MODERN ORTADOĞU TARİHİ Dördüncü HAFTA İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEMDE ORTADOĞU’NUN GENEL DURUMU VE İSRAİL’İN KURULUŞU Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın başını çektiği üçlü ittifak blokunun yanında savaşa giren Osmanlı Devleti, 1918 yılında Mondros Mütarekesi’ni imzaladığında dört yüz yıldır yönetimi altında tuttuğu Arap coğrafyasını İngiltere ve Fransa’nın sömürgesine bırakmak zorunda kalmıştır. 1916 Sykes Picot Anlaşması ile İngiltere ve Fransa arasında gizli olarak paylaşılan Osmanlı Arap coğrafyasının bu durumu, 1920 San Remo Konferansı ile küçük değişiklikler yapılarak resmi olarak kabul edilmiştir. Böylece bir zamanlar Osmanlı yönetimi altındaki Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa’nın siyasi, iktisadi ve askeri nüfuz ve denetim kurduğu, Batı tahakkümünün tesis edildiği “ara dönem” başlamıştır. İki Savaş Arası Dönemde Ortadoğu Ülkelerinin Genel Durumu Osmanlı’nın Arap topraklarında iki savaş arası dönem Avrupalı iki büyük güç İngiltere ve Fransa hakimiyeti dönemidir. İngiltere Mısır’ın kontrolünü elinde tutuyor, Osmanlı Devleti’nden meydana gelen beş yeni Arap devletini ise Fransa ile birlikte denetimi altına almıştır. Milletler Cemiyeti, eski Osmanlı Arap vilayetlerinin yeni devletlere bölünmesini kabul edip, İngiltere ve Fransa’ya onları manda statüsünde yönetme yetkisi vermiştir. Milletler Cemiyeti Manda sistemine göre modern dönemin ağır koşullarına henüz ayak uyduramayan topraklardaki halklar tek başına ayakta durabilecek duruma gelene kadar kendilerini yönetecek ilerlemiş devletlerin kontrolü kurulmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonucunda Osmanlı Devleti’nin dağılmasıyla Ortadoğu’da birçok yeni devlet kurulmuştur. Savaş sonunda imzalanan anlaşmalarla Osmanlı Devleti’nin merkezi sayılan bölgede altı yeni devlet ortaya çıkmıştır. Bunlar Türkiye, Suriye, Filistin, Irak, Lübnan ve Ürdün’dür. Suudi Arabistan ve Yemen Arap Yarımadası’nda ayrı siyasal birimler olarak ortaya çıktılar. Savaşın ardından Kuzey Afrika’ya baktığımızda Mısır, İngiltere nüfuzu altında, Fas, Tunus ve Cezayir ise Fransa sömürgesi haline gelmişlerdir. Osmanlı toprağı olmayan İran ise 1 1907 İngiliz-Rus Anlaşması uyarınca savaş esnasında İngiltere ve Rusya tarafından işgal edilmiştir. Savaş sonrasında ise bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Son olarak Körfez emirliklerine geldiğimizde Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman İngiltere ile imzaladıkları himaye anlaşmaları nedeniyle İngiliz nüfuzu altında kalmışlardır. Özetle, I. Dünya Savaşı sonrasında emperyalist devletler tarafından “modern” anlamda biçimlendirilen Ortadoğu’da Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Yemen dışında tam bağımsız bir devlet statüsü elde eden devlet olmamıştır. Türkiye 1918 yılında Osmanlı Devleti ile Mondros Mütarekesi’ni imzaladıktan sonra İngiltere, Fransa ve İtalya Osmanlı’nın çekirdek/merkezi toprakları olan Anadolu’yu dört bir taraftan işgal etmişlerdir. Mesela, İngiltere İstanbul ve boğazları, Fransa Adana ve mücavir bölgeyi, İtalya Antalya ve çevresini ve son olarak itilaf devletlerinin desteğiyle Yunanistan İzmir ve çevresini işgal ettiler. Osmanlı yönetiminin Batı tahakkümüne ve Anadolu topraklarının Avrupa işgali ve ilhakına uğradığı böyle bir ortamda 1919-1922 yılları arasında sürecek olan Milli Mücadele dönemi başlamıştır. Yapılan savaşlarda Türkiye’nin zaferle çıkmasıyla 1922 yılına gelindiğinde İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlar Anadolu topraklarından sürülmüştür. 1922 yılında saltanat ve 1924 yılında ise hilafet kaldırılmıştır. 1923 yılında Avrupalı devletlerle Lozan Barış Antlaşması imzalanarak Türkiye, uluslararası alanda tanınan bağımsız bir devlet statüsünü almıştır. Mısır 1882 yılında Osmanlı toprağı Mısır işgal edilerek İngiltere sömürgesi haline getirilmesine rağmen 1914 yılına kadar uluslararası statüsünde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Rakip Avrupalı büyük güçleri rahatsız etmemek maksadıyla Mısır’ın ilhak edildiğini duyurmaktan veya ülke üzerinde hamilik kurmaktan imtina etmiştir. Resmi olarak ülke hala Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak görülüyordu ve İngiltere sadece “geçici bir işgal gücü” statüsüne sahipti. Ancak 1914 yılında I. Dünya Savaşı koşullarından yararlanan İngiltere, Mısır’daki etkinliğini sağlamlaştırmak amacıyla ülkeye sömürge valisi olarak Mısır Yüksek Komiseriliği’ne McMahon’u atamıştır. Böylece İngiltere Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklamada Mısır’ın Osmanlı Devleti’nden ayrıldığını ve İngiltere’nin himayesine alındığını duyurmuştur. 2 Savaş sonrası dönemde ise İngiltere’nin Mısır’da kontrolü elinde tutma ve Irak’ta bir manda sistemi kurma çabaları kitlesel halk direnişiyle karşılaşmıştır. İngiltere bunun üzerine söz konusu iki ülke üzerindeki siyasi, askeri ve ekonomik menfaatlerini garanti altına alan yeni bir formül geliştirmiştir: yarı-bağımsız devlet statüsü. Bu yeni sisteme göre Mısır ve Irak’a içişlerinde serbest oldukları ancak dış işlerinde ise İngiltere etkisinde olacakları anlaşmalara imza atılmıştır. Yarı-bağımsız devlet statüsü tanıyan bu anlaşmalara göre Mısır ve Irak, İngiltere tarafından kabul edilebilir bir dış politika çizgisi izlemelerini ve topraklarında İngiliz askeri üslerinin bulunmasını kabul etmişlerdir. Bu anlaşmalar ülkelerin milli egemenliği üzerinde ciddi kısıtlamalar doğurmuştur. Yarı-Bağımsızlık Bildirgesi (1922) Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz himayesi altına giren Mısır’da 1918 yılına gelindiğinde Batı tahakkümüne karşı milliyetçi tepkiler yükselmeye başlamıştır. Bu milliyetçi ayaklanmada kilit rol oynayan ise 1918 yılında kurulan ve liderliğini Saad Zaglul’un yaptığı Vefd partisi olmuştur. Vefd’in temel amacı Mısır’ın tam bağımsız bir devlet olmasıdır. Ülkede çıkan siyasi karışıklıklar nedeniyle İngiltere 1922 yılında bir bildirge yayınlayarak tek taraflı olarak himaye anlaşmasına son verip Mısır’ı bağımsız bir devlet olarak ilan etmiştir. Ancak İngiltere Mısır’daki çıkarlarını dört madde ile güvence altına almıştır: 1. Mısır, yabancı saldırısına uğradığında savunulacak. 2. Mısır’daki İngiltere’nin ticari ayrıcalıkları ve yabancı azınlıklar korunacak 3. İngiltere, Sudan’ın gelecekteki statüsünden sorumlu olacak. 4. İngiliz hükümeti Mısır’daki iletişimin güvenliğinden sorumlu olacak. Böylece, Mısır’daki İngiliz askeri varlığı garanti altına alınmış, İngiltere’nin ticari ayrıcalıkları güvence altına alınmış ve Mısır’ın dış politikası hala İngiliz çizgisinde tutulmuştur. İngiltere-Mısır Bağımsızlık Anlaşması (1936) 1936 yılına gelindiğinde İtalya ve Almanya’nın revizyonist politikaları nedeniyle Avrupa’daki güç dengesi yeniden değişmeye başlamıştır. Güç dengesini kendi lehlerine çevirmeye çabalayan Mussolini İtalya’sı ve Hitler Almanya’sı bunların politikaları karşısında mevcut güç dengesinin savunucusu olarak İngiltere ve Fransa’yı tehdit etmeye başlamıştır. 3 Böyle bir konjonktür altında İngiltere, sömürgelerindeki toplumsal rahatsızlıkları gidermeye koyulmuş, 1922 bildirgesini gözden geçirmeyi kabul etmiştir. Böylece 1936 yılında İngiltere-Mısır Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma uyarınca: 1. Mısır’ın bağımsızlığı İngiltere tarafından tanınmıştır. 2. Süveyş Kanalı üzerindeki İngiltere’nin askeri varlığı güvence altına alınmıştır 3. Muhtemel bir saldırı durumundan İngiltere’nin Mısır’ı koruyacağı kabul edilmiştir. 1936 anlaşmasının 1922 bildirgesinden pek bir farkı görünmemektedir. Mısır’ın bağımsızlığı sembolik olarak tanınmış ve 1937’de Milletler Cemiyeti’ne üye yapılmıştır. İngiltere daha öncekinde olduğu gibi Mısır üzerindeki askeri ve siyasi nüfuzunu yeniden güvence altına almıştır. Özetle Mısır tam bağımsızlığına 1936 anlaşmasıyla da kavuşamamış, ancak 1952 Hür Subaylar darbesiyle tam bağımsızlığını elde edecektir. Bu nedenle 1882’de başlamak üzere 1952’ye kadar Mısır, İngiltere’nin denetiminde kalmıştır. Irak Osmanlı’nın eski üç vilayeti Bağdat, Basra ve Musul’un bir araya getirilmesiyle oluşturulan Irak, 1920 San Remo Konferansı’yla İngiltere’nin mandası altına sokulmuştur. Irak’ın yönetimin başına ise 1921 yılında İngiltere’nin ülkedeki siyasi ve askeri çıkarlarına bir halel getirmeyecek, dış politikada İngiltere çizgisini takip edecek Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal getirildi. İngiltere-Irak Anlaşması (1922) İngiltere, Mısır’dakine benzer bir stratejiyi Irak’ta izlemiş ve 1922 yılında Irak’la imzaladığı anlaşmayla içişlerinde daha fazla serbestlik tanımıştır. Dışişlerinde ise İngiltere’nin kontrolü devam etmiştir. İngiltere-Irak Anlaşması(1930) İngiltere, 1930 yılında Irak’ın bağımsızlığını tanıyan anlaşmayı imzalamıştır. Bu anlaşma hükümlerine göre: 1. Manda sitemine son verilerek Irak iki yıl içerisinde bağımsız olacak. 2. Muhtemel bir savaşta İngiltere Irak’ı koruyacak 3. Irak’ın iletişim kurumları İngiltere’nin denetiminde olacak. 4. Irak ordusunun silahlarının tümü sadece İngiltere’den temin edilecek. 4 Böylece Irak 1932 yılına gelindiğinde resmen bağımsızlığına kavuşmuş ve Milletler Cemiyeti’ne üye olarak kabul edilmiştir. Ne var ki, bundan sonra Irak resmi olarak bağımsız bir devlet olmasına rağmen bu sembolik olmaktan öteye gidememiştir. Gerçek manada bağımsızlıktan ancak 1958 askeri darbesiyle Haşimi hanedanlığına son verildiği ve ülkenin İngiltere nüfuz alanından çıkarıldığı dönemde bahsedilebilir. İran İran’da yönetim 1722 yılında Safevi Devleti’nin yıkılmasında sonra 1796’da ülkede siyasal birliği sağlayan Kaçar hanedanının eline geçmişti. Kaçar hanedanı döneminde İran 19. yüzyılın ilk başlarından başlamak üzere İngiltere ve Rusya’nın başı çektiği Batı’nın siyasi, ekonomik ve askeri tahakkümü altına girmiş ve yarı-bağımsız devlet şeklini almıştır. İran üzerindeki Batı tahakkümün tesis edilmesi sürecindeki en önemli kırılma noktası 1907 İngiliz-Rus Anlaşması’dır. Bu anlaşmaya göre İran üzerinde stratejik menfaatleri olan İngiltere ve Rusya ülkeyi aralarında nüfuz alanlarına ayırmışlardır. Batı’nın İran üzerinde denetimi iyice sağlamlaştırdığı ikinci önemli gelişme ise I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve Rusya’nın 1907’de taksim ettikleri nüfuz alanlarına göre İran topraklarını işgal etmeleridir. 1917 Rus Devrimi ardından Rusya İran’dan askerlerini geri çekmiş, işgali sonlandırmıştır. Buna karşın İngiltere ise 1921 yılına kadar askerlerini geri çekmemiştir. Ancak 1921 yılında Albay Rıza Han İran’da askeri darbe yapmış, 1923 yılında ülkeye Başbakan 1926 yılında ise İran Şahı olmuştur. Böylece 1926 yılından başlamak üzere 1979 İran Devrimi’ne kadar sürecek olan Pehlevi hanedanlığı dönemi başlamıştır. 1979 yılına kadar İran’ı sadece iki kişi Şah Rıza Pehlevi ve oğlu Muhammed Rıza Pehlevi yönetmiştir. İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde ise aynen önceki savaşta olduğu gibi İngiltere ve Sovyet Rusya İran’ı tarafsızlık ilanına rağmen 1941 yılında işgal ettiler. Daha önce olduğu gibi İran’ın siyasi egemenliği ihlal edilmiş ve milli onuruna darbe vurulmuştur. İngiltere ve Sovyet Rusya için İran’ın stratejik önemi: 1. Her şeyden önce, İran toprakları müttefik güçlerin Sovyetler Birliği’ne destek çıkmaları noktasında karadan ikmal yolu üzerinde bulunmaktaydı. 2. İran, müttefik devletler için çok önemli olan petrolü üretiyordu. 3. İran, stratejik önemdeki Basra Körfezi’ne komşuydu, buranın mihver devletlerinin denetimine geçmesinin önü alınmıştır. 5 Suudi Arabistan Hicaz bölgesini yöneten Şerif Hüseyin İngilizlerle savaş esnasında gizli işbirliğinde bulunmuş ve Osmanlı Devleti’ne karşı Arap ayaklanmasının başını çekmişti. Fakat savaş sonrasında Şerif Hüseyin büyük bir Arap devletinin lideri olmak yerine yalnızca Hicaz kralı olabilmiştir. İki oğlundan Faysal Irak ve Abdullah ise Ürdün’e kral olmuşlardır. Böyle bir konjonktürde Haşimi hanedanının yaptığı gibi İngiltere ile işbirliği yapan III. Suudi Emirliği, 1925’te Hicaz bölgesini işgal etmiş, Hicaz Krallığı’na son vermiş ve Arap Yarımadası’ndaki siyasi ve askeri egemenliğini tamamlamıştır. 1932 yılında ise Suudi Arabistan Krallığı adını alarak bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Suriye Suriye, 1920 San Remo Konferansı’nda Fransız mandası olarak kabul edilmişti. Böylece Suriye’de Fransa’nın siyasi, ekonomik ve askeri tahakkümü başlamıştır. 1941 yılında resmen bağımsızlığı tanınmasına rağmen Suriye 1946 yılında Fransa’nın askerlerini çekmesi sonrasından fiili olarak bağımsız devlet olmuştur. Lübnan Lübnan, 1920’de Suriye topraklarından ayrılarak devlet olarak kurulmuş ve Fransız mandasına sokulmuştur. 1941 yılında resmen bağımsızlığı tanınmasına rağmen Suriye 1946 yılında Fransa’nın askerlerini çekmesi sonrasından fiili olarak bağımsız devlet olmuştur. Ürdün Ürdün, 1921 yılında büyük Suriye topraklarından bir bölümün ayrılmasıyla kurulmuş yapay bir Arap devletidir. İngiltere, I. Dünya Savaşı esnasında Haşimi hanedanı ile yaptığı gizli görüşmelerde verdiği sözler uyarınca Şerfi Hüseyin’in oğlu Abdullah’a adeta bir devlet oluşturmuştur. Böylece Ürdün diye bir Arap devleti kurulmuş, 1946 yılına kadar İngiliz mandası altına sokulmuştur. Körfez Emirlikleri Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman’dan müteşekkil olan Körfez ülkeleri 19. yüzyılın ilk yarısında başlamak üzere İngiltere ile Himaye Anlaşmaları imzalayarak bölgedeki diğer devletlere karşı güvenliklerini garanti altına almışlardır. Bunun karşılığında İngiltere ise bu ülkeleri himaye ettiği taahhüdünde bulunarak Basra Körfezi’ndeki 6 denetim ve nüfuzunu kurmuş ve sürdürmüştür. Körfez ülkelerinin bu statüsü ne I. Dünya Savaşı ne de II. İkinci Dünya Savaş sonrasında değişikliğe uğramamıştır. Ancak 1961’de Kuveyt, 1971’de ise geriye kalan emirlikler bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Filistin Mandası ve İsrail’in Kuruluşu 1516 Mercidabık Savaşı’ndan bu yana Osmanlı Devleti tarafından yönetilen Filistin toprakları I. Dünya Savaşı sırasında İngiltere tarafından işgal edilmiştir. 1920 San Remo Konferansı ile Filistin İngiltere mandası altına sokulmuştur. Böylece, 400 yıl boyunca Osmanlı yönetiminde kalan Filistin, İngiltere’nin kontrolüne geçmiştir. Siyasi Siyonizmin Doğuşu Filistin-İsrail çatışmasının anlaşılabilmesi için Siyonizm ve siyasi Siyonizm kavramları üzerinde durulmalıdır. Bunun da siyasi ve dini kökenleri bulunmaktadır. Her şeyden önce Siyonist Yahudiler, bir gün İsrail’in yeniden kurulacağına ve Kudüs’te tapınağın yeniden inşa edileceğine inanmaktadırlar. Birinci yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun bölgeyi işgali üzerine kaçan Avrupa’daki Yahudi toplulukları bir gün kutsal topraklara dönme fikrini hep canlı tutmuşlardır. Yahudiler, Yahudi halkının kurtuluşunun ancak kutsal topraklara dönüş sayesinde gerçekleşeceğine inanmaktadırlar. Siyonizm: Siyonizm Yahudiler bir ulus oluşturdukları ve atalarının vatanı olarak gördükleri İsrail ülkesine geri dönme hakkı da dahil başka benzer grupların sahip oldukları özgürlükleri hak ettikleri inanışıdır. Bu kavramın esas itibariyle iki yönü bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Yahudilerin bir ulus olduğu iddiasıdır. Bu bakımdan Siyonizm, Arap milliyetçiliği gibi milliyetçi bir harekettir. İkincisi ise atalarının vatanı olarak gördükleri İsrail ülkesine dönmeyi bir hak olarak gördükleridir. Bu düşünce Yahudilerin kutsal kitabına dayandırılmaktadır. Yahudiler tarafından gerçek tanrı olarak kabul edilen Yehova, İbranileri Mısır köleliğinden kurtarıp İsrail ülkesine göndermiş ve burayı İsrail oğullarına vaat etmiştir. Siyasal Siyonizm: Siyasal Siyonizm ise Yahudilerin kendilerine ait bir devlet oluşturmaları ve bunu yaşatmaları gerektiği inancıdır. Başka bir anlatımla siyasi Siyonizm, Filistin topraklarını ulusal bir Yahudi devletine dönüştürme düşüncesidir. Siyasal Siyonizmin, 19. yüzyılda Avrupa’da meydana gelen gelişmeler sonucunda ortaya çıkmıştır. Yahudi diasporasının başlıca merkezleri olan Rusya ve Polonya’da Yahudilere uygulanan baskı ve 7 zulüm 19. yüzyılın sonlarına doğru iyice artmıştı. Avrupa’da baskılara dayanamayan milyonlarca Yahudi, ABD’ye zorunlu göç etmiştir. Göç etmeyip Avrupa’da kalanların umudu ise Siyonizm’dir. Ancak bu Siyonizm daha önceki Siyonizm anlayışından farklı olarak dini inancın yanında milliyetçi düşüncelerinde etkili olduğu siyasal Siyonizm’dir. Avrupa’da baskılara maruz kalan Yahudiler bu olumsuz şartlardan kurtulmak için Filistin’e göç etmeyi ve burada İsrail devletini kurmayı zorunluluk olarak görmeye başlamışlardır. Theodor Herzl (1860-1904) Siyasal Siyonizm yaklaşımına kuramsal temel hazırlayan kişi Theodor Herzl olmuştur. Viyana’da yaşayan Yahudi gazeteci Herzl, siyasal Siyonizmin ateşli savunusu yaptığı “Yahudileri Devleti” adlı kitabını 1896 yılında yayınlamıştır. Bu nedenle Herzl siyasi Siyonizmin kurucusu olarak bilinmektedir. Herzl kitabında Yahudilerin sorununun sadece dini ve toplumsal değil aynı zamanda ulusal olduğunu ileri sürmüştür. Siyonizmin ideolojik temelini atan Herzl’e göre Yahudiler bir ulus oluşturuyorlardı fakat ulusla kültürlerini özgürce ifade edecekleri siyasal bir devletten yoksundular. Herzl’e göre anti-Semitizmin tek çözüm yolu Yahudilerin kendi devletlerinde siyasal egemenliği ele geçirmeleridir. Birinci Uluslararası Siyonist Kongre (1897) Herzl’in öncülük ettiği Birinci Siyonist Kongre, İsviçre’nin Basel kentinde düzenlemiştir. Söz konusu kongre Siyonist hareket açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Kongrede bütün Yahudilerin örgütlenip birlik oluşturması çağrısında bulunuldu. Kongrenin yayınlanan nihai bildirgesin aşağıdaki kararlar alınmıştır: Filistin’in Yahudiler tarım ve sanayi işçileri tarafından kolonileştirilmelidir. “Siyonizmin amacı Yahudi halkı için Filistin’de hükümet tarafından güvence altına alınan bir vatanın tesis edilmesidir” kararı alınmıştır. Bütün Yahudilerin yerel ve uluslararası düzeyde örgütlenmesi gerekmektedir. Nihai bildirgenin diğer önemli maddesi ise Siyonizmin amacına ulaşması için hükümetler düzeyinde onay alınması için girişimler başlatılmalıdır. Balfour Bildirgesi (1917) Siyasi Siyonizm başarıya ulaşması ve İsrail devletinin kurulması sürecinde üçüncü dönüm noktası I. Dünya savaşı ve bu savaş koşullarında yayınlanan Balfour Bildirgesi olmuştur. Herzl, bir büyük devletin diplomatik desteğini ve Avrupa’da yaşayan Yahudi 8 toplumunun mali desteğini almadan Siyonist hareketin başarılı olamayacağının bilincindeydi. Ne var ki, 1904 yılında ölene kadar Herzl ne Avrupalı devletlerden nede Osmanlı Devleti’nden (Herzl, Osmanlı sultanı Abdülhamit’ten Yahudiler için Filistin’de bir yurt istemiş ancak olumlu cevap alamamıştır.) Siyonist hareketine destek bulmuştur. Ancak I. Dünya Savaşı yıllarında Siyonizmin diplomatik statüsü önemli gelişmeler kaydetmiştir. Savaş yıllarında İngiliz hükümetinin kararları üzerinde ülkede önde gelen Yahudiler etkili olmaya başlamıştır. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour, 1917 yılında İngiltere’nin önde gelen Siyonist Yahudilerinden Lord Rothschild’e tarihe Balfour Bildirgesi olarak geçen gönderdiği mektupta: “İngiliz hükümeti Filistin’de Yahudi halkı için bir ulusal yurt kurulmasına olumlu bakmakta olup, bu amaca ulaşılması için her türlü gayreti gösterecektir” İfadesi yer almıştır. Ayrıca, “Filistin’deki Yahudi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına zarar verecek bir uygulamaya gidilmeyeceği kabul edilmektedir” denmiştir. Balfour Bildirgesi, siyasi Siyonizmin kuruluş belgesidir. Bu belge, İngiltere’nin Filistin’i bir Yahudi devletine çevireceğini söylemektedir. Aslında Balfour Bildirgesi, İngiltere’nin bir Yahudi ulusal yurdunun oluşturulması için Osmanlı toprağı Filistin’in İngiltere tarafından işgalini ve savaşın sonrasında ise İngiltere’nin mandasına, denetimine sokulmasını işaretini vermiştir. Filistin’de İngiliz Mandası (1920-1948) Birinci Dünya Savaşı ardından düzenlenen San Remo Konferansı’nda Osmanlı Devleti’nin Arap toprakları İngiltere ve Fransa arasında paylaşılmış, Filistin toprakları İngiltere’nin mandasına verilmiştir. Bu gelişme, İsrail’in kurulmasına giden süreçte dördüncü önemli gelişme olarak değerlendirilmektedir. İngiltere’nin Filistin mandası olarak belirlenen bölge Osmanlı yönetimin zamanında büyük Suriye’nin bir parçası olarak yönetiliyordu. İngiltere’nin 1917 yılında Kudüs’ü işgal etmesiyle bölge Osmanlı idaresinden çıkmıştır. 1920 yılında San Remo Konferansı’nda İngiltere’ye Filistin mandası verildi. Daha sonra 1922 yılında Milletler Cemiyeti Filistin’de 9 manda statüsünü tanıdı. Ancak burada önemli olan İngiltere ve Fransa’nın dümen suyunda olan Milletler Cemiyeti’nin Balfour Bildirgesi’ni tanımasıdır. İsrail’in Kuruluşuna (1948) Giden Süreçte Meydana Gelen Önemli Gelişmeler İki savaş arası dönemde İngiltere mandası altındaki Filistin topraklarında her geçen gün Siyonist Yahudi toplumu ile Müslüman Arap toplumu arasındaki düşmanlık ve çatışmalar yoğunluğunu artırdı. Buna yol açan en önemli faktör Avrupa’daki Yahudilerin kitleler halinde Filistin’e göç etmeleri ve burada Arap halkının toprakları üzerinde hak sahibi olmalarıdır. Özellikle Almanya’da Hitler’in yönetime gelmesinden sonra Yahudilere uygulanan katliamdan kaçan Yahudiler kitleler halinde Filistin’e yerleşmeye başlamışlardır. Shaw Komisyonu 1929: Yahudiler ile Müslüman Araplar arasındaki çatışmalar artınca İngiltere, Walter Shaw başkanlığındaki komisyonu taraflar arasındaki çatışmanın nedenlerini araştırması ve çözüm önerisinde bulunması amacıyla Filistin’e gönderdi. Komisyon yayınladığı raporunda taraflar arasındaki gerilimin temel nedeninin manda içerisinde topraksız bir Arap toplumunun oluşturulması ve Arap halkı üzerinde ileride Yahudi devletinin kurulacağına dair korku olduğunu açıklamıştır. Shaw komisyonu, İngiliz hükümetine Filistin’e Yahudi göçüne kısıtlama getirmesi ve Arap toplumunun topraklarının elinden alınmaması tavsiyesinde bulunmuştur. Peel Komisyonu 1937: İngiliz hükümeti 1936 yılında taraflar arasındaki gerilim yeniden tırmanınca Filistin’de araştırma yapmak ve rapor sunmak üzere Lord Peel başkanlığında yeni bir komisyon oluşturdu. 1937 yılında komisyon çalışmalarını tamamlayarak raporunu sundu. Peel raporu, manda yönetiminin dayandığı varsayımın gerçekleşmeyeceği ve Balfour Bildirgesi’nin içerdiği çelişkili yükümlülüklerden üniter bir devlet yaratılamayacağını ileri sürmüştür. Peel komisyonu bu nedenle mandanın sona erdirilmesini ve Filistin’in Arap ve Yahudi devletleri olmak üzere taksim edilmesini tavsiye etmiştir. Söz konusu tavsiye raporu hem Araplar hem de Yahudiler tarafından reddedilmiştir. Araplar, kendilerine ait olduğunu düşündükleri Filistin topraklarının bölünmesine karşı çıkarken, Yahudiler ise kendilerine ayrılan toprakların azlığından şikâyetçi olmuşlardır. BM Paylaşım Planı (1947): II. Dünya Savaşı ardından Filistin’de toplumlar arası çatışmalar ve gerilim yeniden artış göstermiştir. İngiltere ise artık sorunu kendisinin 10 halledemediğini ileri sürerek sorunu 1947 yılında Birleşmiş Milletlere havale etmiştir. Bunun üzerine Birleşmiş Milletler Genel Kurulu derhal meseleyi ele almış ve Filistin Özel Komitesi oluşturup bu komiteyi Filistin’deki durumu incelemek ve bir rapor hazırlamakla görevlendirmiştir. Filistin Özel Komitesi 1947 yılında yayınladığı raporunda İngiliz mandasının sona erdirilmesini ve Filistin’e bağımsızlık verilmesini oy birliği ile kabul etmiştir. Ancak komite bağımsız Filistin’in nasıl bir devlet olacağı konusunda ihtilafa düşmüştür. 1. Azınlık Grubu: üç ülkeden oluşan azınlık raporu, Filistin’de federal bir devlet kurulmasını tavsiye ediyordu. 2. Çoğunluk Grubu: sekiz ülkeden oluşan çoğunluk raporu ise Filistin mandasını biri Arap diğer Yahudi olmak üzere ikiye bölünmesini ve Kudüs’ün ise uluslararası bölge olarak kalmasını tavsiye etmiştir. Siyonist liderler bu raporu kabul ederken Araplar reddetmiştir. Ancak BM Genel Kurulu’nda görüşülen paylaşım raporu oylamaya sunulmuş, yapılan oylamada Filistin’in Arap ve Yahudi devleti şeklinde ikiye taksim edilmesi ve Kudüs’ün uluslararası statü kazanması kabul edilmiştir. Öte yandan İngiltere ise BM Genel Kurulu oylamasını beklemeden 1947 yılında yayınladığı bildiride 15 Mayıs 1948 tarihinde Filistin mandasını sonlandıracağını söylemiştir. 14 Mayıs 1948’de ise Filistin’deki Yahudilerin lideri Ben Gurion Yahudilerin kontrolünde olan bölgelerde İsrail devletinin kurulduğunu ilan etmiştir. Süper güçler ABD ve Sovyetler Birliği ise yeni devleti derhal tanımışlardır. 11