ALEVĐLER NEDEN TAVŞAN ETĐ YEMEZ? Mahmut BAYRAM Aleviler tavşan eti yemez. Bunun öyle yadırganacak, büyütülecek bir tarafının olmaması gerekir. Çünkü tarih boyunca mezhepler arasında bu tür konularda ihtilaflar olmuştur ve bu ihtilaflar Ehlisünnetin dört mezhebi arasında da fazlasıyla yer almıştır. Örneğin; Şafî ve Malikîlerde kirpi ve kertenkele yenir, Hanefî ve Hanbelîlerde yenmez. Malikî, Hanefî ve Hanbelîlerde kırlangıç, tavus, hüdhüd, papağan, yarasa yenir; Şafîlerde yenmez. Hanefî mezhebinde balık şeklinde olmayan kalamar, mürekkep balığı, deniz hınzırı, deniz aygırı gibi hayvanlar ve yengeç, midye, istiridye, ıstakoz, kerevit, karides gibi deniz haşaratı yenmez. Diğer üç mezhepte ise, deniz ürünlerinin hepsi yenir. Martı eti; Hanefî ve Hanbelîlerde haram, Şafî ve Malikîlerde helaldir. At eti; Hanefî mezhebinde tenzihen (helale yakın) mekruhtur, Şafî ve Hanbelî mezhebinde helal, Malikî mezhebinde haramdır. ( Büyük Đslam Đlmihali, Ömer Nasuhi Bilmen) Görülüyor ki ortada ciddi anlamda bir tutarsızlık, çelişki söz konusudur. Bir mezhepte helal veya mubah olan bir şey, diğer mezhepte haram veya mekruhtur. Bunlar kimseyi rahatsız etmez. Bir Allah’ın kulu be kardeşim, bu nasıl iştir de demez. Đyi ki de demiyor. Aradaki anlaşmazlığı gidermek için mezhep taklitçiliği diye bir şey icat edilmiştir. Örneğin, bir mezhebin mensubu, kendi mezhebince haram olan yiyeceği, bunu helal kabul eden diğer bir mezhebi taklit ederek yiyebilmektedir. Afiyet şeker olsun, kimsenin bir şey dediği yok. Yok ama kendilerinde bu hakkı bulanlar, maalesef başkaları için aynı genişliği gösteremiyorlar. Alevilerin neden tavşan eti yemediği, birilerine dert olmuş da internetlerde bu, sayfa sayfa yer alıyor. Alevilerin tavşan etini yememe nedenlerini bazı internet sitelerinde güya ‘Aleviler Kur’an-ı Kerim’i değil de Tevrat’ı örnek alıyorlar’ iftirasını atarak açıklıyorlar. Gerçek nedenler araştırılmadan öyle iftiralar atmak kimseye yakışmaz; çünkü Müslümanlık kimsenin tekelinde olmadığı gibi Müslümanlıktan da birilerinin ‘Sen ya da siz Müslüman değilsiniz.’ demesiyle de çıkılmıyor. Bu gibi yaklaşımlar memnuniyetsizlik yaratır, ithamda bulunanı Hakk divanında zora sokar ve köprü oluşturabilecek, kardeşlik ortamını besleyecek sayısız ortak değerin görmezden gelinmesine neden olur. Tevrat’ta tavşan etinin haram olduğu hükmü yer almaktadır. Ama orada böyle bir hüküm var diye mi Aleviler tavşan eti yemiyor; yoksa başka gerekçeleri mi var? Her şeyden önce bu durumun araştırılması gerekmez mi? Tevrat, Đslamiyet doğmadan çok daha önce Hz. Musa’ya inmiş, Hz. Musa da Yahudilere (Beniisrail) bunu tebliğ etmiştir. Tebliğ ettiği Tevrat’ın hükümleri arasında tavşan etinin haram olduğu da vardır. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle geçmektedir: “Yahudilere her tırnaklı hayvanı haram ettik. Koyunun ve sığırın iç yağını da haram ettik.” (Enam 146. ayet) Tavşan aynı kedi gibi tırnaklı bir hayvandır. Tavşan etinin Yahudilere yasaklı olduğu bir gerçektir; ama ‘Aleviler bu yüzden tavşan yemezler’ sözü batıldır. Ayrıca, Aleviler neden Tavşan yemiyor konusunu kurcalamak hem yersizdir hem de art niyet göstergesidir. Yenmesi haram olan bir şey Allah korusun yeniliyor olsaydı, ancak o zaman aynı dinin mensuplarına söz düşebilirdi. Ama ortada öyle bir şey yok. ‘Arkadaş biz bunu yiyoruz, sen niye yemiyorsun?’ anlayışı ve aşağılaması hâkim. Yiyorsan afiyet, şeker olsun. Daha ötesi var mı? Sohbet ortamlarında bile alay etmeler söz konusu. Efendim, bir Alevi’nin bahçesinden tavşan geçerse sahibi tarlayı o yıl ekmezmiş. Tavşana bir şekilde ellerse uğursuzluk yedi yıl, başından ayrılmazmış. Aslı astarı olmayan daha neler neler… Aslında bu tür yakışıksız soruların peşine takılanlar daha tumturaklı soruların muhatabı olacaklarını bilmiyorlar. Mesela şunlar sorulabilir kendilerine: Tamam Aleviler tavşan eti yemiyor, peki neden martı eti; Hanefi ve Hanbelîlerde haram, Şafî ve Malikîlerde helaldir? Bu martı bir yerde haram bir yerde helal nasıl olabiliyor? Neden Hanbelîler, martı eti yemiyor? Neden Şafî ve Malikîlerde kirpi ve kertenkele yenir de Hanefî ve Hanbelîlerde yenmez? Neden Malikî, Hanefî ve Hanbelîlerde kırlangıç, tavus, hüdhüd, papağan, yarasa yenir de Şafîlerde yenmez? Ve daha birçok soru… Đşin şu boyutu da var, bırakın da yenmeyiversin ne olacak? Bu da yenmesin. Çocukların hayal dünyasını, oyuncaklarını süslesin, ne çıkar? Tavşanın yenmemesi konusuna illa bir mana yüklemek ve aynı dinin mensupları olan kitleyi Đslam dışı göstermek kime ne fayda sağlayacak? Deniyor ki ‘Helal bir şeyi haram kılmak insanı küfre götürür.’ Elbette doğru, çok güzel. Hatta bu konudaki ayetleri de verelim: “Beyinsizlikleri yüzünden bilgisizce çocuklarını öldürenler, Allah’ın kendilerine verdiği rızkı -Allah’a iftira ederek- haram sayanlar, mutlaka ziyan etmişlerdir. Gerçekten onlar sapmışlardır. Doğru yolu bulmuş da değillerdir.” (Enam,140) “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü ‘Şu helaldir, şu haramdır’ demeyin, sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflah olmazlar.” (Nahl, 116) Ama bu hükümler herkes için geçerli değil mi? Tilki eti Şafîlerde helal, Hanefîlerde haramdır. Yukarıda sayılanlar da aynı şekilde bir yerde helal, bir yerde haram. Demek ki böyle durumlar olabiliyor. Tavşan etini, Ehlisünnetin çoğunluğu helal kabul ediyorsa bu onun helal olduğunu mu ispatlar? Şia ve dünyanın her tarafındaki Aleviler, tavşan konusunda tek görüşe sahip ve Ehlisünnetin dört mezhebinden farklı bir uygulama içindeler. Dört mezhep kendi arasında zıtlığa düşecek, birinin haram dediğine öbürü helal diyecek ve sonuçta kendi mezhebinin haram kabul ettiğini ‘Bu konuda şu mezhebe göre hareket ediyorum.’ denilerek gerektiğinde mezhep taklitçiliği yapılacak ve böylece haram olan şey helal sayılacak. Ama Şia ve yeryüzündeki bütün Aleviler, tavşan eti bizlerde yenmez dediklerinde kıyametler kopacak. Đnanın bu hiç adil değil. Kur’an-ı Kerim’de tavşanın ismi açık bir şekilde verilerek helaldir, haramdır diye geçmediği için her iki taraf hadislerle hareket etmektedir. Şimdi bu konu hakkında her iki tarafın dayanaklarını görelim. Ehlisünnetin Dayanakları Ehlisünnet âlimleri, şunları ileri sürmektedirler: 1- Hiçbir Đslam âlimi tavşan etine bırakın haram demeyi mekruh bile dememiştir. Fıkıh kitaplarında (Mülteka, Dürr-ül-münteka, Kuduri, Cevhere, Dürer haşiyesi) tavşanın etinin helal olduğu belirtilmiştir. 2- Enes anlatıyor: “Yürüdük ve Merriz Zebran’dan bir tavşan kaldırdık. Arkadaşlarımız peşinden koştular ve sonunda yakalamaktan aciz kaldılar. Bu sefer ben koştum, yetiştim ve yakaladım. Onu babalığım Ebu Talha’ya getirdim. O, tavşanı keskin bir taşla kesti. Budunu benimle Resulullah’a gönderdi. Resulullah onu yedi.” (Buhari Sayd / Müslim sayd / Ebu Davud, Et’ime / Tirmizi, Et’ime) 3- Halid ibni Huveyris anlatıyor. “Bir adam bir tavşan avlar ve Abdullah bin Ömer’e gelir. Ne dersiniz tavşanın eti yenir mi, diye sorar. Abdullah: ‘Resulullah’a da tavşan getirilmiştir. Ben de o esnada yanında oturuyordum. Ondan ne yedi ne de onun yenmesini yasakladı. Tavşanın hayız gördüğüne inanıyordu.’ dedi.” (Ebu Davud, Et’ime) 4- Huzeyme ibni Cezi’nin rivayeti: Bu rivayette der ki: “Ey Allah’ın Resulü! Tavşan hakkında ne dersiniz? Onu ne yerim ne de haram kılarım buyurdular. Öyleyse...dedim. Siz haram kılıncaya kadar ben onu yiyeceğim. Siz niye yemiyorsunuz diye sordum. Bana ‘Onun hayız gördüğü bana bildirildi.’ cevabını verdi.” (Ankara basımı Kütüb-i Sittenin 11. cildinin 149. sayfası) 5- Tavşan eti de helaldir. (Dürer, Mecma’ul-enhür) 6- Abdullah ibni Abbas hazretleri buyurdu ki: Resulullah ile otururken, bir köylü, tavşan kebabı hediye getirdi. Bize, yiyin buyurdu. Muhammed bin Safvan dedi ki: Đki tavşan yakaladım, kestim. Resulullaha sordum. Đkisini de yememi emretti. (Bedayi) 7- Hazret-i Cabir anlatır: Kavmimden biri, taşla kestiği tavşanı, Resulullaha soruncaya kadar bekletti. Efendimiz yemesini emretti.(Tirmizi) Öncelikle yukarıdaki dayanakların ne kadar sağlam olduğu şüpheli. O kitaplarda öyle geçiyor diye onları gerçek kabul etmek baştan yanlışa düşmek demektir. Görüldüğü bazı aktarımlarda Peygamber bilinçli bir şekilde ve özellikle tavşan eti yemekten kaçınıyor, bazı aktarımlarda ise hiç öyle bir kaçınmadan söz edilmeden tavşan eti yediği belirtiliyor. Bu en basitinden bir çelişkidir. Malum kitaplardan bu tür konularda bir başka çelişki örneği vermek konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. 1) Esma Bintu Ebi Bekr anlatıyor: “Biz, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm zamanında bir at kestik. O zaman Medine’de idik. Hepimiz onu yedik.” (Buhari, Sayd / Müslim, Sayd / Nesai, Dahaya) 2) Halid Đbnu’l-Velid, anlatıyor: “Resulullah; at, katır ve eşek etini yemeyi yasakladı.” (Ebu Davud, Et’ime / Nesai, Sayd) Önemli bir çelişki değil mi? Burada bir yerde at etinin Mekke’de bile değil Medine’de hem de Peygamberin zamanında yendiği anlatılıyor; bir diğer rivayette ise at etinin Peygamber tarafından yasaklandığı belirtiliyor. At etinin yendiğini söyleyen Ebubekir’in kızı Esmadır ki bunu Peygamberimiz aramızdan ayrıldıktan sonra anlatıyor. Yani bazı uyanıklar tarafından bir zamanlar yendi, sonra yasaklandı gibi bir iddia ortaya atılamaz. Şimdi rivayetlerden at eti konusunda nasıl bir kanıya varacağız? Ehlibeyti Takip Edenlerin Dayanakları Şimdi gelelim Alevilerin neden tavşan eti yemediğine. 1) Hz. Muhammed (s.a.a.v.) tavşan yemeyi reddettiği için Aleviler tavşan eti yemez. Öncelikle bu herkesçe böyle bilinmelidir. Daha önce verilen iki alıntıda Peygamberimizin tavşan etini yemekten kaçındığı açıkça yer almıştı. Peygamberin tavşan eti yediği rivayetlerine ise itibarımız da, itimadımız da yoktur. O kaynaklarda bırakın en üstün ahlakla gönderilen Đslam Peygamberini, sıradan bir insanın bile yapamayacağı davranışların nasıl da kendisine mal edildiğini utançla ve ibretle görmekteyiz. Konunun uzamaması için çok olan örneklerden sadece bir bölümünü örnek verelim: Buhari Sahihinin "Nikâh Kitabı, Kadın ve Çocukların Düğüne Gitmesi Babı"nda Enes bin Malik'ten şöyle nakleder: "Resulullah düğünden dönen kadın ve çocukları görünce, sevinerek hızla onlara doğru ilerledi ve şöyle dedi: "Allah biliyor ki, sizler benim yanımda en sevgili insanlarsınız."( Sahih-i Buhari, c. 7, s. 32. ) Yine Buhari Sahihinin "Nikah Kitabı, Kadının Habeşlilere Bakması Babı"nda Aişe'den şöyle nakleder: "Resulullah beni abasına sarmış, ben de camide oynayan Habeşlilere bakıyordum. Ben yoruluncaya kadar Resulullah beni öylece tutmuştu. Öyleyse yaşı az olup da oynamayı çok seven kızların değerini bilin." (Sahih-i Buhari, c. 7, s. 47-48.) Müslim Sahihinin "Faziletler Kitabı, Osman'ın Faziletleri Babı"nda Aişe ve Osman' dan şöyle nakleder: "Ebu Bekir Resulullah'ın huzuruna gelmek için izin istedi. Peygamber o sırada Aişe’nin yanında yatağa uzanmıştı. Resulullah o halde Ebu Bekir'in içeri girmesine izin verdi ve onun istediğini yerine getirdi. Ebu Bekir gittikten sonra Ömer içeri girdi. Peygamber aynı vaziyette onun da içeri girmesine izin verip istediğini yerine getirdi. Sonra ben (Osman) izin istedim. Resulullah hemen kalkıp oturdu ve Aişe'ye de; "Elbiseni giy ve kendini toparla!" dedi. Ben de isteğimi aldıktan sonra evime döndüm. Aişe Resulullah'a (s.a.a.) dedi ki: ‘Ebu Bekir ile Ömer'den utanmazken neden Osman'dan utandın?" Resulullah; "Osman çok utangaç birisidir. Eğer o halde ona izin verseydim, utancından istediğini söylemeyebilirdi.’ dedi." (Sahih-i Müslim, c. 4, s. 1816, h. 2402.) Buhari Sahihinin "Hac Kitabı, Kurban Günü Ziyareti Babı"nda Aişe'den şöyle nakleder: "Resulullah'la birlikte hacca gitmiştik. Kurban kestikten sonra ihramdan çıktık. O sırada Safiyye adet gördü. Resulullah o halde bir erkeğin eşine yaptığını onunla yapmak istiyordu. Ben; ‘Ya Resulallah! O hayız halindedir.’ dedim." (Sahih-i Buhari, c. 2, s. 214.) Buhari Sahihinin "Nikâh Kitabı", "Düğünde Kadının Erkeklere Hizmet Etmesi" ve "Düğünde Sarhoş Etmeyen Şarap" bablarında şöyle nakleder: "Ebu Üseyd Saidi evlenirken Resulullah'ı ve ashabını davet etti. Onun karısı Ümmü Üseyd, onlar için yemek pişirip getirdi. Resulullah (s.a.a.) yemeğini bitirince kadın, daha önce küçük bir taş kabın içinde ıslattığı hurmaları karıştırarak, içmesi için Peygamber'e verdi. Böylece onu daha iyi ağırlamak istiyordu." (Sahih-i Buhari, c. 7, s. 33. ) Halife ve sultanlar bu rivayete dayanarak şarap içmeye başladılar. Hatta sarhoş etmedikçe şarabın helal olduğunu bile iddia ettiler. Buhari Sahihinin "Nikah Kitabı, Nikahta Tef Çalma Babı"nda Bişr bin Mufazzal'dan, o da Halid bin Zekvan' dan şöyle rivayet eder: Muavviz bin Afra' kızı Rabi' der ki: "Benim nikah törenimde Resulullah gelerek sizin oturduğunuz gibi benim için serilen serginin üzerine oturdu. O sırada, birkaç kız saz ve tef çalarak Bedir'de öldürülen babalarının hakkında şiir okuyorlardı. Onlardan biri şiirin devamında dedi ki: ‘Aramızda gelecekten haberi olan bir peygamber de var.’ Bunun üzerine Resulullah; ‘Bu lafı bırak da şiirlerini oku.’ dedi." (Sahih-i Buhari, c. 7, s. 25.) Yine Buhari Sahih'inin "Cihat Kitabı"nda, Müslim ise, Sahih' inin "Bayram Namazları Kitabı" nda Aişe'den şöyle naklederler: "Yanımdaki iki cariye coşkulu bir şarkı söyledikleri halde Resulullah içeri girdi. Hiçbir şey demeden geçip yatağına uzanarak yüzünü çevirdi. O sırada Ebu Bekir içeriye girdi ve sinirlenerek; ‘Şeytanın zurnasını, Resulullah'ın yanına mı getirdin?’ dedi. Resulullah Ebu Bekir'e dedi ki: ‘Bırak o ikisini.’ Ben, o fark etmeyecek bir şekilde cariyelere dışarı çıkmalarını söyledim. Onlar da çıkıp gittiler." Şimdi akıl ve insaf sahiplerine seslenmek istiyorum. Allah aşkına bu anlatılanlar ve daha anlatılmayan bunlar gibi onlarca olay ne anlama geliyor? Hâşâ bunlar bir Peygamber’in yapacağı davranışlar mıdır? Buna imkân var mıdır? Bunlar hep Emevilerin ve Abbasilerin yaşadıkları Đslam dışı hayat tarzının meşrulaştırılması çabasından başka bir şey değildir. Yukarıdaki şeyleri Peygambere yakıştıran, reva gören anlayış tavşan etini Peygambere yedirse diğerlerinden çok mu daha ileri gitmiş olur? Diğer üzücü bir nokta da Buhari, yukarıda verdiğimiz hadisleri, güya bildiği 600 bin hadisten eleye eleye seçerek yazdığı ve kesin sahih bildiği 7 bine yakın hadis arasına almıştır. Müslim ise yukarıda Peygamberimizle ilgili o yüz kızartan hadisleri güya bildiği 300 bin hadisten seçerek yazdığı 3033 hadis arasına almıştır. 2) Ehlisünnetin tüm âlimlerinin tavşan etini mekruh bile saymadığı savı, kesin düzmecedir. En azından fıkıh âlimi Muhammed ibni Ebi Leyla tavşan etinin mekruh (iyi bir şey olmayan) olduğuna hükmetmiştir. Başkalarının varlığı da küçük bir araştırmayla bulunabilir. Bunun yanında ashaptan Abdullah ibni Ömer, tabiinden Đkrime de tavşan etinin mekruh (iyi bir şey olmayan) olduğu görüşündedirler. (Bu maddedeki bilgiler, Ankara basımı Kütüb-i Sittenin 11. cildinin 149. sayfasında mevcuttur.) 3- Tavşan fizyolojik ve biyolojik yapısıyla da garip bir canlıdır. Tavşanın kafası kedi kafasına, kulakları eşek kulaklarına, burnu fareye, arka ayakları köpek ayaklarına, ön ayakları kedi ayaklarına ve kuyruğu domuz kuyruğuna benzemektedir. Đslam dininin murdar ve yenilmez diye saydığı hayvanların bütün izleri bu canlıda vardır. 4- Tavşan kedi ile çiftleşmektedir. 5- Tek tırnaklı bir hayvandır. 6- Tavşan regl olmaktadır. 7- Etinin yüzde doksanı kan pıhtısından oluşmaktadır. 8- Kıl yerine tüyü vardır. Ehlibeyt kanalından gelen hadislere dayanarak Ehlibeyt ekolünün fakihleri, tavşan etinin haram olduğuna hükmetmişlerdir. 1-Hz. Ali’den (a.s.) şöyle nakledilmiştir: Resulullah’tan (s.a.a.v.) meshedilmişlerin ne olduğunu sorduğumda, şöyle buyurdu: “Bunların sayısı on üçtür ve şunlardan ibarettir: Fil, ayı, domuz, maymun, yılan balığı, kertenkele, yarasa, lavra, akrep, fare, karga, örümcek ve tavşan” (Vesail-üş Şia, c.16, s.317) 2- Đmam Musa Kazım’dan (a.s.) şöyle nakledilmiştir: “Meshedilmişler on üçtür: Bunlar fil, ayı, tavşan, akrep, kertenkele, örümcek, lavra, yılan balığı, yarasa, maymun, karga, fare, domuzdur. Tavşan; hayız, cenabet vb. şeylerden gusül edip temizlenmeyen bir kadındı.” (Yani o kadın tavşan şekline dönüşmüştür.) (Vesail-üş Şia, c.16, s.317) 3- Muhammed bin Đshak’ın(ölümü miladi 768) Selman El Farisi’den rivayet ederek yazdığı “Binbir Rahip ve Hz Ali” adlı kitapta mesh olmuş hayvanların sayısını 24 olarak vermiştir: “ Fil, tavşan, ayı, akrep, lavra, domuz, maymun, örümcek, kaplumbağa, dıbb(bir çeşit sürüngen), osuruk böceği, yengeç, tilki, eşek arısı, köpek, dişi yaban sığırı, sehil, karga, saksağan, tavşancıl kuşu (kartal), papağan, kurbağa, fare, yılan.” 4- Đmam Cafer-i Sadık (a.s.): “Allah ve Resulü mesh olmuş bütün hayvanları haram kılmıştır.” ( El-Kafi, c.6, s.247) 5- Đmam Rıza (a.s.): “Tavşanın haram kılınış sebebi şudur ki onlar da kediler gibidir. Aynı kediler ve vahşi hayvanlar gibi pençeleri vardır. Bu yüzden onlar gibi sayılmıştır. Ayrıca kadınlar gibi hayız olmaktadır. Çünkü o mesh olanlardandır.” (Vesail-üş Şia, c.16, s.316) Mesh, insanın Allah tarafından hayvan şekline dönüştürülmesidir. Đslam öncesi bazı insanların veya ümmetlerin işledikleri günahlardan ötürü Allah tarafından bir ceza olarak cinsiyetlerinin bahsi geçen bazı hayvanların cinsiyetine dönüştürmesidir. Örneğin Kur’an-ı Kerim’de cumartesi günü yasağını delen Yahudilerin maymuna dönüştürüldüğü anlatılır ki bu apaçık temasühtür. (Bakara suresi:65. ayet) Sonuç olarak şunu belirtmekte fayda vardır ki burada her iki tarafın görüşlerini hiçbir değişikliğe uğratmadan kendi öz kaynaklarından aktardık. Kim neye inanırsa inansın; ama kendisi gibi düşünmeyene en azından tahammül etsin. Hiç kimseye öyle bir çırpıda sen kâfir oldun, Müslümanlıktan çıktın töhmeti atılmasın. Ehlisünnet âleminin en saygın üniversitesi Ezher bile bundan çok uzun zaman önce Caferiliği Đslamın 5. mezhebi olarak kabul etti ve bunu tüm dünyaya ilan etti; ama maalesef yüz yıldan fazla süre geçmesine rağmen ön yargı ve bağnazlık toplumdan atılamadı ve Müslümanlar arasındaki gereksiz sürtüşmeleri ortadan kaldıracak bu girişim pek de tabana yayılamadı. Đşte bu yüzden bugün hâlâ çeşitli yollarla töhmet altında bırakıldığı için gereksiz savunmalar yapmak zorunda bırakılan inançlar, huzursuzluk içindedir. Bu yazıyı, internette dolaşırken tesadüfen karşılaştığım bir sitenin tavşan eti meselesini öne sürerek öfke ve aşağılamayla bir topluluğu hedef alıp yayınladığı yazı üzerine kaleme aldım. Hiç kimseyi ne inancından ne yediğinden içtiğinden ne de başka herhangi bir nedenden dolayı eleştirmek niyetinde ve haddinde değilim. Đslam kardeşliğinin sadece Müslümanlara değil tüm dünyaya barış getireceği inancındayım. Farklılıkların artık sorun olmadığı bir dünya diliyorum. MEKTUP Mahmut REYHANĐ Sayın Süleyman ATEŞ, Yazılarınızda tarihsel ve çok önemli bir olaydan defalarca bahsettiğinize şahit oldum. Ancak bu çok önemli olayı değerlendirirken ters bir yorum yaptığınızdan haddim olmayarak bir sefer uyarmak istedim ve size bir mektup yazdım. Fakat sonraki gelişmeler gösteriyor ki bu konuda pek etkili olamamışım. Zira bir süre sonra yine aynı olay hakkında aynı yorumu yaptınız ve bu ikinci yorumunuzdan çok zaman geçmeden bir defa daha aynı şeyi tekrarladınız. Sizin gibi âlim bir insan geniş, üstün ilim ve irfanına güvenir; istediği yorumu yapma hakkını kendinde bulabilir. Zira bu güven duygunuzla bu dünyada hiç kimseye hesap vermek zorunda olmadığınızı düşünebilir, sizden hesap soranın da pek olmayacağını tahmin edebilirsiniz. Ancak yarın Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vermekten kimse muaf değildir. Đşte onun için özellikle sizin gibi âlim olanlar özellikle düşünüp o günden korkmalı ve ‘innellaha yuhibbül müttakıyn’ ayetinin belirlediği zümreye kavuşmayı arzulamalıdır. Sayın ATEŞ, bahis konusu olan olay on beş yüzyıl önce yaşanmış ve zaman aşımına bile uğramıştır. Fakat Đslam birliğini bozan ve Müslümanları birbirine nerdeyse düşman iki zümre hâline getiren bu olay, ‘Küntüm hayra ümmetin uhricet linnas’ ayeti celile ile Allahın övgüsünü kazanan bu ümmetin maalesef bütün milletlerin gerisinde kalmasına neden oldu. Siz bu uğursuz olayın müsebbibi olan kişileri savunup temize çıkarma çabasıyla ağır bir sorumluluk altına giriyorsunuz. Bu nedenle Allah’a çok çetin bir hesap vermek zorunda kalacaksınız. Herkes kendi yaptıklarından sorumlu olup bunlardan hesaba tutulacakken siz kendi hesabınızı vermekle beraber milyonlarca saf insanın vebalini omzunuza alıp hesaba geleceksiniz. Zira ilminiz sayesinde dev bir kişilik kazanmakla, hele diyanet işleri başkanlığı yapmakla amme halkın gözünü doldurmuş durumdasınız. Söz ve fetvalarınız senet gibi bir önem kazanmaktadır. Siz ‘Peygamber sayıklıyor’ şeklindeki kaba ve çirkin itiraza destek verince amme halk da buna inanmış olacak ve onların da günahı sizde kalacaktır. Şunu bilmeniz lazım ki Allah’ın Peygamberi, düştüğü hiddet ve infial etkisine rağmen içindeki tanrısal bağlantının maneviyatından kopmaz. Cenab-ı Allah bu hususta onu tarif etmiş, ‘Veme yantıku anil heva’ ayetiyle tanıtmıştır. Allah’tan bağımsız olarak hareket edip keyfinin estiğine göre hareket ederse, büyük önem taşıyan bir ilkeye Allah’tan bağımsız ve habersiz girerse ve eğer siz buna halkı inandırmak için sık sık yorumlar yapıyorsanız buyurun önce başka bir peygamber bulalım. Hz. Muhammed olamıyor, zira ‘Kalem kâğıt getirin, size bir vasiyet yazayım.’ sözü boş lakırdıymış. Hz. Muhammed Resuldür. Resul demek elçi demektir. Elçi aldığı emirler çerçevesinde hareket eder. Boş lakırdıyla meşgul olup yanındakileri boş yere meşgul etmez. Zaten Cenab-ı Allah ona bir melek ihsan etmiş ve Hz. Cibril’in refakatinden yoksun kalmamıştır. Okuduklarınızdan anımsayın, Hz. Muhammed zehirli ete elini uzatır uzatmaz Hz. Cebrail ‘Sakın yeme, bu et zehirlidir’ dememiş miydi? Hazreti Cibril bu vasiyet karşısında nasıl susmuş ve güya bu boş lakırdı konusunda Peygamber’i uyarmamıştır? Madem Peygamber’in yazdıracağı vasiyet gereksiz ve boş bir lakırdıdır, neden Hz. Cebrail bu konuda Hz. Muhammed’i yalnız bırakmıştır? Evet, siz büyük bir âlimsiniz kimse inkâr edemez; fakat koskoca Đslam Peygamberine karşı olan bu saygısızlığı sahiplenmenizi size hiçbir zaman yakıştırmam. Peygamber Hazretlerini boş ve anlamsız bir şeyin peşinde koşan ve bu eylemi nedeniyle susturulup protesto edilmeye maruz bırakılan (hâşâ) bir cahil durumuna düşürdünüz. Sizin bu olayı her şeyden önce akıl ve mantık açısından inceleyip analiz etmeniz gerekirdi. On beş asır önce tarih, hadis ve siyret kitaplarında büyük hadis uzmanlarına isnat edile edile bize kadar intikal eden bu olay sizce hayali midir? Diyelim ki bu olayın hepsi hayali ve uydurma; fakat salt Buhari Sahihi’nde 1300 yıldan beri bu olay okunmuyor mu? Buhari’den önceki kitaplarda da bundan bahsedilmektedir; ama bunları hesaba katmayalım. Sizin yorumlarınız da vasiyetin "gereği yok" diyen hazretlerin itirazlarını desteklemekte ve onların vetosunu yerinde görmektedir. Bu da sonuçta Hazret-i Peygamber’e saygısızlıktan başka bir şey değildir. Vasiyet mahkemelerce önemlidir. Hiçbir hâkim vasiyete boş lakırdı diyemez. Hem de siz bu vasiyetin ne hususta olduğunu anlamadan veya anlamak istemeden reddetmeniz affedersiniz akıl ve mantık dışıdır. Saf kuşku üzerine korktunuz. Zaten "sayıklıyor" diyen hazret kuşku ve tahmin üzerine Peygamber’in vasiyetini veto etti. Yani vasiyetin siyasi hedefine ters olabileceğinden kuşkulanıp korktu ve onu veto etti. Şimdi burada siz kendinizi tanıtıyorsunuz ve Allah'a, Peygamber’e değil o hazrete bağlı olduğunuzu ispat ediyorsunuz. Sayın ATEŞ, ben sizi yazılarınızdan tanıdım. Yazılarınızda Arapçanın bütün inceliklerine vakıf olduğunuzu anladığım için size karşı ayrıca büyük bir takdir hissettim. Fakat daha sonra "vema yantıku anil heva" ayetinin yorumunu ters yaptığınız için cidden üzüldüm ve bunu makamınıza da şahsınıza da yakıştırmadım. Bu ters yorumu üç sefer tekrarladınız ve kim bilir belki sırası geldikçe tam bir güven içinde bundan böyle de aynı şekilde yazıp çizeceksiniz. Oysa bu hatayı anlayacak bilimsel yetiniz yüksektir. Hani Peygamber Hazretleri ‘Âlimler, peygamber varisidir’ demiş ya size yazık değil mi? Bin beş yüz yıl önce yapılan bir hatanın kötü akıntısına kendinizi kaptırıyor ve lekeli bir sayfayla Allah’ın huzuruna çıkmaya hazırlanıyorsunuz. Ben bunları aramızdaki mezhep farklılığına bakmadan söylüyorum. Zira her ikimiz aynı Allah'a aynı Peygamber’e bağlıyız. Gayri Müslim birinden Peygamber’in hakkında öyle bir hakaret gelse elbette üzülür, tepki gösteririm. Fakat böylesi bir hareket sizin gibi bir âlimden gelirse buna üzüntüm daha fazla olur. Alimallah kendimden geçinceye kadar öfke nöbeti geçiririm. Neden mi? Çünkü gayri Müslim olan kimse, belli ki Hz. Muhammed karşısında değil Đslam karşısında duruyor; fakat siz Đslam dinini kabul etmekle beraber bu sav ve yorumlarınızla salt Hz. Muhammed karşısında dikiliyorsunuz. Onun Peygamberliğine leke sürüyor ve onu (hâşâ) yerlere batırıyorsunuz. Elinizden gelse onu peygamberlik defterinizden silip büsbütün atacaksınız. Hz. Peygamber hiçbir zaman boş laf söylemez. Bu kadar kitap okudunuz. Hz. Muhammed’e ait böyle bir özelliğe hiç vakıf olmadınız mı? Amr bin El-As'ın oğlu Abdullah, Hz. Peygambere bir gün: "Ya Resulallah! Biz sizden hadis işitiyoruz; ama yazmadığımız için onları unutuyoruz. Đzin verir misiniz işittiğimizi yazalım." Hz. Peygamber ‘yaz’ demişti. Abdullah bir daha soruyor: “Ya Resulallah, siz zaman zaman hiddet ve öfkeye kapılıyorsunuz, sizin o andaki sözünüzü yine yazalım mı?” Hz. Peygamber ‘yaz yine yaz’ demiş ve şöyle devam etmiştir: “Nefsime hâkim olan Allah’a yemin ederim benden uygun olmayan bir söz çıkmaz.” Bu hadisi, Usudul Ğabet kitabında cilt 3 sayfa 233’te bulursunuz. Hatırladığım bu hadis konuyu aydınlatmak için yeterli sanırım. Aynı hadis birçok kitapta olduğu gibi El-Đstiap kitabında cilt 2 Sayfa 347’de bulunmaktadır. CAHĐLĐYE DEVRĐNDE KADI Zöhrenneda REYHANĐ Đslam’dan önce Cahiliye Devri’nde bencil düşünceye sahip erkekler; kadınları çarşılarda koyunlar gibi satar, onlara acı verir, zor çektirir, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde zulüm ederlerdi. Đşkenceye tabi tutulan bu kadınların çoğuna cariye ismini verirlerdi. Cariye, satıldığı kişinin öz mülkü olurdu ve onun hükmünden çıkamazdı. Cariye istese de istemese de sahibi, onu öz malı gibi dilediğine satabilir ve de hediye edebilirdi. Tabi ki bu, kadına bir işkence ve zulüm idi; ancak o devirde bundan daha acı ve daha da zalimane olan bir şey vardı ki o da kız çocuklarının ebeveynleri tarafından diri diri toprağa gömülmeleriydi. Arap kabilelerinden olan Tağlep evlatlarından Rabiaoğlu Uday isminde meşhur bir şahsın bir kız çocuğu doğar. Uday, eşine ‘Git bu kızı ben görmeden toprağa göm.’ der. Baba, olaydan birkaç gün sonra bir rüya görür. Rüyasında şiirden bir beyit kulağında çınlar: ‘Nice savaşçı kahramanlar, ince ve narin kızların karnındalar.’ Uday, uykusundan telaşla uyanır ve eşine toprağa göm emrini verdiği kızını ister. Eşi, ‘Onu toprağa gömmemi sen emretmedin mi?’ der. Uday ise telaşından, verdiği emrin yerine getirilmediğini düşünerek “Kâbe’nin rabbi üzerine yemin ederim ki kızım yaşıyor.” der. Đşte bu Uday, Ezziyr Ebu Leyla El Mühelhil ile isimlendirilmişti. Bu zalim olaylara benzer bir durum da Müslümanların ikinci halifesi Ömer yaşamıştır. Müslümanların ikinci Halifesi anlatır: “Ben yaptığım iki olaydan bir tanesini hatırladığım zaman ağlar dururum, bir tanesini de hatırladığım zaman çok gülerim. Ağladığım olay, kızımı diri diri toprağa gömmemdir. Ben toprağı kızımın üstüne atarken kendisi önce elbiselerimin topraktan tozlandığını söyleyip durdu. Sonra baba ne yapıyorsun, baba neden toprağı üstüme döküyorsun, baba beni neden toprağa gömüyorsun ve baba baba diye diye sesi kesilene kadar bağırdı. Diriyken toprak altında can verdi. Bunun için ağlarım. Güldüğüm olay ise helvadan ve kavrulmuş undan kendime bir put yaptırmıştım. Gittiğim her sefere onu beraberimde götürürdüm. Bir gün bir sefere çıktık ve ben yolda acıktım. Yiyecek bir şey bulamayınca da putu yedim. Bunu hatırladığım zaman da gülerim.” (Metin Karabaşoğlu, Ayna, "Đki Ömer'in Öğrettiği", Yeni Asya Gazetesi, 6 Mart 1996. Ayrıca bu olay 2003 yılında Adana’da Çemberlitaş Fırat Kültür Merkezi (FKM) Tiyatrosu’nca “Hz. Ömer’in Gözyaşları” adlı tiyatro oyununda canlandırılmış ve yönetmenliğini Hilali Mahmutoğlu, başrolünü Ali Aksoy oynamıştır.) Bütün bunlardan sonra yüce Allah, kullarına nimet olarak Hz. Muhammed’i (s.a.a.v.) Đslam diniyle gönderdi. Aziz kitabını ona indirdi. Kadın ve erkeklere fariza ve sünnetleri, hak ve hukuku gösterdi. Kız çocukları diri diri toprağa gömülmekten, kadınlar alınıp satılmaktan kurtuldu. Evlilikler akit ve mehirle yapılmaya başlandı. Ama Đslamiyet’ten nasibini alamayanlar, cahiliyenin etkisinde kaldılar. Cahiliyeden Đslam dinine sıçrayan kıvılcımlar ne de büyük yangınlara sebep oldu. Hz. Muhammed (s.a.a.v.), Đslamiyeti yaymak için öncelikle ahlaka önem verdi. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) bir hadisinde ‘Ben ancak güzel ahlakın üstünlüğünü tamamlamaya geldim’ diye buyurmuştur. Burada ince bir nokta vardır ki onu belirtmekte fayda vardır. Hz. Muhammed (s.a.a.v.), ben dinin üstünlüğünü tamamlamak için gönderildim, dememiştir. (Ancak doğru dinin Đslam olduğu ve dinimizin tamamlandığı, başka din seçenlerin doğru yerde olmadıkları konusunda Allah korusun herhangi bir şüphemiz yoktur, bu konuda ayetler vardır.) Çünkü kişinin ahlakı olmayınca dini de olmaz. Din iyi ahlak ve iyi amelle tekâmül bulur. Resulullah zamanında iki adam, bayan komşularını Peygambere şikâyet ederler: 'Ya Resulullah, bizim filanca komşumuz ibadet eden birisidir. Gündüzünü oruçla gecesini namazla geçirir; ancak geçimsizdir ve komşularına zarar veriyor.’ derler. Hz. Muhammed, ‘Bu kadın cehennemliktir; çünkü ahlakı kötüdür. Kimin ahlakı kötü olursa ameli de bozulur.’ der. Başka bir örnek vermek isterim. Bir gün Hz. Peygamber’e, esir alınan bir grup kadın getirilir. Onlardan biri çıkar ve ‘Ya Resulullah, ben Hatim Tayy’ın kızıyım.’ der. Hz. Peygamber, ‘Bu kadını salıverin gitsin; çünkü babası iyi ahlakı severdi.’ der. Kadın, babasının iyi ahlaka sahip olmasından dolayı esaretten kurtuldu. Đbadet eden ancak komşularına zarar veren kadını ise namazı, orucu cehennemden kurtarmadı; çünkü kadının ahlakı kötüydü. Komşuluk ilişkisi hakkında Hz. Peygamber’in birçok hadisi vardır. Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve âlihi ve sellem- buyuruyor ki: "Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi o kadar tavsiye etti ki neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim." (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140, 141) Đnsanoğlunun teknolojiyi yakaladığı bu devirde, komşuluk ilişkileri kaybolmaya yüz tutmuştur. Ahlak bozguna uğramıştır. Bir iyinin yanında birçok kötü görmek mümkündür. Her gün televizyonlarda ve yazılı medyada tüyler ürperten olaylara tanık oluyoruz. Hırsızlık, rüşvet, cinayet, riyakârlık ve kısacası her taraftan ahlak bozukluğu görüyoruz. Đnsan, insanlıktan çıkmış bir hâlde. Evlat ebeveynlerine kıyıyor. Ebeveynler çocuklarına, kardeş kardeşe, eş eşine, dost dostuna acımıyor. Yabani hayvanlar bile yavrularına kıyamazken; insan, insanı öldürebiliyor. Düşünüldüğünde aslında bunlar, insana birer musibettir. Bu musibetlere karşı ey Kıyamet ne zaman kopacaksın? Yazının başında Đslamiyetten önce kadınlara yapılan eziyeti anlattık. Şimdi de Đslamiyet devrinde kadına yapılan bazı haksızlıklara değinmek istiyorum. Günümüzde bazılarının bir kadınla tartıştıklarında ona hakaret etmek amacıyla ‘Siz Âdem’i bile cennetten çıkardınız. Biz sizinle baş edebilir miyiz?’ sözünü söylediklerini sıkça duyarız. Hatta bunu sadece sıradan insanlardan değil birçok din adamı, hoca ve ruhbanlardan da duyarız. Aynı zamanda bu kişiler maalesef Âdem’i cennetten kovduranın anamız Havva olduğunu iddia ederler. Meğer yüce Allah’ın, bu ağaçtan yemeyin uyarısını verdiği meyveyi Hz. Âdem’e yediren anamız Havva’dır. Ancak bizlere gerçekleri gösteren yüce Allah’ın kitabı elimizde olmasına rağmen bu kişiler, bunu anlamayı istememekte ısrarcı davranmışlardır. Bakara suresi 35 ve 36. ayette şöyle buyruluyor: “Demiştik ki: Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, dilediğinizi bol bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın; yoksa haddini aşanlardan olursunuz. Şeytansa oradan onların ayaklarını kaydırdı, onları bulundukları makamdan çıkarıverdi…” Taha suresinin 120, 121 ve 122. ayetleri ise şöyledir: “Şeytan, ona vesvese verdi de ey Âdem dedi, sana ebedîlik ağacını ve zeval (son) bulmayacak devleti göstereyim mi? Đkisi de o ağacın meyvesinden yediler de avret yerlerini gördüler ve cennetteki ağaçların yapraklarıyla avret yerlerini örtmeye koyuldular ve Âdem, Rabbinin emrine karşı geldi de umduğundan mahrum oldu. Sonra da Rabbi seçti onu, kabul etti tövbesini ve onu doğru yola sevk etti.” Yüce Allah’ın bu ayetlerinde Havva diye bir sözcük geçmiyor. Şeytanın vesvesesine muhatap olan da tekil kişidir, o da ‘Âdem’dir. Şeytan vesveseyi Âdem’e yapmış, Havva’ya değil. Ancak yüce Allah, Âdem’in tövbesini de kabul etmiştir. “Âdem, Rabbinden bazı sözler belledi de Allah tövbesini kabul etti. Şüphe yok ki o, bütün tövbeleri kabul eder, rahîmdir.” (El Bakara suresi 37. ayet) Görüldüğü gibi ayetlerde Havva’nın değil Âdem’in zikri vardır. Âdem’in zevcesi olan Havva anamız Âdem’le beraber yasaklı ağaçtan yemiştir. Bu ayetlere rağmen Đslam dünyasında kadına daha önce belirttiğim şekilde hücum edenler maalesef vardır. Yüce Allah, Âdem’in tövbesini kabul etmiştir; ama Âdem’den gelecek bütün erkeklerin tövbesini peşinen kabul ettim, dememiştir. “Şeytansa oradan onların ayaklarını kaydırdı, onları bulundukları makamdan çıkarıverdi. Dedik ki: Bazınız, bazınıza düşman olarak inin buradan. Bir zamana kadar yeryüzünde oturmanız, oradan rızıklanmanız mukadder.” (El Bakara suresi 36. ayet) Đşte insanlar arasındaki anlaşmazlıklar, devletler arasındaki savaşlar, aile içindeki fitneler bugün had safhadadır. Ama her şeye rağmen erkek zorda ve kolayda ailesini geçindirmek için çaba harcar. Harcayacağı çabada ölüm riski olsa da kadın çocukların bakımını, evin işlerini üzerine alarak daha da kutsal bir vazife üstlenmiştir. Unutulmamalı ki kadın; ilk eğiten, öğreten, beşeri âlemin anası ve yarısından fazlasıdır. O, hürmet ve takdir edilmeyi hak edendir. O, hakir görülemez; şiddet, zulüm altında bırakılamaz. Kadın; yuvasına bağlı, eşine sadık, şefkat, merhamet dolu bir yüreğe sahiptir. Bu bağlılık ve rahmeti de onlara yüce Allah ilham etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Rum suresi 21. ayette ‘Sizin için nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.’ buyrulmaktadır. Kadının buradan da nasibi sanki erkeğinkinden fazladır. Çünkü kadında bulunan şefkat, rahmet erkeğe oranla daha çoktur. Şüphe yok ki yüce Allah, bu ayeti indirmemiş olsaydı, bu iki cins insanın anlaşması daha da zor olacaktı. Hz. Peygamber de kadına birçok konuda müsamaha vermiştir. Bir grup kadın Hz. Peygamber’e gelir ve ‘Ya Resulullah bizler anayız, çocuklarımız ve işimiz var. Namaz farizalarını yerine getirmek için camiye gidemiyoruz.’ derler. Hz. Peygamber, ‘Siz kadın ve anasınız, evinizde namaz kılmanız mescidimde namaz kılmanızdan daha hayırlıdır.’ demiştir. Bunun örneğini Hz. Fatıma’da da buluruz. Hz. Fatıma bir gün babasına (Hz. Muhammed’e) eşinin mal varlığını şikâyet eder. Babası ‘Ya Fatıma! Baban ilmin şehridir, kocan da onun kapısıdır. Bu sana yetmiyor mu? Sen de ya Fatıma kâinat kadınlarının seyyidesisisin.’ diye buyurur. Fatıma, ‘Babacığım, Đmran kızı Meryem kadınların seyyidesi değil midir?’diye sorunca Hz. Peygamber, ‘Ya Fatıma, Meryem kendi âleminin seyyidesidir. Sen ise kâinat kadınlarının seyyidesisin.’ der. Bu unvana sahip Hz. Fatıma babasının mescidinde değil, evinde namaz kılardı. Ve evinde kendisine özel bir mihrabı vardı. Sonuç itibarıyla kadın maalesef hem Đslamiyet öncesinde hem sonrasında eziyete uğratılmıştır. Peygamber’in ‘Cennet, anaların ayakları altındadır.’ hadisine ve onca ayete rağmen Müslüman diye geçinen bazı cahiller tarafından kadın suiistimal edilmiştir. Oysa bilinmeli ki kadınların dışlandığı, horlandığı, ötekileştirildiği ve bütün günahların kaynağı olarak gösterildiği toplumlar, tarihte zavallı duruma düşmüş ve cehalet bataklığında onun bunun kölesi olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. Bu bilinçle hareket edilmediği sürece Đslam’dan bir şey anlaşılmamış demektir. KUR’AN-I KERĐM VE EHLĐBEYT Yüce Allah, Hz. Muhammed’i (s.a.a.v.) nebi ve resullerin sonuncusu olarak insanların hidayetine gönderdi. Daha önce resullerine gönderdiği kutsal kitapların en sonuncusunu kendisine indirdi. Bütün kutsal kitapların ahkâmlarını Kur’an’da topladı. Bunun içindir ki Hz. Peygamberimizin yasası (şeriatı), Kıyamet Günü’ne kadar yüce olarak sürecektir. Kur’an-ı Kerim Allah’ın hak kitabıdır. Bunda hiç kuşku yoktur. Yüce Allah, bu hak kitabı değiştirme, peygamberinin hadislerini saptırma salahiyetini kimseye vermemiştir. Kim ki bunu yaparsa ameli düşer ve kaybedenlerden olur. Hadislerden açıkça anlıyoruz ki Hz. Peygamber, kendisinden sonra ümmetinde oluşacak bölünmelerin de, insanların birbirleriyle savaşacaklarının da bilgisine vakıftı. Buhari Sahihi’nin El Fiten (Fitneler) kitabında şöyle bir hadis nakledilmiştir: “Abdullah ibnu Ebî Muleyke şöyle demiştir: Esma bintu Ebî Bekr söyledi ki, Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘Ben (Kıyamet Günü’nde) havzımın başında benim yanıma gelecek olanları beklerim. Sonra benim yakınımda birtakım insanlar yakalanırlar. Ben: — Onlar benim ümmetimdir, derim. Allah: — Sen onların senden sonra dinlerinden arkalarına dönüp gittiklerini bilmezsin, diye buyurur.’ Abdullah ibn Ebî Muleyke: — Allah'ım, bizler topuklarımız üzerinde arkamıza dönmekten yahut (dinimizde) fitnelere uğratılmaktan sana sığınırız, demiştir.” Yine aynı kitapta şöyle bir hadis daha vardır: Abdullah ibn Mesud dedi ki Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben sizin havuz başına ilk varan öncünüzüm. Yemin olsun orada sizden birtakım adamlar bana kaldırılıp gösterilecek, hatta ben onlara vermek üzere elimi uzatırım ki, bu sırada onlar çekilip benden uzaklaştırılırlar. Ben: — Ey Rabbim! Onlar benim sahabelerimdir, derim. Yüce Allah: — Sen onların senden sonra dinde neler icat ettiklerini bilmezsin, buyurur.” Bir hadis daha nakletmek istiyorum. Yine aynı kitapta şöyle bir hadis yer alır: Ebû Hazım şöyle demiştir: Ben Sehl ibn Sad’dan işittim, o şöyle diyordu: Ben Peygamber'den işittim, o şöyle buyuruyordu: “Ben sizin havuz başında öncünüzüm. Ona gelen içer, ondan içen ebediyen bir daha susamaz. Ve muhakkak benim yanıma birtakım kavimler gelecekler ki, ben onları tanırım, onlar da beni tanırlar. Sonra benimle onlar arasına bir perde konulur.” Ebû Hazım dedi ki: Ben bu hadisi kendilerine tahdîs ederken Numân ibn Ebî Ayyaş da işitti ve: — Sen bu hadisi Sehl'den bu şekilde söylerken işittin mi diye sordu. Ben de: — Evet, dedim. Ebû Hazım şöyle dedi: Ve ben Ebû Saîd el-Hudrî üzerine şahadet ediyorum ki, muhakkak surette ben ondan işittim, o şu sözler ziyade ederek Peygamber'in şöyle buyurduğunu söylüyordu: — "Onlar muhakkak bendendirler, derim. Bana: — Sen onların senin ardından ne tebdiller yaptıklarını bilmezsin, denilir. Ben de: — Benden sonra (dinde) değiştirme yapanlar uzak olsunlar, uzak olsunlar, derim" Onun için Hz. Peygamber, insanlara bir yol gösteriyor ki onu takip ederlerse kendilerini geri dönmekten ve de bozguna uğramaktan masum kılacaktır. Bu yol Kur’an-ı Kerim ve Ehlibeyte bağlı olmaktır. Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) Ehlibeyti; Emiyrül Mü’miniyn Ali bin Ebî Tâlib, Fatımatüz-Zehra, Hasan ve Hüseyin’dir. Hüseyin’in evlatlarından dokuz imam da bu kutsal ağacın devamıdır. Hz. Peygamber “Bunlar hakla beraberdir, hak ve Ehlibeyt Kıyamet gününe kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır.” buyurmuştur. Ehlibeyt ve Kur’an-ı Kerim’e tabi olma zorunluluğunun bir kısmını itimat edilir kaynaklardan yazacağım. “Ben size biri diğerinden büyük paha biçilmez iki değer bırakıyorum. Bunlar Allah’ın kitabı Kur’an-Kerim ve Ehlibeyttir.” (Nisai, Hasais) “Ey insanlar, sizlere onlara tutunursanız hiç sapmayacağınız iki şey bırakıyorum. Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Ehlibeytim.” (Tirmizî) “Ben sizlere iki halife bırakıyorum. Allah’ın kitabı ve itretim olan Ehlibeytim. (Suyutî, Dürrül Mensur) “Ben sizlere paha biçilmez iki değer bırakıyorum. Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Ehlibeytim.” (Havarezmî, El Menakıb) “Ey insanlar, ben bir beşerim. Rabbimin elçisi acele gelebilir ben de icabet ederim. Ben aranızda iki paha biçilmez değer bırakıyorum. Allah’n kitabı Kur’an-ı Kerim ve ehlibeytim.” (Sahih-i Müslim) Resulullah (s.a.a.v.) Gadir Hum’da Müslümanların çoğunu kapsayan kalabalığa sordu: “Benim Müslümanlara kendi nefislerinden öncelikli olduğumu bilmez misiniz?” Müslümanlar evet dediler. Hz. Peygamber, bir daha sordu: “Her mü’minin nefsinden evla olduğumu bilmez misiniz?” Müslümanlar evet dediler. Hz. Peygamber, Ey insanlar, sizin veliniz kimdir? Müslümanlar üç kere Allah ve Resulü dediler. Sonra Hz. Peygamber, Ali bin Ebî Talib’in elini tutar ve “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım ona velayet edene veli, düşmanlık edene düşman ol. Bu benim velimdir. Ben de ona veli olana veli, düşman olana düşman olurum. Ey insanlar, yüce Allah, benim mevlamdır ben de müminlerin velisiyim. Ben onlara nefislerinden öncelikliyim. Ben kimin mevlası isem bu gördüğünüz Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım ona veli olana veli, düşman olana da düşman ol. (Errabtul Muhkem) “Enes bin Malik’ten rivayetle der ki: Ben, Ebu Zer, Selman, Zeyd bin Sabit ve Zeyd bin Erkam Peygamber’in yanındaydık. Hasan ve Hüseyin içeri girdi. Resulullah onları öptü. Sonra Ebu Zer kalktı, onlara sarıldı, ellerini öptü ve dönüp aramıza oturdu. Biz yavaş sesle Ya Ebû Zer, sen Hz. Peygamber’in yaşlı sahabelerinden birinin kalkıp Haşimoğullarından iki gence sarılıp ellerini ve kendilerini öptüğünü gördün mü? Ebû Zer, siz de Resulullah’tan duyduklarımı duymuş olsaydınız yaptıklarımdan daha fazlasını yapardınız. Biz de ya Ebû Zer, Resulullah’tan ne duydun diye sorduk. Ebû Zer, Resulullah’ı şöyle buyururken duydum: “Vallahi bir kul, kurumuş bir deri gibi kalana kadar namaz kılar, oruç tutarsa namazının ve orucunun yararlarını ancak sizi sevmek, düşmanlarınızdan beraat etmekle alır. Ya Ali, kim ki Allah’a sizin hakkınızla tevessül ederse yüce Allah onu boş çevirmez. Ya Ali, kim ki sizi severse o, sağlam bir kulpa tutunmuş olur.” Sonra Ebû Zer, kalkar ve gider. Resullullah’a geldik ve ya Resulullah, Ebû Zer bizlere bunları bunları anlattı. Hz. Peygamber, Ebû Zer doğru söyledi. Yemin ederim ki yeryüzüne Ebû Zer lehçesinden daha sadık bir söz gelmedi. Sonra devam etti. Yüce Allah, Ehlibeytimle beni Âdem’i yaratmadan yedi bin yıl önce bir nurdan yarattı. Sonra bizi temizlerin sulblerine ve rahimlerine taşıdı. Dedim ki ya Resulullah daha önce neredeydiniz, neyin üstündeydiniz? Resulullah, arşın altında Allah’ı tesbih eden şahıslardık, dedi ve devam etti. Rabbim beni göklere çıkardığında ve cennetteki ‘Sıdretül Münteha’ ağacına vardığımda Cebrail, benimle vedalaştı. Ben dedim ki Ya habibi ya Cebrail, böyle bir mekânda mı benden ayrılıyorsun? Cebrail dedi ki ya Muhammed, ben bu yeri geçemem, kanatlarım yanar. Sonra yüce Allah, beni nurdan nura fırlattı dilediği kadar. Yüce Allah bana, ya Muhammed, ben yeryüzüne nazar kıldım, seni Peygamber olarak seçtim. Sonra yeryüzüne bir daha baktım, Ali’yi seçtim. Onu senden sonra imam, vasi ve ilmimin varisi kıldım. Sizin sulplerinizden ilmimin bekçilerini, temiz soylu masum imamları çıkaracağım. Eğer bunlar olmasaydı ne dünyayı ne ahireti, ne ateşi ne cenneti yaratırdım. Onları görmek ister misin? Ben de evet ey Allah’ım dedim. Sonra ya Muhammed, başını kaldır diye çağrıldım. Başımı kaldırdım. Nurlar saçan Ali, Hasan, Hüseyin, Hüseyin’in oğlu Ali, Ali’nin oğlu Muhammed, Muhammed’in oğlu Cafer, Cafer’in oğlu Musa, Musa’nın oğlu Ali, Ali’nin oğlu Muhammed, Muhammed’in oğlu Ali, Ali’nin oğlu Hasan ve aralarında bir yıldız gibi parlayan Hasan’ın oğlu Muhammed’i gördüm. Ben ya Rabbi, bunlar ve aralarında yıldız gibi parlayan kim, diye sordum. Yüce Allah, bunlar senden sonraki temiz imamlardır. Bu da yeryüzü nasıl zulüm ve cevrle dolduysa onu adalet ve hakla dolduracak olan hüccettir. Dedik ki ya Resulullah baba ve annelerimizin hakkıyla çok acayip şeyler söyledin. Resulullah dedi ki bundan daha acayip olan şey şudur ki, doğru yolu gösterdikten sonra bazı kavimler benden bunları duyacak sonra arkalarına dönecek ve bu imamlara eziyet etmekle bana eziyet edeceklerdir. Allah bunları yapanları şefaatimize erdirmesin. Sevgili kardeşlerim, Hz. Peygamber’in bu izahından sonra akıllı olan biri Ehlibeytten ayrılır mı? Kendilerine başkalarını tercih eder mi? Bu aksi yola sapanlar ancak Allah’ın kalplerini kör ettiği duymayan ve görmeyenlerdir. Allah’ım, bizleri edenlerden kıl. Âmin. Ehlibeytin yolundan ayrılmayan, onların izlerini takip EHLĐBEYTĐN VELAYETĐNE GĐRMEK Đzzettin USLU …“Ali gibisi varken başka bir arayış içine girmenin -ayetlerle ve hadislerle sabittir ki- sonu hüsrandır. Bütün bu açıklama, hadis ve uyarılardan sonra akıl ve insaf sahipleri her türlü mezhep taassubunu bırakarak aşağıdaki ayete tekrar tekrar yanıt vermelidir: “Hakka ulaştıran mı uyulmaya daha layıktır; yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size, nasıl hükmediyorsunuz?” (Yunus suresi, 39. ayet) Dergimizin bir önceki sayısında değerli hocamız Sayın Ahmet Davut ŞANLI, yazısını bu şekilde soru niteliğindeki bir ayetle bitirmişti. Bu soru bana bu yazıyı yazmam konusunda ilham verdi. Sayın hocamıza teşekkür ederek yazısında en başından en sonuna kadar belirttiği tüm düşüncelerini paylaştığımı belirtiyor ve Alevilerin tercihlerini ne yönde kullandıkları konusuna değinmek istiyorum. Bedeli çok ağır olduğu hâlde biz Aleviler, tercihimizi Hakk’a ulaştıranlardan yana kullandık. Tarihin seyri içerisinde biz de defalarca bu sabır ve sebat imtihanından geçtik. Horlandık, dışlandık, eziyete ve en kötüsü iftiralara uğradık. Bazen fetvalarla çoğu zaman da fetvasız, kılıçtan geçirildik; hurma ağaçlarında dara çekildik; Allah’a şükürler olsun Ehlibeytin velayeti konusunda tereddüde düşmedik. Bir an için bile olsa velayetten, Ehlibeyte muhabbetten şaşmadık. Nasıl vazgeçebiliriz ki, Yasir’in oğlu Ammar akla hayale gelmeyecek işkencelere rağmen vazgeçti mi inancından? Ya annesi Sümeyye, ya babası Yasir düştüler mi can kaygısına? Şahadet şerbetini içmediler mi herkesten önce inançları uğruna? Ammar bin Yasir, Malik bin El Harisil Eşter’i Nahi, Muhammet bin Ebubekir; kimin velayeti yolunda şehit oldular? Hucr bin Adiy ve arkadaşları Merc Azra denilen yerde kimin muhabbeti uğruna ve nasıl şehit edildiler? Reşid Haceri, Meysem bin Yahya Et Temmar, Amr bin Humeg kimin velayeti uğruna Muaviye’nin Valileri tarafından katledilerek şahadete kavuştular? Ya Kanber bin Kaden Ed Devsi, Kumeyl bin Ziyad, Said bin Cubeyr niçin katledildi zalimlerin zalimi Haccac tarafından? Ebu Zerr niye sürgün edildi ucu bucağı çöl olan Rebeze’ye? Üveysül Karani, Ebu Eyyub Ensari (Eyüp Sultan) kimin velayetine bağlandılar? Şüphesiz ki Allah, insanları dünyada başıboş gezsinler diye yaratmamıştır. Emrettiği şeyler üzerinde imtihana tabi tutmuştur insanları. Hz. Ali şöyle buyurur: “Canınız tehlike altındayken bizlere sövmeniz istendiğinde bize sövebilirsiniz, hâl böyle iken size günah yazılmayacaktır; ancak bizden beri (uzak) olmanız istenirse o zaman boyunlarınızı derhal kılıçlara uzatınız.” (El Hüseyin Bin Hamdan El Hasiybi, Hidayetül Kübra) Allahü Ekber! Bunu gören, duyan, okuyan hangi insan duygulanmaz ve kendini sorgulamaz? Velayetin önemi daha nasıl anlatılır? Lütfen dikkat buyrulsun, ‘Ölmek insanlar için velayetten çıkmaktan çok daha iyidir’ buyruluyor. Hz. Ali hâşâ büyüklük taslamak veya zulmetmek için mi insanları ölüme sürüklüyor, elbette hayır. Hz. Ali insanların hayrına olan bir şeyi nasihat ediyor. Đnsanların Hakk indinde ilk önce velayet konusunda sorguya çekileceklerini; hatta namazdan, hacdan, zekâttan önce insanlara velayetin sorulacağını bildiği için bunu öğütlüyor. Çünkü velayetten çıkmanın hiçbir gerekçesi kabul edilmeyecektir Hakk divanında. Onun için, ona gönülden bağlananlara rahmet olsun diye “Gerekirse ölün, ama asla velayetten çıkmayın.” diyor. Đmam Muhammed Bâkır (a.s.) bakın ne güzel buyurmuştur: “Đslam beş şey üzerine kurulmuştur. Namazı dosdoğru kılmak, hacca gitmek, Ramazan ayında oruç tutmak, zekât vermek ve biz Ehlibeytin velayeti. Bunlardan ilk dördünün ruhsatı vardır; ama velayette ruhsat yoktur. Çünkü malı olmayana zekât ve hac farz olmaz, hasta olan namazını oturarak kılar ve orucunu bozabilir. Ancak velayet; sağlıklı, hasta, fakir ve zengin herkese farzdır.” (Vesailüş-Şia c:1 s:14) Yeri gelmişken Hz. Ali’nin sır arkadaşlarından ve ashabın büyüklerinden Hucr bin Adiy’in ibret verici vasiyetlerini burada belirtmekte sonsuz yarar var kanaatindeyim. Bilindiği gibi halifeliği zamanında Muaviye, bütün valilere bir emirname gönderir ki bu emirname şu şekildeydi: “Bundan böyle Ali ile onun Ehlibeytinin fazileti hakkında bir şey anlatacak olan kimsenin mal, can ve namus dokunulmazlığı kalmayacaktır. Hutbelerde Ali ve Ehlibeytine (hâşâ) lanet okunacaktır.” (Ebul Hasan El Medaini, El Ahdas / Mevdudi s:234 /Taberi, c:4 s:188 / Đbni’l Esir, c:3 s:234 / Đbn-i Kesir, Bidaye c: 8 s: 80) Ne acıdır ki bu uygulama 1001 ay devam etmiştir, Emevilerden Ömer bin Abdülaziz’e kadar. O da bu kötü âdeti kaldırmanın bedelini canıyla ödemiştir. Hucr bin Adiy ve arkadaşları, camilerde yapılan bu sövgüleri duyunca çok sert bir tepki göstermiş ve bunun üzerine Muaviye’nin Valisi Ubeydullah bin Ziyad tarafından tutuklanmış, sonrasında Merc Azra denilen yere götürülerek orada arkadaşlarıyla beraber şehit edilmişlerdir. Tüm arkadaşları gözlerinin önünde teker teker şehit edildikten sonra sıra Hucr’a gelince ona “Vasiyetini yap.” denir. Benim üç vasiyetim var, der Hucr. Birincisi benim iki gözümün ışığı oğlumu benden önce şehit edin. O bugüne kadar efendisi Ali’nin velayetinde benimle adım adım yürüdü. Onu gözümün önünde şehit edin ki şehit olduğunu gözlerimle göreyim, ben de bu dünyadan rahat ayrılayım. Zira ben, ondan önce şehit olup gidersem benim kadar acılara dayanamayıp Ali’nin velayetinden çıkabilir ve cennette benimle beraber olmaz. Ben onun ebedi olarak cehennemde kalma ihtimaline karşılık oğlumun şehit olmasını istiyorum. (Mehmet KITAY, Hakiki Đslam Tarihi s:293 Đkinci vasiyeti ayağındaki pranga ve ellerindeki zincirlerle defnedilmesi, üçüncü vasiyeti abdest alıp iki rekât namaz kılması) Yazar Mehmet KITAY, bu olayı kitabında anlattıktan sonra bir yorum yapıyor ki Allah ondan razı olsun tüm anne babaların dikkatini çekiyor: “Biz de kendi evlatlarımızın saadetini düşünmeliyiz. Onların başıboş, gelişigüzel hayat sürmelerine göz yummamalıyız. Onların dinine ve imanına zarar getirecek şeylerden onları korumalıyız. Zira üç beş günlük hayatın yaşantısına aldanıp ebedi saadetten mahrum kalabilirler. Eğer biz kendimiz cennet ehli olmayı arzu ediyorsak mutlaka evlatlarımızın da cennet ehli olmalarını arzu etmeliyiz.” (Mehmet KITAY, Hakiki Đslam Tarihi s:293) Değerli kardeşlerim, elimizde bulunan ve değerini hiçbir kelimeyle anlatamayacağımız cevherin, marifetin kıymetini bilelim. Ne olur bu cevhere, marifete layık olalım. Eşimizi, çocuklarımızı, akrabalarımızı, dostlarımızı, sevdiklerimizi uyaralım ve onların inşallah cennet ehli olmaları yolunda, velayete sımsıkı bağlı bireyler olmaları yolunda gayret gösterelim. Kadını, erkeğiyle bir tek bireyimiz bile velayeti, namazı, orucu ve diğer ibadetleri asla hafife almamalı; aksine onları canı pahasına sahiplenmelidir. Kadınımız da bu ibadetleri yerine getirmeli, erkeğimiz de; gencimiz de yaşlımız da. Yoksa önce kendimize sonra topluma yazık ederiz. Allah bizi kaybedenlerden değil, kurtulanlardan olmamızı nasip etsin. Evet, konumuza tekrar dönelim ve şu soruyu yanıtlayalım: Ehlibeytin velayetine girenler bedel ödedi de hidayet önderleri olan Ehlibeyt, bundan geri mi kalmıştır? Zaman bize hidayet önderleri olmakla bu bedeli ilk ödeyenlerin bizzat Ehlibeytin kendisinin olduğunu gösterdi. Đslam’ın yerleşmesi ve putperestliğin ortadan kalkması yolunda eşsiz mücadele gösteren, tüm savaşlarda Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) hak sancağını taşıyan ve bu savaşların kazanılmasını sağlayan, kimsenin karşılarına çıkmaya cesaret edemediği en azılı ve yola gelmez düşmanları tek kılıç darbesiyle yok eden, şu anda isimleri en başköşede anılan kişiler savaş meydanlarında Peygamberi düşmanların ortasında bırakıp can kaygısıyla ceylan gibi sekip kaçarken Hz. Muhammed’i yanındaki birkaç kişiyle koruyan Hz. Ali’den; adeta yaptıkları dolayısıyla intikam alınmıştır. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) bunu, bu dünyadan göç etmeden önce sezmiş ve şu uyarıyı yapmıştır: “Ey halk, ne oluyor size? Âl-i Đbrahim zikrolunduğunda yüzünüz gülüyor ve nefsiniz bundan hoşlanıyor da Muhammed ve Ehlibeyti zikrolunduğunda kalbinize kasvet geliyor ve yüzünüz buruşuyor. Vallahi yetmiş peygamberin yaptığı iyi amelleri yapsanız dahi, Ali ve evlatlarını sevmedikçe cennete giremezsiniz. Allah’ın bir hakkı vardır ki onu sadece Allah, ben ve Ali biliriz. Benim bir hakkım vardır ki onu sadece Allah ve Ali bilir. Ve Ali’nin bir hakkı vardır ki onu sadece Allah ve ben biliriz.” (Hafız Muhammed Bin El Fevaris, El Erbain s:24) Zamanla Peygamber’e muhalefet o kadar yükseldi ki bu muhalefet ekseninde başı çeken Kureyşliler, işi küstahlık derecesine kadar taşıdılar ve Peygamberin geldiği soy olan Beni Haşim’i hedef alarak “Çiçek bazen de bataklıkta yeşerir.” sözünü kullanmışlardır. (Yenabiü’l Mevedde s:11) Bu yüzden Hz. Muhammed (s.a.a.v.), Ehlibeytinin uğrayacağı sıkıntılardan dolayı üzüntü ve endişe duyar. Bir defasında: "Benden sonra Ehlibeytim bu ümmetin elinden pek çok perişanlıklar çekecek ve ümmetim tarafından öldürüleceklerdir." diye buyurmuştur. (Yenabiu’l-Mevedde, s:111) Hz. Muhammed (s.a.a.v.) bir gün “Bazıları Ehlibeytim konusunda eziyet ediyorlar bana.” diye buyurur. Bunu duyan ensar (Medineli Müslümanlar) derhal silahlanıp savaşa hazır hâlde Peygamber’in yanına giderler. Ancak Peygamberimiz Ensarı sakinleştirerek kan dökülmesini önler. (Yenabiü’l Mevedde s:11-156) Kureyşin bu olumsuz ve yola gelmez tavrını gören Hz. Muhammed (s.a.a.v.) her defasında onları uyarıyordu: “Ehlibeytime zulüm eden ve itretim olan Ehlibeytime eziyet etmekle bana eziyet eden kimseye cennet haram kılınmıştır.” (Zemahşeri; Keşşaf Tefsiri/Şura suresinin 23. ayetinin tefsirinde) Hz. Muhammed’den (s.a.a.v.) sonra muhacir diye de anılan Kureyşliler, Peygamberimizin öngördüğü gibi Hz. Ali’ye karşı büyük bir kin kustular. Hz. Ali, yapılacak zulmün kendisiyle bitmeyeceğini bu zulmün evlatlarına da yansıyacağını biliyordu. Konuyla ilgili yakın dostlarına şu sözü buyurmuştu: “Kureyşliler, Hz. Peygamber’e besledikleri kin ve düşmanlığı bana karşı sürdürdüler ve benim evlatlarıma da aynı şeyi yapacaklar. Benim Kureyşle bir alıp veremediğim yok. Ben Allah ve Resulünün emriyle onlarla savaştım.” (Yenabiü’l Mevedde s:111) Muhterem kardeşlerim, Hz. Muhammed (s.a.a.v.), ailesinin başına ne geleceğini biliyordu ve bunu her fırsatta belirtiyordu. Sevgili kızı Hz. Fatıma’nın evinin yakılmak istendiği ve atılan tekme sonucu bebeğini düşürdüğü ve bütün bu olayların Peygamberimizin dünya değiştirmesinden sadece günler sonra gerçekleştiği malumunuzdur. Hz. Ali de ailesinin başına ne geleceğini biliyordu ve bunu her fırsatta belirtiyordu. Hz. Ali’nin oğlu Ehlibeytin ikinci Đmamı ve Hz. Muhammed’in sevgili torunu Hz. Hasan, Muaviye tarafından zehirlendi. Kerbela’da Hz. Ali’nin diğer oğlu ve Đslam Peygamberinin reyhanesi –ki Ehlibeytin üçüncü imamıydı- Hz. Hüseyin (ve Peygamber ailesinden 72 kişi) Kerbela’da Muaviye’nin oğlu Yezit’in emriyle katledildi. 12. Đmam hariç sırasıyla Ehlibeytin tüm imamları teker teker şehit edildi. Onların her biri babalarının, dedelerinin şehit edildiği gibi kendilerinin de şehit edileceklerini biliyorlardı; ama asla dünyanın geçici, aldatıcı, sahte hayatına kanmadılar ve etraflarını bir güneş gibi aydınlatmaya devam ettiler. Đşte bütün bunlar bizim için birer örnektir. Cennet kolay değil, cennet onu hak edenlerin olacak. Đslama karşı giriştikleri savaşta Kureyşlilerin kimi babasını, kimi dayısını, kimi kardeşini Hz. Ali’nin Zülfikar’ıyla kaybetmişti. Hz. Ali (a.s) sonraları Muaviye’ye yazdığı bir mektupta şöyle diyecektir: “... Bir savaşta deden Utbe’ye, dayın Velit’e ve kardeşin Hanzele’ye indirdiğim kılıç şimdi yanımdadır.” (Nehcü'l-Belağa, Subhi Salih, 64. mektup, 28. mektupta da bu konuya değinmiştir. Bu savaş, Bedir Savaşı’dır.) Dolayısıyla görünüşte Müslüman olmalarına rağmen içlerinde Haşimilere ve özellikle Hz. Ali’ye karşı kin güdüyorlardı. Gerçekten de Kureyş denilen bu güruh, işe ilk olarak halifelik hakkını Ali’den gasp ederek başladılar. Emevilerin başı çektiği bu güruhun kini; Đmam Ali’nin camilerde 1001 ay boyunca sövülmesine, Đmam Hasan’ın zehirletilmesine, Đmam Hüseyin’in ve Peygamber’in soyundan 72 kişinin Kerbela’da katledilmesine, geri kalan Ehlibeyt imamlarının on ikincisi hariç hepsinin şehit edilmesine, Ehlibeyt taraftarlarının diri diri toprağa gömülmelerine, işkencelerle öldürülmelerine, yüz binlere varan sayılarla topluca katledilmelerine kadar varacaktı. “Ali bir gün ‘Ey Abdülmüttalipoğulları!’ dedi. ‘Kureyş, Peygamber’in hayatında olduğu gibi vefatından sonra da size karşı olan amansız düşmanlığını sürdürüyor. O hâlde Kureyş’in sözü geçerli oldukça size hiçbir hak tanınmayacak. Allah’a yemin ederim ki, kılıçtan başka bunları hiçbir şey düzeltmez.’ Bu arada Ömer oğlu Abdullah, bu sözleri dinliyordu. ‘Ey Ebel Hasan, sen Müslümanları birbirine kırdırmak mı istiyorsun?’ dedi. Hz. Ali, ‘Sus, Allah seni kahretsin. Yemin ederim ki baban olmasaydı ve ezelden beri bana karşı takındığı sinsi durum olmasaydı, şimdi ne Osman ne de Abdurrahman karşımda boy gösterebilirdi.’ diye karşılık verdi.” (Đbn-i Ebil Hadid, Şerh c:2 s:391) Resulullahın amcası Abbas, Peygambere: ‘Kureyş birbirleriyle karşılaştıklarında güler yüz gösteriyorlar ama bizi gördüklerinde tanımadığımız yüzlerle karşılaşıyoruz.’ dedi. Resulullah öfkelenip şöyle buyurdu: ‘Muhammed’in canını elinde bulundurana ant olsun ki sizi, Allah ve Resulu için sevmedikçe onların kalbine iman girmemiş demektir.’ (Đbn-i Kesir, El Bidaye c:9 s:28 / El Fesval Marife Vet Tarih, c:1 s:295) Hz. Fatıma’ ya sorulur: “Neden halk sizin ve Ali’nin aleyhinde olup onun (Ali’nin) kesin olan hakkını gasp ettiler?” Hz. Fatıma şöyle buyurdu: “Bunların hepsi Bedir Savaşı’ndan kalan kinler ve Uhud Savaşı’nın intikamlarıdır. Bu kinler münafık kalplerde saklıydı. Ama hedeflerine ulaştıklarında (hükümeti gasp ettiklerinde) kinlerini bize kustular.” (Bihar-ül Envar, c.43,s.156 / Menakıb-i Đbn-i Şehraşub, c.2,s.205 / Nehc’ul- Hayat, s.46 ve 117) Hirre faciasından sonra Muaviye’nin oğlu Yezit’in okuduğu şiir, bu gizli emelin dışavurumundan başka bir şey değildir. Peygamberimizin Medine şehri hakkında ‘Medine halkını zulmetmek suretiyle korkutanlar Allah’ı korkutmak istemiş gibidir. Allah’ın, meleklerin ve bütün halkın laneti onların üzerinedir. Kıyamet günü de Allah, günahlara karşı fidye kabul etmez.’ (Buhari, Müslim, Hanbel, Nisai) Bir başka hadiste şöyle buyrulmuştur: ‘Medine’ye karşı fenalık düşüneni Allah, cehennem ateşinde kurşun eritir gibi yakar.’ (Mevdudî, Hilafet ve Saltanat s:248) Bu hadislere rağmen Yezit, daha Kerbela şehitlerinin kanı kurumadan Hirre faciasını yaşatacaktır. Bu olayı insaflı Ehli Sünnet âlimi Mevdudî’den olduğu gibi aktaralım: HIRRE FACĐASI Đzzettin Uslu “Medine halkı fasık ve facir nazarıyla baktığı Yezit’e ve iktidarına karşı ayaklanarak valiyi şehir hudutları dışına atmış yerine Abdullah bin Hanzala’yı getirmişlerdir. Bu hadise kendisine haber verilince Yezit, Müslim bin Ukbe El Murri’yi on iki bin askerle Medine’ye gönderdi ve kendisine şu talimatı verdi: ‘Şehir halkına üç gün mühlet ver. Bu süre içinde isyandan vazgeçip itaat etmeleri gerekir. Aksi takdirde onlarla muharebe et. Zafer kazandıktan sonra da bütün şehir üç gün boyunca yağma edilecektir.’ Muharebe başladı. Yezit’in emri gereğince ordu mensuplarına evlerin yağma edilmesi hususunda müsaade verildi. Yani onlara ‘Üç gün boyunca bu şehirde istediğiniz rezaletleri yapabilirsiniz.’ dendi. Đşte her şey bu üç gün içinde cereyan etti. Her taraf yağma edilip dağıtıldı. Şehir halkı, muharebelere iştirak etmeyenler dahi sebepsiz yere keyfi olarak kılıçtan geçirildi. Đmam Zührî’nin anlattığına göre yedi yüz zat, halktan da on bin kadar insan katledildi. Zulmün derecesine bakın ki, evlere saldıran askerler ellerine geçirdikleri malları almakla yetinmediler. Üstelik masum kadınların üzerine de çullandılar. Hafız Đbn-i Kesir bu hususta şöyle yazar: ‘Bu hadise esnasında bin kadar kadın kendi kocalarından gayrı kimselerden hamile kaldı. Şimdi diyelim ki Medine halkı hükümete isyan etti….. Fakat halkı isyan eden Müslüman bir memlekette hatta gayri Müslim bir beldede hatta muharip kâfir bir ülkede böyle bir muamelenin serbestçe icra edileceğini akıl kabul eder mi? Böyle bir şey görülmüş, işitilmiş midir? Hele bu hareketler başka bir şehirde değil de Medine’de cereyan etsin. Öyle bir şehir ki, oranın fazileti hakkında Allah’ın Resulünden nice hadisler rivayet edilmiştir.” (Mevdudî, Hilafet ve Saltanat s:247/248 Bu olayın ayrıntıları için Đbn-i Esir c:3 s:310 / Taberi c:4 s:372 / El Bidaye c:8 s:219’a bakılabilir.) Hırre faciasıyla ilgili tarihçilerin ve yakın dönem araştırmacıların açıklamalarını görelim: “Hırre olayında Medine’de bin kızın ırzına geçildi.” (Celalettin Suyutî, Tarihü’l Hülefa) ‘Bu faciadan hemen sonra Yezit’in komutanları Medine halkından zorla ‘Yezit’in kulları’ olarak biat aldılar. Bu biat sırasında Yezit’in halis kulu olmayı reddedenlerin boynu derhal vuruldu.’ (Mesudî, Muruc c:3 s:79) Yezit’in komutanlarından Hüseyin bin Numeyr, Kâbe’nin etrafına mancınıklar yerleştirip Beytullahı ateş ve taş yağmuruna tuttu. Bu saldırılarda Kâbe tutuşup yanmış ve duvarları yıkılmıştır.’ (Yakubî Tarihi, c:2 s:181 / Taberî c:4 s:383 / Đbnü’l Esir c:3 s:316 / El Bidaye c:8 s:225 / Tehzibü’t Tehzib c:11 s:361) “Hırre olayında kadınlar ve çocuklar hariç on bin insan öldürüldü. Bunların yedi yüzü muhacir ve ensar sahabelerdi. Bedir Savaşı’na katılmış sahabelerden hayatta kalanların tümü bu savaşta öldürüldü. Medine’nin yağmalanması sırasında kadınlardan başka bin bakire kızın ırzına geçildi.” (Ali AKIN, Peygamberimizin Hayatı, Kur’an ve Đlk Sapmalar s:420) Şimdi Allah aşkına bir defalığına bile olsa taassup elbisesini bir kenara atıp Ehlibeytin tertemiz betülü olan Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma’nın bu sözünü değerlendirelim. “Bunların hepsi Bedir Savaşı’ndan kalan kinler ve Uhud Savaşı’nın intikamlarıdır. Bu kinler münafık kalplerde saklıydı. Ama hedeflerine ulaştıklarında (hükümeti gasp ettiklerinde) kinlerini bize kustular.” diye buyurmuştur Fatımatü’z Zehra. Hz. Fatıma bu sözü söylemedi deyip işin içinden çıkılamaz. Sorunlar böyle gerçekleri inkâr ederek çözüme kavuşmaz. Hırre faciasından sonra Yezit büyük bir sevinçle Đbnü’z Zebari’nin Uhut Savaşı’nda söylediği şiiri okumuştur: “Keşke Bedir Savaşı’nda ölen büyüklerim bunu görselerdi…. Haşimoğulları peygamberlik iddiasını ortaya atmakla hükümdarlık için bir oyun oynadılar. Oysa Allah’tan gelen bir hadis de yok inen bir vahiy de.” (Belazurî, Ensabul Eşraf c:5 s:42 / Đbn-i Kesir, El Bidaye c:8 s:221 / Đbn-i Kuteybe, El Đmame c:1 s:173 / Đbn-i Hacer, El Đsabe c:3 s:475) Bunlar inkâr edilebilir mi ya da bunları inkâr etmek en başta Hz. Muhammed’e (s.a.a.v.) ve onun tertemiz Ehlibeytine zulüm değil mi? Nerede acı bir gerçek dile getirilse ‘Bu, Rafizîlerin (reddedenlerin yani güya Şiilerin) uydurmasıdır.’ denilerek zulüm üstüne zulüm inşa etmek ve ayrılık, fesat, düşmanlık tohumları ekmek kime ne fayda verecektir? Kerbela katliamından sonra 2. Halife Ömer’in oğlu Abdullah, Yezit’e bir mektup yazar: “Rezalet büyüdü. Musibet boyunu aştı. Đslam’da büyük bir facia gerçekleşti. Hiçbir gün Hüseyin’in öldürüldüğü güne benzemeyecektir.” Yezit cevap olarak yazdığı mektupta gerçek yüzünü gösteriyor: “Ey ahmak! Biz yenilenmiş bir eve geldik. Serilen yataklara uzandık. Yumuşak yastıklara dayandık. Yaptığımız savaşlar bunun içindi.” (Belazurî Tarihinden naklen Muhammed et Tiycanî, Kur’an’daki Sünnet Ehlibeyte Gönül Verenlerin Yoludur s:201) Görüldüğü gibi Yezit’in amacı din, iman değil; öncelikle Bedir Savaşı’nın intikamını almak ve sonra serilen yataklara uzanıp yumuşak yastıklara dayanmaktır. Tarih bütün bu rezillikleri kaydetmişken hâlâ ‘Bunlar Rafizîlerin uydurmalarıdır.’ demek insafa, vicdana, insanlığa sığar mı? Evet, Ehlibeytin yolunda yürümek bedel ister; ama bu bedeli ilk önce bizzat Ehlibeytin kendisi ödedi. Yeri gelmişken bir olayı anlatmakta fayda vardır. Vaktiyle biri, Resulullahın yanına gelmiş ve “Ey Allah’ın Peygamberi!” demiş. “Ben seni çok seviyorum.” Hz. Peygamber “Bekle, çok bela göreceksin. Sana ancak bunu söyleyebilirim.” cevabını vermiş. Adam devam etmiş: “Amcanızın oğlu Ali’ yi de çok seviyorum.” demiş. Peygamber bu söze “O hâlde çok düşmanın olacak, sana ancak bunu söyleyebilirim.” demiş. Adam yine devam etmiş: “Ben Hasan ve Hüseyin’i de çok seviyorum.” demiş. Allah’ın Resulü bu sefer son cevabını vermiş: “Fakirliğe ve zulme şimdiden kendini hazırla.” Muhammet Et Tiycanî, ‘Ve Hidayete Erdim’ adlı kitabında aktardığı bu yazıya şöyle devam ediyor: “Bu yolda yürümenin bedeli ağırdır. Bu bedeli önce Ebu Abdullah El Hüseyin (Hz. Hüseyin) ile ailesi ve aşireti ödemiştir. Ondan sonra tarih boyunca hatta bugüne kadar Hz. Ali’nin taraftarları, Ehlibeyte bağlılıklarının faturasını çok ağır ödemeye devam ediyorlar.” (Tiycanî, Ve Hidayete Erdim s:196) Hz. Muhammed’in cennet gençlerinin efendileri diye buyurduğu Đmam Hasan ve Đmam Hüseyin; Muaviye ve oğlu Yezit tarafından katledilecektir. Hz. Peygamber’in soyu Kerbela’da çoluk çocuk demeden görülmemiş bir vahşetle ortadan kaldırılmaya çalışılacaktır. Ehlibeytin sonuncusu hariç diğer imamları da sapık halifeler tarafından zehirletilerek şehit edilecektir. Ehlibeyte ve Peygamberin soyuna düşmanlık o kadar ileri boyuta varacak ki Muaviye, bu tertemiz soya camilerde 1001 ay boyunca lanet ve sövgülerde bulunma geleneğini başlatacaktır. Sonraları Ali adı yasaklanacak ve Ali adındaki çocuklar öldürülecektir. Hz. Ali’nin taraftarları da görülmemiş işkencelere uğrayacak, kimi diri diri toprağa gömülecek kimi her gün bir organı kesilmek suretiyle şehit edilecek, kimileri de yüz binlerle birlikte kılıçtan geçirilecektir. Nitekim Hz. Ali şöyle buyurmuştu: “Bir dağ bile beni sevdiğini söylese, mutlaka azaba uğrar.” Rivayet edilmektedir ki eğer bir mümin bir dağ kalesine gitse ve orada tek başına yaşasa, orada bir adam ortaya çıkar ve ona eziyet eder, sıkıntı verir. Đşte Ehlibeyte bağlanmak, Peygamber’in vasiyetine uyup onların izinde yürümek büyük bir sabır ve bedel isteyen imtihan ister. Çünkü ayette geçtiği gibi ‘Allah sabredenlerle beraberdir.’ Ehlibeytin takipçileri konusunda Đmam Cafer-i Sadık şöyle buyuruyor: “Bizler sabredeniz; ama taraftarlarımız bizden daha sabırlıdır.” Ravi diyor ki ben: “Canım sana feda olsun, taraftarlarınız nasıl sizden daha sabırlı olabilir?” diye sorduğumda Đmam buyurdu ki: “Biz, sabrımızın sonucunda ne kazanacağımızı biliyoruz; ama onlar sadece bize muhabbetlerinden mükâfatını bilmedikleri şeyler için (bu kadar zulme) sabrediyorlar.” (Usul-i Kâfi) Bugünün insanı Đslam’da oluşan bölünmeyi bunları bilmeden nasıl değerlendirecek? Đlahiyat fakültesi mezunu çok hocayla, gençle sohbetlerim oldu, çoğunun bile daha 12 imam hadisini, Gadir-i Hum hadisini, Sefine-i Nuh hadisini, Sekaleyn hadisini, Velayet ayetini, Ehlibeyt kavramının gerçek manasını bilmediklerine hatta duymadıklarına şahit oldum. Hâl böyle olunca diğer vatandaşlar nasıl bilecek bunları? Bunlar üniversitelerde bile öğretilmiyor, anlatılmıyor. Nasıl anlatılsın ki? Đbn-i Ebi’l Hadid, Şerh-i Nehcü’l Belaga adlı eserinde şöyle yazar: “Hilafet için aday olan Sa’d Bin Ubade, bir gün halifeliğin Ali’nin hakkı olduğunu kanıtlayan bir hadisi oğlu Kays’ın yanında söyler. Kays, babasına çok kızar ve “Sen, Peygamber’in hadisini kulağınla işittiğin hâlde bir de halife olmayı kendine yakıştırdın, öyle mi?” dedikten sonra “Kendime ahd ediyorum, bundan sonra seninle tek bir kelime bile konuşmayacağım.” Hâlbuki Kays’ın babasına karşı öyle saygı ve bağlılığı vardı ki dillere destandı. Đşte bu yüzden gerçekler anlatılmıyor, gizlenebildiği kadar gizleniyor, çarpıtılabildiği kadar çarpıtılıyor. Gerçekleri anlatmak isteyenler de sindirildikçe sindiriliyor, ezildikçe eziliyor; hatta hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği iftiralara uğratılıyor, katlediliyor. Çünkü Sa’d Bin Ubade’nin oğlu Kays’ın tepkisi gibi bir tepkinin oluşmasından korkuluyor. Şu anda insanlar tarih kitaplarını okusa, hadis kitaplarını incelese, taraflı ya da tarafsız hangi gözle bakarlarsa baksınlar kesinlikle gerçeğin farkına varacaklardır. Buna en iyi örnek, koyu bir Ehlisünnet âlimi iken Irak’a yaptığı yolculuk sırasında ufku açılan ve Ehlibeytin velayetine bağlanmakla kendi deyimiyle ‘hidayete erdim’ diyen Paris Sorbon Üniversitesi Profesörü Tunuslu Muhammed Et Tiycanî Es Semavî’dir. Kendisi Allah sağlıklı uzun ömür versin hayattadır ve canlı bir örnek olarak karşımızdadır. Gerçeklerin farkına varıp velayete bağlananlara selam olsun. En başından beri vurgulandığı gibi Ehlibeyte bağlanmak, Peygamber’in vasiyetine uyup onların izinde yürümek büyük bir sabır ve bedel isteyen imtihan ister. Ne mutlu bu imtihandan başarıyla çıkana. Allah bizleri Ehlibeytin nurlu yolundan ayırmasın. EL HASîBî ( Kaddes Allah Rûvhahü) Hüseyin ŞANLI Hidayet yolunda yürüyenlerin her zaman minnet ve rahmetle andıkları El Hüseyn Bin Hamdan El Hasîbî’yi (k.r.) üstün kılan özelliklerinin başında şüphesiz itikadını ve inancını Kur’an-ı Kerim, Sünnet-i Nebevi ve Ehlibeyt imamlarına dayandırdığı hayat felsefesi oluşturur. Zira Đslam bu üç ana kaynağa dayandığı zaman gerçek anlamıyla yaşanabilir. Ehlibeyt’i (a.s.) öğrenmek için her zaman ilminin ve inancının nuruyla aydınlandığımız El Hasîbî’nin (k.r.) itikadı ve inancı Đslamî usullere ve Alevi velayetine dayandığı kendi eserlerinden anlaşıldığı gibi ilim ve irfan ehlinin ikrarıyla sabittir. Đtikadının paklığı ve yüceliği şüphe götürmez bir gerçektir. Şüphesiz ki itikadı ve engin deryalar misali bilgisiyle El Hasîbî; kendisinden sonraki kuşakların iktibas edecekleri ve itikatlarını perçinleştirecekleri bir kaynak olmuştur. El Hasîbî’nin (k.r.) inancı ve itikadı kelime-i tevhid (Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden rasülüllah ) üzerine kuruludur. Engin bilgisine ulaşabildiğimiz “El Hidayet’ül Kübra” adlı şaheserinin önsözünde yüce Allah’ı yücelttiği tevhit ettiği sözleri ender rastlanabilecek türdendir. Yüce Allah’ı yüceltip inancını vurguladığı sözlerinden bir bölüm sunuyoruz. “Allah’a hamd ü senalar olsun. Hamd ü senayı başlatıp yaratan ve mukadder kılıp hükmeden, onunla emredip rıza gösteren, kullarına bahşettiği nimetlerin karşılığı olarak kabul eden, rahmetiyle kullarına karşı yükümlülüğünü yerine getiren, öfkesinin şerrinden onları koruyan, onları indirdiği kurallarla yargılayan, nimetleri ve hidayeti için hamd ü senayı hak eden, çünkü nimetleri için kullarının kendisine hamd ü sena etmeleri kendilerine verilmiş bir nimetti. Karanlıkların nurunu kapatamadığı, bütün mekânların gücünü kuşatamadığı, ululuğunun özünde madenlerin azalmadığı, hükümdarlığının sınırı olmayan odur. Şekle girmeyen ilk, yaratılamayan son, öncesizliği ve sonsuzluğunda (ezel) ebedi, uluhiyetinde baki olan, yarattıklarına şahit olan, hikmetinin güzel tedbiriyle yaratılmışları yaratan, cisimlerle, şahsiyetlerle, biçimlerle, ruhlarla, değişken ve değişmeyen, benzeşen ve benzeşmeyen suretlerle onları var eden odur. Kudreti yarattıklarının arasından bir yardımcıya kendisini muhtaç etmeyen, bitiştirip ayırdığı (yer ve gök) göz alıcı ve harika mucizeleri kendisini yardımcıya ve danışmana muhtaç bırakmayan, gözle görünen meydana getirdikleri ve yarattıklarıyla aşikar olan, kesin delillerle gösterilen, akılların olağanüstü icatlarını sayamadığı, ilim ve akıl sahipleri tarafından kendisine şahitlik edilen odur. Đnsanların, dillerini, benliklerini yarattığı halde onlar, onun ilminin boyutuna ve gerçek anlamına ulaşamazlar. Çünkü kendilerini yaratan başka birisi yoktur. Onları terkip edip derleyen bir başkası değildir. Kendisinden Sınıflandırmada daha yetenekli, derlemede ve planlamada daha üstünü yoktur. Her şeyi en güzel bir şekilde yarattı. Göklerin gizemli basamakları, döşenmiş yerlerin karanlıkları ve kabaran denizlerin dibindeki her şeyin bilgisi kendisinden uzak ve gizli olmayan odur. Yaratılmış olan her şeyi ilmiyle, gücüyle ve hakimiyetiyle kuşatmıştır.” Neden olmasın ki? Her şeyin dizgini avucunun ve gücünün emrindedir. Her şeyi onunla yönetir; kendisi yönetilemez. Her şey onun önünde boyun eğmiştir. O her şeye muktedirdir. O, kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik ettiğimiz yüce Allah’tır. Hükümdarlığında tek olan, ortağı olmayan odur. Muhammed (s.a.a.v.) onun kulu ve resulüdür. Hidayet ve hak dini getirmek üzere onu gönderdi ki ortak koşanlar hoşlanmasa bile onu tüm dinlerden üstün kılsın. Allahım pak rahmetini, cömert bereketini, şefkatinin merhametini, geniş rahmetini, en güzel selamını, cennetinin kazancını, elçin, kulun, peygamberin, seçkinin, yarattığın halkın içinden tercih ettiğin, Muhammed’e, kardeşi Emir’el müminin (müminlerin emiri) ariflerin nuru, takva sahiplerinin imamı, meşhur ve onurlu insanların önderi, vasilerin ve akıllı insanların en faziletlisi, Ali’ye, temiz olanların en temizi Hasan’a, pak olanların en pakı, musibette en sabırlısı şehit Hüseyin’e, Kulların efendisine (Ali Zeynel Abidin), öncekilerin ve sonrakilerin derin ilmine sahip olana (Muhammed El bakır), konuşanların içinde en doğru (sadık) olan Cafer’e, öfkesine hakim olanların içinde nurun Musa’ya, müminlerin içinde Aliyy’ül Rıza’ya, seçkinlerin içinden en hayırlısı Muhammed’e (El Cevad), doğru yolu gösterenlerin içinde Ali’ye (El Hadi), emin olanların içinde sırrının emanetçisi olan soylu Hasan’a indir, onlara vasıl eyle. Allahım mümin kullarına tebliğ ettiklerini tebliğ eden, kâmil ıslahınla ıslah eden, kendine seçtiğin kullarının içinde pak olan, halkının içinde halife kıldığın, saklı olan ilmini emanet ettiğin ve güvendiğin, gök ve yer ehli için kanıt olarak edindiğin, evliyalarının yanındaki nimetini koruduğun, gözetleyici gözün, emrini ve yasaklarını tebliğ eden, onunla tutup kavradığın elin, gaybının (gizinin) ve vahyinin hakikatini ve rahmetini açıklayan konuşan dilin, senin birliğine yol gösterici olan yüzün, dininin hidayeti, anlaşılan en doğru yolun, hidayetinin bilinen yolu, doğru konuşan, ayıran ve birleştiren, itaatine emreden, sana itaatsizliği yasaklayan, sevabına teşvik eden, azabından sakındıran, hüccetinin oğlu olan hüccetin (delilin) seçkininin oğlu olan seçkinin, tercihinin oğlu olan tercihin, halkının içinden seni en candan seven, vasin, dedesinin (s.a.a.v.) adaşı imam El Mehdi hüccetine vasıl eyle ya rabbel alamin.” El Hasîbî yüce Allah’ı hiçbir şüpheye yer bırakmaksızın en halis duygularla ve tevhit inancıyla ortak, muadil ve eşlerden tenzih etmiştir. Mutlak hakimiyetin, adaletin, kudretin, rahmetin, ilmin, yüceliğin, yaratıcılığın ve sonsuzluğun tek sahibi yüce Allah’tır. El Hasîbî Yüce Allah’ı yüce zatına ve sıfatlarına yakışmayacak her şeyden tenzih etmiştir. Yüce Allah’a tevhidinin belagati görüldüğü gibi ender rastlanabilecek düzeydedir. El Hasîbî’nin Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Ehlibeyti’nin imamlıklarına bağlılığının ve sevgisinin sınırı yoktur. Yüce Allah’tan sonra kulların nezdinde Peygamberlik makamının geldiğini ve onun seçkin elçi, doğru yola hidayet eden ve Allah’a en yakın kulu ve sevgilisi olan son peygamberin Hz. Muhammed (s.a.a.v) olduğunu önemle vurgulamaktadır. Đnancımızın temelini oluşturan yüce Allah’ın tevhidi ve Hz. Muhammed’in peygamberliğinden sonra gelen Ehlibeyt imamlarımızın imamet makamı El Hasîbî’nin inancının temel unsurudur. Çünkü imamet makamı yüce Allah tarafından Hz. Muhammed’in pak ve masum torunlarına tahsis edilmiştir. Đmamlıkları Kur’anı Kerim’le yüce Allah ve hadislerle Hz. Peygamberimiz tarafından tescil edilmiştir. El Hasîbî (k.r) Ehlibeyt’ten başka imamlık iddiasında bulunanlara itibar etmediği gibi onlarla mücadele etmiştir. Kur’an-ı Kerim, sünneti nebevi ve Ehlibeyt imamları itikadımızın hak terazisidir. Đnancımızın bu üç ana unsurunun birbirleriyle çeliştikleri görülmemiştir. Ehlibeyt’in on iki imamının ne kendi aralarında, ne sünneti nebeviyle, ne de Kur’an’la çeliştikleri görülmemiştir. Herhangi bir rivayette bu üç ana kaynağın çelişmesi durumunda o rivayet geçersiz sayılır. Đnancımızın bu denli sağlam temellere dayanması bu hak terazisinin işleviyle olmuştur. Bu sağlam temellere dayanan öğretiye ulaşmamız El Hasîbî gibi büyük bilginlerin sayesinde olmuştur. Allah onlardan razı olsun. Bütün Aleviler gibi El Hasîbî Ehlibeyt’in 12. Đmamının (Hz. Muhammed bin Hasan El Askeri) gaybetinden (görünmezliği) sonra kıyamet gününde mehdi olarak zuhur (görünmesi) edeceğine inanır. El Mehdi (a.s.) dünyayı bütün kötülüklerden temizleyeceği ve kötülüklerle dolu dünyanın yerine gerçek dini ve adaleti tesis edeceğini belirten El Hasîbî “El Hidayeh” adlı kitabında bu konuya geniş bir şekilde yer vermektedir. El Hasîbîn’in Ehlibeyt imamlarından sonra kabul ettiği ilim kapısı makamı Ehlibeyt ilminin insanlara aktarılmasında çok büyük etkisi olmuştur. Bütün imamların yanında onların en yakınında her zaman “bab” diye adlandırılan imamların ilimlerine ve sevgilerine mazhar olmuş büyük şahsiyetler olmuştur. Ehlibeyt imamlarının sonuncusu El Mehdi’nin gaybetinin ardından Ehlibeyt’i temsil etmek isteyen ve imamların vekili olduklarını iddia eden bir sürü insan ortaya çıkar. Çoğunun amacı Ehlibeyt’i kullanarak kendilerine dünyevi bir makam ve menfaat elde etmek olan bu çıkarcıların karşısında El Hasîbî büyük mücadeleler vermiştir. Ehlibeyt imamları zamanında büyük ölçüde yekvücut olan Aleviler bu çıkarcıların yüzünden bölünme sürecine girdiler. Aleviler gerçek vekilin kim olduğu arayışına girdiler. Bu yoğun kargaşa ve tartışma dönemi El Hasîbî’nin üstadı El Cennan zamanına denk gelir. Zamanının ilim otoritesi olan El Hasîbî son üç Ehlibeyt imamları zamanında yaşayan üstadı El Cennan El Cenbelani ve diğer büyük şahsiyetlerden aldığı bilgilerle gerçek vekilin ve ilim kapısının Ebu Şuayb Muhammed Bin Nusayr olduğunu eserlerinde belirtmiştir. Muhammed Bin Nusayr on birinci imam El Hasan El Askerinin yanında en sadık talebesi ve en yakınında olan kişi olduğunu biz El Hasîbî’den öğrendik. Ehlibeyt ilminin El Hasîbî’ye ve ondan sonraki kuşaklara Muhammed Bin Nusayr tarafından aktarıldığı sabittir. El Hasîbî’nin inancı Bin Nusayr’in taşıdığı Ehlibeyt öğretileriyle şekillenmiştir. Bundan dolayıdır ki Bin Nusayr’a bağlılığını her fırsatta dile getirmektedir. El Hasîbî, Bin Nusayr’a karşı olup kendisini kötülemeye kalkışanların karşısına dikilmiş ve Bin Nusayr’i her yerde savunmuştur. El Hasîbî’nin Muhammed Bin Nusayr üzerinden aldığı Ehlibeyt öğretisinden zamanının birçok bilge ve devlet adamı etkilenmiş ve kendisinin talebesi olmuşlardır. Kendisiyle aynı itikadı ve inancı paylaşan en ünlü talebeleri hiç şüphesiz ki Hamdani Devleti’nin hükümdarı Seyfüddevle ve akrabası ünlü şair Ebu Ferras El Hamadani’dir. Büveyhi Devleti’nin hanedanından da birçok talebesi olmuştur. Ama aralarında en bilgesi kendisinden sonra Alevilerin başvuru mercii olan Ebul Huseyin Muhammed bin Ali Elcilli’dir. Aslen Antakyalı olduğu söylenen Elcilli Halep’te El Hasîbî’nin yanında uzun zaman geçirir. El Cilli, ilminden en fazla istifade eden öğrencisi olduğu için Hasîbî’nin en sevdiği talebesi olmuştur. El Cilli Hasîbî’nin diğer talebeleri ve Alevi din kardeşleri tarafından da çok sevilir. El Hasîbî’den sonra önder olarak kabul edilir. El Cilli, üstadından sonra Ehlibeyt öğretisinin daha iyi anlaşılması ve yaygınlaşması için çok büyük çabalar sarf eden büyük bir evliyadır. El Hasîbî; gerek inancı ve itikadı, gerek yetiştiği çevre, gerekse yetiştirdiği öğrencileri ve yaşadığı dönem bakımından stratejik bir öneme sahiptir. Son üç Ehlibeyt imamı döneminde yaşayan El Cenbelani gibi büyük bir evliyanın öğrencisi olması, Muhammed bin Nusayr’ın aktardığı Ehlibeyt öğretisine sahip olması, henüz on bir yaşında Kur’an’ı ezberlemesi, sünnet-i nebeviyi öğrenmesi ve Đslamî bir çerçevede yaşamını sürdürmesi, o dönemde Mısır, Bağdat, Halep gibi kültür merkezlerinde yaşaması önemini arttıran diğer hususlardandır. Đlmi, Ehlibeyt imamlarına en yakın kimselerden alması ve onu gelecek nesillere aktarması ona tarihi bir rol tayin etmiştir. Ehlibeyt öğretisinin bugüne ulaşmasında ve halk arasında yaygınlaşmasında yazdığı eserlerin tuttuğu ışık, gelecek nesilleri de aydınlatacaktır. Aleviliğin gücü, derinliği, felsefesi ve geleceğe bakışı bu eserlerle daha kolay anlaşılabilecek, bu eserlerin öğrenilmesi ve gelecek nesillere aktarılmasıyla Alevilik daha çok gelişecektir. Alevi kardeşlerimizin bu evliyaların hikmetli sözlerini öğrenmesi, bu sözlerin yarattığı düşünce iklimi içinde yaşaması birçok sorunun daha kolay çözülmesini sağlayacaktır. Đnsan, sorunların çözümünde şiddet yerine merhameti, kin yerine sevgiyi, zulüm yerine adaleti yaşatabilirse ve sabırla hareket ederse El Hasîbî’nin çizdiği yolda yürümüş olur. Đşte o zaman hayatı farklı bir çerçeveden yorumlayıp çözüme daha farklı yöntemlerle yaklaşmış olur. Akılların olağanüstü icatlarını sayamadığı, ilim ve akıl sahipleri tarafından kendisine şahitlik edilen yüce Allah’ın azameti o vakit görülür. Kendisini yaratan Allah’a hamd ü senalar edeceği yerde insanın icat ettiği basit makinelere veya cihazlara hayretle bakan ve onlara tapan, kainat gibi karmaşık bir yapı karşısında basit görünen bir insan hücresini yapay ortamda çoğaltabildi diye; o hekimi yere göğe sığdıramayan şahıslar; Allah’ın yarattığı kompleks yapı karşısında neden hayrete düşmüyorlar? “Mutlak hakimiyetin, adaletin, kudretin, rahmetin, ilmin, yüceliğin, yaratıcılığın ve sonsuzluğun tek sahibi yüce Allah’ı neden göremiyorlar?” Güzel ahlakı, iyiliği, merhameti, saygıyı, sevgiyi ve erdemi yaşam tarzı edinerek herkesin evinde mutlu, sokakta huzurlu, seyahatte güvenli olduğu bir dünyada yaşamayı arzulamaz mısınız? Bu hayat tarzını yakalayabilmek, hüsnü hakim kılmak, yardımı ve yardımlaşmayı yapabilmek ve bereketi sofranızda görebilmek ancak inançla ve ibadetle geçirilecek yaşamla mümkün olacaktır. El Hasîbî bu hayat tarzını telkin eder. Hem bu dünyada hem de öbür dünyada insanın ereceği saadet mertebesine ulaşmasında bu hayat biçimini gerekli gören bir anlayışla insana yaklaşır. Rehber olarak kabul ettiğimiz, inancından, itikadından ve ilminden faydalandığımız El Hasîbî’nin izinden gitmek manevi hayatta yapacağımız en önemli iştir. Kendisine ve sevenlerine önyargıyla yaklaşıp hakkında yalan yanlış söylemleri sarf edenler nazarımızda doğru yoldan sapmış ve hidayet nurundan mahrum kalmışlardır. KAT ĐRTĐFAKI, KAT MÜLKĐYETĐ NEDĐR ? Mehmet BAYAR Konut alırken dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan birisi de aldığımız dairenin “Kat Đrtifaklı mı” yoksa “Kat Mülkiyetli mi” olduğudur. Bu hususlar yanında, aldığımız dairenin eğer bir apartman veya site içinde yer alıyorsa, bina veya site içindeki konumunu gösteren “Kat Đrtifakı Projesi” de diğer bir önem arz eden konudur. Burada öncelikle bir yapının mülkiyet sürecinden bahsederek konuyu açmamız gerekir. Bir yapıya başlamadan önce ilgili belediyesinden alınacak imar çapı ile ilgili mevzuata uygun yapı ruhsatı projesi tanzim edilir. Bu projenin onaylanmasını ve Yapı Ruhsatının alınmasını müteakip, derhal “Kat Đrtifakı Projesi” dediğimiz Bağımsız Bölüm (Daire numaralarının) yer aldığı proje tasdik ettirilerek ilgili tapu dairesinde kaydettirilebilir. Böylece istenirse, henüz hiç inşaatına başlanmamış bir arsa için, tapu dairesinden her daire için ayrı ayrı “Kat Đrtifakı Tapusu“ alınabilir. Yapı inşaatının tamamlanmasını müteakip ilgili belediyesine müracaatla “Yapı Kullanma Đzin Belgesi” talep edilir. Bu aşamada, belediye inşaat sahibine iki adet yazı vererek, Sigorta ve Vergi dairelerinden ilişiksiz yazısı talep eder. Bu kurumlardan alınacak ilişiksiz yazısından sonra da söz konusu yapı, belediye yetkililerince incelenerek ilgili ruhsat ve eklerine uygun olarak inşa edilip edilmediği kontrol edilir. Bu kontrolün tamamlanmasının ardından herhangi bir sorun yoksa “Yapı Kullanma Đzin Belgesi” tanzim edilerek yapı sahibine verilir. Burada dikkat çekilmesi gereken husus, Yapı Kullanma Đzin Belgesinin tüm yapı için tanzim edilebileceği gibi, tek tek her Bağımsız Bölüm için de tanzim edilebilmesidir. Yapı Kullanma Đzin Belgesinin alınmasının ardından kadastro müdürlüğüne müracaatla “cins tashihi” (cins değişikliği) talebinde bulunulur. Kadastro elemanlarının kontrolünün ardından, cins değişikliği beyannamesi hazırlanarak tapu müdürlüğüne sevk edilir. Đlgili işlemlerin tamamlanmasından sonra, böylece Kat Đrtifakından Kat Mülkiyetine geçilmiş olur. Burada dikkat çekilmesi gereken en önemli hususlardan bir tanesi Kat Đrtifakının henüz inşaatı hiç başlamamış bir arsa üzerinde dahi kurulabilmesidir. Bazı kötü niyetli insanların bu durumdan istifade ederek hiç başlamamış bir inşaattan, sanki bitmiş bina gibi daire satabilmeleri, çeşitli aldatmacalarla mümkün olabilmektedir. Yapı Ruhsatının; 2 yıl içinde temelinin yapılması şartı ile 5 yıl geçerli olduğu düşünülürse Yapı Kullanma Đzin Belgesinin ve Kat Mülkiyetinin önemi bir kez daha anlaşılmış olur. Bir diğer önemli husus ise; aldığımız dairenin konumunun kat irtifakı projesi ile uygunluğunun sağlanmasıdır. Yapılan tespitlerde neredeyse % 10 lara varan oranlarda hatalar gözlenmiştir. Bir binada eğer her katta birden fazla daire var ise; tapudaki kat irtifakı projesinden tespit yaparak aldığınız dairenin konumunu irdelemenizde fayda vardır. Çünkü; karşılıklı oturan dairelerin numaralandırması ehil olmayan kişilerce yapıldığında, birbirinin dairesinde oturan insanlara rastlamak mümkün olmaktadır. Keza aynı şekilde site tarzı yapılaşmalarda birden fazla bloktan oluşan yapılarda blok numaralandırmalarında karışıklık yaşanmakta ve tapuda kayıtlı “kat irtifakı projesindeki” bloktan farklı bir blokta oturmak mümkün olabilmektedir. Evinizde huzurla oturmanız dileği ile esen kalın. KERBELA’DA HÜR OLMAK Ali Hasan ZUBAROĞLU Kerbela: Gözyaşı ve şehit kanı, Hüseyin ve yetmiş yârânının Kahramanlık destanı. Đşte o gün Saflar kuruldu. Hak, batıla karşı durdu. Bir tarafta peygamber torunu, Bir tarafta zalimler ordusu Hür, o gün çıkarken evinden Garip bir ses duydu. Biri onu cennete çağırıyordu. Savaş başlarken düşündü! Peygamber torunu var karşıda, Ben ise yezidin tarafında, Bana vaat edilen cennet karşıda, Ben ise cehennem kapısında. Đlahi lütuf inince Hür’e, Titredi bedeni Koştu Hüseyn’e. Başı önde, gözleri yaşlı Tövbe etsem, kabul olur mu, Ey peygamber evladı? Tabi ki olur dedi Hüseyin! Şüphesiz O’dur Rahman ve Rahim. Gözleri sevinçle parladı. Küfe’nin en cesur kahramanı Büyük bir coşkuyla kılıcına sarıldı. Daha az önce bulunduğu saflara Salladı kılıcını. Đşte şimdi HÜR’üm ben diye haykırdı. Vay halinize, Nasıl hala ordasınız? Peygamber torunu gelmişken size Hainler saldırdı üstüne. Büyük bir cesaretle direndi. Kılıcı onlarca kafiri helak etti. En son aldığı darbelerden, yıkıldı yere. Ama bir gülümseme vardı yüzünde. Yarı cansız bedenini, Getirdiler Hüseyin’e. Şehitlerin efendisi, Ona seslendi. Şehitlerin efendisi, Onu cennetle müjdeledi. Ne mutlu sana dedi. Ne mutlu sana! Adın gibi Hür olarak doğdun, Hür olarak savaştın Ve hür olarak öldün. Kerbela’da HÜR olmak! Hakkı gördüğün anda, Tüm yanlışlarından tövbe edip Doğruya koşmaktır. Kerbela’da HÜR olmak! Đnandığın doğru uğruna, Ölümlere gözü kapalı atılmaktır. Kerbela’da HÜR olmak! Nefsin tüm zincirlerini kırıp, Rabbine hür olarak varmaktır. KUR’AN-I KERĐM’DE MASUMLAR Davut TÜMKAYA Kur’an-ı Kerim; yüce Allah’ın Hz. Muhammed’e (s.a.a.v.) vahiy yoluyla indirdiği ve tüm Đslam âleminin ortak bir görüşle kabul ettiği hak kitaptır. Kur’an-ı Kerim; bütün Müslümanların sığındığı, güvendiği yüce Allah’ın nurlarla dolu hidayet meşalesidir. Kur’an-ı Kerim, muhkem bir kitaptır. Yüce Allah şeklinin değiştirilmesinden, aslının bozulmasından ve de tahrif edilmesinden onu korumuştur. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’in kelimelerinin değiştirilemeyeceğini yine Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtmiştir: َ ِل ل (Yunus 64) ه ِ ت اللﱠ ِ ما َ ك ِل َ َال تَ ْب ِدي (Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur.) Yine yüce Allah Hicr suresi 9. ayette: َحافِظُون ِّ ن نَ ﱠز ْل َنا ال َ َذ ْك َر َوإِنﱠا لَ ُه ل ْ َ“ إِنﱠا نŞüphe yok ki Kur'an'ı biz indirdik ve şüphe yok ki onu ُ ح mutlaka koruyacağız.” buyurmuştur. Onun içindir ki Kur’an-ı Kerim yegâne bir kitaptır. Allah’ın doğru yoludur. Onunla hükmeden adil, ondan haber veren sadık, ona tabi olan kurtulmuş, onunla düşmanıyla mücadele eden galip olur. Az kelimelerle çok ifade eden, düzgünlüğü beşeri sıfat taşıyan akılların üstündedir. Kur’an-ı Kerim şairlerin, hatiplerin, ünlü yazarların, belagat sahiplerinin varamadıkları bir üslupla inmiş ve onları geride bırakmıştır. Kur’an-ı Kerim, insanların dünya hayatında refah ve rahat yaşayabilmeleri ve ahirette yüce Allah’ın huzuruna emin bir şekilde çıkmaları için güzel ve anlamlı anlatımlarla donanmıştır. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) “Ben Allahın katına davet edildim. Davete yakında icabet edeceğim. Aranızda paha biçilmez iki emanet bırakıyorum, biri öbüründen büyüktür. Allahın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Ehlibeytim.” demiştir. (Sahihi Müslim- Hâkim el Nişâburî, Mustedrek ala Sahiheyn ve… ) Yüce Allah; Ehlibeyti, Kur’an-ı Kerim’le eşdeğerde tutmuş ve onları daha iyi tanımamız, onlara daha sıkı sarılmamız ve bağlanmamız için Ehlibeyte geniş yer vermiştir. Ehlibeyte uymak konusunda müminlere emir verilmiştir. Zaten Kur’an, Ehlibeyttir; Ehlibeyt de Kur’an’dır. Ehlibeytin hiçbir hadisi, Kur’an’a ters düşmez ve de düşmemiştir. Yüce Allah, Hz. Ali’ye (a.s.) çok ayette yer vermiş, onu yüceltmiş ve aynı zamanda Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) azametini bildirmiştir. Bütün âlemin onlara tabi olmalarını ve onların izlerinden gitmelerini emretmiştir. Yüce Allah, Hz. Ali’ye öyle bir özellik vermiş ki, Hz. Ali; Kur’an-ı Kerim’in indirilişini, te’vilini, aşikârını, gizlisini, bütün ilimlerini Hz. Muhammed’den telakki etmiştir. Hz. Ali bu konuda şöyle buyurmuştur: “Allah’ın Resulü bana her birisinden bin kapı açılan tam bin ilim kapısı öğretti.” (Tefsir-i Razi ve Kenz’ul-Ummal 6/392-405 / Fereid es- Samtayn kitabı c:1 s:101 Beyrut ) El – Haris el- Hemedani: Hz. Ali’ye م َال ِّ مونَ ال ْ َاسأَلُوا أ َ ھ ْ ذ ْك ِر إِنْ ُك ْن ُت ْ َف ُ َل تَ ْعل “…Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun (Nahl 43)” ayetindeki zikir ehli kimdir diye sordum. Hz. Ali, “Vallahi zikir ehli bizleriz, ilim ehli de bizleriz. Kur’an’ın te’vili, indirilişi ve de yorumunun kaynağıyız.” Hz. Peygamber’i (s.a.a.v.) bunları söylerken duydum. “Ben ilmin şehriyim. Ali de kapısıdır. Đlim isteyen kapıdan girsin.” Bu hadisin kaynakları çoktur. (991 sayı altında Tercümet emiyrel müminin (a.s) tarih Dimaşk c/2 S/464 – Ettaraif kitabı S/94 – Ettabakatül Kübra c/6 S/240 2.baskı c/6 S/168 1.baskı) Đbni Abbas’tan rivayetle: Resulullah (s.a.a.v.) dedi ki: Yüce Allah’ın Kur’an’da indirdiği her ayetin içindeki ‘Ey iman edenlerin mutlaka başı ve emiri Hz. Ali’dir.’ Bazı yazarlar ise her ayetin içindeki ‘Ey iman edenlerin başı, emiri ve şereflisi Hz. Ali’dir.’ diye rivayet ederler. (Hilyetül Evliya c:1 s:64 / El Yakın s:176 / El Havarizmi Menakıbı Emiyrel Müminin 17.bölüm s:188 / Kifayet ettalıb s:139) Yine Đbni Abbas’tan aktarılmıştır: “Hiç kimseye Ali hakkında indiği kadar ayet inmemiştir.” ( Tercümet Emiyrel Müminin Tarih Dimask c:2 s:430 hadis 940 / Đbni Hacer Savaik, s:76 / Şeblenci Nuvrul Absar s:73) Nebata oğlu Asbağ’dan rivayet edilmiştir: “Yüce Allah tarafından Hz. Muhammed’e (s.a.a.v.) vahiy olunan Kur’an-ı Kerim’i Hz. Ali şu şekilde bildirmiştir. Kur’an’ın dörtte biri bizim için, dörtte biri düşmanımız için, dörtte biri misal ve sünnet, dörtte biri de ahkâm ve farizalardır. Kur’an’ın azizleri bizleriz.” (El Hafız el Haskanî 58. hadis/ Şevahid ettenzil kitabının mukaddimesinin 5. faslı c:1 s:43 / Đbnil Mağazilî’nin Menakıb Emiyrel Müminin kitabı hadis 375 s:328) Ayrıca ‘Kur’an-ı Kerim’in Hz. Ali hakkındaki ayetlerinin ele alındığı “Ma Nezele Minel Kur’ani Fiy Aliyyin (Ali Hakkında Kur’an’da Ne Đndi?)” adında ayrı ayrı kişiler tarafından onlarca kitap yazılmıştır. (Bu yazarlardan bazıları şunlardır: Yahya oğlu Abdülaziz el Culudî / 3. yüzyılın allamelerinden Ahmet oğlu Muhammed el Kâtip/ Ebül Faraç Hüseyin oğlu Ali / el Asbahanî ve…) Ebu Sa’d el Meazi’den isnatla der ki, Ali hakkında hiç kimsenin ortak olmadığı yetmiş ayet inmiştir. Abdülaziz bin Yahya el Culudî’ye göre de Ali hakkında hiç kimsenin ortak olmadığı seksen ayet inmiştir. (Đbni Tavusun Sa’d essuvd kitabı s:235 / Biharül Envar c:9 yeni baskısında c:36 s:191/ Şevahid ettenzil kitabı c:1 s:42 5.bölüm. Hadis daha birçok yazar tarafından desteklenmiştir.) Bakara suresinin 43. ayetinde yüce Allah şöyle buyurur: ين َ صال َ َة َوآ ُتو ْا ال ﱠز َكا َة َوا ْر َك ُعو ْا َم َ الرا ِك ِع يمو ْا ال ﱠ ع ﱠ ُ َِوأَق (Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle beraber rükû edin) Bu ayeti celile Hz. Peygamber ile Hz. Ali hakkında özel inmiştir. Çünkü ilk defa namaz kılıp rükû edenler kendileridir. Đbni Abbas’tan şöyle rivayet edilmiştir: “Bu ayet, Resullullah (s.a.a.v.) ile Hz. Ali (a.s.) hakkında özel inmiştir. Çünkü bunlar ilk namaz kılan ve rükû edenlerdir.” (Menakıb Emiyrel Müminin kitabından Havarismi’nin rivayeti s:198 17.bölüm / Şevahit ettenzil kitabı c:1 s:85) Yüce Allah, iman edenlerin namaz kılmayı ve de rükû etmeyi Hz. Muhammed ile Hz. Ali’den öğrenmelerini ve de onlarla rükû etmelerini bu şekilde ayette anlatmıştır. Yalnız Hz. Ali hakkında ise Bakara suresi 274. ayette yüce Allah şöyle buyurmuştur: م ِ م ِ ار َ َ م َوال َ الﱠ ِذ ْ ھ ْ خ ْوفٌ َعلَ ْي ِھ ْ عن َد َربِ ّ ِھ ْ ھ ْ َم أ ْ س ًرّا َو َعالَنِ َي ًة َفلَ ُھ ُ َ م َوال ُ ج ُر ِ ل َوال ﱠن َھ ِ ين ُين ِف ُقونَ أَ ْم َوالَ ُھم بِاللﱠ ْي ي َح َز ُنون ْ َ (Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık harcayanlar yok mu, onların ecirleri, Rableri katındadır ve onlara ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.) Bu ayetin Ali bin ebi Talib hakkında indiğini çok yazar kitaplarına almışlardır. Hz. Cafer-üs Sadık’tan rivayet edilmiştir: “Hz. Ali de (a.s.) dört dirhem vardı. Bir dirhemini gece, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gizli, bir dirhemini de aşikar olarak dağıttı. Yüce Allah bu örnek davranışını yukarıdaki ayetle insanlara tebliğ etti.” (Esbabünnüzül kitabı s:64 / Fadailül hamset kitabı c:1 s:321 / Đbnil Esir Tecümet Emiyrel Müminin Usudul Gabet c:4 s:25 / Zahairül Ukba s:21) Necran’ın piskoposları (1) ve sayıları kırkı bulan Hristiyan uleması Hz. Đsa’yı tartışmak üzere Hz. Muhammed’e (s.a.a.v.) gelirler. Hristiyanların sözcüsü olan El-Akib ismindeki Piskopos Hz. Peygamber’e (s.a.a.v.) yaklaşır ve aralarında bir konuşma geçer. Piskopos sorar, Hz. Muhammed yanıtlar: - Ya Ebal Kasım, Musa’nın babası kim? - Đmran - Yusuf’un babası kim? - Yakup - Senin baban kim? - Abdulmuttalip oğlu Abdullah. - Đsa’nın babası kim? Hz. Peygamber (s.a.a.v.) bir an susar ve hemen ona Hz. Cebrail bu ayetle iner: ُون ِ ّ عن َد الل ِ يسى ِ ل ٍ َه ِمن ُت َرا ُ ل لَ ُه كُن َف َيك َ م َ م َقا َ َل آ َد َ ه َك َ ع َ ( إِنﱠ َم َثAli Đmran 59) ب ثِ ﱠ ُ خلَق ِ مث (Gerçekten de Allah katında Đsa, Âdem'in örneğidir, onu topraktan yarattı da sonra ol dedi, oluverdi.) Hz. Peygamber bu ayeti piskoposa cevap olarak okudu. Piskopos ayeti, Hz. Peygamber’den duyunca bayılacak duruma gelir. Başını kaldırır ve Hz. Peygamber’e (s.a.a.v.) “Sen sana Allah tarafından Đsa’nın topraktan yaratıldığına dair vahiy geldiğini mi iddia ediyorsun? Biz, sana vahiy olunanda da bize vahiy olunanda da bu Yahudilere vahiy olunanda da bunu duymadık.” dedi. Bunun üzerine yüce Allah Hz. Peygamber’e bu ayeti indirdi: ُم ِ ك فِي ِ ن ا ْل ِع ْل َ ِساءنَا َون َ ُِم َون َ ك ِم َ جاء َ ه ِمن َب ْع ِد َما َ ج َ ن َ َف ْ ساءك ْ ع أَ ْب َناءنَا َوأَ ْب َناءك ْ م َف ُق ْ م حآ ﱠ ُ ل تَ َعالَ ْو ْا نَ ْد َ َ َ ه َعلَى ا ْل ين ِ ّ ج َعل لﱠ ْع َن ُة الل َ ِكا ِذب َ س َنا وأن ُف َ َوأن ُف ْ ل َف َن ْ م نَ ْب َت ِھ ْ سك ُم ُث ﱠ (Âli Đmrân 61: Sana iyice bildirildikten sonra da gene bu hususta seninle tartışan olursa de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım, biz bizzat gelelim, siz de gelin. Ondan sonra da dua edelim ve Allah'ın lânetini yalancılara havale edelim.) Hristiyanlar ayeti duyunca: Ya ebal Kasım, sen bize adil davrandın, peki ne zaman lanetleşelim? Hz. Peygamber, yarın inşallah, dedi ve yarına lanetleşmek üzere Hristiyanlar oradan ayrıldılar. Olaya tanık olan Yahudiler ise olayı heyecanla izleyerek vallahi kimler kaybederse kaybetsin umurumuzda olmaz diyerek dağıldılar. Hristiyanlar evlerine gidince birbirlerine vallahi hepimiz de biliyoruz ki Muhammed, peygamberdir. Onunla iddiaya girersek korkarız ki biteriz. Fakat biz Muhammed’den bizi affetmesini isteyelim, elbette affeder. Đkinci günün sabahında Hz. Peygamber; Hz. Ali’yi, Hz. Fatıma’yı, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i alır ve sözleştikleri yere yürür. Bu manzarayı gören Necran piskoposu dedi ki: “Ben öyle çehreler görüyorum ki, Allah’tan en büyük dağları yerinden koparmasını, dağıtmasını isteseler duaları hemen kabul olur ve dağlar dağılıverir. Bu nurlu çehrelerle mübahele edecek olursak hepimiz yok oluruz ve Allah’ın azabı yeryüzündeki bütün Hristiyanları kapsamına alabilir ve kıyamet gününe kadar dünyada bir Hristiyan bile kalmaz.” Hristiyanlar piskoposlarını dinleyerek ya ebal Kasım biz iddiadan vazgeçtik, sen dininde biz de dinimizde kalalım. Hz. Peygamber peki der, ben sizi Đslam dinine davet edeyim, Müslümanlara ne nasip olursa size de aynısı olsun. Hristiyanlar kabul etmedi. Ancak Hz. Peygamber, Hristiyanlardan yıllık vergilerini almak üzere onlarla barıştı. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyurdu: “Canım elinde olan Allah’a ant olsun ki eğer benimle mübahele edecek olsalardı mesh olup maymun ve domuzlara dönüşürlerdi ve bu çölde tutuşan ateşte yanıverirlerdi ve ateşin eteği Necran’a kadar uzanırdı.” Kazi Nurullah-i Şuşteri “Đlkak-ul Hak” adlı kitabının 3. cildinde sayfa 46'da Mübahele ayetinin Ehl-i Beyt hakkında indiğini tasdik eden büyük Ehl-i Sünnet âlimlerinden yaklaşık altmış kişinin ismini yazıyor. (Müslim b.Hacca-i meşhur “Sahih” adlı kitabında, C.7, S.120’de / Ahmed b.Hanbel, “Müsned” kitabında C.1, S.185 / Taberi tefsirinde mübahele ayetinin tefsirinde, C.3, S.192/ Fahr-ur Razi Tefsirinde, C.8, S.85/ Đbni-i Esir, “Cami-ul Usul” adlı kitabında, C.9, S.470 ve…) Yüce Allah, Hz. Peygamber’e (s.a.a.v.) Veda Haccı dönüşünde insanlara Hz. Ali’nin velayetinin azamatini bildirmesini emretti. Hz. Peygamber (s.a.a.v.), amcasının oğlunu koruyor denmesinden ve bu olayın bazılarının zoruna gidecek olmasından bildirmekte önce tereddüt etti. Ancak yüce Allah’ın vahiy yoluyla emrinin gelmesi (Maide 67) ve Peygamberi kendisinin koruyacağını ayetle söylemesi Hz. Muhammed’i hızlandırdı: ِ سالَ َت ُه َوالل ُّه َي ْع َ ْما َبلﱠغ َ ك ِم َ م َ ت ِر َ ل َف َ ّ ِك ِمن ﱠرب َ ل إِلَ ْي َ نز ْ م تَ ْف َع ْ ك َوإِن لﱠ ُ ص ُ س ُ الر َيا أَيﱡ َھا ﱠ ِن ال ﱠناس ِ ول َبلِّغْ َما ُأ َ م ا ْل ين َ كافِ ِر َ إِنﱠ الل ّ َه ال َ َي ْھ ِدي ا ْل َق ْو (Maide 67: Ey Peygamber, bildir, sana Rabbinden indirilen emri ve eğer bu tebliği ifa etmezsen onun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah, seni insanlardan korur. Şüphe yok ki Allah, kâfir olan kavme, doğru yola gitmek hususunda başarı vermez.) Hz. Peygamber, kervan hâlinde yüz bin kadar hacıyla seyir yapıyordu. Hacılar sahrada dağılmış vaziyetteydiler. Hz. Peygamber, inen ayeti tebliğ etmesi için insanları bir arada toplaması gerekiyordu. Önde gidenler “Cuhfe” denen yere varmak üzereydi. Hz. Peygamber (s.a.a.v.) hacıları “Cuhfe” de toplamak için önde gidenlerin arkasına atlılar gönderip onları Cuhfe’de durdurdu. Arkadan gelenleri de bir arada toplamak için yürüttü. Ve bütün hacıları Cuhfe’ de topladı. Öğle namazının cemaatle kılınması için çağrı yaptırdı. Aşırı sıcak nedeniyle hacılara seferi namaz kıldırdı. Sonra develerin semerlerini toplatıp kendine yüksek bir minber yaptırdı. Minbere çıkıp Hz.Ali’yi sağ tarafına aldı ve Resulullah (s.a.a.v.) uzunca bir hutbe okudu. Sonra şöyle devam etti: “Ey insanlar! Ben Allah’ın katına davet edildim. Yakında bu davete icabet edeceğim, ebedi yurda gideceğim. Ben de üzerimde olan vazifeden sorumluyum, siz de üzerinizde olan vazifeden sorumlusunuz. Bu hususta ne dersiniz?” Ashap bir ağızdan şahadet ederiz ki tebliğ ettin, öğüt verdin, vazifeni yaptın. Hz. Peygamber: “Ey insanlar, bilmez misin ki ben inananlar üzerinde, kendilerinden ziyade tasarruf ve velayet sahibiyim ve bilmez misiniz ki benim her erkek ve kadın müminlerin üzerinde kendilerinden ziyade tasarruf ve velayet hakkım vardır." Ashap, evet biliyoruz dediler. Resulullah bunun üzerine Hz. Ali’nin elini tutup her ikisinin de koltuklarının beyazlığı görünene kadar kaldırdı ve yüksek sesle: “Ben kimin mevlası isem bu Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım ona veli olana veli, düşman olana da düşman, yardım edene yardımcı ol; dışlayanı da dışla.” buyurdu ve orda şu ayet-i kerime indi. م ِدي ًنا ِ م ِتي َو َر َ َ سال َ ُم نِ ْع َ ُم َوأَ ْت َ م أَ ْك َ ا ْل َي ْو ْ اإل ْ ت َعلَ ْيك ْ م ْ ُم ِدي َنك ْ ت لَك ُ ض ُ م ُ م ْل ُ يت لَك ِ ُم ‘Bugün dininizi ikmal ettim. Nimetimi size tamamladım. Đslam’ı sizlere din olarak kabul ettim.’ (Maide 4) Hz. Peygamber: “Dinin ikmaline, nimetimin tamamlanmasına, Đslam’ın din olmasına, risaletimin rızası ile Ali’nin velayetine Allahü Ekber” dedi. Orda bulunan dönemin en önemli şairlerinden Hassan bin Sabit kalkar ve ‘Ya Resulullah, bana Ali hakkında bir şiir söylememe izin verir misin?’ Hz. Peygamber, Allah’ın bereketiyle söyle der. Hassan beş beyit söyler, içerikleri şöyledir: Gadir Günü, peygamber-i ekrem ümmete seslendi: Onlar da peygamberin nidasını duydu Peygamber “Mevlanız ve veliniz kimdir?”diye buyurdu Allah u teala bizim mevlamız ve sen bizim velimizsin Hiç kimse bu manayı inkar etmez dediler Peygamber-i ekrem “Kalk ya Ali!” buyurdu Şüphesiz benden sonra imam ve hidayetçi olmana razı oldu O halde ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır Öyleyse Ali’ye köleler gibi gerçek yardımcılar olunuz Sonra dua ederek “Allahım Ali’ye dost olanla dost ol Düşman olanla da düşman ol!” buyurdu. (El Havarizmi 4.bölüm c:1 s:47 Min Maktalihi- Menakıb Emiyrel Müminin kitabı 14.bölüm s:80 / Hamaveyni Feraid Essamtayn kitabı 12.bölüm c:1 s:74/ Ettaraif kitabı Đbni Mardeviyet’ten isnatla c:1 s:146 / Đbni Kesir tefsiri c:2 s:491 ve …) Ebu Hüreyre’den alınan rivayette: “Arşa, La ilahe illa ene vahdiy, ve enne muhammeden abdiy ve resüliy. Eyyedtehu bi Aliyyin” (Benden başka ilah yoktur. Muahmmed kulum ve resulumdür. Onu Ali ile teyit ettim.) Hz. Muhammed’i teyit edenin Hz. Ali olduğu hakkında Kur’an-ı Kerim’de şöyle bir ayet vardır: ين َ م ْؤ ِم ِن َ ي أَيﱠ َد َ ھ َو الﱠ ِذ ْ ك بِ َن ُ ُ ص ِر ِه َوبِا ْل (El enfal 62) (Seni ve müminleri yardımıyla teyit eden odur.) (Hilyetül Evliya kitabı Ebü Hüreyre’den isnatla Tarih Dimask c:2 s:419 / Kifayet ettalib kitabı 62.bölüm s:234/ Suyutî Dürrül Mensür kitabı c:3 s:199) ن َيا أَيﱡ َھا ال ﱠن ِب ﱡ َ ك ِم َ ن اتﱠ َب َع َ س ُب َ ي ْ ح ِ ك الل ُّه َو َم (El Enfal 64) ين َ م ْؤ ِم ِن ُ ا ْل (Ey Peygamber; Allah, sana ve sana tabi olan müminlere yeter.) Ünlü yazarların rivayetleriyle sabittir ki Hz. Peygamber’e (s.a.a.v.) en çok tabi olan Ali bin ebi Talip’tir. (Şevahid ettenzil kitabı c:1 s:230 1.baskı El Emiyni, El Ğadiyr kitabı c:2 s:51) سول ُُه َف ِإن ه إِلَى ال ﱠن ِ سو ِل ِ ّ ن الل ٌ َوأَذ َ ش ِر ِك َ جِ األ َ ْك َب ِر أَنﱠ الل ّ َه َب ِري ٌء ِ ّم َ م ا ْل َ اس َي ْو َ َان ِ ّم ْ م ّ ح ُ ين َو َر ُ ن ا ْل ُ ه َو َر ِ َ َ يم ِ ّ ه َو َب ِ ّ ج ِزي الل ِ ُم غَ ْي ُر ُم ْع َ م َف ُھ َو ْ م َف ٍ ِين َك َف ُرو ْا بِ َعذَابٍ أل َ ش ِر الﱠ ِذ ْ خ ْي ٌر لﱠك ْ مو ْا أنﱠك ْ ُم َوإِن تَ َولﱠ ْي ُت ْ ُت ْب ُت ُ َاعل ‘Hacc-ı ekber günü, Allah'tan ve Peygamberinden insanlara bir ilândır bu: Şüphe yok ki Allah ve Peygamberi, müşriklerden berîdir. Artık tövbe ederseniz bu, daha hayırlıdır size. Fakat gene yüz çevirirseniz iyice bilin ki siz hiç şüphe yok, Allah'ı âciz bırakamazsınız ve kâfir olanlara pek acıklı azapla müjde ver.’ (Tevbe 3) Enes bin Malik’ten alınan rivayette: Hz. Peygamber (s.a.a.v.) bu ayeti Mekke ehline okuması için Ebu Bekir’i gönderir. Ardından Cibriyl (a.s.), Hz. Peygamber’e iner ve Ya Resulullah, Allah’ın emirlerini sen veya senden biri eriştirir der. Mekke ehline de ayeti Hz. Ali tebliğ eder. (Hasais Emiyrel Muminin kitabı hadis 75 s:144 / Camil Cevami kitabı c:2 s:272 / Eddürrül Mensür kitabı c:3 s:209 ) Hz. Ali, Abbas ve Şeybet arasında tartışma çıkar. Abbas ben sizden üstünüm; çünkü hacılara su içirme işi benim elimde. صا ِدقِين َ ين آ َم ُنو ْا اتﱠ ُقو ْا الل ّ َه َوكُو ُنو ْا َم َ َيا أَيﱡ َھا الﱠ ِذ ع ال ﱠ Şeybet ise ben sizden üstünüm; çünkü Beytullahın anahtarları bende. Hz. Ali (a.s) ben sizden daha üstünüm; çünkü ben sizden daha önce iman ettim, hicret ve cihat ettim der. Yüce Allah, bu ayet-i kerime ile Hz.Ali’yi teyit etti. ه ِ ّ يل الل ِ م اآل ِ ّ ن بِالل ِ س ِ ج َو ِ م َ جا ِ ه َوا ْل َي ْو ِ ح َر َ ھ َد فِي َ خ ِر َو َ ن آ َم َ ام َك َ ج ِد ا ْل َ ما َر َة ا ْل َ ع َ سقَا َي َة ا ْل َ َأ ْ م ْ م ْ ج َع ْل ُت ِ س ِب ِ ّ حا ين ِ ِم الظﱠال ِ ّ عن َد الل ِ َس َت ُوون َ م َ ه َوالل ُّه ال َ َي ْھ ِدي ا ْل َق ْو ْ ال َ َي ‘Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cehd edenin (çaba harcayanın) (yaptıkları) gibi mi saydınız? Bunlar Allah katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe 19)’ Ve Tevbe suresinin 20. ayeti devam etti. ك ِ ّ عن َد الل ِ ج ًة ِ م َوأَن ُف ِ ّ يل الل َ جا َ ين آ َم ُنو ْا َو َ ه َو ُأ ْولَ ِئ َ م َد َر َ ھ ُدو ْا فِي َ ج ُرو ْا َو َ ھا َ الﱠ ِذ ْ س ِھ ْ ه بِأَ ْم َوالِ ِھ ُ َم أَ ْعظ ِ س ِب َم ا ْل َفائِ ُزون ُ ُ ھ “Đnananların, yurtlarından göçenlerin ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanların Allah katında dereceleri pek büyüktür ve onlardır muratlarına erenlerin, kurtulup nusrat bulanların ta kendileri. (Tevbe 20)” Bu ayette de Hz. Ali’nin öncelikli imanı ve hicretinin diğerlerinden üstünlüğü teyit edilmiştir. “Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve doğru (sadık)larla birlikte olun.” (Tevbe 119) Đbni Abbas’tan rivayetle: Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun ayeti, Ali bin Ebu Talib’e (a.s) özeldir. Cafer-üs Sadık ise ayet, Muhammed ve Ali hakkındadır. Ancak onlarla beraber olunur. (Menakib Emiyrel muminiyn kitabı (El Havadis) 5/198 Tefsir el Burhan’dan Essayyid Haşim el Buhari c:2 s:170 2.baskı) Ve Maide suresi 55. ve 56. ayetler yine Hz. Ali hakkındadır. ل َ ين آ َم ُنو ْا الﱠ ِذ َ سول ُُه َوالﱠ ِذ َ إِنﱠ ْ ھ م َرا ِك ُعونَ َو َمن َي َت َو ﱠ مونَ ال ﱠ ُ صال َ َة َو ُي ْؤ ُتونَ ال ﱠز َكا َة َو ُ ين ُي ِقي ُ ُم الل ُّه َو َر ُ ما َولِيﱡك َم ا ْلغَالِ ُبون ِ ّ ب الل ِ ين آ َم ُنو ْا َف ِإنﱠ َ ح ْز َ سولَ ُه َوالﱠ ِذ ُ ه ُ ھ ُ الل ّ َه َو َر “Sizin dostunuz, sahibiniz, ancak Allah'tır ve Peygamberidir ve inananlar, namaz kılanlar ve rüku ederken zekat verenlerdir. Kim Allah'ı, Resûlünü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır.” Ubeydullah oğlu Avnullah bin Ebu Rafi, babasından; babası, dedesi Ebu Rafi’den hadisi naklediyor. Der ki : Hz. Peygamber (s.a.a.v.) yatarken yanına geldim.Ya uyuyor ya da ona vahiy iniyordu. Bir baktı ki evin kenarında bir yılan var. Hz. Peygamber’i uyandırmamak için yılanı öldürmedim. Peygamberle yılan arasında yattım, yılandan bir zarar gelecekse bana gelsin istedim. Resullulah (s.a.a.v.) uyandığında bu ayeti okuduğunu duydum. Sizin veliniz Allah ve peygamberlerdir. Namazı dosdoğru kılan … ve el-hamdulillah dedi ve beni yanında gördü. Bana sordu, seni burda yatıran nedir dedi. Ben de yılanı gösterdim. Bana kalk öldür, dedi. Ben de kalktım, yılanı öldürdüm. Sonra Hz.Peygamber, Allah’a şükrederek elimi aldı ve Ya Eba Rafi dedi, benden sonra Ali’ye savaş açanlar olacak. Yüce Allah bunlarla mücaledeyi hak kıldı. Eliyle mücadele etmeyen diliyle, diliyle mücadele edemeyen kalbiyle mücadele etsin. Đbni Abbas’tan rivayetle: Abdullah bin Selman ile yanında kavminden iman eden birkaç kişiyle: Ya Resullulah evlerimiz uzak, meclisinizden başka yerde ne bize anlatan ne oturacağımız yer var. Allah ve Resulüne iman ettiğimiz için kavmimiz bizden koptu. Bizimle oturmama, evlenmeme, konuşmama kararı aldılar. Bu da bizim zorumuza gitti. Hz. Peygamber (s.a.a.v.) onlara: Sizin veliniz, Allah ve Peygamberdir. Namazı dosdoğru kılan, zekatı rükûda iken veren müminlerdir, dedi. Hz.Peygamber (s.a.a.v.) sonra mescide yöneldi. Mescitte insanlar namaz kılıyor, içlerinde kıyamda olanı da rükû de olanı da var. Hz. Peygamber (s.a.a.v.) orda gördüğü bir dilenciye sordu. Sana bir şey veren oldu mu? Evet altından bir yüzük verdiler dedi dilenci. Hz.Peygamber kim verdi? Dilenci, Hz. Ali’yi işaret ederek bu ayaktaki dedi. Hz. Peygamber nasıl iken verdi diye sordu? Dilenci, rükûda iken verdi dedi. Hz.Peygamber, sizin veliniz Allah ve Peygamber’dir. Namazı dosdoğru kılan, zekatı rükûda iken veren müminlerdir. Allah peygamberine ve müminlerine dostluk edenler, galip olur; çünkü galip olanlar Allah bölüğüdür, dedi. (Tabarani El- Mucemel Kebir c:1 Bağdat c:1 s:300/ El-Heysemi Mecmaüz- Zevevaid kitabı s:134/ Mizan el-Đtidal c:3 s: 22 / Lisanül Mizan c:2 s:122/ Camil Cevami kitabı c:2 s:650/ El-Ensab kitabı c:4 s:322 / Ğayet en-Nihayeh kitabı c:1 s:447) Ebül Carud’tan, Habib bin Yaser’den Zazen’den rivayetle der ki: Ali’yi bunları söylerken duydum: “Başak tanesini yaran ve de canları yaratanın hakkı ile yemin ederim ki bana üstüne oturacağım bir yastık serilse Tevrat ehline Tevrat’larıyla, Đncil ehline incil’leriyle, Zebur ehline Zebur’larıyla, Furkan ehline Furkan’larıyla hükmederim. Ve yine de taneyi yaran ve canı yaratanın hakkıyla yemin ederim ki Kureyşin her kimsesine onu cennete veya cehenneme götürecek ayeti bilirim. Biri kalkar ve Ya Ali peki sana inen ayet ne? Hz. Ali, Hz. Peygamber, Rabbinden açık bir delille mazhar idi. Ben de onun şahidiyim. Sen Hud suresini okur musun dedi ve 17. ayeti okudu: ھ ٌد ِ شا ِ ّ ِة ِ ّمن ﱠرب ٍ من َكانَ َعلَى َب ِي ّ َن َ ه َو َي ْتلُو ُه َ أَ َف “Rabbinden açık bir delille mazhar olan, ardınca da Rabbi tarafından bir şahit gelen…” Resullulah (s.a.a.v.) Rabbin açık bir delille mazhardı. Ben de şahidiyim. (Marifet es-Sahabe kitabı c:1 Essuyuti 407 408 hadisinde /Camil Cevami c:2 s:68 – Durrul Mensur c:3 s:324/ Kurtubî Tefsiri, Hud 17’nin tefsiri ) Đbni Abbastan rivayetle: ھا ٍد َ م َ َ ما أ ٍ ل َق ْو َ إِنﱠ ّ ِ نت ُمن ِذ ٌر َولِ ُك “ …Sen ancak Allah azabıyla uyarıcısın. Her kavmin de bir hidayet önderi vardır. (Ra’d 7)” ayeti indiğinde Hz. Peygamber, Ali’ye dönerek şöyle dedi: ‘Ya Ali benden sonra doğru yolu bulanlar seninle doğru yolu bulacaklardır.’ Bir yerde de Ya Ali nezir benim, benden sonra doğru yolun rehberi sensin, doğruyu bulanlar seninle bulacaklardır. (Menakib Ali bin ebu Talib c:3 s:83 / Tefsir el-Burhan c:2 s:282 2.baskı/ Şevahid ettenzil kitabı c:1 s:295 1.baskı/Kenzül Ummal c:6 s:157 1.baskı/Ettabarani el-Mucemmessağıyr c:1 s:162 2.baskı/ Ettarih el Kebir, Buhari tercümesi c:4/El-Heysemi Mecme uz-Zevaid kitabı c:7 s:4) (Yazı, önümüzdeki sayıda devam edecek.) NEHC’UL BELAĞA’DAN Nehc’ul Belağa Hz. Ali (a.s)’nin hilafeti döneminde buyurmuş olduğu 239 hutbe, 79 mektup ve 480 hikmetli kısa sözden oluşan bir kitaptır. “Seyyid Razi” adıyla meşhur olan ve büyük Şii alimlerinden biri sayılan “Muhammed b. Hasan Musevi” (359-406) söz konusu hutbe, mektup ve kısa sözleri bir araya toplayarak değerli bir eser oluşturmuş ve bu eseri Nehc’ul Belağa olarak adlandırmıştır. Dergimizin “Nehcul Belağadan” adlı bu köşesinde eşsiz olan bu eserden bölümler sunacağız. ALLAH- HAZRETĐ MUHAMMED (S.A.A.V) -Đmân -Đslâm ve Kur'ân-ı MecidHamd, Allah'a ki övenler onu lâyıkıyla övemezler; nimetlerini sayıp dökenler, onları söyleyip bitiremezler; çalışıp çabalayanlar, hakkını edâ edemezler. Öyle bir ma'buddur ki derin düşünceler onu idrâk edemez; akıl-fikir, denizine dalanlar, zâtının künhüne eremez. Bir sınır yoktur ki sıfatını sınırlayabilsin; bir vasıf yaratılmamıştır ki zatına lâyık bulunsun. Yoktur ona sayılı bir an; yoktur onun için ertelenmiş bir zaman. Yaratılanları, kudretiyle o yaratmıştır; rüzgarları, rahmetiyle o estirmiştir; yarattığı yer yüzünü, kayalarla perçinlemiş, pekiştirmiştir.[1] Dinin evveli onu tanımaktır. Tanıyışın kemâli, onu tasdik etmektir. Tasdik edişin kemâli, onu bir bilmektir. Bir bilişin kemâli, ona karşı öz doğruluğuna ermektir. Öz doğruluğunun kemâli onu noksan sıfatlardan tenzîh etmektir. Çünkü bilmek gerekir ki ne sıfat söylenirse söylensin, o sıfatla vasfedilemez; her sıfat, vasfedilenden gayridir; onunla bilinemez.[2] Onu vasfetmeye kalkışan, onu bir başkasına eşit etmiş sayılır. Başkasını ona eşit sayan, ikiliğe düşmüş olur. Đkiliğe düşen, tecezzîsini kaail olur; tecezzîsini kaail olan, onu tanımamış olur. Onu tanımayan, ona cihet isnat eder, ona işaret eyler. Ona işaret eden, onu sınırlar. Sınırlayan, sayıya sokar. Her nerde derse, onu bir yerde sanır, ona mekân isnat eder; bir yerde diyense, başka yeri ondan hâlî sanır.[3] Vardır, yaratılmaksızın. Mevcuttur, yokluktan var olmaksızın. Her şeyle biledir, beraber değil. Her şeyden gayrıdır, ayrı değil. Đşler yapar; harekete, âlete muhtaç olmadan. Görendir, görülen yokken. Birdir, bir varlığa muhtaç bulunmadan, hiçbir varın yokluğunu garipsemeden. Halkı yarattı, yaratmaya koyuldu, düşünüp kurmadan, işe deneyişten faydalanmadan, bir harekete, âlete muhtaç olmadan işe koyulmadan, koyulup yorulmadan. Her şeyi vaktinde yarattı, birbirlerine aykırı olan şeyleri birleştirdi, uzlaştırdı. Her şeyde bir istîdat, bir tabiat yarattı; her şeyin maddesini ona göre düzdü-koştu. Her şeyi olmadan bilendir O; sınırlarını, sonlarını kavrayıp kapsayandır O; her şeyin gizli, açık, her yanını bilendir O.[4] Tenzîh ederim O'nu noksan sıfatlardan, dâima, yarattıklarına, şerîat sahibi bir peygamber göndermiştir; yahut bir kitap indirmiştir; yahut gerekli bir huccet tanıtmıştır; yahut da doğru yolu bildirmiştir. Öylesine peygamberlerdir onlar ki ne sayılarının azlığı yüzünden buyrukları bildirmede bir kusurda bulunmuşlardır, ne yalanlayanların çokluğu yüzünden bir taksîre düşmüşlerdir. Kimisi gelip geçmiştir; kendisinden sonra geleceğin adını bildirmiştir; kimisi çıkıp gelmiştir; ondan önceki onu tanıtmıştır.[5] Bu yol-yordam üzere çağlar geçmiştir, zamanlar aşmış-tır; atalar geçip gitmişlerdir, oğullar, yerlerine geçip yetmişlerdir. Sonunda, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, va'dini yerine yetirmek, elçiliğini tamamlamak için Rasulullah Muhammed'i göndermiştir; Allah'ın sâlatı ona ve soyuna. Onu tanımak, tanıtmak için peygamberlerden söz almıştır; sıfatları tanınmıştır; doğumu ve doğduğu yer ve zaman yüceltilmiştir.[6] O gün yeryüzündekiler, ayrı-ayrı yollara sapmışlardı; darmadağın dileklere sarılmışlardı; dağınık yollara sapıtmışlardı. Kimisi, Allah'ı, onun yarattığı şeylere benzetmedeydi; kimisi adını anarken batıl yola gitmedeydi; kimisi de ona şirk koşup sapıklık etmedeydi.[7] Derken onunla sapıklıktan kurtardı onları, vücudunun bereketiyle bilgisizlikten halâs etti onları; sonra da, Allah'ın sâlâtı ona ve soyuna olsun, Muhammed'e noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah kendisine kavuşmayı seçti; katında ihsanda bulunmayı diledi; dünya yurdundan almakla ikrâm etti ona; belâlara eş olmayı reva görmedi ona. Kerem sahibi onu kendi katına aldı; Allah'ın sâlâtı ona ve soyuna olsun. O, sizin aranızda, peygamberlerin ümmetleri içinde bıraktığını bıraktı. Çünkü peygamberler, ümmetlerini başıboş bırakmadılar; apaçık bir yol bırakma-dan gitmediler; bir bayrak dikmeden onları terketmediler.[8] Rabbinizin kitâbı sizdedir, yanınızdadır; helâlini de apaçık göstermededir, harâmını da. Farzlarını da apaçık bildirmededir, üstün işlerini de. Bir hükmü kaldıran âyeti de açıklamıştır, hükmü kaldırılan âyeti de. Ruhsatlarını da bildirmiştir, azimetlerini de. Anlamı husûsî olan da apaçıktır, umûmî olan da. Đbretleri de meydandadır, örnekleri de. Mutlak olanı da bildirilmiştir, mukayyet olanı da. Anlamı herkesçe anlaşılanı da beyan edilmiştir, anlaşılmayanı da. Kısaca anlatılanları tefsir edilmiştir, müşkül anlaşılanları açıklanmış, bildirilmiştir, öyle hükümleri vardır ki, o kitabın, mutlaka bilinmesi için ahit alınmıştır, öyle hükümleri de vardır ki kulların, onları bilmemesi de câiz sayılmıştır. Öyle âyetleri vardır ki kitapta farzdır da neshedilişi, sünnetle bildirilmiştir. Öyle âyetleri de vardır ki sünnetle vâcip olmuştur, kitaptaysa terk edilmesine ruhsat verilmiştir. Bazı hükümleri vaktinde vacîptir, ileri zamanlarda hükmü geçer. Haramlarının da hükümleri çeşit çeşittir; öyle büyük haramlar vardır ki onları yapana cehennem vardır; öyle küçükleri de vardır ki onları yapanların suçlarını örter, bağışlar. Öyle hükümleri vardır ki en azı da makbûldür, en çoğu da yapılabilir.[9] (Aynı hutbeden): Hürmeti vacip olan evini (Kâbe'yi) ziyaret edip haccetmenizi de size farzetti; o evi halka kıble kıldı; halk susamış yaratıkların yanıp kavrularak koşuştukları gibi oraya varırlar; sürü-sürü güvercinler gibi oraya sığınırlar. Noksan sıfatlardan münezzeh olan ma'bud, kendi ululuğuna karşı gönül alçaklığını sağlamak, yüceliğini onlara anlatmak için o evi bir sebep olarak icâd etti. Halkın bir kısmını seçti ki onlar, onun çağrısını duydular da icâbet ettiler; onun sözünü gerçeklediler. Peygamberlerinin durdukları yerlerde durdular; arşın çevresinde dolanan meleklere benzediler; ona kulluk etme ticaret yurdunda kârlar elde ettiler, suçları örteceğini vaadettiği yere koşuşup gittiler. Noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce ma'bud, o evi, Đslâm için bir alem kıldı; sığınanlara orasını bir harem kıldı. Orayı ziyaret etmeyi farzetti; hakkını tanıyıp korumayı gerekli saydı. Oraya varmanızı farzetti de o noksan sıfatlardan münezzeh olan ma'bud buyurdu ki: "Đnsanlardan oraya gitmeye gücü yetene, Allah için o evî ziyaret ederek haccetmesi farzdır; inkâr eden eder; Allah, şüphe yok ki bütün âlemlerden müstağnîdir." (Kur'an-ı Mecid, 3, 97).[10] ************************ [1] - Kur'ân-ı Mecîd'de 14. sûrenin (Đbrahim a.s) 34. âyetiyle, 16. Sûrenin (Nahl) 18. âyetinde Allah'ın nimetlerinin sayılamayacağı bildirilmiş, Hz. Muhammed de (s.a.a) "Allah'ım, gazabından rızana, ikabından bağışlamana, senden sana sığınırım, sana lâyık övmeyle seni övmeme imkân yok benim için; sen, kendini nasıl övdüysen öylesin" buyurmuştur. (Câmi'us-Sagıyr, 1. s.50). Kur'an-ı Mecid'in 78. sûresinin (Nebe') 6. ve 7. âyetlerinde de yeryüzü, bir yaygıya, dağlar çivilere teşbîh edilmiştir. [2] - Din lügatte karşılık mânasına gelir. Terim olarak, Đlâhî hükümlerin tümüne denir. Kur'an-ı Mecid'de, Allah katında dînin ancak Müslümanlık olduğu bildirilmiş (3, Âli Đmran, 19) Müslümanlığın gerçek din olduğu anlatılmış (9, Tevbe, 33), ayrıca her yapılan işin karşılığı verileceği vaadedilen kıyâmet gününe de "din günü" denmiştir (1, Fatihâ,4). Birinci mânada itâat etmek, râm olmak, öz gerçekliği mânaları da vardır (El-müfredât fî Garib-il Kur'an, Tahran- Murtazaviyye matbaası, ofset basımı s:175176). Bu söz Kur'an-ı Mecid'de bir çok âyetlerde geçer. 51, sûrenin (Zâriyât) 56. âyetinde, "Ve ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" buyurulmuştur. Bu âyeti Đbn-i Abbas, "Yâni, beni tanısınlar diye" tarzında tefsir etmiştir. "Ben bir gizli defineydim, tanınmayı diledim de halkı, beni tanısınlar diye yarattım" meâlindeki kudsî hadisi mevzû kabul edenler dahi, yukarıdaki âyetin tefsiri bakımından, bu sözün, meâl itibariyle doğru olduğunu söylemişlerdir (Aliyy'ül-Kaarî: Mevzuat-u Kebîr, Matbaa-i âmire-1289, s.62). Dinin usûlü, Allah'ın varlığına, birliğine, kullara lütuf olarak içlerinden bazılarını seçip hükümlerini bildirmek, doğru yolu göstermek için gönderdiğine, onlara Cebrâil vasıtasıyla ve vahiy yoluyla hükümlerini bildirdiğine, bunların içinde son peygamber olan Hz. Muhammed'in (s.a.a) Allah katında mertebesi en yüce ve yüksek olduğuna ve peygamberliğin onunla bittiğine, bu dünyadan sonra bir âhiret âleminin bulunduğuna ve herkesin orada, dünyada yaptığının mükâfat ve mücâzatını göreceğine inanmaktır. Bu üç asla "Tevhîd, Nübüvvet ve Maâd" denir. Nübüvvet'e, meleklere ve kitaplara inanmak, maâda, ölümden sonra âyet ve hadislerde bildirilen şeylerin hepsine inanmak girer. Bunları tasdik, herkese ve aklen gerektir. Bunlarda taklit, yani bir müçtehidin reyine uyuş olmaz. Fürû'ı din'de, yâni namaz, oruç, hac, zekât ve saire gibi bedenî, yahut mâlî, yahut hem bedenî, hem mâli ibadetlerle, nikâh, talak, alım-satım gibi muâmelâtta Kur'an ve hadisten, yani Kitap ve Sünnetten hüküm çıkarmaktan, icma' ve akılla bir hükme varabilmekten âciz olan kişilerin müçtehidi taklit etmeleri, onun re'yine uymaları icab eder. [3] - Allah'ı hakkiyle tavsif mümkün değildir, çünkü sıfatları, bizim bildiğimiz sıfatlar gibi değildir, Kitapta ve Sünnette vârid olan sıfatlar bizim idrâkimize göredir. Ancak bizim görmemiz, duymamız, renk, şekil, ses, uzaklık, yakınlık yönünden olduğu gibi gözle ve kulakla mümkündür. Halbuki Allah'ın görmesi, duyması, bir esere tâbi olmadığı, bir ihtiyaca bağlı bulunmadığı gibi âletle de değildir, ilmi, görülen, duyulan şeyleri muhît olduğu gibi görülmeyen, duyulmayan şeyleri de muhîttir. Bu bakımdan, bizim bilgimizle onun sıfatlarını kıyaslamak, âdetâ onun zâtına bir eşit kabul etmeye benzer ki vahdete, tevhid inancına aykırıdır. Varlık ve birlik, Allah sübhânehu ve Teâlâ'nın zatında sâbit iki sıfattır, zâtın aynı değildir. 2. surenin (Bakara) 29. âyetinde, 7. surenin (A'râf) 54. âyetinde, 10. sûrenin (Yunus) 3. âyetinde, 20. sûrenin (Tâbâ) 4. âyetinde, Allah Tebareke ve Teâlâ'nın göğe, arşa istivâsı müevveldir. Đstivâ iki şeyin, iki adamın eşit ve denk olmasıdır. Sivâ, iki şey arasında hacım, ağırlık gibi hususlarda eşitliğe denir; keyfiyet husûsunda da kullanılır. Đstivâ, "alâ" ile ta'diye edilirse kavramak, kaplamak anlamına gelir. Emri, hükmü, tedbîri, göğü, arşı kavradı, yâni gökleri yerleri yarattıktan sonra arşa hâkim ve mutasarrıf oldu, tedbiri orada cârî oldu demektir. Gök her cirmi kaplayan fezâdır, arş, tavan, bir şeyin üstünü örten şey ve çardaktır. Mecaz yoluyla padişahın meclisi, saltanat, hüküm, yücelik ve kudretten kinâyedir. Arşı yıkıldı demek, hükmü kalmadı, gücü kuvveti yok oldu demektir. Bu bakımlardan bu âyetlerdeki mânâ, tedbîri, emri, kudreti, göğü, arşı kapladı, her şeye şâmil oldu ve şâmildir tarzında anlaşılır. Yoksa gökte veya arştadır demek değildir (El-Müfredât s. 329-330; Tabrasî: Mecma'ul Beyan; 1, s. 71-72, 4, s.427-428, 5, s.99). Mücessime tâifesi, Allah'ın arşta bulunduğunu kail olmakla hata etmişlerdir. Bir yerde temekkün, başka yerde bulunmamaktır, aynı zamanda mahdut ve cisim sâhibi olmaktır, cisimse tecezzi eder. Bütün bunlarsa Allah için muhâldir. [4] - Bir işe koyulan, önce o işi düşünür, kurar, bilgisinden, görgüsünden faydalanır, yaparken hareket halindedir, bir cihet sarfeder, yorulur. Bu dört vasıf olmadan hiçbir iş yapılamaz. Allah Tebareke ve Teâlâ ise bunlardan müstâğnidir, münezzehtir, ilmi bir şeyi yaratmadan önce de ona lâhıktır, sonunu da bilir. [5] - "Kim doğru yolu bulursa ancak kendisi için bulmuştur. Kim doğru yoldan sapmışsa kendisini saptırmıştır ve kimse, bir başkasının yükünü yüklenmez ve biz, peygamber göndermedikçe hiçbir topluluğu azaplandırmayız" âyeti mucibince (17, Đsrâ, 15) lütfü dolayısıyla insanlara mutlaka bir peygamber göndermiştir, bir kitap indirmiştir, bir hüccet tanıtmıştır, doğru yolu beyan buyurmuştur. Peygamberlerin kimisi, 61. sûrenin (Saf) 6. âyetinde Hz. Đsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâmın, Hz. Muhammed'i bildirdiği gibi kendisinden sonra gelecek peygamberi müjdelemiştir; kimisi bizim Peygamberimiz gibi eski peygamberleri tasdik etmiş ve ettirmiştir. [6] - 2. Sûrenin (Bakara) 143. âyetinde tam orta yolu tutmuş, ifrattan, tefritten arınmış olan Muhammed (s.a.a) ümmetinin bütün insanlara tanıklık edeceği, Hz. Peygamber' in de ümmetine tanık olacağı, 4. sûrenin (Nisâ) 41. âyetinde, kıyâmet günü her ümmetten bir tanık getirileceği, Muham-med (s.a.a) ümmetinin de hepsine tanıklık edeceği bildirilmektedir. 9. sûrenin (Tevbe) 33. âyetinde, müşrikler istemese, zorlarına gitse bile Hz. Muhammed'in insanları doğru yola götürmek için gerçek din ile, bütün dinlere üstün olmak için gönderildiği beyan buyurulmaktadır. 61. sûrenin (Saf) 9. âyet-i kerîmesi de aynı meâldedir ve bu âyetlerden Muhammed (s.a.a) dininin son din, kendilerinin de son peygamber olduğu anlaşılmaktadır. 33. sûrenin (Ahzâb) 40. âyetinde ise Hz. Muhammed'in Allah'ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusu olduğu tasrîh edilmektedir. Âyette, peygamberler, sözü "nebiyyin-haber getirenler" diye geçer. Her nebî, rasûl, yâni şerîat sâhibi değildir, fakat her rasûl nebîdir, yâni nebî umûmîdir, rasul husûsî ve rasûl, nebî sözünün şümulüne girer; bu bakımdan hadislerle de sâbit olduğu veçhile Hz. Muhammed, peygamberlerin sonuncusudur, dini de son dindir. Ondan sonra peygamberlik iddiâ eden ve din kuran kişilerin hemen hepsi de sömürgenlerin Đslâm'ı bölmesine maşalık eden şarlatanlar, yalancılardır. Kur'an-ı Mecıd'de, Allah'a ibâdet için kurulan ilk evin, ilk mescidin, Mekke-i Muazzamâ'daki Kâbe olduğu bildirilmiştir (3. Âli Đmrân 96). Buhârî, Ebû-Zerr'den (r.a) tahriç eder; diyor ki: Yâ Rasûlallah dedim, yeryüzünde ilk kurulan mescid hangi mescittir? Mescid-i Haram buyurdular. Sonra hangi mescid kuruldu dedim, Mescid-i Aksâ buyurdular. Đkisinin arasında dedim, ne kadar, zaman var? Kırk yıl buyurdular (et-Tecrid'us-Sarih, c.2, s.41, Kitab-u-Bed'ül-halk). [7] - Cehalet devri denen ve Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilmesinden evvelki devre ait olan sapıklıklar, saymakla tükenmez. Đnsanlar putlara tapıyorlardı; kumar, içki, fâiz alıp yürümüştü. Kadınlar dört, beş, hattâ daha fazla erkekle evleniyorlar, çocuğun babası, ya hakemle tayin ediliyor, yahut kur'a ile tanınıyordu. Diri hayvanların etinden parçalar kesilip yeniyordu. Harâm, helâl bilinmiyordu. Soy-boy üstünlüğü, yağma âdî işlerdendi. Kız çocukları diri diri gömülüyordu. Bu hususta, tarihlerde anlatıldığı için fazla söze lüzum görmüyoruz. [8] - Hz. Peygamber'in (s.a.a) diktiği bayrak, Allah'ın Kitabı, kendilerinin sünnetidir. [9] - Helâl, yapılabilen, yapılması suç olmayan şeylerdir. Haram yapılması suç olan, bir kısmının cezası, dünyada da tayin edilmiş olan şeylerdir. Farz, yapılması emredilenlerdir. Hükmü kalkan âyete "Mensûh", o âyetin hükmünü kaldıran âyete "Nâsih" denir. Ruhsat, bir sebep yüzünden yapılmasına cevaz vermektir. Azimet, manâsında tahsîs bulunan hükümlerdir. Meselâ, içki haramdır. Đçen dünyada da had vurularak, yani dövülerek cezalanır, su içmekse helâldir. 2. sûrenin (Bakara) 173. âyet-i kerîmesinde, ölü hayvan eti, kan ve domuz haram edilmiştir; fakat zorda kalanın başkasının hakkına el uzatmaması, doyuncaya dek yememesi şartıyla yemesine cevaz verilmiştir; bu bir ruhsattır. "Kim sizden o aya, Ramazan ayına erişirse orucunu tutsun" emriyle (2, Bakara, 181), bâliğ olmayan, aklı başında bulunmayan, hasta ve kadınsa hayız halinde olmayan ve seferde bulunmayan herkese oruç farz edilmiştir; bu sözde yukarıdaki mazeretlerden biri ile mâzur olmayanlara tahsîs vardır. Mânası umumi olan, "Herkes ölümü tadar" (3. Âli Đmran, 182) âyetindeki gibi mânası herkese ve her şeye şâmil olandır. Đbret, "Bak. Allah'ın rahmetinin eserlerine, yeryüzünü nasıl da ölümünden sonra diriltir" gibi (30, Rûm, 50) âyetleridir; mânaları ibreti tazammun eder. Örnek, "Kendilerine Tevrat yüklenenler, sonra da onunla amel etmeyenler, eşeğe benzerler ki koskoca kitapları taşımada" (62; Cumua, 5), "Dünya yaşayışı, gökten yağdırdığımız yağmura benzer ancak" (10, Yûnus, 24) gibi âyetlerdir. Mutlak, "Bir kul azad etmelidir" tarzında nâzil olan âyetlerdir (58, Mücadele, 3); yahut, "Kadın olsun, erkek olsun, hırsızların ellerini kesin" (5, Mâide, 38) âyetidir ki elin nereden ve ne kadar kesileceği âyette musarrah değildir; hadisle anlaşılır. Mukayyetse, "Bir mü'min köle azat etmek gerek" (4, Nisâ, 92), yahut "Ellerinizi dirseklerle beraber yıkayın" (5, Mâide, 6) meâlindeki âyetlerdir. Anlamı kesin olan ve herkesçe anlaşılan âyetlere "muhkem" denir ve Kur'an-ı Mecid'in âyetlerinin çoğu böyledir. Mânası herkesçe anlaşılmayan âyetler "müteşâbih" adıyla anılır; bazı sûrelerin başlarındaki harfler gibi. Kur'ân-ı Mecid, bir de şu suretle anlatılmaktadır: Bâzı âyetlerin hükümlerinin mutlaka bilinmesi, onlara uyulması icâb eder, bunlar, muhkem âyetlerdir ve Kur'ân-ı Mecid'in ayetlerinin çoğu bu suretle nâzil olmuştur; emir, nehiy, helâl, haram âyetleriyle vahdaniyete, risâlete, maâda îman hükümlerini ihtiva eden âyetler gibi, fakat bazıları da "müteşabih"dir, mânası açık olarak belli değildir. 17. sûrenin (Đsrâ) 85. âyetinde ruh hakkında verilen bilgi, yahut 24. sûrenin (Nûr) 35. âyeti olan, "Nûr âyeti", yahut da bâzı sûrelerin başlarındaki hurûf-ı mukattaa gibi. Bunların mânalarını kesin olarak bilmemiz hakkında bir emir yoktur, hattâ bunların üzerinde durmak, bunlardan hüküm çıkarmak bir bölük halkı sapıklığa da sevkeder. Çünkü çevremize, bilgimize, tecrübemize ve zamanımıza dayanabilen akıl, Rabbânî hikmetleri ihâtadan âcizdir. Bâzı âyetler de vardır ki 4. sûrenin (Nisâ), 15-16. âyetlerinde, kötülük de bulunan kadının, dulsa ölünceye dek hapsi, kızsa ta'ziri emredilmişken sünnetle, evli