Güneş Sistemi Dışındaki Gezegenler ve Dünya

advertisement
GÜNEŞ SİSTEMİ
DIŞINDAKİ
GEZEGENLER
ve
DÜNYADIŞI YAŞAM
Doç.Dr. Günay TAŞ
12. Amatör Astronomlar Yazokulu, 2008
Ege Üniversitesi Gözlemevi, Bornova – İzmir
Giriş
Yaşadığımız gezegen dışında ortaya çıkacak yaşam
“dünyadışı yaşam” olarak adlandırılır. Bu tamamen
kuramsal bir kavramdır. Günümüzde kabul görecek hiçbir
bilimsel kanıta rastlanmamıştır. Çoğu bilim insanı, eğer
dünyadışı yaşam varsa, bu yaşamın evrenin farklı
parçalarında birbirinden bağımsız olarak ortaya çıktığını
düşünmektedir.
Alternatif bir varsayım “panspermia” dır. Bu varsayım,
yaşamın tek bir yerde ortaya çıktığı ve sonra üzerinde
yaşanabilir gezegenler arasında yayıldığını önerir. Bu iki
varsayım birbirine kapalı değildir.
Dünyadışı yaşam üzerine çalışan bilim alanı “astrobiyoloji,
ekobiyoloji ya da xenobiyoloji” olarak bilinir. Dünyadışı
yaşam formlarının bakteri boyutundan akıllı canlılara kadar
olan bir aralıkta olduğu kabuller yapılır.
Dünyadışı yaşamın oluşabileceği ve gelişebileceği yerler
için hem güneş sistemiin diğer gezegenleri ve uyduları hem
de yıldızına uygun uzaklıkta bulunan gezegenli sistemler
incelenmektedir.
Biyokimya
Yer gezegeni üzerindeki tüm yaşam, biyokimyasal reaksiyonların
oluştuğu ve çözücü olarak suyun kullanılmasıyla karbon elementinin
büyük parçalar halinde inşa edilmesine dayanır
dayanır.. Kimyasal biçimiyle
su ve karbon kombinasyonu (CH2O)n şekerlerin kimyasal biçimidir
biçimidir..
Bunlar hem yaşamın sürmesi için gereken enerjiyi hem de yaşam için
gerekli yapısal elementlerin oluşmasını sağlarlar
sağlarlar.. Yaşam hem metan
türevleri hem de karbon oksidler şeklindeki karbon durumlarını
gerektirir.. Aynı zamanda tüm proteinlerdeki türevi azaltılmış amonyak
gerektirir
şeklindeki nitrojen, bazı gerekli proteinlerdeki hidrojen sülfidin türevi
olarak sülfür ve genetik malzemedeki ve enerji aktarımındaki
fosfatlara okside olmuş (oksijenle birleşmiş) fosfor da gerekir
gerekir.. Çözücü
madde olarak yeterince su, biyokimyasal maddelerin öğeleri olarak
yeterince oksijen sağlar
sağlar..
Saf su nötr bir pH’a sahip olduğu için kullanışlıdır
kullanışlıdır.. Sonuç olarak,
aynı şekilde hem pozitif metal iyonlarını hem de negatif metal
olmayan iyonları çözebilir
çözebilir.. Üstelik, organik moleküllerin ya hidrofobik
(sucul olmayan) ya da hidrofilik (suda çözülebilen) olması, suyla
birbirine eklenmiş (bağlanmış) üyeler oluşturarak organik bileşikler
meydan getirme yeteneğine sahip olmalarını sağlar
sağlar.. Katı suyun (buz)
sıvı sudan daha az yoğun olması, buzun yüzmesi dolayısıyla da Yer’in
okyanuslarının yavaş bir şekilde donarak katılaşmasını engellemesi
anlamına gelir
gelir..
Ek olarak, su molekülleri arasındaki Van der Waals
kuvvetleri buharlaşmayla enerjiyi depolama yeteneği verir
verir.. Bu,
ortalama bir iklime tropik bölgelerde soğumaya ve kutuplarda
ısınmaya, yaşam için gereksinim duyulan termodinamik bir kararlılık
oluşturmaya yardım eder
eder..
Yer’deki yaşam için karbon temeldir
temeldir.. Çünkü nitrojen, oksijen ve hidrojen
gibi metal olmayan çeşitli elementlerle kimyasal kovalent bağlar
oluşturmakta sınırsız bir esnekliğe sahiptir
sahiptir.. Karbondioksit ve su birlikte
şekerlerde güneş enerjisinin saklanmasını sağlar, örneğin glukoz gibi
gibi..
Glukozun oksidasyonu, tüm diğer biyokimyasal reaksiyonların
başarılabilmesi için gerekli yakıtı sağlayan biyokimyasal enerjiyi salar
salar..
Organik asidleri (-COOH) ve amin bazları (-NH
NH2
2) oluşturma yeteneği, uzun
polimer peptidler ve monomer amino asitlerden katalitik proteinler inşa
etmek, yalnız DNA (genetik bilginin depolandığı molekül) inşa etmek için
değil aynı zamanda hücre boyutundaki yaşamın da olmazsa olmaz temel
enerjisi adenozin trifosfatın (ATP) da inşa edilmesinde kullanılan fosfatlarla
yapılandırılmasında suyun çıkarıldığı nötralizasyon reaksiyonlarını oluşturma
olasılığını sağlar
sağlar.. Yukarıda belirtilen kimyasal elementlerin belli göreli
bolluklarda olmaları ve yaşamın sürdürülmesindeki kullanışlılıkları nedeniyle
evrenin herhangi bir yerinde de uzun süre yaşamın oluşması için temel
elemanlar olduğunun varsayılmasına neden olmuştur
olmuştur.. Bununla birlikte,
başka elementler ve çözücüler de yaşamın oluşmasına bir temel
sağlayabilirler..
sağlayabilirler
Karbona alternatif olarak alınan genellikle
silikondur..
silikondur
Silikon yaşam formları, kristal
bir yapıya sahip olacak şekilde önerilir ve
yıldızına yakın yüksek sıcaklıklı gezegenlerdeki olası
yaşam üzerine geliştirilen kuramlarda karşımıza çıkar
çıkar..
Sudan çok amonyak üzerine kurulu yaşam formlarının da
gözönüne alındığı varsayımlar vardır
vardır..
Dünyadışı Yaşam Üzerine Düşünceler:
Dün ve Bugün
Eski Asur, Mısır, Arabistan, Çin, Babil, Hindistan ve Sümer’de kozmoloji doğaüstü
anlamındaydı ve dünyadışı canlılara ilişkin ortaya çıkan düşünce ya da onun
tasarlanışını, tanrılar, şeytanlar ya da bu tür varlıklardan ayırmak zor olmasına
rağmen, dünyadışı yaşam üzerine inanışlarla bu ülkelerde karşılaşıldığı kabul
edilir. Evrende başka gezegenler dolayısyla da başka yaşamlar olabileceğini öne
süren ilk önemli batılı düşünürler MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda Thales ve öğrencisi
Anaximander olmuştur. Aristo tarafından savunulan ve Ptolemy tarafından
kanunlaştırılan yer merkezli evren anlayışıyla başlayan dünyadışı yaşama karşı
düşünceler, teleskobun keşfi ve yer merkezli evren kuramına Kopernikçi yaklaşım
sayesinde değişmiştir. Günümüze kadar çok sayıda filozof ve bilimci gezegenimiz
dışında gezegenler ve onların üzerinde yaşamlar olabileceği üzerine düşüncelerini
dile getirmişlerdir.
Dünyadışı canlılarla iletişim kurma konusunda modern çağdaki en ünlü çaba, M13
küresel kümesine gönderilen dijital mesajdır: Arecibo mesajı. Dünyadışı yaşam
olasılığı üzerine çalışmalar 20. yy boyunca da sürmüştür. Gerçekte, Bilimsel
Devrimden güneş sistemine uydu uçuşlarının başladığı modern çağa kadar geçen
kabaca üç yüzyıl, batıda dünyadışı yaşam üzerine inanışın en üst noktaya ulaştığı
süreç olmuştur. Pek çok gökbilimci, düşünür ve din adamı dünyadışı canlıların
olabileceğini kabul etmektedirler. Bu eğilim sonunda güneş sistemindeki olası
dünyadışı yaşamın olabileceği yerlere uyduların gönderilmesiyle sonuçlandı. Ay bir
olasılık olarak hiç bir şekilde düşünülmedi. Venüs ve Mars ise uzun süre gerçek
birer aday oldular, ancak yaşama dair hiç bir ize rastlanmadı. Güneş
sistemimizdeki Io, Europa ve Titan gibi bazı büyük aylar da benzer bir şekilde
yaşam izi göstermediler, ancak sahip oldukları jeotermik güçler (Io’nun volkanları,
Europa’nın okyanusu ve Titan’ın kalın atmosferi) aslında ne kadar geniş bir
aralıkta yaşam barındırabilecek yer bulunabileceğinin bir göstergesi oldular.
İleri gitmiş dünyadışı canlıların kasti olarak kozmik bir sessizlik içinde kaldıkları
varsayımı da bir olasılık olmasına rağmen, kırk yıllık bir çabadan sonra zeki bir
radyo sinyaline benzer herhangi bir şey keşfetmek konusunda SETI’nin başarısız
olması, kısmen başlangıçtaki iyimserliği azaltmıştır.
Dünyadışı Yaşam İçin Yapılan Bilimsel Araştırmalar
Dünyadışı yaşam araştırmaları doğrudan ve
dolaylı
olmak
üzere
iki
biçimde
yapılmaktadır. NASA Kepler Mission güneş
sistemi dışındaki gezegenlerin araştırılması
için 2008 Kasım’ında fırlatılacak şekilde
planlanan bir uydudur.
Bilimciler Mars’ın yüzeyinde çalışmalar
yaparak,
yeryüzüne
düşen
meteorları
inceleyerek güneş sistemi içindeki tek
hücreli yaşama
dair
doğrudan kanıt
aramaktadırlar.
Diğer
bir
doğrudan
inceleme altına alınan cisim, yüzeyinin
altında su bulunduran dolayısıyla yaşam
barındırabileceği
düşünülen
Jüpiter’in
aylarından Europa’dır.
Mars üzerinde geçmişte varolmuş ya da
günümüzde de var olabilecek mikrobik
boyutlarda bir yaşam için çok sınırlı bir
kanıta ulaşılmıştır. Viking uzay aracı
Mars’ın ısınan yüzeyinden gaz salmaları
olduğunu bildirmiştir ve bazı kanıtlar,
mikropların olabileceğine ilişkin uygun bir
görüntü ortaya koymuştur. Ancak, diğer
çalışmalardan Viking bulgularına herhangi
bir destek gelmemiştir dolayısıyla biyolojik
bir reaksiyonun olmadığı düşüncesi daha
olabilir
görünmektedir.
Bu
olaylardan
bağımsız bir şekilde 1996’da Mars’dan
fırlatıldığı
düşünülen
bir
meteoritte
(ALH84001) bakteriye benzer yapıların
keşfedildiği bildirildi.
Şubat 2005’de NASA bilimcileri Mars üzerindeki
olası yaşama dair kuvvetli bir kanıt buldular.
Mars’ın atmosferinde Yer üzerindeki ilkel yaşam
biçimlerinin metan üretimine benzer metan
izleri gördüler. Ancak daha sonra bu
iddialarından vazgeçtiler.
Tüm bu sonuçsuz çabalara rağmen ESA’nın bir
konferans sırasında yaptığı resmi olmayan bir
araştırmaya göre bilimcilerin %75’i Mars’ta
yaşam olduğuna inanmaktadır.
Terrestrial Planet Finder NASA tarafından Yer
benzeri gezegenleri bulmak üzere tasarlanmış bir
kızılöte interferometredir. 2007’de fırlatılması
düşünülmekle beraber bütçede yapılan kısatlama
nedeniyle kaderi belirsizleşmiştir. Bu araştırma,
uzayda teknoloji geliştirmiş herhangi bir
topluluğun radyo yayını yapacağı kuramına
dayanmaktadır. SETI gibi projeler zeki yaşamın
varlığını onaylayacak bir radyo aktivite
bulabilmek için bir astronomik araştırma
yürütülmektedir.
Darwin, ESA tarafından Yer benzeri gezegenleri
bulmak ve atmosferlerini analiz etmek üzere
dizayn edilmiş bir uydudur.
COROT uydusu Fransız Uzay Ajansı tarafından
güneş sistemi dışındaki gezegenleri araştırmak
üzere 2006’da fırlatıldı.
Yer’e en yakın sistem olan Alfa Centauri’nin yaşam
barındıran gezegenlere sahip olabileceği
önerilmiştir.
24 Nisan 2007 tarihinde La Silla’daki ESO (European Southern
Observatory)’da ilk Yer benzeri gezegen bulunmuştur. Yer’den
20.5 ışık yılı (194 trilyon km) uzaklıkta bulunan kırmızı yıldız
Gliese 581’in yaşam oluşabilecek bir bölgesinde yerleşmiş
olan Gliese 581c gezegeni keşfedildi. Henüz gezegen
hakkında çok fazla bilgimiz olmamasına rağmen, gezegenin
sıvı su içerebileceği düşünülmektedir.
Gökbilimciler güneş sistemi dışındaki gezegenler için de
araştırmalar yapıyorlar. Bu gezegenlerde yaşam olasılığı da
gözönünde tutuluyor. Özellikle güneş benzeri kaliteye sahip
olan Gliese 581c ve OGLE
OGLE--2005
2005--BLG
BLG--390Lb
390Lb.. Günümüzdeki
radyo keşif yöntemleri bu tür bir araştırma için elverişsizdir.
Çünkü son teknoloji ile ortaya çıkan çözümleme gücü güneş
sistemi sışındaki gezegenlerin ayıntılı bir şekilde çalışılması
için yetersizdir. Gelecekteki teleskoplar yaşam
barındırabilecek gezegenleri çalışabilecek güçte olmalıdır,
örneğin atmosferindeki oksijen gibi önemli elementleri
belirleyebilecek tayfbilim araçlarına sahip olmalıdır.
Güneş Sistemindeki Dünyadışı Yaşam
v
v
v
v
v
v
v
Europa buzdan kabuğunun altındaki okyanusdan dolayı mikrobik
bir yaşama evsahipliği yapıyor olabilir.
Mars üzerinde geçmişte ve şimdi sıvı su bulunduğuna ilişkin yaygın
bir kabul vardır. Mars’ın atmosferinde metan bulunmuştur. Mars
Global Surveyor’un bazı fotoğraflarında Mars yüzeyinde bir akışın
izleri görülmüştür. Bunun su mu karbondioksit mi olduğu
belirsizdir.
Jüpiter gibi dev gaz gezegenler için Carl Sagan yüzen hayvanlar
varsayımını ortaya koymuştur. Sözkonusu olan Jüpiter olduğunda
orada olabilecek yaşam sudan ziyade amonyak bazlı olacaktır.
Ganymede ve Callisto
Callisto’nun
’nun yüzeyi altında okyanus olma olasılığı
vardır.
Satürn için de Jüpiter’de olduğu gibi yüzen canlılar olasılığı
düşünülmüştür.
Enceladus’un
Enceladus
’un gelgel-git etkileriyle ısıtılmış buzaltı okyanuslarında
jeotermal aktivite ve subuharı olasılığı vardır.
Titan (Satürn’ün en büyük uydusu), önemli miktada atmosferi
olduğu bilinen tek aydır ve yakın zaman önce Huygens uydusu
tarafından ziyaret edilmiştir. En son keşifler göstermiştir ki ne global
ne de geniş alanlara yayılan okyanuslar yoktur. Ancak yüzey
üzerinde küçük ya da sezonluk sıvı hidrokarbon göller vardır.
Güneş Sistemi Dışındaki Gezegenler
26 Haziran 2008 itibariyle güneş sistemi
dışında gezegen sayısı bilinen 304’tür.
Büyük bir çoğunluğu dolaylı yollarla
bulunmuştur. Pek çoğu Yer’den çok
büyük daha ziyade Jüpiter benzeri dev
gezegenlerdir. Bilinen güneş sistemi
dışında gezegenler bir yıldızın
yörüngesinde olanlardır. Bunların
dışında gezegen kütleli cisimler de
vardır. Bunlar herhangi bir yıldızın
yörüngesinde olmayan gezegenlerdir.
Uluslararası Astronomi Birliği’nin
gezegen tanımının dışında kalan bu
cisimler burada konu edilmeyecektir.
1855’de Capt. W.S. Jacob Madras
Gözlemevi’nde yaptığı gözlemler
sonucunda 70 Ophiuchi çift sisteminin
yörüngesinde anormallikler olduğunu ve
bu anormallikleri yaratan etkinin büyük
bir olasılıkla bir gezegen olduğunu
bildirdiği günden itibaren geçen bir
yüzyılı aşkın süre boyunca güneş sistemi
dışında gezegen bulma çalışmaları
yapılmıştır. Güneş sistemi dışında ilk
1990’larda gezegen keşfi yapılmıştır.
Güneş Sistemi Dışındaki Gezegenlerin Keşfi İçin
Kullanılan Yöntemler
Gezegenler çevrelerinde dolandıkları yıldızlardan
çok sönüktürler. Görünür dalgaboylarında
yıldızlarından milyon kat daha sönük olurlar.
Üstelik yıldızlar ışınımlarıyla gezegenlerini çok
büyük miktarda aydınlatırlar. Bundan dolayı
teleskoplar güneş sistemi dışındaki
gezegenleri doğrudan görüntüleyemez. Eğer
gezegen yıldızından oldukça uzakta ve büyük
çaplıysa (Jüpiter’den daha büyük), o zaman
gezegenin görülebilme olasılığı artar. Güneş
sistemi dışında bulunan gezegenler için bu
yüzden genellikle dolaylı yöntemler kullanılır.
Günümüzde altı dolaylı yol keşif için
kullanılmaktadır;
u
Astrometri: Yıldızın gökyüzündeki
konumunu tam olarak ölçmek ve zamanla
konum değişimleri olup olmadığını
gözlemsel olarak belirlemek için kullanılır.
Eğer yıldız bir gezegene sahipse, gezegenin
çekimsel etkisi yıldızın kendisinin ortak
kütle merkezleri çevresinde küçük bir
dairesel ya da eliptik yörüngede hareket
etmesine neden olacaktır.
u
Dikine Hız: Doppler yöntemi olarak da bilinir.
Yıldızın Yer’e doğru ya da Yer’den öteye
hareket etmesiyle hızda değişimler olur ve bu
da Yer’e göre yıldızın dikine hızında değişimler
olarak ortaya çıkar. Bu değişimler, Doppler
etkisinden dolayı yıldızın tayf çizgilerindeki
yer değiştirmelerden belirlenebilir. Gezegen
avcıları tarafından en verimli olarak
kullanılan yöntemdir.
u
u
u
u
Atarca Zamanlamaları: Atarcalar
süpernova patlamalarından geriye kalan
çok yoğun demir çekirdeklerdir ve
dönerlerken düzenli bir şekilde radyo
yayını yaparlar. Gözlenen radyo
atmalarındaki zamanlarda küçük
anormalliklerin olması, bir gezegenin
olmasından dolayı atarcanın
hareketlerindeki değişiklerin izlenmesinde
kullanılabilir.
Transit Yöntemi: Bir gezegen yıldızının
önünden geçerken, yıldızın görsel
parlaklığında küçük azalmalara neden
olacaktır. Sönme miktarı gezegenin boyutuna
bağlı olarak değişecektir.
Çekimsel Mercek: Bir yıldızın çekimsel
alanı bir mercek gibi davrandığında, uzak
bir ardalan yıldızının ışığı abartılı bir
şekilde büyür, böylece çekimsel mercek
olayı ortaya çıkar. Eğer merceklenen ön
alan yıldızı bir gezegene sahipse, o zaman
gezegenin sahip olduğu çekimsel alan
merceklenme etkisine keşfedilebilir bir
katkı yapabilir.
Yıldızı Saran Disk: Pek çok yıldızı saran toz
diskler vardır ve bu toz keşfedilebilir. Çünkü
herhangi bir ışığı soğurur ve kızılöte
dalgaboylarında yeniden salar. Toz
disklerdeki özellikler bazen tüm boyutuyla
gezegenlerin varlığını gösterir.
İsimlendirme
Bir yıldızın yörüngesinde olduğu bulunan ilk gezegen “b
“b”
harfiyle başlayacak şekilde isimledirilir, örneğin 51 Pegasi b.
Sonraki gezegen “c
“c”, “d
“d” şeklinde isimlendirilmeye devam
eder. Gezegenlerin isimlendirilme sırası keşif sırasına göredir,
yörüngedeki konumlarına göre değildir.
değildir. Örneğin Gliese 876
sistemindeki en son keşfedilen gezegen Gliese 876 d’dir. Oysa
ki Gliese 876 b ve Gliese 876 c’den yıldıza daha yakındır.
51 Pegasi b’nin 1995’deki keşfinden önce güneş sistemi
dışındaki gezegenler farklı bir şekilde isimlendirilirdi. İlk
güneş sistemi dışındaki gezegen bir atarca çevresinde
bulundu ve büyük harflerle adlandırıldı: PSR 1257+12 B ve
PSR 1257+12 C. Aynı atarca etrafında atarcaya daha yakın
bir gezegen bulunduğunda ona PSR 1257+12 A ismi verildi D
değil. Bazı güneş sistemi dışı gezegenler resmi olmayan
takma isimlerle isimlendirildiler. Örneğin HD 209458 b’nin
resmi olmayan ismi “Osiris
“Osiris”” ve 51 Pegasi b’nin ise
“Bellerophon
Bellerophon”dur.
”dur. Uluslararası Astronomi Birliği (IAU) henüz
güneş sistemi dışı gezegenlerin resmi olarak
isimlendirilmesine pratik olmadığı için başlamamıştır.
Güneş Sistemi Dışı Gezegenlerin Genel Özellikleri
Ø
Ø
Ø
Ø
Ø
Ø
Ø
Ø
Güneş sistemi dışı gezegenlerin bilinen en iyi örnekleri güneşimize benzer F, G ve K tayf türünden anakol yıldızlarının
çevresinde bulunmuştur. Bunun nedenlerinden biri gezegen araştırma programlarının bu tür yıldızları programına
almasıdır. İstatistik çalışmalar göstermiştir ki küçük kütleli (kırmızı) yıldızlar kendi kütlelerine uygun daha küçük kütleli
gezegenlere sahiptirler ve dolayısıyla keşifleri daha da zordur. O yıldızları ise foto-buharlaşma etkisi üreterek çevrelerinde
gezegen oluşumunu engelleyen yıldızlardır.
Yıldızlar başlıca hidrojen ve helyum gibi hafif elementlerden yapılmıştır. Aynı zamanda az miktarda demir gibi daha ağır
elementler de içerirler. Daha yüksek metal bolluğuna sahip olan yıldızların bir gezegene sahip olma olasılığı daha
yüksektir. Daha düşük metal bolluğuna sahip olan yıldızlara göre metalce zengin olanlar daha büyük kütleli gezegenlere
sahip olma eğilimindedirler.
Keşfedilen gezegenlerin çoğunluğu yüksek kütlelere sahiptir. İçlerinden yalnız ikisi Yer kütlesinin 10 katı kütleye sahiptir.
Çoğu, güneş sisteminin en büyük gezegeni olan Jüpiter’den çok daha büyük kütlededir. Bununla beraber, bu büyük
kütleler gözlemsel seçim etkisinin sonucudur: tüm keşif yöntemleri büyük kütleli gezegenleri keşfedebilme yeteneğine
sahiptir. Bu eğilim istatistiksel bir analiz yapmayı zorlaştırır. Fakat küçük kütleli gezegenlerin daha büyük kütleli
olanlardan çok daha yaygın olduğu açıktır. Ek olarak, keşifleri zor olmasına rağmen gökbilimciler son dönemde kütlesi
gezegenimizin bir kaç katı olan bir kaç gezegen keşfetmeyi başarmıştır.
Güneş sistemi dışındaki gezegenlerin büyük bir çoğunluğunun önemli bir kısmının tıpkı bizim güneş sistemimizdeki dev
gezegenlerde olduğu gibi gaz olduğuna inanılır. Bununla birlikte bu durum yalnız transit yöntemle çalışılmış güneş sistemi
dışı gezegenler için doğrulanmıştır. Bilinen en küçük güneş sistemi dışı gezegenlerin bir kaçının iç güneş sistemindekine
benzer şekilde kaya yapıda olduğundan şüphelenilmektedir.
Büyük gezegenler yıldız oluşumundan hemen sonra oluşurlar. Satürn ve Jüpiter gibi dev bir gaz gezegenin tamamen
oluşması yaklaşık 3 ile 30 milyon yıl alır. Küçük gezegenlerin ise tam bir gezegen olmaları için gereken süre bir kaç yüz
milyon yıldır.
Gezegenlerin manyetosferi onu yıldız rüzgarlarından korur. Bir gezegenin manyetosfere sahip olabilmesi için sıvı bir metal
çekirdeğe sahip olması ve dönmesi gerekir. Manyetosfersiz gezegenler yıldız rüzgarları nedeniyle atmosferlerini kaybederler.
Mars gibi daha küçük gezegenlerde sıvı çekirdek hızlı bir şekilde donar. Daha büyük kütleli gezegenler çekirdeklerinin sıvı
olarak kalmasını daha uzun süre korurlar. Gezegenlerin yörüngelerindeki Ay’ları da gezegenin manyetosferi sayesinde
yıldız rüzgarından korunur. Örneğin Satürn’ün uydusu Titan dev gezegenin manyetosferi sayesinde kısmen güneş
rüzgarından korunur. Ek olarak, Satürn’e yakınlığı sayesinde sağlanan çekimsel sıkıştırmadan dolayı, boyutuna rağmen
Titan hâlâ sıvı çekirdeğini korumaktadır. Hubble Uzay Teleskobu’nun gözlemleri güneş sistemi dışı gezegenlerin etrafında
bir manyetik alan olma olasılığını göstermiştir. HD179949 yıldızının yörüngesinde bir gaz gezegen vardır ve büyük
olasılıkla bir manyetik alanı vardır.
Güneş sistemi dışındaki gezegenler yıldızlarına, güneş sistemindeki gezegenlerin Güneş’e olan yakınlığından çok daha
yakındırlar. Bu da bir gözlemsel seçim etkisi olabilir.
Dikine hız yöntemi daha küçük yörüngelerde dolanan gezegenlere çok daha duyarlıdır. Başlangıçta gökbilimcileri bu “sıcak
Jüpiter’ler” şaşırtmıştı. Fakat şu anda oldukça açıktır ki güneş sistemi dışındaki gezegenler (ya da en azından büyük
kütleli olanlar) çok daha büyük yörüngelere sahiptir. Çoğu güneş sistemi dışı gezegen sistemlerinde güneş sistemimizdeki
gibi Jüpiter ve Satürn’ünkiyle kıyaslanabilecek yörüngelerde dolanan dev gezegenler bulunması oldukça mantıklı
görünmektedir.
Ø
Ø
Ø
Ø
Ø
Ø
Yörüngenin basıklığı yörüngenin ne kadar eliptik olduğunun (uzanımının) bir ölçüsüdür. En iyi bilinen güneş
sistemi dışı gezegenler oldukça basık yörüngelerdedir. Bu bir gözlemsel seçim etkisi değildir, çünkü bir gezegen
yörüngesinin ne kadar basık olduğu gözönüne alınmadan da keşfedilebilir. Eliptik yörüngelerin yaygın olması
büyük bir bilmecedir. Çünkü gezegen oluşumu üzerine günümüzdeki kuramlar gezegenlerin dairesel
yörüngelerde oluştuğunu önermektedir. Olası bir kuram şudur: T cüceleri (metan içeren kahverengi cüceler) gibi
küçük bileşenler bu tür güneş sistemlerinde olabilir ve uç gezegen yörüngeleri oluşmasına neden oluyor olabilir.
Bu düşünce güneş sistemimizin alışılmadık bir örnek olduğuna kanıt olabilir, çünkü tüm gezegenleri dairesel
yörüngelere sahiptir.
NASA tarafından yapılan araştırmalar, güneş sistemi dışındaki bir gezegenin üzerindeki bitki örtüsünün
renginin tahmin edilebilir olduğunu göstermiştir. Güneş sistemi dışındaki bir gezegenin üzerindeki bitki örtüsü
yeşil, sarı ya da kırmızı olabilir. Bitki örtüsünün rengi gezegendeki baskın fotosentez rengiyle ilişkili olmalıdır.
Fotosentezin baskın rengi, güneş sistemi dışı gezegen tarafından yansıtılan ışıktan öngörülebilir ve yıldız ışığına
ilişkin tayfta gezegen atmosferi tarafından yapılmış soğurmalar gözlenebilmelidir. Bu araştırma Astrobiyoloji için
de uygun bir alandır.
Güneş sistemi dışındaki bir gezegenin özelliklerine ilişkin yanıtlanamamış sorular arasında onların kimyasal
karışımı ve uydulara sahip olup olmadıkları vardır. Suyun olmadığı bazı gezegenler keşfedilmiştir. Dolayısıyla
yaşamın desteklendiği gezegen sistemleri ne olmalıdır ya da nasıl olmalıdır sorusu da hâlâ yanıt beklemektedir.
Pek çok gezegen yörüngelerindeki konumları itibariyle Yer gezegenindeki koşullara sahip olabileceği “yaşam
olabilir bölgelerde (habitable zone)” bulunurlar. Bu gezegenlerin incelenmesi ayrı bir öneme sahiptir. Eğer güneş
sistemi dışındaki gezegenler yeterince büyük uydulara sahipse bu uydularda yaşam olma olasılığı da
araştırılmalıdır.
Büyük gezegenler yıldız oluşumundan hemen sonra oluşurlar. Satürn ve Jüpiter gibi dev bir gaz gezegenin
tamamen oluşması yaklaşık 3 ile 30 milyon yıl alır. Küçük gezegenlerin ise tam bir gezegen olmaları için gereken
süre bir kaç yüz milyon yıldır.
Gezegenlerin manyetosferi onu yıldız rüzgarlarından korur. Bir gezegenin manyetosfere sahip olabilmesi için sıvı
bir metal çekirdeğe sahip olması ve dönmesi gerekir. Manyetosfersiz gezegenler yıldız rüzgarları nedeniyle
atmosferlerini kaybederler. Mars gibi daha küçük gezegenlerde sıvı çekirdek hızlı bir şekilde donar. Daha büyük
kütleli gezegenler çekirdeklerinin sıvı olarak kalmasını daha uzun süre korurlar. Gezegenlerin yörüngelerindeki
Ay’ları da gezegenin manyetosferi sayesinde yıldız rüzgarından korunur. Örneğin Satürn’ün uydusu Titan dev
gezegenin manyetosferi sayesinde kısmen güneş rüzgarından korunur. Ek olarak, Satürn’e yakınlığı sayesinde
sağlanan çekimsel sıkıştırmadan dolayı, boyutuna rağmen Titan hâlâ sıvı çekirdeğini korumaktadır. Hubble
Uzay Teleskobu’nun gözlemleri güneş sistemi dışı gezegenlerin etrafında bir manyetik alan olma olasılığını
göstermiştir. HD179949 yıldızının yörüngesinde bir gaz gezegen vardır ve büyük olasılıkla bir manyetik alanı
vardır.
Güneş sistemi dışındaki gezegenler yıldızlarına, güneş sistemindeki gezegenlerin Güneş’e olan yakınlığından çok
daha yakındırlar. Bu da bir gözlemsel seçim etkisi olabilir.
Aşağıdaki şema güneş sistemimiz ve gezegenimiz gözönüne alınarak, üzerinde
yaşamın olabileceği güneş sistemi dışı bir gezegenin yaşam içerebilmesi için bir
kriteri ve bu kritere uygun örnekleri göstermektedir.
Aşağıda bugüne kadar yapılan keşiflerden güneş sistemi dışı gezegenlere ilişkin elde edilen
parametrelere ilişkin bir istatistik grafikler halinde verilmektedir.
Grafikler “California and Carnegie Planet Searche’e” ait
http://exoplanets.org/
adresinden alınmıştır.
Drake Eşitliği
v
v
v
v
v
v
v
v
v
v
v
v
v
v
v
v
v
v
v
v
Drake Eşitliği bazen Green Bank eşitliği ya da Sagan eşitliği olarak da adlandırılır. Dünyadışı yaşam
araştırmaları, astrososyobiyoloji ve exobiyoloji alanlarında karşılaşılan ünlü bir sonuçtur. 1960’larda Dr. Frank
Drake tarafından düzenlenen bu eşitlik gökadamızda iletişim kurabileceğimiz kaç dünya dışı uygarlık olduğu
olasılığını tahmin etmek için kullanılır. Drake eşitliği Fermi paradoksu ile ilişkilidir.
N, gökadamızdaki iletişim kurma olasılığımız olan uygarlıkların sayısıdır.
R*, gökadamızdaki ortalama yıldız oluşum hızıdır.
fp, gezegene sahip olan yıldız kesri.
ne, gezegene sahip yıldız başına potansiyel olarak yaşam olasılığını destekleyen gezegenlerin ortalama sayısı.
fl, belli bir noktadan itibaren yaşam geliştirebilecek gezegenlerin kesri.
fi, zeki yaşam geliştirebilecek gezegenlerin kesri.
fc, uzaydaki varlıklarına ilişkin keşfedilebilecek sinyaller gönderebilecek teknolojiye sahip uygarlıkların kesri.
L, uzaydaki varlıklarına ilişkin keşfedilebilecek sinyaller gönderebilecek teknolojiye sahip uygarlıkların
varlıklarını koruyabilecekleri zaman uzunluğu.
R*, kolayca gözlenemeyecek, gökbilimciler açısından ilginç bir parametredir. Gökadamızdaki yıldızların sayısı
N*, R* ´ Tg’dir. Drake dormülü bu parametreleri kullanarak yeniden yazılırsa kolaylıkla gözlenebilir
parametrelerden kurulmuş bir eşitlik haline dönüşür.
N*, gökadamızdaki yıldızların sayısıdır.
Tg ise gökadamızın yaşıdır.
Günümüzde Drake formülündeki parametreler için uygun görülen en iyi tahminler şöyledir:
R* ® Drake tarafından yılda 10 olarak tahmin edilmişti. NASA ve ESA tarafından yapılan en son hesaplamalar
göstermiştir ki gökadamızda yılda yıldız oluşum sayısı 6’dır.
fp ® Drake tarafından tahmin edilen değer 0.5’tir ve günümüzde de gezegenlere sahip yıldız kesri olarak
kullanılabilir.
ne ® Yaşama sahip olabilecek gezegenler içeren yıldızların sayısı olarak Drake tarafından tahmin edilen 2 değeri
kullanılır.
fl ® Drake tarafından 1 olarak tahmin edilmişti. Bu parametre 2002’de astrobiyologlar Lineweaver ve Davis
tarafından, Yer’deki yaşamın gelişebilmesi için gereken zaman uzunluğu gözönüne alınarak 1 milyar yıldan kısa
olamayacağı şeklindeki istatistik sonuca dayanarak > 0.13 olarak ifade edilmiştir. Lineweaver aynı zamanda
gökadamızdaki yıldız sistemlerinin %10’u kadarının ağır element bolluğuna sahip olduğunu, süpernovalardan
uzak ve böylece yeterince bir süre kararlı kalma olasılığına sahip olarak yaşama evsahipliği yapabileceğini ifade
etmiştir.
fi ® Drake tarafından 0.01 olarak tahmin edilmiştir. Günümüzdeki kabul edilen değer 1×10-7’dir.
fc ® Drake tarafından 0.01 olarak tahmin edilmiştir. Günümüzde de kullanılmaktadır.
L ® Drake tarafından 10 000 yıl olarak tahmin edilmiştir. M. Shermer, tarihteki 60 uygarlığı gözönüne alarak L
için 420 yıllık bir değer önermiştir. 1938’de radyo astronominin gelişiminden günümüze kadar olan
uygarlığımızın yaşam süresi L’nin değeri için kullanılabilir. 2007’de bu 69 yıldır. Buradan;
R* = 6/year, fp = 0.5, ne = 2, fl = 0.33, fi = 1×10-7, fc = 0.01 ve L = 69 yıl
N = 6 × 0.5 × 2 × 0.33 × 1×10-7 × 0.01 × 69 = 1.3 ×10-7 = 0.0000001
bulunur. Maalesef, bu pek umut verici bir sonuç değildir.
SETI (Search for
Extra-Terrestrial
Intelligence)
1960’da Dr. F. Drake ilk modern SETI çalışmasını başlattı, adı
“Project Ozma”ydı. Drake Green Bank’te 25 m çaplı bir radyo
teleskop kullanarak Tau Ceti ve Epsilon Eridani’yi 1.420
gigahertze yakın işaretlediği bir frekansta inceledi. İşaretlediği
frekansın civarını 100 hertz’lik bandlar kullanarak 400
kilohertz boyunca taradı. Ancak, hiçbir sinyal bulamadı.
İlk SETI konferansı 1961’de Green Bank’ta yapıldı. Bu çalışma
Sovyetlerin de büyük ilgisini çekiyordu. 1966’da Carl Sagan ve
Sovyet gökbilimci Iosif Shklovskii birlikte bu alanda çığır açan
bir kitap yayımladılar: “Intelligent Life in the Universe”.
Carl Sagan 1972’de fırlatılan Pioneer 10 uzay aracına onu
bulabilecek dünyadışı herhangi bir zeki canlının analayabileceği
altın bir plak yerleştirdi. 1973’de fırlatılan Pioneer 11 uzay
aracına da aynı plaktan yerleştirilmişti. Sagan bu mesajları
geliştirmeye devam etti ve bu tür mesajların en gelişmiş ve
ayrıntılı olanı 1977 yılında Voyager uydusu ile fırlatıldı.
Scientific American’ın 1955 yılının Mart ayı sayısında Dr. J. Krause
ve arkadaşları parabolik bir reflektörle desteklenmiş flat-plane
bir radyo teleskop kullanarak doğal radyo sinyallerini
yakalamak üzere evreni tarama konusunu önerdiler. İki yıl
içinde Dr. Krause’nin tasarısı Ohio Universitesi tarafından
kabul edildi. 71 000 dolarlık bir yardım alınarak 1963 yılında
Big Ear adı verilen radyo teleskop yapıldı. Çanak çapı 52.5 m
ve üç futbol sahasından daha büyüktür. Dünyanın ilk sürekli
SETI programı böylece başlamış oldu. Bu programın adı “Ohio
State University SETI program” dır.
1971’de NASA (National Aeronautics and Space Administration)
içinde Dr. Drake’in de bulunduğu bir çalışmayı destekleme
kararı aldı. Yer konuşlu 1500 çanaktan oluşan bir radyo
teleskop ağının oluşturulacağı bir proje önerildi, adı “Project
Cyclops” olacaktı ancak 10 milyar dolara mal olacak Cyclops
inşa edilmedi.
1974’te büyük oranda sembolik bir girişimde bulunuldu; diğer
dünyalara bir mesaj gönderildi. Puerto Rico’daki 305 m
çapındaki Arecibo Radyo Teleskobu’ndan 25 100 ışık yılı
ötedeki M13 küresel kümesine 1 676 bitlik kodlanmış bir mesaj
yayınlandı. Mesajdaki 0s ve 1s’lik yapı ile 23 ´ 73 iki boyutlu
bir gridleme tanımlanmıştı. Bu veri işaretlendiği zaman güneş
sistemindeki yerimiz, bir insanın şekli, kimyasal formülü ve
radyo teleskobun kendisi beliriyordu.
Işık hızının belli bir değeri olması nedeniyle bu mesaja 52 174 yıldan
önce bir yanıt almayı beklemiyoruz.
1979’da California Üniversitesi (UC), Berkeley, SERENDIP (Search for
Extraterrestrial Radio Emissions from Nearby Developed Intelligent
Populations) adını verdikleri bir SETI projesine başladılar. 1986’da ikinci
SETI projesi olan SERENDIP II başlatıldı. Günümüze kadar bu çalışmalar
devam etmiştir. Yakında SERENDIP V adında yeni bir spektrometre UC
Berkeley SETI projelerine katılacaktır.
SETI@home U.C. Berkeley tarafından 1999 yılında geliştirilmiş ve dağıtılmış çok
ünlü bir bilgisayar programıdır. Bu program günümüzde 200 ülkede 5
milyon bilgisayarda kuruludur ve toplanan veriler doğrudan UC Berkeley’e
gönderilmektedir. SETI@home software paketi SERENDIP IV aletinin 2.5
MHz’lik merkezi geniş bandından kaydedilmektedir. 4 Aralık 2006 itibariyle
19 milyar saatlik bilgisayar işlem saati kullanarak Seti@Homme 257
TeraFLOPS’luk bir çalışma yaparak dünyanın en hızlı ikinci
süperbilgisayarına eşdeğer iş yapmıştır. Gelen sinyaller arasında en dikkat
çekici olan günümüzde de analiz işlemi sürmekte olan sinyal Radyo
kaynağı SHGb02+14a’dır. 2003 Mart’ında keşfedilen bu kaynak 1420 MHz
civarında bir frekansda üç kere gözlenmiştir.
1980’den 1985’e kadar devam eden “Sentinel” adı verilen diğer bir proje Harvard
Üniversitesi tarafından yapıldı. Bu projede kullanılan araç, 131 000 dar band
kanallık bir kapasiteye sahip analiz aletinin (adı Suitcase SETI) takılı olduğu
26 m çapında bir radyo teleskoptu. 131 000 kanal gökyüzünde yüksek bir
hızla ayrıntılı bir inceleme yapmak için yeterli olmadığı için 1985’de META
(Megachannel Extra-Terrestrial Assay) projesi başlatıldı. META spektrum
analyzer 8.4 milyon kanallık bir kapasiteye sahipti ve bir kanalın
çözümleme gücü 0.05 hertzdi. META’nın önemli bir diğer özelliği yer
kökenli ve yer kökenli olmayan sinyaller arasında ayrım yapmayı
sağlayacak frekans doppler kaymasını kullanmasıydı. Bu proje bilimsel
kaynakların dışında film yapımcısı Steven Spielberg tarafından da kısmen
desteklenmişti. META II 1990’da Arjantin’de güney gökyüzünü araştırmak
için başlatıldı.
META’yı takiben 30 Ekim 1995’de BETA (Billion-channel ExtraTerrestrial Assay)
başlatıldı. BETA’da kanal başına 0.5 hertz çözümlemeyle 250 milyon kanal
eş zamanlı olarak çalışmaktadır. BETA ile aday sinyaller hızlı ve otomatik
şekilde belirlenip yeniden gözlenmektedir. 23 Mart 1999 günü Sentinel,
META ve BETA kuvvetli bir rüzgarla ciddi hasarlar aldı. Bununla BETA
projesi durdu.
1992’de NASA’nın MOP (Microwave Observing Program) programı başladı.
Seçilmiş 800 yakın yıldızı uzun süreli izlemek üzere planlandı. Sinyaller her
biri 15 milyon kanallık kapasitesi olan spektrum analyzerlarla analiz
edildiler. 1993 yılında para musluklarının kapanmasıyla proje durdu. 1995
yılında Project Phoenix adı altında hedef sayısını 100 güneşe yakın cisim
olarak belirleyerek yeniden başladı.
SETI Enstitüsü ile UC Berkeley Radyo Astronomi Laboratuarının ortak olarak
geliştirdikleri bir projeyle bir tür mini-Cyclops alıcısı geliştirildi. Yeni alıcının
dizaynırının (Paul Allen) adı nedeniyle ona Allen Telescope Array (ATA) adı verildi.
Alıcının duyarlılığı 100 m’den daha büyük çaplı tek büyük bir çanağa eşdeğerdir.
ATA her biri 6.1 m çaplı 350 ya da daha fazla Gregorian radyo çanağından oluşmuş
bir düzenek olarak tasarlanmıştır. ATA’nın 2007 yılında tamamlanması ve
ortalama bir maliyete (25 milyon dolar) mal olması beklenmektedir. ATA aynı
zamanda diğer derin uzay cisimlerini de gözleyecek.
O Halde Neredeler?
İtalyan fizikçi Enrico Fermi 1950’lerde eğer teknolojik olarak
ilerlemiş uygarlıklar evrende çok sayıdaysa, onları bir şekilde
keşfedebilmemiz gerektiğini ifade etmiştir. Fermi paradoksu şöyle
açıklanabilir:
Evrenin yaşı ve boyutu pek çok teknolojik olarak ilerlemiş
uygarlığın olması gerektiğine inanmamıza neden olmaktadır.
Bununla birlikte, bu inanışı destekleyecek gözlemsel
kanıtlardan yoksunuz.
Ya başlangıç kabulümüz doğru değil ve teknolojik olarak
ilerlemiş zeki yaşam inandığımızdan çok daha az,
ya gözlemlerimiz yetersiz ve bu yüzden henüz onları
keşfedemiyoruz
ya da araştırma yöntemlerimiz kusurlu ve doğru belirteçleri
incelemiyoruz.
Download