisinde Osmanlı hakimiyetini tam
manasıyla tesis edebilmek için o yıl Amasya’da kışlamayı tercih etmişti. Nitekim 1515’de
Turnadağ Savaşı ile Dulkadiroğlu Alaüddevle meselesi halledilmiş beyliğin başına aynı
aileden ama Alaüddevle’nin rakibi konumunda olan Şehsuvaroğlu Ali Bey geçirilmiştir. Bu
durum Şah İsmail’den ziyade Maraş merkezli Dulkadiroğulları’nın hamisi durumundaki
Memluk sultanlığını daha fazlaca ilgilendirmekte idi. Dulkadiroğulları meselesi ilerleyen
zaman içerisinde Osmanlı ile Memluk Sultanlığını arasında mücadeleye dönüşecek ve
arkasından Osmanlıların Güneydoğu Anadolu’dan başlayarak Arap Coğrafyasındaki
hakimiyetinin başlamasına giden süreci doğuracaktır.
Mısır/Kahire merkezli olarak bugünkü Suriye ve Filistin’e, Malatya’ya kadar
Anadolu’da hakimiyeti bulunan Memluk Sultanlığı ile Osmanlılar arasında, XIV yüzyılın
sonlarında Yıldırım Bayezid’in Malatya’ya kadar inmesinin getirdiği kısa bir sıkıntılı dönem
hariç, Fatih Sultan Mehmed’in Hac güzergahı su yolları ile ilgili girişimlerine kadar ciddi bir
krize dönüşmeksizin devam edegelmiştir. O dönemlerde Memluk Sultanlığının Anadolu’ya
olan ilgileri çok fazla idi. Divriği ve Harput’tan Malatya, Maraş, Urfa, Antep, Kilis, Adana,
Tarsus, Antakya’ya uzanan coğrafya üzerinde nüfuzları yoğun olup bu bölgenin sınırlarında
etkin bir güç konumunda idiler. (Kopraman, Türkler IX, 2002: 470-485, Tekindağ, Tarih
Dergisi 30, 1976: 73-98)
Fatih devrinde baş gösteren sıkıntılı sürecin ardından II. Bayezid döneminde
Çukurova’daki mücadelelerde (1485-1491) Osmanlı kuvvetleri başarı sağlayamadıysa da
Adana merkezli Ramazanoğulları ile Dulkadiroğulları üzerindeki himaye siyasetleri iki Türk
devletini karşı karşıya getiren ana mesele gibi görünmektedir. (Tekindağ, Belleten XXXI/123,
1967:345373) Ancak İslâm’ın mukaddes topraklarını hakimiyeti altında bulunduran Memluk
Sultanlığına karşı dolayısıyla İslâm’a karşı beliren Portekiz tehdidi karşısında Memluk
sultanlığının Osmanlılardan yardım talepleri üzerine aradaki çekişmeler bir tarafa bırakılarak
Osmanlılar Memluklulara ciddi oranda destekte bulunmuştur.
Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı tahtına cülusu vuku bulduğu zaman Memluk
Sultanlığı tahtında Kansu Gavri bulunuyordu. Kansu Gavri Yavuz’un tahta çıkışını gönderdiği
bir elçilik heyeti ile kutlamıştı ancak Safeviler üzerine çıkılacak seferde Yavuz’un müttefik
olma çağrısını ise geçiştirmişti. Çaldıran Savaşı’na kadar Safevi-Memluk ilişkileri iyi değildi.
Hatta 1510’da Şah İsmail’in Memluk Sultanlığı üzerine yürüyeceği şayiaları çıkınca 1511’de
sınırlı sayıdaki Osmanlı-Memluk kuvvetleri Safevilere karşı birlikte sefer düzenlemişlerdir.
Nitekim 1512’deki Şah İsmail ile Kansu Gavri arasındaki mektuplaşma sebebiyle iki devlet
arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuştur. Fakat 1514’te Çaldıran Savaşı öncesi
Yavuz’un Şah İsmail’e karşı Kansu Gavri’ye, birlikte hareket etme teklifine Gavri yine sessiz
kalmış, hatta kendisine sığınan Osmanlı şehzadelerini himayesine almıştı. Bunlardan anlaşılan
odur ki, Kansu Gavri her iki devleti de kendisi için tehdit olarak görmektedir. Fakat Çaldıran
Savaşı’nın
Osmanlılar
lehine
sonuçlanmasına
Memluk-Osmanlı
ilişkileri
açısından
bakıldığında Osmanlıların daha da Doğu ve Güneye ineme düşüncesini benimseyeceklerine
işaret etmekte idi ve nitekim öyle de oldu. Kansu Gavri’nin bu durumu hissettiğine bariz
örnek Osmanlıların Safevilere karşı kazandığı zafer Kahire’de büyük bir sessizlikle
karşılanmıştır. Zafer haberini Kahire’ye getiren Osmanlı elçisi için herhangi bir tören
yapılmamıştır. Bu durumu İbn Iyas eserinde “Bu esnada Memluk Sultanı, Selim’in bu
zaferinden dolayı kalede davul çaldırmadı ve yine Kahire’nin süslenmesi emrini vermedi,
bunun sebebi de anlaşılamadı” (Kanat, TDİD IV, 2000: 64-74) şeklinde kaydetmektedir.
Yavuz Sultan Selim ise Çaldıran’dan sonra hem zaferin sonucu hususunda hem
himaye altına alınan şehzade Kasım (Şehzade Ahmed’in oğulları Süleyman ve Alaeddin
1513’de Mısır’a sığınmış ancak vebaya yakalanarak hayatlarını kaybetmişler ise de Ahmed’in
diğer oğlu Kasım’ı Gavri gizlice Kahire’ye getirterek himayesi altına almıştır.) (Uzunçarşılı,
Belleten XVII/68: 531-532) hem de Dulkadiroğulları meselesi dolayısıyla Kansu Gavri’nin
davranışlarını izlemeyi onun tepkisini görmeyi beklemiştir. Nitekim Hilafet merkezinde
bahsolunan durumların görülmesine cihan padişahı Yavuz Sultan Selim’in tepki vermemesi
de elbette beklenemezdi. Karşılıklı elçiler gidip gelmiş, Memluk himayesindeki Dulkadiroğlu
Alaüddevle meselesi halledilmiş hatta kellesi Kahire’ye gönderilerek Kansu Gavri’nin önüne
atılmış ve bir mektupla da Gavri’ye Yavuz “Eğer merd ise Mısır’da hutbesin ve sikkesin
müstemirr (daim) etsin…” şeklinde çıkışmıştır. Gavri ise kendisine “baba” diye hitap eden
Yavuz’un bu hareketinin yakışık almadığını zira bu kellenin bir “kafir hükümdarı” kellesi
olmadığını dile getirmekle yetinmiştir. Bu esnada Kahire’de Yavuz’un Mısır’a yürüyeceği,
bunun için hazırlıklar içinde bulunduğu şayiaları da oldukça etkilidir. Bütün bunlar üzerine
Kansu Gavri Yavuz’un Mısır seferine çıkacağı düşüncesine kapılmış ve bu doğrultuda
hazırlıklara başlayarak Halep’e doğru hareket etmesinin yanısıra Şah İsmail ile de
Osmanlılara karşı mektuplaşmaya, gizlice elçilik teatisine girmiştir.
Yavuz Sultan Selim’in doğuya sefer fikri hususunda ise döneme dair kaynakların ortak
düşüncesi; Yavuz’un Mısır’ı ele geçirmeyi düşündüğü ama çıkacağı seferin öncelikle
Safeviler üzerine yürümek ve bu esnada Memlüklerin ortaya koyacağı siyaseti de görmek
istediği noktasındadır. Binaenaleyh Mısır hiç şüphesiz ki Fatih Sultan Mehmed’den bu yana
Osmanlı padişahlarının İslam dünyasının liderliğini elde etme ve tek güç haline gelme
isteklerinin anahtarı konumunda idi. Bilhassa üç semavi dinin kutsal yerlerinin bulunduğu
coğrafyaya Memluk Sultanlığı hakimdi. İslâmın kutsal coğrafyası olan Haremeyn’in
koruyuculuğu ve hizmetkarlığını Memluklar bütün İslam dünyasına kabul ettirmişlerdi ancak
bu asırda güneyde beliren Hıristiyan Portekiz tehlikesine karşı koruyabilecek güçte de
değillerdi. Memluk Sultanlığı, Hind Denizi’nden Akdeniz’e uzanan tarihi ticaret yolu olan
Baharat Yolu’nun kontrolünü ellerinde tutuyordu. Nil’in suladığı coğrafyanın ehemmiyeti,
Kızıldeniz ve Hint Okyanusunda hakimiyet kurabilmenin yolu da bu coğrafyadaki hakim güç
Memlukları ortadan kaldırarak buralarda hakimiyet kurmaktan geçiyordu. Zira Ümit Burnunu
dolaşarak Hindistan’a ulaşan Portekizliler, Hind Denizi sularında Arap tüccarların ticaretine
darbe vurup Akdeniz ticaretini engellemeye, ayrıca Kızıldeniz’e harekât düzenleyerek
Mekke-Medine’yi dahi tehdit etmeye başlamışlardı. Memlükler onlara karşı koyabilmek için
daha II. Bayezid döneminde Osmanlılardan yardım talebinde dahi bulunmuşlardı. Arap
Yarımadasının adeta Portekizliler tarafından güneyden abluka altına alınmaya başlamış
olması yerli Müslüman ahalide, tüccarlarda ve hatta birçok bölge idarecisinde Arap
coğrafyasında Memlük hakimiyeti yerine Osmanlı hakimiyetini tercih etmeye sevketmişti.
Aden Körfezi, Basra Körfezi, Doğu Akdeniz, Kuzey ve Güney Afrika coğrafyasının
kontrolünün Osmanlılara geçebilmesi için ise Memluk Sultanlığı coğrafyasının hâkimiyet
altına alınması gerekiyordu. Dolayısıyla Yavuz Sultan Selim’in zihninde Arap coğrafyasına
sefer düzenleme fikri kendiliğinden de doğmamıştı. Yukarıda bahs olunanlar ve bunların
dışında da bazı gelişmeler yaşanmakta idi. Çaldıran Savaşı’ndan sonraki süreçte Mısır
uleması Yavuz’a haberler göndererek Memluk hâkimiyetine son vererek buralarda Osmanlı
hakimiyetini kurmasını isteyen haberler gönderiyor hatta Mısır’a giden Osmanlı elçilerine bu
doğrultuda yazdıkları mektupları gizlice veriyorlardı ve Sultan’a ulaşmasını sağlıyorlardı.
Nitekim çağdaş kaynaklardan İbn Iyas’ın verdiği bilgiye göre Kansu Gavri’nin yakın adamı
iken kaçıp İstanbul’a gelen Hoşkadem Memluk Sultanlığının durumu hususunda Yavuz
Selim’i bilgilendirmiş ve onu Mısır üzerine sefere çıkmaya teşvik etmiştir. Hatta çağdaş
kaynaklar Memluk Sultanlığının Haleb Emiri Hayırbey (Hayr Beg), Gazze Emiri Canberdi
Gazali’nin bile Yavuz Sultan Selim ile irtibat halinde olduklarını Mısır üzerine sefere
çıkılması için mektuplar yolladıklarını yazmaktadırlar. Bütün bunlar abartılı olsa da Çaldıran
Savaşı’ndan sonra Yavuz Sultan Selim’in zihninde Mısır üzerine sefere çıkma düşüncesinin
tamamen oluştuğu düşünülebilir. Mamafih Şam, Halep ve Kudüs, Kahire’nin zapt edilmesi
demek Yavuz’u İslam dünyasının tek bir lideri haline getirmesinin yanısıra tarihi ticaret
yollarının tam anlamıyla denetiminin Osmanlıların eline geçişini sağlayacak büyük bir
ekonomik güç kazanılmış olacaktır. Bu durum, siyasi olarak zaten büyük bir güç haline
gelmiş olan Osmanlıların gücüne daha da fazla güç katacak, İslam coğrafyası açısından dini
ve dünya açısından ekonomik iki güçlü faktör elde edilecektir ki işte o zaman dünyanın tek
hakim gücü olunacaktır. Nitekim bu düşünceleri süsleyen Hoca Sadeddin Efendi’nin eserinde
yer verdiği şu kayıtlar oldukça ilginçtir. Yavuz Sultan Selim’in yakın hizmetinde bulunan
Hoca Sadeddin Efendi’nin babası Hasan Can’dan nakline göre: “Hasan Can, Kapı Ağası
Hasan Ağa’nın gördüğü ve anlatmaktan çekindiği bir rüyasından söz eder. Hasan Ağa,
rüyasında çalınan bir kapıyı açtığı vakit Arap kılığında eli bayraklı ve silahlı birçok kişinin
karşıda durduğunu, kapının hemen yanındaki dört sahsın içinden kapıyı çalanın elinde
padişahın –ak sancağını- taşıdığını görür. Bu zat kendisinin Hz. Ali, yanındakileri ise Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman olduğunu diğerlerinin ise sahabe olduğunu söyler.
Kendilerini Hz. Peygamber’in gönderdiğini ve Sultan Selim Han’a bir mesaj yolladığını
ifade ederler. Hz. Peygamber’in mesajı şudur; …Kalkıp gelsin ki Haremeyn hizmeti ona
buyruldu” şeklindedir. Rüyayı dinleyen Hasan Can hemen bunu padişaha anlatır. O da
kendisinin ilahi bir vazife ile görevlendirilmiş olduğunu belirterek şu sözleri söyler: …Biz
sana demez miyiz ki biz bir canibe meʻmur olmadan hareket etmemişiz, ebâ vû ecdadımız
velâyetden
behre-mendler
idi,
kerametleri
vardır,
benzemedik…” (Hoca Sadeddin, Tâcü’t-tevârih II, 608-609)
içlerinde
heman
hiç
onlara
Bu menkıbevi bilgi üzerinde tartışılabilir. Ancak Yavuz’un zihninde Mısır seferinin olduğu
şeklinde değerlendirmeye de bir beis yoktur. Mısır seferi sonrası kaleme alınmış olan çoğu
çağdaş kaynaktaki bilgilerde Yavuz’un Mısır’a düzenlediği sefere dini-hukuki bir gerekçe
bulma gayretleri elbettedki mevcuttur. Ancak Yavuz’un Safeviler meselesini tamamen
çözmek amacıyla çıktığı 1515 seferinin Mısır üzerine çevrilmesinin gerekçeleri hem daha
önce zaten var idi hem de sefer esnasında Elbistan havalisine geldiği esnada ortaya çıkan
siyasi-askeri gelişmelerin büyük rolü olduğu gerçektir. Nitekim bu esnada Gansu Gavri
yanında himaye ettiği Osmanlı şehzadesi Kasım olduğu halde yaklaşık 60 000 kişilik
ordusuyla Haleb’e kadar gelmiş ve Şah İsmail ile sürekli haberleşme halinde olduğu
hususundaki ciddi gelişmeler Mısır seferini zahiri sebeplerindendir.
Dönemin kaynaklarından Celalzâde Yavuz’un Mısır seferine çıkmayı daha Edirne’de
planladığını ifade ederek Kansu Gavri’nin Şah İsmail ile haberleşmesi üzerine sinirlenen
padişahın “hanedanımızın en kavi düşmanı Mısır’dır” diye hiddetlenerek padişahın esasında
kimsenin toprağında gözü olmadığını, fakat Mukaddes yerlerin ve güzide Mısır havalisi
halkının memluk zulmünden inlediğini bu fesadın kaldırılmasının ilahi bir gereklilik olduğunu
dile getirerek sefere meşruiyyet kazandırma yolunda olduğu görülmektedir. Çağdaş
araştırmacıların bir kısmı buradan hareketle Mısır üzerine seferin önceden planlandığı
noktasından hareket etmektedirler. Oysa Padişahın yanında bulunan ve bu seferlerin en
önemli tanığı olan İdris-i Bitlisî ise Yavuz Sultan Selim’in Acem’i fethetmek amacıyla yola
çıktığını ifade etmektedir. Ancak habercilerden elde edilen bilgiler neticesinde Memluk
sultanının, Osmanlıların Safeviler üzerine yöneldiğini duyunca hemen Memluk ileri gelenleri
toplanmış ve Nasihat yoluyla Osmanlıların bu seferinin önüne geçilmesi kararı benimsenmiş,
zira Osmanlılar Safevileri ortadan kaldırarak daha da güçleneceğini ve sıranın kendilerine
geleceği kararındadırlar. Bu kararları üzere Şah İsmail ile elçi teatisine başlamışlar ama bu
durum vezir-i azam Sinan Paşa tarafından öğrenilerek Yavuz Sultan Selim’e bildirilmiştir.
Bu esnada Yavuz Sultan Selim ile Kansu Gavri arasında yaşanan yazışmalarda ise
Yavuz’un, bütün hazırlıklarının Şah İsmail üzerine olduğunu, asla Memluk topraklarına
yönelik bir düşüncesinin olmadığı şekildedir. Mısır tarafıyla hiçbir problemi yoktu, Safeviler
yenilgiden ders almamışlardı ve amacı -mülhidlerin küfrünü ortadan kaldırmak- idi. Ancak
din düşmanına karşı giriştiği bu harekâta rıza göstermez muhalefet eder ise o vakit Allah’ın
takdirine sığınacağını da belirtmektedir.
Oysa Şah İsmail ile Kansu Gavri arasındaki yazışmalarda, Selim’in Safevileri perişan
etmesine şaşırıp kaldığını Selim’in amacının Acem ve Arap mülkünü ele geçirmek olduğu,
Alaüddevle’ye yaptıklarının kabul edilebilir olmadığını, bölgede Osmanlıların uyguladığı
ticari amabargonun kendilerine büyük zarar verdiği dile getirilmekte, Osmanlı ordusuna
topraklarından geçiş izni vermeyeceği ve onları engelleyeceği şeklinde idi. Osmanlı
kaynakları da bunu teyit etmektedir. Kansu Gavri’nin Kahire’den ayrılarak yanında Halife
Mütevekkil, dört mezheb kadısı, önde gelen Memluk Emirleri ve himayesi altındaki Osmanlı
Şehzadesi Kasım ile birlikte Haleb’e gelme sebebinin Osmanlı geçişini engelleme üzerine
olduğu noktasında birleşmektedirler.
Yavuz Sultan Selim Malatya Ovası’ndan geçip Tohma Çayı civarında konakladığı 30
Temmuz 1516’da Anadolu ve Rumeli beylerinin davet edildiği büyük bir meşverette Kansu
Gavri üzerine yürünmesi fikri tartışılmış ve kabul edilerek hedef Halep olarak belirlenmiştir.
Bu karar alınınca Celalzâdeye göre seferin dini bakımdan bir sakıncasının olup olmadığı
hususunda İstanbul’a bir adam gönderilerek ulemadan fetva istenmiştir. Zira iki Sünni
Müslüman hükümdarın savaşması şerʻan bazı gerekçelerin oluşmasını gerektiriyordu.
Ulemadan gelen cevapta “suret-i mesfûrede onlar üzerine varmak şerʻi olup, kâtıʻü’ttarîklerdir, anlar ile kıtâl ile ve muhârebe cihad u gazâdır. Katili gazi ve murâbıt, maktulü
şehid ü mücahid olur” denilerek gereken cevaz verilmiştir. (Celalzâde, Selimnâme: 185) Keşfi
ulemadan fetvanın seferin başında harekete geçilirken alındığını ve bunun üzerine sefere
çıkıldığını ifade ile “hedm-i şeriʻat-ı Nebevî kılmak kastına çalışanlara yardımcı bulunanların
cezalandırılması gerektiği” şeklinde alındığını kaydeder. (Keşfî, Selimnâme: 79) Matrakçı
Nasuh ise, fetvanın Yavuz Sultan Selim ordusuyla birlikte Kayseri’de iken “Kızılbaş taifesine
muavenet ve muzaharet eyleyenler, onlardan eşedd olduğuna ashâb-ı ilm fetvâ verdiler”
şeklinde alındığını ifade eder. (Matrahçı Nasuh, Tarih-i Sultan Bayezid ve Selim: vr.143b)
İdris-i Bitlisî seferin asıl hedefi Safevî topraklarına girip “dinsiz kızılbaşın, zındıkların kökünü
kazımak” idiyse de Mısır ve Şam Çerkezlerinin mücahid ordusunu engellemek için yolunu
kesmeye meyletmesi üzerine, nifak yolundaki bir taifeyi bertaraf etmek amacıyla Gavri’nin
üzerine yüründüğünü bahsetmektedir. (İdris-i Bitlisî, Şelimşahnâme: 309) İtalyan seyyah
Angiolello ise, Selim’in Gavri ile Şah İsmail arasındaki işbirliğini duyunca bütün fakihleri
toplayıp “Allah’ın ne dilediğini sordu. Cevap olarak Sultanın birinci görevinin yoldaki zararlı
dikenleri kaldırması olduğunu daha sonra Allah’ın gösterdiği yola ayak basacağını
söylediler. Türk bu cevabı duyduktan sonra Haleb’e yöneldi” şeklinde vermektedir.
Nihayetinde Gavri üzerine yürüneceğine dair şerʻi meşruiyyet de temin edildikten
sonra Halep havalisin yönelinmiş ve arkasından vukubulan üç savaş Mercidabık Gazze ve
Ridaniye Savaşları zaferle sonuçlanmış ve 24 Ocak 1517’de Osmanlı ordusu Kahire’ye
girerek burasını yani Arap coğrafyasının kalbini idareleri altına almışlardır.
24 Ağustos 1516’da Osmanlılar ile Memluk Sultanlığı arasında vukubulan ve
Mercidabık ismiyle anılan savaş Osmanlıların zaferiyle sonuçlanmıştır. Bu savaş Suriye ve
havalisinin hatta Doğu Akdeniz olarak adlandırabileceğimiz coğrafyanın Osmanlı
hakimiyetine geçişini önemli ölçüde sağlamış, Arap Coğrafyasında Osmanlı hakimiyetinin
kurulacağının habercisi olmuştur.
21 Aralık 1516’da Gazze’de yaşanan savaş da zaferle sonuçlanmış, Memluk direnişi
büyük ölçüde kırılmış, Gazze’den Mısır’a giden uzun çöl yolunu Osmanlıların karşısına
çıkarmışsa da Mısır’a da hakimiyet kurulmasına giden yolu açmıştır.
Vezir-i azam Sinan Paşanın şehadetiyle sonuçlanan ve Yavuz’a “Gerçi tahtın amma
amma ne çare Yusuf’u aldırdık” (Sinan Paşa’nın bir diğer ismi de Yusuf’tur ve Hz. Yusuf
kıssasıyla özdeşleştirilmektedir) sözleriyle üzüntüsünün deriliğini ifade ettiği 1517 tarihli
Ridaniye Savaşı zaferi Osmanlılara Kahire’yi bir başka deyişle Arap coğrafyasının kalbi olan
Mısır ülkesini kazandırmıştır.
15 Şubat 1517’de Yavuz Sultan Selim Kahire’ye girmiş, bir süre burada kalmış, 13
Nisan’da son Memluk Sultanı Tumanbay idam olunarak Mısır’da tam anlamıyla Osmanlı
hakimiyeti kurulduktan sonra İstanbul’a dönerken bu sefer esnasında kendisine büyük
yararlılığı dokunan Memluk Sultanlığı’nın Halep Emiri Hayırbey (Hayr Beg)’i Mısır
valiliğine, birçok beyi de elde edilmiş Arap coğrafyasının idareciliğine atayarak henüz ele
geçirilememiş yerlerin ele geçirilmesini de emrederek Kahire’den ayrılmıştır. Yavuz Sultan
Selim’in son yıllarında Arap coğrafyasının geriye kalan kısmının çoğu ciddi savaşlar
olmaksızın Osmanlı idaresine alınarak Arap coğrafyasında Osmanlı hakimiyeti kurulmaya
çalışılmıştır.
Osmanlıların dikkatlerini Arap coğrafyasına çevirmesinde, başlangıçta ifade etmeye
çalıştığımız Osmanlılara karşı muhtemel Safevi-Memlük ittifakı elbette yeterli olamaz. Yine
Hint Okyanusu’nu Doğu Akdeniz ile birleştiren Kızıldeniz ve sahillerinde hakimiyet tesis
edilmesi için Portekizlilere karşı çok önceden ciddi bir şekilde planlanmış projeden
bahsetmek de oldukça güç olsa gerektir. Fakat 15. asrın son çeyreğinde Bursa ile Arap
Coğrafyası ve Kızıldeniz arasında ticari bağlantılar mevcuttu. Hatta Osmanlını ortak düşman
Hıristiyan dünyası tehdidine karşı Memlüklere ciddi yardımları da olmuştu. Nitekim XVI.
Asrın başlarında Memlük Devletine Emir Hüseyin ve Selman Reis gibi komutanlar
gönderilmiş, Memlükler, Türkler, Türkmenler, mağribiler ve Araplardan oluşan 6000
civarında bir askeri gücün Yemen’de Memlükler adına hakimiyet teisi etmek amacıyla
mücadele etmekteydiler.
Bu dönemde Memlük Devletinin hakimiyeti Mısır ve Hicaz
bölgesiyle sınırlı değildi. Afrika kıyısındaki Sevakin’den Nil Nehri üzerindeki Asvan’a kadar
uzanıyor ve Baharat ticaret yolunun imkanlarından azami ölçüde istifade ediliyordu. Bu
dönemde Yemen ikiye bölünmüş durumda idi. Kuzeyde San‘a ve havalisindeki Zeydiler,
Luhye, Hudeyde, Zebid, ve Muha gibi liman şehirleriyle Kızıldeniz’e açılıyorlar, Güneyde ise
Ta’iz etrafında yoğunlaşılmış oldukça önemli bir ticari bir alan olan Aden’le Hint
Okyanusu’na açılıyorlardı.
Arap coğrafyasının en stratejik noktası olan Mısır ve geriye kalan bölgelerin büyük bir
bölümünün Osmanlı hakimiyetine alınmasıyla İslâm’ın kutsal toprakları Hıristiyan dünyaya
karşı korumaya alınmıştı ancak okyanuslardan deniz filolarıyla gelen Portekizliler baharatın
kaynağına ulaşmış ve Osmanlı denetimine girmiş eski ticaret yollarının ehemmiyetini keserek
ticareti uzak denizlere yönlendirmişlerdir. Bu durum üzerine artık Portekizlilere karşı
mücadele içine girilmiştir. 1525’de Süveş’de Mısır Kaptanlığı kurulmuş ve burada inşa
edilecek donanma ile Kızıldeniz’in kontrol altında tutulması amaçlanmıştır. Buradaki 19
parçadan mürekkep donanma Selman Reis idaresinde Yemen’e gönderilmiştir. O Kamaran’ı
merkez yapmak üzere hazırlıklarda bulunduğu esnada öldürülmesi üzerine yeğeni Emir
Mustafa Yemen’e hakim olup Hindistan’a gitmiştir. Diu’ya yerleşen Mustafa buraya ulaşmış
olan Portekiz tehlikesini 1531’de bertaraf etmeyi başarmıştır. Fakat sonra yerel hanedanlarla
Babürlüler arasındaki çekişmeden istifa eden Portekizliler Diu’da bir kale yapma hakkı elde
etmişlerdir. Buna izin veren Gücerat hükümdarı bahadır pişman olarak Osmanlılardan yardım
istemiştir. Mısır’da hazırlanan yardım Diu’ya henüz ulaşmadan Bahadır Portekizliler
tarafından öldürülmüştür.
Kanuni Sultan Süleyman’ın 1533-1535 yılları arası gerçekleştirdiği Irakeyn Seferi
esasında Osmanlılar’ın doğu sınırlarını tamamen güvence altına alabilmek amacıyla Safeviler
üzerine yapılmıştı Ancak sonucu itibariyle baktığımızda belkide en önemlisi bu sefer, Arap
Coğrafyasının en önemli merkezlerinden birisi olan Bağdat ve havalisinde Osmanlı
hakimiyetinin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.
Ayrıca Mısır Beylerbeyliğine getirilen Süleyman Paşa Gücerat ve Kaliküt’teki
Müslümanlara yardım etmek, eski ticaret yollarını canlandırmak ve Portekizlileri bu havaliden
kovmak, aynı zamanda İslamın kutsal toprakları üzerindeki Portekiz tehdidini ortadan
kaldırmak için 22 Hazran 1538’de 70 parçadan daha fazla bir gemi ile Kızıldeniz’e açılmıştır.
Aden ve Zebid’i ele geçiren Süleyman Paşa 19 gün sonra Hindistan sahillerine ulaşmış
Gogala ve Kat kalelerini de elde etmiştir. Fakat Portekizlilerin müstahkem bir üs haline
getirdikleri Diu alınamamıştır. Bu Hint seferinde ciddi bir başarı kazanılamamış Portekizliler
bu havaliden atılamamıştır. Ancak özellikle Aden ve Zebid’in ele geçirilmesi Arap
coğrafyasının Güney-Batı kısmının ticaretinin kontrolünü sağlamıştır. Osmanlılar bundan
sonra Basra Körfezi ve Kızıldeniz’e giriş noktalarına hakim olmaya çalışmışlardır. Aden ve
Zebid’in ardından Taʻiz (1545) ve Sanʻa (1547) ele geçirilerek Arap yarımadasının güneyi
Yemen coğrafyasında hakimiyet sağlanmıştır. 1555 yılında Özdemir Paşa Mısır’da kurduğu
orduyla Nil Nehrinin güneyine inmiş Saʻid ve Şallâl mevkileri ele geçirilmiştir. Özdemir Paşa
habeş beylerbeyliğinde bir süre kaldıktan sonra Mısır’a dönünce Sevakin’e oradan
Musavva’ya gelip 1557’de burayı aldı. Arkiko ve iç kesimlerdeki Tigre’ye kadar ilerledi ve
1558’de de zaptedildi. Böylece Osmanlılar Afrika’da kendileri için en uç sınırlara ulaşmış
bulunuyordu. Eritre ve Habeşistan’ın kuzeybatı bölgesi Osmanlı hakimiyetine alınmış
bulunuyordu.
Diğer taraftan Basra Körfezi’nde de önemli gelişmeler yaşanıyordu. Osmanlılar
Portekizle mücadele için Süveyş’de olduğu gibi burada da bir tersane meydana getirerek
körfezin girişini kontrol altına almaya çalıştılar. Katif 1550’de Bahreyn 1554’te alındı.
Hürmüz’ü ele geçirmek için 1552’de Süveş’den hareket eden Osmanlı donanması Aden’den
Maskat’e gelip 6 günlük bir kuşatma gerçekleştirildi. Ancak kuşatmayı idare eden Piri Reis
portekiz’in büyük bir donanma ile gelmesi üzerine muhasarayı kaldırmış, Basra Körfezinin
ağzını kapatan Portekiz donanmasının arasından geçerek İstanbul’a gelmişse de bu
başarısızlığı onun hayatına malolmuştur. Onun Basra’da bıraktığı donanmayı çıkarmak için
Seydi Ali Reis görevlendirilerek buraya gelmiş donama Katif’den Hürmüz’e oradan da Hint
Denizi’ne açılmıştır. 10 Ağustos 1553’de Portekiz donanmasıyla karşılaşılmış ve Portekiz
donanması geri çekilmişse de bu sefer çıkan şiddetli fırtına Osmanlı donanmasını Kirman
sahillerine sürüklemiştir. Sonra Gücerat’a ulaşılmış Surat’da karaya çıkılmış ve karayoluyla
İstanbul’a dönülmüştür.
Osmanlılar bütün bu faaliyetlerinden Portekizlilerin Hint Denizi kıyılarındaki
faaliyetlerine karşı çok büyük başarı sağlayamadılarsa da Arap Coğrafyasına yönelen tehdidi
önemli ölçüde kesmişlerdir. Osmanlıların ısrarla buralarda mücadele etmeleri Portekizlilerin
bu coğrafyadaki ticaretine büyük darbe vurduğu gibi bu coğrafyadan geçen ticaret yolları
yeniden mallarına yani canlılığına kavuşmuştur. 1540’lı yıllardan itibaren Kızıldeniz ve
Basra’nın önemli noktalarına hakim olunarak ticaret canlanmış, bu azalan Akdeniz ticaretini
canlandırmıştır. Bağdat, Halep, Trablusşam, İskenderiye, Kahire gibi liman ve şehirlerde hem
ekonomik hem de sosyal gelişme doğurmuştur. Basra, Yemen ve Habeşistan’ın Kuzey-Batı
kesiminde Beylerbeylikler kurularak hem Basra’nın hem de Kızıldeniz’in kapıları emniyet
altına alınmıştır. Osmanlılar Arap coğrafyasında kurmaya çalıştığı hakimiyet ile Hint deniz
ticareti Akdeniz’e aktarılmaya çalışılmıştır. Afrika kıyılarının hem kuzey hem de Doğu
Kızıldeniz sahillerinde hakimiyet tesis edilerek iç bölgelere kadar nüfuz edilmeye
çalışılmıştır. Kuzey Afrika’da Mısır’dan itibaren Trablusgarb, Cezayir, Tunus, Fas’a kadar
nüfuz bölgeleri oluşturularak İspanyolların burada hakimiyet kurmaları engellenmiştir.
Kızıldeniz ve Basra Körfezi’nde kurulan hakimiyetle Hindistan’ın güneybatı sahillerine kadar
hem askeri hem siyasi hem sosyal hem de ekonomik açılardan etki alanı oluşturulmaya
çalışıldığı mütalaa edilebilir.
Osmanlı hakimiyeti altına alınan Arap coğrafyasında idare, merkeze oldukça uzak bir
coğrafya olması, coğrafi özellikler ve coğrafyada yaşayan ahalinin özellikleri dikkate alınmak
suretiyle, tımar sistemi üzerine inşa edilen idari yapılanmanın dışında öncelikle Anadolu ve
Rumeli’nin birçok bölgesinde uygulanan, vergilerin ayni olarak tahsil edilmesinin
imkansızlığı sebebiyle, gelirin nakit olarak toplandığı ve askerin maaşının ödenmesini
kolaylaştıran, mukataa sistemi tabi kılındı. Bahsolunan coğrafyada Osmanlı hakimiyetinin
tesisi ve devamında Mısır oldukça mühim bir yere sahipti. Zira Mısır’daki Osmanlı
donanması Kızıldeniz’deki siyasi, stratejik ve ticari faaliyetlerin yürütülmezinde merkez
özelliğine sahipti. Yemen ve Habeşistan’a yönelik askeri seferler buradan başlıyor, bu
eyaletlerdeki askeri kaynak yetersiz kaldığında asker, zahire, mühimmat takviyesi Mısır’dan
yapılıyordu.
Bütün bunlardan sonra Arap coğrafyası olarak adlandırdığımız yukarıda isimleri
zikrolunan yerlerde niçin, neden Osmanlı hâkimiyetinin kurulmaya çalışıldığı daha iyi
anlaşılacaktır.
KAYNAKÇA
Clot, André, Kölelerin İmparatorluğu Memlûkların Mısır’ı, (çev. T. Ilgaz), İstanbul 2005.
Çetin, Altan, Memlûk Devletinin Kuzey Sınırı, TTK, Ankara 2009.
Çubukçu, Asrî, Ferec, DİA, C.XII, İstanbul 1995, s. 370-371.
Dols, Michael W, The Black Death In The Middle East, Princeton University Press, Princeton, New Jersey 1977.
---------,“The Second Plague”, Journal of the Economic and Social History of the Orient”, Vol. XXII, Part II, s.
163-189.
Emecen, Feridun M., Osmanlı Klasik Çağında Siyaset, İstanbul 2011.
---------, Osmanlı Klasik Çağında Savaş, İstanbul 2011.
---------, Yavuz Sultan Selim, İzmir 2012.
Gökhan, İlyas, 13. ve 14. Yüzyıllarda Mısır ve Suriye’de Vebalar, Krizler ve Kıtlıklar, Fırat Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Elazığ 1998.
Gündüz, Tufan, Son Kızılbaş Şah İsmail, İstanbul 2010.
Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Tevarih, C. II-III, (Haz. İ. Parmaksızoğlu), Ankara 1999.
İdris-i Bitlisî, Şelimşahnâme, (trc. H. Kırlangıç) Ankara 2001.
Nicolae, Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, C. II, İstanbul 2005.
Kanat, Cüneyt, “Çaldıran Savaşı Esnasında Osmanlı-Safevi Mücadelesinde Memluk Devleti’nin Tutumu”, Türk
Dünyası İncelemeleri Dergisi, IV(2000), s.64-74.
Keşfî, Selimnâme, (Haz. A. Sağırlı), Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1993.
Kopraman, Kazım Yaşar, “Osmanlı Memluk Münasebetleri” Türkler Ansk., C. IX, Ankara 2002, s. 470-485.
Matrahçı Nasuh, Tarih-i Sultan Bayezid Han ve Sultan Selim Han, British Museum, Add. 23586.
Mustafa Celalzâde, Selimnâme, (Haz. A. Uğur-M. Çuhadar), Ankara 1190.
Tekindağ, Şehabettin, “Fatih Devrinde Osmanlı-Memluk Münasebetleri”, Tarih Dergisi, S. 30, (1976), s. 73-98.
--------, Memluk Sultanlığı Tarihine Toplu Bir Bakış”, Tarih Dergisi, S. 25, (1971), s. 1-38.
----------, “II. Bayezid Devrinde Çukurova’da Nüfuz Mücadelesi ve ilk Osmanlı-Memluk Savaşları: 1485-1491”,
Belleten, XXXI/123, (1967) s. 345-373.
---------, Yeni Kaynaklar ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, Tarih Dergisi, II/9,
(1968) s. 49-75.
Tekindağ, Şehabeddin, Berkûk Devrinde Memlûk Sultanlığı, İstanbul 1961.
Uzunçarşılı, İsmail H., “Onbeşinci Yüzyılın İlk Yarısıyla Onaltıncı Yüzyılın Başlarında Memluk Sultanları
Yanına İltica Etmiş Olan Osmanlı Hanedanına Mensup Şehzadeler”, Belleten, XVII/68 (1953), s. 519-535.
Yiğit, İsmail, Memlûkler (648-923/1250-1517), İstanbul 2008.
Yücel, Yaşar, Timur’un Ortadoğu-Anadolu Seferleri ve Sonuçları, TTK, Ankara 1989.
Download