Küresel Bir Dünya mı? BİR EVRİMİN ÖZETİ İnsan 1.4 Milyon yıl sonra iki ayağı üzerinde yürümeye başladı. 10 bin yıl önce yerleşik tarım başladı. 1024: Çin’de ilk kağıt para kullanıldı. 1492: Avrupa’nın genç ve küçük uluslar, macera, savaş ve ölümü göze alarak, yerküreyi fethe girişti. XV – XIX yy: K. Amerika ve Afrika’nın acımasız sömürülmesiyle gezegen devri başladı. 1765: Buharlı makine keşfi ve 1850 yılına kadar süren Sanayi Devrimi Çağı. 3 belirleyici devrim: Newton ve Hareketin Yasaları, Darwin ve İnsanın Evrimi, Einstein ve Rölavitiye yaşandı. 1863 – 1873: Altın esasıyla çok uluslu ticaret dünya ölçeğinde yayıldı. Ticaretin başkenti Londra oldu. 1876: Bell’in telefon keşfi ve bunu izleyen 6 buluşla ABD Çağı’nın teknik habercileri (Edison, Nylon, Ford ve otomobil, bilgisayar, ilk petrol kuyusu ve 1942’de atom) geldi. 1900’da dünya 1.6 milyar nüfusa ulaştı. 1917: Bolşevik Devrimiyle Sovyetler Birliği kuruldu. 1923 – 1945: Felaketler çağı içinde sadece 2. Dünya Savaşında 40 milyon insan öldü. 1929: ABD’deki ekonomik kriz tüm kıtalara yayıldı. İki yıl içinde sanayileşmiş ülkelerde işgücünün dörtte biri işsiz kaldı. 1933: Naziler yasal yoldan iktidara geldi. Japonya 1936’da Çin’i işgal etti. 1939 – 1940: Almanya; Türkiye, Portekiz, İsviçre ve İsveç dışında tüm Avrupa ülkelerine saldırdı. 1941’de Japonlar ABD’nin Pearl Harbour limanına baskın düzenledi. 1945: Küresel özellikteki 2.dünya savaşı 6 yıl sonra bitti. 15 milyon asker, 35 milyon sivil öldü. Japonya’ya atılan iki atom bombası, 200 bin sivilin ölümüyle sonuçlandı. 1947 – 1989: Soğuk savaş ve blok düşmanlığı dönemiyle kapitalizmin altın çağı başladı. Dünya fiilen iki cephede kutuplaştı. 1955: Bandung Konferansı’nda Hindistan, Mısır ve Yugoslavya öncülük ettiği 3.Yol girişimi başarılı olmadı. 1968: Martin Luther King, “Benim bir hülyam var!” diyerek dünyada değişim istemini ilk kez dile getirdi. 1989: Berlin Duvarının yıkılmasıyla sosyalist uygulaması dönemi bitti. Başkan Bush yeni bir dünya düzeninin başladığını açıkladı. 2000: Yerküremiz 6 milyar nüfusa ulaştı. 20.YY. OLGULARI Geride bıraktığımız yüzyılı 10 başlıkta değerlendiriyorum: 1- 20 yy. imparatorlukların bittiği yüzyıldı. Sömürge imparatorluklarının yükselişiyle çöküşü sosyalizmin kurulup dağılması aynı çağa denk düştü. Yeni dönem kapitalizmin çağı olmakla birlikte, Sovyet ihtilalinin reform yapan etkisini görmeden, yüzyılı anlayamayız. Yüzyıl ABD merkezli, parçalanmış alt merkezleri olan bir dünya olarak tamamlandı. 1989 Berlin duvarı yıkımı sonrası küresel üstünlük ABD’ye geçti. ABD, 21 yy. misyonunu “küresel karar oluşturma” olarak tanımlıyor. Şimdi; 2- Kuzey – Güney çelişkisi dünyanın görünmeyen en temel mücadele alan haline geldi. Kuzey, G-7’lerle küresel karar alma forumu oluştururken, Güney bölgesi; radikalleşen akımlar ve şiddet yoluyla siyasal değişim olanakları arıyor. Din siyasallaşıyor. 20 ülkeli Kuzey’in dünya geliri içindeki payı, 130 ülkeden daha fazla. 3- Teknolojik değişimler, 19.yy’dan farklı gündelik hayatı olumlu yönde değiştirdi ve kolaylaştırdı. 4- Ulus ötesi ekonomik yapı hız esaslı ve turbo kapitalizm ulus devletlerin (marjinal devlet) denetim fonksiyonunu ortadan kaldırdı. Global ekonomi siyaseti belirleyici hale geldi. 5- Felaket çağı dönemini (1914 – 1945 ve 1929) büyük çöküşünü toparlayan güç, savaşlar ve savaş sanayi oldu. Altın çağ döneminde (1945 - 1973) soğuk savaş, ekonomik bunalımların aşılmasında büyük rol oynadı. 6- Ulus – devlet süreci hızlandı. “Milletler Cemiyeti” kurucusu 1920’de 43 ülke iken, bugün İMF üyesi 183 ülke var. Devlet sayısı ise 230’a ulaştı. Bu sayının öngörülebilir bir zaman diliminde 500’ü bulması mümkün. 7- Globalleşme, teknik anlamda hızlandı. Süper iletkenler hızlandıran etken oldu. Ulus ötesi imalat süreci başladı. Dünyamız teknik anlamda küresel köy haline geldi. Buna karşılık, gezegen ölçeğinde savaş, katliam ve işkenceler bizi “demir çağı”nda bıraktı. 8- İnsanlarca kurulmuş Birleşmiş Milletler gibi “kollektif kurumlar” insan eyleminin “kollektif sonuçlarını” denetleyemez hale geldi. 9- 1974 yılındaki petrol şoku sonrası dünya yön kaybına uğradı. Krizin sürekliliği yaşanır oldu. Gezegenimizde “az istikrar” geçerli hale geldi. Profesör J. Schumpeter 30’lu yıllarda böylesi durumlar için “Bademcikleri kontrol etmek yerine kalp atışlarına bakmak gerekir” diyordu. 10- Eşitsizliklerin aşılmasında 21.yy’da kamu ekonomisi veya açık anlatımıyla devlet kaçınılmaz hale geliyor. Hint asıllı ve Nobel sahibi Profesör A. Sen “Devletin Eşitlik Yaratan Görevi” teziyle bunun öncüsü oldu. Herşeyden önce yaşanan savaş dehşeti, kitlesel ölümler var bu yüzyılda.... 1 DH= 10 milyon insan öldü. 2 DH = 50 milyon insan öldü. (2000 gün içinde) 20 yy.’da Mega ölümlerle 187 milyon insan öldü. Atomla öldürmeyi öğrendi insanoğlu. Ders çıkarmadı! Daha gelişmiş öldüreni hidrojen bombasını yaptı. ATOM 1911: Atomdaki büyük güç keşfi 1942: Atom çalışması (imal) 2 milyar $ dolar harcandı. 100 bin kişi görev aldı. 1945: Atom bombalarından 140 bin kişi öldü. 1957: ABD’de ilk nükleer reaktör açıldı. Bütün bunlar: Küresel üstünlükleri değiştirmede ve “ABD Çağı”nın başlamasında etkili oldu. 20. YY’DA KÜRESEL ÜSTÜNLÜK 19.yy 20.yy AVRUPA MERKEZLİ GEZEGEN ABD MERKEZ KUMANDALI ÇOK – MERKEZLİ BİR GEZEGEN Küresel Dünya Bankası / IMF Dünya Ticaret Örgütü Otorite Oluşturma Araçları KİMLER İTİCİ GÜÇTÜR? Toplumsal hayatımızda iktisadi gerçek kuşkusuz çok karmaşık. Etki edici öğeler birbirlerine bağlı. Hiçbirinin mutlak hareket serbesttisi yok. Karşılıklı bağlılıklarına rağmen, bazılarının önemi büyük ve etkileri geniştir. Bu öğelere Profesör Yüksel Ülken “itici güçler” diyordu. Şöylesine bir sıralama yapmak mümkün: Teknik Nüfus Fikir hareketleri Siyasal etkiler Sermayenin belirleyiciliği Sosyal grupların gelişimi Sanayi ve tarım arasındaki ilişkilerin değişimi Gelirin dağılımı Teknik gelişme; 18.yüzyıldan beri buluşların sonucu teknik gelişme, sanayide, büyük ve derin değişiklikler yaptı. Toplum hayatı yeni bir görünüm kazandı. Sosyal gelişme, teknik gelişmeden çok etkilendi. Birbirini doğuran sonuçlarla; “Bilimsel gelişme – Teknik gelişme – İktisâdi gelişme – Sosyal gelişme” zinciri oluştu. Teknik olmadan iktisâdi gelişme olmayacağı görüşü kesinlik kazandı. Teknik etkisiyle gelişen sanayileşme olgusunu dört aşamaya bölmek mümkün; 18. Yüzyılın sonuyla 19.yüzyılın ilk yarısı, buhar makinesi buluşuyla ilk sanayi devrimini başlattı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, 1850 – 1870 arası ikinci sanayi devrimi yaşandı. Elektrik ve benzin motorları 20.yüzyılın ilk yarısında, üçüncü sanayi devrimini gerçekleştirdi. Atom’un parçalanmasıyla elde edilen atom enerjisi, tepkili uçaklar, atom denizaltıları, elektronikler yoluyla dördüncü sanayi devrimini yarattı. Beşinci devrim enformasyon ve bilişimde oldu. Bu alanda iki sonuç göze çarpıyor: * Sanayi devrimleri gittikçe sıklaşan fazlarda meydana gelerek, teknik gelişmeyi de hızlandırmıştır. * Buluşun iktisâdi hayata uyarlanmasındaki süre gittikçe kısalmıştır. Ancak ekonomik etkinlikler teknik gelişmeye aynı duyarlılıkla tepki vermiyor! Küreselleşen liberalizm ortamında gelişimin en önemli yönü teknolojik ivmenin farklı yoğunluk derecelerinden doğmaya başladı. Teknik gelişme karşısında; birinci sektör “orta”, üçüncü ikinci sektör “çok”, sektör “az” etkileniyor. İşte bu teknik gelişme dünyanın ekonomik dengesini bozdu. Dünya pazarı taşkın ve çöküşler yaratan bir özellik kazandı. İstikrar yerine bir kriz yapısı egemen oldu. Teknik gelişme, düzen ve düzensizlik bütünlüğünü yarattı. Birinci sektör malları beslenme ile ilgili olduğundan insanlık için zorunlu. Bunlar fizyolojik ihtiyaçları giderdiğinden, en hızlı şekilde doyulan ürünler oluyor. İkinci sektör mallarında, ihtiyaçların şiddeti ikinci, fakat doygunluk hali daha sonradır. Üçüncü sektör malları hayat için zorunlu olmamakla beraber, tüketici zevklerini karşılar. 300 $’lık toplumlar üçüncü sektör mallarıyla tanışmamıştır. Teknik geliştikçe, iktisâdi hayatı kapsayan üç sektördeki aktif nüfus yüzdeleri değişmektedir. İşin ilginci 3.sektör malına talep yaratabilecek dünyalı sayısının 20.yy sonunda yüzyıl başına göre daha az olmasıdır. Gelişmemiş bir ekonomide hakim iktisâdi faaliyet tarım olup, aktif nüfusun büyük bir kısmını oluşturur (%70-80). Tarımdaki nüfus %5’e düştüğü zaman üçüncü sektör, ekonomide en önemli yeri tutar (%80). İkinci sektör eğrisi ise önce yükselen ve sonra %10’a kadar azalan bir eğilim taşır. Yazar Atilla İlhan’ın “Kurtlar Sofrası” dediği zamanımız dünyası 4 ekonomi tipi ortaya çıkardı: 1. Az gelişmiş, 4.dünya ülkesi ekonomiler. 2. Gelişmekte olarak nitelenen 3.dünya ülkesi ekonomiler. Pür anlamda kapitalist ve sosyalist gelişme modelinin iflası sonrası, bu ülkeler gelişme krizi yaşamaya başladı. 3. Transformasyon ekonomileri olarak nitelenen 2.dünyanın eski sosyalist ülkeleri. 4. Kalkınmış ancak dengesiz ekonomiler (Batı Avrupa ve ABD). Nüfus; çağımız dünyasında gerek niceliğini, gerekse de niteliğini en az etkileyebildiğimiz gelişmelerin başındadır. Dünya nüfusundaki artış göze çarpan bir özelliktir. Nüfus 1850’de 1.1 milyar, 1950’de 2.4 milyar, 2000’de 6 milyardır. Nüfus 150 yılda nerdeyse 6 kez büyümüştür. 2050’de 10 milyara ulaşması beklenmektedir. Nüfus artışı kıtalarda farklıdır. Asya’da nüfus 3.9 milyara çıkarken, Avrupa 400 milyon nüfusta kalmıştır. 1950’de bir Avrupalı’ya iki Asyalı, 50 yıl sonra ise bir Avrupa’lıya, dört Asyalı insan düşmektedir. Adam Smith; nüfus artışını iktisâdi gelişmenin hem sonucu, hem de nedeni olarak görür. Çareyi “papaz” Malthus bulur! Önemli olan nüfus artışında öngörülmezliklerdir. Değişiklikler, beklenmedik etkenlerle oluşmaya devam etmektedir. Bu yüzden nüfus artışını olumsuz olarak karşılar. Malthus yoksullara yapılacak her türlü yardımın karşısındadır. Çünkü fakirlere yardım, artışlarına neden olmaktadır. Nüfus geometrik dizilerle artarken, gıda üretimi aritmetik dizinde artış göstermektedir. Malthus’un bir teori olmaktan çok bu ekonomik açıklamasının üstünden 150 yıl geçmiştir. Artık gıda üretimi geometrik dizide, nüfusa ise aritmetik dizide artmaktadır. Yine de dünya nüfusunun 2/3’ü bir günü 2 $’la geçirmek zorundadır. Açıkçası sorun “üretim” den çok “dağıtım” da odaklanmıştır. Fikir Hareketleri: Ekonominin bir itici gücü olarak fikir hareketleri, büyük değişimler gösterdi. Fikir olarak salt dogmalarla buluşan ortaçağ, dünya nimetlerinden uzaktı. Bunu doğal bilimlere büyük ilgi, düşünsel sıçramalar ve Rönenans düşüncesi izledi. Rönenans kişiyi laik devletin vatandaşı olarak ele alınca özgürleşen bireyin süreci başlar. Sanayileşmenin psikolojik esaslarını araştıran Profesör Max Weber, modern kapitalizmin gizemini Protestanlıkta arar. Günlük çalışmaya önem, iş ve biriktirme bilinci, insanoğlunun ilk görevlerindendir. Böylece sermaye birikimi hızlanıp, sanayileşme gelişecektir. Bu düşünce “ABD Modeli” nin de özünü oluşturacaktır. Çalışkan protestan ABD yurttaşı, Max Weber tanımının izdüşümüdür. Çıkarın yönlendiriciliği olan pragmayla hareket etmesi, liberalizme “her türlü piyasa iyi, devletse kötüdür” görüşünü oluşturacaktır. XIX. VE XX. YY’LAR ARASINDA NEDİR? Son iki yüzyıl, damgasını vuran değişimlerle büyük farklılıklar gösterir. XIX. yüzyılda lüks malların ticaretine dayanan uluslararası ilişkiler, yerini hayatın daha temel mallarına bırakır. Kuşkusuz tek değişim malın özüyle sınırlı değildir. Para ve siyasette ortaya çıkan yeni kalıplar sınai kapitalizmin gelişmesini kolaylaştırır. XIX. yy’ın “hakim ekonomisi” İngiltere’dir. 1880 yılına kadar İngiliz ekonomisi, dünya genelinde tek başına ve bütün sektörlerde hakimdir. 1880’den sonra yerini önce Almanya sonra da ABD’ye bırakacaktır. Aralarındaki ortak payda hakimiyet olurken, dünya geneline yayılmacı olmalarıdır. Emperyal güç olmadan, ülke içi sınai üretim ve üretim fazlası hiçbir ülkeye global hakimiyet olanağı vermemektedir. XIX. yy’da yaşananlar gerçek bir ekonomik gelişmedir. XIX.yy’ın sonunda başlayan korumacılık ve gümrük tarifeleri eğilimi bile, uluslararası ticareti olumsuz etkilemez. XIX. yüzyılda sermaye ve emek hareketliliği yaşanır. Büyük çaplı sermaye yatırımları sanayi ülkelerinden denizaşırı sömürgelere giderken, işgücü yeni dünya olan ABD’ye kısıtlama yaşamadan akın eder. XIX. yüzyılın dünya düzeni, 1.Dünya Savaşıyla sona erer. 1919 sonrasında XX.yüzyıl dünya ekonomisinin yeni köşe taşları vardır: Altın – para sisteminin istikrarı bozulmuştur. Enflasyon etkisiyle ulusal paralar değerlerini az ya da çok kaybetmiştir. Kambiyo denetimi yaygındır. Dünya ticareti ödeme sistemiyle, dolar, sterlin, ruble ve frank alanı olarak ayrılmıştır. Rusya’daki sosyalist devrim (1917) dünya ekonomisindeki en önemli yapı değişmesidir. Avrupa’nın büyük pazarlarından biri artık kapanmıştır. Dünya genelinde ağırlığı gittikçe artacak, merkezden kumandalı yeni bir ekonomik yapı meydana gelmiştir. XIX. yüzyılın hakim ekonomisi olan İngiltere, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra yerini ABD’ne bırakmıştı. ABD, XX. yüzyılın hakim ekonomisiydi. ABD’nin dünya ticaretine katılma payından çok dünya ekonomisindeki mali ve siyasal egemenliği ABD’ye kaydı. Savaşlar korumacı bir yapının doğmasına neden oldu. 1929 bunalım sonrasında devletlerin ekonomik korumacılığı, bunalımdan kurtulmanın en önemli aracıydı. Tarımsal yapılı az gelişmiş ülkeler, sanayileşme sürecine girdiler. Bağımlı durumdan kurtulup, dünya siyaset dengesinde oynadıkları rol artmasa da ulus – devlet oldular. Bu şekillenme içinde XX. yüzyılda dört farklı aşama görüyoruz. İlk aşama, 1919-1929 yılları arasındadır. Savaş yaralarının sarıldığı ve dünya ticaretinin nisbi olarak geliştiği bir dönemdir. 1914 öncesi ekonomik yapılarına tekrar kavuşmak isteyen devletler, yeniden altın- para sistemine dönerek, ulusal paralarına istikrar vermek isterler. İkinci aşama, 1929 – 1939 arasında yaşanır. Bu devrenin en önemli niteliği, 1929 dünya ekonomik bunalımı ve dönem sonunda doğru ortaya çıkan yeniden silahlanmadır. Serbest ticaret sisteminin varolduğu 1925-1928 yıllarından sonra dünya bölüşümüyle ilintili büyük kriz, korumacı akımları yaymıştır. Dış ticareti kısıtlayıcı önlemler yürürlüğe konulur. Dünya ticareti çok taraflı özelliğini kaybeder. Yerini, iki taraflı ticari ilişkilere bırakır. Üçüncü aşama ise, 1945’ten Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989’a dek geçen süreyi kapsar. 2. Dünya Savaşı’nın dünya ekonomisinde yarattığı etkiler derindir. Avrupa; üretim kapasitesini büyük ölçüde kaybetmiştir. ABD ise siyasi hakimiyetini ve savaş sanayisiyle doğan üretme potansiyeliyle en yüksek düzeyine vardırmıştır. Dahası, Avrupa’yı kendisine bağımlı duruma getirir. ABD, dünya ekonomisini yeniden canlandırmak ve “iktisâdi entegrasyon”u kendi dengeleri açısından yeniden sağlanmak ister. Profesör W. Röpke’nin deyimiyle “Baş Harfli Dünya Ekonomisi” dönemi başlar. WTO, OECD, GATT, IMF, DB gibi baş harflerle betimlenen uluslararası örgüt ve birleşmeler ön plana çıkar. 1989 yılından Berlin Duvarının yıkılması, merkezden yönlendirilen devletçi sosyalizmin yenilgisinin simgesidir. Kuralların merkezi konulduğu ve gelişmelerin küresel etkili olduğu bir dünya ekonomisi dönemi başlar. Buna 4.aşama diyebiliriz. Bu dönemde; Adil bir küreselleşme efsanesi Bölgeselleşme ile yönlendirici ekonomilerin ittifak arayışları Dış ticarette liberalleşme ve korumacılığın atbaşı gelişmesi Işık hızına ulaşmış mali piyasaların entegrasyonuyla içiçe bir bilardo oyunu İletişim ve bilişim teknolojisinin hızla gelişmesiyle doğan küreselleşme Tıpta ve genetikte devrim ve klonlanan yeni insan Batılı ülkelerde korumacılık ve milliyetçiliğin yeniden doğuşu Orta sınıfın kayboluşu ve radikal baştan çıkarıcılığın yükselişi gibi ana gelişmeler yaşanmaya başlanır. Dünya salt liberalizmin küreselleştiği, silahlanmanın ve entegrasyonun her geçen gün arttığı dünya ölçeğinde yayılma tehdidi yaşattığı “tek boyutlu bir zihinsel evren” üzerinde temellenmektedir. “Tek dünya” veya “global köy” “yeni oyun kuralları”ndan çok, “teknik olanaklarla doğmuştur. 1975 yılında enformasyon yılına maliyeti birim başına 100’dür. 20 yıl sonra bu maliyet 0.01’idir. 1930 yılında New York’tan Londra’ya 3 dakikalık bir telefon görüşme ücreti 300 $ iken, 1996’da hemen hemen sıfırlanmıştır. Eklemeden geçemiyorum: Liberalizm için küreselleşen yapıda, 1980-1996 döneminde en çok artış gösteren büyüklük hisse senedi ve tahvil piyasası iken, en az artış gösteren dünya geliridir. Finansal piyasalardaki küreselleşme ise 1. Dünya Savaşı öncesi düzeyine bile henüz ulaşamamıştır. Yoksulluk ve insani gelişme indekslerinde de farklı bir gelişme gözlenmiyor... Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde İnsani Gelişme Düzeyinin Karşılaştırılması Yaşam Okuma – Beklentisi Yazma Oranı (Yıl) % Okullaşma Reel Kişi Oranı % Yerel Geçim İnsani Gelişme Başına Maliyetlerine İndeksi Değeri GSYİH Uyarlanmış Reel Kişi Başına GSYİH 1.Gelişmekte 61.8 69.7 56 2.904 2.904 0.576 74.1 98.5 83 15.986 15.986 0.911 63.2 77.1 60 5.798 5.798 0.764 Olan Ülkeler 2.Sanayileşmiş Ülkeler 3. Dünya Kaynak: UNDP, 1997. Böylesi bir ortamda teknolojik bir sıçrama az gelişmiş ülkeler için çıkış olur mu? Sorunun yalın cevabı hayırdır! Bu soru Harvard Üniversitesi’nin 2 akademisyeni Profesör J.Sachs ve M.Porter’e ilginç bir buluşma yaratmıştır. Sachs, The Economist dergisine yazdığı makalede “Küreselleşme üstünde yeniden düşünme” davetiyesi çıkarmaktadır. Bir de savı vardır. Dünya, ideolojiler, konumundan çok teknolojiyle ilişkisiyle ayırımlanmaktadır. 1.gruptaki ülkeler “teknoloji geliştirenler”dir. Bu gruba ABD, Kanada ve Batı Avrupa’nın girdiğini söylemeye herhalde gerek yok. 2. gruptakiler “teknoloji adaptörleri”dir. Bu grupta Brezilya, Meksika, Doğu Avrupa ülkeleriyle ile Güney Asya ülkeleri var. Türkiye’nin de yer aldığı 3. grup ülkeler ise, “teknolojiden dışlanmışlar” kümesinde yer alıyor. Profesör Sachs bu tablonun kolay değişmeyeceğine inanıyor. Prof. Porter ise ülkelerin gelişme stratejilerinde yeni teknolojilerin benimsenmesinin yetmeyeceğinin altını çiziyor. Kıssadan hisse: Az gelişmişlerin küresel bir çıkışı teknolojik merceğe yaslandırma olanakları bulunmuyor. 20.yy 3 sistem yaşadıktan sonra şimdi geleceğin adı artık belirsizliktir. DÜNYANIN GENEL GÖRÜNÜMÜ 1- ABD dünyada %5 nüfus payıyla %21’ini alıyor. 2- G-7’lerin 7 ülkesi, dünya gelirinin %44’ünü alırken, 127 gelişmekte olan ülke dünya gelirinin %40'’ ile yetinmektedir. 3- Dünya gelirinin %55’ini 16 kişi alırken, %40’lık bölümünü 78 kişi arasında dağılıyor. 4- Enflasyon dünya genelinde düşüyor ama bu deflasyon (durgunluk) tehdidi yaratıyor. 1950-1999 döneminin fiyat artışları yine de 1850-1900 döneminden daha yüksek gözüküyor. 5- Hammadde fiyatları genelde geriliyor. 6- Dünya genelinde işgücünün üçte biri işsiz gelir dağılımı ise daha da bozuluyor. Tepedeki %20’lik nüfus kesimiyle, en dipteki %20’lik nüfus arasındaki fark 74 kata ulaşıyor. 1960’da bu fark 30 kattı. Dünyada 2.8 milyar insan günde 2 doların altında bir gelirle yaşıyor. 7- Dünya ticaretinin yüzde 30’u çok uluslu şirketlerce yapılıyor. Dünya ticareti; 1944 yılındaki Bretton Woods anlaşması sonrası teorik olarak serbestleştirildi. Ticaret hacmi artış gösterir. Dünya ihracatının dünya milli gelirin içindeki payı, 2.savaş sonrasında %7 iken, bugün iki katına vardı. Krizlere rağmen düşüş göstermeyen bir dünya ticari yapısı içinde yeni korumacı eğilimler, az gelişmişlerin dünya ticareti içinde ciddi pay almasını engelliyor. 8- Gelişmiş ülkelerin üretimi artışı ABD’nin 2000 yılındaki üretim çıktısı, 1000’li yıllardan 57 kat daha iyi durumda. “3.Dünya ülkeleri” klasik ürünlerde yoğunlaşmaya devam ediyor. ABD, 1975’de dünya tekstil üretiminin %20’sini gerçekleştirirken, bugünkü payı %12’lerde, Çin aynı dönemde bu sektörde %10 olan payını %100 oranında arttırdı. 1975-1995 döneminde klasik sektörlerde mal üretimi arttıran tek bir G-7 üyesi yok. OCED’de, 1960 itibariyle toplam milli gelirin %30’unu oluşturan imalat sanayi payı, 1995’de %20’lere geriledi. 9- 133 ülke genelinde 4 grup ortaya çıktı. 10.000-40.000 $ geliri olan üst grupta 26 ülke var: 3.000-10.000 $’lık “yüksek-orta gelirli ülkeler grubunda” 16 ülke 750-3.000 $ arasındaki “düşük –orta gelirli ülkeler” grubunda ise 40 ülke Türkiye 3.grupta yer alıyor. 750$’ın altında kalan “düşük gelirli ülkeler” grubunda 48 ülke yer alıyor. Önemli olan “20-80 Dünya Toplumu”nda iyileşme görülmemesi. 10- 1950-1995 ülkelerin büyüme hızı %2.7, az gelişmişlerin %2.5 iken dünya nüfusundaki döneminde gelişmiş payı aynı dönemde %80 arttı. GLOBALLEŞME: ESKİ BİR ÖYKÜ İ. Herald Tribune gazetesi küreselleşmeyi “iki ucu keskin kılıç” olarak niteliyor. Dayanağı ise liberal tipteki küreselleşmenin salt “pazar genişlemesi”nden ibaret kalması. Bu sözcük son yıllarda dünyada yaşanan gelişmeleri tanımlamak için kullanılıyor. Kimilerine göre küreselleşme bir mit ve çok uluslu şirketlerin kullandığı bir propaganda sloganı. Kimi, küreselleşmeyi ulusal sınırları ortadan kaldıran bir süreç olarak görüyor. İktisatçılar tanımı tartışadursunlar aslen bir dilbilimci olan ABD-M.İ.T. öğretim üyesi Profesör Naom Chomsky küreselleşme tanımını kanımca en yalın biçimde yapıyor: - Küreselleşme mükemmel bir şekilde dizayn edilmiş sürekli bir şekilde yoğunlaşmakta olan özel güçlerin çıkarlarını kollayan bir yol. Birbirine sıkı sıkıya bağlı birkaç güçlü devlet ile mega şirketin maddi çıkarlarını yeniden ürettikleri bir süreç. Bilgisayarlı / bilgi – işlemsel / iletişimsel üçlüsü üzerinde oturan 3 teknolojik devam diyenler de var. Filozof E.Morin’in betimlemesiyle “Dünyanın her bir bölümünün dünyanın daha fazla bir bölümü olmasının yanısıra, dünya da bir bütün olarak bu bölümlerin her birinde daha çok yer alıyor. Küremiz hologramlaşıyor! Çünkü hem belirgin, hem de her yerde mevcut”. Çarpıcı olan 3. teknolojik devrim döneminde ya da nam-ı diğer küreselleşmede gelişmiş ile az gelişmiş ülkeler arasındaki eşitsizliğin daha da artmış olması. Dünyanın %12’sini yaşadığı 48 ülkenin dünya ticareti payı 1960’da %1.4’dü. 35 yıl sonra payları %0.4’e düşmüştü. Egemen dünya küreselleşmenin dünya refahını arttıracağını, gelişmekte olan ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki farkları azaltacağını ön sürüyor. Küreselleşmeyi sömürgeciliğin çağdaş biçimi olarak görenlerin sayısı da az değil. Küreselleşmenin itici gücü ve aslında sonucu teknik ve teknolojide düğümlü iken öne politik küreselleşme çıkıyor. Piyasa ekonomisinin dünya genelinde yaygınlaşması, çoğulcu demokrasiyi eş oranda geliştiremiyor. Aralarında kan bağı oluşmuyor. Politik küreselleşme daha çok uluslararası ekonomik örgütlerde “kural koyan” ve “denetleyen” özelliğiyle dikkati çekiyor. Ekonomik sonuçlarsa 4 temel noktada kendisini hissettiriyor: Devletin değişen rolüne rağmen, devletler kesinlikle küçülmüyor. Ortalamada milli gelirin %45’i devlet harcamalarından oluşuyor. 1960’da bu oran sadece %25 idi. Devlet harcamalarının 1/4’ü transfer ve sübvansiyon harcamalarına ayrılıyor. Piyasalar gerçeği belirleyen bir ideoloji haline geliyor. Küreselleşme kuzey grubu ülkeleri lehine gelir dağılımını bozarak, 3.dünya ülkeleri için marjinalleşme sonucunu veriyor. Küreselleşme senaryosunun yarattığı riskler ve dış şoklardan öncelikle 3.dünya ekonomileri etkileniyor. Bu aşamada küreselleşme bazı dayatmalarla gündeme geliyor: Küreselleşme vergilendirelemez. Ulus – devletin aracı olan sosyal devlet küresel ortamda korunamaz. Ekonomik büyüme istihdam yaratmak zorunda değildir (Jobless Growth). Aslolan hisse senedi pay sahiplerinin nemasıdır. (Shareholder Value) Ücretlerinin yükselmesi işgücü piyasasının de-organize olmasını gerektirmektedir. Küresel ortamda ulus –devlet ekonomik hayata gereğinden fazla müdahale etmektedir, bu önlenmelidir. Yatırım ve kuruluş yeni cazibesini yaratmak için ülkeler daha fazla ve küresel teşvikler sunmalıdır. Euro gibi yeni hakim paralar küreselleşmeyi hızlandıracaktır. ABD örneği refah, ülkelerin küresel tünele girmesi için yeterli bir nedendir. Küreselleşme az gelişmiş ülkelerin gelişmesinde en iyi araçtır. Global şirketlerin yararına olan düzenlemeler, ülkelerin de yararınadır. Dayatmaların belki de en önemli sonucu, küreselleşme yayıldıkça gezegenimizdeki parçalanmanın büyümesidir. Sonuçta tüm uluslarının ortak kaderine karşılık el’an bir “kader birliği”nden sözedemiyoruz. Birinci Küreselleşme İtici Güç İkinci Küreselleşme Merkantilizm ve yarattığı Sanayi denizcilik gelişmeleri Devrimi Üçüncü Küreselleşme ve 1) 1970’lerde Çokuluslu şirketler, doğurduğu gereksinmeler 2) 1980’lerde İletişim Devrimi, 3) SB’nin yıkılmasıyla 1990’larda Batı’nın rakipsiz kalması. Yöntem Keşifler, misyonerler, askeri Önce misyonerler, sonra Kültürel-ideolojik etki. Ülkenin her işgal. keşifler, sonra ticaret yanı (ekonomik, siyasal, sosyal) şirketleri, en sonra askeri kendiliğinden etkileniyor. işgal. Haklı “Putperestlere Gösteriş dinini işgal. Tanrı”nın “Beyaz Adamın Yükü”, “En yüksek “Piyasaların “Küreselleşme çıkarınadır.” Sömürgecilik Kaynak: Profesör Baskın Oran düzeyi”, Uygarlaştırıcı Görev” gibi “Uluslararası topluluğun iradesi”, ırkçı teoriler Sonuç uygarlık Emperyalizm Globalleşme gizli herkesin eli”, ortak BİR DOZ DEMOKRASİ Küreselleşmenin bir dogma olarak dayatılması, zıtların birliğini ortaya çıkardı. Birinci grupta kapitalizme karşı “küresel eylem” diyenler yer alırken, ikinci grup mali şeffaflık ve iyi davranış kuralları önerisiyle yetinenler öbeklendi. Güney Asya krizinde olayın gerisindeki “dost-ahbap çavuş esaslı” demokrasinin payı çok araştırıldı. Bu bile küreselleşmede demokratik bileşenlerin yetersizliğini anlatıyor. “Birleşmiş Milletler’i Yeniden Yapılanma” projesi sorumlusu Profesör R.Falk’ın “globalleşmenin demokrasi dozu eksik” saptaması çok yerinde. 1989 yılını Berlin duvarının yıkılması nedeniyle olayı milat bile değil, “tarihin sonu” ilan eden Profesör F.Fukuyama bile 10 yıl sonraki bir değerlendirmesinde günah çıkarırcasına “piyasa ekonomisi ile liberal demokrasinin kenetlenmesi artık daha zorunlu hale geldi” demekten kendisini alıkoyamıyor. Küreselleşmeyle ile demokrasi ilişkisini billurlaştırmak için bir Avrupalı’ya, J. Atalli’ye başvurmak gerekiyor. Demokrasi ve piyasanın ortak payda hatasını arayan Attali şöyle der: Piyasa ekonomisi ve demokrasinin en hareketli savunucuları bile son yıllarda piyasa demokrasileri yaratılmasının kolay olmadığını kabul ediyorlar. Rusya gibi eskiden komünist olan bir ülkede gürbüz bir piyasa demokrasinin gelişmesi için sanayiyi özelleştirmekten ve fiyat belirlemesinin piyasaya bırakılmasından daha fazlasının yapılması gerekiyor. Piyasa ekonomisi ve demokrasi, ancak hukukun üstünlüğünün sağlanması, meşru bir sistem ve özgür bir medya bulunması ve yeterli verginin toplumsal oybirliği ile belirlenmesi gibi zorunlu özelliklere sahip uluslarda tutunabilir. Attali’ye göre “önce bu birlikteliğin yürümediğini kabul etmemiz gerekiyor. Piyasa ekonomisi ve demokrasiye yön veren ilkeler batılı toplumlarda uygulanmıyor. İkincisi bu ilkeler el ele yürümekten çok, karşı karşıya gelerek, birbiriyle çakışıyor. Bu ilkeler kendi içlerinde de çöküşünün tohumlarını taşıyor”. Attali’nin bu anlamlı değerlendirilmesinden üç saptama daha aktarmak istiyorum: Demokratik bir toplumda hedef bireyin yüceltilmesidir. Oysa piyasa ekonomisinde bir eşyaya dönüşen birey istenen özelliklere sahip değilse, dışlanıyor. Piyasa ekonomisi ekonomik ajanlar arasındaki eşitsizliği arttırıyor. Piyasa ekonomisi iktidarın merkezileşmesine karşı direniyor. Katılımcılar arasında kurulabilecek bağları engellemeye çalışıyor ve bencilliğe destek veriyor. Demokrasilerin farklı kişisel dünya görüşlerinin uzlaşmasını sağlayacak siyasal partilere ihtiyacı var. Oysa piyasa ekonomisi gücünü kişisel rekabetten alıyor. Financial Times’in değerlendirmesiyle “Piyasa ile demokrasi buluşmasında herşey çok az, herşey çok geç ve çok yavaş olmaktadır.” ESKİ VE YENİ KURALLAR VAR MI? “90’lı yıllardaki küreselleşme eğitimi yeni bir olgu değildir. Dünya ticareti ve yabancı sermaye yatırım düzeyinin yüksekliği XX. yy. başında da yaşanmıştır. Yeni dünya küreselleşmesi , mal ve sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasından çok; - Veri, enformasyon ve bilgi, - Bilimsel keşiflerin sonuçlarına ulaşmasıyla, yeni bir boyut ve öz kazanmıştır. “Eski Dünya Ekonomisi” daha çok ulus-devlet tarafından organize edilirken “Yeni Dünya Ekonomisi” global bir işbirliği ağı içinde gerçekleşmektedir. Bu ağın ekseninde piyasa ekonomisinde ve çok uluslu şirketler bulunmaktadır. “Yeni Dünya Ekonomisi”nde ulusdevletleri ekonomi politikalarındaki değerlendirme kıstası, ticaret ve mali piyasalarda liberalleşme eğilimi ve düzeyidir. Küreselleşme teknik ve iletişim alanlarındaki gelişme kadar, piyasanın eksenli devletin ekonomik anlamda küçülmesi etkendir. Gelişmekte olan ülkeler grubu 4 temel noktada farklılaşıyor: 1- Afrika kıtasında son 20 yıldır ortalama %2’lik bir büyüme oranı yaşanmakla birlikte, kişi başına gelir artış göstermemiştir. Dünya ekonomisindeki genel refah artışına karşılık, Afrika kıtasında yoksullaşma süreklilik taşımaktadır. 2- Asya kıtasının dinamik gözüken ama eş –dost kapitalizmiyle kırılgan yapılı Asya Kaplanları, yıllık %8 büyüme gerçekleştirdi. Bu büyümede; Japonya merkez güç işlevini yüklendi. Kore, Tayvan, Hong Kong, Singapur fason üretimin 1.halkasını oluşturdu. 1970’li yılların sonunda Endonezya, Tayland, Malezya’dan oluşan yine gelişmiş ülkeler iç için ağırlıklı olarak fason üretim yapan bir 2.halka ülkeler grubu ortaya çıktı. Çin Halk Cumhuriyeti 8.Komünist Parti Kongresinde (1992) sosyalist piyasa ekonomisi kararı sonrası %7-9 arasında bir büyüme gösterdi. Yüksek büyüme hızına karşılık, Ağustos 1997’de Malezya ve Tayland’da başlayan kriz,“Domino Etkisiyle” tüm Pasifik ülkelerini derinden sarstı. Birbirini etkileyen nedeniyle daralmaya artık “global kriz” adı veriliyor. Asya’daki krize şu öğeler etkendi: Kısa vadeli borçlanma çok artmıştı. Japon yeni ABD doları karşısında aşırı değer kaybederken, bu ülkelerin ihracat bağlantılarını dolar cinsinden yapmış olmaları, dış ticaret hadlerini olumsuz yönde etkilemişti. Japon ekonomisi şişme bebek gibi yapay bir büyüme eğilimi yaşamıştı. Asya Kaplanları’nda tam bir devlet kapitalizmi egemen kimin nereye yatırım yapacağına karar veren yapı, etkinlikten tümüyle uzak çalışıyordu. 3. Latin Amerika 1970-80 döneminde yaşadığı borç ödeme ve büyüme stratejisi krizinden çıkarak, 1990’lı dönemde artan dereceli bir büyüme oranı yaşar. Bu dönüşümde ithal ikameci bir büyüme stratejisinin ürünü olarak iç piyasaya dönük çalışan üretim yapısının, dış pazara yönelmesinin büyük etkisi büyük oldu. Katıksız liberal program uygulamasına karşılık, bu ülkelerde kriz sıklığı 3-4 yılda birdir. 4. Geçiş (Transformasyon) ekonomileri olarak anılan Doğu Avrupa’nın eski sosyalist ülkeleri, piyasa eksenli gelişmeyi daralma olarak yaşadı. Çek Cumhuriyeti ve Macaristan üretim kültürü ve sanayi yapısı nedeniyle bu genellemenin dışında kalıyor. Dünya Ekonomik Yapısında Paylar 1950 – 1994 (% olarak) 1950 1980 1994 I ABD 16.1 11.2 11.9 Kanada 4.9 3.4 3.8 II AB 15.1 33.0 35.3 III Japonya 1.3 6.5 9.2 Hong Kong 1.1 1.0 3.5 Singapur 1.6 1.0 2.2 Kore 0.1 0.9 2.2 Tayland 0.5 0.3 1.1 Endonezya 1.3 1.1 0.9 Malezya 1.6 0.7 1.4 Çin 0.9 0.9 2.8 IV OECD 53.6 62.7 67.4 GÜNDEMDEN DÜŞEN OLAY: ENFLASYON 1990’larda enflasyon, Afrika kıtası hariç, dünya genelinde yokoldu. ABD ve A.B. ülkelerinde 1978 – 1987 döneminde % 6.5 olan enflasyon oranı, 1992 sonrası % 3’ün altına düştü. BM’ne üye 185 ülkenin sadece 20’sinde enflasyon oranı % 50’nin üstünde % 50 - % 100 olan ülke sayısı 12 ve 1980 – 2000 eğilimiyle Türkiye bu grup içinde. Bu sıralamaya giren ülkelerin tamamı Asya ve Afrika kıtasında yeralıyor. Enflasyonun gündemden düşmesinde 4 etken var: a) Ülkelerin hemen tamamı gelirin gideri karşıladığı bir bütçe denkliği politikasıyla hareket ettiler. AB “Mastricht Kıstasları” ile bütçe açığına tavan getirirken, ABD 1998’de bütçe açığını tümüyle kapattı. b) Enflasyon beklentisi ve enflasyonist baskı önlendi. c) 1960’lı yıllarda yaygın olarak kullanılan açık bütçe finansmanının önüne geçildi. d) “Enflasyon Volkanı” olarak anılan Latin Amerika ülkeleri, “İstikrar Politikaları” sonucu, 1980 – 1993 döneminde % 200 – 350’lik enflasyon oranını % 10 – 35’e geriletti. GÜNDEMDEKİ OLAY: SÜREKLİ KRİZ Filozof E. Morin krizleri “Belirsizliklerin artması ve genelleşmesi, düzenlemelerinin bozulmasıyla tehlike ve şansların büyümesi sonucu ortaya çıkar” şeklinde tanımlar. Şu ifadeler de onundur: - Dünyanın kaotik ve çatışmalı halinin “normal” hali olduğunu; düzensizliklerin karmaşıklığın vazgeçilmez içeriği olduğunu düşünebiliriz. Bir krizde birçok etken sorun var. Sorunlarsa kontrol edilemez karmaşık süreçlerin, karışıklılık bağımlılığından kaynaklanıyor. Krizler artık hem ağır, hem de derin... Belki de krizi en iyi anlatan teori “Kelebek Etkisi Teorisi” anlatıyor. 1961’de MİT’de araştırma yapan meteorolog Edward Lorenz tarafından geliştirilmiş. “Herkes ve her şey birbirine bağımlıdır ve etkiler!” şeklinde günümüz ekonomisinin olayını anlatmada önemli bir yeri var. Lorenz’e göre görünmeyenler en az belirgin olan nedenler kadar önem taşıyor. Ekonomide krizden sözedince, “Kaos Teorisi”nin eşiğinden de içeri girmiş oluyorum. Bununla, az gelişmiş ülkelerde “kaosun sürekliliği”olayını yorumlayabiliyoruz. “Meksika Krizi”ne gelmek istiyorum! IMF’nin o tarihteki başkanı M. Camdessus tarafından “21 yy.’ın ilk krizi” diye nitelenen krize... Kriz Aralık 1994’de patlak veriyor. Pezo bir haftada % 40 değer yitiriyor. ABD 24 saat içinde toplam 50 milyar $’lık yardım yapıyor. Marshall Yardım Planı’ndan bu yana bu en büyük nakit yardımıdır. Meksika aksi durumda, kambiyo denetimli döviz rejimine geçecekti. Böylesi bir olay, ABD’nin bu ülkedeki sayısı ve çapı bilinmeyen yatırım fonları için büyük bir tehdit olurdu. Bu tarihten sonra ne gelişmişlerin krizine gelişmişlerin nakdi yardımı hemen hemen hiç konu olmadı. Krizin maliyeti yüksekti: 2.4 milyon yeni işsiz iki haneli enflasyon ve GSMH’nin % 10 gerilemesi. Yoksulluk çizgisi altındaki nüfus 20 puan artarak, toplam nüfusun % 50’sine ulaştı. “Kelebek Etkisi Teorisi” gereği krizi hangi etkenden çıktığını bilmek hem mümkün değil, hem de gereksiz. Ortada açık olan birkaç sonuç var: Kriz vadeli sermaye hareketleri günlük olaylardan çokça ve genelde olumsuz etkilemiş. Spekülasyon dalgaları krizleri hem derinleştiriyor, hem de diğer az gelişmişlere taşıyor. Ulus devletin spekülasyona ve spekülasyona ve spekülasyoncuya karşı caydırıcı rolü çok sınırlı. Kriz yönetimde IMF misyon görevi üstlenmiyor. Spekülasyon dalgalarının önlemede IMF erken uyarı sistemi işlevi göremiyor. Bu kez 1997 yılının yaz ortamında, G. Asya’dayız! Dolar, 1996’dan sonra ABD yönetimi “kararıyla” değerlenmiştir! İhracatın G. Asya ülkelerinden GSMH’sindeki payı ise yüksektir. Bu pay Malezya’da % 70, Tayland’da % 29, G. Kore’de % 27 ve Filipinlerde % 25’dir. Eski kurdan yapılan ihracat taahhütleri yerine getirilemez hale gelir. İlk kriz Tayland’da çıkar. İhracat yapabilmek için resmi para birimi baht devalüe edilir. Kimse bunun 5 ayda % 70’e yayılacağını kestirmez! Tayland’ın IMF ve Japonya 17 milyar $ yardım kararlaştırır. Karşılığında devlet harcamaları azaltılacaktır. Aktiflerini yitirmiş 56, banka kapatılır. Saydam olmaması nedeniyle ne bankalar ne bu borcu yaratılanların üstüne gidilemez. Zarar kamusal yük olur. Bu ülkeyi diğer G. Asya ülkeleri izler. Malezya, G. Kore ve Endonezya’da para ortalama % 80 değer yitirir. G. Kore’nin dış borcu 1 ayda 10 kat artarak 200 milyar dolara ulaşır. Krizin sorumlusu olarak bankalar gösterilince, G. Kore’de 19, Endonezya’da 16 banka kapatılır. Endonezya’da ise diktatörlüğün eş-dost kapitalizmini körüklediği ileri sürülünce 32 yılık diktatör Suharto “ABD’nin ricası üzerine” gitmek zorunda kalır. Malezya’nın 2 no’lu lideri Anwar İbrahim “hemoseksüel” sonuçlanmasıyla hapse girer. Ama hiçbir önlem krizi önlemez, olsa olsa krizi geçiştirir. Çoğu kez “nedenler” yerine belirtiler ile uğraşılması, krizleri kaos’a dönüştürür. “Fraktel” kavramında bulunduğumuz “kendi içinde tekrarlanan hep aynı patikalar” olarak kriz sadece konum değiştirir. Bu krizler sonrası IMF çözümleri koşullar dayatmalarına dönüşür. Bir anonim deyiş vardır: - Kaybetsen de çıkardığın dersi kaybetme! Nedenleri apaçık bulamazsak da, 3 ders çıkıyor: De-regüle sermaye ve döviz piyasaları, ulus-devletin denetim aletlerini elinden almıştır. Demokrasi uygarlaşmada, derinleşmeden ve demokrasi açıkları giderilmeden eş – dost kapitalizmiyle piyasa uygulaması mümkün değildir. IMF kuruluş amacını yerine getiremez duruma gelmiştir. “Krizler bitti”! derken, 1999’dan önce Arjantin sonra Türkiye’de çıktı. Gündemden de hiç düşeceğe benzemiyor. Az gelişmişler için tek tesellisi, karanlıkların hiç olmazsa daha karanlık olma olasılığının olmaması... VE GLOBAL OYUNCULAR DÖNEMİ Çok uluslu şirketler dünya ekonomisini hem etkileme, hem de bu yolla dünya ölçeğinde yayılma olgusuna yol açıyor. Bu dönüşüm; Dünyada mevcut teknolojinin % 80’ine sahip olarak; teknoloji, yönetim ve finansman ihracını istediği biçimde yapmakta, Ürün, üretim, pazarlama ve lojistik stratejileriyle uluslar arası yatırım bölge ve alanlarını belirlemekte, Kuruluş yeri ve yatırım kararlarıyla, ulusal ekonomilerin yeniden yapılanmasını istedikleri biçimde yönlendirmekte. BM – UNCTAD’a göre, dünya üretiminde % 2 olan çok-uluslu – şirket payı, şimdi % 6’ya yükseldi. Çok ulusların % 50’si Fransa, Almanya, Japonya, İngiltere ve ABD’den oluşan 5 ülkede odaklanıyor. Toplamı 40.000’e ulaşan ve yan kuruluşlarıyla 250.000’i bulan çok uluslu şirketler, dünya ticareti toplamından daha büyük bir ciroya sahiptir. Örneğin ABD ihracatının % 80’i çok uluslu şirketlerce yapılıyor. Dünya ticaretinin 1/3’ü çok uluslu şirketlerce gerçekleştiriyor. Bir diğer değişim sektörel yapıda görülüyor. 1973’de yatırımların hammadde, hizmet sektörlerine eşit oranlarda % 30’larda yapılırken, bu oran ilkinde % 10’lara düştü, hizmet (servis) sektöründe % 50’ye yükseldi. Çok uluslu şirketlerde yoğunlaşma eğilimi yükseliyor. 100 En Büyük Çok-Uluslu-Şirket, toplamın 1/3’ü oranında üretim yapmakta, tüm istihdamın yüzde 16’sını elinde tutuyor. UNCTAD tarafından 1995’ten bu yana düzenlenen “Ulus Ötesi Yatırım Endeksi” yayılımın boyutunu ortaya koyar. Bu endekste çok uluslu şirketin deniz aşırı bölgelerdeki cirosu, dış yatırımın oranı ve deniz aşırı ülkelerdeki istihdamı esas alınmaktadır. Bu belirlemeyle, 1. olan Shell 21. sıraya düşerken, Nestle 1.liğe yükselmektedir. Dünya Ekonomisinde En Büyük Şirketler (1994) Sıra Adı Ülkesi Sektör 1 Nestle İsviçre Gıda 2 Holderbank İsviçre İnşaat 3 Tharpuar Kanada Matbaa 4 Electrolux İsviçre Elektronik 5 Asea İsviçre Elektronik 6 Savary Belçika Kimya 7 Philips Hollanda Elektronik 8 RTZ İngiltere Maden 9 Ciba – Gergy İsviçre Kimya 10 Michelin Fransa Plastik Kaynak: UNCTAD Çok uluslu şirketleri önümüzdeki dönemde neler beklediğini söylemek biraz zor. Ama genel eğilimlere bakarak şu başlıkları sıralayabilirim: Yayılma sonucu dünya genelinde çok ulusluların payı artacak. Yatırımlarını daha çok gelişmiş ülkelerde yoğunlaştıracak. AB ve K. Amerika’nın, Asya’daki “yatırım patlaması” sürecek. Çok uluslu şirketlerin bölgesel üretim ağları genişleyecek. Çok uluslu şirketleri toplam dünya yatırım hacmi içindeki yatırım payının % 4’lerde kalmasıyla, yatırımların % 95’i yine de KOBİ’lerce gerçekleşecek. Gelişmeler, dünya ekonomisinin mal, ve insan gücüne kısıtlayıcı sermayeye ise sınır tanımazken, ortaya çıkan uluslar-üstü kurumlar ulus ve egemenlik kavramlarını etkileyecek konuma geliyor. Dünya Ekonomisinin Yön Verici Kurumları Hedef Alan Organizasyon Mal Dünya Ticareti GATT/WTO, IMF, DB, UNCTAD Sermaye Yabancı Sermaye UN, OECD Finansman Kaynağı Uluslararası Finansman Sistemi IMF, DB Çalışma Eko. Uluslararası İstihdam ILO Çevre Global Enerji Ekonomisi UNEP Kaynak: Birleşmiş Milletler Uluslararası organizasyonlar görünüşte sadece pazar ve piyasa önündeki engellerin kaldırılmasıyla ilgili. Ancak aradıkları uluslararası yükümlülükler, ulusal devletin egemenlik haklarını ve hatta ülkelerin demokratik standartlarını da etkiliyor. 1962’de “uluslararası koordinasyon” amacıyla yola çıkan, ancak hiçbir zaman uygulayamayan OECD örgütü kuralları, ülkelerin karşılıklı bağımlılıklarıyla fiilen yaşama geçiyor. ÇOK BAŞLI GLOBAL BİR DÜNYA YAPISI 1960’lı yıllarda, dünya üretiminin % 40’ını gerçekleştirerek dünyada tek hakim güç ve tek merkez durumunda olan ABD yanında; şimdi AB, Japonya ve Kanada’dan oluşan çok kutuplu ama merkez eksenli bir ekonomik yapı ortaya çıktı. 21. yy başında 3 ekonomik kutbun her biri, dünya ekonomisinin 1/3’ünü yaratması, gelişmekte olan ülkelerin “marjinal payı”nı çok iyi anlatıyor. Yanlış anlaşılmasın: Çok başlılık; hakim ve belirleyici güç anlamına gelmiyor! ABD ekonominin ötesinde, siyasal ve askeri anlamda karşı koyabilme ve uygulayabilme özelliğiyle, dünyada tek ve (hakim) belirleyici güç durumundadır. Çoklu kutuplar arasında yeralan ülkeler, 80’li yıllarda dünya ticareti içi paylarını % 10’lara ulaştırarak, ABD’nin boyutlarına erişti. Yakın gelecekte Japonya ve Güney Asya ülkelerinin dünya ticaretinde paylarını arttırabilmesi olası. Ancak bu üretim uluslararası işbölümüne uygundur ve bağımsız karakteri olmayacaktır. Dünya ticaret yapısı; OECD ülkeleri içinde dengelenme yoluna giderken, Asya – Pasifik ülkelerinin ivme kazanması süreci yaşanıyor. Büyüme, üretim ve ticaret alanlarında OECD üyeleri ve Güney Asya ülkeleri çok birbirine paralel yürüyen yakınlaşma yaşasa da, en üst % 10 gelir grubuyla en alt % 10 gelir grubu arasındaki kişi başına gelir dağılımı, büyük bir farklılaşmayı gösteriliyor. Yoksul ve kalkınmakta olan ülkeler grubunun, gelir ve sosyal standart açıklarını kapatmak için, daha hızlı reel büyümek zorunluluğu gerçekleşmiyor. Gelişmekte olan ülkelerin % 70’i gelişmiş ülkelerin altında bir büyüme performansı var. 1960 – 1990 dönemi OECD grubu da kişi başına gelir ortalama % 2.6 / yıl artarken, gelişmekte olan ülkeler grubunda bu oran % 1.8’da kaldı. En Zengin 10 Ülke (1995) Ülke En Fakir 10 Ülke (1995) K.b.Gelir ($) Ülke K.b.Gelir ($) Lüksemburg 41210 Nepal 200 İsviçre 40630 Çat 180 Japonya 39640 Ruanda 100 Norveç 31250 Sierra Leone 180 Danimarka 29890 Malavi 170 Almanya 27510 Buruni 160 ABD 26980 Tanzanya 120 Avusturya 26890 Zaire 120 Singapur 26730 Etopya 100 Fransa 24990 Mozambik 80 Kaynak: Dünya Bankası ABD hükümeti, 1995’de zengin ve en yoksul olgusundan ayrı “On Geleceğin Ekonomisi Ülkesi” listesi ilan etti. Bu ülkeler; Çin, Hongkong, Tayvan, G. Kore, Endonezya, Hindistan, G. Afrika Cumhuriyeti, Polonya, Türkiye, Arjantin, Brezilya ve Meksika idi. Bu ülkelerin ilan tahtasına asılmış olması, onların potansiyel varlıklarının işareti olmuyor. Bu ülkeler piyasa ekonomisine geçmiş olmaları, nüfus varlıkları, yarattıkları yüksek büyüme hızıyla “gelecek ekonomileri” sınıflamasında yeralıyor. Kuşkusuz bu durum, kişi başına gelirin artışında onların benzeri bir gelişim göstereceği anlamını da taşımıyor. ABD bu idari kararı alırken şu iyimser verileri kullanıyor: 1995 – 2015 döneminde bu ülkelerin dünya üretimi içinde payı bir kat artarak % 10’dan % 20’ye çıkaracak. Çin, Hindistan ve Endonezya’nın yıldı % 6 oranında büyümeleri halinde 2010 yılında 700 milyon insan, İspanya’nın 1995 kişi başına gelir düzeyine ulaşacaktır. Bu nüfus; ABD, AB ve Japonya’nın toplam nüfusuna eşdeğer. Geleceğin ekonomileri, önümüzdeki 10 yıl 1.000 milyar $’lık enerji, telekomünikasyon ve havaalanı inşaatlarında yoğunlaşan altyapı projeleriyle, dünyanın büyük yatırım koridoru özelliği kazanacaklar. 2000 yılında ABD’nin gelecek ekonomilerine ihracatı, AB ve Japonya’ya yaptığı toplam ihracattan fazla olacak. Gelecek ekonomileri ulusal değil, kıt’a yapısı üzerinde etkili olacak. Çin – Hong Kong – Tayvan bir ekonomik havza olmaya doğru yol alırken, Brezilya ve Meksika, Latin Amerika toplam üretiminin % 60’ını gerçekleştiriyor. G. Afrika Cumhuriyeti, Afrika Kıtası toplam üretiminin % 40’ını sağlıyor. Yine de gelişmiş ülkeler olarak anılan sanayileşmiş ülkelerin belirleyici konumu süreceği Nobel yazarı Böll’ün “Dokuzbuçukta Bilardo” romanındaki temayla, “oyunda kural koyucuların” değişmesi beklenmemeli. Çok Taraflı bir Ticaret Anlaşmasına 125 ülke imza koymasına rağmen, yerkürenin hemen tüm bölgelerinde bölgesel pakt ve / veya entegrasyonlar yaşanmaktadır. 1990’dan bu yana 82 adet serbest bölge ve gümrük birliği anlaşması imzalandı. Sekiz Asya ülkesi 1992’de ASEAN Serbest Ticaret Bölgesi’ni kurdu. Hedefleri 2008 yılında AB benzeri bir “ASEAN Ekonomik Birliği” yaratmak. APEC (Asya – Pasifik Ekonomik İşbirliği Organizasyonu) 17 ülkeden oluşuyor. 2010’da bir serbest ticaret bölgesi yaratmayı ve yatırımların önündeki tüm engelleri kaldırmak istiyorlar. ABD, Kanada ve Meksika, 1994 yılında, NAFTA adında bir serbest bölge kurdular. Bu birlik, 2005 yılına dek tüm Amerika kıtasında FTAA-(Free Trade Aren of American) adıyla bir serbest ticaret bölgesi oluşturmayı hedefliyor. Latin Amerika ülkelerinden Arjantin, Brezilya, Paraguay ve Uruguay bir gümrük birliği için MERCOSUR adlı bir bölgesel organizasyon kurdular (1950). AB bir yandan 2002’de tek para rejimine geçerek, ekonomik entegrasyonu tek para ile biçimlerken, Avrupa’nın 6 ülkesiyle 2002 yılına dek tam üye yapacak bir süreci yürütüyor. Dünya Ekonomisinde Bölgesel Entegrasyon Gelişmiş Ülkeler Gelişmiş Ülkeler Gelişen Ülkeler AB LOME / APC EFTA NAFTA APEC Gelişen Ülkeler AFTA ASEAN Free Trade Area (1967 / 1993) ECOWAB ANDEAN The Andean Group (1969) CEAO APEC Asian – Pacific Ekonoic Cooperation (1989) CACM Central American Common Market (1960) UDEAC CARICOM Caribbean Common Markez (1973) SACU CEAO Communaté Économique de L’Afrique de L’Quest (1974) ECOWAS Economic Community of West African States SADCC EFTA European Free Trade Association (1960) LAIA EG / EU Europäische Gemeinschaften / Euroäische Union (1958) LAIA Latin American Integration Association (1960) ANDEAN LOMÉ AB ile Afrika ülkeleri ticaret anlaşması (1975) PTA MERCOSUR Mercado Común del Cono Sur; Southern Cone Common Market (1991) North American Free Trade Agreement (1994) CACM NAFTA Eastern and Southern African Customs Union CARICOM PTA South African Customs Union SACU South African Customs Union SADDCC / SADC South African Development Coordination MERCOSUR Conference / Southern African Development Community AFTA UDEAC Kaynak: UNIDO Customs and Economic Union of Central Africa (1964) Yoğunlaşma, gelişen ülkelerde aralarındaki bölgesel bütünleşmelerde dikkat çekici. Bölgesel entegrasyonların oluşturulmasında nedenler çok. Coğrafi yakınlık bu nedenlerin başında geliyor. İkinci olarak politik güç özlemi geliyor. Üçüncü yakın konumdaki ülkelere ticaret her biçimde yoğunlaşma olanağı veriyor. Dördüncüsü ulusal ekonomilerin eylem alanının daraldığı ortamda, ekonomi politikaları bölgesel paktlar yoluyla hareket yeteneği kazanıyor. Altıncı serbest ticaret bölgesi yoluyla coğrafi (fiziki) pazar alanı genişliyor. Yatırımların kıvam ölçekte yapılmasını mümkün kılıyor. Yedincisi ileri teknoloji yatırımlarının kuruluş yeri sorun olmaktan çıkıyor (üç ülkeye yayılan bir yatırımla Airbus üretimi gibi). Sonuncusu, ulusal finans piyasalarında artan dengesizliğe karşılık, moneter önlemlerle para ve döviz rejimine kısa dönemli istikrar kazandırılıyor. Bölgesel alandaki gelişmeler bölge-içi ticarete de ivme kazandırıyor. AB’de ticaretin % 70’i bölge içinde (Avrupa) Amerika’da bu gerçekleşiyor. Mevcut trendin devamı halinde; 2005 yılında K. oranın % 45 ve Asya blokunda % 60’a yükselmesi bekleniyor. Dünya ticaretinin bölgesel birlikleri geliştirmesi kaçınılmaz gözüküyor. Dünya ticareti içinde, bölge içi ihracat payı 1985’te % 16 iken, 20. yy sonunda % 60’lara ulaştı. Ama bu alanda dikkat çekici gelişmeler de vardır: 1993 yılı sonunda ABD, Kanada ve Meksika’yı kapsayan NATFA kuruldu. Aynı yıl 1.XI.1993’de Maastricht Anlaşmasıyla, Avrupa Topluluğu, Avrupa Birliği’ne dönüştü. Aynı yıl, Uruguay Round görüşmeleri sonuçlanarak dünya ticaretinin liberalleşmesinde kural koyucu örgüt, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) kuruldu. APEC Örgütü ABD Atlantikli Pasifik kıyısına kavuşturdu. Bu gelişmelerin tümünün aynı yıla denk düşmesi tesadüf mü? AB’nin 15 üyesi, EFTA “Örgütüyle Avrupa Ekonomik Alanı”nı oluşturuyor. AB, 1997 yılı sonunda Lüksemburg Doruğu’nda 6 Doğu Avrupa ülkesini aday üyeliğe kabul ederek, Rusya’nın Doğu Avrupa’ya egemen olma hayalini ortadan kaldırdı. AB, 1995’de İsrail ve Türkiye’yle, 1996’da Fas ve Tunus’la serbest ticaret anlaşmaları veya gümrük birliği kurarak, Akdeniz alanındaki genişlemesini hızlandırdı. AB 2010 yılına dek 12 Akdeniz ülkesini serbest ticaret anlaşması yoluyla hakimiyet alanına almayı tasarlıyor. ABD orta-doğunun altyapı projelerine yönelirken, Fransa ve İngiltere eski sömürgeleriyle ticaret anlaşmaları yapıyor. Fransa, Akdeniz ve Afrika’ya yönelirken, Almanya “lebensraum” alanı olarak doğu Avrupa’ya uzanıyor. Asya (Avrasya) nüfuz sahası çekişmesi, ABD-Rusya arasında yaşanıyor. Kısa vadede ABD; NATO, G-7 ve IMF desteğiyle, Avrasya petrolü de üstünlük sağladı. Avrupa Birliği, Avrupa Tek Senediyle 21.yy’a “Tek Pazar” olarak girerken bu hedef EFTA ve NAFTA’da yer almıyor. Her iki ekonomik örgütün mal hareketlerini hızlandıracak “ortak gümrük tarifesi” rejimi var. KÜRESEL YENİ BİR MAL: E TİCARET Yeni ekonominin motoru olarak “internet” . Bu motorun araçları; bilgisayar, mobil iletişim araçları ve dijital TV. 2001’de 330 milyon $’luk iş hacminin 2005 yılı sonunda 1 trilyon $’a ulaşması bekleniyor. İnternet ekonomisinin getirileri bize şöyle sıralanıyor: Maliyet ve zaman tasarrufu, verimlilik artışı. Yeni iş alanları yaratması. Uluslararası piyasalara giriş sağlanması. Rekabet üstünlüğü vermesi. Goldman Sachs işletmeler arası e-ticaretin, satın alma alanında %30’luk bir yeni maliyet avantajı yaratmasını bekliyor. AB ise Mart 2000’deki Lizbon Zirvesi’nde 2003 yılı sonunda Topluluk içindeki ihalelerin on-line yapılmasını kararlaştırıyor. Pazarlamanın babası Profesör Kottler ise tüketici alışkanlıklarında oluşan değişiklikler eticarete bir ivme kazandırdığı inancını taşıyor. Alışveriş kolaylığı satınalma sürecinin kısalması ve sonucunda yaratılan tasarruflar olayı cazip kılan diğer öğeler oluyor. İşletme açısından pazar erişimdeki kolaylık, zaman tasarrufu, fırsat eşitliği işletme bütçesine getirdiği rahatlamalar, tüketicilerin yanısıra şirketler dünyasına da, bu olayı anlamlı kılıyor. Arthur Andersen’ın dünya genelindeki e-ticaret araştırması, bize yeni olguların varlığını gösteriyor: E- ticaretin gelişmesine ilk sırayı rekabet korkusu alıyor. Yüzde %74’ü ereklerinin rakiplerine ayak uydurmak olduğunu söylüyor. Yüzde 63’ü işletim giderlerini düşürmek, yeni gelirler aramak ya da varlıklarını azaltmayı düşünüyor. Endüstrilerini yenileme arayışı yarısında mevcut. İşletmelerin % 50’si 3 yıl içinde işlerine hız kazandırmada e-ticaretin etkili olacağı kanısını taşıyor. Sanıldığının aksine, e-ticaretin küresel etkiler yaratmadığı görülüyor. Avrupa’da % 49 ve ABD’de % 39’u piyasalarda fiziksel olarak yerel bir firmaya sahip olmanın, bu piyasalarda elde edilecek e-ticaret başarısının anahtarı olduğunu düşünüyor. Avrupalıların % 47’si sitelerin yerel dilde olmasının ve yerel kültür normlarına hitap etmesinin gerekli olduğuna inanıyor. Bu oran ABD’de % 34’e düşüyor. E-ticaretin önemli eksiklikleri de var: ABD’li şirketlerin % 50’si sanayilerini yeniden düzenlemek için e-ticaret kullanmayı amaçlıyor. Avrupalı firmaların sadece % 39’u böyle bir tutkuya sahip. Avrupalı yöneticilerin dörtte üçüne göre, güvenlik ve gizlilik yokluğu e-ticaretin gelişmesi için engel teşkil ediyor. Avrupa’da yeni bir işe başlamak için gereken çekirdek sermayeyi bulmak henüz çok zor. Avrupa’da bir şirket kurmak için ortalama 12 hafta ve 1800 $ gerekiyor. Oysa ABD’de bu sadece bir hafta ve sermaye 500 $’u bulmuyor. En büyük açık nitelikli eleman. Strateji ve öngörü alanında profesyonel eleman eksikliği var. Avrupa’da IT profesyonellerine olan talep henüz 600 bin. Bu sayının 2003 yılına kadar 2 milyon olması bekleniyor. Avrupalı yöneticilerin üçte biri, profesyonel açığını e-ticaret girişimleri için önemli bir sorun olarak görüyor. Com şirketlerinin yaklaşık % 60’ı bu açıkla karşılaşıyor. Gelelim temel soruya: E-ticaret, gezegen genelinde az gelişmişler için ne oranda rekabet avantajı sağlar? New York Üniversitesi’nden Profesör A. Shapiro’nun “The Central Revolution” eserinden “Foreign Policy” Türkçe baskısında yapılan değerlendirmede, iki kalın başlık dikkati çekiyor, paylaşmak isterim: 1- İnternet sayesinde aracılar ortadan kalkmıyor, aksine artıyor. Olsa olsa değişim geleneksel aracıları ortadan kaldırıyor. “Sürtünmesiz ticaret” dönemine geçiliyor. 2- İnternet temelde küresel kapitalizmin büyümesini teşvik ediyor. Sonrasını yazarın kendisinden aynen aktarıyorum: - Peki ya teknoloji ve ticaretin göz kamaştırıcı birlikteliği körlüğe yol açar ve makul kişilerin dahi piyasa değerlerinin sınırlarını gözden yitirmelerine sebep olursa.... Benzeri görülmemiş bir küresel patlama meydana getireceğine inanılan post-endüstriyel, bilgi güdümlü, yüksek oktanlı kapitalizm diye tanımlanan sözde yeni ekonomi’nin (New Economy) bazı savunucuları, sadece İnternet’te birden beliriveren işler için fiyat-kazanç oranları gibi geleneksel ekonomik ölçütleri değil, temel sağduyuyu da bir kenara attılar. Yoksulluğun sonu, sanayinin “kendini düzenlemesi” (anlamı: kuralların aşırı derecede gevşetilmesi), bedava dalgaboyu ve benzeri öngörülerin gerçekleşmesi ilk bakışta kesinmiş gibi geliyor. Fakat yakından bakıldığında, bunları ciddiye almak zor. Genellikle, çalkantılı değişimlere sahne olan çağımızda, devletin ana aktör olmasının gerektiği basit gerçeğini bile görmezden geliyorlar. Devlet demokratik değerlerin ve tüketicilerin korunması ve ticari faaliyetlerden temel kuralların belirlenmesinde başı çekmek zorunda. Hükümetlerin serbest zihinlere değil, ama serbest piyasalara izin vermeye meyilli olduğu yerlerde ise, uluslararası toplum gerçekten açık toplumlar yaratılmasına kendisini adamalıdır. ABD gibi liberal demokrasilerde, yasa yapıcılar sosyal sorunlarda piyasaya dayalı çözümlere fazlaca güvenmemeyi de öğrenmelidir. Mesela Amerikan endüstrisinin tüketici mahremiyetini kendilerini düzenleme (self – regulation) ve tüketicilerin çevrimiçi mahremiyet seçimlerini yapmalarına imkan tanıyacak, web-tabanlı araçların geliştirilmesi yoluyla koruma konusunda son birkaç yıldır verdiği sözlere rağmen, ABD’de mahremiyet hala tamamen korumasız. Artık bir mahremiyet sınırı oluşturmanın ve çevrimiçinde müşterilerin kendilerini güvende hissetmelerini sağlamak için eskisi gibi kanunlara ve düzenlemelere ihtiyacımız olduğunu kabul etmenin zamanıdır. Bu saptamaya bir şey eklemeyi gereksiz görüyorum. YA 21. YÜZYIL? Yeniden yüzyılımıza dönelim! Time Dergisi 20 yy. özelliklerini şöyle irdeliyor: Özgürlükler bu yüzyılda gelişti. Kapitalizm bu yüzyılda damgasını vurdu. ABD’de Başkanı T.Roosevelt’in ifadesiyle kapitalizm ve demokrasi bir bütünün iki parçası oldu. Yüzyıl elektronik çağı olmuş, bir ünite mikroçipsin maliyeti 1 milyon birim düştü. Üretici ve tüketici yeknasak bir ekonomik ağ içinde buluştu. Ford’un üretim bandının gelişmesiyle, önce yığınsal, sonra da esnek üretim ekseni oluştu. Yüzyıl, teknikteki olağanüstü gelişmeye karşılık, jenosit çağı kıyımından kendisini kurtaramadı. Saptamalar düşündürücü! Ama temelsiz değil. BM-UNCTAD 20.yüzyılı değerlendirirken yüzyılın 7 darboğazda çok benzeştiğini sergiliyor: Dünya ekonomisinin yeterli ve dengeli büyümemesi, global yoksulluğun giderilmedi. Dünyada Kuzey ve Güney Yarımküre olarak ifadesini bulan gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasındaki fark açıldı. Gelişmekte olan ülkelerin büyümesi, küresel şirket ve piyasaların hükümranlığından soruluyor. Demokrasinin güvencesi “Ortadireğin” durumu bozuldu. Rant gelirlerinin büyümesi, yatırım kapasitesini küçülttü. Sermayenin payı, emekten daha fazla büyüdü. Teknoloji yoğun yatırımlarda iş güvencesi tehlikeye girdi. Ücretler kendi arasında giderek eşitsizlendi. Yüzyılın ilk çeyreğindeki “iki kutuplu global güç kümelenmesi”, yüzyılın sonunda “tek kutuplu” ve yanında “bölgesel güç merkezi” ortaya çıkardı. Kapitalizmin demokrasiyle birlikte yaşaması için gerekli olmazsa olmaz kuralı ise hayata geçemedi. Demokrasi 3. ülkelerde “kozmetik demokratikleşme” olarak ortaya çıktı. “Düşük yoğunluğu” nedeniyle kırılgan oldu. Dinlenmesi gereken bir farklı ses de Nobel Ekonomi Ödülü’nün sahibi Prof. Arthur Lewis, ise “Uluslararası Ekonomik Düzen” kavramına şöyle açıklık kazandırıyor: 1. Dünya ilkel maddeler ve sanayi ürünü ihracatçısı ülkeler olarak ikiye bölündü. 2. Gelişmekte olan ülkelerin ihraç ürün gelirleri bu ülkelerin çıkarlarına karşıt yönde gelişme göstermektedir. 3. Gelişmekte olan ülkeler finansmanıyla gelişmiş ekonomilere bağlıdır. Oyun sahası düzenlenirken, eski çim tohumu kullanılamayacak durumdadır. Yazar Hasan Bülent Kahraman’ın 4 saptaması dikkat çekicidir: 1. Yoksulluk ve gelir dağılımı kavramları ciddi bir değişim geçirmiştir. Artık klasik terminolojinin tanımları ve çözümleri ne uluslararası, ne de ulusal planda eskisi kadar işlevsel. Bununla birlikte eşitsizlik kavramı da, sosyal adalet kavramları da gündemdeki yerlerini koruyor. Eşitsizlik kavramı üstünde çalışan ve yazdıkları dikkatle okunması gereken Amartya Sen’in “Nobel İktisat Odülü”nü kazanması bir rastlandı değil. 2. Daha önceki dönemde, sol, eleştirilerini ve çözüm önerilerini sistem dışı bir önerme olarak sunuyordu. Oysa aradan geçen sürede, elde edilen birikimin ve sistemin onu oluşturmak için ortaya koyduğu çabanın “revizyonu” temel yaklaşım haline geldi. Böylelikle sorunlara, küreselleşme ve onun getirisi ve açılımları bir veri olarak kabul edilerek çözüm aranmaya başladı. Üçüncü Yol bu oluşumun en çarpıcı örneğidir. Bu konunun akıl hocası Giddens’in son kitabında önemli yorumlar mevcuttur. 3. Klasik kavramlar değiştiği için klasik çözüm önerileri de devre dışı kalmaya başlıyor. Tüketim alışkanlıklarındaki değişiklikten kalıcı yoksulluk gibi kavramlara varıncaya kadar her düzeyde önümüze gelen yeni oluşumlar sosyal devlet – eşitlik – adalet ilişkisini de parçalamış durumdadır. Daha fazla vergiyle ve Keynesyen modellerle, daha fazla vergi alma çabalarıyla birçok sorunun çözülmediği anlaşılmıştır. Ayrıca ekonomi olgusunun kapsamına da bilgi ekonomisi gibi yeni kavramlar girmeye başlamıştır. O nedenle ekonominin iyileştirilmesi artık sadece gelir dağılımını düzeltmekle ve ekonomiyle sınırlı değildir. Eşitlik kavramı da artık yalnızca ekonomik eşitlik değildir. Mesela eğitim süreci ile iktisadi ilişki arasında ne kadar önemli bir ilişki olduğu anlaşılmış, gene mesela kadın – erkek eşitliğinin de ekonomik bir boyutunun olduğu ortaya çıkmıştır. Anne Philips’in son kitabı da bu konuda yol göstericidir. 4. Bütün bunlara rağmen bir gerçek yerli yerinde durmaktadır. Eşitlik ve dağılım daima ideolojik içerikli adımlardır. Sadece teknik çözüm önerileriyle sonuç alınmayacaktır. Siyasal çözüm bugün de geçerliliğini korumaktadır. Mesela o siyasal sürecin dinamikleridir. Steril bir durum saptaması yetersizdir. Sorun ancak sosyal devlet kavramının yeni anlamı içinde ele alınırsa eleştiriler bir şey ifade edecektir. Muhafazakar The Economist’e göre “Pespembe öngörüler, tehlikeleri sadece gözden kaçırtıyor.” Bu ortamda “Ekonomik Düzen”in, “yeni” sıfatına haklılık kazanması için Prof. Naom Chomsky’nin ifadesiyle “oyun sahasını düzenlemesi” gerekiyor. Gelişme Raporu’nda vurgulandığı üzere bu; BM’nin Global Temel insan ihtiyaçlarını gözetilmeli, Fakirlik çemberinin kırılmasını istihdam yaratma projesi olarak ele alınmalı, Gerçek büyüme hızını arttıracak iklim öğelerini yaratmalı, Kalkınmaya istikrar ve sürdürülebilirlik kazandırmalıdır. 1989’da, Fransız İhtilali’nin 200. yılında Avrupa’da merkezden kumandalı marksist yönetim tasfiyesi, “sistem çatışması” denilen olayı geride bıraktı. Bu dünya ekonomisi açısından önemli bir dönüşüm noktası. Yeni dönüşüm bir altın üçgeni biraraya getirdi. Bu üçgenin saçayakları; piyasa ekonomisi, kalkınma ve demokrasi üçlüsünün bir çatıda kenetlediği gibi, biri diğeri için “olmazsa olmaz koşulu” haline geldi. Kabul etmeliyiz ki bu üçlünün birarada yaşamasında “küresel darboğazlar” vardır. Piyasa ekonomisi içinde sanayileşme ülkelerin refah düzeyini arttırıyor olsa da, ekoloji ve doğal çevreyi de tahrip ediyor. Bunun “sürdürülebilir kalkınma” olayını yaratmakta zorlandığını söylemeye gerek bile yok. İKTİSAT TEORİSİ ŞAŞIRDI! 1990’lı yıllarda önce küresel bir model oluştu. Adına “Washington Uzlaşması” denildi. Model 3 temel öğeye dayanıyordu: 1. Serbest piyasanın varolacak. 2. Küresel birleşmelere yatkınlık gösterilecek. 3. Makro ekonomik istikrar sağlanmış olacak. Bu anlaşmaya Dünya Bankası’nın baş iktisatçısı Prof. J. Stiglitz itiraz getirdi. Elendi, devre dışı kaldı. Sonrasında kör kör gözüm parmağı “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” (MAİ) hazırlandı. WTO Başkanının ifadesiyle bu anlaşma küresel bir ekonominin anayasası olacaktı. Tepkiler yaşandı ve 190 sayfalık metnin imzaya açılması “şimdilik” ertelendi. Küresel düzen yine de “Bütün dünya pazarları birleşin!” demekten geri kalmıyor... Süregelen bir de teorik tartışma var: Döviz kuru rejimi ne olsun? Bir kısım Güney Asya ülkesi sabit kur rejiminde, Arjantin, Para Kurulu ve dolarlaştırılmış kur politikasında, Türkiye ise serbest kurda hepsi farklı uygulamalar içinde olmakla birlikte; aşırı dalgalanmalar ve kriz konjöktürü etkisi yaşıyor. Bir olayımız kesin: Serbest kur politikası “sadre şifa tek iksir” değil! Berkeley Üniversitesi’nde Prof. B. Eichengreen “Yeni Bir Finansal Mimari Proje” kapsamında hazırladığı el kitabında, IMF’nin tüm üyelerini “serbest kur” rejimine zorlaması gerektiğini söylüyor. Oysa 30 yıldır serbest kur rejimindeki ülkelerdeki kriz sayısının sabit kur rejimi izleyenlere göre daha fazla olduğu biliniyor. Ani piyasa paniklerine, küçük ölçekli finansal sistemleri olan ülkelerin yetersiz kaldığı, Türkiye örneğinden de bildiğimiz bir diğer gerçek. Az gelişmiş “ülkeler” batının bir büyük bankasının büyüklüğüne özdeş gören ABD - FED eski başkanlarından P. Volcker’ın “Döviz kuru dalgalanması riski arizi değil, yapısaldır” değerlendirmesi yapması ilginç ve üstünde düşünülmesi gerek. Kuşkusuz az gelişmiş ülkeler açısından döviz kuru politikasından yaşanan her değişiklik, yeni bir stand-by ve istikrar politikasının ipucunu veriyor. L. Amerika’nın deneyimlerinden uygulanan yeni kur politikası büyüme ve istihdamın arizi olumlu yönde etkilediğini biliyoruz. Sonrasında bu gelişim gelir dağılımını bozuyor. Mutlak yoksul sayısı artıyor. Bu teori “ekonomik refahın artması sırasında sosyal gerileme hali” (social regress) adını alıyor. İlk baskısını 1948’de yapan, dünyanın en klasik ders kitabı olarak anılan Nobel Ödüllü Prof. P. Samuelson’un 41 dile çevrilmiş, 4 milyon baskı yapmış “İktisat” adlı ders kitabı 17. baskısında bu olaya bakalım nasıl bir bakış getirecek? Aslında iktisat teorisi politikanın arkasına sığınıyor! Modern iktisadın babası sayılan Adam Smith (1723 – 1790) “Ulusların Zenginliği” (1776) eserinde, tüketicinin yararı için uluslararası serbest rekabet ortamının önemi vurgulanır. Kilit sözcüğü piyasanın liberalleştirilmesidir. İşte 200 yıl önceki bu öngörü günümüzde bir “zoraki saçayak” ortaya çıkarır: 1° Devlet ekonomik yasanın dışına çıkmaktır, de-regüle olmalıdır. 2° Piyasa serbest olmalıdır, piyasa liberalleşmelidir. 3° Özel sektöre daha çok alan yaratmak için kamusal alanlar özelleşmelidir. Kuşkusuz malların serbest dolaşımını öngören küreselleşme dayanak noktası olarak David Ricardo’yu (1772-1823) alır. Ricardo “Karşılaştırılmalı Mutlak Üstünlük” yasasıyla, her ülkenin kendisine en uygun mal demeti yaratarak refahını en iyileyebileceğini varsayar. Oysa bu mal demetinin küresel serbest ticaret ortamında az gelişmiş bir ülkeye refah yaratması bir yana, bazen marjinal ülke olma şansını bile tanımıyor. Sermayenin serbest dolaşımını isim babalığını ise moneterist görüşün öncüsü ABD’li Milton Friedman yapar. Bu görüş, sermayenin serbest dolaşım olanağının dünya genelinde “iyi” yatırım alanlarının akmasını hedefler. Sermayenin iyi bulduğu kârlı alanların her zaman ülke yararına olmadığını çoktan biliyoruz. Küreselleşmenin teorik anlamda de-mode 3 görüşün (Smith – Ricardo-Friedman) arkasına sığınmış olduğunu bilmemiz yeterli olacak. İlke belli “Alabildiğince çok piyasa, gerektiğince az devlet” yaratmak. Sorunsa ortada: Sosyal devlet, piyasa tarafından ikame edilir! CEVAP İÇİN SORU SORMAK Küreselleşme konusunda yazılan – çizilen çok. Bu konuda yazmamak nerdeyse bir “ayıp” haline geldi. Bu alanda yazılanları 2 – 3 öbekte değerlendirmek gerek. Birinci öbek de, ABD’den Chomsky, Soros, Krugman; Avrupa’dan Dörnhoff, Forrester, Attali gibi yazarlar var. Bu öbekte yeralan BM, UNCTAD örgütünün eleştirel pusulasını unutmamak gerek. İflah olmamaları iman eksiğinden çok, sorgulama yetilerinin derinliğinden kaynaklanıyor. Olayın bir “dogma kabul”ü haline dönüşmemesindeki en büyük güvence de bu... İkinci öbekte ise “inançlılar” yer alıyor. “Kutsal Kitap’a” inandıkları için her mecliste yer alıyorlar, yazdıkları da yayınlanıyor. Aralarında Profesör Drucker gibi “İşletme mesihi” kabul edilen ve olaya “evrim” düşüncesinden bakanlar var. ABD’li A.Toffler ya da Japon K.Ohmae gibi işi kehanetçiliğe döküp “fal bakan” tacirler de var. Genelde akademik gelenekten gelmemeleri nedeniyle kolayca “yanıldım” diyebiliyorlar. Bir de otoyolcular var! Prof. D. Rodrik ve J.Sachs (Harvard Üniversitesi) olayı bir “yeniden düzenleme” mantığı içinde ele alıyor. Uluslararası Ekonomik İlişkiler Enstitüsü ise bunu “olay saptaması” şeklinde yapıyor. Onlar aynı konuda üstelik çok sık aralarla, farklı görüş açıklayabiliyorlar. IMF ve BM bünyesi içindeki çalışmalarsa ağırlıklı olarak dönemsel ve “nokta analizi” şeklinde. Çok yankı yaptıkları da söylenemez. Profesör R. Dornbush gibi son zamanların gözdesi bir akademisyen “küçük fetvalar” vermekle yetiniyor. Standart ekolden gelme Profesör Samuelson olayın tümüyle dışında. Post –Keynesçiler Prof. J. Tobin’in “Sermaye Kazancı Vergisiyle” yetiniyorlar. Galbraith gibi “sistem kritikçisi” kabul edilenler “yaş gereği” olsa, yazmak yerine, Boston’da Harvard Square civarında yürüyüş yapıyor. Friedman ise özel bir yorum getiriyor. Kendisine sorulduğunda “zaman beni haklı çıkadı” diyor. Bir isim üstünde biraz daha durmalıyız: Profesör Paul Krugman! 47 yaşında MİT’de öğretim üyesi. Bu iktisatçı, Galbraith’den bu yana en “popüler” iktisat yazarı kabul ediliyor. Popülerliği ne mensubu olduğu üniversiteden, ne de danışmanlığını yaptığı kuruluşlardan kaynaklanıyor. Yale’de tarih lisansı almakla birlikte, ortodoks iktisada çok hakim. İroni dolu çeşnili bir dili var. Elinin yanmasından korkmuyor. Doğru soruyu, doğru dönemde gündeme getiriyor. “Japonya’da kriz ve yetersiz önlemler” Japon türü krizden çok önce dile geldi. Euro’nun ekonomik anlamda gereksizliği ve 2002’den önce söylediği bir olgu. Brezilya bir 1998 krizinde yanıldığını kabul edebilecek bir mizaca sahip. Popülerliğindeki yeni evre; G.Asya krizi ve sonrası, 1999’da kaleme aldığı “Depresyon Ekonomilerine Dönüş” çalışmasından kaynaklanıyor. Krugman’ın tezi Sovyet lideri Lenin’in geliştirdiği “Kapitalizmin Son Aşaması: Emperyalizm”le benzerlik gösteriyor. Saptama, Markist “Devrevi Krizler” teziyle örtüşüyor. Çıkış noktası genelde “serbest piyasa”nın, özel anlamda küreselleşmenin insanlara edinimlerinin sorgulanması. Ekonomik krizleri bir “sistem ürünü” bir çıktı olarak kabulleniyor. Depresyondan değilse de, sonuçlarından sakınabileceğimize inanıyor. Saptaması, Profesör J.Schumpeter’in 1930’larda öngördüğü kapitalizmin depresyona zorunlu olarak girileceği teziyle benzeşiyor. Politikacının “kendi doğrusu olan” mercekten artık bakmaması gerektiğine inanıyor. İktisatçının genel anlamda ekonomik buhran olayına bir uzun dönem etkisi olarak bakması, uluslararası kuruluşların “kuru inatlara” bağlı kalmamasını gerektiriyor. Krugman’ın korkusu, depresyon ekonomisi mikrobunun Arjantin, G.Afrika, Türkiye ve Çin’e sıçraması. Bu, deflasyonun dünya genelinde bir ekonomik daralma olarak gündeme gelmesiyle sonuçlanacak. Dikkatinizi çekmiştir: Krugman’ın bu değerlendirmesinden bir yıl sonra 2 ülke – Arjantin ve Türkiye – bu duştan soğuk kaptı. Türkiye 2 ay arayla şoklandı. Tarihinde bilmediği bir belirsizliğe sürüklendi. Gelişmemiş dünyanın soğuk algınlığını gidermedeki aldı-verdi bedelinin (trade –off) gelişmişlere göre çok ağır olduğu bir kez daha görüldü. Önlem tartışılabilir: Özel şirketlerin ve bankaların finansal kaldıraç kullanılmasını önlemek için ulusal para dışında borçlanmasının yasaklanması ya da vergilendirilmesi! Bunun, Nobel sahibi Profesör Tobin’in önermesinden 27 yıl sonra gündeme gelmesi ilginç. Türkiye’deki bankaların “açık pozisyon” ile “dış borçlanma” ilişkisinin “16 Kasım ekonomik göçüğünde” önemini anımsamak kanımca yeterli oluyor. Krugman altını çiziyor: “Bedava yemek yoktur!” Ekleyelim: Az gelişmişlerde karavanadan çıksa dahi yemek fişi pahalıdır. Krugman haksız değil! Krizler kaçınılmaz. Ama bulanık zihinlerden ve kemikleşmiş doktrinlerden kaçınmamız mümkün. Çünkü dünyadaki en kıt olan maddi kaynaklar değilse de anlayışın kendisi. Paul Krugman herhalde daha çok tartışılacak. Az gelişmişlerde yaşanan krizlerin daha fazla sorgulanmasında sizce yarar yok mu? YENİ KAVRAM: KÜRESEL YÖNETEBİLİRLİK Demokrasinin şekil koşulları tam yerine gelemezken, “katılımcı” yerine “temsili” demokrasi ağırlık kazandı. Demokratik dayanışmanın doğal uzantısı olan “sosyal bağlar”, uluslararası rekabetin şiddetlenmesi nedeniyle zayıfladı. “Yeni Ekonomi”nin milad olarak nitelenen 1989 yılından sonra sistem rekabetinin ortadan kalktığı bir galibiyet ortamı içinde bakmadı. En azından bunu bir yeniden yapılanma sürecinin başlangıcı olarak kabul etti. Ekonomi yapı, teknoloji, iletişim ve nakliye sistemlerinde yaşanan küreselleşme, beraberinde “evrensel hastalıklar” getirdi: Suçluluk oranı uyuşturucu kullanımı ve teknolojik işsizlik arttı. Küreselleşme demokrasi tabanlı piyasa ekonomisinin taşıyıcı ayakları olamadı. Egemenlik alanını aşan evrensel sorunların sayısı fazlalaştı. Krizlerin yaygınlaşması ve global krize dönüşmesi tehditleri yaşandı. Dünya sorunları, egemenlik kavramıyla kendini sınırlayan ulus-devletlerin çözüm boyutunu aştı. Saydamlığın yetersizliği ve kayıt dışı ekonomi, dünyada önemli engeller çıkarmaya devam etti. Nijerya ve Tayland’da kayıt dışı ekonominin % 80’ler düzeyinde olması şaşırtıcı değil. OECD üyesi gelişmiş ülkelerde kayıt dışı sektörünün toplam ekonomik büyüklük içinde % 10 - % 20 arası pay aldığı gözleniyor. Yunanistan’da bile bu ekonominin büyüklüğü yüzde 30. Küreselleşmenin ana belirleyenleri bundan böyle ne olabilir? 1° Ülkelerin karşılıklı bağımlılıklarının artması. 2° Ticaretin, finansman akımlarının ve dolaysız yabancı sermaye yatırımlarının bir ortak ağ yaratması. 3° Sosyalist uygulamanın çöküşü ve Çin’in dünya pazarına katılması. Bu gelişmeler kimince “tarihin bittiği” (Fukayama: 1989), kimince “dünya toplumuna geçişi “ (Ohmae: 1990) olarak kabul edildi. Ulusal, bölgesel ve noktasal tüm sorunların özelliğini kaybettiği ve tüm sorunların “Global Olgu”lar şeklinde değerlendirilmesi gerektiği öne sürüldü. Bu görüşlerin abartılı yönleri bir yana, yaşanan “global trend”ler dünya ekonomisinde bireykurum-devletin “sorun yumağı”nın daha da büyüdüğünü gösteriyor. Oysa ”Çözüm Odaklı Global Ortak Bakışlar” (global commons) çok az yaşanıyor. BM “Küresel Kazalar”a karşı önlemi “küresel yönetebilirliğin” artmasında görüyor. Nitekim BM tarafından 1995 yılında tamamlanan “Küresel Uygarlık Projesi” (İnsanlığın Yönetimi: Yeni Bir Global Politika) başlığını taşıyor. Bu politika, dünya ekonomisinin ana aktörü olmaya devam edecek olan ulusal devletin sorunlara kapanmasını değil, açılmasını öngörüyor. Sorunların küreselleştiği bir ortamda, politika da küreselleşmeli, küresel sorumluluk olmalı ve küresel yeni anlamlı yapılar oluşmalıdır. Gelecekteki Global Düzenin Dört Senaryosu Yenilenmiş Devlet Global Toplum Çoğulcu (Plüralist) İkiye Bölünmüş Süregiden Çatallaşma Sistemi Bölünmüş dünyanın yapısı Merkezileşmiş bir ortamda Üst düzeyde merkezileşme Üst düzeyde merkezsizleşme merkezsizleşme Merkezileşme ve merkezsizleşme arasında Denge durumu Çok merkezli dünya statüsü Otonom Bağlılık Tabiyet Baskın Otonom Devlet merkezli dünya statüsü Otonom Baskın Bağlılık Otonom Her iki dünyayı da yöneten Tüm kurallar dizisi Egemenlik – bağımlı aktörler Hür aktörler uymama Önemli: Her iki aktör tipi de Kuralların geliştirilmesi gelişiyor Uymama haklarını muhafaza Haklarını muhafaza etmekte ulusötesi sonuçlara uyuyor. etmekte ve kullanmaktadır. ve kullanmaktadırlar. Yöntemlerin mikro düzeyde Bireylerin gelişmiş Bireylerin gelişmiş yetenekleri Bireylerin gelişen yetenekleri Bireylerin gelişen yetenekleri Karakteri yetenekleri evrensel devlet önderlerinin devlet liderlerine gerek merkezileşme ve normların paylaşımı yönlendirmesini önlemeye yeterli yönlendirmelerine gerekse merkezsizleşmenin konusundaki isteklilerin olamıyor ve böylece devletlerin ve alt gruplar vasıtasıyla üstünlüklerini algılamalarına artmasına önderlik baskınlığının yenilenmesi kendi çıkarlarını izlemelerine yardımcı olarak devlet ediyor. kabulleniliyor. önderlik ediyor. otoritesini destekleme ve altgrupların dalgalanmaya sebep olmakta. Makro-mikro etkileşiminin ilk yönü Makrodan mikroya Makrodan mikroya Mikrodan makroya İki yönlü akış Bireyin (insanın) durumuna Liberal ve iyimser Muhafazakar ve kötümser Liberal ve kötümser Faydacı ilişkin perspektif Kaynak: Dr. Deniz Ülke Arıboğan, Globalleşme Senaryosunun Aktörleri Projenin odak vurgularını şöyle özetleyebiliriz: Küresel yönetim (yönetebilirlik); çok yönlü devlet ilişkisi tesisi ve uluslararası örgütlerde işbirliğinin geliştirilmesinden olayından ibaret değildir. Küresel yönetim bir küresel devlet anlamını taşımamaktadır. Cumhuriyetlerin merkezi, varolmayan bir dünya federasyonudur. Küresel yönetim sadece devletlerin değil her türlü sivil toplum örgütünün çözüm sürecine katılmasını gerektirir. Bunlar arasında Devlet Dışı Kurumların (N.G.O.) vatandaş hareketleri, 3. Sektör (Vakıf) kuruluşlar vardır. Bu yolla “devletler dünyası”ndan daha fazla organize “sivil toplum dünyası”ndan yararlanacaklardır. Küresel çözüm odaklı bakışlar “yönetimsiz yönetebilirliğin” (governance without goverment) geliştirilmesidir. Küresel yönetim bürokrasi yaratmamayı, ulusal kimliklerin yokolmamasına özen göstermeyi taahhüt ediyor. Ulus devletlerin hedefi; dünya devleti olmaktan çok “küresel olarak ayrılmış global projeler”e dönüşecek. Küresel yönetim dünya ekonomisine işlerlik sağlamak üzere 5 ayrı düzeyde hareket alanı arıyor: 1. Dünya ekonomisinin hakim güçleri: (ABD, Kanada, Japonya, İngiltere, Almanya, İtalya) dünya toplam çıktısının % 50’sinden fazlasını üretiyor. Dolar + DM + Yen, dünya döviz işlem hacminin % 80’ini oluşturuyor. Bu üç para birimi, dünya rezervlerinin % 90’ını sağlıyor. 2. Bölgesel bütünleşmeler (entegrasyon): AB ve NAFTA önemli bir düzenleme yetisi kazandı. Şimdi onlar çevre normlarının benimsenmesi, işyeri güvenliği belirlenmesi, gibi alanlarda etkinliklerini sürdürmek zorunda. AB ise “Tek Pazar” rejiminde piyasa ekonomisini yeni dokusuna açıklık kazandırmak durumunda. 3. Uluslararası rejimler:Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Dünya İklim Konvansiyonu çok uluslu şirketlerin yabancı sermaye yatırımlarına düzen getirmekten, çevre standartlarının güçlendirilmesini kadar, bir dizi alanda, misyon üstlenmesi şansı doğdu; ama henüz bunu kullanmıyor. 4. Yerel platform: Güçlenen yerel yönetimlerin yapısının modernleştirilmesi ve güçlendirilmesi alanında görev üstlenmek gerekiyor. 5. Ulusal platform: Devletlerin rekabet gücü kazandırma çabaları gündemin 1.sırasına yükseldi. Yüzyılımızda dünya ekonomisine işlerlik sağlayabilmek, hakimiyet etkilerini asgarileştirmek için yeni kurumsal düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Küresel Hukuk Oluşturma Ve Güçlendirme: Tüm dünya aktörlerinin benimseyeceği kurallar için uzlaşma biçimleri, uyuşmazlıklarda yatırım mekanizmaları bu alanda başlıca konulardır. Finans Sisteminin İstikrarını Sağlama: Dünya döviz kambiyo rejiminin istikrar kazanması için dünya hakim paraları arasında çarpraz kur farklılığının % 10’luk bir band içinde dolaşması; kısa vadeli sermaye hareketlerine sınırlayabilmek için belli bir marj üzerinden vergilendirilmesi, IMF’nin krizlere karşı daha donanımlı olabilmek için ekonomik veri altyapısını güçlendirilmesi ve saydamlaştırması; bu gündemin maddelerini oluşturuyor. Ticaret ve Yatırım Çerçevesi: Bir uluslararası rekabet hukuku oluşturularak, küresel ticaret ve denizaşırı dolaysız yabancı sermaye yatırımları için sınırlama getirici çerçeve bir düzen ve uygulama anlayışı sağlanması hedefleniyor. Altyapı ve Kurumları: Ölçü ve ağırlıklara ortak standartlar getirilmesi, çevre normları benimsenmesi, deniz ve nehirlerin ortak kullanımına ilişkin esaslar konulması gerektiğinde buluşuluyor. Rüşvetle Mücadele: Küreselleşmiş rüşvete karşı ortak hareket alanı ve araçları yaratılması gündemin bir başka asıl maddesini oluşturuyor. Bu gelişmeler içinde Birleşmiş Milletler (BM) “Küresel Yönetim Esaslarını Belirleme Komitesi”, 1995’te “Ekonomik Güvenlik İçin Uluslararası Kurul” oluşturulmasını önerir. Yetkisinin “danışma ve tavsiye” ile sınırlandığı Kurulun, temel işlevleri şöyle öngörüldü: 1. Küreselleşmedeki ana eğilimlerin belirlenmesi ve uluslararası topluluğa iletilmesi. 2. IMF, Dünya Bankası ve DTÖ arasında hedef uyumsallaştırmasının sağlaması. 3. Devlet – Dışı – Örgütler’in (NGO) Forum’unu düzenlemesi ve bu Kurul ile devletler arasında diyalogu temin etmesi. Görünürde somut bir çözüm yok! Öngörülenlerse çok anlamlı birinci önerinin sahibi olan Prof. James Tobin kendisine 1981’de Nobel ödülü kazandıracak, 1972’de geliştirdiği öneri, döviz denilen ürünün spekülasyon kazançlarını önlemeye dönüktü. Tobin malın paraya göre daha ağır hareket ettiğini görmüştü. Bu yüzden likit olan dövizin hızını “biraz” kesmek istedi. Üstelik toplam dövizin % 80’i, 1-7 gün içinde yeniden işlem görüyordu. Bu nedenle her döviz alım, ya da satımına % 1 vergi getirilmesini öngördü. Sistemin başarısı için önlem tüm finans piyasası merkezlerinde eş-anlı devreye girmeliydi. Böylece sıcak paranın “spekülatif yüzü” önlenebilecekti. Öneri, IMF’nin gündemine bile girmedi. Genel kurul gündemine almaya hazırlanan BM, gelişmişlerce “üyelik aidatını vermeme” tehdidiyle karşılaştı. Üstelik liberal muhafazakarlarca “arwell’e davetiye çıkarmakla” sonuçlandı. Olay şimdilik akademik bir öneri olarak kalsa da, savunanlar arasında AB eski komisyon Başkanı J. Delors, DB eski Başkanı B.Conable ve BM eski genel sekreteri Boutros – Ghali var. 1979-1994 döneminde ticaret % 134 döviz hareketlerinin % 823 artması, hükümetlere döviz kuru ve faiz üzerinde tüm denetimi getirmesine neden oldu. Bu yöntem “Tobin Vergisi” geçiştirilse de gündemde hep kalacağı benzer. Yanısıra, sıcak paranın ulaştığı düzey olayın ele alınmasını önlemektedir. Başkan Clinton’ın talimatıyla kurulan bir bağımsız kurul 1999 sonunda önerilerini sunar. Buna göre; IMF ve DB işleyiş biçimi gözden geçirilmelidir. Kısa vadeli sermaye hareketleri sınırlandırılmalıdır. Uzun vadeli sermayeyi özendiren düzenlemeler yapılmalıdır. Doğru ekonomik politika üreten ülkeleri ödüllendirici bir mekanizma olarak IMF ilgili ülkeye daha avantajlı kredi vermelidir. Başkan Clinton gidince önerilerin rafa kalktığı anlaşılmıştır. Bu arada George Soros’un hakkını yemiyelim. “Open Society İnstitute” Başkanı olarak, 1997 G.Asya krizi sonrası saydamlık sorgulaması ile dikkati çekti. Çok tepki aldı. Ama geri basmadı. O da, IMF yan örgütü bir “Uluslararası Kredi Garanti Fonu’nun kurulmasını önerdi. Böylece, IMF – kreditör ülke arasında bir 3.taraf ilişkisi doğacak. IMF ise bu öneriyi tartışacak yerde kolay yolu seçti. Başkan Camdesus “günah keçisi rolünde”, süresinden önce istifa edip, yerine bir “iktidarsız” Alman, Başkan olarak atanınca, IMF fiilen ABD’nin güdümüne geçti. Yüzyılın “acil” gündemi; Prof. Arthur Lewis’in 1977 yılında Princeton Üniversitesi’nde yaptığı tarihi konuşmada saklı gözüküyor: 1. Kalkınan ülkelerin fakirliklerinin ve faktör ticaret hadlerinin kötü olmasına başlıca nedeni işgücünün ağırlıklı kesiminin çok düşük bir verimlilikle gıda maddeleri üretmesidir. Bu durum, sanayi ürünleri ve hizmetler için iç piyasanın sınırlı kalmasına, ithal eğiliminin çok yüksek olmasına yol açmakta, vergilendirilebilir kapasiteyi ve tasarrufları azaltmakta ve uygun olmayan koşullarda mal ve hizmet ihracına zemin yaratmaktadır. Bunu değiştirmenin başlıca yolu AGÜ/GÜ ilişkisini değiştirmektir. Bu zaman alıcı bir olaydır. 2. AGÜ’ler, ithalatın bedelini ödeyebilmeleri borç taahhütlerini yerine getirebilmeleri ihracatlarının daha hızlı gelişmesinde düğümlüdür. ÇGÜ’ler, AGÜ’lerin sanayi ve tarım ürünleri ihracatlarına koydukları engelleri azaltarak, AGÜ’lere dünya ticaretinden daha fazla pay verebilirler. Bu, AGÜ’lere en iyi ve en etkin yardım şeklidir. 3. AGÜ’ler uzun-dönemli finansman ihtiyacı içindedir. Kısa-dönemli finansmanın halihazır oranı yüksek ve tehlikelidir. Bu ham petrol fiyatlarındaki aşırı artıştan önce de böyleydi. 4. IMF devresel durgunluklarla mücadele edebilmek için daha fazla kaynağa muhtaçtır. AGÜ’ler, fondan borçlanma güçleri, bir miktar SDR (Özel Çekme Hakkı) ve mal dengeleme finansmanından ibaret kalmıştır. AGÜ’ler için ayrılan stand by finansman rezervi, bir yıllık toplam ihracatın yarısından daha az olmamalıdır. 5. AGÜ’lerin 1950’lerde ve 1960’larda maruz kaldığı şeklindeki fiyat düşmeleri, ihracatı engelleyerek, ticaret hadlerini aleyhe çevirerek ve borç yükünü arttırarak, sorunu daha da ağırlaştırır. Dünya ticaretinde AGÜ’lere daha çok yer açılması, bu ülkelerin ihracat fiyatlarının desteklenmesine yardımcı olabilir. Fiyat istikrarı planları, uluslararası ekonomik durgunluğun yansımasını azaltarak, gelişmiş ülkelerin de yararına sonuçlar doğurur. Temel olay Morin’in sözleriyle “insanlaşma sürecinin” henüz devam etmesi. Bu “gezegenin demir çağı”ndan yeryüzünün uygarlaştırılması anlamını da taşıyor. Gelişim ekonomik şemalardan kurtarılıyor. Lewis ekonomik sorunları ekonomizm yaparak çözümünü öngörüyordu. Aslında kırılması gereken, gelişmenin büyümeye özdeşliği. Gelişme yeniden insanlaştırmalı.... Hedef bir yönüyle gelişme ötesi bir anlam taşıyor. Çünkü aslolan “yaşamın reformu”... Küresel yönetebilirlik koşulunun olması için demokrasinin çeşitlilik ve anlaşmazlıkları çok daha fazla sürdüren bir yapı kazanması gerekiyor. Hepsi tek kapıya çıkıyor: Edgar Morin’in eşsiz formülasyonuyla “gerekli olan, insan türünden bir insanlık, gezegenden de insani çeşitlilik için ortak bir ev yapmaktır.” Bu ortamda kalkınma artık bir seçenek değil tercih. Bu tercihin “Hobson Tercihi”ndeki gibi insanların pazarda dolaştırılan atlar ve satıcı ile yetinmesi olmadığı açık. Unutmayalım, demokrasi insanların 1.mevkii tercihidir. Bir nokta açık: Kasım – 1999’da ABD’nin Seattle kentinde başlayan “isyan”, küreselleşmenin zaafiyetini ve insanı değerlendirmeye başladı. Nesne, özne olana dek süreceği anlaşılıyor. İktisatçının veremediği cevabı, bir felsefeci Profesör Betül Çotuksözen’de aramak istiyorum: Sorgulamaya başlayabiliriz: İnsan sadece ilişkilerin öznesi mi? (...) Sosyal devlet anlayışını büyük ölçüde aşındıran küreselleşme olgusu yeni düzeninin sadece uygulayıcısı durumunda olan ve buyrukları alması konusunda sık sık uyarılan ülkelerin insanları için bir katkı sağlayamamaktadır. (...) İnsanların kendilerini bireysel özne olarak kuramadıkları, değer yaratan kişi olarak göremedikleri ve toplumsal/siyasal yaşama yeterince katılamadıkları, kendilerini yurttaş olarak algılayamadıkları bir ortamda, sadece araç kılınacakları açıktır; hem de her şeyin / her ortamın / herkesin (kavramların, kurumların, başka insanların) onları şeyleştireceğini / nesneleştireceğini, giderek meta haline getireceğini görmek olanaklıdır. Herbiri insanın kendine özgü nitelikleri bu durumda artık onları birbirinden ayırt etmenin, değerlendirmenin aracı haline kolaylıkla gelebilecek; öyle ki sahip olunan ayrımlar, zamanla ayırımcılıkların temelini oluşturacaktır. Bu yolla insanlara – sanki ya da görünüşte – kendileri olmanın yolu açılmış gibi gelecektir. İnsanlar şu ya da bu yolla edindikleri kavramları, sanki onlar birer nesneymiş gibi algılayacak ve yaşamlarının merkezi yapacaklardır. İnsanın simgeleştiren ve ideleştiren bir varlık oluşunda temelini bulan yönlendirmeler, asıl gerçeğin örtecektir. Bundan sonrası çatışmanın, köktendinci, ırkçı, cinsiyetçi ........kozgezdiği bir dünya olacaktır. Kuşkusuz bu arada, sloganlarla düşünme, “doğru değerlendirme”nin yerine “değer atfetme” ya da “değer biçme”yi geçirme, yeni düzenin ayakta kalmasının temel öğeleri olacaktır. Olup biteni bir sorun olarak saptamak, sahip olunan bilinç ve bilgiyle doğru orantılıdır. Bilincin yeterince açık olmadığı ve bilgiyle desteklenmediği ortamlarda, herhangi bir olup bitenin sorun olarak kavranması da mümkün değildir. Küreselleşme olgusu salt ekonomik ilişkiler ağında ele alındığında bilinçli bir yaklaşım hemen şunun da farkına varacaktır; yarışa eşit olanaklarla, konumlarla başlamayan toplumlar ve insanlar için küreselleşme olgusunun birdenbire karşıtına döndüğü de en sık rastlanan durumlardan biridir. Ekonomik olarak şu ya da bu yapıya bağımlı kılınan insanlara, neredeyse eli kolu bağlanan insanlara, sözde kimliksel özelliklerini yaşamaları ve hatta o kimliksel özellikleriyle toplumsal / kamusal yaşama katılmaları gerektiği düşüncesi aşılanacak ve bu durum sanki bir armağan – tersinden bakıldığında ise bir bedel ödeme-olarak onlara sunulacaktır. Olanaklarını geliştiremeyen, yargıda bulunma yetisini gerektiği biçimde, başka bir deyişle sağlıklı bir biçimde kullanamayan, sadece kendine ait bir niteliği toplumsal/ kamusal alana taşıma konusunda kışkırtılan, yönlendirilen insanlar, ekonomik ilerlemeye temelde daha çok hizmet eder hale getirileceklerdir. Küreselleşme olgusunun aynı zamanda çok kültürcülük olgusunu da içermesi ancak böyle açıklanabilir: ulus devlet, toplumsal kurumların aşındırıldığı, güçsüz düşürüldüğü ortamlarda kişilikleri, bireysel, özne oluşu yokeden “sözde kurumlar”, özellikle cemaatçilik alabildiğine gelişecek; insana ve insan dünyasına yine ortak insan kimliği açısından bakmanın yolları tıkanacaktır. Burada belirlenen bütün bu durumların ortak paydası nedir? İnsan, her şeyin aracı kılınmakta; amaç olarak görülmemekte, daha doğrusu insan, şeyleştirilmektedir/nesneleştirilmektedir; bir başka deyişle insan unutulmaktadır; bireysel özne yokolmaktadır. Asıl amaçlanması gereken anlamdaki küreselleşmenin, daha doğrusu evrenselleşmenin mümkün olabileceği üzerinde neredeyse hiç durulmamaktadır. Ekonomik bağlamda kullanılan küreselleşmede çıkarlar ölçüt alınırken, evrenselleşmede insan ve insanlığın ortak yararı ölçüt alınmaktadır. (...) Günümüzde “küreselleştirme” aslında “olan”a işaret ediyor gibi görünmektedir; oysa ancak insanla ilgisi içinde olması gerekene işaret ettiğinde, insanlar için daha iyi bir dünyanın yolu açılacak demektir. Bu yolu açacak olanlar da evrensel insani değerlere öncelik tanıyanlar; insanın kendi varlıksal yapısına ilişkin bilincini her türlü bilgi edinme sürecinin temeli yapanlar olacaklardır. Ancak bu kişiler, sömürüye çok açık kavramlar olarak günümüzde beliren özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi kavramların doğru kullanımını gerçekleştirebileceklerdir. Bu bağlamdaki kullanım bilgisi de salt ekonomik olanla örtüştürülen küreselleşme ortamında değil, evrenselleşme ortamında bir başka deyişle, her tek kişinin insan olma onuru korunduğunda, ortak insan kimliğine ulaşıldığında gerçekleşecektir. Şair Ahmet Oktay haklı: Modernleşmeden küreselleşilmiyor! Melih Cevdet Anday’ın dizeleriyle; “Yirminci yüzyılı yaşadım / Ertelenmiş bir yüzyılda bu”. Profesör P.Krugman’da kanımca doğru soruyu soruyor: - 21. yy’ın sorusu artık ekonomik değil, politiktir. Gelişmenin insanlarla örtüşüp örtüşmeyeceği ele alınmalıdır. AVRUPA BİRLİĞİ’NDE GELECEK Önce Avrupa’yı tarihten gelen özelliğiyle tespit edelim. Prof. İlber Ortaylı “Geçmişi irdelemeden geleceği betimlemek mümkün değildir” der! Bu geçmişi yani birleşik Avrupa düşünü de Gaulle’ün “Tek Avrupa Evi” siyasetini yürütenlerin nasıl bir karmaşık geçmişten geldiklerini bilmek gerekir. Bunun için o tarihten gelen Avrupa’yı ele almalıyız. Bununla yetinemeyiz! Avrupa’da hakim trendleri vermek zorundayız. 1998 sonrası on üç aday ülkenin on ikisiyle aktif görüşme sürecine girmiş olan AB, hangi hakim eğilimlerin altında şekillenmektedir? Bu topluluk 375 milyondan 600 milyona doğru giderken, hangi dinamiklerle belirlenmektedir? Üçüncüsü AB’nin genişlemesinde hangi senaryolarla biçimlenmektedir? Kesin olan bu olayın tekdüze bir uyum süreci olmadığıdır. Avrupa’nın kozmik çekmecesinde, birkaç gelişme senaryosu bulunmaktadır. Bu gelişme senaryoları içerisinde Türkiye’nin olduğu olmadığı durumlar vardır. Bu senaryoların irdelenmesinde yarar vardır. Bölgesel entegrasyon olarak, genişleme biçiminin ne anlama geldiğini, siyasi boyutlarıyla ele almalıyız. Dördüncüsü, genişleme sürecinde merkez ve çevre ülkeler çelişkisi ne durumdadır? 13 aday ülkenin, mevcut 15 üye ülkenin milli gelirinin % 6’sını oluşturduğu bir ortamda tek etaplı, bir geçiş olabilir mi? Bir “merkez ülkeler çevre ülkeler”, yani merkezde kuzey yarımküre, çevrede de güney yarımküre ülkelerinin yer alması kaçınılmazdır. AB bu sorunların üstesinden gelmeyi nasıl düşünmektedir? Euro iki kutuplu bir dünyada ortaya çıkmıştır. 1999 Ocağından sonra 1.16’lık bir kurla dolara karşı bipolar dünyada ikinci para birimi olarak çıkan ve küresel bir liderlik tanımı yapan Avrupa’nın bu öngörüsünde ne denli gerçekçi olduğu test edilmelidir. Gerçekten bipolar bir dünya mı var? Yoksa hegemonik bir dünyada hegemonyası artan bir dolarla karşı karşıya mıyız? “Yeryüzü Suretleri” sergisini gezdiğimde, yani insanları kardeşçe bir olayın etrafında toplamayı öngören çalışmalardan ilki olan Thomas More’un Utopia’sındaki haritaya bakmıştım. “Acaba dünya bu sınırlarla hala niye uğraşıyor?” sorusunu sormuştum. Edebiyatçı, Enis Batur’un “Büsbütün hayal ürünü olan bir yeryüzü haritası elde edebilir miyiz?” sorusunu paylaşarak “Acaba Avrupa bütünleşmeyi yapabilecek mi? derken, bir kronolojik akış vermeden “Birleşik Avrupa” temasını incelemenin mümkün olmadığını gördüm. Zıtlaşmalardan gelen Avrupa olgusunu bilebilmeliyiz ki, niye bir araya geldiklerini de bilmek mümkün olsun diye düşünüyorum. M.Ö. 753’te Roma’nın inşasına bir nokta koymalıyız. Bu uygarlığın oluşumunda, HelenHristiyan mirasının geçerli olmadığının kanıtıdır. Avrupa’nın referans noktası İtalya’dır. Öne sürüldüğü gibi Helen uygarlığı değildir. Bu açıdan Roma’nın inşasını görüp ondan sonra buna bir Hristiyanlık boyutu eklemeliyiz. M.S. 313’te Konstantinus, Milano Fermanıyla “Hristiyanlık serbesttir!” deyince, Paganlıktan Hristiyanlığa geçilir. Hristiyanlığı serbest bırakan anlayış, M.S. 449’da bu kez Ortodoks yorum, yani Tanrı’daki insan suretini reddeden, İsa’yı tanrısallaştıran monofistik yorum bu kez Ortodoks doktrinin kabulüne gider. Bu yorum Ren ve Tuna nehirleriyle biçimlenen iki Avrupa’yı da beraberinde getirir. Slav dünyasıyla, klasik Katolik dünyası – yani ekumenik liderin oturduğu Roma’daki dünya-iki ayrı dünyadır. Bu iki ayrı dünya üzerindeki zıtlık giderilmiş değildir. Tipik bir örnek M.S. 962’de bir Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun varlığıdır. Büyük Otto tarafından kurulan “ne Kutsal, ne Germen, ne de Roma” olan, sözcüklerin sentetik beraberliğinden doğan bir topluluktur. O kadar ki, yani büyük Avrupa düşünün olduğu bu hadise Şarlken yani onun bir anlamda 16.yüzyılda en büyüğü sayılan Şarlken, sadece akrabalık yoluyla genişlettiği Avrupa’da, bağlantı için Almanya’ya dokuz, İspanya’ya altı, Fransa’ya yedi, İngiltere iki, İtalya’ya yedi, Hollanda’ya on yolculuk yapar. Avrupa’nın “Orjinim oradan geldi” dediği sentetik bir buluşmayla oluşan bu sömürge yoluyla Avrupa siyasetinin finansmanı sağlanır. Büyük Otto döneminde Katolikliği yüceltirken bir Alman olarak Luther’i yaşar. Nordiklerin Protestanlığı onun ebeliğinde dünyaya gelir. Birleşik Avrupa hülyasındaki bu kişi, Roma’yı talan eder. Savaşla Fransa’yı kendine katar. Otuz yedi yılın sonunda Kutsal Roma Germen İmparatorluğu dağılır. Bu tabloda, üç yeni kutup çıkar: Slav boyutuyla perçinlenen bir Roma, Hristiyanlık dünyasıyla İtalya’da şekillenen Avrupa’nın kalbi devamında Ortodoks dünyası, yani bir Hristiyanlık sapması o da Slav dünyasıyla buluşuyor. Üçüncü boyut Protestan dünyasıdır. Ortaçağ Avrupası’nda üç ayrı dünyadan oluşan bir olgu vardır. Avrupa’nın bir üst kültürde bir araya gelmesi, 1958’de yürürlüğe giren AET anlaşmasına kadar mümkün olmaz. Şarlken’den sonra Otuz Yıl Savaşları vardır. Bu Otuz Yıl Savaşları, Din savaşları, Avrupa’nın kendi içindeki hesaplaşmasıdır. Bu süreç 19. yy’ın sonuna kadar yani ulus devlet sürecine kadar, devam edecektir. Bu anlamda “Birleşik Avrupa” ancak kültürel anlamda söz konusudur. Otuz Yıl Savaşları 1648’de tamamlanır. Avrupa sınırlarını çizen, ulus devletin yolunu açan Westphalia Anlaşmasına gidilir. Westphalia Anlaşması ulusal sınırlar kadar uzlaşma ve diyaloğu da beraberinde getirir. Avrupa kültürünün en önemli olaylarından biri, dört yıl süren Westphalia Anlaşması görüşmeleridir. Sonuçta Almanlar, Avrupa önderliğini ele geçirir. Germen dünyası öne çıkar. 1707 yılındaki bir oluşum İngiltere İskoçya ile –“Union Act” yaparak bir parasal birliğine girer. İskoçya’da bu parasal birlik halinde geçerlidir. Dolayısıyla “Paraların birleştirilmesi fantazidir.” diyen Blair’e “1707’den bu yana bir bölgesel paranız var!” hatırlatmasını yapabiliriz. 1870’te bir “Latin Para Birliği’ni görünüz. Altı ülkenin beraberliğinde, Fransa’nın öncülüğünde Yunanistan’ı içeren Latin Para Birliği kurulur. Parasal birlikler Avrupa’da bir iktisadi katalizör olarak hep vardır. Euro bir siyasi kimlikle Maastrich’te gündeme geldiği için farklı ele alınmaktadır. SOSYAL DEVLET AVRUPASI Araya Bismark’ın Almanya’sından sosyal devletin temelleri girer. Yüz otuz yıl önce işyeri garantisi, sosyal güvenlik, hastalık hakkı, analık, tedavi hakları Avrupa’nın değişmez değer sisteminin öğeleri haline gelir. Bugün muhafazakar dünyanın “Bunları kaldırın! Aksi durumda yapısal uyum yapamazsınız” dedikleri olayın çerçevesi biçimlenir. Avrupa’nın iki intihar uçuşu olur: I. ve II. Dünya Savaşları! Bunlar aynı zamanda Avrupa Birliği’ne doğru giden düşünceyi de oluşturur. Tek tek ulus devletleriyle pazar çok küçük, “kavga” ise çok büyük olmaktadır. İzmir’den Konya’ya yedi saatte gittiğimiz bir ortamda, üç saatte Avrupa’da üç ülke aşılır. Ölçekler gelişmiş sanayi pazarı için çok küçüktür. Avrupa düşüncesinin mimarı Jean Monnet, altı ülkeyi Avrupa birliği içinde 1951’de biraraya getirerek, Avrupa düşünü ateşler. 1957’de Roma Anlaşması imzalanır. 1961’de Euro’nun fikri temelleri atılır. Sonrasında 1979’da Avrupa para sistemine geçilir. 1989’da Doğu Bloku dağılır. Avrupa’nın genişleme düşü Doğu Avrupa’ya doğru genişler. 1999’da Euro, dört eksikle yola çıkar. Maastricht kıstaslarına uymayan Yunanistan alınmaz. Danimarka, İsveç ve İngiltere ise bu oluşuma iradeleriyle katılmaz. 1999’da yaşanan önemli bir olay vardır. Santer Skandalı sonrası Avrupa Komisyonu Başkanı Santer AB’nın fonları yalan yanlış ve ben-merkezli dağıttı savıyla görevden alınır. Önemlidir! Çünkü bununla Toplulukta demokratik mekanizma, Komisyon değildir! Parlamento ve Konsey’dir. Santer Skandalı’ndan sonra AB’de karar alma süreci Konsey’in eline geçer. Bu gelişme bütün aday ülkeler lehine önemli bir gelişmedir. Sistemi daha demokratik kılınmıştır. Öte yandan “Agenda 2000” ile Avrupa fonları da kısılmasını artık gündemlemiştir. Klasık tarımsal fonlar, klasik bölgesel rehabilitasyon fonları eskisi gibi olmayacaktır. Lüksemburg Zirvesinde Türkiye’ye “hayır”denilmiştir. İki yıl sonraki “evet”in arkasında ne vardır? Kararın içeriğini hangi şart belirlemiştir? Zirve öncesi çıkışların % 70’i, ABD kaynaklıdır. İlginç tesadüfler yok değildir! 10 Aralık 1999’da International Herald Tribune’de, “Türkiye’nin önüne yeni bir çerçeveyle açmalıyız!” diyen yazının sahibi Yunanistan’ın Dışişleri Bakanı Papandreu’dur. 1997 – 1999 arası yaşananlar Türkiye’yi bu takvim içine alma olayı daha siyasallaşmıştır. Bir anlamda ordu kurmaya yeltenmiş, Kosova’dan dersler çıkaran, büyük patron Amerika’yı dışlamayan, onun payandası olma zorunluluğunu hisseden bir AB vardır. Türkler ve Ruslar; 19. Yüzyıldaki konumları gereği, dinsel değil, ülkesel konumları gereği Avrupa topluluğunun ebedi şüphecilik merceğinin altındadırlar. Benjamin Franklin 1787’de, “Avrupa ancak tek ve büyük devletle kendisini yok etmekten ve savaşın getirdiği tahribatlara karşı ekonomik mücadelelere karşı koruyabilir” demiştir. Köylü Savaşlarına, Otuz Yıl Savaşlarına bakarak çok içten bir saptamadır bu. ÜÇ UYGARLIK Braudel’in “Akdeniz Uygarlığı” isimli eseri hangi coğrafyalarda yaşadığımızı anlatan güzel bir metindir. Braudel “Akdeniz’de üç uygarlık var” der. Batı uygarlığı, yani önce Latin, sonra Katolik sonra da Şarlken’in imparatorluk alanı. Braudel’e göre “Hiçbiri kaynak değildir, hepsi birbirinden türetilmiş uygarlıklardır.” “Akdeniz,” der Braudel “İki sesli sonsuz bir türküdür, binbir şeyin hepsi birdendir.” O Akdeniz’in içerisinde 117 ada ve 177 kanalı olduğu, Rönesans düşüncesini beslemiş en büyük kent devleti Venedik’de St. Marco meydanında “Mahşerdeki Dört At Heykeli” Konstantinus tarafından İstanbul’da yaptırılmıştır. Venedik’e hediye edilmiştir. Fransızlarca “Venedik’ten çalınmıştır. Uygarlık yol alınca “Bu ayıp bize yeter!” denilip, heykel Fransa’dan geri gelmiştir. Bütün bu gelişmeler biraz da uygarlığın yol haritasını bizlere verir. Bizans’ın monofizmi, yani Ortodoks doktrini yeni yorumu önemli bir bölünme yaratır. Gövde çatlar! Hristiyan alemi ikiye bölünmüştür. 1453’le beraber Fatih’in aldığı İstanbul olayı salt İstanbul’un Türklerce alınması değildir. Fatih, Batıyla olan çelişkiyi yerinde tespit ederek, Batı Roma’yla bütünleşilemeyeceğini söyleyen bir kişiyi, Patrik olarak atamıştır. Demiştir ki “Din senden sorulur!” Fener Patrikhanesinin ökümenik özelliği, Fatih’in onlara bu ünvanı vermesiyle sağlanmıştır. Yetmemiştir! Fatih Ermeni camiasını da bir Patrikhane kurma yetkisi vermiştir. “Erivan’da, Ecmiadzin’de”, yani 22 kilometre ötede onların “Kudüs”ü dururken, Ermeni kolonisine Patrikhane arkasında durmanın arkasında ne vardır? Fatih “Patrik İstanbul’dan çıkacak ve ben her Patriği atayacağım” demiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin her Patrik atamasını. Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylaması, bundandır. Bu oluşumla Ecmiadzin’deki dini lider Katagigors Ermeni dini lider olmaya devam etmiştir. Patrik ise İstanbul’dadır. Cemaat hangi dini liderle ne yapacağını bilemez hale gelmiştir. Ermenistan’daki Kataggos “saymamaktadır”. Bu, seçimlerine bu yüzden Fatih’in Slav dünyasını İstanbul Patriği gitmez. “bölme” anlamında politikasının Onu bir uzantısıdır. “Üç Roma vardır” diyen Profesör İlber Ortaylı haklıdır! Çünkü 3. Roma İmparatoru aslında Fatih’dir. Ökümenlik liderliği üstünde toplayan kişi aynı zamanda bu İmparatorluğun varisidir. Bu ebedi şüphecilik bu yüzden Viyana kapılarından dayanmış bir Türklere bir de Ruslar için vardır. Avrupa birleşme sürecine girerken aslında bir çözülme süreci Frenk deyimiyle bir “mortification süreci” yaşamaktadır. Ulus devlet süreci Avrupa’da artık bitmektedir. İtalya’da, Kuzey İtalyayılar olarak, İspanya’da Fransa’da Galiçyalılar, Bask milliyetçileri, Katalonya yani Kırım’a kadar uzanan genç bir coğrafyada 25 alt ulus ve cemaat ulus devleti olma savındadır. “Birleşik Avrupa” tanımı, bugünkü coğrafyada yazılı olduğu biçimiyle 36 devletten oluşan Avrupa coğrafyası aslında çok geçici bir coğrafyadır. 2020 yılında bu 25 adaydan kaçının bağımsızlık ilan edeceği ayrı bir sorudur. Eurocentrik – Avrupa merkezli görüşler, her zaman mevcut olsa da aldanmamak gerekir. Birleşme bir çözülme süreciyle atbaşı gitmektedir. ÇOĞUNLUK ÖNE ÇIKIYOR Avrupa Birliği’ndeki yeni bir şekillenme momentumu vardır. Bir ülke yeni Avrupa yasama mekanizmasında; askıya alma rejimi Parlamentonun öne çıkmış, komisyonun yetkisizleşmiş ve Amsterdam Anlaşmasının “süspansiyon rejimi” (askıya alma rejimi) devreye girmiştir. Bu özellikler, üye ülkelerle ilişkiyi dondurma hakkı gibi önemli bir karardır. Askıya alma rejiminin gelecekte başka yansımaları beklenmelidir. Bir konjonktürel kriz halinde ortak gümrük tarifesinden doğan yükümlülükleri yerine gelmediği zaman, askıya alma hakkı doğmaktadır. Roma Anlaşmasındaki gibi ABD “Daha elastiki olayım, bu lig küme düşmeli olsun, kümeden yükselmeyle, play off’un hangi sahada oynanacağına ben karar vereyim” demiştir. 12 ülkeli “Euroland” hala ABD’nin gerisinde ve Japonya’nın çok az ötesindedir. İhracat değerleri açısından dünyanın en büyük ikinci ihracatçısı gözükmekle beraber, bunun ağırlığı bölge içindeki ihracattır. “İntra-ticaret” on beş ülkenin birbiriyle yaptıkları ticaret, 2002’den sonra, Tek Pazar ve parada, büyük oranda gerileyecektir. Avrupa düşüncesini belirleyen hakim trendler nelerdir? Dört hakim trend gözüküyor: Avrupa düşüncesinde Almanya lokomotif iken, Fransa diğer ayağıdır, yani onsuz olmaz. Bir anlamda Fransa ve Almanya Avrupa Birliği’nin “sine qua non” koşulu olmuştur. Bu ikilinin almadığı karar, karar sürecine giremez. Yıllar yılı, Türkiye ile ilgili veto kararlarının gerisinde hep Yunanistan’ın adı anılırdı. Oysa karar mekanizmasında Yunanistan’ın ne kadar kolay aşıldığı Helsinki Zirvesinde çok açık görülmüştür. İkincisi 1993 Amsterdam Anlaşmasında taraflar, yani Avrupa Birliği’nin Onbeşleri, “Bir ortak dış politika ve savunma mekanizması kuralım” demişlerdir. Bir Batı Avrupa ordusu kurma düşü de vardır. Brüksel’deki 27000 Eurokrat, yani Avrupa – teknokratı bir askeri güç oluşturma olayını uzun süre ertelemiştir. Kosova krizi sonrasında, 1998’de Saint Malov Zirvesi’nde, Blair ile Jospen biraraya gelip Eurokratları aşarak “Biz bir askeri güç olacağız” demişlerdir. Bu askeri güç bağımsız bir askeri güç değil, NATO müttefiği bir askeri güç olmaktır. “Biz konvergence ilkeleri içinde böyle bir ordu oluşturacağız, masrafları yakınlaştıracağız” şeklinde olay formüle edilmiştir. “Biz orduyu sadece bir formel buluşma olarak düşünüyoruz. Bu ordu bir bağımsız dinamik güç oluşumu değildir. Atlantik Zinciri içerisinde ABD’nin Avrupa’da oluşturduğu bir tümendir.” düşüncesi bu kararın nedendeki saklı düşüncedir. Kararı küçümsemiyorum! Gerek harcamaların kompozisyonu, gerekse Amerika ile girilecek ortak operasyonlar açısından bu ordu çok önemlidir. Atanan Yüksek Komiser, -İngiliz mantalitesi gereği Komiser diyemiyorlar, Salona, NATO eski Genel Sekreteri’dir. “NATO’nun güvenilir adamı”, yatay geçişle geldiği bu görevde Amerika etkinliğini çok açık göstermektedir. 2002 yılından sonra para biriminin euro oluşu bu siyasi oluşun üzerinde onların da öngöremeyecekleri çatlamalara neden olacaktır. Blair AB’de askeri gücü oluşturmada öncüdür. Öte yandan “Euro’da yer almayacağım.” demektedir. Bu ironik farklılığı dünya çözmek zorundadır. Birleşik Avrupa düşüncesini Euro etrafında oluşturamayan bir Avrupa, ister istemez sorunlar yaşayacaktır. Bu olayın “turnosol kağıdı” ise 2002’de Euro’nun tek para olarak tedavüle girişi ya da kalkışı olacaktır. Üçüncü eğilim daha fazla demokrasi, daha fazla demokratik mekanizmalar talebidir. Konseyin devreye girişiyle Avrupa Parlamentosu daha yoğun da devreye girmiştir. Dördüncü hakim eğilimse onbeşlere, 13 yeni aday, Avrupa Birliği’ni artık zenginlik ve refahta buluşan bir idealin dışına çıkarmaktadır. Avrupa artık taşrasıyla buluşmaktadır. Bu taşranın bir “Zenginlik Kulübü” şeklinde çalışması, gerek kaynak tahsisi, gerek kaynakların dağıtması açısından mümkün değildir. Bu mekanizmada “supra nasyonel” yani ulus ötesi diye nitelenen olayın, çok ulusal düzenleme gerektirdiği gibi bir de çelişkisi vardır. Çelişki şudur: Avrupa para biriminden sonra ulus-devlet süreci, para ve savunma konularına daha fazla dikkat etmek zorundadır. Avrupa, para birliğine geçtikten sonra çok daha kolay yalpalayan politikalar izleyebilirlerdi. Oysa şimdi Maastricht kriterleriyle, ulus-devlet çok daha fazla öne çıkmaktadır. Üstelik bu “yetki ikamesi” ilkesiyle iyice perçinlenmektedir. Ortak “yetki ikamesi” konuları sadece adalet ve içişleri ile sınırlıdır. Komisyona gündemindeki konular büyüme ve sübvansiyon olarak tanımlanmıştır. Komisyon bağımsız karar almamaktadır. Parlamento ise ulus-devletle ilişkilidir. Bu sistem içerisinde süspansiyon yani askıya alma rejimiyle beraber, ittifak oyuna geçiş, Komiser sayısının azaltılması ve harcama yetkisinin sınırlanması gibi üç yeni gelişim vardır. Komisyon kuvvetlerin ayrılığı ilkesini gözeterek karar verecektir. İttifakla karar alma yeni bir olaydır. Düne kadar çoğunluk mekanizmasıyla karar alan “Avrupa veto mekanizmasına çok bağlı bir olaydı, Fransa ve Almanya’nın oynattığı bu “kukla oyununda”, Yunan vetosu, Türkiye’nin aday üyeliğini red için yetiyordu. Şimdi ittifak oyu ile geçerek; yepyeni bir oluşum biçimi karar alma sürecini etkileyecektir. Çoğunluk daha küçük sayılarla sağlanabilecektir. AB’DE YENİ HARİTA 1957 Roma Anlaşması, Ocak 1958’de yürürlüğe girmiştir. “Bir ortak pazar tesisi yolunda ulusal ekonomilerin adım adım eritilmesi,” hedeflemiştir. Roma Anlaşmasının 237. Maddesinde “Avrupa’da sınırı olan herkes Avrupa Topluluğu’na aday olabilir” denilmektedir. Büyükelçi Semih Günver’in, yaptığı ilk başvuruda bu maddeye yollanma yapan bir gerekçe yazısı vardır. Roma anlaşması bir anlamda zenginliği paylaşma kararıdır. Roma Anlaşması’nda altı ülke, Benelüks Ülkeleri, Fransa, İtalya, Almanya varken İngiltere yoktur. 1987’te Tek Pazar Kararı, 1992’de de “bunu yapalım” dedikleri gibi bir kararı Roma Anlaşmasının sadece mal ve ticaret hareketleriyle yürüyemeyeceği kestirilerek alınmıştır. Maastricht Roma’nın tamamlayıcısı değil, yepyeni bir karardır. 1991’de Maastricht Anlaşması’yla Euro’nun çıkışı alkışlanmıştır. Ama Maastricht’te bir de politik oylama vardır. Avrupa Birliği, yani o tarihe dek Avrupa Topluluğu – AT, AB olmuştur. Bu yeni siyasi birlikle sadece değişen AB sözcüğü yıkılmasından sonra iştahlanan Avrupa, değildir. 1989 Berlin Duvarının doğu Avrupa’dan yeni üyeler alma girişimi başlatmıştır. Aday 13 ülkenin 10’unun Slav ülkesi olması çok şey söylemektedir. 13 ülkenin 10’u Sosyalist Bloktan gelmektedir. Hepsi 1939 – 1945 yıllarında Hitler tarafından işgal edilmiş coğrafyada yeralmaktadır. Burada “Drang nach Osten” dediğimiz, “Doğuya Yönelim” politikası etkilidir! Maastricht nüfuz alanlarının paylaşımı açısından bir tescildir. Maastricht Anlaşması tarafsız İsviçre’ye bile cazip gözükmüş, 1992 Mayıs’ında tam üyelik için başvurmuştur. Yeni harita birdenbire Doğu Avrupa’ya yürümektedir. Oder-Nis hattı, Polonya’nın Almanya’ya sınır hattı baz olacak şekilde II. Dünya Savaşındaki biçimine genişlemektedir. Olay “futuhatçı” Almanya’nın özlemini adeta doğrular. Genişlemenin Slav boyutunda, eski Yugoslavya’dan oluşan beş ülke ve Mağrip ayağıyla Avrupa Birliği; üç kıtaya Asya, Afrika, Avrupa’ya –yayılmış bir politik entegrasyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Artık Maastrich’le beraber siyasallaşmış bir Avrupa ile karşı karşıya olduğumuz kesindir. ODER-NİS HATTI AŞILIYOR Amsterdam Anlaşmasıyla, politik boyutun gerçekleşmektedir. Ama bir ortak dış politika savunma ve el’an yoktur. dış politika Ulus-devlet bölümü politikası egemendir. 1998 görüşmeleri, 12 ülkenin tamamını görüşmeye çağırmıştır. Bunların 6’sını öne almıştır. Türkiye hariç tüm adaylar üyelik görüşme sürecine girmiştir. Haritada sınırları Oder Nis nehrinde bitmiş olan bir Avrupa vardır. Brezinsky, “Büyük Satranç Oyunu” kitabında, Avrupa Birliği’nin toplamını NATO ve Avrupa Birliği olarak sayıp ve “Avrupa böyle bir haritayla yetinir mi?” sorusunu sorar. Buna biraz da Avrupa’nın genişleme senaryoları içerisinde ABD bakışı Avrupa’ya “Yayıl, sınırlarını nereye kadar yayarsan yay, imkanın varsa Rusya’yı da kapsa! icazeti olarak anlamak da mümkündür. AB’nin “dış ilişkileri” yani üye dışı ülkelerle ilişkisi apayrı bir boyuttur. AB bunu dokuz ilişki biçimiyle yapmaktadır. Birincisi, “genel preferanslar sistemi”dir. ABD dış ticaret sistemini andıran bir genel preferanslar sistemi olan Lome Anlaşması, 1963’te imzalanmış ve Afrika ülkeleriyle yapılmıştır. Bununla tarım ürünlerine sıfır gümrük uygulanmaktadır. Bağlantılı (Asosiye) on sekiz ülke vardır. Çok farklı işlemlerin yapıldığı bu kümede Türkiye dışında, Tunus, Filistin, İsrail ve Fas’ta vardır. Fransız egemenlik bölgeleri ağırlıklıdır. AB bir kural yaratarak, Doğu Avrupa’nın iştahını kabartmıştır. Ünlü “Kohesion Fonu” (Kaynaşma) AB bir kural getirmiş “Avrupa Topluluğu’nun milli gelir ortalamasının standart sapması % 90 olan ülkelere ben bu fonu uygularım” demiştir. 3000 doların altında kalan bütün ülkeler bu uygulama kapsamındadır. Bu üç bin dolar on iki ülkenin tamamını Macaristan ve Çek Cumhuriyeti hariç kapsamaktadır. Türkiye’nin 4. Mali Protokol’den 470 milyon ECU beklediği ortamda, fon toplamı 31 milyar ECU’dur. Fon politik gerekçelerle belirlenmektedir. Kohesion Fonu’nu eski Sosyalist Blok için yaratılan PHARE programı izlemektedir. Ticaret ve İşbirliği anlaşmasıyla Makedonya’yı içine almıştır. Eski Yugoslavya ve Bosna-Hersek kapsam dışındadır. Yine de Bosna-Hersek’in Euro’yu “hakim para” kabul ettiğini hatırdan çıkarmamak gerekir. AB’nin bu ülkeyle bir ticaret işbirliği anlaşması imzalaması kaçınılmazdır. Anlaşmaların bir kısmı Türkiye’nin AB ile imzaladığı gümrük anlaşmalarının ötesinde hükümler içerir. Barcelona Programı birtakım Magrip ülkelerini alırken, eski sömürge Fransa’sından gelmeyen Mısır, Cezayir, Lübnan, Suriye gibi ülkeleri de kapsamaktadır. Bir işbirliği anlaşmasıdır. Hoş tutma siyasetidir. Eski Sovyet Bloku ülkeleriyle, Tacikistan, Kırgızistan gibi ülkelerle yürütülen bir yoğun işbirliği programı vardır. Latin Amerika için farklı bir işbirliği programı yürütülmektedir. Asya’da ASEAN ile başlayan bir Ekonomik – Teknik İşbirliği anlaşması vardır. AB’nin G. Asya’da en iyi ilişkisi demokrasi dışında duran totaliter Laos, Kamboçya, Kuzey Kore ülkeleridir. Amerika ile de imzalanmış bir Trans – Atlantik İşbirliği vardır. Bu kademede özellikle uluslararası işbirliğini gerektiren olaylarda, kurumsal diyalogdan söz edilmektedir. Bu Trans -Atlantik İşbirliği içerisinde, Avrupa - ABD ile her düzeyde görüşmeyi taraflar arasında kurumsallaştırmaktadır. Avrupa Topluluğu Türkiye gibi üçüncü ülkelerle yaptığı ihracatın yarısını, on büyük partneriyle yapmaktadır. On büyük partnerinden sadece dördünde cari açık vermektedir. Cari açık verdiği ülkelerin tamamı yer küre üzerindeki sürükleyici güçlerden oluşmaktadır. Üçüncü ülkelerin hiçbirinde cari açık vermediği gibi ihracat artmaktadır. Türkiye, AB karşısında çok ciddi dış ticaret açığı vermektedir. Bu veriler, Avrupa’nın 3. Ülke pazarlarına taşımadan, yaşamasının mümkün olmadığını gösterir. Genellersem iki genişleme egemenlik aksı vardır. Birinci aks Doğu Avrupa aksıdır, bu Alman bölgesidir. İkincisi Akdeniz aksıdır. Fransız egemenlik bölgesidir. Bu aks ABD’yle ekonomik anlamda çarpışmaktadır. BİR SENARYO BEĞEN! AB’nin geleceğine dönük Jacques Attali dört tane senaryo geliştirir. Avrupa Yatırım Bankası (European Bank for Reconstruction an Development)’nın eski başkanı, Türkçe’ye de “21. Yüzyıl Sözlüğü” adıyla çevrilen eserinde “Bir federal Avrupa Birliği, teorik olarak çok iyi, Avrupa Komisyonu’nun bir anlamda yürütme organı olduğu, Parlamento’nun, yasama organı olduğu, Konseyin de devlet başkanlığı olduğu bir konsey yapısı teorik mümkün ama zor” diyor. Katılmamak mümkün değil! Konfedere bir Avrupa Birliği güzel bir plandır. Bu konfedere plan daha çok tabii bir Alman planı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu plan içerisinde Euro tek dinamik güçtür. Bu planda Türkiye ve Rusya yoktur. Temel hedef 500 milyona yükselmiş bir pazar erişimiyle, pazar içindeki zenginliğin paylaşımı öngörmektedir. Bu plan kuşkusuz kısmen Amerika, euro olduğu için henüz itirazı olmakla birlikte, İngiltere ve Almanya’nın planı olarak karşımıza çıkmaktadır. Üçüncü plan konfedere Avrupa Birliği 19. yy’daki gibi, ciddi bir çatlama yaratabilecektir. Üçüncü senaryoda iyice siyasallaştırılmış bir Avrupa vardır. Attali şunları söyler: - Bu plan biraz İskandinavların hoşuna gider, Benelükslerin hoşuna gider. Küçük ülkelerdir, kendilerini bir sığınakta, bir güvenli sığınakta bulacaklardır. Tabii yeni bir Dünya Savaşı’nın kıvılcımını da yakabilir” der. Avrupa’nın bu senaryonun gerçekleşmesiyle sonuçları riske etme şansı yoktur. Sonuncu senaryo; Avrupa Kıtası Birliği’dir. Burada da federatif esaslar yoktur. Fonlar çalışmayacaktır! Türkiye ve Rusya da ortaktır. Çok kültürlü, çok uyruklu bir Avrupa yapısı vardır. Bu yapı otuz beş ülkeyi toplayabilmektedir. Özgün bir gelişme dinamiği vardır. Bu model bir Fransız modeli olarak gündeme gelmektedir. Bu senaryo için ABD’li Profesör Martin Feldstein “Savaş nedenidir!” yargısındadır. Martin Feldstein’ı küçümseyemeyiz. Nobel adayıdır, iki tane Amerikan Başkanı’na Ulusal Araştırmalar Komisyonu’nda Başkanlık etmiştir. Harvard Üniversitesi öğretim üyesidir. Görüşlerini ABD’nin resmi çıkışı olarak da görmeniz mümkündür. Feldstein’in “Euro ikili bir para sistemi doğuruyor, bu para sisteminin dışında kalanlar uyum sorunu yaşayacakları için savaş çıkarmaları kaçınılmazdır” değerlendirmesi, bu senaryo üzerinde daha çok düşünüleceğini gösterir. AB’nin öncelikle nüfuz alanları paylaşımı olan merkez ülkeler perçinlemesini öngörür. Sonuçta bu olayın ticaret sapması yaratarak, rekabet eşitsizliği yaratacağı kesindir. Bu uyum programlarını Avrupa’nın, Amerika’nın NAFTA ve APEC genişlemesine paralel olarak, Avrupa’nın nüfuz alanlarını genişletmesi olarak görmek mümkündür. Euro – MED programlarıyla bir de Akdeniz açılımı vardır. Burada Fransız çıkarları egemendir. Bir işbirliği programı olmaktan çok bir anlamda Avrupalı şirketlere iş yaratılan bir programdır. Genişlemeyi dört temel soruda değerlendirebiliriz. Birincisi bundan sonraki yedi – sekiz yıllık perspektifte özle statülerle genişleme öngörülmektedir. Ancak bunun nasıl olacağının cevabı verilmemektedir. İkincisi azalan desteklerle merkez – çevre ülke ikilemi nasıl giderilecektir? Üçüncüsü, karar alma organlarını geliştirmek güzel olsa da, sekiz tane karar alıcı organ vardır. Yönetim kapasitesini geliştiremezse dinamik dünya yapısı sürecinde tökezlenmek kaçınılmazdır. Dördüncüsü, “eşitlik mi hegemonyal buluşma mı olacaktır?” sorusunun cevabıdır. AB bugünkü haliyle eşitler arasından bir büyümeden daha çok 1 – 2 eksen ülkenin egemenlik gelişmesini anlatmaktadır. Almanya’da telefon ücreti Finlandiya’nın beş katıysa, o zaman milli gelirin eşit olması önemini yitirir. Satınalma gücü farklılığı önem kazanır. “Sosyal Damping” ayrı bir soru olmaktadır. OECD “Eğer Bismark’ın sosyal kontratını yıkarsanız, bu ister istemez sosyal dampingi, mal dampingini değil ama sosyal dampingi beraberinde getirecektir. Çünkü istihdam ve atma (hire and fire) politikası ABD’de olduğu gibi sabah aldım / akşam attım politikası geçerli olursa, Vahşi Batı yaratılır” görüşündedir. Euro ile dolar için iki boyutlu bir dünyada “bir homojenik dünya, bir hegemonik para” nitelemesi yerinde olur. Hiper güç Amerika’dır. Bu ortamda yeni bir Avrupa kapitalizmi denenmektedir. Fransız lideri Jospen’in çıkışıyla “Her yiğidin kendine göre yoğurt yiyişi vardır.” Bu çıkış 2 yeni başlığı gündeme getirir: Piyasa ekonomisi ve piyasa demokrasisi... Piyasa ekonomisi bir piyasa demokrasisini eş anlamlı olarak yaratmamaktadır. Sosyal adalet etkinlikle buluşabilir mi? AB’nin bu soruyu uzun süre sorgulayacağı kesindir. Organizasyonel oluşumuyla yapısal sorunlarını giderememiş, uyum sağlayamamış bir yaşlı kıta ile karşı karşıya olduğumuz kesindir. Sizce bu oluşumda Türkiye’nin yeri var mı? Onaylı Dünya Devi: ABD BİR PRELÜD New York Kennedy Havalimanına indiğimizde insanların farklı farklı renkleri karşılar bizi. Buna altmışlı yılların ABD Başkanlarından L.Johnson’un “Büyük Toplumu” diyebilirsiniz Aslında ABD’de bir WASP (Beyaz-Anglosakson – Protestan) ve “Diğerleri” ayırımı vardır. “Diğerleri” arasında romantik ama risksiz Yunan ve Ermeni diasporaları, Afro Amerikalılar ve “uyumsuz” İspanyol asıllı Hispanikler girer. Diğerleri “eriten bir kazana” sokulur. Sürecin sonunda kültürel “Büyük Toplum” yapısı ortaya çıkar. “Diğerleri” 50’li yıllarda lider arkasından giderek isyan etti. TV’nin ikna kültürüyle, 90’larda kendisiyle barıştı. Sonra ABD kollektivizmine döndü. Başkan Roosevelt’in benzetmesiyle “% 50-50 Amerikalılık olamaz! Ancak % 100 Amerikalık vardır. Amerikalı olan ve başka bir şey olmayan!” Bu ABD’nin 1.yüzüydü ve Alan Wolfe”ın “Herşeyden Sonra Tek Ulus” kitabında ifadesini buluyordu. Wolfe, ABD’nin homojen bir orta sınıf tarafından yönetildiğini, bu sınıfın asal özelliğinin “tolerans” olduğunu vurguluyordu. 21.yüzyıla ABD, 40.000 $’lık kişi başına gelirle girdi ve 20.yy “Bir ABD Yüzyılı” oldu. ABD yüzyılının yaratıcısı Roosevelt idi. International Herald Tribune Gazetesi onu “çağın kişisi” olarak selamlandı. İktidara geldiği 1932’den sonra “ülke ve dünyayı yeniden yörüngesine koymuştu.” Yeni Düzen programını açıklarken “Korkmamız gereken tek şey korkunun kendisidir” diyordu. ABD toplumuna özgüvenini ferdine özgüvenini aşılayan Başkan Roosevelt, ABD toplumuna yeni yönünü işaretlemişti. “ABD Yüzyılı” deyimini ilk kez 1941’de Time Dergisi başyazarı H.Luce kullandı. Pearl Harbour baskınının henüz yaşamadığı ortamda, ABD’yi saran yalıtım çemberini yarmak için bu sözcük bir metafordu. Gerçek kapitalizm o tarihte başladı. Bu metafor bir atom bombasıyla gerçek olacaktır. 1945’in 6 Haziran’da, Hiroşima’ya atom bombası atan ABD, bu yalıtım çemberini yarmıştır. ABD yüzyılının başlangıcı bu atom bombasıyla olur. Ortaya çıkan güç artık “hakim” olmanın çok ötesinde “kuralları koyan ve uygulayan bir egemen”dir. Ulusal Siyaset Bilimi Derneği’nin 18.Dünya Kongresi’nde “Küreselleşme bir dünya kapitalizmi haline geldi. Bu ortamda ABD’de günlük politika, ekonominin getirdiği sorunlara baskın oldu” teması egemendi. Bir manik-depresif ekonomi yapısı oluşmuştu. Öne çıkan manik yapı; teknoloji yoğun sektörün belirlediği “yeni” ürünler Nastdaq Borsası ve çevresiydi. İçe dönük olan depresif yapı imalat sektörünün şekillendirdiği “eski” ekonomi yapı idi. Ayırımı kendi gözleriyle yapmak isteyenlere ABD’nin batısında en zengin eyaleti olan uzanmayı öneririm! San Fransisko’ya 80 km. uzaklıkta, Silicon Vadisi içinde 1-2 km.lik küçük bir tur attığımızda “iki ucu sivri ekonomi” hali o kadar açık yaşanır ki... Yer ve mekan duygusunu yitirmiş insanlar, “an”a yatırım yapan makinalarla yer değiştirmeye başlamışlardır. Burada üretilen düşüncesi eski özelliği yeni ürünlerse borsaların gözdesidir. Yıl 1989! Merkez kumandalı ve piyasa karşıtı devlet sosyalizmi çökmüştür.! Duvar yıkılmıştır... Varsayım demokrasinin olgunlaştığıdır. Oysa R. Putham ve arkadaşlarının Princeton’dan Üniversitesi’nden çıkma “Trilateral Demokraside Yanlış Giden Nedir?” eserinde okudum. Vatandaşın ciddi bir güven bunalımı vardı. 1950’lerde rakamlar 4 ABD’liden 3’ü hükümetlerinin doğru yaptığına inanıyordu. 1990’larda bu anlam tersine dönüşmüştü. Kazanda erimiş, sistemle bütünleşmiş ve hatta sosyalize olmuşsa da; git – gel ekonomisi içinde yabancılaşmış, an’a tapan sisteme güvensiz insan gerçeği vardır. Bu da kanımca ABD’nin 2. yüzüydü. ABD Brookings Enstitüsü “Ulusun büyüklüğünü” ölçmek için 450Amerikalı elite şu soruyu soruyordu: -ABD’nin 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük başarılarını 50 maddede sıralayın! Sıralama şöyleydi: 1- İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupa’nın ABD tarafından yapılandırılması 2- Oy kullanma hakkının genişlemesi 3- Kamu hizmetlerine erişimin arttırılması 4- Hastalıkların azaltılması 5- İşyerlerinde ayırımcılığın giderilmesi 50 maddenin yarıdan fazlasını (26 madde) doğrudan doğruya kamu harcaması gerektiren konuların olması kanımca çok ilginçti. Çünkü bu büyüklüğünün yönetimden çözmesini istedikleri sorularla ölçülecekse, başarının parlak olduğunu söylüyor. Brooking Enstitüsü’nün başarının anahtarı olmak “tutarlı bir strateji” ve “siyasi irade” göstermesinin altını çizmek istiyorum. Kalın çizgiler ilk 50. madde içinde yer alan, işleyen bir demokrasinin izdüşümünü verir. The Economist’in 23 Ekim 1999 tarihli “Amerikan Dünyası” sayısına göre ABD, dünyanın en başarılı ekonomisidir. Ancak gücünü nasıl kullanacağını bilmemektedir. “Uygarlıkların Çatışması” adlı tartışmalı eseriyle tanıdığımız Profesör S. Huntington’a göre çözüm “ekonomik ambargo ve askeri müdahale”den geçmektedir. “ABD’yi finansal emperyalizm ve entelektüel kolonyalizm suçlamalarından bir tek bunlar kurtaracaktır”. 1997’de bir G-7 Zirvesinde Başkan Clinton’un “ABD ekonomisindeki başarı dünya için bir model oluşturmalıdır.” sözleriyle acaba neyi kastetmişti? Güç, ambargo, askeri müdahale sözcükleri 20. yüzyıl sonunda hala yanyana dizilebiliyor. Çok irdelenen bu soruyu İ. Herald Tribune yalın hale getirerek şöyle formüle eder: - ABD’nin güvenlik ve zenginliği; global mal, sermaye, bilgi ve insan hareketliliği ile sağlanır. En önemlisi, istikrarlı ekonomik yapıyı ve refahı dünya genelinde yaygınlaştırmaktan geçmektedir. Kanımca doğrusu da budur. YA GÖSTERGELER? V. Zarmowitz’in “Journal Of Economic Perspectives” Güz – 1999 sayısında, ABD ekonomisini klasik göstergelerin ötesinde değerlendiren bir yazısı vardı. Yazara göre, ABD ekonomisi 80’li yıllarda; * Küçülmüş, * Teknolojisi yoğunlaşmış, * Servis sektörü büyümüş, * De-regüle edilmiş, * Daha iyi yönetilmiş * Küreselleşmiş konumdadır. Piyasayı piyasanın içinde varolan dinamikler yönlendirmektedir. ABD bu eğilimlerin ışığında geleceğini; * Ekonomik olarak hep şaha kalkan, * İdeolojik anlamda yükselişte, * Askeri alanda belirleyicilikte, görmektedir. ABD’nin 21. yüzyılda gücünü sürdürmesinde son sözü kuşkusuz ekonominin performansı belirleyecektir. Önlenmeyen “Devrevi Krizler” hep yaşanacaktır. Bu olgu kapitalizmin doğasında vardır. Muhafazakar The Economist Dergisinin sözleriyle, “Aşağıya düşüş kaçınılmazdır. Soru nasıldan çok, ne zaman olacağıdır.” Göstergelere dönelim! Kişi başına gelir göstergelerde hep belirleyicidir. Oysa olay fakirlik çizgisinden değerlendirildiğinde daha farklı bir görünüm kazanır. ABD Merkezi Nüfus Bürosu dört kişilik bir ailenin geçinmesi için 19.500 dolar gelir kazanma zorunluluğunu hesaplıyor. 46 milyon nüfus, yani toplumun % 17’si bu fakirlik çizgisinin altındadır. Chicago Üniversitesi’nden Profesör S. Mayer “Yoksulluk kesinlikle çözümlenmiştir” dese de, her 10 ABD yurttaşından 1’inin yoksul, 12 milyon ABD’linin de evsiz olduğunu unutmayalım. ABD’nin 26 büyük kentinde ise yoksulluk giderek artmaktadır. Gözden kaçırılmamasında yarar var: Ortalama aile geliri -yeni ekonominin etkisiyle- 1995 – 1998 döneminde % 18 artmıştır. 1967’de % 5’lik en yüksek gelirli kesimin yıllık ortalama geliri 80.000 dolardı. 30 yıl sonra aynı kesimin geliri 130.000 dolardır. En düşük kesim olan % 5’in geliri ise 20 yılda değişmeksizin, 18.000 dolarda kalmıştır. Artan servette gelir dağılımının bozulmasının koşutluğunu ABD ekonomisinin “tek yumurta ikizi” haline benzetiyorum. Yoksullukla mücadele programı etkisini ölçmek için The Economist Dergisinin ama anlamlı bir önerisi vardır: Bir kriz sonrası nehir altında yatan insanlar sayılmalıdır. Ne dersiniz, sizce yoksul sayısında artış olur mu? Bildiğimiz her beş çocuktan 1’inin açlık sınırında olduğudur. Bu, Batı Avrupa’nın 2 katından daha fazladır. Dört zenci aileden biri açlık sınırındadır. Yoksulların % 40’ı kentte yaşamaktadır. Ağırlık gençlerdir. Sağlık Yardımı türü programlar son 15 yılda büyük artış göstermekle birlikte, yoksulluğun özü değişmemiştir. Yoksul ailelerin % 60’ında en bir işçi aile ferdinin olması, işsizlikle yoksulluk bağlantısını gösterir. “Yeni Ekonomi”, niteliksiz işgücünü tümüyle devre dışı bırakma olanağını bulmuştur. Normal bir işçi yılda ortalama 2.000 saat çalışırken, yoksul bir işçinin çalışabildiği işgünü 1.000 saati geçmemektedir. Gelir dağılımındaki bozulmayı besleyen başka veriler var. Maryland Üniversitesi’nden Profesör Bill Galston, 1970-2000 dönemi üç çarpıcı bir tespit yapıyor. Orta sınıfı altı grup 30 yılda % 30’dan 10 puan gerilemiştir. 50 bin $ üstü geliri olan orta sınıf zenginleri ise 15 puan artış göstermiştir. Bu “kısmı” çıkarken, bir “kısmı” inmektedir! Ama galiba bir ulus, iki sosyal grup gerçeği fazla değişmeden.... ABD’nin en temel kurumlarından biri olan Vergi Denetim Servisi (IRS) verilerine göre son 10 yılda zengin hem daha zengin oldu, hem de daha az vergi verdi. 1989 – 1998 döneminde “en tepedeki” % 1’in geliri, enflasyondan arındırılmış haliyle % 40 arttı. “En alttaki” % 90’ın geliri aynı dönemde sadece % 5 artmıştı. Hesapça “en tepedeki” ve “en aşağıdaki”ler arasında artış “sadece” sekiz kat oynamış oluyordu. Oysa “en tepedekiler”in federal vergiler içindeki payı 1992 düzeyindeydi. Rakamla anlatırsam, 1998’de en tepedekilerin ortalama gelirleri 816.189 dolara ulaştı. Aynı yıl her dolarda verginin payı % 27 idi. Bu pay 1996’da % 29’du. Sermaye kazançları vergisi düşmüş, en tepedekiler sermaye piyasalarından daha fazla kazanır hale gelmişti. Gelirlerin Gelir Vergisi İçi Payı Kanımca burada yalın bir gerçek var. Profesör Krugman’a göre ABD’de refah “Çan Eğrisi” biçiminde değil, “Güç ve İktidar” kuramına göre dağılır. Nüfusun % 25’inin, gelirin % 80’ini elinde tutmasının başka bir yorumu nasıl olur ki? 21. YY ABD ÇAĞI MI? ABD’nin değişmeyen bir gerçeği var: Zenginlik kaynaklarının çokluğundan doğsa da, gerçek başarısı bu kaynakların organize edebilmesidir. Devlet bunun için vatandaşının ekonomik haklarını gözetmiş, korumuştur. Gereken hassas ayarlar zamanında yapılmıştır. Bir de ekonominin yeni gerçeğini söyleyelim: ABD ekonomisindeki gelişmenin, teknoloji ve yenilikçi uygulamadan kaynaklandığı söylenir. Oysa kanımca en önemlisi ekonomik koşullar ve iklimdir. Bu ortam, şirketlere yeni teknolojilerini uyarlama olanağı vermiştir. Görülmüştür ki; esnek sermaye piyasaları ve uygun ekonomik iklim en az yeni teknolojiler kadar önemlidir. ABD Hazine Eski Bakanı Summers’in ilginç bir saptaması vardır: Teknolojinin yeni bir ekonomi yapılanmasının yol almasıyla birlikte, hisse sahipleri kar dağıtım için yarattıkları baskılar, ekonominin meyve veren ağaç olması için etkili olmuştur. Nüfus (milyon) OECD GSMH’si içi Dünya İhracatı içi Dünya Döviz Rezervi içi Payı Payı Payı (Mil.$) (%) (%) ABD 263 .33 .20 49 JAPONYA 125 .21 .11 172 AB 370 .38 .21 349 Bu saptamaya iki seçkin akademisyen farklı boyutlar getirdi. Harvard’dan Profesör G.Mankiw yeni dönemde şirketlerin artan oranlı rekabetinde, kârların niye düşmediğini sordu. Profesör Krugman, ABD piyasa yapısında kararlı oligopolistlik yapının (2-3 firmanın piyasa davranışlarını ve ürün fiyatını etkilediği piyasa biçimi) çok yüksek kârların nedeni olarak gösterdi. Birleştirirsek, yüksek kârlılık yüksek kâr dağıtım eylemiyle buluşuyordu. Yoksulluk çizgisi altında kalan 50 milyon nüfusun gözardı edersek iyi bir performans var. ABD ekonomisini belirleyen 4 temel olgu var: 1. Şirket kârlıkları artık geçici değil nerdeyse hal yaşıyor. 2. ABD mali piyasalarında iniş çıkışlar yaşansa da, dinamizmi artıyor. 3. Ekonomide yatırım stoku artış gösteriyor. Risk sermayesinde her yıl geometrik bir artış görülüyor. 4. Kısa dönem korkusu olan konjonktürel etki devresi giderek devresi giderek devre dışına çıkıyor. Bu veriler, önümüzdeki yüzyılın da “2.ABD Yüzyılı” olup olmayacağı sorusuna gündeme getiriyor. Birkaç olguyu daha ekleyelim: * FED; ABD’de enflasyonu adeta yok etti. 1990’da % 6.5 olan yıllık fiyat artışı, 10 yıl sonra % 2.5 yüzeyine geriledi. * Genişleme/Daralma devresinden oluşan ekonomik evreler keskin özelliğini kaybetti. * Para politikası ABD’nin ekonomik performansının atası haline geldi. Artık “uygun/kıvam” enflasyon oranı kabulü var. Enflasyonun denetlenebilmesi, ABD Hazinesini para hacmini kısmaktan kurtardı. Bu da istikrarın pekişme nedenidir. * ABD Cumhurbaşkanlarının artık ortak yönetim paydası oluşmuştu. Bütçe açıkları kabul edilemez kılınmıştı. * Temel girdi fiyatları ve işgücü piyasası ölçülü gelişti. Güçlü dolar tamamlayıcı oldu. ABD’de yaşananlar birkaç yıla sığmaz. Olay, 100 yılı aşan bir birikimin ve sürecin sonucudur. 1825’TE Eriye Kanalı’nın açılmasıyla, New York bir ticari kent haline geldi. Roosevelt “Yeni Milliyetçilik” sloganıyla eylemci yayılımcı hükümetlere zemin hazırladı.1924’te yenilenen Göç Yasasıyla “Amerikalılaşma Hareketi” başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrası “Otomobil devrimi” ise ABD insanını dünyanın en hareketli insanı kıldı. Bu gelişim eyaletlerarası uzanan otoyollarla beslendi. Büyük kriz ve soğuk savaş yılları; güçlü, merkezi ulusal hükümet gereğini ortaya çıkardı. Tüm aksi söylemlere karşın “güçlü devlet” değişmeksizin korundu. ABD’nin 20 ayrı yerleşim merkezinde üretim bölgeleri yaratıldı. 1990’da şirket kapitilizasyon oranı, ABD milli gelirin % 20’si iken, 2000 yılında % 160 oldu. Dış borçların milli gelir içi payı, 20 yılda % 7’den % 20’ye yükseldi. Dünya rekabet sıralamasında 1998-2000 döneminde ABD 3 yıldır değişmez bir lider haline geldi. “International Institute for Management”in hayat kalitesini, ekonomik performansla buluşturması, bu liderliğin önemini kanımca artırıyordu. ABD için yine de “Büyük Ekonomi, Küçük Demokrasi” saptamasının yaygınca yapılıyor olması düşündürücü değil mi? İSTİHDAM PİYASASI NE YAPIYOR? Ekonominin yeniden yapılanmasıyla ABD’de işgücü piyasası çok değişti. “Sendika olgusu” ortadan kalktı. 1994’te sendikalı işgücünün ücret endeksi 132 iken, sendikasız işçinin ücret endeksi 131 idi. İzleyen yıl, sendikalı işçinin endeksi 127’ye gerilerken, sendikasız işçinin 130 oldu. Bugün sendikalının ücret endeksi 115 puanken, sendikasız işçinin ücreti 130 puandır. Sendikalı işgücü yeni ekonomiden “Sarı kart” gördü. İstihdam piyasasındaki gelişmeleri şöyle sıralayabilirim: * 1996-1999 döneminde istihdam 7 milyon insan artış gösterdi. * Üretken emeğin önemi ortaya çıktı. * Emek verimliliği büyük sıçrama yaptı. * Ücret artışı büyüme oranının altında kaldı. Ücretler enflasyonist döngüye girme olasılığı doğurmadı. İşsiz sayısı doğal işsizlik oranının altında kalarak, ücretlerin artması için baskı oluşturmadı. * Mevsimlik geçici istihdam sayıca ve önemce arttı. * 6 milyon göçmen işçi, - ki bunların yarısı komşu Meksika’dandır – ekonomide taze kan rolünü üstlendi. BM-İLO kayıtlarına göre ABD’li işgücü dünyanın en çalışkanıdır. 1980’de yılda ortalama 1883 saat çalışan ABD işgücü bunu 1997’de 1996 saate çıkarmış. 140 ülkeyi kapsayan kıyaslama, ABD’li işçinin üretimde de “şampiyon” olduğunu kanıtlıyor. Bir Alman işçisi, ortalama yılda 46.000 $, Fransız işçisi 48.000 $’lık mal üretebilirken ABD işçisi 50.000 $’a ulaşıyor. ABD’DE SİLAH GERÇEĞİ ABD’de bir bilgisayar alacaksanız yarım gününüzü ayırın. Silah alacaksanız yarım saat yeterlidir! Colorado Üniversitesi hocası Profesör P.N. Limerick’in sözleriyle “ABD’nin batısında şiddet artık bir gerçekçiliktir.” Çocukların (0-8 yaş) 37 eyalette serbestçe silah alabildiği bir ortamda bu saptama kimseye şaşırtıcı gelmemeli. 51 eyaletin 42’si, çocukların ölümünde ebebeyni sorumlu tutsa da, ceza 2.000 $ gibi komik bir paradır. Bütün bu olayların arkasında duran kanımca ülkenin 1 no’lu sektöre olan silah endüstrisidir. 1993-2000 döneminde silah endüstrisi 13 birleşme (füzyon) olayı yaşayarak, piyasanın “3 El Gerçeği”ni oluşturmuştur. Her birinin cirosu Türkiye milli gelirinin nerdeyse %10’u büyüklüktedir. Silah üreticilerinin ortaya çıkan ciroları aşağıdaki dökümden açıklıkla görülmektedir: Eski Adı Yeni Adı Ciro (Milyar $) Lockheed Martin Marietta GE Aerospace Lockheed Martin 20 $ Boing 19 $ Raytheon 10 $ Northrop Grumman 4$ Loral General Dynamics Boeing Rockwell Mc Donnell Douglas GM Hughes E-Systems Raytheon Texas ınstruments Northrop Westinghouse Grumman Dünyada önde gelen 20 silah üreticisi arasında ABD’nin 8 şirketi liderdir. 1995 itibariyle sektörün toplam cirosu içinde ABD şirketlerinin payı % 60’ıdır. ABD silah endüstrisi her yıl Rusya, Almanya, İngiltere, Çin ve Fransa toplamından fazla silah ihraç etmektedir. ABD’nin silah alımı Avrupa toplamından % 50 fazladır. Savunma harcamaları her yıl 100 milyar $’a ulaşmaktadır. Bunun 40 milyar $’ının araştırma giderlerine harcanması, endüstriyi geliştiren nesnel ortamı bizlere anlatmaktadır. Kuşkusuz dünyayı tehdit eden “nükleer güç” sadece ABD’den ibaret değil. Halen 6 ülkede nükleer başlık var. Bütün bu veriler ne anlama geliyor? Nobel Barış ödülü sahibi Oscar Arias sorunun karmaşık cevabını şu tümceler içinde aramış: - ABD’nin demokratik olmayan ülkelere silah ihracı ciddi artış göstermektedir. ABD’de silah endüstrisi federal hükümetten artan ölçüde sübvansiyon almaktadır. Bu destek sıralamada ülkenin en büyük ikinci desteğidir. 19992004 döneminde, ABD’nin savunma amaçlı silah alımında % 50 artış vardır. Bu ortam içinde Nobel Barış ödülü almış 17 kişinin yürüttüğü silah satışlarının kısıtlanmasına ilişkin uluslararası sözleşme görüşmelerine, ABD’nin duyarsız kalması düşündürücüdür. Bu veriyi daha ekleyeyim: ABD’nin 75 ülkeye silah satış ambargosu var. ABD Kongresi 60 adet ambargo kararı almış. Kararların büyük bir kısmı 80’li yılların sonrasına ait. Uygulanan ambargo ise toplam sayının %10’unun geçmiyor. 75 ülkeye varolan silah satış yasağında, etkin uygulama 7’yi geçmiyor. Silah satışları zaten niye düşsün ki? GLOBALLEŞME: BİR YENİ SİLAH ABD’nin 16.Başkanı Abraham Lincoln, “ABD, dünyanın en son ve en iyi umududur” diyordu. Bu “son” ve “iyinin” neden buluşmadığı sorusunu, ABD eski Hazine Bakan yardımcılarından biri şu cevabı vermiş: - Avrupa’nın ABD’ye artan oranda düşmanlığı globalleşmeden doğan artan rahatsızlıktır. Sam Amca’yı günah keçisi olmaktan kurtarmadıkça, bu böyle sürecektir... Globalleşmenin soyutlama (izolasyonizm) karşıtı kullanıldığı, toplumların artan oranda küreselleşme korkusuna (globalfobia) kapıldığı bir ortamda, ABD küresel liderliğini günah keçisi olmadan nasıl sürdürecektir? Harvard Üniversitesi Kennedy School Dekanı Profesör J.S.Nye’ya göre, ABD yumuşak ürünler (soft power) ihraç etmelidir! Bunlar; ABD değerlerini özümsemiş kültürel ürünler olmalıdır. ABD-Carnigie Enstitüsü bu projeyi çok destekleyerek, “Dünya genelinde demokrasiyi destekleme ve geliştirmek” adını vermektedir. ABD Başkanlarından Carter Enstitüsü Başkanı Carter ise projeye katkıda bulunarak, “ABD barış rolünde aşırı hata yapan konumundan sıyrılmalıdır” sözleriyle “yumuşak mal”ın nasıl paketleneceğini anlatmaktadır. ABD; BM’de Güvenlik Konseyi’ni dikkate almalı, STK’larla daha fazla işbirliği yaparak çalışmalıdır. Anımsatalım: ABD’nin Vietnam savaşına kadar sloganı “Dünyanın Düzeni”ydi. Başkan 1. Bush Körfez Savaşı’nda sloganı “Yeni Dünya Düzeni”ne çevirdi. Eklenen salt “Yeni” sözcüğü değildi. ABD’nin belirleyici rolü 90’larda artık kırılmaz-bükülmez konuma gelmişti. Yine de bu bükülmez güç, egemen olma da zorlanıyor. Bu nedenle ABD’nin eski Paris Büyükelçisi yeni dünya düzeni yerine “Popüler Kapitalizm” sözcüğünün ikame edilmesini öneriyordu. Bu hem Avrupa’nın arayışına daha uygun olacak, hem de “3.Yol” özelliği taşıyacaktı. DOLAR VAR, ALIR MISINIZ? Küresel egemenliğin yeni aleti dolar! “Güçlü dolar, ABD’nin çıkarınadır” ifadesi formülün gizemini oluşturuyor. Buna dönük alandaki siyaset kısa vadeli bir bakışla belirlenmiyor. Dış ticaretle ağırlıklandırılmış doların değeri, 1950’dan bu yana 130 endeks değerine ulaşmış. (1990=100). İki ayrı partiden olma 2 ABD Başkanı döneminde görev yapan 3 Hazine Bakanında dolar küçük iniş-çıkışlar dışında değerini hep korumuş. Başkan 2.Bush döneminde görev üstlenen Hazine Bakanı Paul O’Niell döneminde de bir olumsuzluk beklenmiyor. Güçlü dolar bence ABD’nin “stratejik tercihi”dir. Kilit soru; ABD dış ticaret açığının bu ülke için ne kadar “sürdürülebilir” olduğudur. 1996’da milli gelirin % 1.7’si kadar açık veren cari işlem dengesi, 1998’de % 2.5’a, 1999’dada % 3.6’ya ve 2000 yılında % 4.5’a ulaştı. 2001’de bir değişim öngörülmediğine göre, güçlü doların sürdürülebilir maliyeti, % 4.5’lık bir açıkta zorlanmıyor. Dış ticaretin, ABD ulusal geliri içindeki büyüklüğü esasen “küçük”. 10.533 milyar $’lık ABD GSMH’sın da 700 milyar $’lık ihracat ve 950 milyar $ civarında ithalat, cari dengedeki 150 milyar $’lık açık, ABD’nin gerçekten “küçük büyüklükleri” olarak kalıyor. ABD dünya ticaretinin % 9’unu elinde tutuyor. Bu, hemen nerdeyse AB’nin 15 üyesinin toplamına yakın. Maliyetin getirisi ise açık! ABD, dünyanın en fazla sermaye ithal eden ülkesi. Güçlü doların ABD içi yatırımları desteklemesi, tahvil piyasasını olumlu etkilenmesi, faiz hadlerini düşük tutması gibi başkaca avantajları da var. 1990’dan bu yana sürdürülen güçlü dolar politikası ABD için yüksek ve istikrarlı bir büyümenin en önemli aracı. Kesin olan bir olay var. “Güçsüz dolar ile ihracatı destekle” politikası artık geride kaldı. Bunun yerine “Güçlü dolar ile mali piyasaları büyüt” dönemine geçildi. Birinci dönemin temsilcileri tarım ürünü ve mal ihracatı temsil eden gelenekçi görüş sahipleriydi. 2.görüşün temsilciliğini ise mali piyasalar yapıyor. ABD dolarının gücü bugünün olayı değildir. Uluslararası Ekonomi Enstitüsü Başkanı Profesör F.Bergsten’e göre ABD’nin üstünlük süreci, sterlinin 1931’de develüasyonuyla başlar. Bretton Woods bölgesinde altın-dolar eşdeğerliğinin kalkmasından sonra, dolar bir kırılma yaşar. Sonrasında gerek Yen, gerekse DM’a karşı bir yükselmenin yaşandığı 1980’ler vardır. Bu yıllar, Başkan Reagan’ın “Güçlü ABD’nin yıldız savaşlarına hazırlandığı süper güç oluşumu tanımını yaptığı yıllardaki döneme denk düşmektedir. 90’lı yıllarda “İstikrarlı Güçlü Bir Dolar” dönemine girilmiştir. Şimdi de belki yeni bir dönem başlamaktadır: Dolarizasyon!.. Bu görüşün birçok sahibi var. Ama Florida Senatörü C. Mack tarafından ilk kez açıklıkla kamuoyuna sunuldu. Senatör Mack “global köye” dönüşen dünyada, 150’den fazla ulusal paranın varlığını gereksiz niteliyor. Yerine bir “Uluslararası Parasal İstikrar Paktı” öneriyor. Bu Pakt’ın içinde yeralmak isteyen ülke doları resmi para birimi olarak benimseyebilecek. Senatör, dünya genelinde dolara geçen ülke sayısı açıklamasa da bu uygulamayla Panama’nın refahını arttırdığını kaydediyor. Bu “pratik?” öneri Profesör J. Sachs ve F. Larrain tarafından “Dolarizasyon: Kurtuluş mu, Deli Gömleği mi?” başlığı altında “Foreign Policy” dergiside ele alındı. Yazarlar, dolarizasyon önerisini “mantıksız” hatta “pervasız” buldu. Bu akademisyenlere göre, dolarizasyonla doğan en önemli tehlike bağımsız bir para politikası için bir manevra alanının kalmamasıdır. Saptamanın da en önemli yanı da bu! Manevra alanı... Toplum mühendisliği yaparak, dolar gibi bir dış değişkenle denge ummanın Arjantin’in başına 2000’de ördüğü çorap ortadadır. Son bir not: Dünyada tam dolarize olmuş sadece 4 ülke var: Marşhal Adaları, Mikronezya Palau ve Panama. Dördünün toplam nüfusu 3 milyon, milli gelirleri ise 10 milyar $’ı bulmuyor. Unutmadan ekleyelim: Kervana son olarak Honduras da katıldı. Sonucu ise henüz belirsiz. Sadede gelsek nasıl olur? GREENSPAN’DE KİM? Bence dolarizasyon değil ama bir “İngiliz Konuşan Ekonomi Grubu” gerçeğiyle karış karşıyayız. Anglo-Amerika dünyasının 4 büyük ülkesinin (Britanya, ABD, Avusturalya, Kanada) ortak özelliği, uyumlu bir büyüme eğilimi içinde olmaları geliyor. Yıllık Büyüme %’si MG içi Borsa Değeri Kap. %’si ABD 3.9 122 BRİTANYA 2.1 143 KANADA 3.0 62 AVUSTURALYA 5.1 64 (1998) Profesor Krugman uyumun yarattığı gelişimi mizahi bir dille açıklamış: “Onlar liberallerin şampiyonu Prefesör Friedman’ı orijinal metninden okuyabildikleri için bu sonucu alıyorlar!” İngilizce Konuşan Ekonomi Grubu’nun önemli bir özelliği var: İngiltere hariç hepsinin para birimi dolar adını taşıyor. ABD doları ise grubun kıblesi durumunda. Bu yüzden FT’nin deneyimli köşe yazarı S. Britan’a kulak asmakta yara var: “Dolar’ı izle gerisine boş ver!”. Yine de önerisine “Amerikanlaşma Dersini Almak” adını vermekten geri kalmıyor. ABD’de ise egemen korku ne $ değeri, ne de büyümedir. Korku derinliklere gizlenmiş bir paranoya olan enflasyondur! Zira enflasyon % 3’lere yükselince, sermaye piyasalarının hareketliliği artıyor. Tüketici fiyatlarındaki yükseliş sinyalleri sonrası, 14 Nisan 2000 Nasdaq Borsası bir günde % 9.7, Dow Jones % 5.6, S & P 500 % 5.7 düşüş gösterir. Bu yüzden FED’in temel faiz ayarlamaları, ekonominin aşırı ısınması durumunda maliyet baskılı enflasyonun önlenmesi için hayati önem taşıyor. İşte bu ortamda unutulmaması gereken bir portre de Alan Greenspan’dır. Greenspan, 14 yıl önce, 1987 yılının Ağustos ayında ABD Başkanı Reagan tarafından göreve getirildi. Durgunluk yaratma pahasına, enflasyonu tek haneli oranlara indirilmiş bir ekonomi devralmıştı. Uzmanlar işinin kolay olduğu sonucunda birleşti. Göreve gelişinden iki ay sonra, 19 Ekim 1987’de hisse senedi piyasasının çöküşü -Dow Jones endeksi yüzde 22.6 düştü- ile gösler kurtarıcı olarak Greenspan’a çevrildi. Greenspan son derece basit bir strateji uygulayarak ekonomi el kitaplarında yazılanları uyguladı. Para politikasını gevşetti, faizleri aşağı çekti. Çok geçmeden hisse senedi fiyatları yükselişe geçti. Aslında yazıldığı kadar kolay olmayan bu operasyonu kararlılıkla gerçekleştiren Greenspan, ekonominin kurtarıcısı haline geldi. Greenspan’ın 2004’e dek görevinin başında olacağına göre dolar da onun görev süresinde değerli kalmada ısrarlı olacak. Greenspan ABD’ye 2. Dünya Savaşından bu yana kesintisiz en uzun büyüme evresini yaşattı. 1990’lı yıllarda % 3’ler yüzeyinde büyüyen ABD ekonomisi, vatandaşın tüketiciye % 5’ler düzeyinde her yıl bir tüketim artışı sağladı. Yeni dönemde ne olacak? Paul O’Niell 2. Başkan Bush’un Hazine Bakanı’nın olarak beyanı açık: - ABD dünya krizlerine müdahale etme sorumluluğu taşımaz. Tüm krizler kapitalizmin yanlışından değil kapitalizmin yokluğundan doğar. ABD Hazine Bakanı IMF’yi itfaiyeye benzeterek “ideal dünyada itfaiye yerini hiç terketmeden yangını önler” diyor. Yorum gerekmiyor: ABD müdahalelerini artık göremeyeceğiz! YENİ EKONOMİ Mİ, VERİMLİLİK Mİ? Adına “Yeni Ekonomi” diyorlar. Görenleri onu ABD’nin batı yakasında yerleşik olduğunu söylüyor. Kod adı Silicon Valley. Adını San Francisco ile San Jose arasında sıkışmış vadiden alıyor. Günümüzde bu vadi bir ekonomik çekim merkezi olmuş. Yeni ekonomi kimi yerde vadi, kimi yerde bilim merkezi, kimi yerde de teknopark adıyla birlikte anılıyor. Yeni ekonominin ortak paydası ise yapılan yatırımların ileri teknolojik ürünlerde yoğunlaşmış olması. Kaliforniya Ekonomisi Enstitüsü, bu alanda öncü olan Silicon vadisinde yaşayan ve üreten 2 milyon insanın yıllık gelirini 65 milyar $ olarak kestiriyor. Bu toplam 15 milyonluk Şili’nin toplam hasılatına eşdeğer. Türkiye toplamının ise üçte biri yıllık ortalama ücret 43 bin $. Bilgisayar endüstrisinde bu ücretler iki kat artıyor. Vadide 6.000 teknoloji kuruluşunun yıllık 200 milyar $’lık cirosu Türkiye’ye eşit. Risk sermayesiyle yani ekonomi bir, bütünlük sağladı. 2000 yılında risk sermayesinin toplam yatırımı 108 milyar $. Bunun “47 milyar $’ı bilişim 12 milyar $’ı ise iletişim teknolojilerine yapılmış. Silicon Valley’e ABD içinden ve dışından taklitleri çıkıyor. İşte taklitçilerden bir demet: Silicon Desert (Utah), Silicon Alley (New York), Silicon Hills (Austin), Silicon Forest (Seattle). Yurtdışındaki taklitçiler arasında Tayvan, İsrail, Hindistan, Britanya, Fransa ve Malezya var. Fransa her zamanki farklı duruşu için kendi teknoloji parkına “Avrupa’daki Kaliforniya” diyor. Malezya klasik iddiası içinde uygulamaya “Multi Medya Süper Koridoru” adını veriyor. Ülke 100 bin insanın yaşayacağı koridor kent için 750 km2’lik alan tahsisi yapmış. Yatırımın toplamı ise 40 milyar $’ı buluyor. Silicon Valley’deki gelişmeleri izleyen ABD Stanford Üniversitesi’nin endişeşi, yeni fikirlerden kaynaklanan ileri teknoloji yatırımlarının azalan verim yasasının etkisinden nasıl uzak tutulacağı. Önemli bir soru! Daha önemlisi bu cevabın verilmemiş olması. Verimin belli bir dönemden sonra azalacağını öngören yasa bir yana, yani ekonominin anı anına uymayan kırılgan bir yapısı var. Die Welt’e göre en büyük ileri teknoloji bölgesi Tokyo-Osaka arasındaki megalopolis. İstihdam edilen insan sayısı 700 bin. 300 bin istihdamla Silicon Valley izliyor. 230 bin istihdamla ABD’nin 2. büyük teknoloji bölgesi “Route 128” olarak anılan Boston ve Kuzeyi. Avrupa’daki en büyük ileri teknoloji bölgesi Londra ile Galler arasındaki bölgede ve 320 bin kişilik istihdamı var. Almanya’da, Siemens öncülüğüyle Münih çevresinde kurulan İsar Valley teknoloji bölgesi var. 3. Dünyada tek büyük Teknoloji Bölgesi Hindistan Silicon Valley’i ülkenin güneyinde Bangalore içinde yer alıyor. 230 bin insanlık bir istihdam kapasitesi yaratılmış. Bu sayısal değerleri bir yere itersek, karşımıza ilginç bir gerçeklik çıkıyor. Bilişim teknolojilerinin istihdam çarpanı çok zayıf. İşte kanıtı: Silicon Valley’de kişi başına katma değer 5 yılda 120 bin $’a yükselmiş. 1997’de yeni ekonomi burada yılda 61.000 yeni istihdam alanı yaratırken, 1999’da bu sayı 21.000’e düşmüş. Verimlilikle istihdam arasında ters orantılı ilişkinin varlığı bu uygulamayla açık seçik görülüyor. Öğrendiklerimiz bununla sınırlı değil! Verimlilik, milli gelire ciddi sıçramalar da yaptırıyor. Fiyat artışları bastıran etkisi ise işin cabası. ABD’de 1995-2000 döneminde verimlilik yılda % 2.2 artmış. Tarım sektörünü kapsam dışı tutarsak verimlilik 2000 yılında % 5 gibi yüksek bir oranda artmış. Aynı dönemde GSMH artışı % 4. Sonuç çıkaralım derseniz, her yarım puanlık verimlilik artışı 1 puanlık GSMH artışına zemin yaratıyor. Verimliliğin sonuçlarına Profesör W. D. Nordhaus’un itirazı var. 3 araştırmasıyla hem nedenlere, hem de nasıllara yer veriyor. Temel savı çıktı ile girdi arasındaki net fazlanın parasal değer olarak ölçülmesi olan verimlilik de ürün palentinde yapılan Prof. Nordhaus değişikliğin hiç dikkate alınmadığını savlıyor. Açık anlatımıyla, verimliliğin üründen ürüne değişik ele alınması gerektiğini belirtiyor. Paranın baz oluşturan görgül saptaması da şu: Bilişim teknolojisini kullanan ancak bunu üretmeyen mallarda verimlilik % 100 arttı! Ülke teknolojik dönüşümleri ve fiyat gerilemesiyle birlikte bakarsak, 1800 – 1840 arasında buhar makinası buluşunun etkisiyle genel fiyatlar % 3 civarında düşmüş. 1970 – 2000 döneminde Bilişim ise teknolojilerinin fiyat düşüşüne etkisi ise % 30’a varıyor. Genel fiyatlar açısından 1900 – 2000 yılları arasında, zorunlu malların tamamında fiyatların gerilediği ortaya çıkıyor. Buna ekonomimizin reel teknolojinin insanoğluna armağanı diyelim! 1991’den bu yana ABD ekonomisi % 40 oranda büyüdü. 20 milyon insana yeni istihdam olanağı yaratıldı. İşsizlik son 30 yılın en düşük düzeyinde düştü. Risk sermayesi yılda 50 milyar $’lık bir büyüklüğe ulaştı. Şirket birleşmeleri yılda 2 Trilyon $’lık bir değere geldi. 268 milyon nüfuslu 9 Trilyon $’a ulaştı. Ekonomide, tüketim harcamaları ise yılda % 5.5 artıyor. Bu verilerin gizemi “Yeni Ekonomi” deyiminde aranıyor. Öyle olduğundan kuşkum var. Ekonomi kitaplarında yeni bir kural var. Uygun bir ekonomik iklimin yaratılmasıyla yüksek bir büyüme ve düşük işsizlik oranı bir arada gerçekleşebiliyor. İşte bu olgu istihdam yaratırken enflasyon etkisini vurgulayan kuramı geçersiz kılıyor. Çünkü bu bağ uygun iklimde artık söz konusu değil. ABD’nin 1800 – 2000 yılları arasında 200 yıllık dönemde büyüme ortalaması % 3.7. Yeni ve eski ekonomi ayrımını yapmak bu yüzden çok anlamlı gözükmüyor. Ama ekonomik yapıda önemli olan değişim ve yenilikler. Son 10 yılda bu değişimin göstergesi ABD’nin teknolojik yatırımları arttı. Firma bazında maliyetler azaldı. Etkinlik yükseldi. İşgücü piyasasının organize özelliği yokoldu. İşgücü maliyetleri düştü. Finansal piyasaların serbestleşmesiyle dışa açılma süreci hızlandı. Belki de yeni olan ortan etkinlikle ekonominin verimliliğinin ABD tarihinin en yüksek düzeyine çıktı. Tescil edilen patent sayısı 10 yıl öncesine göre 2 kat fazla arttı. Bu verimlilik, Eski Başkan Clinton’un sözleriyle “ABD’ye tarihimizin en uzun dönemli büyüme hızını yaşarken, gerçekleştirdiğimiz ekonomik dönüşüm, yeni bir sınai devrimin yaşanmasına olanak tanıdı.” Nobel Ekonomi sahibi Profesör R. Solow’un “Bilgisayar çağını en çok verimlilik analizlerinde görürsünüz.” Bu amaçla kullanılan yeni kavram “Çok Faktörlü Verimlilik (ÇFV).” Bu kavram içinde emek verimliliği, emekle birlikte kullanılan artan oranlı sermaye ve genel teknolojik gelişim var. Böyle bakıldığında ÇFV 1995 – 2000 döneminde bir önceki beş yıla göre % 100 ilerleme kaydetti. A. Toffler’in 80’li yıllarda yazdığı “Şok” adını taşıyan eserinde “3. İhtilal”de hep bir süper teknolojik yapı söz edilirdi. Bence işin aslı verim artışı dediğimiz bir temel gerçeklikte gizliydi. Yeni ekonominin hisse senetlerinin yer aldığı Nasdaq bu yüzden prim yapıyor! Akademik görüşlere de kulak asalım: Princeton Üniversitesinde Profesör R. Shiller eserinde ekonomi de “Ponzi Şeması”nın çalıştığını savlıyor. Şemaya adını veren Charles Ponzi, paydaşlarına yeni paydaşlarından topladığı paraları ödeyerek, bir saadet zinciri kurduğunu savlayan bir sahtekardı. Profesör Shiller yeni ekonominin bu yöntemle para toplayıp – toplamadığını sorguluyor. Yargısı, Ponzi Şeması Kadar bir Levi Strauss stratejisinin izlendiği. Herkes altın ararken onlar altın arayıcısına kot pantolon satmak istiyorlar. “Dot.com”lar nema sağlamasa bile, internet altyapısı pazarlayan şirketlerin çıplak değeri artıyor. Tartışmayı biraz daha açalım: 2000 yılında kabul gören 21 Borsa – aralarında IMKB yok. Toronto, Milan ve İsviçre borsaları dışında ciddi düşüşler göstermiş. Düşüş, Seul Borsası’nda % 51’e varıyor. Yeni teknolojinin kabesi olarak kabul edilen Nasdaq’ta bu ortamdan payını almış (-% 39). Zirveye göre düşüşü % 50’yi buluyor. Bu açık veriler yeni ekonomiden çok yeni ekonomi kaosundan sözetmeyi daha akıl karı kılmıyor mu? 2000 yılı başında dünyanın en büyük internet kuruluşu Americana Online (AOL) ile dünyanın en büyük yayın kuruluşu Time Warner birleşme kararı aldı. Ocak 2000’de 340 milyar $ olan Pazar fiyatı, Aralık 2000’de 140 milyar $’a gerilemişti. Herhalde yeni yazılan ders kitapları bir de “sanal fiyat”dan sözedecek. FT gazetesi olayı “Çıkmaz Sokak” sözleriyle değerlendirilmiş. Mizahi bir anlatımla “bir yeni ekonomi şirketi ihtisna organda iki kere yeralıyor” diyor. Birincisinde zirveye tırmanma ve ikincisinde ise düşüşte. 1995 – 2000 dönemi “med” dalgası sonrası olaya bağlı bir “cezir” dalgası etkisi yaşıyor. Clinton kabinesinde Çalışma Bakanı olan Prof Reich “The Future Sucess” başlıklı eserinde yeni ekonominin tek yararının üniversitelerin arasındaki farkı belli etmesinde görüyor. Borsalardaki iniş ve çıkışlardan oluşan oynaklık (volatilite) yeni ekonominin artık “küçük tansiyonu” 2000’li yıllardaki oynaklık 1987’li ortamdan daha fazla. Şimdi madalyonun öbür yüzüne bakalım: ABD dünyanın en borçlu ülkesi. Dünyadaki toplam devlet borcunun % 45 – 50’lik dilimi bu ülke tarafından gerçekleştiriliyor. Özel sektörün borcu ABD GSMH’nın % 130’luk büyüklüğüne ulaşmış. Devlet kadar, ABD vatandaşı da borçlu. Vatandaşın 2000 yılı itibariyle hisse senedine bağladığı para, toplam yıllık harcanabilir gelirine göre % 170’lik bir büyüklüğe ulaşmış. 10 yıl önce bu % 50 düzeyindeydi. Dünyanın hiçbir ülkesinde, vatandaşların menkul kıymet yatırımı toplam harcanabilir gelirini aşmıyor! ABD hariç... ABD borçlanması ülke içi etkili bir olay olmakla kılmıyor. Ağustos 2000’de New York borsasında 18.2 trilyon $’lık toplam piyasa içinde yabancı şirketlerin payı % 34’e ulaşmıştı. Bir yıl önce bu oran % 26 idi. ABD şirketlerinin 1999 – 2000 yılı döneminde toplam değer değişimi % 8.1 ile sınırlı kalırken, yabancı şirketlerin değeri % 55 artmıştı. Dünyaya yön veren 5 borsanın 2000 piyasa değeri 25 trilyon $. ABD’nin payı % 70’e ulaşıyor. Bu durumda ABD “Sermayenin Başkenti” ünvanıyla dünyanın sırtından, dünyanın en borçlusu olabiliyor... 2001’de ABD ekonomisi yavaşlamaya başladı işten çıkarmalar hızlandı. Bu bir kriz başlangıcı mıydı? “Kelebek Ekonomisi” ve “Ekonominin Ölümü” çalışmalarından tanıdığımız Paul Gmerod “Depresyonlar Küçücük bir olaydan çıkabilir. Bu krizlerin öngörülebilirliğini azaltıyor” görüşünü taşıyor. Gmerod, quantum fiziğinin nedensellik ilkesini yoketmesiyle, tezinin daha fazla dayanak kazandığını söylüyor. Yazar, 1870’den bu yana ekonomiyi negatif yönde etkileyen 300 olgunun varolduğunu kaydediyor. Milyonlarca iktisadi aktörün davranışı ve karşılıklı etkileşimi artık bir kriz nedeni olabiliyor. PERDEYİ KAPATIRKEN... Beyaz Amerikalının mitosu açıktır: Düşler, dünyada gerçekleştirilmek için vardır. Bu amaç için çok çalışmak ve iradeli olmak yeterlidir. Zenginlik mutlu olmanın yoludur. Mutluluksa, tüketim cennetinde yaşamaktır... Bir mitos 1980’lerde tüm defolarıyla hayata geçti! Son 20 yılda ABD tarihinin her döneminden daha fazla sınıf atlama örneği yaşandığını söylemeliyim. ABD için eşsiz bir benzetmeyi Immanuel Wallerstein “Liberalizmden Sonra” eserinde şöyle yansıtır: - Öyle görünüyor ki, Tanrı rahmetini ABD’ye üç kez bağışlamış: Günümüzde, geçmişte ve gelecekte. Günümüzde refah, geçmişte özgürlük, gelecekte eşitlik... Wallenstein galiba haklı... Unutmayalım ki “Özgürlük Şehidi” Martin Luther King’in 28 Ağustos 1963’te yaptığı “Benim Bir Düşüm Var!” başlıklı konuşmasındaki gündem hala hayata geçmeyi bekliyor. Onun sözleriyle, “Eğer ABD, büyük bir devletse, bu düş gerçek olmak zorundadır...” Başkan Clinton 54 yaşında 8 yıldır oturduğu koltuğu 43. Başkana devredeken yaptığı konuşmadan bir dizi ekonomik olgu sıraladı. Kişi başına gelir 12 bin dolar artmıştı. 22 milyon insana yeni iş alanı yaratılmıştı. Enflasyon % 2’lere düşmüş, 29 yıl açık veren bütçe 230 milyon $ fazla vermişti. Bu gelişme “Her Amerikalıya özlemlerini gidermesi için gerekli amaçları ve koşulları yaratmasına dönüktü.” M. Luther King’in “Düş”ü sizce bu muydu?