Bilmen)

advertisement
ALEVĐLER NEDEN TAVŞAN ETĐ YEMEZ?
Mahmut BAYRAM
Aleviler tavşan eti yemez. Bunun öyle yadırganacak, büyütülecek bir tarafının
olmaması gerekir. Çünkü tarih boyunca mezhepler arasında bu tür konularda ihtilaflar
olmuştur ve bu ihtilaflar Ehlisünnetin dört mezhebi arasında da fazlasıyla yer almıştır.
Örneğin; Şafî ve Malikîlerde kirpi ve kertenkele yenir, Hanefî ve Hanbelîlerde yenmez.
Malikî, Hanefî ve Hanbelîlerde kırlangıç, tavus, hüdhüd, papağan, yarasa yenir;
Şafîlerde yenmez.
Hanefî mezhebinde balık şeklinde olmayan kalamar, mürekkep balığı, deniz
hınzırı, deniz aygırı gibi hayvanlar ve yengeç, midye, istiridye, ıstakoz, kerevit, karides
gibi deniz haşaratı yenmez. Diğer üç mezhepte ise, deniz ürünlerinin hepsi yenir.
Martı eti; Hanefî ve Hanbelîlerde haram, Şafî ve Malikîlerde helaldir.
At eti; Hanefî mezhebinde tenzihen (helale yakın) mekruhtur, Şafî ve Hanbelî
mezhebinde helal, Malikî mezhebinde haramdır. ( Büyük Đslam Đlmihali, Ömer Nasuhi
Bilmen)
Görülüyor ki ortada ciddi anlamda bir tutarsızlık, çelişki söz konusudur. Bir
mezhepte helal veya mubah olan bir şey, diğer mezhepte haram veya mekruhtur.
Bunlar kimseyi rahatsız etmez. Bir Allah’ın kulu be kardeşim, bu nasıl iştir de demez.
Đyi ki de demiyor. Aradaki anlaşmazlığı gidermek için mezhep taklitçiliği diye bir şey
icat edilmiştir. Örneğin, bir mezhebin mensubu, kendi mezhebince haram olan
yiyeceği, bunu helal kabul eden diğer bir mezhebi taklit ederek yiyebilmektedir. Afiyet
şeker olsun, kimsenin bir şey dediği yok. Yok ama kendilerinde bu hakkı bulanlar,
maalesef başkaları için aynı genişliği gösteremiyorlar. Alevilerin neden tavşan eti
yemediği, birilerine dert olmuş da internetlerde bu, sayfa sayfa yer alıyor. Alevilerin
tavşan etini yememe nedenlerini bazı internet sitelerinde güya ‘Aleviler Kur’an-ı
Kerim’i değil de Tevrat’ı örnek alıyorlar’ iftirasını atarak açıklıyorlar. Gerçek nedenler
araştırılmadan öyle iftiralar atmak kimseye yakışmaz; çünkü Müslümanlık kimsenin
tekelinde olmadığı gibi Müslümanlıktan da birilerinin ‘Sen ya da siz Müslüman
değilsiniz.’ demesiyle de çıkılmıyor. Bu gibi yaklaşımlar memnuniyetsizlik yaratır,
ithamda bulunanı Hakk divanında zora sokar ve köprü oluşturabilecek, kardeşlik
ortamını besleyecek sayısız ortak değerin görmezden gelinmesine neden olur.
Tevrat’ta tavşan etinin haram olduğu hükmü yer almaktadır. Ama orada böyle bir
hüküm var diye mi Aleviler tavşan eti yemiyor; yoksa başka gerekçeleri mi var? Her
şeyden önce bu durumun araştırılması gerekmez mi?
Tevrat, Đslamiyet doğmadan çok daha önce Hz. Musa’ya inmiş, Hz. Musa da
Yahudilere (Beniisrail) bunu tebliğ etmiştir. Tebliğ ettiği Tevrat’ın hükümleri arasında
tavşan etinin haram olduğu da vardır. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle geçmektedir:
“Yahudilere her tırnaklı hayvanı haram ettik. Koyunun ve sığırın iç yağını da haram
ettik.” (Enam 146. ayet) Tavşan aynı kedi gibi tırnaklı bir hayvandır. Tavşan etinin
Yahudilere yasaklı olduğu bir gerçektir; ama ‘Aleviler bu yüzden tavşan yemezler’
sözü batıldır.
Ayrıca, Aleviler neden Tavşan yemiyor konusunu kurcalamak hem yersizdir hem de
art niyet göstergesidir. Yenmesi haram olan bir şey Allah korusun yeniliyor olsaydı,
ancak o zaman aynı dinin mensuplarına söz düşebilirdi. Ama ortada öyle bir şey yok.
‘Arkadaş biz bunu yiyoruz, sen niye yemiyorsun?’ anlayışı ve aşağılaması hâkim.
Yiyorsan afiyet, şeker olsun. Daha ötesi var mı? Sohbet ortamlarında bile alay
etmeler söz konusu. Efendim, bir Alevi’nin bahçesinden tavşan geçerse sahibi tarlayı
o yıl ekmezmiş. Tavşana bir şekilde ellerse uğursuzluk yedi yıl, başından ayrılmazmış.
Aslı astarı olmayan daha neler neler… Aslında bu tür yakışıksız soruların peşine
takılanlar daha tumturaklı soruların muhatabı olacaklarını bilmiyorlar. Mesela şunlar
sorulabilir kendilerine: Tamam Aleviler tavşan eti yemiyor, peki neden martı eti;
Hanefi ve Hanbelîlerde haram, Şafî ve Malikîlerde helaldir? Bu martı bir yerde haram
bir yerde helal nasıl olabiliyor? Neden Hanbelîler, martı eti yemiyor?
Neden Şafî ve Malikîlerde kirpi ve kertenkele yenir de Hanefî ve Hanbelîlerde
yenmez?
Neden Malikî, Hanefî ve Hanbelîlerde kırlangıç, tavus, hüdhüd, papağan,
yarasa yenir de Şafîlerde yenmez? Ve daha birçok soru…
Đşin şu boyutu da var, bırakın da yenmeyiversin ne olacak? Bu da yenmesin.
Çocukların hayal dünyasını, oyuncaklarını süslesin, ne çıkar? Tavşanın yenmemesi
konusuna illa bir mana yüklemek ve aynı dinin mensupları olan kitleyi Đslam dışı
göstermek kime ne fayda sağlayacak?
Deniyor ki ‘Helal bir şeyi haram kılmak insanı küfre götürür.’ Elbette doğru, çok güzel.
Hatta bu konudaki ayetleri de verelim:
“Beyinsizlikleri yüzünden bilgisizce çocuklarını öldürenler, Allah’ın kendilerine verdiği
rızkı -Allah’a iftira ederek- haram sayanlar, mutlaka ziyan etmişlerdir. Gerçekten onlar
sapmışlardır. Doğru yolu bulmuş da değillerdir.” (Enam,140)
“Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü ‘Şu helaldir, şu haramdır’ demeyin,
sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflah
olmazlar.” (Nahl, 116)
Ama bu hükümler herkes için geçerli değil mi? Tilki eti Şafîlerde helal,
Hanefîlerde haramdır. Yukarıda sayılanlar da aynı şekilde bir yerde helal, bir yerde
haram. Demek ki böyle durumlar olabiliyor. Tavşan etini, Ehlisünnetin çoğunluğu
helal kabul ediyorsa bu onun helal olduğunu mu ispatlar? Şia ve dünyanın her
tarafındaki Aleviler, tavşan konusunda tek görüşe sahip ve Ehlisünnetin dört
mezhebinden farklı bir uygulama içindeler. Dört mezhep kendi arasında zıtlığa
düşecek, birinin haram dediğine öbürü helal diyecek ve sonuçta kendi mezhebinin
haram kabul ettiğini ‘Bu konuda şu mezhebe göre hareket ediyorum.’ denilerek
gerektiğinde mezhep taklitçiliği yapılacak ve böylece haram olan şey helal sayılacak.
Ama Şia ve yeryüzündeki bütün Aleviler, tavşan eti bizlerde yenmez dediklerinde
kıyametler kopacak. Đnanın bu hiç adil değil.
Kur’an-ı Kerim’de tavşanın ismi açık bir şekilde verilerek helaldir, haramdır diye
geçmediği için her iki taraf hadislerle hareket etmektedir. Şimdi bu konu hakkında her
iki tarafın dayanaklarını görelim.
Ehlisünnetin Dayanakları
Ehlisünnet âlimleri, şunları ileri sürmektedirler:
1- Hiçbir Đslam âlimi tavşan etine bırakın haram demeyi mekruh bile
dememiştir. Fıkıh kitaplarında (Mülteka, Dürr-ül-münteka, Kuduri, Cevhere, Dürer
haşiyesi) tavşanın etinin helal olduğu belirtilmiştir.
2- Enes anlatıyor: “Yürüdük ve Merriz Zebran’dan bir tavşan kaldırdık.
Arkadaşlarımız peşinden koştular ve sonunda yakalamaktan aciz kaldılar. Bu sefer
ben koştum, yetiştim ve yakaladım. Onu babalığım Ebu Talha’ya getirdim. O, tavşanı
keskin bir taşla kesti. Budunu benimle Resulullah’a gönderdi. Resulullah onu yedi.”
(Buhari
Sayd
/
Müslim
sayd
/
Ebu
Davud,
Et’ime
/
Tirmizi,
Et’ime)
3- Halid ibni Huveyris anlatıyor. “Bir adam bir tavşan avlar ve Abdullah bin Ömer’e
gelir. Ne dersiniz tavşanın eti yenir mi, diye sorar. Abdullah: ‘Resulullah’a da tavşan
getirilmiştir. Ben de o esnada yanında oturuyordum. Ondan ne yedi ne de onun
yenmesini yasakladı. Tavşanın hayız gördüğüne inanıyordu.’ dedi.” (Ebu Davud,
Et’ime)
4- Huzeyme ibni Cezi’nin rivayeti: Bu rivayette der ki: “Ey Allah’ın Resulü!
Tavşan hakkında ne dersiniz? Onu ne yerim ne de haram kılarım buyurdular.
Öyleyse...dedim. Siz haram kılıncaya kadar ben onu yiyeceğim. Siz niye yemiyorsunuz
diye sordum. Bana ‘Onun hayız gördüğü bana bildirildi.’ cevabını verdi.” (Ankara
basımı Kütüb-i Sittenin 11. cildinin 149. sayfası)
5- Tavşan eti de helaldir. (Dürer, Mecma’ul-enhür)
6- Abdullah ibni Abbas hazretleri buyurdu ki: Resulullah ile otururken, bir köylü,
tavşan kebabı hediye getirdi. Bize, yiyin buyurdu.
Muhammed bin Safvan dedi ki: Đki tavşan yakaladım, kestim. Resulullaha sordum.
Đkisini de yememi emretti. (Bedayi)
7- Hazret-i Cabir anlatır: Kavmimden biri, taşla kestiği tavşanı, Resulullaha
soruncaya
kadar
bekletti.
Efendimiz
yemesini
emretti.(Tirmizi)
Öncelikle yukarıdaki dayanakların ne kadar sağlam olduğu şüpheli. O
kitaplarda öyle geçiyor diye onları gerçek kabul etmek baştan yanlışa düşmek
demektir. Görüldüğü bazı aktarımlarda Peygamber bilinçli bir şekilde ve özellikle
tavşan eti yemekten kaçınıyor, bazı aktarımlarda ise hiç öyle bir kaçınmadan söz
edilmeden tavşan eti yediği belirtiliyor. Bu en basitinden bir çelişkidir. Malum
kitaplardan bu tür konularda bir başka çelişki örneği vermek konuyu daha iyi
anlamamızı sağlayacaktır.
1) Esma Bintu Ebi Bekr anlatıyor: “Biz, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
zamanında bir at kestik. O zaman Medine’de idik. Hepimiz onu yedik.” (Buhari, Sayd /
Müslim, Sayd / Nesai, Dahaya)
2) Halid Đbnu’l-Velid, anlatıyor: “Resulullah; at, katır ve eşek etini yemeyi
yasakladı.” (Ebu Davud, Et’ime / Nesai, Sayd)
Önemli bir çelişki değil mi? Burada bir yerde at etinin Mekke’de bile değil
Medine’de hem de Peygamberin zamanında yendiği anlatılıyor; bir diğer rivayette ise
at etinin Peygamber tarafından yasaklandığı belirtiliyor. At etinin yendiğini söyleyen
Ebubekir’in kızı Esmadır ki bunu Peygamberimiz aramızdan ayrıldıktan sonra
anlatıyor. Yani bazı uyanıklar tarafından bir zamanlar yendi, sonra yasaklandı gibi bir
iddia ortaya atılamaz. Şimdi rivayetlerden at eti konusunda nasıl bir kanıya varacağız?
Ehlibeyti Takip Edenlerin Dayanakları
Şimdi gelelim Alevilerin neden tavşan eti yemediğine.
1) Hz. Muhammed (s.a.a.v.) tavşan yemeyi reddettiği için Aleviler tavşan eti
yemez. Öncelikle bu herkesçe böyle bilinmelidir. Daha önce verilen iki alıntıda
Peygamberimizin tavşan etini yemekten kaçındığı açıkça yer almıştı. Peygamberin
tavşan eti yediği rivayetlerine ise itibarımız da, itimadımız da yoktur. O kaynaklarda
bırakın en üstün ahlakla gönderilen Đslam Peygamberini, sıradan bir insanın bile
yapamayacağı davranışların nasıl da kendisine mal edildiğini utançla ve ibretle
görmekteyiz. Konunun uzamaması için çok olan örneklerden sadece bir bölümünü
örnek verelim:
Buhari Sahihinin "Nikâh Kitabı, Kadın ve Çocukların Düğüne Gitmesi Babı"nda Enes
bin Malik'ten şöyle nakleder: "Resulullah düğünden dönen kadın ve çocukları
görünce, sevinerek hızla onlara doğru ilerledi ve şöyle dedi: "Allah biliyor ki, sizler
benim yanımda en sevgili insanlarsınız."( Sahih-i Buhari, c. 7, s. 32. )
Yine Buhari Sahihinin "Nikah Kitabı, Kadının Habeşlilere Bakması Babı"nda
Aişe'den şöyle nakleder: "Resulullah beni abasına sarmış, ben de camide oynayan
Habeşlilere bakıyordum. Ben yoruluncaya kadar Resulullah beni öylece tutmuştu.
Öyleyse yaşı az olup da oynamayı çok seven kızların değerini bilin." (Sahih-i Buhari, c.
7, s. 47-48.)
Müslim Sahihinin "Faziletler Kitabı, Osman'ın Faziletleri Babı"nda Aişe ve
Osman' dan şöyle nakleder: "Ebu Bekir Resulullah'ın huzuruna gelmek için izin istedi.
Peygamber o sırada Aişe’nin yanında yatağa uzanmıştı. Resulullah o halde Ebu
Bekir'in içeri girmesine izin verdi ve onun istediğini yerine getirdi. Ebu Bekir gittikten
sonra Ömer içeri girdi. Peygamber aynı vaziyette onun da içeri girmesine izin verip
istediğini yerine getirdi. Sonra ben (Osman) izin istedim. Resulullah hemen kalkıp
oturdu ve Aişe'ye de; "Elbiseni giy ve kendini toparla!" dedi. Ben de isteğimi aldıktan
sonra evime döndüm. Aişe Resulullah'a (s.a.a.) dedi ki: ‘Ebu Bekir ile Ömer'den
utanmazken neden Osman'dan utandın?" Resulullah; "Osman çok utangaç birisidir.
Eğer o halde ona izin verseydim, utancından istediğini söylemeyebilirdi.’ dedi."
(Sahih-i Müslim, c. 4, s. 1816, h. 2402.)
Buhari Sahihinin "Hac Kitabı, Kurban Günü Ziyareti Babı"nda Aişe'den şöyle
nakleder: "Resulullah'la birlikte hacca gitmiştik. Kurban kestikten sonra ihramdan
çıktık. O sırada Safiyye adet gördü. Resulullah o halde bir erkeğin eşine yaptığını
onunla yapmak istiyordu. Ben; ‘Ya Resulallah! O hayız halindedir.’ dedim." (Sahih-i
Buhari, c. 2, s. 214.)
Buhari Sahihinin "Nikâh Kitabı", "Düğünde Kadının Erkeklere Hizmet Etmesi" ve
"Düğünde
Sarhoş
Etmeyen
Şarap"
bablarında
şöyle
nakleder:
"Ebu Üseyd Saidi evlenirken Resulullah'ı ve ashabını davet etti. Onun karısı Ümmü
Üseyd, onlar için yemek pişirip getirdi. Resulullah (s.a.a.) yemeğini bitirince kadın,
daha önce küçük bir taş kabın içinde ıslattığı hurmaları karıştırarak, içmesi için
Peygamber'e verdi. Böylece onu daha iyi ağırlamak istiyordu."
(Sahih-i Buhari, c. 7, s. 33. )
Halife ve sultanlar bu rivayete dayanarak şarap içmeye başladılar. Hatta sarhoş
etmedikçe şarabın helal olduğunu bile iddia ettiler.
Buhari Sahihinin "Nikah Kitabı, Nikahta Tef Çalma Babı"nda Bişr bin
Mufazzal'dan, o da Halid bin Zekvan' dan şöyle rivayet eder: Muavviz bin Afra' kızı
Rabi' der ki: "Benim nikah törenimde Resulullah gelerek sizin oturduğunuz gibi benim
için serilen serginin üzerine oturdu. O sırada, birkaç kız saz ve tef çalarak Bedir'de
öldürülen babalarının hakkında şiir okuyorlardı. Onlardan biri şiirin devamında dedi ki:
‘Aramızda gelecekten haberi olan bir peygamber de var.’ Bunun üzerine Resulullah;
‘Bu lafı bırak da şiirlerini oku.’ dedi." (Sahih-i Buhari, c. 7, s. 25.)
Yine Buhari Sahih'inin "Cihat Kitabı"nda, Müslim ise, Sahih' inin "Bayram Namazları
Kitabı" nda Aişe'den şöyle naklederler: "Yanımdaki iki cariye coşkulu bir şarkı
söyledikleri halde Resulullah içeri girdi. Hiçbir şey demeden geçip yatağına uzanarak
yüzünü çevirdi. O sırada Ebu Bekir içeriye girdi ve sinirlenerek; ‘Şeytanın zurnasını,
Resulullah'ın yanına mı getirdin?’ dedi. Resulullah Ebu Bekir'e dedi ki: ‘Bırak o ikisini.’
Ben, o fark etmeyecek bir şekilde cariyelere dışarı çıkmalarını söyledim. Onlar da çıkıp
gittiler."
Şimdi akıl ve insaf sahiplerine seslenmek istiyorum. Allah aşkına bu anlatılanlar ve
daha anlatılmayan bunlar gibi onlarca olay ne anlama geliyor? Hâşâ bunlar bir
Peygamber’in yapacağı davranışlar mıdır? Buna imkân var mıdır? Bunlar hep
Emevilerin ve Abbasilerin yaşadıkları Đslam dışı hayat tarzının meşrulaştırılması
çabasından başka bir şey değildir. Yukarıdaki şeyleri Peygambere yakıştıran, reva
gören anlayış tavşan etini Peygambere yedirse diğerlerinden çok mu daha ileri gitmiş
olur? Diğer üzücü bir nokta da Buhari, yukarıda verdiğimiz hadisleri, güya bildiği 600
bin hadisten eleye eleye seçerek yazdığı ve kesin sahih bildiği 7 bine yakın hadis
arasına almıştır. Müslim ise yukarıda Peygamberimizle ilgili o yüz kızartan hadisleri
güya bildiği 300 bin hadisten seçerek yazdığı 3033 hadis arasına almıştır.
2) Ehlisünnetin tüm âlimlerinin tavşan etini mekruh bile saymadığı savı, kesin
düzmecedir. En azından fıkıh âlimi Muhammed ibni Ebi Leyla tavşan etinin mekruh
(iyi bir şey olmayan) olduğuna hükmetmiştir. Başkalarının varlığı da küçük bir
araştırmayla bulunabilir. Bunun yanında ashaptan Abdullah ibni Ömer, tabiinden
Đkrime de tavşan etinin mekruh (iyi bir şey olmayan) olduğu görüşündedirler. (Bu
maddedeki bilgiler, Ankara basımı Kütüb-i Sittenin 11. cildinin 149. sayfasında
mevcuttur.)
3- Tavşan fizyolojik ve biyolojik yapısıyla da garip bir canlıdır. Tavşanın kafası
kedi kafasına, kulakları eşek kulaklarına, burnu fareye, arka ayakları köpek
ayaklarına, ön ayakları kedi ayaklarına ve kuyruğu domuz kuyruğuna benzemektedir.
Đslam dininin murdar ve yenilmez diye saydığı hayvanların bütün izleri bu canlıda
vardır.
4- Tavşan kedi ile çiftleşmektedir.
5- Tek tırnaklı bir hayvandır.
6- Tavşan regl olmaktadır.
7- Etinin yüzde doksanı kan pıhtısından oluşmaktadır.
8- Kıl yerine tüyü vardır.
Ehlibeyt kanalından gelen hadislere dayanarak Ehlibeyt ekolünün fakihleri,
tavşan etinin haram olduğuna hükmetmişlerdir.
1-Hz. Ali’den (a.s.) şöyle nakledilmiştir: Resulullah’tan (s.a.a.v.)
meshedilmişlerin ne olduğunu sorduğumda, şöyle buyurdu: “Bunların sayısı on üçtür
ve şunlardan ibarettir: Fil, ayı, domuz, maymun, yılan balığı, kertenkele, yarasa,
lavra, akrep, fare, karga, örümcek ve tavşan” (Vesail-üş Şia, c.16, s.317)
2- Đmam Musa Kazım’dan (a.s.) şöyle nakledilmiştir: “Meshedilmişler on üçtür:
Bunlar fil, ayı, tavşan, akrep, kertenkele, örümcek, lavra, yılan balığı, yarasa,
maymun, karga, fare, domuzdur. Tavşan; hayız, cenabet vb. şeylerden gusül edip
temizlenmeyen bir kadındı.” (Yani o kadın tavşan şekline dönüşmüştür.) (Vesail-üş
Şia, c.16, s.317)
3- Muhammed bin Đshak’ın(ölümü miladi 768) Selman El Farisi’den rivayet
ederek yazdığı “Binbir Rahip ve Hz Ali” adlı kitapta mesh olmuş hayvanların sayısını
24 olarak vermiştir: “ Fil, tavşan, ayı, akrep, lavra, domuz, maymun, örümcek,
kaplumbağa, dıbb(bir çeşit sürüngen), osuruk böceği, yengeç, tilki, eşek arısı, köpek,
dişi yaban sığırı, sehil, karga, saksağan, tavşancıl kuşu (kartal), papağan, kurbağa,
fare, yılan.”
4- Đmam Cafer-i Sadık (a.s.): “Allah ve Resulü mesh olmuş bütün hayvanları
haram kılmıştır.” ( El-Kafi, c.6, s.247)
5- Đmam Rıza (a.s.): “Tavşanın haram kılınış sebebi şudur ki onlar da kediler
gibidir. Aynı kediler ve vahşi hayvanlar gibi pençeleri vardır. Bu yüzden onlar gibi
sayılmıştır. Ayrıca kadınlar gibi hayız olmaktadır. Çünkü o mesh olanlardandır.”
(Vesail-üş Şia, c.16, s.316)
Mesh, insanın Allah tarafından hayvan şekline dönüştürülmesidir. Đslam öncesi
bazı insanların veya ümmetlerin işledikleri günahlardan ötürü Allah tarafından bir ceza
olarak cinsiyetlerinin bahsi geçen bazı hayvanların cinsiyetine dönüştürmesidir.
Örneğin Kur’an-ı Kerim’de cumartesi günü yasağını delen Yahudilerin maymuna
dönüştürüldüğü anlatılır ki bu apaçık temasühtür. (Bakara suresi:65. ayet)
Sonuç olarak şunu belirtmekte fayda vardır ki burada her iki tarafın görüşlerini
hiçbir değişikliğe uğratmadan kendi öz kaynaklarından aktardık. Kim neye inanırsa
inansın; ama kendisi gibi düşünmeyene en azından tahammül etsin. Hiç kimseye öyle
bir çırpıda sen kâfir oldun, Müslümanlıktan çıktın töhmeti atılmasın. Ehlisünnet
âleminin en saygın üniversitesi Ezher bile bundan çok uzun zaman önce Caferiliği
Đslamın 5. mezhebi olarak kabul etti ve bunu tüm dünyaya ilan etti; ama maalesef
yüz yıldan fazla süre geçmesine rağmen ön yargı ve bağnazlık toplumdan atılamadı
ve Müslümanlar arasındaki gereksiz sürtüşmeleri ortadan kaldıracak bu girişim pek de
tabana yayılamadı. Đşte bu yüzden bugün hâlâ çeşitli yollarla töhmet altında
bırakıldığı için gereksiz savunmalar yapmak zorunda bırakılan inançlar, huzursuzluk
içindedir. Bu yazıyı, internette dolaşırken tesadüfen karşılaştığım bir sitenin tavşan eti
meselesini öne sürerek öfke ve aşağılamayla bir topluluğu hedef alıp yayınladığı yazı
üzerine kaleme aldım. Hiç kimseyi ne inancından ne yediğinden içtiğinden ne de
başka herhangi bir nedenden dolayı eleştirmek niyetinde ve haddinde değilim. Đslam
kardeşliğinin sadece Müslümanlara değil tüm dünyaya barış getireceği inancındayım.
Farklılıkların artık sorun olmadığı bir dünya diliyorum.
MEKTUP
Mahmut REYHANĐ
Sayın Süleyman ATEŞ,
Yazılarınızda tarihsel ve çok önemli bir olaydan defalarca bahsettiğinize şahit oldum.
Ancak bu çok önemli olayı değerlendirirken ters bir yorum yaptığınızdan haddim
olmayarak bir sefer uyarmak istedim ve size bir mektup yazdım. Fakat sonraki
gelişmeler gösteriyor ki bu konuda pek etkili olamamışım. Zira bir süre sonra yine
aynı olay hakkında aynı yorumu yaptınız ve bu ikinci yorumunuzdan çok zaman
geçmeden bir defa daha aynı şeyi tekrarladınız. Sizin gibi âlim bir insan geniş, üstün
ilim ve irfanına güvenir; istediği yorumu yapma hakkını kendinde bulabilir. Zira bu
güven duygunuzla bu dünyada hiç kimseye hesap vermek zorunda olmadığınızı
düşünebilir, sizden hesap soranın da pek olmayacağını tahmin edebilirsiniz. Ancak
yarın Allah’ın huzuruna çıkıp hesap vermekten kimse muaf değildir. Đşte onun için
özellikle sizin gibi âlim olanlar özellikle düşünüp o günden korkmalı ve ‘innellaha
yuhibbül müttakıyn’ ayetinin belirlediği zümreye kavuşmayı arzulamalıdır.
Sayın ATEŞ, bahis konusu olan olay on beş yüzyıl önce yaşanmış ve zaman aşımına
bile uğramıştır. Fakat Đslam birliğini bozan ve Müslümanları birbirine nerdeyse
düşman iki zümre hâline getiren bu olay, ‘Küntüm hayra ümmetin uhricet linnas’ ayeti
celile ile Allahın övgüsünü kazanan bu ümmetin maalesef bütün milletlerin gerisinde
kalmasına neden oldu. Siz bu uğursuz olayın müsebbibi olan kişileri savunup temize
çıkarma çabasıyla ağır bir sorumluluk altına giriyorsunuz. Bu nedenle Allah’a çok çetin
bir hesap vermek zorunda kalacaksınız.
Herkes kendi yaptıklarından sorumlu olup bunlardan hesaba tutulacakken siz kendi
hesabınızı vermekle beraber milyonlarca saf insanın vebalini omzunuza alıp hesaba
geleceksiniz. Zira ilminiz sayesinde dev bir kişilik kazanmakla, hele diyanet işleri
başkanlığı yapmakla amme halkın gözünü doldurmuş durumdasınız. Söz ve
fetvalarınız senet gibi bir önem kazanmaktadır. Siz ‘Peygamber sayıklıyor’ şeklindeki
kaba ve çirkin itiraza destek verince amme halk da buna inanmış olacak ve onların da
günahı sizde kalacaktır.
Şunu bilmeniz lazım ki Allah’ın Peygamberi, düştüğü hiddet ve infial etkisine rağmen
içindeki tanrısal bağlantının maneviyatından kopmaz. Cenab-ı Allah bu hususta onu
tarif etmiş, ‘Veme yantıku anil heva’ ayetiyle tanıtmıştır. Allah’tan bağımsız olarak
hareket edip keyfinin estiğine göre hareket ederse, büyük önem taşıyan bir ilkeye
Allah’tan bağımsız ve habersiz girerse ve eğer siz buna halkı inandırmak için sık sık
yorumlar yapıyorsanız buyurun önce başka bir peygamber bulalım. Hz. Muhammed
olamıyor, zira ‘Kalem kâğıt getirin, size bir vasiyet yazayım.’ sözü boş lakırdıymış. Hz.
Muhammed Resuldür. Resul demek elçi demektir. Elçi aldığı emirler çerçevesinde
hareket eder. Boş lakırdıyla meşgul olup yanındakileri boş yere meşgul etmez.
Zaten Cenab-ı Allah ona bir melek ihsan etmiş ve Hz. Cibril’in refakatinden
yoksun kalmamıştır. Okuduklarınızdan anımsayın, Hz. Muhammed zehirli ete elini
uzatır uzatmaz Hz. Cebrail ‘Sakın yeme, bu et zehirlidir’ dememiş miydi? Hazreti Cibril
bu vasiyet karşısında nasıl susmuş ve güya bu boş lakırdı konusunda Peygamber’i
uyarmamıştır? Madem Peygamber’in yazdıracağı vasiyet gereksiz ve boş bir lakırdıdır,
neden Hz. Cebrail bu konuda Hz. Muhammed’i yalnız bırakmıştır? Evet, siz büyük bir
âlimsiniz kimse inkâr edemez; fakat koskoca Đslam Peygamberine karşı olan bu
saygısızlığı sahiplenmenizi size hiçbir zaman yakıştırmam. Peygamber Hazretlerini boş
ve anlamsız bir şeyin peşinde koşan ve bu eylemi nedeniyle susturulup protesto
edilmeye maruz bırakılan (hâşâ) bir cahil durumuna düşürdünüz. Sizin bu olayı her
şeyden önce akıl ve mantık açısından inceleyip analiz etmeniz gerekirdi.
On beş asır önce tarih, hadis ve siyret kitaplarında büyük hadis uzmanlarına
isnat edile edile bize kadar intikal eden bu olay sizce hayali midir? Diyelim ki bu olayın
hepsi hayali ve uydurma; fakat salt Buhari Sahihi’nde 1300 yıldan beri bu olay
okunmuyor mu? Buhari’den önceki kitaplarda da bundan bahsedilmektedir; ama
bunları hesaba katmayalım. Sizin yorumlarınız da vasiyetin "gereği yok" diyen
hazretlerin itirazlarını desteklemekte ve onların vetosunu yerinde görmektedir. Bu da
sonuçta Hazret-i Peygamber’e saygısızlıktan başka bir şey değildir.
Vasiyet mahkemelerce önemlidir. Hiçbir hâkim vasiyete boş lakırdı diyemez.
Hem de siz bu vasiyetin ne hususta olduğunu anlamadan veya anlamak istemeden
reddetmeniz affedersiniz akıl ve mantık dışıdır. Saf kuşku üzerine korktunuz. Zaten
"sayıklıyor" diyen hazret kuşku ve tahmin üzerine Peygamber’in vasiyetini veto etti.
Yani vasiyetin siyasi hedefine ters olabileceğinden kuşkulanıp korktu ve onu veto etti.
Şimdi burada siz kendinizi tanıtıyorsunuz ve Allah'a, Peygamber’e değil o hazrete
bağlı olduğunuzu ispat ediyorsunuz.
Sayın ATEŞ, ben sizi yazılarınızdan tanıdım. Yazılarınızda Arapçanın bütün
inceliklerine vakıf olduğunuzu anladığım için size karşı ayrıca büyük bir takdir
hissettim. Fakat daha sonra "vema yantıku anil heva" ayetinin yorumunu ters
yaptığınız için cidden üzüldüm ve bunu makamınıza da şahsınıza da yakıştırmadım.
Bu ters yorumu üç sefer tekrarladınız ve kim bilir belki sırası geldikçe tam bir güven
içinde bundan böyle de aynı şekilde yazıp çizeceksiniz. Oysa bu hatayı anlayacak
bilimsel yetiniz yüksektir. Hani Peygamber Hazretleri ‘Âlimler, peygamber varisidir’
demiş ya size yazık değil mi?
Bin beş yüz yıl önce yapılan bir hatanın kötü akıntısına kendinizi kaptırıyor ve
lekeli bir sayfayla Allah’ın huzuruna çıkmaya hazırlanıyorsunuz. Ben bunları
aramızdaki mezhep farklılığına bakmadan söylüyorum. Zira her ikimiz aynı Allah'a
aynı Peygamber’e bağlıyız. Gayri Müslim birinden Peygamber’in hakkında öyle bir
hakaret gelse elbette üzülür, tepki gösteririm. Fakat böylesi bir hareket sizin gibi bir
âlimden gelirse buna üzüntüm daha fazla olur. Alimallah kendimden geçinceye kadar
öfke nöbeti geçiririm. Neden mi? Çünkü gayri Müslim olan kimse, belli ki Hz.
Muhammed karşısında değil Đslam karşısında duruyor; fakat siz Đslam dinini kabul
etmekle beraber bu sav ve yorumlarınızla salt Hz. Muhammed karşısında
dikiliyorsunuz. Onun Peygamberliğine leke sürüyor ve onu (hâşâ) yerlere
batırıyorsunuz. Elinizden gelse onu peygamberlik defterinizden silip büsbütün
atacaksınız.
Hz. Peygamber hiçbir zaman boş laf söylemez. Bu kadar kitap okudunuz. Hz.
Muhammed’e ait böyle bir özelliğe hiç vakıf olmadınız mı? Amr bin El-As'ın oğlu
Abdullah, Hz. Peygambere bir gün: "Ya Resulallah! Biz sizden hadis işitiyoruz; ama
yazmadığımız için onları unutuyoruz. Đzin verir misiniz işittiğimizi yazalım." Hz.
Peygamber ‘yaz’ demişti. Abdullah bir daha soruyor: “Ya Resulallah, siz zaman zaman
hiddet ve öfkeye kapılıyorsunuz, sizin o andaki sözünüzü yine yazalım mı?” Hz.
Peygamber ‘yaz yine yaz’ demiş ve şöyle devam etmiştir: “Nefsime hâkim olan Allah’a
yemin ederim benden uygun olmayan bir söz çıkmaz.” Bu hadisi, Usudul Ğabet
kitabında cilt 3 sayfa 233’te bulursunuz. Hatırladığım bu hadis konuyu aydınlatmak
için yeterli sanırım. Aynı hadis birçok kitapta olduğu gibi El-Đstiap kitabında cilt 2
Sayfa 347’de bulunmaktadır.
CAHĐLĐYE DEVRĐNDE KADI
Zöhrenneda REYHANĐ
Đslam’dan önce Cahiliye Devri’nde bencil düşünceye sahip erkekler; kadınları
çarşılarda koyunlar gibi satar, onlara acı verir, zor çektirir, bilinçli veya bilinçsiz bir
şekilde zulüm ederlerdi. Đşkenceye tabi tutulan bu kadınların çoğuna cariye ismini
verirlerdi. Cariye, satıldığı kişinin öz mülkü olurdu ve onun hükmünden çıkamazdı.
Cariye istese de istemese de sahibi, onu öz malı gibi dilediğine satabilir ve de hediye
edebilirdi. Tabi ki bu, kadına bir işkence ve zulüm idi; ancak o devirde bundan daha
acı ve daha da zalimane olan bir şey vardı ki o da kız çocuklarının ebeveynleri
tarafından diri diri toprağa gömülmeleriydi.
Arap kabilelerinden olan Tağlep evlatlarından Rabiaoğlu Uday isminde meşhur
bir şahsın bir kız çocuğu doğar. Uday, eşine ‘Git bu kızı ben görmeden toprağa göm.’
der. Baba, olaydan birkaç gün sonra bir rüya görür. Rüyasında şiirden bir beyit
kulağında çınlar: ‘Nice savaşçı kahramanlar, ince ve narin kızların karnındalar.’ Uday,
uykusundan telaşla uyanır ve eşine toprağa göm emrini verdiği kızını ister. Eşi, ‘Onu
toprağa gömmemi sen emretmedin mi?’ der. Uday ise telaşından, verdiği emrin
yerine getirilmediğini düşünerek “Kâbe’nin rabbi üzerine yemin ederim ki kızım
yaşıyor.” der. Đşte bu Uday, Ezziyr Ebu Leyla El Mühelhil ile isimlendirilmişti. Bu zalim
olaylara benzer bir durum da Müslümanların ikinci halifesi Ömer yaşamıştır.
Müslümanların ikinci Halifesi anlatır: “Ben yaptığım iki olaydan bir tanesini
hatırladığım zaman ağlar dururum, bir tanesini de hatırladığım zaman çok gülerim.
Ağladığım olay, kızımı diri diri toprağa gömmemdir. Ben toprağı kızımın üstüne
atarken kendisi önce elbiselerimin topraktan tozlandığını söyleyip durdu. Sonra baba
ne yapıyorsun, baba neden toprağı üstüme döküyorsun, baba beni neden toprağa
gömüyorsun ve baba baba diye diye sesi kesilene kadar bağırdı. Diriyken toprak
altında can verdi. Bunun için ağlarım. Güldüğüm olay ise helvadan ve kavrulmuş
undan kendime bir put yaptırmıştım. Gittiğim her sefere onu beraberimde
götürürdüm. Bir gün bir sefere çıktık ve ben yolda acıktım. Yiyecek bir şey
bulamayınca da putu yedim. Bunu hatırladığım zaman da gülerim.” (Metin
Karabaşoğlu, Ayna, "Đki Ömer'in Öğrettiği", Yeni Asya Gazetesi, 6 Mart 1996. Ayrıca
bu olay 2003 yılında Adana’da Çemberlitaş Fırat Kültür Merkezi (FKM) Tiyatrosu’nca
“Hz. Ömer’in Gözyaşları” adlı tiyatro oyununda canlandırılmış ve yönetmenliğini Hilali
Mahmutoğlu, başrolünü Ali Aksoy oynamıştır.)
Bütün bunlardan sonra yüce Allah, kullarına nimet olarak Hz. Muhammed’i
(s.a.a.v.) Đslam diniyle gönderdi. Aziz kitabını ona indirdi. Kadın ve erkeklere fariza ve
sünnetleri, hak ve hukuku gösterdi. Kız çocukları diri diri toprağa gömülmekten,
kadınlar alınıp satılmaktan kurtuldu. Evlilikler akit ve mehirle yapılmaya başlandı. Ama
Đslamiyet’ten nasibini alamayanlar, cahiliyenin etkisinde kaldılar. Cahiliyeden Đslam
dinine sıçrayan kıvılcımlar ne de büyük yangınlara sebep oldu.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.), Đslamiyeti yaymak için öncelikle ahlaka önem verdi.
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) bir hadisinde ‘Ben ancak güzel ahlakın üstünlüğünü
tamamlamaya geldim’ diye buyurmuştur. Burada ince bir nokta vardır ki onu
belirtmekte fayda vardır. Hz. Muhammed (s.a.a.v.), ben dinin üstünlüğünü
tamamlamak için gönderildim, dememiştir. (Ancak doğru dinin Đslam olduğu ve
dinimizin tamamlandığı, başka din seçenlerin doğru yerde olmadıkları konusunda
Allah korusun herhangi bir şüphemiz yoktur, bu konuda ayetler vardır.) Çünkü kişinin
ahlakı olmayınca dini de olmaz. Din iyi ahlak ve iyi amelle tekâmül bulur.
Resulullah zamanında iki adam, bayan komşularını Peygambere şikâyet
ederler: 'Ya Resulullah, bizim filanca komşumuz ibadet eden birisidir. Gündüzünü
oruçla gecesini namazla geçirir; ancak geçimsizdir ve komşularına zarar veriyor.’
derler. Hz. Muhammed, ‘Bu kadın cehennemliktir; çünkü ahlakı kötüdür. Kimin ahlakı
kötü olursa ameli de bozulur.’ der. Başka bir örnek vermek isterim. Bir gün Hz.
Peygamber’e, esir alınan bir grup kadın getirilir. Onlardan biri çıkar ve ‘Ya Resulullah,
ben Hatim Tayy’ın kızıyım.’ der. Hz. Peygamber, ‘Bu kadını salıverin gitsin; çünkü
babası iyi ahlakı severdi.’ der. Kadın, babasının iyi ahlaka sahip olmasından dolayı
esaretten kurtuldu. Đbadet eden ancak komşularına zarar veren kadını ise namazı,
orucu cehennemden kurtarmadı; çünkü kadının ahlakı kötüydü. Komşuluk ilişkisi
hakkında Hz. Peygamber’in birçok hadisi vardır. Peygamber Efendimiz -sallallâhu
aleyhi ve âlihi ve sellem- buyuruyor ki: "Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi o kadar
tavsiye etti ki neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim." (Buhârî,
Edeb, 28; Müslim, Birr, 140, 141)
Đnsanoğlunun teknolojiyi yakaladığı bu devirde, komşuluk ilişkileri kaybolmaya
yüz tutmuştur. Ahlak bozguna uğramıştır. Bir iyinin yanında birçok kötü görmek
mümkündür. Her gün televizyonlarda ve yazılı medyada tüyler ürperten olaylara tanık
oluyoruz. Hırsızlık, rüşvet, cinayet, riyakârlık ve kısacası her taraftan ahlak bozukluğu
görüyoruz. Đnsan, insanlıktan çıkmış bir hâlde. Evlat ebeveynlerine kıyıyor. Ebeveynler
çocuklarına, kardeş kardeşe, eş eşine, dost dostuna acımıyor. Yabani hayvanlar bile
yavrularına kıyamazken; insan, insanı öldürebiliyor. Düşünüldüğünde aslında bunlar,
insana birer musibettir. Bu musibetlere karşı ey Kıyamet ne zaman kopacaksın?
Yazının başında Đslamiyetten önce kadınlara yapılan eziyeti anlattık. Şimdi de
Đslamiyet devrinde kadına yapılan bazı haksızlıklara değinmek istiyorum. Günümüzde
bazılarının bir kadınla tartıştıklarında ona hakaret etmek amacıyla ‘Siz Âdem’i bile
cennetten çıkardınız. Biz sizinle baş edebilir miyiz?’ sözünü söylediklerini sıkça
duyarız. Hatta bunu sadece sıradan insanlardan değil birçok din adamı, hoca ve
ruhbanlardan da duyarız. Aynı zamanda bu kişiler maalesef Âdem’i cennetten
kovduranın anamız Havva olduğunu iddia ederler. Meğer yüce Allah’ın, bu ağaçtan
yemeyin uyarısını verdiği meyveyi Hz. Âdem’e yediren anamız Havva’dır. Ancak
bizlere gerçekleri gösteren yüce Allah’ın kitabı elimizde olmasına rağmen bu kişiler,
bunu anlamayı istememekte ısrarcı davranmışlardır.
Bakara suresi 35 ve 36. ayette şöyle buyruluyor: “Demiştik ki: Ey Âdem, sen
ve eşin cennette oturun, dilediğinizi bol bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın; yoksa
haddini aşanlardan olursunuz. Şeytansa oradan onların ayaklarını kaydırdı, onları
bulundukları makamdan çıkarıverdi…”
Taha suresinin 120, 121 ve 122. ayetleri ise şöyledir: “Şeytan, ona vesvese
verdi de ey Âdem dedi, sana ebedîlik ağacını ve zeval (son) bulmayacak devleti
göstereyim mi? Đkisi de o ağacın meyvesinden yediler de avret yerlerini gördüler ve
cennetteki ağaçların yapraklarıyla avret yerlerini örtmeye koyuldular ve Âdem,
Rabbinin emrine karşı geldi de umduğundan mahrum oldu. Sonra da Rabbi seçti onu,
kabul etti tövbesini ve onu doğru yola sevk etti.”
Yüce Allah’ın bu ayetlerinde Havva diye bir sözcük geçmiyor. Şeytanın
vesvesesine muhatap olan da tekil kişidir, o da ‘Âdem’dir. Şeytan vesveseyi Âdem’e
yapmış, Havva’ya değil. Ancak yüce Allah, Âdem’in tövbesini de kabul etmiştir.
“Âdem, Rabbinden bazı sözler belledi de Allah tövbesini kabul etti. Şüphe yok ki o,
bütün tövbeleri kabul eder, rahîmdir.” (El Bakara suresi 37. ayet)
Görüldüğü gibi ayetlerde Havva’nın değil Âdem’in zikri vardır. Âdem’in zevcesi
olan Havva anamız Âdem’le beraber yasaklı ağaçtan yemiştir. Bu ayetlere rağmen
Đslam dünyasında kadına daha önce belirttiğim şekilde hücum edenler maalesef
vardır. Yüce Allah, Âdem’in tövbesini kabul etmiştir; ama Âdem’den gelecek bütün
erkeklerin tövbesini peşinen kabul ettim, dememiştir.
“Şeytansa oradan onların ayaklarını kaydırdı, onları bulundukları makamdan
çıkarıverdi. Dedik ki: Bazınız, bazınıza düşman olarak inin buradan. Bir zamana kadar
yeryüzünde oturmanız, oradan rızıklanmanız mukadder.” (El Bakara suresi 36. ayet)
Đşte insanlar arasındaki anlaşmazlıklar, devletler arasındaki savaşlar, aile
içindeki fitneler bugün had safhadadır. Ama her şeye rağmen erkek zorda ve kolayda
ailesini geçindirmek için çaba harcar. Harcayacağı çabada ölüm riski olsa da kadın
çocukların bakımını, evin işlerini üzerine alarak daha da kutsal bir vazife üstlenmiştir.
Unutulmamalı ki kadın; ilk eğiten, öğreten, beşeri âlemin anası ve yarısından
fazlasıdır. O, hürmet ve takdir edilmeyi hak edendir. O, hakir görülemez; şiddet,
zulüm altında bırakılamaz. Kadın; yuvasına bağlı, eşine sadık, şefkat, merhamet dolu
bir yüreğe sahiptir. Bu bağlılık ve rahmeti de onlara yüce Allah ilham etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de Rum suresi 21. ayette ‘Sizin için nefislerinizden kendilerine
ısınırsınız diye eşler yaratmış, aranıza bir sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz ki
bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.’ buyrulmaktadır. Kadının buradan
da nasibi sanki erkeğinkinden fazladır. Çünkü kadında bulunan şefkat, rahmet erkeğe
oranla daha çoktur. Şüphe yok ki yüce Allah, bu ayeti indirmemiş olsaydı, bu iki cins
insanın anlaşması daha da zor olacaktı.
Hz. Peygamber de kadına birçok konuda müsamaha vermiştir. Bir grup kadın
Hz. Peygamber’e gelir ve ‘Ya Resulullah bizler anayız, çocuklarımız ve işimiz var.
Namaz farizalarını yerine getirmek için camiye gidemiyoruz.’ derler. Hz. Peygamber,
‘Siz kadın ve anasınız, evinizde namaz kılmanız mescidimde namaz kılmanızdan daha
hayırlıdır.’ demiştir. Bunun örneğini Hz. Fatıma’da da buluruz. Hz. Fatıma bir gün
babasına (Hz. Muhammed’e) eşinin mal varlığını şikâyet eder. Babası ‘Ya Fatıma!
Baban ilmin şehridir, kocan da onun kapısıdır. Bu sana yetmiyor mu? Sen de ya
Fatıma kâinat kadınlarının seyyidesisisin.’ diye buyurur. Fatıma, ‘Babacığım, Đmran kızı
Meryem kadınların seyyidesi değil midir?’diye sorunca Hz. Peygamber, ‘Ya Fatıma,
Meryem kendi âleminin seyyidesidir. Sen ise kâinat kadınlarının seyyidesisin.’ der. Bu
unvana sahip Hz. Fatıma babasının mescidinde değil, evinde namaz kılardı. Ve evinde
kendisine özel bir mihrabı vardı.
Sonuç itibarıyla kadın maalesef hem Đslamiyet öncesinde hem sonrasında
eziyete uğratılmıştır. Peygamber’in ‘Cennet, anaların ayakları altındadır.’ hadisine ve
onca ayete rağmen Müslüman diye geçinen bazı cahiller tarafından kadın suiistimal
edilmiştir. Oysa bilinmeli ki kadınların dışlandığı, horlandığı, ötekileştirildiği ve bütün
günahların kaynağı olarak gösterildiği toplumlar, tarihte zavallı duruma düşmüş ve
cehalet bataklığında onun bunun kölesi olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. Bu
bilinçle hareket edilmediği sürece Đslam’dan bir şey anlaşılmamış demektir.
KUR’AN-I KERĐM VE EHLĐBEYT
Yüce Allah, Hz. Muhammed’i (s.a.a.v.) nebi ve resullerin sonuncusu olarak
insanların hidayetine gönderdi. Daha önce resullerine gönderdiği kutsal kitapların en
sonuncusunu kendisine indirdi. Bütün kutsal kitapların ahkâmlarını Kur’an’da topladı.
Bunun içindir ki Hz. Peygamberimizin yasası (şeriatı), Kıyamet Günü’ne kadar yüce
olarak sürecektir.
Kur’an-ı Kerim Allah’ın hak kitabıdır. Bunda hiç kuşku yoktur. Yüce Allah, bu
hak kitabı değiştirme, peygamberinin hadislerini saptırma salahiyetini kimseye
vermemiştir. Kim ki bunu yaparsa ameli düşer ve kaybedenlerden olur.
Hadislerden açıkça anlıyoruz ki Hz. Peygamber, kendisinden sonra ümmetinde
oluşacak bölünmelerin de, insanların birbirleriyle savaşacaklarının da bilgisine vakıftı.
Buhari Sahihi’nin El Fiten (Fitneler) kitabında şöyle bir hadis nakledilmiştir:
“Abdullah ibnu Ebî Muleyke şöyle demiştir: Esma bintu Ebî Bekr söyledi ki,
Peygamber şöyle buyurmuştur: ‘Ben (Kıyamet Günü’nde) havzımın başında benim
yanıma gelecek olanları beklerim. Sonra benim yakınımda birtakım insanlar
yakalanırlar. Ben:
— Onlar benim ümmetimdir, derim. Allah:
— Sen onların senden sonra dinlerinden arkalarına dönüp gittiklerini bilmezsin, diye
buyurur.’
Abdullah ibn Ebî Muleyke:
— Allah'ım, bizler topuklarımız üzerinde arkamıza dönmekten yahut (dinimizde)
fitnelere uğratılmaktan sana sığınırız, demiştir.”
Yine aynı kitapta şöyle bir hadis daha vardır:
Abdullah ibn Mesud dedi ki Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben sizin havuz başına
ilk varan öncünüzüm. Yemin olsun orada sizden birtakım adamlar bana kaldırılıp
gösterilecek, hatta ben onlara vermek üzere elimi uzatırım ki, bu sırada onlar çekilip
benden uzaklaştırılırlar. Ben:
— Ey Rabbim! Onlar benim sahabelerimdir, derim. Yüce Allah:
— Sen onların senden sonra dinde neler icat ettiklerini bilmezsin, buyurur.”
Bir hadis daha nakletmek istiyorum. Yine aynı kitapta şöyle bir hadis yer alır:
Ebû Hazım şöyle demiştir: Ben Sehl ibn Sad’dan işittim, o şöyle diyordu: Ben
Peygamber'den işittim, o şöyle buyuruyordu: “Ben sizin havuz başında öncünüzüm.
Ona gelen içer, ondan içen ebediyen bir daha susamaz. Ve muhakkak benim yanıma
birtakım kavimler gelecekler ki, ben onları tanırım, onlar da beni tanırlar. Sonra
benimle onlar arasına bir perde konulur.”
Ebû Hazım dedi ki: Ben bu hadisi kendilerine tahdîs ederken Numân ibn Ebî Ayyaş da
işitti ve:
— Sen bu hadisi Sehl'den bu şekilde söylerken işittin mi diye sordu.
Ben de:
— Evet, dedim.
Ebû Hazım şöyle dedi: Ve ben Ebû Saîd el-Hudrî üzerine şahadet ediyorum ki,
muhakkak surette ben ondan işittim, o şu sözler ziyade ederek Peygamber'in şöyle
buyurduğunu söylüyordu:
— "Onlar muhakkak bendendirler, derim. Bana:
— Sen onların senin ardından ne tebdiller yaptıklarını bilmezsin, denilir.
Ben de:
— Benden sonra (dinde) değiştirme yapanlar uzak olsunlar, uzak olsunlar, derim"
Onun için Hz. Peygamber, insanlara bir yol gösteriyor ki onu takip ederlerse
kendilerini geri dönmekten ve de bozguna uğramaktan masum kılacaktır. Bu yol
Kur’an-ı Kerim ve Ehlibeyte bağlı olmaktır. Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) Ehlibeyti;
Emiyrül Mü’miniyn Ali bin Ebî Tâlib, Fatımatüz-Zehra, Hasan ve Hüseyin’dir.
Hüseyin’in evlatlarından dokuz imam da bu kutsal ağacın devamıdır. Hz. Peygamber
“Bunlar hakla beraberdir, hak ve Ehlibeyt Kıyamet gününe kadar birbirlerinden
ayrılmayacaklardır.” buyurmuştur.
Ehlibeyt ve Kur’an-ı Kerim’e tabi olma zorunluluğunun bir kısmını itimat edilir
kaynaklardan yazacağım.
“Ben size biri diğerinden büyük paha biçilmez iki değer bırakıyorum. Bunlar Allah’ın
kitabı Kur’an-Kerim ve Ehlibeyttir.” (Nisai, Hasais)
“Ey insanlar, sizlere onlara tutunursanız hiç sapmayacağınız iki şey
bırakıyorum. Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Ehlibeytim.” (Tirmizî)
“Ben sizlere iki halife bırakıyorum. Allah’ın kitabı ve itretim olan Ehlibeytim.
(Suyutî, Dürrül Mensur)
“Ben sizlere paha biçilmez iki değer bırakıyorum. Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim
ve Ehlibeytim.” (Havarezmî, El Menakıb)
“Ey insanlar, ben bir beşerim. Rabbimin elçisi acele gelebilir ben de icabet ederim.
Ben aranızda iki paha biçilmez değer bırakıyorum. Allah’n kitabı Kur’an-ı Kerim ve
ehlibeytim.” (Sahih-i Müslim)
Resulullah (s.a.a.v.) Gadir Hum’da Müslümanların çoğunu kapsayan kalabalığa
sordu: “Benim Müslümanlara kendi nefislerinden öncelikli olduğumu bilmez misiniz?”
Müslümanlar evet dediler. Hz. Peygamber, bir daha sordu: “Her mü’minin nefsinden
evla olduğumu bilmez misiniz?” Müslümanlar evet dediler. Hz. Peygamber, Ey
insanlar, sizin veliniz kimdir? Müslümanlar üç kere Allah ve Resulü dediler. Sonra Hz.
Peygamber, Ali bin Ebî Talib’in elini tutar ve “Ben kimin mevlası isem Ali de onun
mevlasıdır. Allah’ım ona velayet edene veli, düşmanlık edene düşman ol. Bu benim
velimdir. Ben de ona veli olana veli, düşman olana düşman olurum. Ey insanlar, yüce
Allah, benim mevlamdır ben de müminlerin velisiyim. Ben onlara nefislerinden
öncelikliyim. Ben kimin mevlası isem bu gördüğünüz Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım
ona veli olana veli, düşman olana da düşman ol. (Errabtul Muhkem)
“Enes bin Malik’ten rivayetle der ki: Ben, Ebu Zer, Selman, Zeyd bin Sabit ve
Zeyd bin Erkam Peygamber’in yanındaydık. Hasan ve Hüseyin içeri girdi. Resulullah
onları öptü. Sonra Ebu Zer kalktı, onlara sarıldı, ellerini öptü ve dönüp aramıza
oturdu. Biz yavaş sesle Ya Ebû Zer, sen Hz. Peygamber’in yaşlı sahabelerinden birinin
kalkıp Haşimoğullarından iki gence sarılıp ellerini ve kendilerini öptüğünü gördün mü?
Ebû Zer, siz de Resulullah’tan duyduklarımı duymuş olsaydınız yaptıklarımdan daha
fazlasını yapardınız. Biz de ya Ebû Zer, Resulullah’tan ne duydun diye sorduk. Ebû
Zer, Resulullah’ı şöyle buyururken duydum: “Vallahi bir kul, kurumuş bir deri gibi
kalana kadar namaz kılar, oruç tutarsa namazının ve orucunun yararlarını ancak sizi
sevmek, düşmanlarınızdan beraat etmekle alır. Ya Ali, kim ki Allah’a sizin hakkınızla
tevessül ederse yüce Allah onu boş çevirmez. Ya Ali, kim ki sizi severse o, sağlam bir
kulpa tutunmuş olur.” Sonra Ebû Zer, kalkar ve gider. Resullullah’a geldik ve ya
Resulullah, Ebû Zer bizlere bunları bunları anlattı. Hz. Peygamber, Ebû Zer doğru
söyledi. Yemin ederim ki yeryüzüne Ebû Zer lehçesinden daha sadık bir söz gelmedi.
Sonra devam etti. Yüce Allah, Ehlibeytimle beni Âdem’i yaratmadan yedi bin yıl önce
bir nurdan yarattı. Sonra bizi temizlerin sulblerine ve rahimlerine taşıdı. Dedim ki ya
Resulullah daha önce neredeydiniz, neyin üstündeydiniz? Resulullah, arşın altında
Allah’ı tesbih eden şahıslardık, dedi ve devam etti. Rabbim beni göklere çıkardığında
ve cennetteki ‘Sıdretül Münteha’ ağacına vardığımda Cebrail, benimle vedalaştı. Ben
dedim ki Ya habibi ya Cebrail, böyle bir mekânda mı benden ayrılıyorsun? Cebrail
dedi ki ya Muhammed, ben bu yeri geçemem, kanatlarım yanar. Sonra yüce Allah,
beni nurdan nura fırlattı dilediği kadar. Yüce Allah bana, ya Muhammed, ben
yeryüzüne nazar kıldım, seni Peygamber olarak seçtim. Sonra yeryüzüne bir daha
baktım, Ali’yi seçtim. Onu senden sonra imam, vasi ve ilmimin varisi kıldım. Sizin
sulplerinizden ilmimin bekçilerini, temiz soylu masum imamları çıkaracağım. Eğer
bunlar olmasaydı ne dünyayı ne ahireti, ne ateşi ne cenneti yaratırdım. Onları görmek
ister misin? Ben de evet ey Allah’ım dedim. Sonra ya Muhammed, başını kaldır diye
çağrıldım. Başımı kaldırdım. Nurlar saçan Ali, Hasan, Hüseyin, Hüseyin’in oğlu Ali,
Ali’nin oğlu Muhammed, Muhammed’in oğlu Cafer, Cafer’in oğlu Musa, Musa’nın oğlu
Ali, Ali’nin oğlu Muhammed, Muhammed’in oğlu Ali, Ali’nin oğlu Hasan ve aralarında
bir yıldız gibi parlayan Hasan’ın oğlu Muhammed’i gördüm. Ben ya Rabbi, bunlar ve
aralarında yıldız gibi parlayan kim, diye sordum. Yüce Allah, bunlar senden sonraki
temiz imamlardır. Bu da yeryüzü nasıl zulüm ve cevrle dolduysa onu adalet ve hakla
dolduracak olan hüccettir. Dedik ki ya Resulullah baba ve annelerimizin hakkıyla çok
acayip şeyler söyledin. Resulullah dedi ki bundan daha acayip olan şey şudur ki,
doğru yolu gösterdikten sonra bazı kavimler benden bunları duyacak sonra arkalarına
dönecek ve bu imamlara eziyet etmekle bana eziyet edeceklerdir. Allah bunları
yapanları şefaatimize erdirmesin.
Sevgili kardeşlerim, Hz. Peygamber’in bu izahından sonra akıllı olan biri
Ehlibeytten ayrılır mı? Kendilerine başkalarını tercih eder mi? Bu aksi yola sapanlar
ancak Allah’ın kalplerini kör ettiği duymayan ve görmeyenlerdir.
Allah’ım, bizleri
edenlerden kıl. Âmin.
Ehlibeytin
yolundan
ayrılmayan,
onların
izlerini
takip
EHLĐBEYTĐN VELAYETĐNE GĐRMEK
Đzzettin USLU
…“Ali gibisi varken başka bir arayış içine girmenin -ayetlerle ve hadislerle
sabittir ki- sonu hüsrandır. Bütün bu açıklama, hadis ve uyarılardan sonra akıl ve
insaf sahipleri her türlü mezhep taassubunu bırakarak aşağıdaki ayete tekrar tekrar
yanıt vermelidir:
“Hakka ulaştıran mı uyulmaya daha layıktır; yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça
hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size, nasıl hükmediyorsunuz?” (Yunus suresi, 39.
ayet)
Dergimizin bir önceki sayısında değerli hocamız Sayın Ahmet Davut ŞANLI,
yazısını bu şekilde soru niteliğindeki bir ayetle bitirmişti. Bu soru bana bu yazıyı
yazmam konusunda ilham verdi. Sayın hocamıza teşekkür ederek yazısında en
başından en sonuna kadar belirttiği tüm düşüncelerini paylaştığımı belirtiyor ve
Alevilerin tercihlerini ne yönde kullandıkları konusuna değinmek istiyorum. Bedeli çok
ağır olduğu hâlde biz Aleviler, tercihimizi Hakk’a ulaştıranlardan yana kullandık.
Tarihin seyri içerisinde biz de defalarca bu sabır ve sebat imtihanından geçtik.
Horlandık, dışlandık, eziyete ve en kötüsü iftiralara uğradık. Bazen fetvalarla çoğu
zaman da fetvasız, kılıçtan geçirildik; hurma ağaçlarında dara çekildik; Allah’a
şükürler olsun Ehlibeytin velayeti konusunda tereddüde düşmedik. Bir an için bile olsa
velayetten, Ehlibeyte muhabbetten şaşmadık. Nasıl vazgeçebiliriz ki, Yasir’in oğlu
Ammar akla hayale gelmeyecek işkencelere rağmen vazgeçti mi inancından?
Ya annesi Sümeyye, ya babası Yasir düştüler mi can kaygısına? Şahadet
şerbetini içmediler mi herkesten önce inançları uğruna?
Ammar bin Yasir, Malik bin El Harisil Eşter’i Nahi, Muhammet bin Ebubekir; kimin
velayeti yolunda şehit oldular?
Hucr bin Adiy ve arkadaşları Merc Azra denilen yerde kimin muhabbeti uğruna
ve nasıl şehit edildiler?
Reşid Haceri, Meysem bin Yahya Et Temmar, Amr bin Humeg kimin velayeti
uğruna Muaviye’nin Valileri tarafından katledilerek şahadete kavuştular?
Ya Kanber bin Kaden Ed Devsi, Kumeyl bin Ziyad, Said bin Cubeyr niçin
katledildi zalimlerin zalimi Haccac tarafından?
Ebu Zerr niye sürgün edildi ucu bucağı çöl olan Rebeze’ye?
Üveysül Karani, Ebu Eyyub Ensari (Eyüp Sultan) kimin velayetine bağlandılar?
Şüphesiz ki Allah, insanları dünyada başıboş gezsinler diye yaratmamıştır. Emrettiği
şeyler üzerinde imtihana tabi tutmuştur insanları. Hz. Ali şöyle buyurur: “Canınız
tehlike altındayken bizlere sövmeniz istendiğinde bize sövebilirsiniz, hâl böyle iken
size günah yazılmayacaktır; ancak bizden beri (uzak) olmanız istenirse o zaman
boyunlarınızı derhal kılıçlara uzatınız.” (El Hüseyin Bin Hamdan El Hasiybi, Hidayetül
Kübra)
Allahü Ekber! Bunu gören, duyan, okuyan hangi insan duygulanmaz ve kendini
sorgulamaz? Velayetin önemi daha nasıl anlatılır? Lütfen dikkat buyrulsun, ‘Ölmek
insanlar için velayetten çıkmaktan çok daha iyidir’ buyruluyor. Hz. Ali hâşâ büyüklük
taslamak veya zulmetmek için mi insanları ölüme sürüklüyor, elbette hayır. Hz. Ali
insanların hayrına olan bir şeyi nasihat ediyor. Đnsanların Hakk indinde ilk önce
velayet konusunda sorguya çekileceklerini; hatta namazdan, hacdan, zekâttan önce
insanlara velayetin sorulacağını bildiği için bunu öğütlüyor. Çünkü velayetten
çıkmanın hiçbir gerekçesi kabul edilmeyecektir Hakk divanında. Onun için, ona
gönülden bağlananlara rahmet olsun diye “Gerekirse ölün, ama asla velayetten
çıkmayın.” diyor. Đmam Muhammed Bâkır (a.s.) bakın ne güzel buyurmuştur:
“Đslam beş şey üzerine kurulmuştur. Namazı dosdoğru kılmak, hacca gitmek,
Ramazan ayında oruç tutmak, zekât vermek ve biz Ehlibeytin velayeti. Bunlardan ilk
dördünün ruhsatı vardır; ama velayette ruhsat yoktur. Çünkü malı olmayana zekât ve
hac farz olmaz, hasta olan namazını oturarak kılar ve orucunu bozabilir. Ancak
velayet; sağlıklı, hasta, fakir ve zengin herkese farzdır.” (Vesailüş-Şia c:1 s:14)
Yeri gelmişken Hz. Ali’nin sır arkadaşlarından ve ashabın büyüklerinden Hucr
bin Adiy’in ibret verici vasiyetlerini burada belirtmekte sonsuz yarar var
kanaatindeyim. Bilindiği gibi halifeliği zamanında Muaviye, bütün valilere bir
emirname gönderir ki bu emirname şu şekildeydi:
“Bundan böyle Ali ile onun Ehlibeytinin fazileti hakkında bir şey anlatacak olan
kimsenin mal, can ve namus dokunulmazlığı kalmayacaktır. Hutbelerde Ali ve
Ehlibeytine (hâşâ) lanet okunacaktır.” (Ebul Hasan El Medaini, El Ahdas / Mevdudi
s:234 /Taberi, c:4 s:188 / Đbni’l Esir, c:3 s:234 / Đbn-i Kesir, Bidaye c: 8 s: 80)
Ne acıdır ki bu uygulama 1001 ay devam etmiştir, Emevilerden Ömer bin
Abdülaziz’e kadar. O da bu kötü âdeti kaldırmanın bedelini canıyla ödemiştir.
Hucr bin Adiy ve arkadaşları, camilerde yapılan bu sövgüleri duyunca çok sert
bir tepki göstermiş ve bunun üzerine Muaviye’nin Valisi Ubeydullah bin Ziyad
tarafından tutuklanmış, sonrasında Merc Azra denilen yere götürülerek orada
arkadaşlarıyla beraber şehit edilmişlerdir. Tüm arkadaşları gözlerinin önünde teker
teker şehit edildikten sonra sıra Hucr’a gelince ona “Vasiyetini yap.” denir. Benim üç
vasiyetim var, der Hucr. Birincisi benim iki gözümün ışığı oğlumu benden önce şehit
edin. O bugüne kadar efendisi Ali’nin velayetinde benimle adım adım yürüdü. Onu
gözümün önünde şehit edin ki şehit olduğunu gözlerimle göreyim, ben de bu
dünyadan rahat ayrılayım. Zira ben, ondan önce şehit olup gidersem benim kadar
acılara dayanamayıp Ali’nin velayetinden çıkabilir ve cennette benimle beraber olmaz.
Ben onun ebedi olarak cehennemde kalma ihtimaline karşılık oğlumun şehit olmasını
istiyorum. (Mehmet KITAY, Hakiki Đslam Tarihi s:293 Đkinci vasiyeti ayağındaki
pranga ve ellerindeki zincirlerle defnedilmesi, üçüncü vasiyeti abdest alıp iki rekât
namaz kılması)
Yazar Mehmet KITAY, bu olayı kitabında anlattıktan sonra bir yorum yapıyor ki
Allah ondan razı olsun tüm anne babaların dikkatini çekiyor: “Biz de kendi
evlatlarımızın saadetini düşünmeliyiz. Onların başıboş, gelişigüzel hayat sürmelerine
göz yummamalıyız. Onların dinine ve imanına zarar getirecek şeylerden onları
korumalıyız. Zira üç beş günlük hayatın yaşantısına aldanıp ebedi saadetten mahrum
kalabilirler. Eğer biz kendimiz cennet ehli olmayı arzu ediyorsak mutlaka evlatlarımızın
da cennet ehli olmalarını arzu etmeliyiz.” (Mehmet KITAY, Hakiki Đslam Tarihi s:293)
Değerli kardeşlerim, elimizde bulunan ve değerini hiçbir kelimeyle
anlatamayacağımız cevherin, marifetin kıymetini bilelim. Ne olur bu cevhere, marifete
layık olalım. Eşimizi, çocuklarımızı, akrabalarımızı, dostlarımızı, sevdiklerimizi uyaralım
ve onların inşallah cennet ehli olmaları yolunda, velayete sımsıkı bağlı bireyler
olmaları yolunda gayret gösterelim. Kadını, erkeğiyle bir tek bireyimiz bile velayeti,
namazı, orucu ve diğer ibadetleri asla hafife almamalı; aksine onları canı pahasına
sahiplenmelidir. Kadınımız da bu ibadetleri yerine getirmeli, erkeğimiz de; gencimiz
de yaşlımız da. Yoksa önce kendimize sonra topluma yazık ederiz. Allah bizi
kaybedenlerden değil, kurtulanlardan olmamızı nasip etsin.
Evet, konumuza tekrar dönelim ve şu soruyu yanıtlayalım: Ehlibeytin
velayetine girenler bedel ödedi de hidayet önderleri olan Ehlibeyt, bundan geri mi
kalmıştır? Zaman bize hidayet önderleri olmakla bu bedeli ilk ödeyenlerin bizzat
Ehlibeytin kendisinin olduğunu gösterdi. Đslam’ın yerleşmesi ve putperestliğin ortadan
kalkması yolunda eşsiz mücadele gösteren, tüm savaşlarda Hz. Muhammed’in
(s.a.a.v.) hak sancağını taşıyan ve bu savaşların kazanılmasını sağlayan, kimsenin
karşılarına çıkmaya cesaret edemediği en azılı ve yola gelmez düşmanları tek kılıç
darbesiyle yok eden, şu anda isimleri en başköşede anılan kişiler savaş
meydanlarında Peygamberi düşmanların ortasında bırakıp can kaygısıyla ceylan gibi
sekip kaçarken Hz. Muhammed’i yanındaki birkaç kişiyle koruyan Hz. Ali’den; adeta
yaptıkları dolayısıyla intikam alınmıştır. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) bunu, bu dünyadan
göç etmeden önce sezmiş ve şu uyarıyı yapmıştır:
“Ey halk, ne oluyor size? Âl-i Đbrahim zikrolunduğunda yüzünüz gülüyor ve nefsiniz
bundan hoşlanıyor da Muhammed ve Ehlibeyti zikrolunduğunda kalbinize kasvet
geliyor ve yüzünüz buruşuyor. Vallahi yetmiş peygamberin yaptığı iyi amelleri
yapsanız dahi, Ali ve evlatlarını sevmedikçe cennete giremezsiniz. Allah’ın bir hakkı
vardır ki onu sadece Allah, ben ve Ali biliriz. Benim bir hakkım vardır ki onu sadece
Allah ve Ali bilir. Ve Ali’nin bir hakkı vardır ki onu sadece Allah ve ben biliriz.” (Hafız
Muhammed Bin El Fevaris, El Erbain s:24)
Zamanla Peygamber’e muhalefet o kadar yükseldi ki bu muhalefet ekseninde
başı çeken Kureyşliler, işi küstahlık derecesine kadar taşıdılar ve Peygamberin geldiği
soy olan Beni Haşim’i hedef alarak “Çiçek bazen de bataklıkta yeşerir.” sözünü
kullanmışlardır. (Yenabiü’l Mevedde s:11)
Bu yüzden Hz. Muhammed (s.a.a.v.), Ehlibeytinin uğrayacağı sıkıntılardan
dolayı üzüntü ve endişe duyar. Bir defasında: "Benden sonra Ehlibeytim bu ümmetin
elinden pek çok perişanlıklar çekecek ve ümmetim tarafından öldürüleceklerdir." diye
buyurmuştur. (Yenabiu’l-Mevedde, s:111)
Hz. Muhammed (s.a.a.v.) bir gün “Bazıları Ehlibeytim konusunda eziyet
ediyorlar bana.” diye buyurur. Bunu duyan ensar (Medineli Müslümanlar) derhal
silahlanıp savaşa hazır hâlde Peygamber’in yanına giderler. Ancak Peygamberimiz
Ensarı sakinleştirerek kan dökülmesini önler. (Yenabiü’l Mevedde s:11-156)
Kureyşin bu olumsuz ve yola gelmez tavrını gören Hz. Muhammed (s.a.a.v.)
her defasında onları uyarıyordu: “Ehlibeytime zulüm eden ve itretim olan Ehlibeytime
eziyet etmekle bana eziyet eden kimseye cennet haram kılınmıştır.” (Zemahşeri;
Keşşaf Tefsiri/Şura suresinin 23. ayetinin tefsirinde)
Hz. Muhammed’den (s.a.a.v.) sonra muhacir diye de anılan Kureyşliler,
Peygamberimizin öngördüğü gibi Hz. Ali’ye karşı büyük bir kin kustular. Hz. Ali,
yapılacak zulmün kendisiyle bitmeyeceğini bu zulmün evlatlarına da yansıyacağını
biliyordu. Konuyla ilgili yakın dostlarına şu sözü buyurmuştu: “Kureyşliler, Hz.
Peygamber’e besledikleri kin ve düşmanlığı bana karşı sürdürdüler ve benim
evlatlarıma da aynı şeyi yapacaklar. Benim Kureyşle bir alıp veremediğim yok. Ben
Allah ve Resulünün emriyle onlarla savaştım.” (Yenabiü’l Mevedde s:111)
Muhterem kardeşlerim, Hz. Muhammed (s.a.a.v.), ailesinin başına ne
geleceğini biliyordu ve bunu her fırsatta belirtiyordu. Sevgili kızı Hz. Fatıma’nın evinin
yakılmak istendiği ve atılan tekme sonucu bebeğini düşürdüğü ve bütün bu olayların
Peygamberimizin dünya değiştirmesinden sadece günler sonra gerçekleştiği
malumunuzdur. Hz. Ali de ailesinin başına ne geleceğini biliyordu ve bunu her fırsatta
belirtiyordu. Hz. Ali’nin oğlu Ehlibeytin ikinci Đmamı ve Hz. Muhammed’in sevgili
torunu Hz. Hasan, Muaviye tarafından zehirlendi. Kerbela’da Hz. Ali’nin diğer oğlu ve
Đslam Peygamberinin reyhanesi –ki Ehlibeytin üçüncü imamıydı- Hz. Hüseyin (ve
Peygamber ailesinden 72 kişi) Kerbela’da Muaviye’nin oğlu Yezit’in emriyle katledildi.
12. Đmam hariç sırasıyla Ehlibeytin tüm imamları teker teker şehit edildi. Onların her
biri babalarının, dedelerinin şehit edildiği gibi kendilerinin de şehit edileceklerini
biliyorlardı; ama asla dünyanın geçici, aldatıcı, sahte hayatına kanmadılar ve
etraflarını bir güneş gibi aydınlatmaya devam ettiler. Đşte bütün bunlar bizim için birer
örnektir. Cennet kolay değil, cennet onu hak edenlerin olacak.
Đslama karşı giriştikleri savaşta Kureyşlilerin kimi babasını, kimi dayısını, kimi kardeşini
Hz. Ali’nin Zülfikar’ıyla kaybetmişti.
Hz. Ali (a.s) sonraları Muaviye’ye yazdığı bir mektupta şöyle diyecektir:
“... Bir savaşta deden Utbe’ye, dayın Velit’e ve kardeşin Hanzele’ye indirdiğim kılıç
şimdi yanımdadır.” (Nehcü'l-Belağa, Subhi Salih, 64. mektup, 28. mektupta da bu
konuya değinmiştir. Bu savaş, Bedir Savaşı’dır.)
Dolayısıyla görünüşte Müslüman olmalarına rağmen içlerinde Haşimilere ve
özellikle Hz. Ali’ye karşı kin güdüyorlardı. Gerçekten de Kureyş denilen bu güruh, işe
ilk olarak halifelik hakkını Ali’den gasp ederek başladılar. Emevilerin başı çektiği bu
güruhun kini; Đmam Ali’nin camilerde 1001 ay boyunca sövülmesine, Đmam Hasan’ın
zehirletilmesine, Đmam Hüseyin’in ve Peygamber’in soyundan 72 kişinin Kerbela’da
katledilmesine, geri kalan Ehlibeyt imamlarının on ikincisi hariç hepsinin şehit
edilmesine, Ehlibeyt taraftarlarının diri diri toprağa gömülmelerine, işkencelerle
öldürülmelerine, yüz binlere varan sayılarla topluca katledilmelerine kadar varacaktı.
“Ali bir gün ‘Ey Abdülmüttalipoğulları!’ dedi. ‘Kureyş, Peygamber’in hayatında
olduğu gibi vefatından sonra da size karşı olan amansız düşmanlığını sürdürüyor. O
hâlde Kureyş’in sözü geçerli oldukça size hiçbir hak tanınmayacak. Allah’a yemin
ederim ki, kılıçtan başka bunları hiçbir şey düzeltmez.’ Bu arada Ömer oğlu Abdullah,
bu sözleri dinliyordu. ‘Ey Ebel Hasan, sen Müslümanları birbirine kırdırmak mı
istiyorsun?’ dedi. Hz. Ali, ‘Sus, Allah seni kahretsin. Yemin ederim ki baban olmasaydı
ve ezelden beri bana karşı takındığı sinsi durum olmasaydı, şimdi ne Osman ne de
Abdurrahman karşımda boy gösterebilirdi.’ diye karşılık verdi.” (Đbn-i Ebil Hadid, Şerh
c:2 s:391)
Resulullahın amcası Abbas, Peygambere: ‘Kureyş birbirleriyle karşılaştıklarında güler
yüz gösteriyorlar ama bizi gördüklerinde tanımadığımız yüzlerle karşılaşıyoruz.’ dedi.
Resulullah öfkelenip şöyle buyurdu: ‘Muhammed’in canını elinde bulundurana ant
olsun ki sizi, Allah ve Resulu için sevmedikçe onların kalbine iman girmemiş
demektir.’ (Đbn-i Kesir, El Bidaye c:9 s:28 / El Fesval Marife Vet Tarih, c:1 s:295)
Hz. Fatıma’ ya sorulur: “Neden halk sizin ve Ali’nin aleyhinde olup onun
(Ali’nin) kesin olan hakkını gasp ettiler?” Hz. Fatıma şöyle buyurdu:
“Bunların hepsi Bedir Savaşı’ndan kalan kinler ve Uhud Savaşı’nın
intikamlarıdır. Bu kinler münafık kalplerde saklıydı. Ama hedeflerine ulaştıklarında
(hükümeti gasp ettiklerinde) kinlerini bize kustular.” (Bihar-ül Envar, c.43,s.156 /
Menakıb-i Đbn-i Şehraşub, c.2,s.205 / Nehc’ul- Hayat, s.46 ve 117)
Hirre faciasından sonra Muaviye’nin oğlu Yezit’in okuduğu şiir, bu gizli emelin
dışavurumundan başka bir şey değildir. Peygamberimizin Medine şehri hakkında
‘Medine halkını zulmetmek suretiyle korkutanlar Allah’ı korkutmak istemiş gibidir.
Allah’ın, meleklerin ve bütün halkın laneti onların üzerinedir. Kıyamet günü de Allah,
günahlara karşı fidye kabul etmez.’ (Buhari, Müslim, Hanbel, Nisai)
Bir başka hadiste şöyle buyrulmuştur: ‘Medine’ye karşı fenalık düşüneni Allah,
cehennem ateşinde kurşun eritir gibi yakar.’ (Mevdudî, Hilafet ve Saltanat s:248)
Bu hadislere rağmen Yezit, daha Kerbela şehitlerinin kanı kurumadan Hirre
faciasını yaşatacaktır. Bu olayı insaflı Ehli Sünnet âlimi Mevdudî’den olduğu gibi
aktaralım:
HIRRE FACĐASI
Đzzettin Uslu
“Medine halkı fasık ve facir nazarıyla baktığı Yezit’e ve iktidarına karşı ayaklanarak
valiyi şehir hudutları dışına atmış yerine Abdullah bin Hanzala’yı getirmişlerdir. Bu
hadise kendisine haber verilince Yezit, Müslim bin Ukbe El Murri’yi on iki bin askerle
Medine’ye gönderdi ve kendisine şu talimatı verdi: ‘Şehir halkına üç gün mühlet ver.
Bu süre içinde isyandan vazgeçip itaat etmeleri gerekir. Aksi takdirde onlarla
muharebe et. Zafer kazandıktan sonra da bütün şehir üç gün boyunca yağma
edilecektir.’ Muharebe başladı. Yezit’in emri gereğince ordu mensuplarına evlerin
yağma edilmesi hususunda müsaade verildi. Yani onlara ‘Üç gün boyunca bu şehirde
istediğiniz rezaletleri yapabilirsiniz.’ dendi. Đşte her şey bu üç gün içinde cereyan etti.
Her taraf yağma edilip dağıtıldı. Şehir halkı, muharebelere iştirak etmeyenler dahi
sebepsiz yere keyfi olarak kılıçtan geçirildi. Đmam Zührî’nin anlattığına göre yedi yüz
zat, halktan da on bin kadar insan katledildi. Zulmün derecesine bakın ki, evlere
saldıran askerler ellerine geçirdikleri malları almakla yetinmediler. Üstelik masum
kadınların üzerine de çullandılar. Hafız Đbn-i Kesir bu hususta şöyle yazar: ‘Bu hadise
esnasında bin kadar kadın kendi kocalarından gayrı kimselerden hamile kaldı.
Şimdi diyelim ki Medine halkı hükümete isyan etti….. Fakat halkı isyan eden
Müslüman bir memlekette hatta gayri Müslim bir beldede hatta muharip kâfir bir
ülkede böyle bir muamelenin serbestçe icra edileceğini akıl kabul eder mi? Böyle bir
şey görülmüş, işitilmiş midir? Hele bu hareketler başka bir şehirde değil de Medine’de
cereyan etsin. Öyle bir şehir ki, oranın fazileti hakkında Allah’ın Resulünden nice
hadisler rivayet edilmiştir.” (Mevdudî, Hilafet ve Saltanat s:247/248 Bu olayın
ayrıntıları için Đbn-i Esir c:3 s:310 / Taberi c:4 s:372 / El Bidaye c:8 s:219’a
bakılabilir.)
Hırre faciasıyla ilgili tarihçilerin ve yakın dönem araştırmacıların açıklamalarını
görelim:
“Hırre olayında Medine’de bin kızın ırzına geçildi.” (Celalettin Suyutî, Tarihü’l
Hülefa)
‘Bu faciadan hemen sonra Yezit’in komutanları Medine halkından zorla ‘Yezit’in
kulları’ olarak biat aldılar. Bu biat sırasında Yezit’in halis kulu olmayı reddedenlerin
boynu derhal vuruldu.’ (Mesudî, Muruc c:3 s:79)
Yezit’in komutanlarından Hüseyin bin Numeyr, Kâbe’nin etrafına mancınıklar
yerleştirip Beytullahı ateş ve taş yağmuruna tuttu. Bu saldırılarda Kâbe tutuşup
yanmış ve duvarları yıkılmıştır.’ (Yakubî Tarihi, c:2 s:181 / Taberî c:4 s:383 / Đbnü’l
Esir c:3 s:316 / El Bidaye c:8 s:225 / Tehzibü’t Tehzib c:11 s:361)
“Hırre olayında kadınlar ve çocuklar hariç on bin insan öldürüldü. Bunların yedi
yüzü muhacir ve ensar sahabelerdi. Bedir Savaşı’na katılmış sahabelerden hayatta
kalanların tümü bu savaşta öldürüldü. Medine’nin yağmalanması sırasında
kadınlardan başka bin bakire kızın ırzına geçildi.” (Ali AKIN, Peygamberimizin Hayatı,
Kur’an ve Đlk Sapmalar s:420)
Şimdi Allah aşkına bir defalığına bile olsa taassup elbisesini bir kenara atıp
Ehlibeytin tertemiz betülü olan Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma’nın bu sözünü
değerlendirelim. “Bunların hepsi Bedir Savaşı’ndan kalan kinler ve Uhud Savaşı’nın
intikamlarıdır. Bu kinler münafık kalplerde saklıydı. Ama hedeflerine ulaştıklarında
(hükümeti gasp ettiklerinde) kinlerini bize kustular.” diye buyurmuştur Fatımatü’z
Zehra. Hz. Fatıma bu sözü söylemedi deyip işin içinden çıkılamaz. Sorunlar böyle
gerçekleri inkâr ederek çözüme kavuşmaz. Hırre faciasından sonra Yezit büyük bir
sevinçle Đbnü’z Zebari’nin Uhut Savaşı’nda söylediği şiiri okumuştur: “Keşke Bedir
Savaşı’nda ölen büyüklerim bunu görselerdi…. Haşimoğulları peygamberlik iddiasını
ortaya atmakla hükümdarlık için bir oyun oynadılar. Oysa Allah’tan gelen bir hadis de
yok inen bir vahiy de.” (Belazurî, Ensabul Eşraf c:5 s:42 / Đbn-i Kesir, El Bidaye c:8
s:221 / Đbn-i Kuteybe, El Đmame c:1 s:173 / Đbn-i Hacer, El Đsabe c:3 s:475)
Bunlar inkâr edilebilir mi ya da bunları inkâr etmek en başta Hz. Muhammed’e
(s.a.a.v.) ve onun tertemiz Ehlibeytine zulüm değil mi? Nerede acı bir gerçek dile
getirilse ‘Bu, Rafizîlerin (reddedenlerin yani güya Şiilerin) uydurmasıdır.’ denilerek
zulüm üstüne zulüm inşa etmek ve ayrılık, fesat, düşmanlık tohumları ekmek kime ne
fayda verecektir?
Kerbela katliamından sonra 2. Halife Ömer’in oğlu Abdullah, Yezit’e bir mektup
yazar: “Rezalet büyüdü. Musibet boyunu aştı. Đslam’da büyük bir facia gerçekleşti.
Hiçbir gün Hüseyin’in öldürüldüğü güne benzemeyecektir.”
Yezit cevap olarak yazdığı mektupta gerçek yüzünü gösteriyor:
“Ey ahmak! Biz yenilenmiş bir eve geldik. Serilen yataklara uzandık. Yumuşak
yastıklara dayandık. Yaptığımız savaşlar bunun içindi.” (Belazurî Tarihinden naklen
Muhammed et Tiycanî, Kur’an’daki Sünnet Ehlibeyte Gönül Verenlerin Yoludur s:201)
Görüldüğü gibi Yezit’in amacı din, iman değil; öncelikle Bedir Savaşı’nın
intikamını almak ve sonra serilen yataklara uzanıp yumuşak yastıklara dayanmaktır.
Tarih bütün bu rezillikleri kaydetmişken hâlâ ‘Bunlar Rafizîlerin uydurmalarıdır.’
demek insafa, vicdana, insanlığa sığar mı?
Evet, Ehlibeytin yolunda yürümek bedel ister; ama bu bedeli ilk önce bizzat
Ehlibeytin kendisi ödedi. Yeri gelmişken bir olayı anlatmakta fayda vardır. Vaktiyle
biri, Resulullahın yanına gelmiş ve “Ey Allah’ın Peygamberi!” demiş. “Ben seni çok
seviyorum.” Hz. Peygamber “Bekle, çok bela göreceksin. Sana ancak bunu
söyleyebilirim.” cevabını vermiş. Adam devam etmiş: “Amcanızın oğlu Ali’ yi de çok
seviyorum.” demiş. Peygamber bu söze “O hâlde çok düşmanın olacak, sana ancak
bunu söyleyebilirim.” demiş. Adam yine devam etmiş: “Ben Hasan ve Hüseyin’i de
çok seviyorum.” demiş. Allah’ın Resulü bu sefer son cevabını vermiş: “Fakirliğe ve
zulme şimdiden kendini hazırla.” Muhammet Et Tiycanî, ‘Ve Hidayete Erdim’ adlı
kitabında aktardığı bu yazıya şöyle devam ediyor: “Bu yolda yürümenin bedeli ağırdır.
Bu bedeli önce Ebu Abdullah El Hüseyin (Hz. Hüseyin) ile ailesi ve aşireti ödemiştir.
Ondan sonra tarih boyunca hatta bugüne kadar Hz. Ali’nin taraftarları, Ehlibeyte
bağlılıklarının faturasını çok ağır ödemeye devam ediyorlar.” (Tiycanî, Ve Hidayete
Erdim s:196)
Hz. Muhammed’in cennet gençlerinin efendileri diye buyurduğu Đmam Hasan
ve Đmam Hüseyin; Muaviye ve oğlu Yezit tarafından katledilecektir. Hz. Peygamber’in
soyu Kerbela’da çoluk çocuk demeden görülmemiş bir vahşetle ortadan kaldırılmaya
çalışılacaktır. Ehlibeytin sonuncusu hariç diğer imamları da sapık halifeler tarafından
zehirletilerek şehit edilecektir. Ehlibeyte ve Peygamberin soyuna düşmanlık o kadar
ileri boyuta varacak ki Muaviye, bu tertemiz soya camilerde 1001 ay boyunca lanet ve
sövgülerde bulunma geleneğini başlatacaktır. Sonraları Ali adı yasaklanacak ve Ali
adındaki çocuklar öldürülecektir. Hz. Ali’nin taraftarları da görülmemiş işkencelere
uğrayacak, kimi diri diri toprağa gömülecek kimi her gün bir organı kesilmek suretiyle
şehit edilecek, kimileri de yüz binlerle birlikte kılıçtan geçirilecektir.
Nitekim Hz. Ali şöyle buyurmuştu: “Bir dağ bile beni sevdiğini söylese, mutlaka
azaba uğrar.” Rivayet edilmektedir ki eğer bir mümin bir dağ kalesine gitse ve orada
tek başına yaşasa, orada bir adam ortaya çıkar ve ona eziyet eder, sıkıntı verir. Đşte
Ehlibeyte bağlanmak, Peygamber’in vasiyetine uyup onların izinde yürümek büyük bir
sabır ve bedel isteyen imtihan ister. Çünkü ayette geçtiği gibi ‘Allah sabredenlerle
beraberdir.’ Ehlibeytin takipçileri konusunda Đmam Cafer-i Sadık şöyle buyuruyor:
“Bizler sabredeniz; ama taraftarlarımız bizden daha sabırlıdır.” Ravi diyor ki ben:
“Canım sana feda olsun, taraftarlarınız nasıl sizden daha sabırlı olabilir?” diye
sorduğumda Đmam buyurdu ki: “Biz, sabrımızın sonucunda ne kazanacağımızı
biliyoruz; ama onlar sadece bize muhabbetlerinden mükâfatını bilmedikleri şeyler için
(bu kadar zulme) sabrediyorlar.” (Usul-i Kâfi)
Bugünün insanı Đslam’da oluşan bölünmeyi bunları bilmeden nasıl
değerlendirecek? Đlahiyat fakültesi mezunu çok hocayla, gençle sohbetlerim oldu,
çoğunun bile daha 12 imam hadisini, Gadir-i Hum hadisini, Sefine-i Nuh hadisini,
Sekaleyn hadisini, Velayet ayetini, Ehlibeyt kavramının gerçek manasını bilmediklerine
hatta duymadıklarına şahit oldum. Hâl böyle olunca diğer vatandaşlar nasıl bilecek
bunları? Bunlar üniversitelerde bile öğretilmiyor, anlatılmıyor. Nasıl anlatılsın ki? Đbn-i
Ebi’l Hadid, Şerh-i Nehcü’l Belaga adlı eserinde şöyle yazar: “Hilafet için aday olan
Sa’d Bin Ubade, bir gün halifeliğin Ali’nin hakkı olduğunu kanıtlayan bir hadisi oğlu
Kays’ın yanında söyler. Kays, babasına çok kızar ve “Sen, Peygamber’in hadisini
kulağınla işittiğin hâlde bir de halife olmayı kendine yakıştırdın, öyle mi?” dedikten
sonra “Kendime ahd ediyorum, bundan sonra seninle tek bir kelime bile
konuşmayacağım.” Hâlbuki Kays’ın babasına karşı öyle saygı ve bağlılığı vardı ki
dillere destandı.
Đşte bu yüzden gerçekler anlatılmıyor, gizlenebildiği kadar gizleniyor,
çarpıtılabildiği kadar çarpıtılıyor. Gerçekleri anlatmak isteyenler de sindirildikçe
sindiriliyor, ezildikçe eziliyor; hatta hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği iftiralara
uğratılıyor, katlediliyor. Çünkü Sa’d Bin Ubade’nin oğlu Kays’ın tepkisi gibi bir tepkinin
oluşmasından korkuluyor. Şu anda insanlar tarih kitaplarını okusa, hadis kitaplarını
incelese, taraflı ya da tarafsız hangi gözle bakarlarsa baksınlar kesinlikle gerçeğin
farkına varacaklardır. Buna en iyi örnek, koyu bir Ehlisünnet âlimi iken Irak’a yaptığı
yolculuk sırasında ufku açılan ve Ehlibeytin velayetine bağlanmakla kendi deyimiyle
‘hidayete erdim’ diyen Paris Sorbon Üniversitesi Profesörü Tunuslu Muhammed Et
Tiycanî Es Semavî’dir. Kendisi Allah sağlıklı uzun ömür versin hayattadır ve canlı bir
örnek olarak karşımızdadır. Gerçeklerin farkına varıp velayete bağlananlara selam
olsun.
En başından beri vurgulandığı gibi Ehlibeyte bağlanmak, Peygamber’in
vasiyetine uyup onların izinde yürümek büyük bir sabır ve bedel isteyen imtihan ister.
Ne mutlu bu imtihandan başarıyla çıkana. Allah bizleri Ehlibeytin nurlu yolundan
ayırmasın.
EL HASîBî
( Kaddes Allah Rûvhahü)
Hüseyin ŞANLI
Hidayet yolunda yürüyenlerin her zaman minnet ve rahmetle andıkları El
Hüseyn Bin Hamdan El Hasîbî’yi (k.r.) üstün kılan özelliklerinin başında şüphesiz
itikadını ve inancını Kur’an-ı Kerim, Sünnet-i Nebevi ve Ehlibeyt imamlarına
dayandırdığı hayat felsefesi oluşturur. Zira Đslam bu üç ana kaynağa dayandığı zaman
gerçek anlamıyla yaşanabilir. Ehlibeyt’i (a.s.) öğrenmek için her zaman ilminin ve
inancının nuruyla aydınlandığımız El Hasîbî’nin (k.r.) itikadı ve inancı Đslamî usullere
ve Alevi velayetine dayandığı kendi eserlerinden anlaşıldığı gibi ilim ve irfan ehlinin
ikrarıyla sabittir. Đtikadının paklığı ve yüceliği şüphe götürmez bir gerçektir. Şüphesiz
ki itikadı ve engin deryalar misali bilgisiyle El Hasîbî; kendisinden sonraki kuşakların
iktibas edecekleri ve itikatlarını perçinleştirecekleri bir kaynak olmuştur.
El Hasîbî’nin (k.r.) inancı ve itikadı kelime-i tevhid (Eşhedü en la ilahe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden rasülüllah ) üzerine kuruludur. Engin bilgisine
ulaşabildiğimiz “El Hidayet’ül Kübra” adlı şaheserinin önsözünde yüce Allah’ı yücelttiği
tevhit ettiği sözleri ender rastlanabilecek türdendir. Yüce Allah’ı yüceltip inancını
vurguladığı sözlerinden bir bölüm sunuyoruz.
“Allah’a hamd ü senalar olsun. Hamd ü senayı başlatıp yaratan ve mukadder
kılıp hükmeden, onunla emredip rıza gösteren, kullarına bahşettiği nimetlerin karşılığı
olarak kabul eden, rahmetiyle kullarına karşı yükümlülüğünü yerine getiren, öfkesinin
şerrinden onları koruyan, onları indirdiği kurallarla yargılayan, nimetleri ve hidayeti
için hamd ü senayı hak eden, çünkü nimetleri için kullarının kendisine hamd ü sena
etmeleri kendilerine verilmiş bir nimetti. Karanlıkların nurunu kapatamadığı, bütün
mekânların gücünü kuşatamadığı, ululuğunun özünde madenlerin azalmadığı,
hükümdarlığının sınırı olmayan odur.
Şekle girmeyen ilk, yaratılamayan son, öncesizliği ve sonsuzluğunda (ezel)
ebedi, uluhiyetinde baki olan, yarattıklarına şahit olan, hikmetinin güzel tedbiriyle
yaratılmışları yaratan, cisimlerle, şahsiyetlerle, biçimlerle, ruhlarla, değişken ve
değişmeyen, benzeşen ve benzeşmeyen suretlerle onları var eden odur.
Kudreti yarattıklarının arasından bir yardımcıya kendisini muhtaç etmeyen,
bitiştirip ayırdığı (yer ve gök) göz alıcı ve harika mucizeleri kendisini yardımcıya ve
danışmana muhtaç bırakmayan, gözle görünen meydana getirdikleri ve yarattıklarıyla
aşikar olan, kesin delillerle gösterilen, akılların olağanüstü icatlarını sayamadığı, ilim
ve akıl sahipleri tarafından kendisine şahitlik edilen odur. Đnsanların, dillerini,
benliklerini yarattığı halde onlar, onun ilminin boyutuna ve gerçek anlamına
ulaşamazlar. Çünkü kendilerini yaratan başka birisi yoktur. Onları terkip edip derleyen
bir başkası değildir. Kendisinden Sınıflandırmada daha yetenekli, derlemede ve
planlamada daha üstünü yoktur.
Her şeyi en güzel bir şekilde yarattı. Göklerin gizemli basamakları, döşenmiş
yerlerin karanlıkları ve kabaran denizlerin dibindeki her şeyin bilgisi kendisinden uzak
ve gizli olmayan odur. Yaratılmış olan her şeyi ilmiyle, gücüyle ve hakimiyetiyle
kuşatmıştır.”
Neden olmasın ki? Her şeyin dizgini avucunun ve gücünün emrindedir. Her şeyi
onunla yönetir; kendisi yönetilemez. Her şey onun önünde boyun eğmiştir. O her
şeye muktedirdir.
O, kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik ettiğimiz yüce Allah’tır.
Hükümdarlığında tek olan, ortağı olmayan odur. Muhammed (s.a.a.v.) onun kulu ve
resulüdür. Hidayet ve hak dini getirmek üzere onu gönderdi ki ortak koşanlar
hoşlanmasa bile onu tüm dinlerden üstün kılsın.
Allahım pak rahmetini, cömert bereketini, şefkatinin merhametini, geniş
rahmetini, en güzel selamını, cennetinin kazancını, elçin, kulun, peygamberin,
seçkinin, yarattığın halkın içinden tercih ettiğin, Muhammed’e, kardeşi Emir’el
müminin (müminlerin emiri) ariflerin nuru, takva sahiplerinin imamı, meşhur ve
onurlu insanların önderi, vasilerin ve akıllı insanların en faziletlisi, Ali’ye, temiz
olanların en temizi Hasan’a, pak olanların en pakı, musibette en sabırlısı şehit
Hüseyin’e, Kulların efendisine (Ali Zeynel Abidin), öncekilerin ve sonrakilerin derin
ilmine sahip olana (Muhammed El bakır), konuşanların içinde en doğru (sadık) olan
Cafer’e, öfkesine hakim olanların içinde nurun Musa’ya, müminlerin içinde Aliyy’ül
Rıza’ya, seçkinlerin içinden en hayırlısı Muhammed’e (El Cevad), doğru yolu
gösterenlerin içinde Ali’ye (El Hadi), emin olanların içinde sırrının emanetçisi olan
soylu Hasan’a indir, onlara vasıl eyle.
Allahım mümin kullarına tebliğ ettiklerini tebliğ eden, kâmil ıslahınla ıslah eden,
kendine seçtiğin kullarının içinde pak olan, halkının içinde halife kıldığın, saklı olan
ilmini emanet ettiğin ve güvendiğin, gök ve yer ehli için kanıt olarak edindiğin,
evliyalarının yanındaki nimetini koruduğun, gözetleyici gözün, emrini ve yasaklarını
tebliğ eden, onunla tutup kavradığın elin, gaybının (gizinin) ve vahyinin hakikatini ve
rahmetini açıklayan konuşan dilin, senin birliğine yol gösterici olan yüzün, dininin
hidayeti, anlaşılan en doğru yolun, hidayetinin bilinen yolu, doğru konuşan, ayıran ve
birleştiren, itaatine emreden, sana itaatsizliği yasaklayan, sevabına teşvik eden,
azabından sakındıran, hüccetinin oğlu olan hüccetin (delilin) seçkininin oğlu olan
seçkinin, tercihinin oğlu olan tercihin, halkının içinden seni en candan seven, vasin,
dedesinin (s.a.a.v.) adaşı imam El Mehdi hüccetine vasıl eyle ya rabbel alamin.”
El Hasîbî yüce Allah’ı hiçbir şüpheye yer bırakmaksızın en halis duygularla ve
tevhit inancıyla ortak, muadil ve eşlerden tenzih etmiştir. Mutlak hakimiyetin,
adaletin, kudretin, rahmetin, ilmin, yüceliğin, yaratıcılığın ve sonsuzluğun tek sahibi
yüce Allah’tır. El Hasîbî Yüce Allah’ı yüce zatına ve sıfatlarına yakışmayacak her
şeyden tenzih etmiştir. Yüce Allah’a tevhidinin belagati görüldüğü gibi ender
rastlanabilecek düzeydedir.
El Hasîbî’nin Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Ehlibeyti’nin imamlıklarına
bağlılığının ve sevgisinin sınırı yoktur. Yüce Allah’tan sonra kulların nezdinde
Peygamberlik makamının geldiğini ve onun seçkin elçi, doğru yola hidayet eden ve
Allah’a en yakın kulu ve sevgilisi olan son peygamberin Hz. Muhammed (s.a.a.v)
olduğunu önemle vurgulamaktadır. Đnancımızın temelini oluşturan yüce Allah’ın
tevhidi ve Hz. Muhammed’in peygamberliğinden sonra gelen Ehlibeyt imamlarımızın
imamet makamı El Hasîbî’nin inancının temel unsurudur. Çünkü imamet makamı yüce
Allah tarafından Hz. Muhammed’in pak ve masum torunlarına tahsis edilmiştir.
Đmamlıkları Kur’anı Kerim’le yüce Allah ve hadislerle Hz. Peygamberimiz tarafından
tescil edilmiştir. El Hasîbî (k.r) Ehlibeyt’ten başka imamlık iddiasında bulunanlara
itibar etmediği gibi onlarla mücadele etmiştir. Kur’an-ı Kerim, sünneti nebevi ve
Ehlibeyt imamları itikadımızın hak terazisidir. Đnancımızın bu üç ana unsurunun
birbirleriyle çeliştikleri görülmemiştir. Ehlibeyt’in on iki imamının ne kendi aralarında,
ne sünneti nebeviyle, ne de Kur’an’la çeliştikleri görülmemiştir. Herhangi bir rivayette
bu üç ana kaynağın çelişmesi durumunda o rivayet geçersiz sayılır. Đnancımızın bu
denli sağlam temellere dayanması bu hak terazisinin işleviyle olmuştur. Bu sağlam
temellere dayanan öğretiye ulaşmamız El Hasîbî gibi büyük bilginlerin sayesinde
olmuştur. Allah onlardan razı olsun.
Bütün Aleviler gibi El Hasîbî Ehlibeyt’in 12. Đmamının (Hz. Muhammed bin Hasan
El Askeri) gaybetinden (görünmezliği) sonra kıyamet gününde mehdi olarak zuhur
(görünmesi) edeceğine inanır. El Mehdi (a.s.) dünyayı bütün kötülüklerden
temizleyeceği ve kötülüklerle dolu dünyanın yerine gerçek dini ve adaleti tesis
edeceğini belirten El Hasîbî “El Hidayeh” adlı kitabında bu konuya geniş bir şekilde
yer vermektedir.
El Hasîbîn’in Ehlibeyt imamlarından sonra kabul ettiği ilim kapısı makamı
Ehlibeyt ilminin insanlara aktarılmasında çok büyük etkisi olmuştur. Bütün imamların
yanında onların en yakınında her zaman “bab” diye adlandırılan imamların ilimlerine
ve sevgilerine mazhar olmuş büyük şahsiyetler olmuştur. Ehlibeyt imamlarının
sonuncusu El Mehdi’nin gaybetinin ardından Ehlibeyt’i temsil etmek isteyen ve
imamların vekili olduklarını iddia eden bir sürü insan ortaya çıkar. Çoğunun amacı
Ehlibeyt’i kullanarak kendilerine dünyevi bir makam ve menfaat elde etmek olan bu
çıkarcıların karşısında El Hasîbî büyük mücadeleler vermiştir. Ehlibeyt imamları
zamanında büyük ölçüde yekvücut olan Aleviler bu çıkarcıların yüzünden bölünme
sürecine girdiler. Aleviler gerçek vekilin kim olduğu arayışına girdiler. Bu yoğun
kargaşa ve tartışma dönemi El Hasîbî’nin üstadı El Cennan zamanına denk gelir.
Zamanının ilim otoritesi olan El Hasîbî son üç Ehlibeyt imamları zamanında yaşayan
üstadı El Cennan El Cenbelani ve diğer büyük şahsiyetlerden aldığı bilgilerle gerçek
vekilin ve ilim kapısının Ebu Şuayb Muhammed Bin Nusayr olduğunu eserlerinde
belirtmiştir. Muhammed Bin Nusayr on birinci imam El Hasan El Askerinin yanında en
sadık talebesi ve en yakınında olan kişi olduğunu biz El Hasîbî’den öğrendik. Ehlibeyt
ilminin El Hasîbî’ye ve ondan sonraki kuşaklara Muhammed Bin Nusayr tarafından
aktarıldığı sabittir. El Hasîbî’nin inancı Bin Nusayr’in taşıdığı Ehlibeyt öğretileriyle
şekillenmiştir. Bundan dolayıdır ki Bin Nusayr’a bağlılığını her fırsatta dile
getirmektedir. El Hasîbî, Bin Nusayr’a karşı olup kendisini kötülemeye kalkışanların
karşısına dikilmiş ve Bin Nusayr’i her yerde savunmuştur.
El Hasîbî’nin Muhammed Bin Nusayr üzerinden aldığı Ehlibeyt öğretisinden
zamanının birçok bilge ve devlet adamı etkilenmiş ve kendisinin talebesi olmuşlardır.
Kendisiyle aynı itikadı ve inancı paylaşan en ünlü talebeleri hiç şüphesiz ki Hamdani
Devleti’nin hükümdarı Seyfüddevle ve akrabası ünlü şair Ebu Ferras El Hamadani’dir.
Büveyhi Devleti’nin hanedanından da birçok talebesi olmuştur. Ama aralarında en
bilgesi kendisinden sonra Alevilerin başvuru mercii olan Ebul Huseyin Muhammed bin
Ali Elcilli’dir. Aslen Antakyalı olduğu söylenen Elcilli Halep’te El Hasîbî’nin yanında
uzun zaman geçirir. El Cilli, ilminden en fazla istifade eden öğrencisi olduğu için
Hasîbî’nin en sevdiği talebesi olmuştur. El Cilli Hasîbî’nin diğer talebeleri ve Alevi din
kardeşleri tarafından da çok sevilir. El Hasîbî’den sonra önder olarak kabul edilir. El
Cilli, üstadından sonra Ehlibeyt öğretisinin daha iyi anlaşılması ve yaygınlaşması için
çok büyük çabalar sarf eden büyük bir evliyadır.
El Hasîbî; gerek inancı ve itikadı, gerek yetiştiği çevre, gerekse yetiştirdiği
öğrencileri ve yaşadığı dönem bakımından stratejik bir öneme sahiptir. Son üç
Ehlibeyt imamı döneminde yaşayan El Cenbelani gibi büyük bir evliyanın öğrencisi
olması, Muhammed bin Nusayr’ın aktardığı Ehlibeyt öğretisine sahip olması, henüz on
bir yaşında Kur’an’ı ezberlemesi, sünnet-i nebeviyi öğrenmesi ve Đslamî bir çerçevede
yaşamını sürdürmesi, o dönemde Mısır, Bağdat, Halep gibi kültür merkezlerinde
yaşaması önemini arttıran diğer hususlardandır.
Đlmi, Ehlibeyt imamlarına en yakın kimselerden alması ve onu gelecek nesillere
aktarması ona tarihi bir rol tayin etmiştir. Ehlibeyt öğretisinin bugüne ulaşmasında ve
halk arasında yaygınlaşmasında yazdığı eserlerin tuttuğu ışık, gelecek nesilleri de
aydınlatacaktır. Aleviliğin gücü, derinliği, felsefesi ve geleceğe bakışı bu eserlerle
daha kolay anlaşılabilecek, bu eserlerin öğrenilmesi ve gelecek nesillere aktarılmasıyla
Alevilik daha çok gelişecektir.
Alevi kardeşlerimizin bu evliyaların hikmetli sözlerini öğrenmesi, bu sözlerin
yarattığı düşünce iklimi içinde yaşaması birçok sorunun daha kolay çözülmesini
sağlayacaktır. Đnsan, sorunların çözümünde şiddet yerine merhameti, kin yerine
sevgiyi, zulüm yerine adaleti yaşatabilirse ve sabırla hareket ederse El Hasîbî’nin
çizdiği yolda yürümüş olur. Đşte o zaman hayatı farklı bir çerçeveden yorumlayıp
çözüme daha farklı yöntemlerle yaklaşmış olur. Akılların olağanüstü icatlarını
sayamadığı, ilim ve akıl sahipleri tarafından kendisine şahitlik edilen yüce Allah’ın
azameti o vakit görülür.
Kendisini yaratan Allah’a hamd ü senalar edeceği yerde insanın icat ettiği basit
makinelere veya cihazlara hayretle bakan ve onlara tapan, kainat gibi karmaşık bir
yapı karşısında basit görünen bir insan hücresini yapay ortamda çoğaltabildi diye; o
hekimi yere göğe sığdıramayan şahıslar; Allah’ın yarattığı kompleks yapı karşısında
neden hayrete düşmüyorlar? “Mutlak hakimiyetin, adaletin, kudretin, rahmetin, ilmin,
yüceliğin, yaratıcılığın ve sonsuzluğun tek sahibi yüce Allah’ı neden göremiyorlar?”
Güzel ahlakı, iyiliği, merhameti, saygıyı, sevgiyi ve erdemi yaşam tarzı edinerek
herkesin evinde mutlu, sokakta huzurlu, seyahatte güvenli olduğu bir dünyada
yaşamayı arzulamaz mısınız? Bu hayat tarzını yakalayabilmek, hüsnü hakim kılmak,
yardımı ve yardımlaşmayı yapabilmek ve bereketi sofranızda görebilmek ancak
inançla ve ibadetle geçirilecek yaşamla mümkün olacaktır. El Hasîbî bu hayat tarzını
telkin eder. Hem bu dünyada hem de öbür dünyada insanın ereceği saadet
mertebesine ulaşmasında bu hayat biçimini gerekli gören bir anlayışla insana yaklaşır.
Rehber olarak kabul ettiğimiz, inancından, itikadından ve ilminden
faydalandığımız El Hasîbî’nin izinden gitmek manevi hayatta yapacağımız en önemli
iştir. Kendisine ve sevenlerine önyargıyla yaklaşıp hakkında yalan yanlış söylemleri
sarf edenler nazarımızda doğru yoldan sapmış ve hidayet nurundan mahrum
kalmışlardır.
KAT ĐRTĐFAKI, KAT MÜLKĐYETĐ NEDĐR ?
Mehmet BAYAR
Konut alırken dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan birisi de aldığımız
dairenin “Kat Đrtifaklı mı” yoksa “Kat Mülkiyetli mi” olduğudur. Bu hususlar yanında,
aldığımız dairenin eğer bir apartman veya site içinde yer alıyorsa, bina veya site
içindeki konumunu gösteren “Kat Đrtifakı Projesi” de diğer bir önem arz eden
konudur.
Burada öncelikle bir yapının mülkiyet sürecinden bahsederek konuyu açmamız
gerekir. Bir yapıya başlamadan önce ilgili belediyesinden alınacak imar çapı ile ilgili
mevzuata uygun yapı ruhsatı projesi tanzim edilir. Bu projenin onaylanmasını ve Yapı
Ruhsatının alınmasını müteakip, derhal “Kat Đrtifakı Projesi” dediğimiz Bağımsız Bölüm
(Daire numaralarının) yer aldığı proje tasdik ettirilerek ilgili tapu dairesinde
kaydettirilebilir. Böylece istenirse, henüz hiç inşaatına başlanmamış bir arsa için, tapu
dairesinden her daire için ayrı ayrı “Kat Đrtifakı Tapusu“ alınabilir. Yapı inşaatının
tamamlanmasını müteakip ilgili belediyesine müracaatla “Yapı Kullanma Đzin Belgesi”
talep edilir. Bu aşamada, belediye inşaat sahibine iki adet yazı vererek, Sigorta ve
Vergi dairelerinden ilişiksiz yazısı talep eder. Bu kurumlardan alınacak ilişiksiz
yazısından sonra da söz konusu yapı, belediye yetkililerince incelenerek ilgili ruhsat ve
eklerine uygun olarak inşa edilip edilmediği kontrol edilir. Bu kontrolün
tamamlanmasının ardından herhangi bir sorun yoksa “Yapı Kullanma Đzin Belgesi”
tanzim edilerek yapı sahibine verilir. Burada dikkat çekilmesi gereken husus, Yapı
Kullanma Đzin Belgesinin tüm yapı için tanzim edilebileceği gibi, tek tek her Bağımsız
Bölüm için de tanzim edilebilmesidir.
Yapı Kullanma Đzin Belgesinin alınmasının ardından kadastro müdürlüğüne
müracaatla “cins tashihi” (cins değişikliği) talebinde bulunulur. Kadastro elemanlarının
kontrolünün ardından, cins değişikliği beyannamesi hazırlanarak tapu müdürlüğüne
sevk edilir. Đlgili işlemlerin tamamlanmasından sonra, böylece Kat Đrtifakından Kat
Mülkiyetine geçilmiş olur.
Burada dikkat çekilmesi gereken en önemli hususlardan bir tanesi Kat
Đrtifakının henüz inşaatı hiç başlamamış bir arsa üzerinde dahi kurulabilmesidir. Bazı
kötü niyetli insanların bu durumdan istifade ederek hiç başlamamış bir inşaattan,
sanki bitmiş bina gibi daire satabilmeleri, çeşitli aldatmacalarla mümkün
olabilmektedir.
Yapı Ruhsatının; 2 yıl içinde temelinin yapılması şartı ile 5 yıl geçerli olduğu
düşünülürse Yapı Kullanma Đzin Belgesinin ve Kat Mülkiyetinin önemi bir kez daha
anlaşılmış olur.
Bir diğer önemli husus ise; aldığımız dairenin konumunun kat irtifakı projesi ile
uygunluğunun sağlanmasıdır. Yapılan tespitlerde neredeyse % 10 lara varan
oranlarda hatalar gözlenmiştir. Bir binada eğer her katta birden fazla daire var ise;
tapudaki kat irtifakı projesinden tespit yaparak aldığınız dairenin konumunu
irdelemenizde fayda vardır. Çünkü; karşılıklı oturan dairelerin numaralandırması ehil
olmayan kişilerce yapıldığında, birbirinin dairesinde oturan insanlara rastlamak
mümkün olmaktadır. Keza aynı şekilde site tarzı yapılaşmalarda birden fazla bloktan
oluşan yapılarda blok numaralandırmalarında karışıklık yaşanmakta ve tapuda kayıtlı
“kat irtifakı projesindeki” bloktan farklı bir blokta oturmak mümkün olabilmektedir.
Evinizde huzurla oturmanız dileği ile esen kalın.
KERBELA’DA HÜR OLMAK
Ali Hasan ZUBAROĞLU
Kerbela:
Gözyaşı ve şehit kanı,
Hüseyin ve yetmiş yârânının
Kahramanlık destanı.
Đşte o gün
Saflar kuruldu.
Hak, batıla karşı durdu.
Bir tarafta peygamber torunu,
Bir tarafta zalimler ordusu
Hür, o gün çıkarken evinden
Garip bir ses duydu.
Biri onu cennete çağırıyordu.
Savaş başlarken düşündü!
Peygamber torunu var karşıda,
Ben ise yezidin tarafında,
Bana vaat edilen cennet karşıda,
Ben ise cehennem kapısında.
Đlahi lütuf inince Hür’e,
Titredi bedeni
Koştu Hüseyn’e.
Başı önde, gözleri yaşlı
Tövbe etsem, kabul olur mu,
Ey peygamber evladı?
Tabi ki olur dedi Hüseyin!
Şüphesiz O’dur Rahman ve Rahim.
Gözleri sevinçle parladı.
Küfe’nin en cesur kahramanı
Büyük bir coşkuyla kılıcına sarıldı.
Daha az önce bulunduğu saflara
Salladı kılıcını.
Đşte şimdi HÜR’üm ben diye haykırdı.
Vay halinize,
Nasıl hala ordasınız?
Peygamber torunu gelmişken size
Hainler saldırdı üstüne.
Büyük bir cesaretle direndi.
Kılıcı onlarca kafiri helak etti.
En son aldığı darbelerden, yıkıldı yere.
Ama bir gülümseme vardı yüzünde.
Yarı cansız bedenini,
Getirdiler Hüseyin’e.
Şehitlerin efendisi,
Ona seslendi.
Şehitlerin efendisi,
Onu cennetle müjdeledi.
Ne mutlu sana dedi.
Ne mutlu sana!
Adın gibi
Hür olarak doğdun,
Hür olarak savaştın
Ve hür olarak öldün.
Kerbela’da HÜR olmak!
Hakkı gördüğün anda,
Tüm yanlışlarından tövbe edip
Doğruya koşmaktır.
Kerbela’da HÜR olmak!
Đnandığın doğru uğruna,
Ölümlere gözü kapalı atılmaktır.
Kerbela’da HÜR olmak!
Nefsin tüm zincirlerini kırıp,
Rabbine hür olarak varmaktır.
KUR’AN-I KERĐM’DE MASUMLAR
Davut TÜMKAYA
Kur’an-ı Kerim; yüce Allah’ın Hz. Muhammed’e (s.a.a.v.) vahiy yoluyla indirdiği ve
tüm Đslam âleminin ortak bir görüşle kabul ettiği hak kitaptır.
Kur’an-ı Kerim; bütün Müslümanların sığındığı, güvendiği yüce Allah’ın nurlarla dolu
hidayet meşalesidir.
Kur’an-ı Kerim, muhkem bir kitaptır. Yüce Allah şeklinin değiştirilmesinden, aslının
bozulmasından ve de tahrif edilmesinden onu korumuştur.
Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’in kelimelerinin değiştirilemeyeceğini yine Kur’an-ı Kerim’de
açıkça belirtmiştir:
َ ِ‫ل ل‬
(Yunus 64) ‫ه‬
ِ ‫ت اللﱠ‬
ِ ‫ما‬
َ ‫ك ِل‬
َ ‫َال تَ ْب ِدي‬
(Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur.)
Yine yüce Allah Hicr suresi 9. ayette:
َ‫حافِظُون‬
ِّ ‫ن نَ ﱠز ْل َنا ال‬
َ َ‫ذ ْك َر َوإِنﱠا لَ ُه ل‬
ْ َ‫“ إِنﱠا ن‬Şüphe yok ki Kur'an'ı biz indirdik ve şüphe yok ki onu
ُ ‫ح‬
mutlaka koruyacağız.” buyurmuştur. Onun içindir ki Kur’an-ı Kerim yegâne bir
kitaptır. Allah’ın doğru yoludur. Onunla hükmeden adil, ondan haber veren sadık, ona
tabi olan kurtulmuş, onunla düşmanıyla mücadele eden galip olur. Az kelimelerle çok
ifade eden, düzgünlüğü beşeri sıfat taşıyan akılların üstündedir.
Kur’an-ı Kerim şairlerin, hatiplerin, ünlü yazarların, belagat sahiplerinin
varamadıkları bir üslupla inmiş ve onları geride bırakmıştır.
Kur’an-ı Kerim, insanların dünya hayatında refah ve rahat yaşayabilmeleri ve
ahirette yüce Allah’ın huzuruna emin bir şekilde çıkmaları için güzel ve anlamlı
anlatımlarla donanmıştır. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) “Ben Allahın katına davet edildim.
Davete yakında icabet edeceğim. Aranızda paha biçilmez iki emanet bırakıyorum, biri
öbüründen büyüktür. Allahın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Ehlibeytim.” demiştir. (Sahihi
Müslim- Hâkim el Nişâburî, Mustedrek ala Sahiheyn ve… )
Yüce Allah; Ehlibeyti, Kur’an-ı Kerim’le eşdeğerde tutmuş ve onları daha iyi
tanımamız, onlara daha sıkı sarılmamız ve bağlanmamız için Ehlibeyte geniş yer
vermiştir. Ehlibeyte uymak konusunda müminlere emir verilmiştir. Zaten Kur’an,
Ehlibeyttir; Ehlibeyt de Kur’an’dır. Ehlibeytin hiçbir hadisi, Kur’an’a ters düşmez ve de
düşmemiştir. Yüce Allah, Hz. Ali’ye (a.s.) çok ayette yer vermiş, onu yüceltmiş ve
aynı zamanda Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) azametini bildirmiştir. Bütün âlemin onlara
tabi olmalarını ve onların izlerinden gitmelerini emretmiştir. Yüce Allah, Hz. Ali’ye öyle
bir özellik vermiş ki, Hz. Ali; Kur’an-ı Kerim’in indirilişini, te’vilini, aşikârını, gizlisini,
bütün ilimlerini Hz. Muhammed’den telakki etmiştir. Hz. Ali bu konuda şöyle
buyurmuştur: “Allah’ın Resulü bana her birisinden bin kapı açılan tam bin ilim kapısı
öğretti.” (Tefsir-i Razi ve Kenz’ul-Ummal 6/392-405 / Fereid es- Samtayn kitabı c:1
s:101 Beyrut )
El – Haris el- Hemedani: Hz. Ali’ye ‫م َال‬
ِّ ‫مونَ ال‬
ْ َ‫اسأَلُوا أ‬
َ ‫ھ‬
ْ ‫ذ ْك ِر إِنْ ُك ْن ُت‬
ْ ‫َف‬
ُ َ‫ل تَ ْعل‬
“…Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun (Nahl 43)” ayetindeki zikir ehli kimdir diye
sordum. Hz. Ali, “Vallahi zikir ehli bizleriz, ilim ehli de bizleriz. Kur’an’ın te’vili, indirilişi
ve de yorumunun kaynağıyız.” Hz. Peygamber’i (s.a.a.v.) bunları söylerken duydum.
“Ben ilmin şehriyim. Ali de kapısıdır. Đlim isteyen kapıdan girsin.” Bu hadisin
kaynakları çoktur. (991 sayı altında Tercümet emiyrel müminin (a.s) tarih Dimaşk c/2
S/464 – Ettaraif kitabı S/94 – Ettabakatül Kübra c/6 S/240 2.baskı c/6 S/168 1.baskı)
Đbni Abbas’tan rivayetle: Resulullah (s.a.a.v.) dedi ki: Yüce Allah’ın Kur’an’da indirdiği
her ayetin içindeki ‘Ey iman edenlerin mutlaka başı ve emiri Hz. Ali’dir.’ Bazı yazarlar
ise her ayetin içindeki ‘Ey iman edenlerin başı, emiri ve şereflisi Hz. Ali’dir.’ diye
rivayet ederler. (Hilyetül Evliya c:1 s:64 / El Yakın s:176 / El Havarizmi Menakıbı
Emiyrel Müminin 17.bölüm s:188 / Kifayet ettalıb s:139)
Yine Đbni Abbas’tan aktarılmıştır: “Hiç kimseye Ali hakkında indiği kadar ayet
inmemiştir.” ( Tercümet Emiyrel Müminin Tarih Dimask c:2 s:430 hadis 940 / Đbni
Hacer Savaik, s:76 / Şeblenci Nuvrul Absar s:73)
Nebata oğlu Asbağ’dan rivayet edilmiştir: “Yüce Allah tarafından Hz. Muhammed’e
(s.a.a.v.) vahiy olunan Kur’an-ı Kerim’i Hz. Ali şu şekilde bildirmiştir. Kur’an’ın dörtte
biri bizim için, dörtte biri düşmanımız için, dörtte biri misal ve sünnet, dörtte biri de
ahkâm ve farizalardır. Kur’an’ın azizleri bizleriz.” (El Hafız el Haskanî 58. hadis/
Şevahid ettenzil kitabının mukaddimesinin 5. faslı c:1 s:43 / Đbnil Mağazilî’nin
Menakıb Emiyrel Müminin kitabı hadis 375 s:328)
Ayrıca ‘Kur’an-ı Kerim’in Hz. Ali hakkındaki ayetlerinin ele alındığı “Ma Nezele Minel
Kur’ani Fiy Aliyyin (Ali Hakkında Kur’an’da Ne Đndi?)” adında ayrı ayrı kişiler tarafından
onlarca kitap yazılmıştır. (Bu yazarlardan bazıları şunlardır: Yahya oğlu Abdülaziz el
Culudî / 3. yüzyılın allamelerinden Ahmet oğlu Muhammed el Kâtip/ Ebül Faraç
Hüseyin oğlu Ali / el Asbahanî ve…)
Ebu Sa’d el Meazi’den isnatla der ki, Ali hakkında hiç kimsenin ortak olmadığı yetmiş
ayet inmiştir. Abdülaziz bin Yahya el Culudî’ye göre de Ali hakkında hiç kimsenin
ortak olmadığı seksen ayet inmiştir. (Đbni Tavusun Sa’d essuvd kitabı s:235 / Biharül
Envar c:9 yeni baskısında c:36 s:191/ Şevahid ettenzil kitabı c:1 s:42 5.bölüm. Hadis
daha birçok yazar tarafından desteklenmiştir.)
Bakara suresinin 43. ayetinde yüce Allah şöyle buyurur:
‫ين‬
َ ‫صال َ َة َوآ ُتو ْا ال ﱠز َكا َة َوا ْر َك ُعو ْا َم‬
َ ‫الرا ِك ِع‬
‫يمو ْا ال ﱠ‬
‫ع ﱠ‬
ُ ِ‫َوأَق‬
(Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle beraber rükû edin)
Bu ayeti celile Hz. Peygamber ile Hz. Ali hakkında özel inmiştir. Çünkü ilk defa
namaz kılıp rükû edenler kendileridir. Đbni Abbas’tan şöyle rivayet edilmiştir: “Bu ayet,
Resullullah (s.a.a.v.) ile Hz. Ali (a.s.) hakkında özel inmiştir. Çünkü bunlar ilk namaz
kılan ve rükû edenlerdir.” (Menakıb Emiyrel Müminin kitabından Havarismi’nin rivayeti
s:198 17.bölüm / Şevahit ettenzil kitabı c:1 s:85) Yüce Allah, iman edenlerin namaz
kılmayı ve de rükû etmeyi Hz. Muhammed ile Hz. Ali’den öğrenmelerini ve de onlarla
rükû etmelerini bu şekilde ayette anlatmıştır.
Yalnız Hz. Ali hakkında ise Bakara suresi 274. ayette yüce Allah şöyle buyurmuştur:
‫م‬
ِ ‫م‬
ِ ‫ار‬
َ َ ‫م َوال‬
َ ‫الﱠ ِذ‬
ْ ‫ھ‬
ْ ‫خ ْوفٌ َعلَ ْي ِھ‬
ْ ‫عن َد َربِ ّ ِھ‬
ْ ‫ھ‬
ْ َ‫م أ‬
ْ ‫س ًرّا َو َعالَنِ َي ًة َفلَ ُھ‬
ُ َ ‫م َوال‬
ُ ‫ج ُر‬
ِ ‫ل َوال ﱠن َھ‬
ِ ‫ين ُين ِف ُقونَ أَ ْم َوالَ ُھم بِاللﱠ ْي‬
‫ي‬
َ‫ح َز ُنون‬
ْ َ
(Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık harcayanlar yok mu, onların ecirleri, Rableri
katındadır ve onlara ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.)
Bu ayetin Ali bin ebi Talib hakkında indiğini çok yazar kitaplarına almışlardır.
Hz. Cafer-üs Sadık’tan rivayet edilmiştir: “Hz. Ali de (a.s.) dört dirhem vardı. Bir
dirhemini gece, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gizli, bir dirhemini de aşikar olarak
dağıttı. Yüce Allah bu örnek davranışını yukarıdaki ayetle insanlara tebliğ etti.”
(Esbabünnüzül kitabı s:64 / Fadailül hamset kitabı c:1 s:321 / Đbnil Esir Tecümet
Emiyrel Müminin Usudul Gabet c:4 s:25 / Zahairül Ukba s:21)
Necran’ın piskoposları (1) ve sayıları kırkı bulan Hristiyan uleması Hz. Đsa’yı tartışmak
üzere Hz. Muhammed’e (s.a.a.v.) gelirler. Hristiyanların sözcüsü olan El-Akib
ismindeki Piskopos Hz. Peygamber’e (s.a.a.v.) yaklaşır ve aralarında bir konuşma
geçer. Piskopos sorar, Hz. Muhammed yanıtlar:
- Ya Ebal Kasım, Musa’nın babası kim?
- Đmran
- Yusuf’un babası kim?
- Yakup
- Senin baban kim?
- Abdulmuttalip oğlu Abdullah.
- Đsa’nın babası kim?
Hz. Peygamber (s.a.a.v.) bir an susar ve hemen ona Hz. Cebrail bu ayetle iner:
‫ُون‬
ِ ّ ‫عن َد الل‬
ِ ‫يسى‬
ِ ‫ل‬
ٍ ‫َه ِمن ُت َرا‬
ُ ‫ل لَ ُه كُن َف َيك‬
َ ‫م‬
َ ‫م َقا‬
َ ‫َل آ َد‬
َ ‫ه َك‬
َ ‫ع‬
َ ‫( إِنﱠ َم َث‬Ali Đmran 59)
‫ب ثِ ﱠ‬
ُ ‫خلَق‬
ِ ‫مث‬
(Gerçekten de Allah katında Đsa, Âdem'in örneğidir, onu topraktan yarattı da
sonra ol dedi, oluverdi.)
Hz. Peygamber bu ayeti piskoposa cevap olarak okudu. Piskopos ayeti, Hz.
Peygamber’den duyunca bayılacak duruma gelir. Başını kaldırır ve Hz. Peygamber’e
(s.a.a.v.) “Sen sana Allah tarafından Đsa’nın topraktan yaratıldığına dair vahiy
geldiğini mi iddia ediyorsun? Biz, sana vahiy olunanda da bize vahiy olunanda da bu
Yahudilere vahiy olunanda da bunu duymadık.” dedi. Bunun üzerine yüce Allah Hz.
Peygamber’e bu ayeti indirdi:
‫ُم‬
ِ ‫ك فِي‬
ِ ‫ن ا ْل ِع ْل‬
َ ِ‫ساءنَا َون‬
َ ِ‫ُم َون‬
َ ‫ك ِم‬
َ ‫جاء‬
َ ‫ه ِمن َب ْع ِد َما‬
َ ‫ج‬
َ ‫ن‬
َ ‫َف‬
ْ ‫ساءك‬
ْ ‫ع أَ ْب َناءنَا َوأَ ْب َناءك‬
ْ ‫م َف ُق‬
ْ ‫م‬
‫حآ ﱠ‬
ُ ‫ل تَ َعالَ ْو ْا نَ ْد‬
َ
َ
َ ‫ه َعلَى ا ْل‬
‫ين‬
ِ ّ ‫ج َعل لﱠ ْع َن ُة الل‬
َ ِ‫كا ِذب‬
َ ‫س َنا وأن ُف‬
َ ‫َوأن ُف‬
ْ ‫ل َف َن‬
ْ ‫م نَ ْب َت ِھ‬
ْ ‫سك‬
‫ُم ُث ﱠ‬
(Âli Đmrân 61: Sana iyice bildirildikten sonra da gene bu hususta seninle
tartışan olursa de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı
çağıralım, biz bizzat gelelim, siz de gelin. Ondan sonra da dua edelim ve Allah'ın
lânetini yalancılara havale edelim.)
Hristiyanlar ayeti duyunca: Ya ebal Kasım, sen bize adil davrandın, peki ne zaman
lanetleşelim? Hz. Peygamber, yarın inşallah, dedi ve yarına lanetleşmek üzere
Hristiyanlar oradan ayrıldılar. Olaya tanık olan Yahudiler ise olayı heyecanla izleyerek
vallahi kimler kaybederse kaybetsin umurumuzda olmaz diyerek dağıldılar.
Hristiyanlar evlerine gidince birbirlerine vallahi hepimiz de biliyoruz ki Muhammed,
peygamberdir. Onunla iddiaya girersek korkarız ki biteriz. Fakat biz Muhammed’den
bizi affetmesini isteyelim, elbette affeder. Đkinci günün sabahında Hz. Peygamber; Hz.
Ali’yi, Hz. Fatıma’yı, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i alır ve sözleştikleri yere yürür. Bu
manzarayı gören Necran piskoposu dedi ki: “Ben öyle çehreler görüyorum ki,
Allah’tan en büyük dağları yerinden koparmasını, dağıtmasını isteseler duaları hemen
kabul olur ve dağlar dağılıverir. Bu nurlu çehrelerle mübahele edecek olursak hepimiz
yok oluruz ve Allah’ın azabı yeryüzündeki bütün Hristiyanları kapsamına alabilir ve
kıyamet gününe kadar dünyada bir Hristiyan bile kalmaz.” Hristiyanlar piskoposlarını
dinleyerek ya ebal Kasım biz iddiadan vazgeçtik, sen dininde biz de dinimizde kalalım.
Hz. Peygamber peki der, ben sizi Đslam dinine davet edeyim, Müslümanlara ne nasip
olursa size de aynısı olsun. Hristiyanlar kabul etmedi. Ancak Hz. Peygamber,
Hristiyanlardan yıllık vergilerini almak üzere onlarla barıştı.
Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyurdu: “Canım elinde olan
Allah’a ant olsun ki eğer benimle mübahele edecek olsalardı mesh olup maymun ve
domuzlara dönüşürlerdi ve bu çölde tutuşan ateşte yanıverirlerdi ve ateşin eteği
Necran’a kadar uzanırdı.”
Kazi Nurullah-i Şuşteri “Đlkak-ul Hak” adlı kitabının 3. cildinde sayfa 46'da Mübahele
ayetinin Ehl-i Beyt hakkında indiğini tasdik eden büyük Ehl-i Sünnet âlimlerinden
yaklaşık altmış kişinin ismini yazıyor. (Müslim b.Hacca-i meşhur “Sahih” adlı kitabında,
C.7, S.120’de / Ahmed b.Hanbel, “Müsned” kitabında C.1, S.185 / Taberi tefsirinde
mübahele ayetinin tefsirinde, C.3, S.192/ Fahr-ur Razi Tefsirinde, C.8, S.85/ Đbni-i
Esir, “Cami-ul Usul” adlı kitabında, C.9, S.470 ve…)
Yüce Allah, Hz. Peygamber’e (s.a.a.v.) Veda Haccı dönüşünde insanlara Hz. Ali’nin
velayetinin azamatini bildirmesini emretti. Hz. Peygamber (s.a.a.v.), amcasının
oğlunu koruyor denmesinden ve bu olayın bazılarının zoruna gidecek olmasından
bildirmekte önce tereddüt etti. Ancak yüce Allah’ın vahiy yoluyla emrinin gelmesi
(Maide 67) ve Peygamberi kendisinin koruyacağını ayetle söylemesi Hz. Muhammed’i
hızlandırdı:
ِ ‫سالَ َت ُه َوالل ُّه َي ْع‬
َ ْ‫ما َبلﱠغ‬
َ ‫ك ِم‬
َ ‫م‬
َ ‫ت ِر‬
َ ‫ل َف‬
َ ّ ِ‫ك ِمن ﱠرب‬
َ ‫ل إِلَ ْي‬
َ ‫نز‬
ْ ‫م تَ ْف َع‬
ْ ‫ك َوإِن لﱠ‬
ُ ‫ص‬
ُ ‫س‬
ُ ‫الر‬
‫َيا أَيﱡ َھا ﱠ‬
ِ‫ن ال ﱠناس‬
ِ ‫ول َبلِّغْ َما ُأ‬
َ ‫م ا ْل‬
‫ين‬
َ ‫كافِ ِر‬
َ ‫إِنﱠ الل ّ َه ال َ َي ْھ ِدي ا ْل َق ْو‬
(Maide 67: Ey Peygamber, bildir, sana Rabbinden indirilen emri ve eğer bu
tebliği ifa etmezsen onun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah, seni insanlardan korur.
Şüphe yok ki Allah, kâfir olan kavme, doğru yola gitmek hususunda başarı vermez.)
Hz. Peygamber, kervan hâlinde yüz bin kadar hacıyla seyir yapıyordu. Hacılar sahrada
dağılmış vaziyetteydiler. Hz. Peygamber, inen ayeti tebliğ etmesi için insanları bir
arada toplaması gerekiyordu. Önde gidenler “Cuhfe” denen yere varmak üzereydi.
Hz. Peygamber (s.a.a.v.) hacıları “Cuhfe” de toplamak için önde gidenlerin arkasına
atlılar gönderip onları Cuhfe’de durdurdu. Arkadan gelenleri de bir arada toplamak
için yürüttü. Ve bütün hacıları Cuhfe’ de topladı. Öğle namazının cemaatle kılınması
için çağrı yaptırdı. Aşırı sıcak nedeniyle hacılara seferi namaz kıldırdı. Sonra develerin
semerlerini toplatıp kendine yüksek bir minber yaptırdı. Minbere çıkıp Hz.Ali’yi sağ
tarafına aldı ve Resulullah (s.a.a.v.) uzunca bir hutbe okudu. Sonra şöyle devam etti:
“Ey insanlar! Ben Allah’ın katına davet edildim. Yakında bu davete icabet edeceğim,
ebedi yurda gideceğim. Ben de üzerimde olan vazifeden sorumluyum, siz de
üzerinizde olan vazifeden sorumlusunuz. Bu hususta ne dersiniz?” Ashap bir ağızdan
şahadet ederiz ki tebliğ ettin, öğüt verdin, vazifeni yaptın. Hz. Peygamber: “Ey
insanlar, bilmez misin ki ben inananlar üzerinde, kendilerinden ziyade tasarruf ve
velayet sahibiyim ve bilmez misiniz ki benim her erkek ve kadın müminlerin üzerinde
kendilerinden ziyade tasarruf ve velayet hakkım vardır." Ashap, evet biliyoruz dediler.
Resulullah bunun üzerine Hz. Ali’nin elini tutup her ikisinin de koltuklarının beyazlığı
görünene kadar kaldırdı ve yüksek sesle: “Ben kimin mevlası isem bu Ali de onun
mevlasıdır. Allah’ım ona veli olana veli, düşman olana da düşman, yardım edene
yardımcı ol; dışlayanı da dışla.” buyurdu ve orda şu ayet-i kerime indi.
‫م ِدي ًنا‬
ِ ‫م ِتي َو َر‬
َ َ ‫سال‬
َ ‫ُم نِ ْع‬
َ ‫ُم َوأَ ْت‬
َ ‫م أَ ْك‬
َ ‫ا ْل َي ْو‬
ْ ‫اإل‬
ْ ‫ت َعلَ ْيك‬
ْ ‫م‬
ْ ‫ُم ِدي َنك‬
ْ ‫ت لَك‬
ُ ‫ض‬
ُ ‫م‬
ُ ‫م ْل‬
ُ ‫يت لَك‬
ِ ‫ُم‬
‘Bugün dininizi ikmal ettim. Nimetimi size tamamladım. Đslam’ı sizlere din
olarak kabul ettim.’ (Maide 4)
Hz. Peygamber: “Dinin ikmaline, nimetimin tamamlanmasına, Đslam’ın din
olmasına, risaletimin rızası ile Ali’nin velayetine Allahü Ekber” dedi. Orda bulunan
dönemin en önemli şairlerinden Hassan bin Sabit kalkar ve ‘Ya Resulullah, bana Ali
hakkında bir şiir söylememe izin verir misin?’ Hz. Peygamber, Allah’ın bereketiyle
söyle der. Hassan beş beyit söyler, içerikleri şöyledir:
Gadir Günü, peygamber-i ekrem ümmete seslendi:
Onlar da peygamberin nidasını duydu
Peygamber “Mevlanız ve veliniz kimdir?”diye buyurdu
Allah u teala bizim mevlamız ve sen bizim velimizsin
Hiç kimse bu manayı inkar etmez dediler
Peygamber-i ekrem “Kalk ya Ali!” buyurdu
Şüphesiz benden sonra imam ve hidayetçi olmana razı oldu
O halde ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır
Öyleyse Ali’ye köleler gibi gerçek yardımcılar olunuz
Sonra dua ederek “Allahım Ali’ye dost olanla dost ol
Düşman olanla da düşman ol!” buyurdu.
(El Havarizmi 4.bölüm c:1 s:47 Min Maktalihi- Menakıb Emiyrel Müminin kitabı
14.bölüm s:80 / Hamaveyni Feraid Essamtayn kitabı 12.bölüm c:1 s:74/ Ettaraif
kitabı Đbni Mardeviyet’ten isnatla c:1 s:146 / Đbni Kesir tefsiri c:2 s:491 ve …)
Ebu Hüreyre’den alınan rivayette: “Arşa, La ilahe illa ene vahdiy, ve enne
muhammeden abdiy ve resüliy. Eyyedtehu bi Aliyyin” (Benden başka ilah yoktur.
Muahmmed kulum ve resulumdür. Onu Ali ile teyit ettim.)
Hz. Muhammed’i teyit edenin Hz. Ali olduğu hakkında Kur’an-ı Kerim’de şöyle bir ayet
vardır:
‫ين‬
َ ‫م ْؤ ِم ِن‬
َ ‫ي أَيﱠ َد‬
َ ‫ھ َو الﱠ ِذ‬
ْ ‫ك بِ َن‬
ُ
ُ ‫ص ِر ِه َوبِا ْل‬
(El enfal 62)
(Seni ve müminleri yardımıyla teyit eden odur.) (Hilyetül Evliya kitabı Ebü
Hüreyre’den isnatla Tarih Dimask c:2 s:419 / Kifayet ettalib kitabı 62.bölüm s:234/
Suyutî Dürrül Mensür kitabı c:3 s:199)
‫ن‬
‫َيا أَيﱡ َھا ال ﱠن ِب ﱡ‬
َ ‫ك ِم‬
َ ‫ن اتﱠ َب َع‬
َ ‫س ُب‬
َ ‫ي‬
ْ ‫ح‬
ِ ‫ك الل ُّه َو َم‬
(El Enfal 64) ‫ين‬
َ ‫م ْؤ ِم ِن‬
ُ ‫ا ْل‬
(Ey Peygamber; Allah, sana ve sana tabi olan müminlere yeter.)
Ünlü yazarların rivayetleriyle sabittir ki Hz. Peygamber’e (s.a.a.v.) en çok tabi olan Ali
bin ebi Talip’tir. (Şevahid ettenzil kitabı c:1 s:230 1.baskı El Emiyni, El Ğadiyr kitabı
c:2 s:51)
‫سول ُُه َف ِإن‬
‫ه إِلَى ال ﱠن‬
ِ ‫سو ِل‬
ِ ّ ‫ن الل‬
ٌ ‫َوأَذ‬
َ ‫ش ِر ِك‬
َ ‫جِ األ َ ْك َب ِر أَنﱠ الل ّ َه َب ِري ٌء ِ ّم‬
َ ‫م ا ْل‬
َ ‫اس َي ْو‬
َ ‫َان ِ ّم‬
ْ ‫م‬
ّ ‫ح‬
ُ ‫ين َو َر‬
ُ ‫ن ا ْل‬
ُ ‫ه َو َر‬
ِ
َ
َ
‫يم‬
ِ ّ ‫ه َو َب‬
ِ ّ ‫ج ِزي الل‬
ِ ‫ُم غَ ْي ُر ُم ْع‬
َ ‫م َف ُھ َو‬
ْ ‫م َف‬
ٍ ِ‫ين َك َف ُرو ْا بِ َعذَابٍ أل‬
َ ‫ش ِر الﱠ ِذ‬
ْ ‫خ ْي ٌر لﱠك‬
ْ ‫مو ْا أنﱠك‬
ْ ‫ُم َوإِن تَ َولﱠ ْي ُت‬
ْ ‫ُت ْب ُت‬
ُ َ‫اعل‬
‘Hacc-ı ekber günü, Allah'tan ve Peygamberinden insanlara bir ilândır bu:
Şüphe yok ki Allah ve Peygamberi, müşriklerden berîdir. Artık tövbe ederseniz bu,
daha hayırlıdır size. Fakat gene yüz çevirirseniz iyice bilin ki siz hiç şüphe yok, Allah'ı
âciz bırakamazsınız ve kâfir olanlara pek acıklı azapla müjde ver.’ (Tevbe 3)
Enes bin Malik’ten alınan rivayette: Hz. Peygamber (s.a.a.v.) bu ayeti Mekke ehline
okuması için Ebu Bekir’i gönderir. Ardından Cibriyl (a.s.), Hz. Peygamber’e iner ve Ya
Resulullah, Allah’ın emirlerini sen veya senden biri eriştirir der. Mekke ehline de ayeti
Hz. Ali tebliğ eder. (Hasais Emiyrel Muminin kitabı hadis 75 s:144 / Camil Cevami
kitabı c:2 s:272 / Eddürrül Mensür kitabı c:3 s:209 )
Hz. Ali, Abbas ve Şeybet arasında tartışma çıkar. Abbas ben sizden üstünüm; çünkü
hacılara su içirme işi benim elimde. ‫صا ِدقِين‬
َ ‫ين آ َم ُنو ْا اتﱠ ُقو ْا الل ّ َه َوكُو ُنو ْا َم‬
َ ‫َيا أَيﱡ َھا الﱠ ِذ‬
‫ع ال ﱠ‬
Şeybet ise ben sizden üstünüm; çünkü Beytullahın anahtarları bende. Hz. Ali (a.s)
ben sizden daha üstünüm; çünkü ben sizden daha önce iman ettim, hicret ve cihat
ettim der.
Yüce Allah, bu ayet-i kerime ile Hz.Ali’yi teyit etti.
‫ه‬
ِ ّ ‫يل الل‬
ِ ‫م اآل‬
ِ ّ ‫ن بِالل‬
ِ ‫س‬
ِ ‫ج َو‬
ِ ‫م‬
َ ‫جا‬
ِ ‫ه َوا ْل َي ْو‬
ِ ‫ح َر‬
َ ‫ھ َد فِي‬
َ ‫خ ِر َو‬
َ ‫ن آ َم‬
َ ‫ام َك‬
َ ‫ج ِد ا ْل‬
َ ‫ما َر َة ا ْل‬
َ ‫ع‬
َ ‫سقَا َي َة ا ْل‬
َ َ‫أ‬
ْ ‫م‬
ْ ‫م‬
ْ ‫ج َع ْل ُت‬
ِ ‫س ِب‬
ِ ّ ‫حا‬
‫ين‬
ِ ِ‫م الظﱠال‬
ِ ّ ‫عن َد الل‬
ِ َ‫س َت ُوون‬
َ ‫م‬
َ ‫ه َوالل ُّه ال َ َي ْھ ِدي ا ْل َق ْو‬
ْ ‫ال َ َي‬
‘Hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman
eden ve Allah yolunda cehd edenin (çaba harcayanın) (yaptıkları) gibi mi saydınız?
Bunlar Allah katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa hidayet vermez.
(Tevbe 19)’ Ve Tevbe suresinin 20. ayeti devam etti.
‫ك‬
ِ ّ ‫عن َد الل‬
ِ ‫ج ًة‬
ِ ‫م َوأَن ُف‬
ِ ّ ‫يل الل‬
َ ‫جا‬
َ ‫ين آ َم ُنو ْا َو‬
َ ‫ه َو ُأ ْولَ ِئ‬
َ ‫م َد َر‬
َ ‫ھ ُدو ْا فِي‬
َ ‫ج ُرو ْا َو‬
َ ‫ھا‬
َ ‫الﱠ ِذ‬
ْ ‫س ِھ‬
ْ ‫ه بِأَ ْم َوالِ ِھ‬
ُ َ‫م أَ ْعظ‬
ِ ‫س ِب‬
َ‫م ا ْل َفائِ ُزون‬
ُ
ُ ‫ھ‬
“Đnananların, yurtlarından göçenlerin ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla
savaşanların Allah katında dereceleri pek büyüktür ve onlardır muratlarına erenlerin,
kurtulup nusrat bulanların ta kendileri. (Tevbe 20)”
Bu ayette de Hz. Ali’nin öncelikli imanı ve hicretinin diğerlerinden üstünlüğü teyit
edilmiştir.
“Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve doğru (sadık)larla birlikte olun.” (Tevbe 119)
Đbni Abbas’tan rivayetle: Allah’tan sakının ve doğrularla beraber olun ayeti, Ali bin
Ebu Talib’e (a.s) özeldir. Cafer-üs Sadık ise ayet, Muhammed ve Ali hakkındadır.
Ancak onlarla beraber olunur. (Menakib Emiyrel muminiyn kitabı (El Havadis) 5/198
Tefsir el Burhan’dan Essayyid Haşim el Buhari c:2 s:170 2.baskı) Ve Maide suresi 55.
ve 56. ayetler yine Hz. Ali hakkındadır.
‫ل‬
َ ‫ين آ َم ُنو ْا الﱠ ِذ‬
َ ‫سول ُُه َوالﱠ ِذ‬
َ ‫إِنﱠ‬
ْ ‫ھ‬
‫م َرا ِك ُعونَ َو َمن َي َت َو ﱠ‬
‫مونَ ال ﱠ‬
ُ ‫صال َ َة َو ُي ْؤ ُتونَ ال ﱠز َكا َة َو‬
ُ ‫ين ُي ِقي‬
ُ ‫ُم الل ُّه َو َر‬
ُ ‫ما َولِيﱡك‬
َ‫م ا ْلغَالِ ُبون‬
ِ ّ ‫ب الل‬
ِ ‫ين آ َم ُنو ْا َف ِإنﱠ‬
َ ‫ح ْز‬
َ ‫سولَ ُه َوالﱠ ِذ‬
ُ ‫ه‬
ُ ‫ھ‬
ُ ‫الل ّ َه َو َر‬
“Sizin dostunuz, sahibiniz, ancak Allah'tır ve Peygamberidir ve inananlar,
namaz kılanlar ve rüku ederken zekat verenlerdir. Kim Allah'ı, Resûlünü ve iman
edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın
taraftarlarıdır.”
Ubeydullah oğlu Avnullah bin Ebu Rafi, babasından; babası, dedesi Ebu Rafi’den
hadisi naklediyor. Der ki : Hz. Peygamber (s.a.a.v.) yatarken yanına geldim.Ya
uyuyor ya da ona vahiy iniyordu. Bir baktı ki evin kenarında bir yılan var. Hz.
Peygamber’i uyandırmamak için yılanı öldürmedim. Peygamberle yılan arasında
yattım, yılandan bir zarar gelecekse bana gelsin istedim. Resullulah (s.a.a.v.)
uyandığında bu ayeti okuduğunu duydum. Sizin veliniz Allah ve peygamberlerdir.
Namazı dosdoğru kılan … ve el-hamdulillah dedi ve beni yanında gördü. Bana sordu,
seni burda yatıran nedir dedi. Ben de yılanı gösterdim. Bana kalk öldür, dedi. Ben de
kalktım, yılanı öldürdüm. Sonra Hz.Peygamber, Allah’a şükrederek elimi aldı ve Ya
Eba Rafi dedi, benden sonra Ali’ye savaş açanlar olacak. Yüce Allah bunlarla
mücaledeyi hak kıldı. Eliyle mücadele etmeyen diliyle, diliyle mücadele edemeyen
kalbiyle mücadele etsin.
Đbni Abbas’tan rivayetle: Abdullah bin Selman ile yanında kavminden iman eden
birkaç kişiyle: Ya Resullulah evlerimiz uzak, meclisinizden başka yerde ne bize anlatan
ne oturacağımız yer var. Allah ve Resulüne iman ettiğimiz için kavmimiz bizden koptu.
Bizimle oturmama, evlenmeme, konuşmama kararı aldılar. Bu da bizim zorumuza
gitti. Hz. Peygamber (s.a.a.v.) onlara: Sizin veliniz, Allah ve Peygamberdir. Namazı
dosdoğru kılan, zekatı rükûda iken veren müminlerdir, dedi. Hz.Peygamber (s.a.a.v.)
sonra mescide yöneldi. Mescitte insanlar namaz kılıyor, içlerinde kıyamda olanı da
rükû de olanı da var. Hz. Peygamber (s.a.a.v.) orda gördüğü bir dilenciye sordu.
Sana bir şey veren oldu mu? Evet altından bir yüzük verdiler dedi dilenci.
Hz.Peygamber kim verdi? Dilenci, Hz. Ali’yi işaret ederek bu ayaktaki dedi. Hz.
Peygamber nasıl iken verdi diye sordu? Dilenci, rükûda iken verdi dedi.
Hz.Peygamber, sizin veliniz Allah ve Peygamber’dir. Namazı dosdoğru kılan, zekatı
rükûda iken veren müminlerdir. Allah peygamberine ve müminlerine dostluk edenler,
galip olur; çünkü galip olanlar Allah bölüğüdür, dedi. (Tabarani El- Mucemel Kebir c:1
Bağdat c:1 s:300/ El-Heysemi Mecmaüz- Zevevaid kitabı s:134/ Mizan el-Đtidal c:3 s:
22 / Lisanül Mizan c:2 s:122/ Camil Cevami kitabı c:2 s:650/ El-Ensab kitabı c:4 s:322
/ Ğayet en-Nihayeh kitabı c:1 s:447)
Ebül Carud’tan, Habib bin Yaser’den Zazen’den rivayetle der ki: Ali’yi bunları
söylerken duydum: “Başak tanesini yaran ve de canları yaratanın hakkı ile yemin
ederim ki bana üstüne oturacağım bir yastık serilse Tevrat ehline Tevrat’larıyla, Đncil
ehline incil’leriyle, Zebur ehline Zebur’larıyla, Furkan ehline Furkan’larıyla
hükmederim. Ve yine de taneyi yaran ve canı yaratanın hakkıyla yemin ederim ki
Kureyşin her kimsesine onu cennete veya cehenneme götürecek ayeti bilirim. Biri
kalkar ve Ya Ali peki sana inen ayet ne? Hz. Ali, Hz. Peygamber, Rabbinden açık bir
delille mazhar idi. Ben de onun şahidiyim. Sen Hud suresini okur musun dedi ve 17.
ayeti okudu:
‫ھ ٌد‬
ِ ‫شا‬
ِ ّ ِ‫ة ِ ّمن ﱠرب‬
ٍ ‫من َكانَ َعلَى َب ِي ّ َن‬
َ ‫ه َو َي ْتلُو ُه‬
َ ‫أَ َف‬
“Rabbinden açık bir delille mazhar olan, ardınca da Rabbi tarafından bir şahit
gelen…” Resullulah (s.a.a.v.) Rabbin açık bir delille mazhardı. Ben de şahidiyim.
(Marifet es-Sahabe kitabı c:1 Essuyuti 407 408 hadisinde /Camil Cevami c:2 s:68 –
Durrul Mensur c:3 s:324/ Kurtubî Tefsiri, Hud 17’nin tefsiri )
Đbni Abbastan rivayetle:
‫ھا ٍد‬
َ ‫م‬
َ َ ‫ما أ‬
ٍ ‫ل َق ْو‬
َ ‫إِنﱠ‬
ّ ِ ‫نت ُمن ِذ ٌر َولِ ُك‬
“ …Sen ancak Allah azabıyla uyarıcısın. Her kavmin de bir hidayet önderi
vardır. (Ra’d 7)” ayeti indiğinde Hz. Peygamber, Ali’ye dönerek şöyle dedi: ‘Ya Ali
benden sonra doğru yolu bulanlar seninle doğru yolu bulacaklardır.’ Bir yerde de Ya
Ali nezir benim, benden sonra doğru yolun rehberi sensin, doğruyu bulanlar seninle
bulacaklardır. (Menakib Ali bin ebu Talib c:3 s:83 / Tefsir el-Burhan c:2 s:282
2.baskı/ Şevahid ettenzil kitabı c:1 s:295 1.baskı/Kenzül Ummal c:6 s:157
1.baskı/Ettabarani el-Mucemmessağıyr c:1 s:162 2.baskı/ Ettarih el Kebir, Buhari
tercümesi c:4/El-Heysemi Mecme uz-Zevaid kitabı c:7 s:4)
(Yazı, önümüzdeki sayıda devam edecek.)
NEHC’UL BELAĞA’DAN
Nehc’ul Belağa Hz. Ali (a.s)’nin hilafeti döneminde buyurmuş olduğu 239 hutbe,
79 mektup ve 480 hikmetli kısa sözden oluşan bir kitaptır. “Seyyid Razi” adıyla
meşhur olan ve büyük Şii alimlerinden biri sayılan “Muhammed b. Hasan Musevi”
(359-406) söz konusu hutbe, mektup ve kısa sözleri bir araya toplayarak değerli bir
eser oluşturmuş ve bu eseri Nehc’ul Belağa olarak adlandırmıştır. Dergimizin “Nehcul
Belağadan” adlı bu köşesinde eşsiz olan bu eserden bölümler sunacağız.
ALLAH- HAZRETĐ MUHAMMED (S.A.A.V)
-Đmân -Đslâm ve Kur'ân-ı MecidHamd, Allah'a ki övenler onu lâyıkıyla övemezler; nimetlerini sayıp dökenler,
onları söyleyip bitiremezler; çalışıp çabalayanlar, hakkını edâ edemezler. Öyle bir
ma'buddur ki derin düşünceler onu idrâk edemez; akıl-fikir, denizine dalanlar, zâtının
künhüne eremez. Bir sınır yoktur ki sıfatını sınırlayabilsin; bir vasıf yaratılmamıştır ki
zatına lâyık bulunsun. Yoktur ona sayılı bir an; yoktur onun için ertelenmiş bir zaman.
Yaratılanları, kudretiyle o yaratmıştır; rüzgarları, rahmetiyle o estirmiştir; yarattığı yer
yüzünü, kayalarla perçinlemiş, pekiştirmiştir.[1]
Dinin evveli onu tanımaktır. Tanıyışın kemâli, onu tasdik etmektir. Tasdik edişin
kemâli, onu bir bilmektir. Bir bilişin kemâli, ona karşı öz doğruluğuna ermektir. Öz
doğruluğunun kemâli onu noksan sıfatlardan tenzîh etmektir. Çünkü bilmek gerekir ki
ne sıfat söylenirse söylensin, o sıfatla vasfedilemez; her sıfat, vasfedilenden gayridir;
onunla bilinemez.[2]
Onu vasfetmeye kalkışan, onu bir başkasına eşit etmiş sayılır. Başkasını ona eşit
sayan, ikiliğe düşmüş olur. Đkiliğe düşen, tecezzîsini kaail olur; tecezzîsini kaail olan,
onu tanımamış olur. Onu tanımayan, ona cihet isnat eder, ona işaret eyler. Ona işaret
eden, onu sınırlar. Sınırlayan, sayıya sokar. Her nerde derse, onu bir yerde sanır, ona
mekân isnat eder; bir yerde diyense, başka yeri ondan hâlî sanır.[3]
Vardır, yaratılmaksızın. Mevcuttur, yokluktan var olmaksızın. Her şeyle biledir,
beraber değil. Her şeyden gayrıdır, ayrı değil. Đşler yapar; harekete, âlete muhtaç
olmadan. Görendir, görülen yokken. Birdir, bir varlığa muhtaç bulunmadan, hiçbir
varın yokluğunu garipsemeden. Halkı yarattı, yaratmaya koyuldu, düşünüp
kurmadan, işe deneyişten faydalanmadan, bir harekete, âlete muhtaç olmadan işe
koyulmadan, koyulup yorulmadan. Her şeyi vaktinde yarattı, birbirlerine aykırı olan
şeyleri birleştirdi, uzlaştırdı. Her şeyde bir istîdat, bir tabiat yarattı; her şeyin
maddesini ona göre düzdü-koştu. Her şeyi olmadan bilendir O; sınırlarını, sonlarını
kavrayıp kapsayandır O; her şeyin gizli, açık, her yanını bilendir O.[4]
Tenzîh ederim O'nu noksan sıfatlardan, dâima, yarattıklarına, şerîat sahibi bir
peygamber göndermiştir; yahut bir kitap indirmiştir; yahut gerekli bir huccet
tanıtmıştır; yahut da doğru yolu bildirmiştir. Öylesine peygamberlerdir onlar ki ne
sayılarının azlığı yüzünden buyrukları bildirmede bir kusurda bulunmuşlardır, ne
yalanlayanların çokluğu yüzünden bir taksîre düşmüşlerdir. Kimisi gelip geçmiştir;
kendisinden sonra geleceğin adını bildirmiştir; kimisi çıkıp gelmiştir; ondan önceki onu
tanıtmıştır.[5]
Bu yol-yordam üzere çağlar geçmiştir, zamanlar aşmış-tır; atalar geçip
gitmişlerdir, oğullar, yerlerine geçip yetmişlerdir. Sonunda, noksan sıfatlardan
münezzeh olan Allah, va'dini yerine yetirmek, elçiliğini tamamlamak için Rasulullah
Muhammed'i göndermiştir; Allah'ın sâlatı ona ve soyuna. Onu tanımak, tanıtmak için
peygamberlerden söz almıştır; sıfatları tanınmıştır; doğumu ve doğduğu yer ve zaman
yüceltilmiştir.[6]
O gün yeryüzündekiler, ayrı-ayrı yollara sapmışlardı; darmadağın dileklere
sarılmışlardı; dağınık yollara sapıtmışlardı. Kimisi, Allah'ı, onun yarattığı şeylere
benzetmedeydi; kimisi adını anarken batıl yola gitmedeydi; kimisi de ona şirk koşup
sapıklık etmedeydi.[7]
Derken onunla sapıklıktan kurtardı onları, vücudunun bereketiyle bilgisizlikten
halâs etti onları; sonra da, Allah'ın sâlâtı ona ve soyuna olsun, Muhammed'e noksan
sıfatlardan münezzeh olan Allah kendisine kavuşmayı seçti; katında ihsanda
bulunmayı diledi; dünya yurdundan almakla ikrâm etti ona; belâlara eş olmayı reva
görmedi ona. Kerem sahibi onu kendi katına aldı; Allah'ın sâlâtı ona ve soyuna olsun.
O, sizin aranızda, peygamberlerin ümmetleri içinde bıraktığını bıraktı. Çünkü
peygamberler, ümmetlerini başıboş bırakmadılar; apaçık bir yol bırakma-dan
gitmediler; bir bayrak dikmeden onları terketmediler.[8]
Rabbinizin kitâbı sizdedir, yanınızdadır; helâlini de apaçık göstermededir,
harâmını da. Farzlarını da apaçık bildirmededir, üstün işlerini de. Bir hükmü kaldıran
âyeti de açıklamıştır, hükmü kaldırılan âyeti de. Ruhsatlarını da bildirmiştir,
azimetlerini de. Anlamı husûsî olan da apaçıktır, umûmî olan da. Đbretleri de
meydandadır, örnekleri de. Mutlak olanı da bildirilmiştir, mukayyet olanı da. Anlamı
herkesçe anlaşılanı da beyan edilmiştir, anlaşılmayanı da. Kısaca anlatılanları tefsir
edilmiştir, müşkül anlaşılanları açıklanmış, bildirilmiştir, öyle hükümleri vardır ki, o
kitabın, mutlaka bilinmesi için ahit alınmıştır, öyle hükümleri de vardır ki kulların,
onları bilmemesi de câiz sayılmıştır. Öyle âyetleri vardır ki kitapta farzdır da
neshedilişi, sünnetle bildirilmiştir. Öyle âyetleri de vardır ki sünnetle vâcip olmuştur,
kitaptaysa terk edilmesine ruhsat verilmiştir. Bazı hükümleri vaktinde vacîptir, ileri
zamanlarda hükmü geçer. Haramlarının da hükümleri çeşit çeşittir; öyle büyük
haramlar vardır ki onları yapana cehennem vardır; öyle küçükleri de vardır ki onları
yapanların suçlarını örter, bağışlar. Öyle hükümleri vardır ki en azı da makbûldür, en
çoğu da yapılabilir.[9]
(Aynı hutbeden):
Hürmeti vacip olan evini (Kâbe'yi) ziyaret edip haccetmenizi de size farzetti; o
evi halka kıble kıldı; halk susamış yaratıkların yanıp kavrularak koşuştukları gibi oraya
varırlar; sürü-sürü güvercinler gibi oraya sığınırlar. Noksan sıfatlardan münezzeh olan
ma'bud, kendi ululuğuna karşı gönül alçaklığını sağlamak, yüceliğini onlara anlatmak
için o evi bir sebep olarak icâd etti. Halkın bir kısmını seçti ki onlar, onun çağrısını
duydular da icâbet ettiler; onun sözünü gerçeklediler. Peygamberlerinin durdukları
yerlerde durdular; arşın çevresinde dolanan meleklere benzediler; ona kulluk etme
ticaret yurdunda kârlar elde ettiler, suçları örteceğini vaadettiği yere koşuşup gittiler.
Noksan sıfatlardan münezzeh ve yüce ma'bud, o evi, Đslâm için bir alem kıldı;
sığınanlara orasını bir harem kıldı. Orayı ziyaret etmeyi farzetti; hakkını tanıyıp
korumayı gerekli saydı. Oraya varmanızı farzetti de o noksan sıfatlardan münezzeh
olan ma'bud buyurdu ki: "Đnsanlardan oraya gitmeye gücü yetene, Allah için o evî
ziyaret ederek haccetmesi farzdır; inkâr eden eder; Allah, şüphe yok ki bütün
âlemlerden müstağnîdir." (Kur'an-ı Mecid, 3, 97).[10]
************************
[1]
- Kur'ân-ı Mecîd'de 14. sûrenin (Đbrahim a.s) 34. âyetiyle, 16. Sûrenin (Nahl)
18. âyetinde Allah'ın nimetlerinin sayılamayacağı bildirilmiş, Hz. Muhammed de
(s.a.a) "Allah'ım, gazabından rızana, ikabından bağışlamana, senden sana sığınırım,
sana lâyık övmeyle seni övmeme imkân yok benim için; sen, kendini nasıl övdüysen
öylesin" buyurmuştur. (Câmi'us-Sagıyr, 1. s.50). Kur'an-ı Mecid'in 78. sûresinin
(Nebe') 6. ve 7. âyetlerinde de yeryüzü, bir yaygıya, dağlar çivilere teşbîh edilmiştir.
[2]
- Din lügatte karşılık mânasına gelir. Terim olarak, Đlâhî hükümlerin tümüne
denir. Kur'an-ı Mecid'de, Allah katında dînin ancak Müslümanlık olduğu bildirilmiş (3,
Âli Đmran, 19) Müslümanlığın gerçek din olduğu anlatılmış (9, Tevbe, 33), ayrıca her
yapılan işin karşılığı verileceği vaadedilen kıyâmet gününe de "din günü" denmiştir (1,
Fatihâ,4). Birinci mânada itâat etmek, râm olmak, öz gerçekliği mânaları da vardır
(El-müfredât fî Garib-il Kur'an, Tahran- Murtazaviyye matbaası, ofset basımı s:175176). Bu söz Kur'an-ı Mecid'de bir çok âyetlerde geçer. 51, sûrenin (Zâriyât) 56.
âyetinde, "Ve ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım"
buyurulmuştur. Bu âyeti Đbn-i Abbas, "Yâni, beni tanısınlar diye" tarzında tefsir
etmiştir. "Ben bir gizli defineydim, tanınmayı diledim de halkı, beni tanısınlar diye
yarattım" meâlindeki kudsî hadisi mevzû kabul edenler dahi, yukarıdaki âyetin tefsiri
bakımından, bu sözün, meâl itibariyle doğru olduğunu söylemişlerdir (Aliyy'ül-Kaarî:
Mevzuat-u Kebîr, Matbaa-i âmire-1289, s.62).
Dinin usûlü, Allah'ın varlığına, birliğine, kullara lütuf olarak içlerinden bazılarını
seçip hükümlerini bildirmek, doğru yolu göstermek için gönderdiğine, onlara Cebrâil
vasıtasıyla ve vahiy yoluyla hükümlerini bildirdiğine, bunların içinde son peygamber
olan Hz. Muhammed'in (s.a.a) Allah katında mertebesi en yüce ve yüksek olduğuna
ve peygamberliğin onunla bittiğine, bu dünyadan sonra bir âhiret âleminin
bulunduğuna ve herkesin orada, dünyada yaptığının mükâfat ve mücâzatını
göreceğine inanmaktır. Bu üç asla "Tevhîd, Nübüvvet ve Maâd" denir. Nübüvvet'e,
meleklere ve kitaplara inanmak, maâda, ölümden sonra âyet ve hadislerde bildirilen
şeylerin hepsine inanmak girer. Bunları tasdik, herkese ve aklen gerektir. Bunlarda
taklit, yani bir müçtehidin reyine uyuş olmaz. Fürû'ı din'de, yâni namaz, oruç, hac,
zekât ve saire gibi bedenî, yahut mâlî, yahut hem bedenî, hem mâli ibadetlerle,
nikâh, talak, alım-satım gibi muâmelâtta Kur'an ve hadisten, yani Kitap ve Sünnetten
hüküm çıkarmaktan, icma' ve akılla bir hükme varabilmekten âciz olan kişilerin
müçtehidi taklit etmeleri, onun re'yine uymaları icab eder.
[3]
- Allah'ı hakkiyle tavsif mümkün değildir, çünkü sıfatları, bizim bildiğimiz
sıfatlar gibi değildir, Kitapta ve Sünnette vârid olan sıfatlar bizim idrâkimize göredir.
Ancak bizim görmemiz, duymamız, renk, şekil, ses, uzaklık, yakınlık yönünden olduğu
gibi gözle ve kulakla mümkündür. Halbuki Allah'ın görmesi, duyması, bir esere tâbi
olmadığı, bir ihtiyaca bağlı bulunmadığı gibi âletle de değildir, ilmi, görülen, duyulan
şeyleri muhît olduğu gibi görülmeyen, duyulmayan şeyleri de muhîttir. Bu bakımdan,
bizim bilgimizle onun sıfatlarını kıyaslamak, âdetâ onun zâtına bir eşit kabul etmeye
benzer ki vahdete, tevhid inancına aykırıdır. Varlık ve birlik, Allah sübhânehu ve
Teâlâ'nın zatında sâbit iki sıfattır, zâtın aynı değildir.
2. surenin (Bakara) 29. âyetinde, 7. surenin (A'râf) 54. âyetinde, 10. sûrenin
(Yunus) 3. âyetinde, 20. sûrenin (Tâbâ) 4. âyetinde, Allah Tebareke ve Teâlâ'nın
göğe, arşa istivâsı müevveldir. Đstivâ iki şeyin, iki adamın eşit ve denk olmasıdır. Sivâ,
iki şey arasında hacım, ağırlık gibi hususlarda eşitliğe denir; keyfiyet husûsunda da
kullanılır. Đstivâ, "alâ" ile ta'diye edilirse kavramak, kaplamak anlamına gelir. Emri,
hükmü, tedbîri, göğü, arşı kavradı, yâni gökleri yerleri yarattıktan sonra arşa hâkim
ve mutasarrıf oldu, tedbiri orada cârî oldu demektir. Gök her cirmi kaplayan fezâdır,
arş, tavan, bir şeyin üstünü örten şey ve çardaktır. Mecaz yoluyla padişahın meclisi,
saltanat, hüküm, yücelik ve kudretten kinâyedir. Arşı yıkıldı demek, hükmü kalmadı,
gücü kuvveti yok oldu demektir. Bu bakımlardan bu âyetlerdeki mânâ, tedbîri, emri,
kudreti, göğü, arşı kapladı, her şeye şâmil oldu ve şâmildir tarzında anlaşılır. Yoksa
gökte veya arştadır demek değildir (El-Müfredât s. 329-330; Tabrasî: Mecma'ul
Beyan; 1, s. 71-72, 4, s.427-428, 5, s.99). Mücessime tâifesi, Allah'ın arşta
bulunduğunu kail olmakla hata etmişlerdir. Bir yerde temekkün, başka yerde
bulunmamaktır, aynı zamanda mahdut ve cisim sâhibi olmaktır, cisimse tecezzi eder.
Bütün bunlarsa Allah için muhâldir.
[4]
- Bir işe koyulan, önce o işi düşünür, kurar, bilgisinden, görgüsünden
faydalanır, yaparken hareket halindedir, bir cihet sarfeder, yorulur. Bu dört vasıf
olmadan hiçbir iş yapılamaz. Allah Tebareke ve Teâlâ ise bunlardan müstâğnidir,
münezzehtir, ilmi bir şeyi yaratmadan önce de ona lâhıktır, sonunu da bilir.
[5]
- "Kim doğru yolu bulursa ancak kendisi için bulmuştur. Kim doğru yoldan
sapmışsa kendisini saptırmıştır ve kimse, bir başkasının yükünü yüklenmez ve biz,
peygamber göndermedikçe hiçbir topluluğu azaplandırmayız" âyeti mucibince (17,
Đsrâ, 15) lütfü dolayısıyla insanlara mutlaka bir peygamber göndermiştir, bir kitap
indirmiştir, bir hüccet tanıtmıştır, doğru yolu beyan buyurmuştur. Peygamberlerin
kimisi, 61. sûrenin (Saf) 6. âyetinde Hz. Đsâ alâ Nebiyyinâ ve âlihi ve aleyhisselâmın,
Hz. Muhammed'i bildirdiği gibi kendisinden sonra gelecek peygamberi müjdelemiştir;
kimisi bizim Peygamberimiz gibi eski peygamberleri tasdik etmiş ve ettirmiştir.
[6]
- 2. Sûrenin (Bakara) 143. âyetinde tam orta yolu tutmuş, ifrattan, tefritten
arınmış olan Muhammed (s.a.a) ümmetinin bütün insanlara tanıklık edeceği, Hz.
Peygamber' in de ümmetine tanık olacağı, 4. sûrenin (Nisâ) 41. âyetinde, kıyâmet
günü her ümmetten bir tanık getirileceği, Muham-med (s.a.a) ümmetinin de hepsine
tanıklık edeceği bildirilmektedir. 9. sûrenin (Tevbe) 33. âyetinde, müşrikler istemese,
zorlarına gitse bile Hz. Muhammed'in insanları doğru yola götürmek için gerçek din
ile, bütün dinlere üstün olmak için gönderildiği beyan buyurulmaktadır. 61. sûrenin
(Saf) 9. âyet-i kerîmesi de aynı meâldedir ve bu âyetlerden Muhammed (s.a.a)
dininin son din, kendilerinin de son peygamber olduğu anlaşılmaktadır. 33. sûrenin
(Ahzâb) 40. âyetinde ise Hz. Muhammed'in Allah'ın Rasulü ve peygamberlerin
sonuncusu olduğu tasrîh edilmektedir. Âyette, peygamberler, sözü "nebiyyin-haber
getirenler" diye geçer. Her nebî, rasûl, yâni şerîat sâhibi değildir, fakat her rasûl
nebîdir, yâni nebî umûmîdir, rasul husûsî ve rasûl, nebî sözünün şümulüne girer; bu
bakımdan hadislerle de sâbit olduğu veçhile Hz. Muhammed, peygamberlerin
sonuncusudur, dini de son dindir. Ondan sonra peygamberlik iddiâ eden ve din kuran
kişilerin hemen hepsi de sömürgenlerin Đslâm'ı bölmesine maşalık eden şarlatanlar,
yalancılardır.
Kur'an-ı Mecıd'de, Allah'a ibâdet için kurulan ilk evin, ilk mescidin, Mekke-i
Muazzamâ'daki Kâbe olduğu bildirilmiştir (3. Âli Đmrân 96). Buhârî, Ebû-Zerr'den (r.a)
tahriç eder; diyor ki: Yâ Rasûlallah dedim, yeryüzünde ilk kurulan mescid hangi
mescittir? Mescid-i Haram buyurdular. Sonra hangi mescid kuruldu dedim, Mescid-i
Aksâ buyurdular. Đkisinin arasında dedim, ne kadar, zaman var? Kırk yıl buyurdular
(et-Tecrid'us-Sarih, c.2, s.41, Kitab-u-Bed'ül-halk).
[7]
- Cehalet devri denen ve Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilmesinden evvelki
devre ait olan sapıklıklar, saymakla tükenmez. Đnsanlar putlara tapıyorlardı; kumar,
içki, fâiz alıp yürümüştü. Kadınlar dört, beş, hattâ daha fazla erkekle evleniyorlar,
çocuğun babası, ya hakemle tayin ediliyor, yahut kur'a ile tanınıyordu. Diri
hayvanların etinden parçalar kesilip yeniyordu. Harâm, helâl bilinmiyordu. Soy-boy
üstünlüğü, yağma âdî işlerdendi. Kız çocukları diri diri gömülüyordu. Bu hususta,
tarihlerde anlatıldığı için fazla söze lüzum görmüyoruz.
[8]
- Hz. Peygamber'in (s.a.a) diktiği bayrak, Allah'ın Kitabı, kendilerinin
sünnetidir.
[9]
- Helâl, yapılabilen, yapılması suç olmayan şeylerdir. Haram yapılması suç
olan, bir kısmının cezası, dünyada da tayin edilmiş olan şeylerdir. Farz, yapılması
emredilenlerdir. Hükmü kalkan âyete "Mensûh", o âyetin hükmünü kaldıran âyete
"Nâsih" denir. Ruhsat, bir sebep yüzünden yapılmasına cevaz vermektir. Azimet,
manâsında tahsîs bulunan hükümlerdir. Meselâ, içki haramdır. Đçen dünyada da had
vurularak, yani dövülerek cezalanır, su içmekse helâldir. 2. sûrenin (Bakara) 173.
âyet-i kerîmesinde, ölü hayvan eti, kan ve domuz haram edilmiştir; fakat zorda
kalanın başkasının hakkına el uzatmaması, doyuncaya dek yememesi şartıyla
yemesine cevaz verilmiştir; bu bir ruhsattır. "Kim sizden o aya, Ramazan ayına
erişirse orucunu tutsun" emriyle (2, Bakara, 181), bâliğ olmayan, aklı başında
bulunmayan, hasta ve kadınsa hayız halinde olmayan ve seferde bulunmayan
herkese oruç farz edilmiştir; bu sözde yukarıdaki mazeretlerden biri ile mâzur
olmayanlara tahsîs vardır. Mânası umumi olan, "Herkes ölümü tadar" (3. Âli Đmran,
182) âyetindeki gibi mânası herkese ve her şeye şâmil olandır. Đbret, "Bak. Allah'ın
rahmetinin eserlerine, yeryüzünü nasıl da ölümünden sonra diriltir" gibi (30, Rûm, 50)
âyetleridir; mânaları ibreti tazammun eder. Örnek, "Kendilerine Tevrat yüklenenler,
sonra da onunla amel etmeyenler, eşeğe benzerler ki koskoca kitapları taşımada"
(62; Cumua, 5), "Dünya yaşayışı, gökten yağdırdığımız yağmura benzer ancak" (10,
Yûnus, 24) gibi âyetlerdir. Mutlak, "Bir kul azad etmelidir" tarzında nâzil olan
âyetlerdir (58, Mücadele, 3); yahut, "Kadın olsun, erkek olsun, hırsızların ellerini
kesin" (5, Mâide, 38) âyetidir ki elin nereden ve ne kadar kesileceği âyette musarrah
değildir; hadisle anlaşılır. Mukayyetse, "Bir mü'min köle azat etmek gerek" (4, Nisâ,
92), yahut "Ellerinizi dirseklerle beraber yıkayın" (5, Mâide, 6) meâlindeki âyetlerdir.
Anlamı kesin olan ve herkesçe anlaşılan âyetlere "muhkem" denir ve Kur'an-ı Mecid'in
âyetlerinin çoğu böyledir. Mânası herkesçe anlaşılmayan âyetler "müteşâbih" adıyla
anılır; bazı sûrelerin başlarındaki harfler gibi.
Kur'ân-ı Mecid, bir de şu suretle anlatılmaktadır:
Bâzı âyetlerin hükümlerinin mutlaka bilinmesi, onlara uyulması icâb eder,
bunlar, muhkem âyetlerdir ve Kur'ân-ı Mecid'in ayetlerinin çoğu bu suretle nâzil
olmuştur; emir, nehiy, helâl, haram âyetleriyle vahdaniyete, risâlete, maâda îman
hükümlerini ihtiva eden âyetler gibi, fakat bazıları da "müteşabih"dir, mânası açık
olarak belli değildir. 17. sûrenin (Đsrâ) 85. âyetinde ruh hakkında verilen bilgi, yahut
24. sûrenin (Nûr) 35. âyeti olan, "Nûr âyeti", yahut da bâzı sûrelerin başlarındaki
hurûf-ı mukattaa gibi. Bunların mânalarını kesin olarak bilmemiz hakkında bir emir
yoktur, hattâ bunların üzerinde durmak, bunlardan hüküm çıkarmak bir bölük halkı
sapıklığa da sevkeder. Çünkü çevremize, bilgimize, tecrübemize ve zamanımıza
dayanabilen akıl, Rabbânî hikmetleri ihâtadan âcizdir.
Bâzı âyetler de vardır ki 4. sûrenin (Nisâ), 15-16. âyetlerinde, kötülük de bulunan kadının, dulsa ölünceye
dek hapsi, kızsa ta'ziri emredilmişken sünnetle, evli
Download