ANKARA BAROSU ESKİÇAĞ UYGARLIKLARINDA HUKUK “ANTİK YUNAN-ROMA HUKUKU” Oturum Başkanı: Av. Hatice KAYNAK 03.04.2009 ----&---OTURUM BAŞKANI (Av. Hatice Kaynak)- Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Roma Hukuku Bölümünden hocamız Nadi Günal, Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde Arkeoloji Bölümünden hocamız Serdar Hakan Öztanel ve Av. Argun Bozkurt; buyurun. Geçen yıldan bizi izlediyseniz, ilk çalışmamıza geçen yıl 5 Nisanda başlamıştık. Frig, Sümer ve Asur uygarlıklarında hukukla ilgili bir panel düzenlemiştik. Daha sonra da buna ilişkin bir sergi ve kitap çalışmamız olmuştu. Bu yıl buna devam etmek istiyoruz. Bugünün yaşayan hukuk’a nasıl ulaştığımızı, hem yazılı hukukumuz hem sözlü hukukumuzun nasıl oluştuğunu görmek açısından ikincisini düzenlemeyi düşünmüştük. Başlayacağımız konu, aslında Hitit, Sümer ve Asurlardan sonra Anadolu’da yaşayan çok büyük bir uygarlık, Yunan Uygarlığı var. Roma Hukukunun da belki temellerini oluşturan birtakım çalışmalar, belgeler, kanunlar, anlaşmalar Yunan hukukundan da çok etkilenmiş. Yunan hukuku daha çok mitler üzerine kurulmuş, mitolojik öğeleri çok fazla. “Yunan Hukuku ve Mitoloji” konusunda bize Argun Bozkurt bilgi verecek. Buyurun Argun Bey. Av. ARGUN BOZKURT- Çok teşekkür ediyorum. “Antik Yunanda Hukuk ve Mitoloji” konulu konuşmama başlamadan önce hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Konuşmama mahkemeler ve önemli hukukçulardan bahsederek başlamak istiyorum. Antik Yunan toprakları, kuzeyde Makedonya’dan güneyde Girit’e kadar uzanan, Anadolu’muzun Ege Kıyılarını da kapsayan bir coğrafyadır. Aslında pek de büyük olmayan coğrafya, daima insanlığa yol göstermiş, önemli uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Bu topraklarda adalet son derece önemsenmiş, günbegün geliştirilmiştir. 2 OTURUM BAŞKANI- Heyecanıma verin lütfen, ilk defa Oturum Başkanlığı yapıyorum. Tiyatronun heyecanıyla Başkanımıza açılış konuşması yapmayı söylemeyi unuttum. Çok özür diliyorum. Buyurun. Av. ARGUN BOZKURT- Evet, Antik Yunanda adalet üzerine yazılanlar, adalet için yapılanlara geçmeden önce, isterseniz Antik Yunandaki mahkemelere kısaca bir göz atalım. Antik Yunanda mahkemeler açık havada, “agora” denilen halka açık bir alanda, sütunların bolca olduğu bir galeride kurulurdu. Agora, halkın bir araya gelip toplandığı yer anlamını taşır. Burası siyasi, idari, sosyal, ticari ve iş hacmi bakımından kentin merkezini oluşturur. Tüm amaçlara hizmet veren düz ve açık bir alandır. Agoranın etrafında halkı güneş ve yağmurdan koruyan üstü örtülü, sütunlu galeriler yer almaktadır. Bu alanlara ise “stoa” denir. Stoa bağımsız bir yapı görünümündedir. Kent meclisi veya mahkeme burada toplanır, yine resmi belgeler stoada saklanırdı. Agora duvarlarında emirnameler, yasalar kazınır ve ilan edilirdi. Halk, yasaları ve hükümdar emirlerini bu duvarlara kazınan metinlerden öğrenirdi. Örneğin, Gümrük Kanunu bu duvara kazınır, şehre gelen tüccarlar verecekleri vergileri veya vermesi gereken beyanları buradan öğrenirlerdi. Atina’da meslekten yargıç yoktu, din ve devlet hukukuyla uğraşan areopagos yargıçlığı bir yana, öbür bütün davaları kurayla seçilmiş yargıçlar görürdü. Böylece seçilmiş yurttaşlar belli bir süre için ve değişik zamanlarda, sıra kendilerine geldikçe yargıçlık görevini yerine getirirdi. Atina’da savcılık kurumu da yoktu, ancak herhangi bir yurttaş kolayca bir başkasını suçlayabilirdi. Antik Yunan’dan bu yana önce suçlama, yani iddia dinlenir, daha sonra suçlanan kişinin savunması alınırdı. Duruşma başladıktan sonra ise mahkemeye hiç kimse, hatta duruşmaya geç kalan yargıçlar bile alınmazdı. Yargılama ayrıcalıklı bir işti. Mahkemelerin fiziksel durumları kentin kalitesini ortaya koyardı. Antik Yunan’da adliye, saflığın, temizliğin sembolü bir yer olarak kabul edilmekteydi. Duruşma başlamadan önce taraflar bir görevli tarafından, yargılama sırasında duruşmanın disiplinini bozucu davranışlardan kaçınmaları, acı sözler söylememeleri, duruşma sonrası sakince uzaklaşmaları konusunda uyarılırlardı. Konuşmacıların konuşma süresi birkaç saati bulabilmekteydi. Yargıçlar dışında mahkemede jüri 3 üyeleri de olurdu, jüri üyelerinin oy pusulaları vardı. Oy pusulaları iki çeşitti: Ortası dolu olanın anlamı “suçsuzdur”, ortası delik olanın anlamı ise “suçludur” şeklindeydi. Hâkimler, jüri üyelerinden topladıkları oy taşlarını bir kupaya atarlardı. Bu iş için mahkemenin kullandığı iki çeşit kupa bulunmaktaydı. Bunlardan ilki beraat kupası, diğeri ise mahkûmiyet kupasıydı. Ayrıca kum saati, taraflara tanınan konuşma süresini ölçmek için kullanılırdı. Hâkimin taraflara verdiği süre bu kum saatiyle ölçülmekteydi. Ateş yakılarak defne dalı buhurunun mahkeme alanında dolaştırılması, yargılamanın bir diğer ritüeliydi. Ayrıca, duruşmalardan önce mahkeme alanı özenle yıkanır ve temizlenirdi. Antik Yunan mahkemelerinde başka fikirler ve objeler de yer almaktadır. Bir kurt heykeli olan Likos, Antik Yunan’ın adalet mitlerindendir, mahkemenin saygı gösterdiği bir varlıktır. Ayrıca, Antik Yunan’da mahkeme açılışında dua edilirdi. Bu duada, “Ey geleceği gören yüce Apollo, izin ver de uğurlu olsun, kurulan bu mahkeme kendi kapısının önünde” şeklindeydi. Aristofanes’in kaleme aldığı “Eşek Arıları” (yani yargıçlar), MÖ. 422 yılında sahnelenmiş bir yapıttır. Aristofanes, bu komedyasında Atina’nın adalet mekanizmasıyla alay eder. O zamanlarda demagog ve savaştan yana olanlar, yargıçları kendi siyasi çıkarları uğruna kullanırlardı. Sıradan insanlar, Spartalılarla işbirliği yapmakla suçlanır ve insafsız yargıçlar tarafından çok ağır biçimde cezalandırılırdı. Yargıçlar, kararlarını balmumu tabletler üzerine sivri bir kalemle yazdıkları için, Aristofanes o kalemleri eşek arılarının iğnelerine benzetmiş, bu oyunuyla Atina halkını aydınlatmak, uyarmak istemiştir. Hitabet gerçek bir sanattır Atina’da. Büyük hatipler tüm Yunanistan’da tanınır. Antik Yunan topluluğunda herkesin düşüncesini kabul ettirmek ya da davasını savunmak bakımından söz alıp konuşabilecek yetenekte olması istenirdi. Gerçekte ise çoğu zaman profesyonel bir kişi, bir logopraphos, müşterisinin yapacağı konuşmayı hazırlardı. Antik Yunan’da yasa koyucuların çabası bir yüzyıla yayılmıştır. Likurgos yasaları Antikçağın önemli bir ütopyasıdır, ama aynı zamanda tarih boyunca bütün ütopyaları da önemli ölçüde etkilemiştir. Likurgos, Milattan önce 9. Yüzyılda toplumsal düşünmeye cevap aramak amacıyla medeniyetin beşiği Mısır’ı, Ortadoğu’yu ve Girit’i dolaşıyor, toplumları inceliyor, sonra dönüp öğrendiklerini 4 ülkesine uyguluyor. İşte Likurgos yasaları ve Sparta toplum yapısı böyle ortaya çıkıyor. Antikçağın bütün tarihçileri ve filozofları; Platon, Heredot, Aristoteles ve diğerleri, eserlerinde mutlaka Sparta’dan bahsetmişlerdir, Likurgos yasalarını kaybedilmiş güzellikler olarak değerlendirmişlerdir. Ancak, hatırlıyorum, ilkokul veya ortaokul yıllarında Spartalıların hırsızlığı övdüğü ve hırsız yetiştiren bir toplum olduğu yönünde bilgilendirilmiştim. Hatta itiraf edeyim, Spartalılarla Ispartalıları çok uzun zaman aynı toplum ve coğrafya olduğunu zannettim. Siyaset ve hukuk adamı Likurgos ve Sparta hakkında yapılan bu değerlendirmeler son derece isabetlidir. Sparta devrimi, 2500 yıl önceki bir aydının sergilediği yüksek siyasal bilinç açısından çok çarpıcıdır. Likurgos yasalarıyla Sparta’ya getirilen düzen, mutlak mülkiyet eşitliği, kadın-erkek ortaklaşalığı, israfı dışlayan kanaatkârlık ve mütevazı yaşam anlayışı ve en önemlisi, kolektif yönetim sistemidir. O dönemde kurulan bu sistem, 2500 yıl sonra bugün bile hâlâ bir ütopyadır. Antik Yunan’a damgasını vuran bir başka yasalar demeti, Drakon kanunlarıdır. Drakon kanunları, zalim karakterli kanunlardı. Klanların ilkel adetlerinin bir toplamıydı. En küçük bir hırsızlığın bile ölümle cezalandırıldığı bu kanunlar için “Mürekkeple değil, kanla yazılmıştır” denilir. Solon ile siyasal devrim denilen şey yaşanmıştır. Solon’un kurduğu rejim ilerici bir rol oynar. Anayasaya yepyeni bir öğe girmiştir: Özel mülkiyet. Yeni mevzuata göre yurttaşların hakları ve görevleri, varlıklarının ölçüsüne göre belirlenmiştir. Bu yasalara göre artık borçlu olması nedeniyle hiç kimse köle yapılamayacaktır. Efialtes döneminde “hilia” adlı yüksek mahkeme, anayasayı koruma yetkisiyle donatıldı. Halk meclisine sunulan herhangi bir önerinin kanuna aykırı olduğunu herkes ileri sürebilirdi. Dava helia’nın önüne gelirdi. Mahkeme iddiada bulunanı haklı görmüşse, kanun tasarısını kaleme alan, para cezasına çarptırılırdı. Olağanüstü bazı durumlarda ise bu yasa tasarısını gerçekleştiren kişi ölüme mahkûm dahi edilebilirdi. İddia dayanaksız ise, onu ileri sürenler para cezasına çarptırılıyordu. Antik Yunan’da savunma örgütüyse oldukça parlak bir görünüm sergilemiştir. Antik Yunan’da savunmanlara “sinagore” ismi verilmiştir. Bunlar, önce sanıkların yakınlarıydı. Daha sonra dışarıdan da başka kişilere savunma hazırlama hakkı verirdi, bunlara “legoraf” denildi. 5 Atina Barosunun tarihi çok eskidir. 2500 yılı aşkın bir süre önce nefes almaya başlayan Atina Barosuna ait disiplin kurallarından bazıları şöyledir: Ana-babalarına saygısızlıktan cezalandırılanların, yasal görevlere katılmayı reddedenlerin, ahlaka aykırı işlerle uğraşanların, miras yoluyla kendisine geçen serveti sorumsuzca harcayanların, sefahat yerlerinde görülenlerin savunmanlık yapamayacakları düzenlenmiştir. Antik Yunan’da ünlü avukatların başında Demostenes gelir. Demostenes, hem iyi bir hukukçu hem de iyi bir siyasetçiydi; çok güzel konuşurdu, ünü bütün ülkeye yayılmıştı, başı derde girenler onun kendisini savunmasını isterdi. Demostenes, bu yoğun talepleri karşılayamaz hale gelmişti. Ülkenin dört bir yanına giderek avukatlık yapmak oldukça zordu. Bunun üzerine, kendisine müracaat edenlere parası karşılığında yazılı savunmalar hazırlamaya başladı. Demostenes bu yolla çok büyük servetler elde etmiştir. Antik Yunan’da Solon da iyi bir avukat olarak ün salmıştır. Atina Barosunun meslek kurallarını oluşturanların başında geldiği gibi, ülke ve insanlık tarihine damgasını vuran ve kendi adıyla anılan Solon kanunlarını da kazandırmıştır. Antik Yunan’da hukuk mitolojisiyle konuşmamı sonlandırmak istiyorum. Az önceki oyunda birçok karakterler gördük, oldukça da etkilenmiş bulunuyoruz. Çünkü, mitoloji çok etkileyici ve beni çok uzun yıllardır etkileyen bir disiplin, o yüzden burada da buna yer vermek istedim. Bu bölümde adalete, insanın suç işlemesine, aklanmasına, cezalandırılmasına veya insanın savunmasını üstlenen mitolojik varlıklara değineceğim. Mitolojiye göre suç işleyen ölümlü, yani insan, Tanrının gazabından kurtulmak için bir başka Tanrıya sığınabilir. Bu durumda Tanrılar arasında anlaşmazlık çıkardı. İnsanı cezalandırmak isteyen Tanrı ile insanı korumaya çalışan Tanrı kıyasıya mücadeleye girişirlerdi. Olay büyüdüğündeyse, Baştanrı Zeus olaya el koyar. Çoğu zaman da tanrılar arasında doğan anlaşmazlığı çözmek için “areopej” denilen tanrılar mahkemesi kurulur, son söz bu mahkemenindir. Mitoloji efsaneler demetidir, ama nasıl olmuşsa, binlerce yıl sonraki kurumları, sıfatları, unvanları, hatta meslekleri, 2000-3000 yıl öncesinde ortaya koymayı başarabilmiştir. Gerçekten de Temis, Adalet Tanrıçası olarak mahkemelere başkanlık yapardı. Nemesis savcı gibi hareket ederdi; cinayet suçlularının cezalandırılması için didinir, öç onun en temel görevi olmaktaydı, bu haliyle günümüzün savcısıydı. 6 Erinisler, Nemsis’in polisi veya jandarmasıydı, cinayet suçlusunu takip edip dururlardı. Hekate vardı, bu bilirkişilik yapardı, yargıçlara akıl verirdi. Litailer, mitolojide avukatı temsil ederlerdi. Ate ise, Suç Tanrısıydı, insanları suça doğru iterdi. Hades ise, öteki dünyanın yargıcıdır, ölen ve yanına gelen kişiyi sorgular, yaşarken işledikleri suçlarla iyiliklerini mukayese eder. Masum çıkarlarsa sonsuza kadar huzur içinde uyumalarına karar verir; suçlu çıkmaları halinde ise sonsuza kadar işkenceler içinde kıvranma cezasına çarptırırdı. Zeus, yeryüzü ve yeraltındaki verilen bu kararları denetler; bazılarına ses çıkarmaz, bazılarını ise değiştirir, tam bir temyiz mercii gibi hareket ederdi. Sözlerimi Homeros’un “İlyada” yer alan ve mitolojik avukat tanrıçaları, yani litaileri anlatan bir şiirle noktalamak istiyorum. Gün olur yanılır, suç işler insanlar Güzel adaklar sunularla yalvarırlar Kurban yağlarıyla yumuşatırlar tanrıları Ulu Zeus’un kızlarıdır yalvarılar. . Topal, yüzleri buruşuk, gözleri şaşı Koşarlar suçun arkasından dertli dertli Ama güçlüdür, çevik ayaklıdır suç Yalvarılardan çok önde gider İnsanlara kötülük ede ede dolaşır yeryüzünde Yalvarılarsa yetişir, kötülüğü düzeltmeye kalkarlar Dinlerler kendilerine saygı gösterenleri Onlara yardım ederler canla başla Kulak asmayan olursa yalvarırlar Zeus’a Suç takılsın ona, ettiğini bulsun derler.” Çok teşekkür ediyorum. OTURUM BAŞKANI- Argun Beye biz de çok teşekkür ediyoruz. Yunan hukukuna kısa bir bakış yaptıktan sonra, yine bu topraklarda yaşayan diğer bir hukuk, onun arkasından gelen hukuk olarak Roma hukukuyla karşılaşıyoruz. Roma hukukunu anlamak için herhalde bir Romalı vatandaş nasıl yaşıyordu, kimlikleri nasıldı, ne tür ilişkiler, ne tür hukuklara doğurdu, bunu anlayabilmek için Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümünden Hocamız Prof. Dr. Ömer Çapar, “Bir 7 Dünya Devleti Olarak Roma ve Romalı Kimliği” hakkında bize bilgi verecek. Buyurun hocam. Prof. Dr. ÖMER ÇAPAR (Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi)- Teşekkür ediyorum Sayın Başkan. Hoş geldiniz değerli konuklar. Şimdi ben tarihçi oldum, tabii tarihi bilgiler bekliyorsunuz benden. O bizim modern yanılgımız, tarih denildi mi geçmişten birtakım öyküler anlaşılıyor yahut içinde yaşadığımız sahada. Hayır, o değil, tarih güncel, gerçekleri anlatıyor; hatta yapılan, edilen, düşünülen şeyleri anlatıyor, bizi bize anlatıyor. Yani, geçmiş bir dünyadan veya çağdaş bir dünyadan birtakım haberleri iletmiyor bize, öğretmenlik de hiç yapmıyor, sadece bize kendimizi tanımamız gereken noktalardaki örnekleri ortaya koyuyor tarih, bu kadar. Böyle olunca, tarihin geçmiş dönemlerinde karşımıza çıkan ve gerçek anlamda bugün içinde hâlâ önemli anlamlar taşıyan bir yapısını; siyasal yapı, kültürel yapı, bir dünya yapısı diye karşımıza çıkan koskoca bir âlemden söz edeceğiz. Bunu tabii tüm ayrıntılarıyla vermek olası değil, ancak satırbaşlarıyla söyleyeceğim. Bu dünya bize devlet, birey ve toplum ilişkileri bağlamında nasıl bir manzara, nasıl bir fotoğraf sergiliyor? Çünkü, hâlâ pek çok yapıp edilenler bugün bizler tarafından da tekrarlanıyor, şu veya bu şekilde farkında değiliz. Bu tabii öyle veya böyle bu Romalı varlığının yapısının önemini çok fazla büyütmüyor, çünkü aslolan, güncel olan, yeni olandır, ama kabul etmemiz gerekir ki hâlâ çıkmazlarımız var. Birey olarak, çağdaş insan olarak, devlet olarak çıkmazlarımız var ve geçmişin deneyleri de adeta bir insanlık laboratuarı gibi öyle veya böyle bize bu unutulup geçilen, kulak ardı edilen pek çok örnekler sergiliyor. Lafı uzatmadan şunu söylemek istiyorum: Uzun bir yaşanmışlıkla karşı karşıyayız; bu hem bireysel anlamda, hem toplumsal, hem devlet anlamında. Bin yılı aşkın bir siyasal egemenlik düşünün ki, tüm Akdeniz, o zamanın bilinen yegâne dünyası, ileri bir dünya, mükemmel, yaratıcı, üretici bir dünya var karşımızda. Niye dünyanın başka yerinde değil de kesinlikle Akdeniz’de? Bunun bir anlamı var ve açıklanabilir bir olgudur bu. Bu zincirin son halkası da Romalılar oluyor, çünkü Romalılar bize bir şeyleri bulup ortaya koymuyor, icat da etmiyor, bilinenleri taşıyor ve bugünkü modern Avrupa’yı Avrupa yapıyor. Zincirin son halkası dediğim zaman öyle 8 anlaşılmalı; yayıyor, tarihte öyle bir işlevi, misyonu var. İnsanlığın engin tüm kültürlerini zincirin son halkası olarak bugünkü modern Avrupa’nın bağrına taşıyor Roma, çok şeyler borçlu insanlık. Bu büyük yapının büyüklüğü, uzun ömür sürmesinden dolayı değildir. 1200-1300 yıla yakın yaşamışlık, siyasal egemenlik, dünyada başka bir örneği de yoktur. Tüm Akdeniz dünyasını; Atlantik kıyılarından Fırat boylarına varıncaya değin, Rusya steplerinden sahra içlerine Arabistan da dahil olmak üzere, bu topraklarda çok uzun yaşaması onu büyük yapmaz. Asıl önemli olan, herhalde kendi yapıp ettikleridir, çünkü Romalı “Historia” dediği zaman, Batı dillerine geçen terimiyle, öyküleri söylemez, öyle de bir tanımlaması yoktur. Onu Grekler söylerler, “Historein” derler, “esatir” kelimesi de dilimize oradan geliyor zaten. Öykü anlamı biz çağdaş insanlara yanlış olarak oradan geliyor. Romalının tarih dediği kelime, “Reskeste”dir, anlamı da yapılan işler demektir. Tarih, yapılan işler demektir, insanın yapıp ettiği işler demektir, eylem demektir, dinamizm demektir. Bakınız, bu bakımdan eski Grek’ten ayrılır. Eski Grek soyutu çok sever, genellemelere bayılır, bir şeyden bir şey çıkarsa, bunda da oldukça yeteneklidir. Ama, kabul edelim ki Romalı tipi çok farklı bir tiptir, o yapıp etmeyi çok sever; pratiktir, iş yapmayı çok sever, düşünce yaşamı fazla derin değildir. Bunu da ona böyle bir karakter kazanmasında olanaklı kılan şey, kabul edelim ki üzerinde oturduğu topraklardır. Önce İtalya, İtalya’nın içinde küçük bir şehir Roma, sonra geniş İtalya, sonra Batı Akdeniz, Doğu Akdeniz. Şunu söylemek istiyorum: Bütün hayatı didinmekle geçti bu insanlığın. Sürekli olarak hareket halindedir, düşünmeye vakti yoktur. Tabirimi mazur görün, şu veya bu şekilde tabii düşünüyor, ama öyle bir şekilde kendisi de karar vermiş değildir buna, yani “Ben dinamik olacağım, eylem insanı olacağım” diye kafasında daha önceden tasarlanmış bir düşüncesi yoktur. Dış çevrede gelişen olaylar onu öyle bir canlılığa, hareketliliğe itmiştir, bir görev vermiştir. Küçücük bir Roma, İtalya’da egemenlik ortaya çıkarken, hani sayısı yüzlerce demeyeyim, ama pek çok topluluk tarafından kuşatılmış, güvenlik kaygısı çok önemli. Yani, o hareketin başlangıcı odur, önce güvenliğini sağlamak çok önemlidir. Düşünebiliyor musunuz, İsa’dan önce 8. Yüzyılda, İtalya haritasında daha nokta bile değil. Doğuda büyük devletler var, imparatorluklar var. Mesela, doğunun Romalısı denilen Asurlular var; Anadolu’dan tut, İran içlerine kadar. Onların 9 zamanında Roma İtalya’da küçücük bir nokta. Aşağı yukarı 200-250 yıl sonra İtalya’nın siyaseten işi bitmiştir. Bakınız, siyasi birlik kurar. Bunun da nitelikleri, ilkeleri, amaçları vardır. Böyle bir siyasi birlik nasıl kurulur? Çok önemlidir. Bunu soyut genellemelerle, hayallerle falan değil, yapa ede, deneye sınaya, bunlardan bir sonuca vararak ortaya koyacaktır Romalı. Nasıl başaracak bu siyasal birliği? Bugün dahi başarılamıyor. Bırakınız bütün Akdeniz’de, Doğu Akdeniz’in küçük bir köşesinde başarılamıyor. Bütün dünyada bunu başardı, iki şey, bunun alt unsurları vardır tabii:. Bunlardan biri hukuk. İkincisi dil, Latin dili. Bugün dünyanın her yerinde konuşulur, Güney Amerika’dan tutun da şeylerine varıncaya kadar, İç Asya hariç. Sonra bütün bunları tamamlayan maddi, büyüklük hissi uyandıran yatırımlar. Romalı her yaptığı işte bir görkemlilik, insanın hafızasını, düşüncesini şaşırtan ululuk, büyüklük ortaya koymuştur. Anadolu’yu dolaştığınız zaman Grek yapılarına bakın, Roma yapılarına bakın. Biri çok nazik, incedir, güzeldir, o güzelliktir, güzelliğin simgesidir, o Grek yapısıdır, hemen tanırsınız. Bu tarafa geçin, baktığınız zaman, kaba demeyeceğim, büyük, o Romalıdır, onu hemen tanırsınız, hangi yapı olursa olsun. Romalı dersek de, o büyüklüğü durup dururken yine rastlantısal olarak ortaya koymadı. Çünkü, ağır bir görevi var, bu görevi etrafında gelişen olaylar ona empoze etti, asla istemedi Romalı böyle bir şey. Hep “Acaba ortadan kaldırılabilir miyim?” kaygısı, korkusu, endişesi o güvenlik duygusunu aşırı pompalamıştır. Bu onu İtalya’nın ele geçirilmesine götürür. Musollini’ye kadar milli birlik yoktur İtalya tarihinde, tarihin her döneminde. İtalya’yı ele geçiren bir Romalı kuvveti bu sefer kendini Akdeniz’de güvensiz gördü; “Acaba yutulur muyum, ortadan kaldırılır mıyım?” Aşağıda Kartacalıllar var Afrika kıyılarında, büyük bir deniz devleti, ekonomik bakımdan zengin. “Acaba beni haritadan siler mi?” korkusu onunla çatışmaya götürür. Doğuda Büyük İskender’in arkasından gelenler var. Her biri bir dudağı yerde bir dudağı gökte Doğunun büyük devletleri, yapıları gelişmiş kültürler, “Bunlar beni yutar mı?” acaba falan düşünceleri, bütün gün kafasında, sokaktaki adamından yöneticisine kadar, Roma’yı çok hareketli ve saldırgan politikaya itmiştir. Romalı tüm yaşamında durmak bilmedi, onun en belirgin niteliği odur. Yalnız, kabul edelim ki bu genel görüntü, yani fotoğrafın dış yüzü şu veya bu şekilde çok yanıltıcıdır, çünkü onun içerisinde çok daha etik olan bazı karakter özellikleri vardır Romalının. Romalı bir defa öyle anlaşılıyor ki her şeyden evvel sert 10 bir insan. Bu sertlik asla bir vahşilik anlamında değil, kararlılık anlamında söylüyoruz. Herhangi bir şekilde kısa sürede düşündüğü ve sonucunda ortaya koyduğu işlerde aşırı bir direngenliği vardır, yani inatçılığı vardır; vazgeçmez, kesin kararlıdır, sonuca varana kadar hiçbir şey onu hedefinden saptıramaz. Roma, tarihinde pek çok kez uçurumun kenarına gidip dönmüştür. Bir örnek vereyim, daha iyi anlaşılır: Roma’nın Kartaca savaşlarında Kartaca Ordu Komutanı Haniball’den bir darbe yedi ki; dört tane savaş yaptı Haniball’e, bunlardan bir tanesinde, Trebie Savaşı diye, senatonun yarısı gitti. Ne demek senatonun yarısı gitti? Devlet politikasını formüle eden, projelendiren kafalar gitti, yarısı gitti. Gençlerin de yarısı gitti, sadece kadınlar ve çocuklarla ayakta kalmak gibi karşı karşıya bir olayla; silinmedi, ortadan kaldırılmadı, maddi, manevi ne varsa döktü ortaya. Yani, “Bizim varlığımızı sonlandıracak etrafımızda pek çok kuvvet vardı, biz bunlara karşı ayakta durmalıyız.” Tabii kabul edelim ki Romanın bir başka yanı ortaya çıkar burada: Ne kadar ileride ekonomik bakımdan gelişse de hep asker ve çiftçi olarak kalmıştır Romalı. Bizans’a kadar, o da dahil tabii, o da Roma’nın kültürel bakımdan devamı, siyasi bakımdan da devamıdır, hiçbir zaman Bizanslılar kendilerine “Biz Bizanslıyız” demediler, öyle bir şey yok, bu biz tarihçilerin ayırdığı bir şey, “Ben Romalıyım” der Bizanslı. Justinyanus bile “Ben en iyi Romalıyım” dedi, “Egosum Romanus” diyordu o. Bütün yazılarında “Romalıyım” der. Bizans uydurma, bizim yaptığımız, araştırıcıların ortaya koyduğu bir isimdir, yeni bir yapı da değildir, Hıristiyanlığın dışında. O bile antik dinlerin değişik bir kopyasıdır. Kabul edelim ki çok uzun bir yaşanmışlık var. Romalı ele aldığı bir işi sonuca vardırmayı çok sever, çünkü üzerinde yerleştiği coğrafya çok farklı renklerdedir, o onun karakterini yoğurmuştur. O bakımdan Roma’yı yapıp ettikleriyle tanıyabiliriz. Roma tarihini de eylemleri sonucundaki hareketleriyle tanırız. Roma Devleti, tek bir siyasi düşüncenin veya felsefi düşüncenin veya toplumsal düşüncenin ürünü değildir, bunu bilmek lazım. İster krallık olsun, ister cumhuriyeti olsun, ister imparatorluğu olsun, Bizans’a kadar, tek mantıki bir düşüncenin ürünüdür. O devletten farklı unsurlar bir denge, bir harmoni, bir armoni halinde birleşmiştir. Bu devletin yapısında monarşik unsurlar, aristokratik unsurlar, 11 demokratik unsurlar vardır. Bunların hepsini gayet uyumlu bir biçimde birleştirir. Bir örnek vereyim: 3 tane halk meclisi var, yan yana, cumhuriyetin sonuna kadar. Hiç de öyle kavga olmadı, yani “Sen yaptın-ben yaptım, seninki-benimki” demediler, o kadar güzel bir vazife… “Officium” kelimesi çok etik anlamı dışında, tabii pratik anlamlar da taşır. Ofis dediğimiz, Latincede görev, bu çok önemlidir, âdeta bir iman halinde, bir din halinde “officium”u sever, Romalı bunu çok sever. Ciddi insandır Romalı, bir görevi alıp da sona erdirmemesi onun için en büyük alçaltıcı durumdur, çünkü o onu insan yapar, bağlı olduğu toplum içerisinde ona bir statü verir, maddi kazanç da getirir elbette; görevini en iyi yapmış olmak, ona maddi kazançlar da getirmiş olabilir. Ama, kabul edelim ki bu kadar kısa değildir, kuşaklar arası; sadece kendisi değil, arkadan gelecek ailesi veya diğer nesilleri için de çok olumlu katkılar yapar. Romalı, büyüklerinin büstlerini her yere koymayı çok severdi, evinden tutun, caddelere, sokaklara, meydanlara varıncaya kadar. Genç meslektaşım daha iyi bilir, heykel yapmaya yapmıştır, ama o kadar çok değildir. O özel bir heykeltıraşlıktır, çünkü kafaya çok önem vermiştir, çünkü orada Romalının bütün özellikleri vardır. Orada dediğim gibi çok sert tipli, kararlı bir insan vardır, inatçı insan vardır, görev aşığı insan vardır, bir görevi ciddiyetle yerine getiren bir insan tipi vardır. Bu yöneticiden sokaktaki adama kadar yansır. Romalı, o zamanın bilinen dünyası olan bütün Doğu ve Batı Akdeniz’deki bu başarısını çok kolay kazanmadı, ama öyle anlaşılıyor ki kafasının içinde yatan birtakım düşünceler çok sarsılmazdı, çok kesindi. O bakımdan bazen biz ister istemez Romalıyı dış görünüşünde tutucu, ama içeride çok fazla esnek, başka bir deyişle eskiyle yeni arasında dengeyi iyi kurmasını bilen bir insan tipi. Niçin? Sırf eski olduğu için yıkılmazdı. Romalı inanıyor ki bu eskiden gelen herhangi bir katkı yararlıysa alıp uygulamakta hiç tereddüt etmezdi. Güncel için bir anlam ifade ediyorsa, pratik bir yararı varsa onunla bir sorunu yoktu, fakat bununla beraber niçin bu kadar uzun yaşadı? Yeniye de çok iyi uyum sağlardı. Romalının görünüşü dışarıda eski görünür, içeride yenidir. Bunu tarihte pek az insan ve toplum veya devlet gerçekleştirmiştir. Bakınız, bunun en güzel örneği Roma Hukukudur. Bu kadar yerler sadece askerle yönetilmedi. Öyle anlaşılıyor ki hukuk da çok önemli, çünkü o da yapılıp 12 edilen bir şeydir. Günceldir, dünyevidir. Ahlaki yanları vardır, yoktur, o ayrı konu, ama Roma devletinin en iyi kullandığı araç gereçlerden biridir hukuk. Sadece kendi vatandaşına değil, dışarıdaki yabancılara da. Dünyada ilk kez olarak bir Yabancılar Hukuku yaptı Romalı. Ötekinin hukuku, bağımsız. Kendi vatandaşlık hukukuyla dışarıdaki yabancıların hukukunu bu kadar dengeli nasıl ortaya koydu? Çünkü tarih ona bir misyon yükledi. Bu kadar çok kültürleri yönetiyor bu insan. Nasıl patırtı kütürtü çıkmadan yönetilecek bu? Bunun en iyi, en güzel aracı hukuktur. Az hukuklular, çok hukuklular, yarım hukuklular, çeyrek hukuklular gibi birtakım uygulamaları var. Tek bir hukuki prensip uygulamaz, çünkü aslolan, insanlar yaptıklarına göre puan kazanırlar Romalının kafasında. Az yapanla çok yapan aynı değildir. Bu ister bireysel yaşamında, ister toplumsal, ister dünyevi yaşamında olsun. Her birine puan verilir, ona göre görev ve yükümlülükleri belirlenir. Siyasal, hukuki, gündelik yaşantıda herkesi aynı tipe sokmaz. Kendine, topluma, devlete yaptıkları katkıları bakımından bir puan, bir derecelendirmeye konulur, fakat bu, Hindistan’daki kast sistemi gibi değildir, bu aynı zamanda hukuki değil, siyasi düşüncedir, çünkü bir yerden bir yere geçiş çok kolaydır, esnektir. Çok yaparsanız çok kazanırsınız. Bazen zenciler imparator olur, getirilip imparatorluk makamına çıkarılır; Afrika’dan alınır, getirilir, yeter ki vatandaşlık görevini iyi yapsın. Nedir vatandaşlık görevi? Aldığı bir işi veya kendisine yüklenen bir işi ne güzel şekilde yapmış olmaktır, hukuktan da yararlanmış olmaktır, hak ve hukuka da sahip olmaktır. Roma’da değişik vatandaşlık tipleri vardır, değişik hukuklara sahip. Tek bir hukuk yok. Dünya vatandaşlığı kolay değil. Roma, bir dünya vatandaşıdır. Her iklime adapte olabilen, her kültüre uyarlanabilen bir kafa. Böyle olmasaydı bu kadar uzun bir ömür ve kültürel etkiler kalmazdı. Şunu söylemekte belki yarar var: Eski Grek, mükemmel insanı yarattı, soyut düşünen, genellemeci bir insan tipini yarattı. Romalı da mükemmel toplum ve devlet tipini yarattı. Tabii hukuk şaheser, mühendislik mükemmel. Yollar, binalar, yani çıkmadığı dağ, inmediği ova yoktur Romalının. Bunu da ne için yaptı? Birileri puan versin diye yapmadı, kendisi için yaptı, kendi özvarlığını ayakta tutabilmek için. O kadar basit mi, bu kadar bencil, egoist mi Romalı; hayır, değil, etrafını da en az kendi kadar öneme aldı, ona da çok önem verdi, yoksa niye Anadolu’da gelip bu kadar 13 eseri yapsın ki, çünkü o insanlar ancak öyle jestlerle yönetilebilirdi, böyle olumlu yaklaşımlarla yönetilebilirdi. Eski doğu devletlerinin politikalarının hiçbirine benzemeyen bir şekilde hiçbir devletin varlığını ortadan kaldırmadı, Anayasasına son vermedi, kültürünü değiştirme konusunda zorlama da yapmadı, ama ondan bir şey istedi: “Bir dünya devletinin gerektirdiği görevleri yapın” dedi. Neydi o? “Devletin size vereceği her yerde askerlik görevini yapacaksınız, vergi vereceksiniz.” Başka da bir şey istemedi. Hıristiyanlığa da böyle yaklaştı Romalı. Başka din olduğu için değil, “siz vatandaşlık yapmıyorsunuz” diye yaklaştı, siyasi düşündü, dinsel düşünmedi. “Ben sizi koruyorum, ama siz kaçıyorsunuz vatandaşlıktan.” Hıristiyanlar biliyorsunuz, “Biz caesar’ların verdiği görevleri kabul etmeyiz, Tanrının verdiği görevleri kabul ederiz” dediler. Öyle olunca tabii bir anlaşmazlık var, bir dünya devletinin gerektirdiği ortak görevler var, bunlardan kaçındılar, hiçbirine girişmediler Hıristiyanlar. O zaman Romalı dedi ki, “Olmaz, bunun adı istismara girer, birileri birilerini sömürüyor demektir bunun adı.” Ne demek sömürüyor? “Ben seni koruyorum, hizmetler yapıyorum, görevler götürüyorum, ama sen bana hiçbir şey yapmıyorsun. Bunun adı ilişki değildir, bunun adı beni küçük görmektir, benden yararlanmaktır.” Böyle bir düzen anlayışı da dünyada yoktur, Romalı dünyevi düşünür, her şeyi akılcı ve dünyevi düşünür. Romanın pek çok özellikleri var, ama diğer konuşmacı meslektaşlarıma fırsat tanıma adına, sizin de sabırlarınızı fazla zorlamama adına bitirmek istiyorum. Bir Roma tarihçisi şöyle diyor: Biz davranışları söze tercih eden insanlarız diyor ve diyor ki; bizim Anayasamız tek kişi tarafından yapılmaz, ya meclis yapar, ya baştaki birisi yapar. Eski doğu toplumlarında olduğu gibi herkesin katkısı vardır. Ben size tabii “partici-pleb” diye sınıflar mücadelesi vardır, herhalde bu apayrı bir panel konusu olabilir. Orada Romanın yaşadıkları gerçekten çağdaş insanlığa çok ilginç örnekler sergiler, bütün vatandaşları doğal haklardan yararlanan bir insan kılma yolundaki çektiği sancılar, sıkıntılar bitmedi, tükenmedi, onun için sert insandır Romalı. Asıl önemli olan; karşıdakini de kendisi gibi yapmak, Romalılaştırma. Romalılaştırma çok önemlidir. Bunu da hukukla yapar, dille yapar. Dil deyip sakın kendi dilini zorla empoze etmek anlamı çıkarmayalım. Sadece şunu söyler: “Ben yönetici sen yöneten, anlaşabilmemiz için iki araca değil bir araca gereksinmemiz var. Bu, ikimiz için de 14 kolaylıktır. O bakımdan Latin Dili büyük bir devletin dili olmanın getirdiği yararları vardır, kolaylıkları vardır. Kendi diliniz neyse konuşun beni ilgilendirmez, ama benimle konuşuyorsanız tek dilden konuşmak zorundayız. Benim dilimi sadece siz değil, benim ilgi alanıma girmeyen başkaları da konuşuyor.” Anlaşmak lazım, dünya dili. Etrafı da kendiyle anlamlı bir ilişkiye sokma konusunda çok yeteneklidir. Çok değişik yöntemleri vardır bunu gerçekleştirmek adına. Karşı tarafa saygı gösterir. Örneğin, bir savaş yapar, büyük bir devlet, galibiyet yürüten. Sanki hiçbir şey olmamıştır ondan sonra, savaşı bitiren bir anlaşma yapılır, karşı taraf ister büyük ister küçük olsun, tekrardan siyasi ve hukuki bir varlık olarak karşımıza çıkar bu. Kendi yasalarını yapıyor, gündelik yaşamını devam ettiriyor, hiçbir şey olmamış gibi. Dışarıdan bakan, olayı bilmeyen der ki; hiçbir şey değişmemiş burada. Belki bundan da önemlisi, bir şekilde birlikte yaşamanın bir zorunluluk olduğunu ona hissettirir. Büyük devlet olarak ona çok büyük katkıları vardır. Anadolu’nun her yerine bakın, Roma eserleri doludur, İtalya’da daha fazladır. Yunanistan’da, Adalarda, doğu dünyasında Doğu Akdeniz’e çok önem verdi. Bizans da orada çıktı zaten, batıda çıkmadı, doğuda çıktı. Bütün yatırımlar orayadır, zengin bir dünya oradan kendisinin kazancı büyük, ama karşı taraftakiler de büyük devletin nimetlerinden çok yararlanmışlardır. Kültürü de onun için bizim içerimizde yaşamıştır. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ederim. OTURUM BAŞKANI- Hocam çok keyifli bir sunumunuz vardı, çok teşekkür ediyoruz. Roma, bir dünya devleti olmayı aslında en önemlisi hukukla kurdu diyoruz, ama bu hukuk ki, bugün biz Türk hukukunda bile bunun çok etkilerini yaşıyoruz ve kullanıyoruz. Aramızda hukukçular ve hukukçu olmayanlar da var. Fakülteye başladığımızda en önemli ders olarak Roma hukuku öğreniyoruz. Aslında hiç bilmediğimiz bir dünyanın bilmediğimiz bir hukuku diye başlıyoruz, ama sonra öğreniyoruz ki, aslında bugünkü yaşadığımız medeni hukuk, borçlar hukuku, ticaret hukuku gibi birçok kullandığımız güncel hukukun temelleri Roma hukukundan kaynaklanıyor. Nadi Hocam da bize Roma Hukukunun hem Türkiye hem Türkiye üzerindeki etkileri, hem de genel olarak yapısından bahsedecek. Buyurun Hocam. 15 NADİ GÜNAL (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi)Teşekkür ederim Sayın Başkan. Sözlerime başlamadan önce, öncelikle sadece bu güzel panel değil, sanıyorum salondaki herkes herhalde gezmiştir aşağıdaki Hukuk Müzesini ki, ben çok etkilendim. Bunun da mimarı, sevgili sınıf arkadaşım Argun Bozkurt. Kendisini öncelikle hem tebrik, hem teşekkür etmek istiyorum. Bu vesileyle Ankara Barosunun Sayın Başkanı ve Sayın Yönetim Kurulu üyelerine, Oturum Başkanımıza ve bu binanın içindeki her türlü katma değerin gerçekleşmesinde emeği geçen herkese şahsım adına teşekkürlerimi iletiyorum. Onun dışında, sözlerime başlamadan önce sunumla ilgili olarak Sayın Kaynak’ın Roma Hukukunu abarttı diyemeyeceğim, ama ben Ankara Hukuk Fakültesi 1. sınıf öğrencisiyken doğrusunu isterseniz Roma hukukundan nefret ederdim ve ilk haziran sınavında da ikmale kalmıştım. Rahmetli Hocamız Kudret Ayter o zaman ve dedim ki, kim koyduysa bu hukuku, nereden koydu, nereden başımıza getirdi? Seneler sonra kader beni Roma hukuku hocası ve Ankara Hukuk Fakültesinin Roma Hukuku Anabilim Dalı Başkanı yaptı. Bunu her sene öğrencilerime anlatırım, fakat bundan şikayetçi değilim, çok memnunum, çok mutluyum. Aslında biraz sonra sizlere yapacağım sunumda bazı isimler, bazı olaylar geçecek. Burada sizlere hukukçu olmayan katılımcıları ve davetlileri de düşünerek hukuki bir metin ağırlıklı bir şeyler anlatmak yerine, Sevgili Ömer Hocamın da anlattığı gibi, aslında tarih bir tekerrürden ibarettir. Tarihe ışık tutmak değil, tarihin ışığını da günümüze çevirmek projektörlerini, böylece hiçbir şeyin değişmediğini; iktidar mücadelelerinden, bu mücadelelerin tarzlarından, yöntemlerinden. Mesela, Sezar’ı anlatırken diyeceksiniz ki “Bu günümüzdeki şu kişiye benziyor ya da şu guruba, şu partiye benziyor” ya da Sezar’ın mücadelesini anlatırken devlet başkanlığını uzatmak isteyen ya da başbakanlığını uzatmak isteyen “günümüz” liderlerini göreceksiniz. Bunları söylemekte bir sakınca yok, eleştirirsek nasıl olsa herhangi bir tehlikesi yok, onun için ben Türkiye’den isimler vermeyeceğim. Mesela, Güney Amerika’daki Hugo Chavez’den bahsedeceğim. Geçenlerde bir referandumla zannediyorum görev süresini kısıtlayan kanunu kaldırdı, sonsuz. Biraz doğumuza bakalım; Azerbaycan’da babadan oğluna geçiyor. Cumhuriyet var, bunların hepsinin adı cumhuriyet, İran’ın da adı cumhuriyet, kimisinin adı demokratik cumhuriyet falan, 16 böyle değişik isimler alıyor. Demokrasiye de ucundan kıyısından biraz değineceğiz. Acaba demokrasi herkesin canı sıkıldığında ağzına aldığı ya da başı sıkıştığında “Demokrasi yok mu?” diye başına üşüştüğü bu kavramın gerçek anlamının ne olduğu aslında acaba başka birtakım kişiler tarafından kullanıldığı mı konusunu da sizlerin dikkatine sunacağım. Aslında çok da uzun olmayan bir sunum hazırladım. Eğer öğrencilerim varsa, derslerimden beni bilirler. Roma hukukunda kendim çok sıkılmış olduğum için, Latince kavramlardan, hocam bağışlasın, ilk başta fakülteye gelince böyle bir şok vaziyeti. O yüzden ben öğrencilere bu dersi anlatırken Latinceleri yavaş yavaş, sonradan anlatmaya başlıyorum ve temel Türkçe kavramlarla konuyu daha öz bir şekilde anlatmaya gayret ediyorum. Ömer Hocamın dediği gibi Roma hakikaten büyük bir devletti. Bunu da bıraktığı mirasla görüyoruz, anlıyoruz zaten. Romanın bugün hukukunun, aslında güncel olmayan bir hukuk sisteminin, ben bile bunu kullanıyorum, ama aslında güncel bir sistem, çünkü kulakları çınlasın, bugün davet ettim, ama gelemedi, sözlerime başlamadan unuttum, eski hocalarımızdan Prof. Dr. Hamide Topçuoğlu vefat etti, bugün cenazesi de vardı, kendisini rahmetle anıyorum, Hocam Prof. Özcan Çelebican da o cenaze dolayısıyla gelemedi. Hep şunu söyler: Aslında bugün Avrupa Birliği hukuku olarak ortaya çıkarılmak istenilen hukuk, ortak hukuktur ve temellerini Roma hukukundan alan bir hukuktur. Avrupalılar yeni bir şey yapmıyorlar, sadece Justinyanus’un yaptığı, biraz sonra sizlere anlatacağım kodifikasyonu, ki en parlak dönem hukuku olan klasik dönem hukukunu, klasik dönemin sona ermesinden 250, başlamasından ise 500 yıl sonraki bir dönem sonra bir Doğu Roma İmparatoru olan Justinyanus’un, bizlerin liselerde öğrendiğimiz adı Justinyen’in kodifikasyonu ki, Roma tarihinde ikinci önemli kodifikasyon çalışmasıdır, kanunlaştırma hareketidir. Bunun o tarihten aşağı yukarı 1500 yıl sonra yeniden yapılmış üçüncü kodifikasyon çalışması olarak görülmesidir. Yine benim Roma’da katıldığım bundan 4-5 yıl kadar önceki bir sempozyumda Roma İmparatorluğunun varisinin Osmanlı, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti olduğunu söyleyerek İtalyanca “Da Roma alletersa Roma”, “Roma’dan üçüncü Roma’ya” diye. Birinci Roma olarak hepimizin bildiği Roma İmparatorluğu, Roma’nın şehir devleti olarak kurulmasından sonra cumhuriyet, sonra imparatorluk dönemi hukukuna 17 geçmesini. Roma’nın bu dönemlerinin yaşanmasından sonra MS. 395’te hepinizin bildiği hikaye, önce ikiye ayrılması; doğu-batı olarak, sonra 476’da Batı Roma’nın yıkılmasından sonra Hocamın bahsettiği şehrin adı İmparator Constantinius’un kurduğu, ki bu dönemlerin başka özellikleri de var. Roma İmparatorluğunun hukuku olan Roma hukukuna tepki, daha ziyade bir Hıristiyan toplumunun hukuku olduğu içindir. Hatta günümüzde Türkiye’de de böyle, bu nedenle de Roma hukukuna bir tepki duyulur. Aslında Roma hukuku, dinin çok üstünde olan bir hukuk, din ile hiç ilgisi olmayan bir hukuktur. Milattan sonra 353 yılında 1. Constantinius’tan sonra 2. Constans zamanında imparatorluğun resmi dini olmuştur ki, Roma hukukunun en parlak dönemi olan o Milattan önce 27 ile Milattan sonra 235 yılları arasındaki ilk imparatorluk dönemi denilen hukukta ne yapılmışsa yapılmıştır. Justinyanus’un yaptığı da zaten bu dönemdeki çalışmaları alıp kendi dönemine aşağı yukarı 500 yıl sonraya yeniden adapte etmektir. Bizim ülkemiz açısından da Roma hukukunun önemi fazladır. Yine Sevgili Ömer Hocamın anlattığı gibi, Romalılar kendi vatandaşlarına ayrı, “jus civile” denilen, vatandaş kavramından çıkan bir hukuk sistemini kurmuşlar ve bu hukuk sistemi tepeden inme yöntemle gelmemiş, bu hukuk sisteminin kuralları Romalıların geleneklerine, örf ve âdetlerine dayanıyor. Dolayısıyla, örf ve âdet hukukunun zaman içinde tekilden, tikelden tümele bir çalışmayla kanun haline geldiğini, bunun klasik dönemin önemli hukukçularının, hukuk okullarının çalışmalarıyla, daha öncesinde de cumhuriyet döneminde ve magistraların, praetorların, konsüllerin çalışmalarıyla, tabii buna çok çeşitli veçheleriyle senatonun, alt meclislerinin de çok önemli katkıları oldu, biraz sonra onlara da kısaca değineceğim. Tabii takdir edersiniz ki burada çok kısıtlı bir zamanda bütün bunları anlatmak, bunları bir araya sığdırmak çok zor olacak. Ama, “jus gentium” denilen, “jus civile”nin dışında yabancılar hukukunu kurmuşlar ve Milattan önce 1. Yüzyılda “jus gentium”un ya da yabancılar hukuku, kavimler hukuku dediğimiz bu hukuk alanı, Roma vatandaşları da dahil olmak üzere, yabancı unsur dediğimiz, bugün kanunlar itilafı, dördüncü sınıfta bize milletler özel hukuku ya da şimdi adı uluslararası özel hukuk dersi oldu, okuttuğumuz dersin müfredatı, yabancılar hukuku, kanunlar ihtilafı konularını daha o zamanlar yapmışlar, gerçekleştirmişler. 18 Yabancılar hukukunda yabancılar arasında, ama bu yabancılar daha ziyade Roma sınırları içinde yaşayan, Roma’nın savaşları kazanmasından sonra egemenliği altına aldığı devletlerin vatandaşları, Roma vatandaşı olamıyorlar. Tabii bu da onların hukuki ihtiyaçlarına cevap vermek için bazı çabaların gerçekleştirilmesi zaruretini doğuruyor. Bunun sonucu olarak da Milattan önce 242 yılında, cumhuriyet döneminde sadece hukuk işlerine bakan, yabancı unsur taşıyan, yani yabancı olarak adlandırılan kişilerin hukuk işlerine bakan bir konsüllük makamı kuruluyor. Biraz sonra onlardan da bahsedeceğim ve “jus gentium” ne zaman önemini yitirmeye başlıyor? Roma sınırları içindeki iki önemli vatandaşlık tanıma, Roma vatandaşlığını tanıma dönemi vardır ki; bunlardan birincisi Milattan önce 1. Yüzyılda, sadece bugünkü İtalya sınırları içinde yaşayan ve yabancı olarak adlandırılan herkesin Roma vatandaşı olması için bir kanun çıkarılmıştır. Daha sonra da Milattan sonra 212 yılında İmparator Antonio Caracalla, bütün Roma İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan herkese Roma vatandaşlığı imkanı tanımıştır, “Constitutio Antoniniana” denilen bir kanunla. “Constitution” biliyorsunuz anayasa demek, en üst iradedir. İmparatorların iradesi de “Constitutio” denilen emirname iradedir. İşte bu şekilde Roma sınırları içinde herkes Roma vatandaşı olunca, yabancıların sayısı azalınca, yabancılar hukukunun önemi azalmaya başlamıştır. Ama, yabancılar hukuku, yabancıların sayısının fazla olduğu dönemde yabancılar praetor’u dediğimiz praetor Peregrinus’un çalışmalarıyla çok yoğun bir faaliyetle Roma hukukunun gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Bunun yanında tabii praetor hukuku dediğimiz, ki praetor’lar, biliyorsunuz, konsüller, cumhuriyet dönemindeki değişik isimleri alan yapıları var; censor var, cuiaestor var, dictator. Yani, yönetimdeki genel adları konsül, konsüller dönemi de deniliyor cumhuriyet dönemine. Bunlar değişik işler yapıyorlar, bir anlamda konsolos kelimesinin, genel işleri gören büyükelçiliklerin buradan geldiğini düşünebilirsiniz. Konsül, magistra, udex, praetor, yaptıkları işlere göre, praetor önde giden demek, udex hâkim, magistra daha ziyade yürütme görevini üstlendiğinde konsüllere verilen isimdir. Birazcık bizim sistemimiz bakımından hazırladığım metinin tamamen dışında, spontane bir giriş yapmaya çalıştım. Bazen metne bağlı kalarak, bazen kalmayarak konuşmayı sürdüreceğim. 19 Türkiye açısından Roma hukukunun ve Türk hukuku açısından önemi; biliyorsunuz Cumhuriyetimizin kurulmasıyla birlikte Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş medeniyet olarak bize işaret ettiği Batı dünyası ve Avrupa kültürünün benimsenmesi üzerine Kıta Avrupa’sının hukukunun temelleri olan Roma hukuku, -ki, biz de biliyorsunuz İsviçre Medeni Kanununun adapte edilmesiyle bütün medeni hukukumuzu ve borçlar hukukumuzu aynı şekilde oluşturduk- kökleri asırlar öncesine dayanan bir hukuk sistemini kabul edip çağdaş dünya içindeki yerini almıştır. Hukuk alanı açısından Atatürk’ün bu işaret ettiği çağdaş medeniyet seviyesi, aslında bakarsanız temelini Roma’dan alan Kıta Avrupa’sı hukukudur. Bu hafta, aynı zamanda Avukatlar Haftası. Avukatlar Günü 5 Nisan ve bu vesileyle sevgili arkadaşım Argun Bozkurt’un büyük katkılarıyla hazırlanmış olan bu panelde yaptığımız bu konuşmada biraz önce de söylediğim gibi tarihin tekerrürden ibaret olduğunu göreceksiniz. Yalnız, bunları ben size açık açık söylemeyeceğim, sizler bunu benim konuşmalarımdan isimleri ve olayları günümüze uygulayarak geçmişte, günümüzde, yeryüzünde, ülkemizde ve ülkemiz dışında ne gibi savaşların yaşandığını da göreceksiniz. Milattan önce Roma, bir şehir devleti olarak 753 yılında kuruluyor. Aşağı yukarı 509 yılına kadar 250 yıllık bir süreç krallık dönemi. Bu dönemde yine Ömer Hocamın bahsettiği gibi kral başta tek hâkim. Bu dönemde meclis de var, senato da var, fakat bunların bütün hepsinin üzerinde de kralın doğrudan kararı var. Meclis üyeleri, halkın içinde değişik sınıflar var; partrici sınıfı, pleb sınıfı, daha sonra ortadan kalkıp pleb sınıfına dahil olacak klien sınıfı ve bu sınıflar arasında da meclislere ve senatoya seçilme yeterliliğine sahip, ehliyetine sahip sadece soylu sınıf denilen patricius sınıfı. Krallık döneminin sona ermesinden sonra cumhuriyet dönemi başlıyor, arkasındansa ilk imparatorluk Principatus ve son imparatorluk Dominatus dönemleri. Yeryüzünde başka hiçbir devlet yoktur ki, tabii birtakım rejim değişiklikleri olabilir, aynı Roma’da olduğu gibi, cumhuriyet döneminden sonra mutlakıyet ya da monarşinin geldiği, imparatorluk döneminin geldiği çok az rejim vardır. Ama, bazen de göreceksiniz, cumhuriyet dönemi içinde bile yaşayan bazı diktatörler var; onlar imparatorluk dönemindeki ya da monarşi yönetiminin içindeki diktatörlerden bile çok daha ileri gidiyorlar. Bilmem, anlatabiliyor muyum?.. 20 Cumhuriyet döneminin ilk 50 yılı sınıf mücadeleleri şeklinde geçiyor ve 509 yılında başlayan cumhuriyet dönemi, pleb sınıfının patrici sınıfına karşı verdiği sınıfsal mücadele sonucunda bu mücadeleyi kazanmalarıyla Roma tarihindeki ilk önemli kanunlaştırma hareketi, kodifikasyon çalışması olan 12 Levha Kanunları ile sonuçlanıyor. Başlangıçta 10 levha olan, sonra da 12 levha olarak karşımıza çıkan bu kanunların iki tane önemli amacı var: Birisi siyasi amacı, diğeri hukuki amacı. Siyasi amacı, toplum içindeki sınıflar arasındaki farkı ortadan kaldırmak ve herkesi eşit vatandaş haline getirmek. Hukuki amacı ise, o güne kadar sadece din adamlarının -ama dikkat ediniz, o dönemde hiç Hıristiyanlık falan yok daha ortada- tekelinde olan hukuk kurallarını, hatta din adamları tarafından belki de kendi isteklerine göre yorumlanan hukuk kurallarını yazılı hale getirerek herkes tarafından bilinir bir duruma getirme yoluyla hukukun objektivitesini soyut, genel kurallar oluşmasını sağlamak. Bu iki şeyi yapıyor ve bunun sonucu olarak daha önce bir tek olan halk meclislerinin sayısı 3’e çıkıyor: “Comitia”, “Curiata”, daha önce varolan meclisler, arkasından “Concilia”, “Pilebis”, “Tributa” denilen, sadece pleblerin bu patricilerle beraber üye olabildikleri meclis ve ortak meclisleri “Comitia Centruata” denilen bir meclisleri var. Bu yıllardan sonra pleblerin yönetimdeki ağırlığını hissedebiliyoruz ve Milattan sonra zannediyorum 394 yılında pleb sınıfından ilk konsül seçiliyor ve plebler siyasete ağırlıklarını koymaya başlıyorlar. Cumhuriyet döneminde, başlangıçta konsüllük makamı 2 kişiden oluşurken, daha sonra bunların sayısı Milattan önce 367 yılında önce 3’e, sonra 4’e çıkıyor. Bu son iki konsül, üçüncü ve dördüncü konsüller sadece hukuk işlerine bakıyorlar. Üçüncü konsül, yani sonradan ihdas edilen ilk konsül ki, bu “praetor urbanus”, “urban” biliyorsunuz şehir demektir, şehir praetor’u anlamında, Roma vatandaşlarının sadece hukuki işlerine bakıyor, onlar arasındaki anlaşmazlıklara çözüm getiriyorlar. Milattan önce 242 yılında kurulan dördüncü konsüllük makamı ise, “praetor” olarak adlandırılıyor, “praetor” önde giden demek biliyorsunuz, bu kişiler de hukuk alanında en öndeki kişiler. Bu kişilerin çalışmasıyla “jus civile” dediğimiz Roma medeni hukuku, Roma özel hukuku önemli ölçüde gelişiyor. Niye gelişiyor? Çünkü, bu kişiler, konsüller, praetor’lar, şehir praetor’u ve yabancılar praetoru, Roma hukukunun kurallarını, artık uygulanmayanlarını ayıklayıp bir tarafa atıyorlar, yeni kurallara ihtiyaç duyuluyorsa bunları da kendileri koyuyorlar. 21 Fakat, şu unutulmamalı: Konsüllerin yasama yetkisi yok, kanun yapma yetkisi yok. Konsüllük makamı, birer yıllığına göreve gelinen ve uzatılabilen, görev süresi içinde yaptıkları işlerden dolayı görev süreleri içinde yargılanmayan, bir nevi dokunulmazlıkları bulunan, ama görev sürelerinden sonra yargılanmasının da mümkün olan bir görevi yerine getiriyorlar. Konsüller dönemi, Milattan önce 27 yılına kadar sürüyor. Konsüller, yine “jus civile” artık kullanılmayan kurallarını döneme göre değiştiriyorlar. Konsüller, cumhuriyet döneminin başlarında halk meclisi tarafından seçilirken, güç dengelerinin dönemin sonuna doğru değişmesi üzerine senatonun ağırlığının artması, hatta dönemin sonlarında senato diktatoryasının başlaması üzerine senatonun ağırlığıyla senato tarafından seçilmeye başlıyor. Zaten bir sonraki dönemde, Principatus, ilk imparatorluk döneminde de prinkeps’leri başlangıçta senato seçiyor, ama daha sonra onlar senatonun da üzerine geçerek senatoyu sadece kararlarını duyuracakları bir yer olarak görmeye başlıyorlar. Senato üyelerinin sayısı 300 civarında. Senato, ilk imparatorluk döneminde daha büyük bir ağırlık kazanmış. Cumhuriyet döneminin son 50 yılı ise bir karışıklıklar dönemi. Cumhuriyet döneminde, özellikle ilk imparatorluk, klasik döneme yaklaşıldığında, Roma’da orda komutanları, büyük toprak sahipleri arasında mücadeleler başlıyor. Özellikle o dönemde, Milattan önce 70 yıllarında konsül olan Pompeus, çok önemli işlere imza atıyor. Roma ordusunun başında büyük başarılar kazanıyor ve bu başarılardan sonra yeniden konsül seçilmek isteyince, senato tarafından bu isteğinin olumlu karşılanmaması üzerine, bu sefer ne yapıyor? İktidar çok kıymetli ya, yine ordu komutanlarından Crasus ve Gais Julius Caesar’ı, hepimizin bildiği ismiyle Sezar’ı yanına alıyor ve üçlü bir yönetim oluşturuyor. Buna Roma’da “Trium Veri” adı veriliyor. Bu yönetimin sonucunda öncelikle bir araya gelip kendilerine rakip olacak herkesi ekarte eden bu 3 kişi, bu sefer kanunlar çıkarmaya başlıyorlar. Kanunlar çıkarırken, tamamen kendilerini güvence altına alan ve bu güvenceyle de kendilerinden hesap sorulmasını engelleyen, en yakın adamlarını yönetime getiren ve kendilerini koruma altına alan, senatoya karşı da güvence altına alan düzenlemeler yaptıktan sonra savaşacak kimse kalmıyor, başlıyorlar kendi aralarında 22 savaşmaya. Öncelikle Sezar’ı konsül yapıyorlar, Sezar, bir yıllık konsül görevinden sonra Galya’ya 5 yıllığına ordu komutanı ve vali olarak atanıyor. 5 yıllık görev süresinin bitiminde o zaman konsül olan Pompeus, 5 yıl daha uzatıyor ki, Sezar gelip Roma’ya işleri karıştırmasın. 5 yıl daha ordu komutanlığı, valilik yapıyor, çok da başarılı oluyor. 5 yılın sonunda Roma’ya tekrar gelmek istiyor, tarih aşağı yukarı Milattan önce 50. Roma’ya tek başına gelmesi, görevini terk etmesi, orada bir başka komutan, vali atandığı söylenince, Roma’ya tek başına gelmesi söylenen Sezar buna uymuyor, ordularıyla geliyor ve Roma’da Milattan önce 49 yılında Pompeus’u alt ederek iktidarı ele geçiriyor ve bir yıl sonra, Milattan sonra 48 yılında -bütün bunlar cumhuriyet döneminde oluyor- kendisini diktatör ilan ediyor. Diktatör nedir, hepimiz biliyoruz. Öğrencilerime de hatırlatıyorum; dikte edilmesine izin vermeyin, yani bugün hocanıza, yarın başkalarının size bazı şeyleri dikte ettirmesine izin vermeyin diyorum. Düşünün, cumhuriyet dönemi içinde bir diktatör. Bazen iyi oluyor mu? Olduğu da söyleniyor. Kim söylüyor, bunu da biraz sonra sizlere anlatacağım. Tek adamın yönetiminin bazen cumhuriyet ya da demokrasi yönetiminden daha iyi olduğunu Cicero ve Seneca, tabii ta Aristo’dan gelen bir gelenekle bunları söylüyor. Peki, Sezar diktatör oluyor da ne oluyor? Bir yıl sonra konsül seçiliyor. Diktatörlük tabii daha farklı bir görev, ömür boyu diğer gelecek konsülleri de yönlendirme ve seçme, onun yanında adı cumhuriyet olan sadece bu yönetimde Sezar, senatörleri atama, savaşa ve barışa karar verme, meclislerin görevlerini belirleme, üyelerini seçme, hazineyi yönetme, eyalet valilerini atama, gerektiğinde eyaletleri yönetme, aklınıza gelebilecek her türlü yetkiye sahip oluyor. Hatta konsüllük görevi sona erdikten sonra bile diktatör olarak kendisinden sonra göreve gelecek konsülleri ve eyalet valilerini de belirleme yetkilerini kazanıyor. Senato ise artık sadece kendi kararlarını duyuracak bir makam olarak kullanıyor. Günümüzde de dünyadaki meclisleri düşünün, yakınımızdaki ülkeleri düşünün, bu meclislerin üyelerini düşünün ve son olarak kendisini dini olarak da en öndeki kişi olarak ruhban sınıfının başına geçerek kendisini başrahip ilan ediyor ve böylece dini açıdan da en yetkili kişi oluyor. Buna rağmen senato ne yapıyor? Sezar’ın biraz yetkilerini kısıtlaması gerekir değil mi? Hayır, bunu yapmıyor. Sezar’a diyor ki, “Sen en büyüksün” ve Sezar’a bazı vatanın babası, geleneklerin koruyucusu gibi tanrısal unvanlar veriyor. Sezar’a diyorlar ki, “Sen en büyüksün, sen kralsın, seni 23 artık kral ilan edelim.” Senatoda kral ilan edileceği toplantı yapılacağı zaman, ki Milattan önce 48 yılında diktatör oluyor, dikkatinizi tekrar tarihlere çekiyorum, 44 yılında bütün anlamıyla imparator ilan edilecek, kral ilan edilecek ve son derece geniş yetkilere sahip olacakken, tabii bundan rahatsız olan cumhuriyet taraftarları Sezar’ın en yakınındaki kişilerden biri olan Brutus’u kullanarak onu katlediyorlar, öldürüyorlar. Buraya kadar Hocamın da alanına, tarih kısmına girdik, ama özellikle günümüzdeki siyasi ve hukuki yapı birbirine yakın olduğu için bunlara değinmeyi istedim. Daha sonra bizim Ankara ile ilgisi olan bir kişi ortaya çıkıyor: Gaius Octavius. Octavius, Sezar’ın kız kardeşinin en küçük oğlu ve Gaius Octavius, Augustus ya da Ogüst olarak bildiğiniz, bugün Hacıbayram Camiinin arkasında “Monomentum Ankiranum” adıyla anılan, fakat ben bir kere gittim, o türbenin bekçisi tarafından anahtarını rica minnet aldım, içeriye girdim, hiçbir şey yok, galiba restorasyon çalışmaları yapılıyormuş. Hatta bir İtalyan roma hukuku profesörünü götürdüm, utandım sonra ne olabilir diye. Aslında birtakım resimler de çekmiştim, gerçi bu hukukla ilgili değil, ama Roma Hamamından tutun, arkadaşımız, değerli genç arkadaşımız size bunları anlatacaktır, onun alanına girmeyelim. Sezar’ın ölümünden sonra bir konsül daha göreve geliyor ve Gaius Octavius, üç kişiyle birlikte, yine başı sıkıştığında üç kişilik, “İkinci Trium Virad” denilen üçlü bir yönetim kuruyorlar. Burada Octavius’un yanında Lepitous ve Marcus Antonius var, hani Cleopatra’nın dönem arkadaşı diyeyim, sevgilisi, o dönemde beraber ikisi de devletin başındalar, ikisi de imparator diyelim ya da imparatoriçe konumundalar. Marcus Antonius, Kleopatra ile olan ilişkisi ve bu ilişki neticesinde her türlü Roma aleyhine olan kararları alması sonucunda böyle taahhütler verdiği gerekçesiyle “Trium Virad”ın diğer üyesi Lepitous, devleti yönetecek kapasitede olmadığı gerekçesiyle halk, senato bunlara karşı çıkıyor ve bu dönemde Octavius’un, yani Augustus’un yıldızı parlıyor. Romalılar, herkese eşit mesafede duran, kendisine yetki verildiği halde bu yetkileri kabul etmeyen, hatta başarılar kazandıktan sonra her şeyden çekilip geri plana geçmek isteyen Gaius Octavius’u bırakmak istemiyor. Bu da günümüzde şunu gösteriyor: Hırçın olmamak gerektiğini gösteriyor. İmparator olsa bile imparatorluğu siz almayacaksınız, size verecekler. Mesela bir zamanlar İbrahim Tatlıses ya da Fatih 24 Terim’e de öyle diyorlardı, imparatorluk ya da birtakım sevgi makamları, yönetimsel makamlar verilmelidir, alınmamalıdır. Biraz da dramatize ederek anlattığım Gaius Octavius, Milattan önce 27 yılında kendisine yeniden ordu komutanlığı yapmak, bütün eyaletleri yönetmek yetkisi verildikten, sonra senato tarafından kendisine bir unvan daha veriliyor: Biraz önce söylediğim Augustus. Augustus aslında bir unvan ve ulu, büyük demek. Arkasından Sezar’ın yapamadığını yapıyor ve tek adam yönetimini kuruyor. Bundan sonra gelen yönetim Principatus ya da ilk imparatorluk dönemidir, bu dönemi de çok fazla uzatmayacağım. Hukuk alanındaki en önemli değişikliklerin yapıldığı, en önemli yeniliklerin yapıldığı dönem, çünkü bu dönemde değişik hukuk okulları var. Bu hukuk okullarının fikir tartışmalarıyla bu dönemin hukuku daha sonra Justinyanus zamanındaki çalışmayla, “Corpus juris civilis” denilen kodifikasyon çalışmasıyla Kıta Avrupa’sının medeni kanunları olarak günümüze kadar geliyor. Bu dönem Labeos, Sabinus, Cabito önemli hukukçular var. Bir de Augustus’un çok önemli bir tarafı var: Hukukçulara kendisi adına kesin bir şekilde, itiraza gerek olmayacak şekilde cevap verme yetkisi, yani hukukçuların verdiği cevaplar, imparator tarafından verilmiş cevaplar gibi kendisine sorunun çözülmesi için başvurulan kişilere verilen cevap ayrıcalığını tanımış, bu imtiyazı tanımış ve bu şekilde hukukçuların statüsünü çok güçlü hale getirmiş. Principatus döneminin sonlarında ise, ki 235-284 yılları arasında büyük toprak sahipleri, hepsi kendi liderlerini imparator yapmak için savaşa başlayınca, dönem karışıklıklar içinde sona eriyor. Bir geri dönüş yapacağım. Cumhuriyet döneminin sonunda, Sezar’dan hemen bir yıl sonra ölen ünlü düşünür, filozof Cicero, Milattan önce 106 ile 143 yılları arasında yaşamış. Aristo’dan gelen ve Seneca ile kendisinden de Milattan sonra 1. Yüzyılda yaşamış, ama dönemleri, bir arada yaşamaları da mümkün olan, bir çakışma olan bir dönemde de bazı fikirleri savunuyorlar. Bu fikir size dikkat çekici gelecek, çarpıcı gelecek, çünkü günümüze de bunu uyarlayabiliriz; bir konferans sırasında Turgut Özakman’a söylemişti, çok hoşuna gitti, hatta daha sonraki konferanslarında bahsetmiş. Diyor ki, “Yeryüzünde üç tür yönetim tarzı vardır. Bu ya tek adam yönetimidir, monarşidir, genelde de bu kötüye kullanıldığı olmuştur, ara sıra iyileri de gelse. Buna da tiranlık denir ya da monark denir, kötüye kullanılmasına. 25 İkincisi, bir gurubun, zümrenin yönetimidir. Gurup ve zümrenin yönetimine aristokrasi yönetimi denilir, kötüye kullanılmasına ise oligarşi denilir. Üçüncü ve en iyi yönetim respublica’dır, cumhuriyet yönetimidir, cumhuriyet yönetiminin kötüye kullanılmasına da demokrasi denilir.” Demokrasi, bugün ülkemizde de, herkes “Demokrasi yok mu? Bu demokrasinin gereğidir” diyenleri ben televizyondan seyrederken diyorum ki, demokrasi, herkesin her istediğini dilediği gibi yapma rejimi değildir. Belki birisi yüzde 70-75-80-90 oy alır, ama ona vermeyen yüzde 10 oy da vardır. Demokrasi, artık seçim bittikten sonra, hatta seçimle de özdeşleştirmeden karşısındakinin fikrini dinleyebilme, sabrını gösterebilme durumudur. Karşısındakinin de fikrini, tabii bu fikirlerin devletin güvenliğine, kamu düzenine karşı olmamak kaydıyla dilediğiniz şekilde görüşebilirsiniz. Bizde demokrasi nasıl anlaşılır ülkemiz açısından? Demek ki, o zaman da öyle anlaşılıyor ki “Kötüye kullanılması” deniliyor. “Biz, eğer kendimiz istiyorsak her şeyi yapabilmeliyiz, karşıdaki istiyorsa yapamaz, o çünkü demokrasinin gereği değil, demokrasi sadece bizim istediklerimizi gerçekleştirmemizdir.” İşte Seneca, Milattan önce 4 ile Milattan sonra 65 yılları arasında yaşayan, her ikisi böyle söylüyorlar ve bu söylediklerinin günümüzde de aynen geçerli olduğunu düşünüyorum. Roma hukukunun aslında yaşayan bir hukuk olduğunu söyleyerek devam etmek istiyorum, çünkü yaşayan bir hukuk olmasa bugün ne Avrupa Birliği hukukunun temellerini oluşturur, ne Kıta Avrupa’sı hukukunun temellerini oluşturur. Biraz sonra kısacık borçlar hukukunda, eşya hukukundaki nereleri etkilemiş, onlara değinip konuşmamı tamamlayacağım, ama Roma hukukunun en çok etkilediği alan, borçlar hukuku alanıdır. Özellikle bizim iktibas ettiğimiz İsviçre Medeni Kanunu, Eugen Huber tarafından hazırlatılmış olan, neredeyse Roma hukuku kuralları aynen yer almıştır. Hatta İsviçre medeni hukuku, Alman, Fransız medeni hukukları daha az etkilenmiştir Roma hukukundan, borçlar hukuku alanına göre. Roma hukukunun üç temel prensibi vardır: Bunlar dürüst yaşamak, başkasına zarar vermemek ve herkese kendi hakkını tanımak, teslim etmek. İşte bu hakkaniyetin, adaletin sonucudur. Biraz önce sevgili arkadaşımın yazdığı o güzel oyunda Temis’in bizlere önerdiği, yönlendirdiği gerçek adalettir. Bu prensipler çağdaş hukukumuz açısından da geçerli olmalıdır. 26 Biraz önce kısaca bahsettiğim Roma’nın bir Hıristiyan toplumunun hukuku, Hıristiyan dininden etkilendiği konusuna olan eleştirilere de kısaca cevap vereyim. Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı ilk kabul ettiği dönem Milattan sonra 306 yılında imparator olan fiilen desteklediği dönem İmparator 1. Costantinus’un iktidarda olduğu dönemdir. Resmi olarak kabul edilmesi ise Milattan sonra 353 yılında İmparator 2. Constans zamanında olmuş. Bu tarihten sonra Hıristiyan dinini kullanan bu imparatorlar ve onların yakınları aracılığıyla bir bağnazlık, yobazlık söz konusu olmuş ve Hıristiyanlar dışındakilere olumsuz bakılmaya başlanmış ve bunun sonucu olarak da Roma hukuku gerilemiştir. Zaten tarih boyunca, geçmişten günümüze hukuka ne zaman din karıştırıldıysa, hangi din olursa olsun, o zararlı olmuştur ve laiklik denilen şey de aslında budur; dinin devlet işlerinden, hukuktan ayrılmasıdır. Ne zamanki hukuka din burnunu sokmuştur, o zaman her şey daha kötüye gitmiştir. Roma Hukukunun biraz da özel hukukumuza etkisini anlatarak bitireceğim. İsviçre Medeni Kanunundan biraz önce bahsettim, satım sözleşmesinde çok büyük etkileri görülür. Özellikle satımda hasarın intikali, Borçlar Kanunumuzun 183/2 ve 117. maddeleri, hasarın alıcıya ait olması prensibi; yine pey akçesi, Borçlar Kanunu 156, arkasından ayıba karşı teminat, zabta karşı teminat, borcu, yükümlülükleri; daha iyi bir teklif kaydıyla satım, tecrübe ve muayene kaydıyla satım, istisna sözleşmeleri, sebepsiz zenginleşme, vekâletsiz iş görme, haksız fiiller, alacağın temliki, borcun nakli, temerrüt, tecdit, yenileme, bunların hepsi doğrudan doğruya Roma hukukundan gelen kurumlardır. Özellikle ayıba karşı tekeffüldeki sürelere kadar aynıdır bugün kanunumuzda. Bir başka kurum, gençlerin çok duyduğu, bileceği, ama nereden geldiğini zannediyorum çıkaramadığı sponsorluk. Özellikle futbolda çok söz konusu olan bu kurum, kökeni Roma’ya dayanmaktadır. Sözlü akitlerden sponsiyo sözleşmesinden, yani bir anlamda başkasının fiilini taahhüt etme, destekleme, onu yüreklendirme, yani “Ben şunu yapacağım, sen bu konuda şu desteği vermeyi taahhüt ediyor musun?” “Ediyorum” diyor, böylece sponsiyo, bunu destekleyene de sponsor deniliyor, praetor gibi. ”Or” Latincede biliyorsunuz kişi, özne haline getiriyor, o nedenle de sponsorluk sözleşmesi de Roma hukukundan gelmiş. Eşya hukukunda mülkiyet, biraz zamanımız kalmadığı için, jus civile mülkiyeti, jus gentium mülkiyeti, yabancılar mülkiyeti, praetor mülkiyeti gibi değişik sınıflandırma 27 yapmaları; ipotek, mülkiyet hakkı, rehin, sükna hakkı, sınırlı ayni haklar, bunların içinde en önemlisi intifa hakkı, bütün bunlar Roma Hukukundan gelen kurumlar. Yine benim son olarak yazdığım profesörlük başvuru kitabım, tezim, istinaf konusu, ki son yıllarda çok gündemde olan konu. İstinaf da Roma hukukundan gelen bir konudur, Roma hukuku kaynaklı kurumlardır. Yine usul hukukumuzda iddianame, müdafaanın genişletilmesi yasağı, çağdaş hukukta yer almış bütün usul kuralları Roma hukuku kaynaklıdır. Son olarak şunu söylüyorum: Bu, günümüzde kullanılmayan bir kurum, ama geçenlerde İzmir’de doçent olan bir arkadaşımızın da kitabı, doçentlik tezi budur; “İnfamia” yani “Şerefsizlik.” Romalılar, belli konularda, ki biraz önce bahsettiğim ki görev yapan magistra ve censor’lar, listelere karşılarına çarpı koyuyorlar, “Bu adam ya da bu kadın şerefsizdir” diye. Ne oluyor şerefsizliğin sonuçları? Her şeyden önce toplum içindeki saygınlığını yitiriyor. Bu duruma düşen kişi, kamu ve özel hukuk alanındaki hakları kısıtlanıyor, seçme seçilme hakları ellerinden alınıyor, kamu hizmetlerinden yoksun bırakılıyorlar; davalarda taraf olamıyorlar, tanık olamıyorlar, başkalarını temsil edemiyorlar, en kötüsü de herkes bu insanlarla ilişkilerini kesiyor. Kimdir bunlar? Mesela, borcuna sadık olmayanlar, askerlik görevinden kaçanlar, devlete karşı hareketlerde bulunanlar, iki kadınla aynı anda birliktelik yürütenler gibi. Bir kitap yazılmış bu konuda; çok fazla kusur, suç işleyen, şerefsiz olarak ilan ediliyorlar. Günümüzü düşünecek olursanız, böyle bir hukuki kurum günümüze gelmiş olsaydı iyi olur muydu, kötü olur muydu, bir de kimler ne olurdu, onları da sizlerin takdirine sunuyorum. Uzattıysam özür diliyorum, tekrar konuşmamın sonunda sevgili arkadaşım Av. Argun Bozkurt’a, Ankara Barosu Sayın Başkanı Vedat Ahsen Coşar ve Yönetim Kuruluna, Değerli Oturum Başkanına, siz değerli dinleyicilere çok teşekkür ediyorum. OTURUM BAŞKANI- Biz de Nadi Hocama çok teşekkür ediyoruz. Roma Hukukunun aslında belki hiç düşünmediğimiz kamu hukuku boyutunu, devlet hukuku boyutunu biraz daha anlamamıza yardımcı oldu ve tarihin gerçekten tekerrürden ibaret olduğunu, bütün iktidarların da aynı yöntemleri kullanarak belki iktidarda kaldıklarını gördük. 28 Ömer Hocam demişti ki, “Roma bir dünya devleti olmayı hem hukukla başardı hem de gittiği her yerde görkemli yapılar kurarak başardı. Çok önemsedi hukuku, gerçekleştirdiği yapılar da herhalde onun kadar muhteşem ve büyüleyiciydi.” Serdar Hakan Öztaner, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümünde. Bize adaletin ve ticaretin gerçekleştiği mekânlar olarak Roma bazilikalarını asıl olarak, ama bu yapıları bu yapıları anlatacak bize. Buyurun. SERDAR HAKAN ÖZTANER (Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü)- Çok teşekkür ediyorum. Bu güzel panelde yer alıyor olmak bizler için büyük mutluluk. Bu vesileyle Ankara Barosuna ve siz değerli üyelerine teşekkür ediyorum. 5 Nisan Avukatlar Gününüzü kutluyorum bir arkeolog olarak. Değerli dinleyiciler; benden önceki konuşmalarda hocalarımız çok değerli bilgiler verdiler. Roma hukuku üzerine, Roma’nın tarihsel, siyasi, sosyal hayatına dair. Benim sizlere burada anlatacağım, arkeolojik yönden bu yapılar nasıldı, içini birazcık doldurmaya çalışacağım; konuştuğumuz bu siyasi, sosyal yaşantıda nerelerde geçiyordu? Tabii bazilikalar sadece adaletle ilgili değil, yukarıda da gördüğünüz üzere adaletin ve ticaretin görüşüldüğü, uygulandığı, yapıldığı mekânlar. Bunları anlatırken tabii biraz epigrafik kaynaklara da değinmeye çalışacağım. Bazilikalar deyince, günümüzde bazilikadan anladığımız kiliseler. Hıristiyanlık döneminde çok sevilerek kullanıldığından dolayı bu yapı, plan tipi, kiliseler olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, bazilikaların orijinine bakarsak, esasta ne olduğuna; Grekçe “Krala ait” anlamına geliyor. “Bazilike”, “bazilikos” sıfatından Latince’ye geçiyor ve bazilika ismini alıyor. Roma mimarisinin üretmiş olduğu bir yapı tipi bazilikalar. İlk örneklerine bakacak olursak, karşımıza Yunan dünyasına gittiğimizde, Bazileus Stoa, yani “Krala ait” anlamına gelen, “Krali Stoa” ya da “Arhon Bazileus.” Atina agorasının kuzeybatı köşesinde, Panataneik yolun yakınında, yaklaşık Milattan önce 525 tarihlerinde inşa edilmiş olduğunu görüyoruz. Bu “Stoa Bazileus”, “Krali Stoa”, kentin dini ve kanuni işlerinden sorumlu yöneticisi olan Arhon’un makamı olup, dini konularda suç işleyenlere para cezasının verildiği bir yerdi. Ayrıca, kentin yasalarının bulunduğu bir yapıdır. Altta rekonstrüksiyon ve restitüsyon çizimini 29 görüyoruz. Bununla birlikte, yapının doğusunda geniş, dikdörtgen formlu, yaklaşık 3 metre uzunluğunda, 1 metre genişliğinde yemin taşı yer almaktadır. Burada meclis üyeleri şehrin kanunlarını koruyacaklarına dair yemin etmekteydiler. Yapının önünde ise, yapının işlevini de yansıtan, demin oyununda da geçen kanunu, kuralı, evrensel ve değişmez Tanrısal dua yasasını simgeleyen Tanrıça Temis’in heykeli bulunuyordu. Roma’ya geçtiğimiz zaman, bu çok sevilen ve yayılmaya başlayan krali stoa, Bazileus sıfatının Roma’da ilk karşımıza çıktığı yer olarak ve Roma’nın ilk bazilikası olarak “Atrium Regium Bazilika” olarak karşımıza çıkmakta, yani “Krali Avlu Bazilika.” Milattan önce 273 ve 210 yılları arasındaki bir zamanda “Forum Romanum” da inşa edilmiş. 210 yılında bir yangın göçürüyor, tekrar inşa ediliyor. Biçim ve fonksiyon bakımından biraz önce size de gösterdiğim, daha önce Helenistik dönemin kabul ve ziyafet şölenleri yapılan kraliyet salonlarına, yani “Ole Bazilike”lerine benzemektedir. Bu benzerlik dolayısıyla kraliyet salonu anlamına gelen Latince “Atrium Regium” ismi bu yapıya verilmiştir. Başlangıçta yabancı, özellikle de Yunan elçileri için verilen resepsiyon ve ziyafetler için tasarlanan “Ole Bazilike”nin yapı modeli olarak alındığı için bu tip yapılar bazilika olarak adlandırılmıştır. “Forum Romanum”un kuzeybatı kesiminde yer alan “comitium” ve “curia”yı da içine alan bir gurup bina ve abidenin bir parçası olup, Roma’nın dünya sahnesine ilk çıktığı sırada Yunanlar ile yapılan diplomatik ilişkiler esnasında bir bütün olarak kullanılmışlardır. Zaman içerisinde “Bazilika Porcia” “Forum Romanum”da Milattan önce 184’te kensörlük görevini yürüten Porcius Cato tarafından inşa ediliyor ve adını da Cato’nun ön isminden “Bazilika Porcia” olarak alıyor. Plutarhos’a göre Cato, bazilikasını buna ciddi olarak itiraz edilmesine rağmen yapmış, bu itirazların bir kısmı da yapılan harcamalarla ilgili, kamu fonlarını kullandığı için kızıyorlar. Ama, günümüzde de, demin Hocamız konuşmasında sık sık bağlantı yaptı, arkeoloji böyle bir şey hakikaten, hâlâ politikacıların idare sahiplerinin isimlerini verdiklerini görüyoruz. Bu itirazlara bir diğer faktör de, hiç şüphesiz Cato’nun Forum’daki bir binaya kendi ismini vermiş olması ve halkın parasını kendini ve ailesini şereflendirmek için cömertçe kullanmasından dolayıdır. Roma’nın Yunan dünyasındaki politik yeri ve Roma’yı ziyaret eden Yunan elçilerinin sayısı büyük ölçüde artmaktadır. Daha geniş 30 bir bazilika gerekiyordu. “Bazilika Porcia” Cato’nun bulduğu ve uyguladığı bir çözümdü. Sayılar artıyor, bir davet ve şölen yeriyken, bazilikaların bir diğer işlevi de yavaş yavaş oluşmaya başlıyordu. “Bazilika Porcia”nın aşağı kısmında, Porcia’nın yapımını takiben “Bazilika Emilia” Milattan önce 179’da inşa edilmiştir. Yine burada isimlerini gördüğünüz Emilius Lepidus tarafından ve Fulvius Nobilior tarafından, kensörler tarafından yaptırılıyor. “Bazilika Emilia”nın bulunduğu mahalde “Forum Romanum”daki “Atrium Regium”un olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, “Bazilika Emilia”, “Atrium Regium”un üzerine inşa edilmiş olmalıdır. Demin sözünü ettiğimiz “Atrium Regium”un üzerine bu alanda “Bazilika Emilia”nın inşa edilmiş olduğunu; bakın “Bazilika Porcia” burada, “curia”, “comitium”, konuşma kürsüsünün yer aldığı “prostra” ve yavaş yavaş birazdan sözünü edeceğimiz forum kavramı oluşmaya başlıyor. Bazilika tipi genişletiliyor, ilerletiliyor, daha ince, uzun bir form halini aldı görüyorsunuz. Milattan önce 169’da Forum’un karşı güney tarafında “Bazilika Sempronia”yı görüyorsunuz ve o da kullanılmaya başlanıyor. Uzatılmış bazilika formu ki, bu form Hıristiyanlık dönemine kadar devam edecek, bazilikalar için normal bir özellik haline gelmektedir. 160’lardan itibaren Forum’un görüntüsü, atriumlu evlerle çevrili eski italik biçiminden sütunlarla çevrili Yunan agoralarına benzeyen şekle dönüşmüştür. Bu kısımdaki atriumlu evler yıkılmış, üzerlerine bazilikalar inşa edilmiştir. Forum, hani bilmeyenler için tekrarlarsak, antik Roma kentlerinde pazar yeri, aynı zamanda resmi ve dinsel yapıların yer aldığı alan olup antik Yunan kentlerindeki agoranın karşılığıdır. Roma forumları kentin çekirdeğini teşkil etmektedirler. Roma siyasi, sosyal hayatında çok önemli bir rol oynayan Forum’da “curia”, “comitium” gibi meclisler, toplantı yerleri, tapınaklar, bazilikalar, stoalar, konuşmacı kürsüleri yer almaktadır. Burada “Bazilika Emilia”nın bir cephe çizimini görüyorsunuz ve “Bazilika Emilia”ya ait günümüze kalan mimari elemanlar ve burada da sikkeler üzerinde Emilia’nın tasvirleri, iki katlı, ince uzun bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. Milattan önce 54’te Kayzer tarafından başlatılan ve Augustus tarafından tamamlanan projeyle “Bazilika Julia”, “Bazilika Sempronia”nın yerine daha geniş, daha büyük olarak inşa edilmiştir. 31 Burada hemen genç Pilinius”a sözü vermek istiyorum. Sempronius Rufus’a yazdığı, yaklaşık Milattan sonra 105 yıllarına tarihlenebilecek mektupta, bu yeni inşa edilmiş olan Bazilika Julia” ile ilgili olarak şunlardan bahsediyor: “Gelecek celse sırasında kime cevap vermek zorunda kalacağımı öğrenmek için Julia Bazilikasına indim. Yargıçlar oturuyorlardı, sorularıyla sıkıştıran decenvir’ler yerlerindeydiler, avukatlar da orada bulunuyorlardı. Sessizlik sürüyordu. Sonunda praetor tarafından biri geldi. Yüzler jürisi başından savmış, celse ertelenmişti. Bu durumdan memnun oldum, çünkü kendimi yeterince hazır hissetmiyordum” diyor. Roma döneminde bazilikalarda bu Pilinius’un mektubuyla birlikte tribunalin, mahkemelerin yer aldığını anlıyoruz. Şöyle bir saptama yaparsak yanlış olmayacaktır: Roma döneminde kentlerin en merkezi yerlerinde Forum’a bitişik olarak inşa edilen adli, ticari ve idari mahkemelerin yanı sıra, ticaretin yapılmakta olduğu, sarrafların ve bazı tüccarların birtakım izinlerle tezgâh açabildiği, gezenlerin, davaya gelenlerin, güneşten veya kötü hava şartlarından korunduğu kapalı mekânlar olan bazilikalar, sivil yapılar içerisinde kesin bir teorik tanıma ve bu tanıma uyan çok sayıda arkeolojik kanıta sahip Romalıların ortak hayat tarzlarını temsil eden yapı tiplerinden biridir. Tabii biz bazilikalarla ilgili bilgilerin en değerlilerini Vitruvius’tan alıyoruz. Vitruvius Milattan önce 1. Yüzyılda yaşamış Romalı mimar, mühendis, “Mimarlık Üzerine 10 Kitap” adlı eseri yazmış. Ne diyor Vitruvius, Beşinci Kitabında ne diyor? “Forum’un büyüklüğü kent nüfusuyla uyum içinde, ne faydalı olamayacak kadar küçük olmalı, ne de nüfus azlığından boş bir çölü andırmalıdır. Bazilikalar, Forum’a bitişik bir arazide ve kışın iş adamlarının soğuktan etkilenmemeleri için mümkün olan en sıcak yerinde inşa edilmelidirler. Genişlikleri, arazi doğal olarak buna engellemediği ve farklı bir düzenleme gerekmediği zaman uzunlukların üçte birinden az, yarısından da fazla olmamalıdır.” Burada sağda Pompei’deki bazilikayı ve forumu görüyoruz, tapınağıyla ve diğer demin saydığımız unsurlarıyla. Vitruvius’la devam ediyoruz. Kendisi Roma mimarlığı, mühendisliği üzerine pek çok bilgi verdiği kitabında yegane yapmış olduğu, inşa ettiği yapı, Fano’daki bazilikası. Dolayısıyla da, kendi yapısını övüyor. Milattan önce 1. Yüzyılın ikinci yarısına tarihleniyor Fano Bazilikası. Şu şekilde söylüyor Vitruvius: “En soylu ve güzel bazilikalar, kendi yaptığım ve yapımını yönettiğim 32 Fano’daki bazilikanın biçemi uygulanarak da gerçekleştirilebilir.” Şuradan bahsediyor, yarım daire diye, tribunalin bulunduğu u yeri tarif ediyor. “Yarım dairenin açık tarafı cephe boyunca 46 ayaktır, derinliği ise yargıçların önünde duranların bazilikadaki iş adamlarını rahatsız etmemeleri için 15 ayaktır.” Biraz daha içeri çektiğinden bahsediyor Vitruvius. Burada değişik restitüsyon önerileri var tribunal için. Demek ki bazilikalar, hem ticaretin, tüccarların gelip gittiği bir kapalı çarşı gibi, hem de trubinal’in yer aldığı bir mekân olarak anlaşılıyor. Yine Vitruvius’un bize planını çizdiği, anlatımlarından ortaya çıkan bir bazilika, bakın Forum burada basamaklarına çıkılıyor ve sütunların ayırdığı 3 neften oluşuyor. Orta, geniş nef, halkın toplandığı, tüccarların bulunduğu kısım. Birazdan yine sözünü edeceğim, bu üst galeri katları da yine mevcut. Roma tabii bir öncü örnek, hemen çevresine de bunu bir politika olarak yayıyor. “Atrium Regium”a biçim ve fonksiyon bakımından çok benzeyen, “Bazilika Porcia”nın takipçisi olarak Milattan önce 120’lere tarihlenen Koza’daki bazilikayı görmekteyiz. Roma koloni kenti olarak Milattan önce 273’te kurulan Koza’nın formunda inşa edilmiş olan bazilikanın “comitium” ve “curia” ile birlikte bir gurup olarak inşa edildiğini görüyoruz. Bunlar beraber yapı kompleksini oluşturuyorlar. Peki, bu Koza’daki bazilikanın tribunali nerede derseniz; o da şu kısımda. Pompei Bazilikası Milattan önce 120’lere tarihleniyor. Demin de söylediğimiz gibi, hemen Forum’un kenarında, Forum’a dik olarak bağlanıyor. Pompei Bazilikasının tribunaliyse yine bu kısımda. Şu anda en çok anlaşılan, üzerinde onay verilen restitüsyon çizimi Pompei Bazilikasının. Arkada gördüğümüz yine tribunalin, mahkemenin bulunduğu yer. Yine Roma’ya dönersek, “Bazilika Ulpia” Roma Trajan Forumunda Milattan sonra 2. Yüzyılın başı, Roma’nın anıtsallığını, demin Ömer Hocamın çok güzel anlattığı, Roma ruhunu yansıtan bir yapı kompleksini görüyoruz. Trajan Forumu, “Bazilika Ulpia” ve Tanrılaştırılmış Trajan’a ait tapınak. Tabii bu arada kütüphaneler de yer almakta. Uçlarda yine apsisleri görüyoruz, olasılıkla tribunal’lere, mahkemelere hizmet ediyorlardı. Roma İmparatorluğunun sınırlarını göstermek açısından bu diayı koydum. Roma’da bunlar yaşanırken, bazilikalar ve İtalya’da bunlar yaşanırken, tabii ki gücünü, demin hakikaten Ömer Hocamızın çok güzel bir şekilde anlattığı gibi, 33 gücünü, otoritesini yansıtmak üzere birtakım yapı tipleri var. Bu yapı tipleri, forumlar ve bazilikalar olarak karşımıza çıkıyor. Kendi politikasını eyaletlere bu yapı tipleriyle iletiyor. Zaten Anadolu, Yunanistan antik dönemde agoradan uzak değil, ama bunlar mevcut Helenistik denilen agoralarını forumlara çevrilerek ve etraflarına bazilikalar inşa edilerek Romalılaştırıldığını görmekteyiz. Öncelikle eyaletlerde, çoğunda bu bazilikalar yer almakta, hatta bu bazilika tipinin Batılı bir tip olduğu, doğuda, Anadolu’da olmadığı söyleniyordu. Ama, son yapılan araştırmalarla hakikaten şu anda Anadolu’daki bazilika sayısı Batıyı yakalamış durumda. Kazılar devam ettikçe de bu ilerleyecek, sayısı artacak. Önce Kuzey Afrika’da, mesela Kartaca’daki Kartaca Bazilikasını görüyorsunuz. Lepsis Magna’daki bazilika; kente limandan geldiğinizde sütunlu caddeden ilerliyorsunuz, Roma’nın ihtişamı, mimarisi, şurada Lepsis Magna Bazilikası ve Forumunu görüyorsunuz, kentin en önemli yerinde Roma’nın gücünü, otoritesini gösterir şekilde. Lepsis Magna’daki bazilikanın planını burada gösteriyorum, apsislere ve etrafındaki merdivenlerine dikkat ederseniz, ikinci kata, galeri katına çıkışı sağlıyor, burada tribunalin toplandığını düşünmemiz gerekiyor ve bir cephe kesitinde yine tribunal, olasılıkla bu apsisin içinde yer alıyordu. Anadolu örneklerine bakarsak, tabii Anadolu, köklü Helenistik önem kültürüyle zaten çoktan yapılaşmış. Efes’te Devlet Agorasının kuzeyinde stoa şeklinde, demin sözü edildi; forumların, agoraların çevresinde üstleri kapalı, insanları doğa şartlarından koruyan stoalar. Bu stoaların bazilikaya çevrildiğini görüyoruz. Dolayısıyla “Stoa Bazilike” diyoruz biz bunlara, Augustus dönemi, 26-27 tarihlerine tarihlenmekte, çünkü yazıtı var; “stoa bazilike” Efes Artemis’ine ve İmparator Kayzer diye devam ediyor yazıt. Onun tribunali ise hemen bu kenarda, stoanın bir ucunda yer alıyor. Bir başka “Stoa Bazilike, Denizli Pamukkale Hierapolis’te karşımıza çıkıyor. Yine forumun bir kenarındaki stoanın bazilikaya çevrilmiş olduğunu görüyoruz, Milattan sonra 2. Yüzyıl ve işte o bazilikanın Roma’nın mimari öğelerinin ihtişamını da burada bir sütun başlığında boğalara saldırmış aslanlar şeklinde veya bir sfenks şeklinde şurada giriş kapısının restitüsyonunda görmekteyiz. Bir diğer “Stoa Bazilike”, İzmir’de, Agora’da. Burada hava fotoğrafında agorayı görüyoruz. Güzel bir haber de vereyim: Bu kısımlar belediyece istimlak edildi, 34 kaldırıldı, yıkılıyor ve kazılar bu alanlarda da başladı, çok yeni, güzel buluntulara da gebe İzmir Agorası. Şu kısımda bulunuyor “stoa bazilike”miz, şurada da görüyorsunuz, restitüsyon çizimi. Tribunali yine bir ucunda yer alıyor. Ticaret ve adli işler beraber yürüyor. Üç boyutlu modelde de yine bazilikanın içini görüyoruz. Orta nef, yan nefler; orta nef de iki kat yüksekliğinde, oldukça görkemli, özündeki krali özellikleri de yansıtacak şekilde, Roma’yı yansıtacak şekilde anıtsal yapı. Günümüzde gittiğiniz zaman göreceğiniz ise, sütunlar ve “cripto portico” dediğimiz altyapısı mevcut. Afrodisias’ta bir bazilikamız var, Aydın Geyre. Bakın, iki büyük formunu görüyoruz ve bu foruma dik olarak bağlanmış Afrodisias Bazilikası, şu kısımda planını görüyoruz. Bunun da tribunali yine neflerin bitimindeki alanda yer almakta. Bir diğer ve son yapımız Aydın-Ortaklar’daki Magnezya antik kentinde, Efes’e çok yakın. Kent planını görüyorsunuz Helenistik dönemde çok önemli bir kent. Artemis Tapınağı, Agorası ve Helenistik agoraya nasıl Roma döneminde Milattan sonra 2. Yüzyılın ikinci yarısında bazilikanın eklendiğini biz Magnezya’da çok güzel takip edebiliyoruz. Sözünü ettiğimiz tüm unsurları da kapsıyor, Romalılaşmanın gereklerinden biri. Bazilikanın kazısı sonrasına ve birtakım restorasyon çalışması sonrasında görüntüsü; şurada plandan daha net takip edebilirsiniz. Apsisin bulunduğu alanda tribunal var, önündeki kısımda genişliyor bu. 20 sütunla agoraya, foruma kadar ulaşıyor ve batı kısmından forumla bağlantısı var. Daha detaylı bakarsak, tribunal’in toplandığı kısım, şu kapılardan geçerek bir koridorla ortadaki tribunal’e, apsise ulaşıyoruz ve önünün bu şekilde genişletilmiş büyük bir alan sağlandığını görüyoruz. Her iki yanda dikkat ederseniz, merdiven kovaları mevcut. Bunlar da yapının bir üst katına işaret ediyor. Öncelikle apsise, tribunal’e geçişi göstermek istiyorum, işte bu koridorlarla iki taraflı, simetrik iki koridorla geçilmekte ve üst kat için, galeri katı için buradaki gördüğünüz kalıntıları günümüze kadar korunagelen merdivenlerle çıkılmakta. Merdivenlerle çıktıktan sonra yapının iki uzun kenarında bu galeri katlarına ulaşılmakta. Bazilikalar için bu galeri katları, belki de balkonlar diyebileceğim kısımlar çok önemli. Yine genç Pilinius’un mektuplarında bulabiliyoruz; genç Pilinius, Romanus’a yazdığı mektubunda, tribunal’i daha iyi görebilmek ve konuşmaları daha iyi duymak 35 için, kadınların, erkeklerin birbirlerini iterek bazilikanın üst galeri katından aşağıya doğru sarktıklarından bahsediyor. Aşağıda heyecanlı bir mahkeme olsa gerek. Buradan da söz konusu yapının benim gerçekleştirmiş olduğum restitüsyon çizimini sizlerle paylaşarak sözlerime son vermek istiyorum. Tribunal’in bulunduğu kısım, apsisin kesitini görüyoruz, oldukça geniş sayılabilecek bir alan, tipik bazilika planı, gösterişli, görkemli, anıtsal mimarisiyle Roma’nın bütün özelliklerini yansıtıyor ve demin de sözünü ettiğimiz galeri katları, balkonlar bu kısımlarda yer almakta. Hepinize çok çok teşekkür ediyorum. (Alkışlar) OTURUM BAŞKANI- Biz de Sayın Serdar Hocama teşekkür ediyoruz. Roma döneminin adaletinin gerçekleştiği mekanları da görmüş olduk. En azından şunu biliyoruz ki, onlarda da yargılamanın aleniliği herhalde önemli bir ilkeydi, halkın görmesine izin veriliyordu. Her alanda var mıydı, bütün kamu hukukuna ilişkin yargılamalarda var mıydı bilmiyoruz, ama özellikle ticaret hukukuna ilişkin yargılamaların aleni olduğunu öğrenmiş olduk. Eğer sorularınız ve katkılarınız varsa isim belirterek kısa biçimde sorarsanız alabiliriz. Buyurun. BAŞAK ALTIN- Mozaik Sanatıyla uğraşıyorum. Sorum Serdar Beye olacak. Aslında hukukla belki pek direkt ilgili değil, ama İskenderiye Kütüphanesinin yıkılışıyla ilgili bir soru sormak istiyorum, çünkü az önce Ömer Hoca Romalıların kendi kültürlerinin yayılmasına çok önem verdiğini söyledi. İskenderiye Kütüphanesinin yıkılışıyla ilgili sizin yaklaşımınız nedir? Teşekkür ederim. SERDAR HAKAN ÖZTANER- İskenderiye’de çalışmadım, ama genel bilgi olarak şunu söyleyeceğim: Antik dönemi çok önemli, değerli bir kütüphanesi. Deprem olabileceği büyük bir ihtimal, zaten bizim bu coğrafyada, Anadolu’da, Afrika’da olsun, pek çok şey depremle, tabii ki bunun dışında Paganizmin sonunda Hıristiyanlar tarafından da pek çok şeyin yakılıp yıkıldığını biliyoruz. Bu konuda, Fransızların güzel sualtı fotoğrafları var. İlgi duyuyorsanız, sular altındaki İskenderiye üzerine detaylı bilgileri bulabilirsiniz. Mozaikle ilgileniyorum dediniz. Zeugma, bizim Güney Anadolu Bölgesi topraklarımız içerisinde çok önemli bir mozaik kenti, aynı zamanda Antakya yine çok 36 önemli bir mozaik kenti, buralarda da çalışmalar yapmanızı, yapıyorsanız devam etmenizi diliyorum. Av. ARGUN BOZKURT- Ben bir şey ekleyebilir miyim? Başak Hanım müzemize Justinyanus mozaiğini kazandırdı. Arzu eden olursa panelden sonra müzemizi de gezebiliriz. CEMİL KOYUNCU- Benim sorum Argun Beye olacaktı. Madem Yunan hukukundan bahsedildi, Sokrates ölüme mahkûm edildi, çok vatansever bir insandı, yani kimseye bir zararı olmadığı halde ölüme mahkûm edilmişti ve bu o dönem için travmaydı herhalde. Bu hukuk sistemini sorgulamak açısından, yani ne olmuştu da ölüme mahkûm edildi ve daha sonra bu hukuk sistemi nasıl değişti? Av. ARGUN BOZKURT- Kısaca cevaplamaya çalışacağım. Sokrat davası, dünya klasiklerine geçmiş bir dava. Türkiye’de bir dönem 141-142 neyse, Hıristiyanlığın olduğu dönemde tek Tanrıya veya İncil’e karşı gelmek veya İslami dönemde Kur’an-ı Kerim’e karşı gelmek neyse, Sokrat da o dönemde bunlara benzer şeyler yaptı. Devletin tanrılarıyla alay etmek, ahlaksız yaşantı sürmek, gençleri yoldan çıkarmak gibi fikir özgürlüğü aleyhine birtakım komplolarla mahkûm edildi. Ama, Sokrat “Kopuş Savunması” adında bir savunma armağan etmiştir ve kopuş savunmasını örneğin, siyasi suçlular kullanır, der ki, “Evet, ben bu düzenin değişmesini istiyorum, inkâr etmiyorum, ama bu düzen zaten değişmelidir, nedenleri de şudur.” Sokrat, yani direkt “Ben masumum, beni yanlış yere suçluyorsunuz” şeklinde bir savunma yapmayarak çok onurlu bir savunma yapmıştır. Demiştir ki, “Siz beni bunlarla suçluyorsunuz, ama zaten bu işin altına baktığınızda, karıştırdığınızda, derinlerine indiğinizde, sizin sarsılmaz dediğiniz şeyler, çürük şeyler.” Sokrat, bu kopuş savunmasını dediğim gibi günümüze armağan etmiş çok değerli bir bilim ve filozoftur. Oylama yapıldı, kendisine bazı olanaklar sunuldu. Belki daha farklı bir savunma yapsaydı beraat de edebilirdi, beraatın kenarlarından döndü. Hatta “Bu cezayı çekme, seni uzaklaştıralım, af dile, ölüm cezanı kaldıralım” denildi, fakat kendisi kabul etmedi, baldıran zehrini içerek öldü. 37 Prof. Dr. ÖMER ÇAPAR- Ben burada bir katkıda bulunabilir miyim? Yanlış anlamamak lazım, yani resmi belgelerde anlatılanlarla biz Atina toplumunda bildiklerimiz farklı farklı şeyler. Olay sanıldığı gibi sadece, yani nedeni olarak bildirilen bir dinsel olay falan değil. O işin şekli olayıdır, zarfıdır, o zarfın içini açtığınız zaman farklı bir mektupla karşılaşırsınız. Mektubun da özü şudur: Atina toplumu her ne kadar biçimsel anlamda demokratik diye, yani herkesin birbiriyle eşit haklar üzerinde birleştiği şeklinde yazılı olarak kendini ortaya koymuşsa da, uygulamada çok farklı kesimleri içinde barındırır. Atina toplum kesimi, İsa’dan önce 5. Yüzyılda özellikle farklı farklı nitelikler taşıyan amaçlar peşinde, hedefler peşinde toplum kesimlerinin karışıp kaynaşmasıyla oluşmuştur. Şunu demek istiyorum, resmi neden dinsel olduğu için: Dinin iki boyutu vardır. Biri; rasyonel ve mantıklıdır. Diğeri ise, mantığın dışındaki bir görüntüyü ortaya koyar, yani bazı insanlar sadece kalbiyle inanır, bazı insanlar aklıyla inanır. Toplumun alt kesimleri, ki bu Atina için de söz konusudur, kalbiyle inanır, tartışmadan inanır. Fakat, aydın kesimler vardır, bunda yöneticiler de vardır, devleti yönetenler de vardır, örneğin peritler, hepimizin bildiği siyasi yönetici, diğer feylesoflar da vardır, bunlar ise akılcı bir şekilde anlamayı istiyorlar. Bu söylenmeyen, ama varlığını bildiğimiz, belgelerle bildiğimiz kesimler bunlar. Kabul edelim ki yöneticiler tabanın sesine önem verirler, yani kendilerine oy verenlere çok önem verirler. Alt kesim, hani Osmanlının terimiyle söyleyeyim; avam dediğimiz o kesim, dediğimiz o kesim, öyle anlaşılıyor ki fazla mantıksal değil. Yani Atina toplumu, demokrasisi falan, çok hurafeler var, batıl inançlar var, tartışma götürmez bu noktada. Sokrates, yani kendisinden kalan bir şey yok, ama talebesi Platon’un bize dolaylı da olsa yansıttığı kadarıyla sanıldığı kadar dine karşı değildir, dini farklı bir platformda, boyutta anlamaya çalışmaktadır. Açıkça söyleyelim, adını koyalım: Materyal anlamaya çalışmaktadır, maddeyi anlamaya çalışmaktadır, rasyonel olarak anlamaya çalışmaktadır, yani evrenin maddi yüzüyle anlamaya çalışmaktadır; makrokozmozun maddi yüzüyle, yıldızlarıyla, Güneş’iyle, Ay’ıyla, yeryüzündeki görüntülerle, materyal dediğim bu, bununla anlamaya çalışıyor. Bir düzenleyici varlık aklı bununla somutlaştırmaya çalışıyor. Bunda da çok fazla kişisel davranmıyor bence, çünkü biliyor ki insanlar dini en güzel şekilde maddi yönüyle anlarlar. Hele hele alt kesimler 38 tamamen maddi yönüyle anlarlar dini. Nedir o maddi yüzü? Kurbanlar, dualar, birtakım ibadetler; bunlar hep dinin maddi unsurlarıdır. Tabii toplum sadece bu kesimlerden oluşmuyor, bunun dışında daha mantıksal olan kesimler var. Sokrates’i bu şekilde hak etmediği bir biçimde, kendisinin de düşünmediği bir biçimde, böyle sudan bir nedenle, “Efendim, geleneklerimizi bozuyor” falan… Hayır efendim, şunu söylüyor Sokrates: “İnsanoğlu, sen büyük bir kuvvetsin, bir mikrokozmozsun, küçük yaratıcısın sen. Bir büyük akıl var, bir de küçük akıl var, sen küçük aklı temsil ediyorsun. Keşifler, icatlar yapıyorsun, bu senin yaratıcı yönün, buna uygun davran. Her ne yaşıyorsan bunu çok önemse, akıl yönünü çok önemse, bu seni sen yapan unsurdur.” Bunu söylemeye çalışıyor. Aradaki dinsel motif, tamamen dediğim gibi, yukarıdakilerin getirdiği kılıf diyelim affedersiniz, yani işin kılıf yanıdır. En hassas yerinden vurmak denilir buna biraz, kaçamak oynamak denilir; yok öyle bir şey. Yani İyonya filozoflarından başlamak üzere büyük felsefe akımı dediğimiz, yani Platon, Aristo’yla başlayan büyük felsefe şeyinden evvelki, Platon’dan beri başlayan amaç odur: “Evreni düzenleyen bir maddi güç vardır.” Buna değişik adlar verirler, çok farklı adlar verirler ve herkes bir şekilde çok affedersiniz, onlar da beni affetsinler, hepsi öldü gittiler, körlerin fili bir şekilde tanımlaması gibi. Tanımlamaya çalışıyor bunlar; kimi ateş diyor, kimi su diyor, kimi hava diyor falan, yani maddeye indirgeme, materyalist dediğim o anlamda. Çünkü, insanoğlu, ancak dünyasını 5 duyuyla algılar. Onun için, o 5 duyuyla varılanlar bir gerçek ifade ederler. Bunu kalkıp da çok sudan bir neden olarak getirip Sokrates’e vermenin gerçekten doğruluğu ve mantığı yoktur. Gerçek neden çok farklı, ekonomik bir gerçek neden, sosyaldir, hatta siyasaldır, ama hiç dinsel değildir, en az olan şey dinsel gerekçedir. Toplumun içerisindeki aktörler çok önemlidir, yani Sokrates’e yaklaşımda, onun mahkûmiyetindeki yaklaşımda toplum içerisindeki aktörlere iyi bakmak lazım. Ben bir tarihçi olarak öyle görüyorum, yani dinsel neden bahane, eften püften bir neden. Teşekkür ederim. OTURUM BAŞKANI- Bugün bizim her zaman uğraştığımız hukukun dışında başka bir konuya değindik. Bizim için hoş bir tarihe yolculuk oldu. Değerli hocalarımıza ve siz değerli katılımcılara çok teşekkür ediyorum. 39 Talay Beyi de konuşmacılarımıza ödüllerini vermek üzere buraya davet ediyorum. Buyurun. (Konuşmacılara ödülleri takdim edildi) ----&----