İslam Medeniyetinde Şehirin fikri arkaplanı Girizgah: İslam, insanın

advertisement
İslam Medeniyetinde Şehirin fikri arkaplanı
Girizgah:
İslam, insanın kendi dışındaki varlıklar ile “Silm” üzere (barışık olma hali) uyum ve ahenk içinde
yaşaması demektir. İslam inancına göre insan, yeryüzü halifesi olarak yaratılmış, Allah’a ibadet
etmenin yanında dünyayı imar ve ihya etmekle görevlendirilmiştir. İslam’ın verdiği ruh ve motivasyon
ile müslümanlar, geçmişte büyük bir “Medeniyet” (ki şehirlilerin ürettiği maddi ve manevi herşeyi
ifade eder) kurmayı başarmıştır. Yeryüzünün failleri (öznesi) olmaktan çıktığımız günden bu yana,
şehirlerimiz ve medeniyetimiz ellerimizden kayıp gitmiştir. Öze dönüş imkanı bulduğumuz “Yeni
Türkiye” sayesinde şehirlerimizi kendi medeniyetimiz (ki: tabii olanla uyum içindedir.) istikametinde
geliştirebilirsek eğer, küreselleşmenin dünyadaki tahribatına diğer insanlara örnek olmak suretiyle bir
nebze de olsa set olabiliriz. Tıpkı geçmişte olduğu gibi dünyanın aynı anda birden çok medeniyet
havzasına sahip olabileceğini insanlığa yeniden gösterebiliriz. Şehirlerimizi “Silm” esası ile ihya
edebilirsek eğer, insanlık için yeniden “Usvetül Hasene” (güzel örnek) ve “Ümmeten Vasaten”
(mutedil toplum) olabiliriz.
1- Temel kavramlar: din, İslam, şehir, Medine ve medeniyet
Din: Arapça “Dyn” (karşılık verdi) fiilinden türeme bir mastar olup Türkçe’de onu ifade edecek en
yalın kelime ceza ve mükafatı mündemiç olmak üzere “Karşılık”dır. Istılahi (kavramsal) anlamda ise
Din, insanın bütün inanç, söz ve fiillerinden hesaba çekileceğini ve karşılığının verileceğini vazeden
(söyleyen) inanç sistemine denir. İstisnaları bir kenara bırakacak olursak insanların neredeyse
tamamına yakını bir dine inanmaktadır. Bizim din’den kastımız ise hassaten İslam dinidir.
İslam: Teslim oldu, bağlandı, uydu anlamlarına gelen ‘Slm’ fiilinden türeme bir masdardır. Teslim
olmak, bağlanmak, uyum sağlamak suretiyle barış içinde olmak anlamlarına gelir. İslam ıstılahi
anlamda ise son peygamber Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği dinin adıdır. Bu dine inanan insanlara da
“Müslüman” adı verilir.
Şehir: Arapça “Şhr” belirginleşti, fark edilir hale geldi, meşhur oldu, tanındı, anlamlarına gelen kelime
“Kameri aylar” için kullanılmaktadır. Türçemizde ise şehir, kasabadan büyük, çok uzak yerlerde bile
ismi bilinen, tanınan, şöhretli yerleşim mekanlarına isim olarak kullanılmaktadır. Biz, şehir
kelimesinin, “Kendine has kimliği ve kültürü olan yerleşim mekanlarına isim olarak kullanılmasını”
tercih etmekteyiz.
Medine: ”Dyn” fiilinden ismi mekan olarak türetilen kelime, dinin kaim olduğu, hayat bulduğu yer
anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber, hicret sonrası Yesrib’e “Medine” ismini vermiş, sahabe bu ismi
“Medinet-ür Resul” biçiminde kullanmıştır. Medine, Müslümanlar için Mekke’den sonra ikinci kutsal
şehir olmuştur. Raşit halifelerden sonra Medine kelimesi şehir anlamında da kullanılmıştır. Biz,
Medine kelimesini, içinde Mescid-i Nebevi ve Ravza-i Mutahhara bulunan şehrin ismi olarak
kullanmayı tercih ediyoruz.
Medeniyet: Şehir anlamına kullanılan “Medine” kelimesinden hareketle türetilen “Medeniyet”
kelimesi, şehirlileşmeyi ve şehirlilerin ürettiği maddi-manevi unsurların tamamını ifade etmektedir.
Bu anlamda medeniyet, aynı inanç ve fikriyata sahip insan topluluklarının birden çok şehirde ürettiği
maddi ve manevi dokunun tamamına ad olmuş bir kelimedir. Biz, Uygarlık kelimesinin müteradifi olan
Medeniyet kelimesini tercih ediyor ve daha anlamlı buluyoruz.
2- Kur’an-ı Kerim’de şehre dair temalar
1
Bilindiği üzere İslam’ın ana kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Müslümanlar için o, ilahi bir kelam olması
münasebetiyle mucizevi bir kitaptır ve her ayetinde, hatta her kelimesinde ilahi bir sır ve
olağanüstülük vardır. Tarihen sabittir ki O’nun ayetleri Hz. Peygamber tarafından insanlara okunmuş,
vahiy katipleri tarafından kaleme alınmış ve hafız sahabiler tarafından ezberlenmiştir. Bu gün
dünyanın her yerinde aynı Kur’an-ı Kerim vardır ve hiç bir mushafta bir tek kelime, bile eksik ya da
fazla değildir. Bu yüzden herhangi bir konuda İslam’ın görüşünü öğrenmek istediğinizde, araştırmaya
Kur’an-ı Kerim’den başlamak lüzumu hasıl olur. Biz de İslam’ın “Şehir” konusunda söylediklerini
öğrenmek üzere ilkin ona müracaat edeceğiz. Böylece İslam Medeniyeti’nin şehirlerini daha iyi
anlama imkanına kavuşmuş olacağımızı düşünüyoruz. Bu manada Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda
şunları görmekteyiz.
a) Bütün peygamberler şehre gönderilmiştir
Kur’an-ı Kerim’de kıssası anlatılan bütün peygamberler, badiyelere (göçebelerin yaşadıkları yerlere)
değil, mukim insanların yaşadığı şehirlere gönderilmiştir. Bunun başlıca sebebi olarak göçebelerin
dağınık bir hayat sürdürmeleri, görgü kuralları ve ahlaki özellikleri bakımından kaba ve vahşi olmaları
zikredilebilir. Peygamberlerin şehirlere gönderildiğine örnek olarak Yasin Suresinde kıssası anlatılan
bir şehre gönderilmiş üç peygamberin hikayesini zikredebiliriz.1
b) Şehirler, halkının fısk, zulm ve azgınlıkları nedeniyle yok olurlar
Şehirler, varlıklarını sadece maddi zenginlik ile sürdüremezler. Şehirlerin değeri içinde yaşayan
insanların ürettiği kültür, sanat ve medeniyet ile de doğru orantılıdır. Geçmişte nice büyük şehirler,
içinde yaşayan insanların azgınlıkları ve sapkınlıkları yüzünden yaşanmaz hale gelmiş ve halkın bir
kısmının şehri terk etmesiyle yokluğa mahkum olmuştur. Kur’an-ı Kerim bunun misalleri ile doludur.2
c) Bedevilik (göçebelik) yerilmiştir
Kur’an-ı Kerim’de Bedevilere (Göçebe Araplara) “Arabi” denilmekte onlar ile ilgili olarak pek çok ayet
bulunmaktadır. Bu ayetlerde onların kabalığından, kaypaklığından, iki yüzlülüğünden ve
yalancılılığından hatta iman ettiğini söyleyenlerinin bile henüz inanmadığı, lakin güç karşısında teslim
olduğundan bahsedilir.3 Bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki: İslam, göçebe hayatı yatsımakta
(kötülemekte) insanları yerleşik şehir hayatına teşvik etmektedir. Çünkü dinin arzu ettiği “Medeni
hayat” ancak şehirlerde tezahür edebilmektedir.
d) Hz. Peygamber ve Kur’an-ı Kerim, şehirlerin anasına gönderilmiştir
İslam bir şehir dinidir. Müslüman da şehirlidir.4 İslamın temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda
bunu rahatlıkla anlarız. İslamın nihai hedefi insanı medenileştirmek ve yeryüzünü mamur hale
1
“Onlara peygamberlerin geldiği şu şehir halkını misal olarak anlat. Biz onlara iki elçi gönderdik, ikisini de
yalanladılar, biz de üçüncü biriyle onları destekledik. Dediler ki: "Biz, size gönderilen resulleriz." Yasin, 34/13, 14
2 Biz bu misallerden sadece bir kaçını zikredeceğiz: * De ki: Yeryüzünde gezin-dolaşın ve bakın mücrimlerin
(suçlu, günahkar, azgın topluluk) akibeti nasıl olmuş?! Neml, 27/69, * Biz bir şehri helak etmek istediğimiz
zaman, lüks içinde yaşayanlarını fısk (sapkınlık, ahlaksızlık, haksızlık) yapmaya yönlendiririz, böylece azabı hak
ederler, biz de orayı darmadağın ederiz. İsra 17/16, * Andolsun Sebe halkının meskenlerinin bulunduğu yer
ibretliktir: O meskenlerin sağında ve solunda bahçeler vadı. “Rabbinizin rızkından yeyin ve O'na şükredin. Güzel
şehir ve Gafur bir Rab” Sebe, 34/15 Ama yüz çevirdiler; bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik; onların
bahçelerini buruk yemişli, acı meyveli ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan bir araziye çevirdik. Sebe, 34/16
3 Arabi (Bedeviler), küfür (gerçeği gizlemek) ve nifakta (fitne çıkarmak) şedidtir. Allah'ın, resulüne indirdiği
sınırları aşmaya da teşnedir. Allah alim (çok bilen) ve hakimdir (hikmet sahibidir). Tevbe, 9/97
4 Biz sana Arapça bir Kur'an vahyettik ki “Umm’ul-Gura” (şehirlerin anası) ve çevresinde bulunanları toplanma
gününe karşı uyarasın. Ki, bunda şüphe yoktur: Bir bölük cennette, bir bölük ateştedir. Şura, 42/7
2
getirmektir. Kur’an-ı Kerim’de gerek inanç, gerek edep, gerek ahlak ve gerekse hukuk ile ilgili olarak
anlatılanlar ancak şehirli bir insanın uygulayabileceği cinstendir. Müslümanların Hz. Peygamberden
sonra pek çok şehir kurmaları ve başta Arap yarımadasındakiler olmak üzere müslüman olmuş bütün
göçebe kabilelerin yerleşik hayata geçmeleri Kur’an-ı Kerim’in ruhunu iyi anlamaları
münasebetiyledir.
e) Hz. İbrahim, Mekke’nin kurucusu olarak anlatılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’e göre yeryüzünde kurulan ilk ev Kabe’dir ve Hz. Adem tarafından yapılmıştır. Daha
sonra Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte harab olmuş Kabe’yi yeniden inşa etmiştir. Hz. İbrahim, oğlu
İsmail ve karısı Hacer’i buraya yerleştirmiş ve gelecekteki nesiller için Rabbine dua ederek yardım
istemiştir. Allah, onun duasını kabul etmiş ve böylece yeryüzünün ilk ticaret şehrinin inşaası
başlamıştır. Ziraat ve hayvancılık yapmaya müsait olmayan bir coğrafyada kurulan bu şehir, tarihinin
tüm zamanlarında ticaret ve hac sayesinde sakinlerine müreffeh bir hayat yaşatmıştır.5
3- Müslaman Şehrinin teorik arkaplanı
Müslüman Şehrinin temel özelliklerini Mekke’nin kurucusu Hz. İbrahim’in duasında bulmak
mümkündür. Kur’an-ı Kerim’i ilk müteharrik ve ayetlerini ise bir fikriyatın başlangıcı olarak
düşünürsek eğer, müslümanların kitabın lafızları ile yetinmediğini onun gösterdiği istikamete doğru
hızla ilerlediklerini görebiliriz.
* İbrahim şöyle demişti: "Rabbim! Bu şehri güvenli kıl; beni ve oğullarımı puta tapmaktan uzak tut."
İbrahim, 14/35, * Halkından, Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır" Allah da: "İnkar
edeni de geçindirir, sonra da onu cehennem azabına mahkum ederim. Ne kötü bir son!"
buyurmuştur. Bakara 2/126
Yukarıdaki iki Ayet-i Kerime’den hareketle Müslüman şehrinin dört temel özelliğini çıkarmak
mümkündür. Bu temel özellikler bütün müslüman şehirlerinde ete-kemiğe bürünmüştür.
a) Beled’ül-Emin: Müslümanların idaresi altında olan şehirlerin en temel özelliği güvenli olmalarıdır.
Zaten şehri, göçebe hayattan ayıran şey, güvenliğinde gizlidir. Müslüman şehirlerinin güvenli olması
İslam’ın müminlere güvenilir olmayı emretmesinden mülhemdir. Hz. Peygamber, risalet öncesinde
bile Mekkeliler tarafından Muhammed’ül-Emin olarak vasıflandırılıyordu. İslam, ferdin cenneti
kazanabilmesi için edebi, ahlaki ve hukuki kaidelere riayet etmesini şart koşar. Böylece insan, önce
kendi kendinin zabiti olur. Hz. Peygamber “Müslüman, elinden ve dilinden emin olunan kişidir”
buyurmuştur. Dolayısı ile diğerlerinin müslümandan sakınmasına gerek kalmaz, yani İslam’da bir
otokontrol sistemi vardır. Kadim zamanlardan beri İslam’ın güçlü olarak yaşandığı tüm şehirlerde suç
oranının çok düşük olması bundandır.
Hz. İbrahim’in dilinden dökülen “Bu şehri güvenli kıl” duası, müslüman toplumlarda beş hususun
güvence altına alınması ile ete kemiğe bürünmüştür. Buna “Zarurat-ı Diniyye” veya “Zarurat-ı Hamse”
ya da “Makasıd-ı Şeria” denmektedir. Bunlar sırasıyla şöyledir.
1- Can emniyeti: İnsan için en önemli şey, can güvenliğidir. İslam ne ferdin, ne toplumun ve ne de
devletin insanın canına kasdetmesine müsaade etmez. İnsan, ana rahminde can bulduğu andan
itibaren yeryüzü halifesidir ve kutsal bir varlıktır. Bu yüzden ana-babası dahi kürtaj suretiyle bile olsa
5
* İnsanlar için kurulan ilk ev, Bekke'deki (Kabe)’dir . O, Alemler (insan toplulukları) için bereket ve hidayettir.
Âl-i İmrân, 3/96, * İbrahim, İsmail ile birlikte Ev'in temellerini yükseltirken: "Rabbi'imiz, bizden kabul buyur,
kuşkusuz sen işitensin, bilensin." diyordu. Bakara, 2/127, * Rabbimiz, ben çocuklarımın bir kısmını, senin Beyt-i
Haram’ının (Kabe’nin) yanına, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz. Namazı kılsınlar. İnsanların bir kısmını
onlara meylettir ki bundan faydalansınlar. Ürünler ile rızıklansınlar. Belki şükrederler. İbrahim, 14/37
3
onu öldüremez. İslam en büyük cezayı katile, yani başka bir insanı öldürene vermektedir. İslam, insan
bedenine verilen zararı da kısas suretiyle cezalandırır. Yani insan canı kutsal olduğu gibi bedeni de
kutsaldır, dokunulmazdır.
2- Akıl emniyeti: İslamın akla verdiği ehemniyeti hiçbir dinde ve ideolojide bulmak mümkün değildir.
Hristiyanlıktan ve ataizmden etkilenen bazı akl-ı evvellerin “Din akıl işi değildir” demelerinin aksine
İslam öğretisine göre “Aklı olmayanın dini de olmaz”. İslam, delileri yani aklı olmayanları, mükellef
kabul edip onlara teklifte bile bulunmaz. İslamda aklı bir süreliğine bile olsa etkisiz hale getirecek
yiyecek ve içecekler yasaklanmıştır. Modern metropollerin en önemli problemlerinden birinin
uyuşturucu müptelalığı ve alkol bağımlılığı olduğu düşünülecek olursa konu daha iyi anlaşılacaktır.
Ayrıca sapkın bazı modern tarikatların insan aklını ifsat etmek suretiyle mesela toplu intiharlara
sürüklediklerini düşünürsek akıl emniyetinin ne anlama geldiğini daha iyi anlarız.
3- Nesil Emniyeti: Yeryüzü halifesi olarak yaratılan insanın kıyamet kopuncaya (yani yeryüzünde hayat
bitinceye) kadar varlığını sürdürmesi gerekmektedir. Bu, insanın üremesi ile mümkündür. Bu nedenle
İslam insanın üremesine engel olacak herşeyi yasaklamış ve yeni nesillerin dünyaya gelmesini garanti
altına almıştır. Nesil emniyeti sadece doğumla ilgilenmez, aynı zamanda yetişkin insan oluncaya kadar
çocukları her türlü tehlike, bela ve kötülükten uzak tutar. Onların yetişkin birer insan olmasını
sağlayıncaya kadar eğitilmesiyle ilgilenir. İslami eğitim, şartlandırma, yönlendirme ve fıtratı bozma
şeklinde gerçekleşmez. Tam tersi, fıtratı geliştirme, tabii olana uyum sağlama biçiminde cereyan eder.
Modern şehirlerin temel problemlerinden biri olan çocuk fuhşu, çocuk köleliği gibi hususların ortadan
kaldırılması ancak nesil emniyeti prensibi ile gerçekleştirilebilir.
4- Din Emniyeti: İslamdan başka hiçbir din, başka inanç ve dinlerin yaşamasına teorik olarak bile
müsaade etmez. Kendisinden başka inançların yaşamasına müsaade etmeyen dinlerin fiili örneklerini
ise tarihin her döneminde görüyoruz. İslam ise, kendinden başka dinlerin yaşamasına müsaade
etmekle kalmaz, aynı zamanda onları koruma altına alır. Hem müslümanların hem de gayr-i
müslimlerin, diğerlerine zarar vermesine müsaade etmez. “İslam ümmeti” kavramının içine İslama
iman etmediği halde müslümanlar ile birlikte yaşamayı kabul etmiş, Yahudiler, Hristiyanlar, Mecusiler
ve ahiret inancı olan bütün dinliler girer.6 Bunun tek istisnası putperestlerdir. Tarih boyunca
müslüman şehirlerin en önemli özelliği farklı dinlere mensup insanların yan yana yaşaması olmuştur.
Üstelik tüm gelenek ve kültürleri ile birlikte. Bu gün dünyada çok hukukluluğun uygulandığı bir ülke
bulmak neredeyse imkansızdır. İslam, yüzyıllardır her inanca kendi hukuku ile yaşama hakkı vermiş,
onlara İslam hukukunu dayatmamıştır. Bu yüzden İslamın “Laiklik” denen ilkeye ihtiyacı yoktur. Çünkü
İslam, laiklikten daha geniş olan “Din emniyeti” prensibine sahiptir.
Türkiye’de uygulanan biçimi gözönüne alındığında laiklik prensibinin her hangi bir dinin, devleti ele
geçirmek suretiyle başka dinlilere kendi hukukunu dayatmasına imkan tanımayışını olumlu bir özellik
olarak görebiliriz. Ama yine Türkiye’deki uygulaması ile laikliğin tüm dindarlara “Din dışı akıl” ile
üretilmiş olan kanunları dayatmaktan kendini kurtaramadığını da görmezden gelemeyiz. İslamın “Din
emniyeti” prensibi her inanca kendi hukuku ve geleneği ile yaşama imkanı verdiği ve bunu güvence
altına aldığı için laiklikten daha gelişmiş bir prensiptir. Kendisinden başka inançların ve dinlerin
yaşamasına imkan vermeyen Hristiyanlık ve Yahudiliğin hükümran olduğu yerlerde laiklik, bir ileri
aşama olarak görülebilir. Ama ondan daha üstün bir prensip olan “Din emniyeti” prensibine sahip
olan müslüman memleketlerde laiklik kesinlikle geriye gidiştir.
6
Burada sözünü ettiğimiz şey “Dinler arası diyalogcuların ki ile karıştırılmamalıdır. Bizim sözünü ettiğimiz, İslam
Hukuku’nun uygulandığı yerlerde her topluluğun kendi dini ile yaşama ve kendi hukukunu uygulama hakkına
haiz olduğudur. Hz. Peygamber döneminden başlayarak müslümanların liderlik ettiği bütün devletlerde,
purperestler hariç her inanç grubu, müslümanların koruması altında barış içinde yaşamıştır.
4
5- Mal Emniyeti: İslam, insanın kendisi ile ilintili gördüğü malı da zarurat-ı diniyye prensipleri arasına
almıştır. Çünkü mal, insanın bizzat kendi uğraşları ile kazandığı bir nesnedir. Bu nedenle hiç kimse
haklı bir sebep olmaksızın legal ya da illegal bir yolla ferdin malına ilişemez. İslam aynı zamanda
önceki nesillerin emekleri ile kazandıklarını miras yoluyla yeni nesillere aktarımını kabul etmektedir.
Sosyalizmin devlet eliyle, kapitalizmin ise para üstünlüğü ile ferdin malına el koyması insanı mutsuz
etmektedir. Türkiye’de çok sık gördüğümüz “Kentsel dönüşüm” yöntemi bazen fertlerin mallarına
legal yolla el konulması anlamına gelebilmektedir. Yapılan bir araştırmada kensel dönüşüme tabi
tutulan bölgelerde eski maliklerin % 75’inden fazlasının mülklerini ellerinden çıkardığını ortaya
koymaktadır.
Şimdilerde bizim şehirlerimizde yaşayan hiç kimse, belediye karşısında mal emniyetine sahip değildir.
Yaşadığınız bölge “Kensel dönüşüm alanı” ya da “Kamulaştırma alanı” ilan edilmek suretiyle her an
mülkünüze el konulabilir. Tabii daha iyisini vereceğiz masalıyla birlikte. Bu durum, sadece Türkiye ile
sınırlı değil elbet, istisnaları bir kenera bırakacak olursak, Kapitalizmin hükümran olduğu tüm
şehirlerde caridir.
b) Putperest olmayan bir halk: İslam’ın tek tahammül edemediği, yanıbaşında görmeye dayanamadığı
şey, “Putperestlik”tir. Çünkü putperestlik, insanı kendinden daha edna (aşağı) olan bir varlığa prestij
ettirmek suretiyle izzet ve şerefini ayaklar altına düşürmektedir. Putperestlik deyince aklınıza sadece
klasik heykel tapıcılığı gelmesin. Put, insanın fıtratına aykırı olarak aşırı düşkünlük gösterdiği ve onun
için her türlü fiili göze aldığı herhangi bir nesne ya da değerdir. Günümüzün en büyük putu şüphesiz
paradır, kadın ve şöhreti de unutmamak gerekir. İnsanların bir kısmı zihnindeki putu elde etmek için
ne hukuk, ne ahlak, ne edep ve ne de örf tanımakta her türlü süfliliği (aşağılığı) yapabilmektedir.
Kutsalı olmayan günümüz ideolojilerini de bir çeşit putperestliğe benzetebiliriz.
Putperestlik ve günümüz ideolojileri ahiret inancına sahip olmadıklarından öteki olarak gördükleriyle
dünyada iken hesaplaşmak istemektedirler. Bu hal baskı ve zulmün ortaya çıkmasına kapı
aralamaktadır.
c) Bol rızk ve nimet: Şehirde bulunması gereken üçüncü vasıf, geçim vasıtalarının bolluğudur.
Müslüman şehirleri geçmişte hep bolluk şehirleri olarak ün salmışlardır. Ticaret ve üretim en önemli
geçim kaynağı olarak hep teşvik edilmiştir. Şehirlerin büyümesi ve cazibe merkezi olması en başta
geçim imkanları ile doğru orantılıdır. Müslüman yöneticiler şehirlerin hem kuruluş aşamalarında hem
de diğer zamanlarda zanaat ve ticaret erbabına özel ilgi göstermiş çoğu zaman vergi muafiyeti ve
teşvikler ile onları desteklemişlerdir. Müslüman şehirlerinde esnaf, “Rızk ekonomisi”7 diye
isimlendirebileceğimiz bir anlayış geliştirerek kendi arasında güçlü bir dayanışma ve yardımlaşma
kültürü geliştirmiştir. Mesela: Esnaf “İlk satışı yaptıktan sonra gelen müşteriyi ben siftah ettim, sen de
komşumdan al.” diyerek yan dükkana gönderebilmektedir.
İslam birilerinin zannettiği gibi bol kazancı yadsımamış bilakis çok kazanmak suretiyle kendi kendine
yetemeyenlere yardım etmeyi teşvik etmiştir. İslam paranın belli ellerde toplanması suretiyle mülkün
tekelleşmesine müsaade etmemiş, şehrin merkezi ile çeperleri arsında ekonomik anlamda bir
uçurumun ortaya çıkmasına fırsat vermemiştir. Bugünkü metropollere benzer büyüklüklere ulaşan
ortaçağ müslüman şehirlerinde çok merkezli bir yapının ortaya çıkarılması suretiyle refah şehrin her
tarafına yayılmıştır.
7
Rızk ekonomisinde maksat, mal biriktirmek suretiyle zengin olmak değildir, “Havace-i asliye” denilen günlük
ihtiyacı karşılamaktır. Eğer kazanılan miktar, ihtiyaçtan fazla olursa, onunla kendi havace-i asliye’sini tedarik
edemeyen ihtiyaç sahiplerine yardım edilir. Bundan sonra da artakalan olursa bu takdirde kara günler için bir
miktar tasarrufta bulunulur.
5
d) Çok kültürlülük ve çeşitlilik: En başta Hz. Peygamberin Medine’si olmak üzere tarihin her
döneminde müslüman şehirleri çok kültürlü yerleşim mekanları olmuştur. Hz. Peygamberin
Medine’de yaşayan Yahudi, Hristiyan ve Mecusiler ile yaptığı “Medine sözleşmesi” bunun hem
başlatıcısı hem de ilk örneği olmuştur.
Hem Modernizmin ve hem de onun bir çeşit devamı niteliğinde olan globalizmin tek hakikatçi ve
monoteist yapısına karşılık İslam her zaman kesretçi (çoğulcu-çeşitlilikçi) olmuştur. Müslüman
şehirleri, “Vahdet içinde kesret” düstüru ile her inanç ve kültürden topluluğu bünyesinde barındırmış,
mahalle kültürü ile onları vücudun azaları gibi korumuştur.
Günümüz Türkiyesinde özellikle herhangi bir ideolojiye mensup insanların diğerlerine tahammül
edememesi, hem putperestliğin tezahürü, hem de “Tek hakikat vardır o da benimkisidir” anlayışının
bir sonucudur. Kendisinden başkasına hayat hakkı tanımayan putperestlikten kurtulmanın tek yolu,
“Vahdet içinde kesret”in mümkün olduğuna inanmaktır.
Müslümanlar, tarihin faili oldukları dönemlerde içinde her inançtan ve her kavimden insanın kendi
inanç ve kültürü ile barış içinde yanyana yaşadıkları “Mozaik şehirler” inşaa ettiler. Geçmişte, bu hal,
Müslüman şehrinin gözle görülür bir özelliği olarak hemen farkedilirdi.
4- Hz. Peygamberin Medine’deki uygulamaları
Hz. Muhammed (sav) İslam’ın peygamberi ve ilk uygulayıcısıdır. Müslümanlar için “Usvet elHasene”dir. Müslümanlar çıktıkları yolculukta onun yaptıklarını bir çeşit yoldaki işaretler olarak
algılamış kendisine Hz. Peygamber tarafından gösterilen istikamette ilerlemiştir.
Hz. Peygamber Mekke’yi terk etmek zorunda kaldığı zaman, bugün birilerinin yaptığı gibi çöle
kaçmamış (dağa çıkmamış), bölgenin ikinci büyük şehri Yesrib’e hicret etmeyi seçmiştir. Eğer o,
sadece dünyevi arzular peşinde koşan bir menfaatperest olsaydı yani peygamber olmasaydı,
inananları ile birlikte o dönem pek yaygın olan göçebe hayata yönelir, Mekke civarındaki vahalarda
özgür bir hayat sürerdi. Hatta buralarda bir çeşit şakilik yapmak suretiyle Mekkelilerin kervanlarına
tebelleş olarak yaşar giderdi.
Müslüman şehirlerini anlamak için Resulullah’ın ilk örnekliğini iyi tetkik etmek gerekir. Şehirciliğimiz
konusunda onun yol göstericiğine bugün de ihtiyacımız olduğunda şüphe yoktur. Şimdiki halimizi,
doğru ve iyi zannetme gafletine düşmediğimiz takdirde ondan öğreneceğimiz çok şey vardır elbet.
İşte bunlardan sadece bir kaçı:
a. Yesrib’den Medine’ye: Hz. Peygamber “Yesrib”e hicret eder etmez “Kötülük ile maruf” yer
anlamına gelen ismini, “Dinin kaim olduğu, hayat bulduğu yer” anlamına gelen “Medine” ile
değiştirmiştir. Bu isimlendirme ile Hz. Peygamberin ne yapmak istediğini çok iyi anlayan müslümanlar
sonraki yüzyıllarda “Medine” kelimesini “Şehir” anlamında kullanmışlardır. Çünkü İslam, tam
anlamıyla ancak şehirde tecelli etmekte, ete-kemiğe bürünebilmektedir. Medine Hicreti’nin şehir
tarihine ne denli büyük etki yaptığını anlamak için, Müslüman olmuş kavimlerin neden birer ikişer
yerleşik hayata geçtiklerini çok iyi tetkik etmek gerekir. Bugün globalizmin birinci derece aktörü olan
Avrupa kavimlerinin bile yerleşik hayata geçmeleri hicretten yüzyıllar sonra müslümanlar ile
karşılaşmalarıyla birlikte hızlanmıştır.
b. Mescid-i Nebevi, Pazar yeri, Cennet’ül-Baki, Beytül Mal, Ashab-ı Suffa ve genişletilmiş yollar: Hz.
Peygamber Medine’ye yerleşir yerleşmez Mescid-i Nebevi adıyla bir mescid inşaa ettirdi. Kendisi de
bizzat bu inşaatta amele gibi çalıştı. Böylece şehrin merkezine ilk mabedi dikmiş oldu. Bundan sonra
müslümanlar ne zaman yeni bir şehir kuracak olsalar şehrin merkezine ilk yapı olarak bir cami diktiler.
Ardından pazar yerini belirledi ve görevlisini atadı. Çünkü Hz. Peygamber ticaret geleneğinden
6
geliyordu ve insanların geçimlerini temin etmenin şehir hayatında ne denli önemli olduğunu çok iyi
biliyordu. Üçüncü olarak cenazelerin defnedilebileceği bir mezar yeri belirledi ve buraya Cennet’ülBaki ismini verdi. Bir süre sonra artık Medine bir çeşit şehir devleti olmuş ve kamuya ait işlerin
yürütülmesi için yeni mekanlar ihdas edilmesi gerekmişti. Hz. Peygamber Mescid-i Nebevi’nin yanına
bir oda ilave ettirerek Beyt’ül-Mal ve Beyt’ül-İmara olarak kullanılmasını sağladı. Mescidin hemen
yanına ilave edilen kurumlardan biri de Ashab-ı Suffe’dir. Çoğunlukla gençlerin ve İslam hakkında bilgi
sahibi olmak isteyen misafirlerin kaldığı yer olan Ashab-ı Suffe sonraki dönemlerde medreselere
öncülük etmiştir. Hz. Peygamberin yaptığı işlerden biri de, gerek Mekke’den göçen muhacirlere,
gerekse çölden gelip Medine’ye yerleşen bedevilere evleri arasına en az sırtı yüklü iki devenin
yanyana geçebileceği kadar boşluk bıraktırmasıdır. Böylece dönemin şartlarına göre geniş
sayılabilecek sokakların oluşumunu temin etmiştir.
Hz. Peygamber, Muhacirun ile Ensarı kardeşleştirmek suretiyle, belki de tarihte ilk defa sosyal
şehircilik yapmış, muhtaç ile zengini yayana getirmiştir. Birbirine düşmanı olan Evs ve Hazreç
kabilelerini barıştırmak suretiyle, kan davalarını ve düşmanlıkları sona erdirmiş “Silm şehri” diğer bir
deyiş ile “Medine’tü-l fazıla”yı inşaa etmiştir.
c. Bedeviliği yasaklaması Müslümanları Medine’ye hicrete çağırması: Hz. Peygamber hicretten sonra
müslüman olan bedevi kabileleri önce Medine’ye hicret etmeye teşvik etmiş bir süre sonra da
bedeviliği yasaklamıştır. İmam Buhari’nin Edeb’ül-Müfred adlı eserinde naklettiğine göre Ebu Hureyye
hicretten sonra göçebeliği sürdürmenin büyük günahlar arasında olduğunu söylemiştir. Hz.
Peygamberin bedevileri Medine’ye yerleştirmesi bilinen tarihin ilk şehirlileştirme faaliyeti ya da
şimdiki adıyla projesidir. Hz. Peygamberin Veda Haccı’nda 100.000’den fazla kişiye konuştuğu
düşünülecek olursa Hicretten sonra başlatılan şehirlileştirme faaliyetinin ne denli hızlı ve büyük
olduğu anlaşılabilir. Hz. Peygamberin Medine’de yürüttüğü medenileştirme faaliyetlerinin ne büyük
tesirlere yol açtığını anlamak için üzerinde düşünülmesi gereken konulardan biri de okur-yazarın yok
denecek kadar az olduğu bedevi bir toplumdan sadece yüz sene içinde dünyanın en büyük
kütüphanelerine sahip olan bir medeniyetin ortaya çıkmış olmasıdır.
Hz. Peygamberin Medine’de uyguladığı şehir nüfusunu artırma çabaları sonraki dönemlerde
müslümanlar tarafından hep örnek alınmış, bu sayede insanlık tarihinin en büyük şehirlileştirme
ameliyesi Müslümanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Şehir tarihi bakımından İslam, ayrıcalıklı bir
yere sahiptir ve insanlık şehirlileşme bakımından müslümanlara en azından bir teşekkür borçludur.
5- İslam’ın yükselişi dönemde şehirleşme faaliyetleri
Hz. Peygamberden sonra Müslümanlar, İslamın kendilerine verdiği ruh ve motivasyon ile kısa sürede
Arabistan çöllerini aşıp Asya, Afrika ve Avrupa’ya kadar ulaştılar ve gittikleri her yerde ya büyük
şehirler kurdular ya da fethedilen şehirleri hızla geliştirdiler. Gerek fethedilen şehirlerde yapılan
yenilikler, gerekse yeni kurulan şehirler sayesinde ilim, zanaat, ticaret ve sanat büyük gelişme
göstermiştir. Müslamanların hakimiyeti altında olan bütün şehirlerde bir çeşitlilik hakim olmuş, her
dinden ve kavimden insan barış içinde yan yana yaşamıştır. Üstelik de kendi inanç ve kültürlerinden
taviz vermeden.
Kufe, Bağdat, Basra, Samarra, Vasıt, Kayrevan ve Rakkade gibi şehirler müslümanlar tarafından
kurulmuş ve kısa sürede nüfusları yüzbinleri bulmuştur. Bağdat’ın 1.000.000, Kahire’nin 500.000,
Dımeşk ve Kurtuba’nın 400.000, Nahcivan ve Tebiriz’in 100.000 nüfuslu olduğu dönemde Avrupa’da
100.000 nüfuslu bir tek şehir yoktur. Bursa, Edirne ve İstanbul, Osmanlı yönetiminde tüm dünyanın
“Bahçeşehir” adıyla andığı masalımsı birer “Rüya şehri” olmuştur.
7
Müslümanların miladi 800 ila 1100 yılları arasında ulaştığı şehirleşme ve medeniyet seviyesine
Batılılar ancak Rönasans ve Reform hareketlerinden sonra ulaşmışlardır.
Hülasa
İslam düşüncesi, insanı yeryüzü halifesi olarak tanımlar ve onun yeryüzünü imar etmekle görevli
olduğunu söyler. Bunun için müslümana medenileşmeyi (şehirlileşmeyi) hedef olarak gösterir. Dinin
nihai anlamda ancak şehirlerde hayat bulacağını dile getirir. Bunu yaparken şehirlerde çok
kültürlülüğü ve çeşitliliği teşvik eder. Bu sayede kadim müslüman şehirlerde her alt kimlik, şehrin
mahallelerinin birinde gelişebileceği bir varlık alanı bulmuştur.
İslam, tabii olana vurgu yapar ve tabiatın ifsat edilmesine şiddetle karşı çıkar. Hem insanın fıtratını
dokunulmaz, hem de coğrafyayı ifsat edilemez olarak görür. Bu nedenle müslümanlar, inşaa ettikleri
şehirlerde yörenin tabii şartlarına riayet etmeyi dini bir vecibe olarak görürler. Fatih Sultan Mehmet
“Ormanlarımdan bir dal kesenin kafasını koparırım” derken sadece ağaç kesmeyi yasaklamaz, aynı
zamanda coğrafyanın ifsat edilmeden korunmasını emreder. Bu sayede müslümanların şehirleri,
mimari bakımdan coğrafyalara göre farklı kimlikler kazanmıştır.
Şimdilerde İstanbul’un sülietine hançer gibi saplanan gökdelenler, tabii dokuyu bozup herkesi rahatsız
ederken, İslam düsturlarının hükümran olduğu eski İstanbul’daki mimarinin tabiatı ve coğrafyayı
süslemesi bundandır. Çamlıca’dan boğaza baktığınızda cumhuriyet sonrasında maruz kaldığı bütün
bozulmuşluğa rağmen gördüğünüz “Tabiatla bütünleşmiş mimari” manzara ile Hongkong’a bir
tepeden baktığınızda gördüğünüz “Gökdelen çöplüğü” arasındaki fark, modern olan ile İslami olan
arasındaki farkı anlamanıza yardımcı olur.
Heyhat! Allah’ın yeryüzü halifesi olarak yarattığı insanlar, gökdelenler arasındaki labirentlerde birer
“Birey”8 olarak yaşamayı, tabiata nazır, bahçeli bir mahalle evinde, komşularıyla birlikte “İnsan”
olarak yaşamaya tercih ediyorlar.
...
8
Burada “Birey” kelimesine özel bir anlam yüklenmekte ve kendi kendine yettiğini düşünerek müstağnileşen,
Herkül ya da İsa gibi yarı tanrı yarı insan olma hevesinde olan batılı insan tipine vurgu yapılmaktadır.
8
Download