SEVDİĞİMİZ ATATÜRK Birinci basım öncesinde, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumunca görevlendirilen uzmanın verdiği inceleme raporunun sonuç bölümünde: “Eserin, özellikle öğretmenler ve okul öğrencileri için yararlanabilecek vülgarize (herkesin anlayacağı, halka malolan) bir el kitabı olabileceği kanaâtine varılmıştır”sözü de yer almıştır. Kitap, eleştiri gözüyle yeniden dikkatle okunmuş. Gereken düzenleme ve düzeltmeler yapılarak yenilenmiştir. Doğdu, büyüdü, okudu. Kurmay Subay asker oldu. Savaşların kahramanı, Milletlere örnek oldu... Savaş bitti, düşman gitti. Gazi Paşa başkan oldu. Bîtap düşmüş milletini Güçlendiren önder oldu... Rasim Pehlivanoğlu 2012 1 Yazarı: Rasim Pehlivanoğlu (Emekli Öğretmen) Adresi : F. Çakmak Mah. Fuzuli Cd. Esen Sok. Ülkü Apt. No: 57/4 38020 – Kocasinan – KAYSERİ Telefon: 0 352 – 233 90 30 Cep : 0 507 683 33 73 Yazılış: 2001 - 2002 KAYSERİ Dizgi ve Mizanpaj : Çağrı Yıldırım – Kayseri Baskı : ISBN : 2 Sevdiğimiz Atatürk 3 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ .................................................................................................................... 13 YAZARIN ÖNSÖZÜ .............................................................................................. 14 G İ R İ Ş ................................................................................................................... 17 BİRİNCİ BÖLÜM.................................................................. 25 DOĞUMUNDAN SAMSUN'a ÇIKIŞINA KADAR MUSTAFA KEMAL ........................................................ 25 A - ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU VE OKUL HAYATI .................................. 27 Selânik’te Pembe Boyalı Ev ......................................................... 27 Pembe Boyalı Evde Doğan Çocuk ............................................... 29 Soy Kütüğü ve Doğum Tarihi ...................................................... 30 Küçük Mustafa Büyüyor .............................................................. 31 Mustafa Okulda (şiir) .................................................................. 32 MUSTAFA’NIN OKUL HAYATI ...................................................................... 33 1- İlkokula Başlayan Mustafa....................................................... 33 Mustafa Rampla Çiftliğinde .................................................... 34 2- Mustafa Selânik Mülkiye Rüştiyesinde ................................... 35 3- Mustafa Selânik Askeri Rüştiyesinde ...................................... 35 Sınıfın Çavuşu Mustafa ............................................................ 36 Kemalleşen Mustafa ................................................................. 37 4- Manastır Askeri İdadisinde Mustafa Kemal ............................ 37 Ömer Naci ve Namık Kemal Sevgisi ....................................... 38 Girit İsyanı ve Osmanlı - Yunan Savaşı ................................... 38 Manastır Askeri İdadisinden Mezuniyet .................................. 39 5- Harp Okulu Öğrencisi Mustafa Kemal .................................... 39 Ülkenin Durumu ve Mustafa Kemal ........................................ 40 Osman Nizami Paşa.................................................................. 41 M. Kemal Harp Okulu Son Sınıfında ....................................... 41 6- Harp Akademisinde Mustafa Kemal ........................................ 42 Kurulan Yeni Cemiyetler ......................................................... 43 Balkanlardaki Karışıklıklar ve Mustafa Kemal .......................... 43 Makedonya’da ve Doğu’da Olumsuz Durumlar ...................... 44 Harp Akademisinde Son Yıl..................................................... 45 7- Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal’in İlk Çabaları ................. 45 Sorgulanmaları ve Tayin Edilmeleri ........................................ 46 B - KURMAY SUBAY MUSTAFA KEMAL’İN ORDUDAKİ ÜSTÜN HİZMETLERİ ............................................................ 47 1– Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal Şam’da ............................... 47 Ordudaki Bozukluk ................................................................. 47 Mustafa Kemal’in Dürüst ve Uzlaşmacı Tavrı ........................ 47 Tüccar Mustafa – ..................................................................... 50 Rasim Pehlivanoğlu 4 Vatan ve Hürriyet Cemiyeti .................................................... 50 Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal ............................................ 51 Gizlice Makedonya’da ............................................................ 51 Mustafa Kemal Yafa’da – Şam’da .......................................... 52 2– Kolağası Mustafa Kemal Makedonya’da ................................ 53 Mustafa Kemal’in İleriye Dönük Görüşleri ............................ 54 Aranılan O Baş ........................................................................ 56 3– İkinci Meşrutiyetin İlânı ........................................................ 57 Meşrutiyetin İlânıyla İlgili Mustafa Kemal'in Görüşü ve Tutumu ................................................................... 58 4– Mustafa Kemal Trablusgarp’ta ............................................... 59 Bingazi’den Gelen Mektup ..................................................... 60 5– Meşrutiyetin İlânından Sonraki Menfi Gelişmeler ................ 61 31 Mart Vak’ası ve Mustafa Kemal (Miladi 13 Nisan 1909) ........................................................... 62 Hareket Ordusu İstanbul’a Yürüyor ........................................ 63 Bastırılan İsyan Hareketi Sonrası Gelişmeler ......................... 63 Ordunun Siyasetten Ayrılmasını İsteyen Mustafa Kemal ....... 64 C – İTALYANLARLA TRABLUSGARP SAVAŞI ve MUSTAFA KEMAL ....................................................................... 66 Makedonya’da Buhranlı Günler ................................................... 67 Gönüllü Giden Subaylar ve Mustafa Kemal ................................ 67 T o b r u k S a v a ş ı .................................................................... 68 D– BALKAN S A V A Ş I ............................................................................ 71 1 - Balkan Savaşı Öncesinde Durum ........................................... 71 2– Balkan Devletleri – Osmanlı Savaşı ........................................ 71 CENK ŞARKISI (Şiir) ............................................................ 73 Önemli Direnmeler ve Kırılan Saldırılar ................................. 74 Tedaviden Sonra M. Kemal İstanbul’da .................................. 75 Hükümeti Düşüren İttihatçılar ................................................. 76 3– Yeniden Başlayan Balkan Savaşı ............................................ 76 4 – Balkan Savaşında Kadınlarımızın Gayretleri, Konuşmaları ve Bağışları ....................................................... 77 Birinci Toplantı - Yapılan Duygulu Konuşmalar ................... 78 İkinci Toplantı – Okunan Şiirler ve Konuşmalar .................... 82 KOŞALIM, TEHLİKEDE ÇÜNKÜ VATAN! (Şiir)............... 82 BOZGUN (Şiir) ........................................................................ 83 FERYÂD-I VİCDAN (Şiir) ..................................................... 86 Enver Beyin Hatasıyla Kaybedilen Başarı ............................... 88 Direnen Kalelerin Sonu ............................................................ 89 Mahmut Şevket Paşanın Öldürülmesi ...................................... 89 5 – İkinci Balkan Savaşı ve Mustafa Kemal ........................... 90 Sevdiğimiz Atatürk 5 Edirne’nin Kurtuluşu – Bükreş Anlaşması ............................... 90 BALKANLAR DESTANI (Şiir) .............................................. 90 YENİ ATTİLA (Şiir)................................................................ 92 Alınacak Ders ........................................................................... 93 6- Sofya Ataşemiliteri Mustafa Kemal ...................................... 94 7- Enver Paşa – Almanya İşbirliği ve Mustafa Kemal ............... 95 E – BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI ve BU SAVAŞIN YENİLMEZ KOMUTANI MUSTAFA KEMAL ........................................ 97 1. Avrupa’ da Cihan Savaşı Öncesi Durum ve İlk Gelişmeler ....... 97 2. Birinci Cihan Savaşının Başlaması ve Yayılması ...................... 97 İngilizlerin Gasbettiği İki Gemi ................................................. 98 Bulgarların Kararsızlığı .............................................................. 98 Osmanlıların Savaşa Zorlanması ve Mustafa Kemal ................. 99 İngilizlerden Kaçan Alman Gemileri ......................................... 99 Mustafa Kemal’in Tevfik Rüştü’ye Mektubu ve Görüşleri ..... 100 Böyle Dost Olur mu? ................................................................ 102 3- Osmanlıların Savaşa Sokulması Taktikleri ........................... 102 4 - Cihan Savaşında Osmanlı Cepheleri ....................................... 104 Savaş Sırasında ve Sonrasında Önemli Gelişmeler .................. 104 a– Cihan Savaşında Ordumuzun Doğu Seferi ve Kırılan Askerlerimiz ............................................................ 105 Enver Paşa Komutasındaki Ordu ......................................... 106 b– Güneyde Kanal Seferi ve Mısırın İşgali Fiyaskosu ............. 107 Mustafa Kemal Orduda Görev İstiyor .................................. 108 19. Tümen Komutanı M. Kemal .......................................... 109 c– Çanakkale Savaşları – Bu Savaşların Efsanevi Kumandanı Mustafa Kemal................................... 110 1) Çanakkale Deniz Savaşları................................................... 111 Beklenmedik Ateş – Batan Gemiler ve Kazanılan Zafer ..... 112 ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE (Şiir) ................................. 112 ÇANAKKALE DESTANI’ndan (Şiir) ................................ 114 İmparatorluğu Paylaşma Anlaşması ve Ermeniler ............... 115 2) Çanakkale’ye Karadan Çıkarma Harekâtı ve Mustafa Kemal ................................................................ 115 a) Kara Savaşlarının Birinci Safhası .................................... 115 Haklı Çıkan Mustafa Kemal, Düşmanı İlk Karşılayan Olmuştu: ......................................................... 116 Ölmeyi Emreden Mustafa Kemal ..................................... 117 Takviye Alan Düşman ve 19. Tümenin Başarıları ........... 119 Mustafa Kemal’in Sözü Dinlenseydi ............................... 120 Zafer ve Mustafa Kemal ................................................... 120 Doğuda Ermeni Ayaklanması ve Göç Olayı .................... 120 b) Çanakkale’de Kara Savaşlarının ....................................... 121 6 Rasim Pehlivanoğlu İkinci Safhası ..................................................................... 121 İngilizlerin Şaşırtmaca Saldırısı – Kumanda Karışıklığı ... 122 TEK ÇARE: (Şiir) ............................................................. 123 M. Kemal Anafartalar Grup Komutanı ............................. 123 Conkbayırının Kurtarılması ............................................... 124 Saate İsabet Eden Şarapnel Parçası – Kovalanan Düşman ........................................................... 125 Direnci Kırılan ve Çanakkale’den Çekilen İngilizler ........ 126 ÇANAKKALE GEÇİLEMEDİ (Şiir) ............................... 127 3) Düşmanların Yenilgisiyle Sonuçlanan ................................. 127 Çanakkale Savaşlarının Özeti ............................................... 127 Çanakkale Savaşlarının Bilânçosu ....................................... 129 ÇANAKKALE GEÇİLMEZ (Şiir) ...................................... 130 4) M. Kemal İstanbul’a Gidiyor ............................................... 131 M. Kemal İstanbul’da Beklediğini Bulamıyor ...................... 131 İstanbul’da Mustafa Kemal’in Temasları .............................. 132 d- Doğuda Yeniden Başlayan Osmanlı – Rus .......................... 133 Savaşı ve Mustafa Kemal ..................................................... 133 Amerika Birleşik Devletleri ve Ermeniler............................ 133 M. Kemal 2. Ordu Komutanı................................................ 134 Mekke Şerifi İsyanı .............................................................. 134 Rusya’da Bolşevik (Komünist) Ayaklanması ve Şark Meselesi .................................................................... 135 e- Güney Cephesi – Yıldırım Orduları Grup ............................. 135 Kumandanlığı ve Mustafa Kemal.......................................... 135 Mustafa Kemal’in Veliaht Vahdettin’le Almanya Seyahati .. 136 M. Kemal’in Böbreklerinden Hastalığı ve Yeni Gelişmeler . 138 Mustafa Kemal Yeniden 7. Ordu Komutanı ......................... 139 Barış İstekleri ve Bazı Gelişmeler ......................................... 141 M. Kemal Harbiye Nazırı Olmayı Niçin İstemişti ................ 141 İmzalanan Mondros Mütarekesi ............................................ 142 M. Kemal Paşa Yıldırım Orduları ......................................... 143 Grubu Kumandanı ................................................................. 143 F- BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI SONRASINDAKİ GELİŞMELER ve SAMSUN’A HAREKET ............................................ 144 Veda Eden Liman Von Sanders ve Mustafa Kemal’in Görüşleri . 144 Mustafa Kemal İstanbul’da ........................................................... 146 Mondros Mütarekesinin Ağır Hükümleri ...................................... 147 Çiğnenen Mütareke Şartları ve Yapılan İşgaller ........................... 147 İstanbul’daki Durum...................................................................... 149 Mustafa Kemal’in Şişlideki Evinde .............................................. 149 Aranan Çıkış Yolları ..................................................................... 149 Anadolu’ya Geçmek İçin Çıkan Fırsat – Sevdiğimiz Atatürk 7 Yapılan Özel Görüşmeler .............................................................. 150 ANA ZÜBEYDE (Şiir) ................................................................. 153 Bandırma Vapuruyla Samsun’a Hareket ....................................... 154 BÜYÜK YOLCU I (Şiir) .............................................................. 154 GELİYOR (Şiir) ............................................................................ 155 SAMSUN YOLUNDA BİR GEMİ (Şiir) ..................................... 155 İKİNCİ BÖLÜM ............................................................ 157 TÜRK İSTİKLAL SAVAŞI ve MUSTAFA KEMAL PAŞA ............................ 157 TÜRK İSTİKLAL SAVAŞININ SAFHALARI ................................................. 158 Milli Mücadelenin Mustafa Kemal’i ............................................... 158 İSTİKLAL SAVAŞI (Şiir) ............................................................... 160 BİR YOLCUYA (Şiir) ..................................................................... 161 TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞIMIZIN ÖZETLE HİKAYESİ (Şiir) .... 161 A. BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI SONRASINDA ÜLKEMİZİN DURUMU ve Kuvva-yı Milliye Hareketi ............................. 162 1- Mondros Ateşkes Antlaşması Hükümleri ve Yapılan Haksız İşgaller ........................................................ 162 2- Kurulan Zararlı Cemiyetler ....................................................... 164 3- Mahallî Kurtuluş Çarelerine Başvuran Millî Cemiyetler .......... 165 4- Kurtuluş, Kurulan Cemiyetlerin Aynı Amaç Altında Birleşmesine Bağlıdır ................................................................ 166 5- Wilson Prensipleri ..................................................................... 167 6- İzmir’in İşgali - Atılan İlk Kurşun ve Akisleri ......................... 168 7- İzmir’in İşgaline Tepkiler ......................................................... 170 VERMEYİZ İZMİR’İ (Şiir) ...................................................... 171 İstanbul’da Yapılan Protesto Mitingleri .................................... 172 Ünlü Hatiplerin Konuşmaları .................................................... 172 Mehmet Emin (Yurdakul’un) Konuşmaları .............................. 173 Halide Edip (Adıvar’ın) Konuşması.......................................... 174 Selim Sırrı Beyin Konuşması .................................................... 176 Doktor Sabit Beyin Konuşması ................................................. 176 GÜZEL AYDIN (Şiir)............................................................... 178 ŞEREF ÇİĞNENDİ (Şiir) ......................................................... 179 EĞİL DAĞLAR EĞİL (Şiir) ..................................................... 179 AH İZMİR! (Şiir) ...................................................................... 180 TÜRK’ÜN İLÂHİSİ (Şiir) ........................................................ 180 SANCAĞA (Şiir) ...................................................................... 181 8– Batı Anadolu’da Kuvva-yı Milliye Hareketi ............................... 182 B. MİLLİ MÜCADELEYE HAZIRLIK ÇALIŞMALARI ............................. 183 1- İlk Adım: Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı ......................... 184 Bir Gemi Yanaştı Samsun’a ...................................................... 185 8 Rasim Pehlivanoğlu 2- Havza Genelgesi ...................................................................... 186 Yurt Çapında Yapılan Mitingler............................................. 186 3- Amasya Tamimi ........................................................................ 187 DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ (Şiir) ..................................... 188 4- Erzurum Kongresi ..................................................................... 190 EN BÜYÜK TÜRK (Şiir) ......................................................... 191 5- Sivas Kongresi – Temsil Heyeti Seçimi ................................... 192 6- İstanbul’da Açılan Meclis-i Mebusan ve Mîsâk-ı Millî (Millî And) .......................................................... 194 7- İstanbul’un Resmen İşgali ve Tepkileri .................................... 195 İstanbul’un İşgali Olayından Sonraki Gelişmeler ..................... 197 MÜNACÂT (Şiir) ..................................................................... 198 İSTİKLAL (Şiir)........................................................................ 199 ÇOBAN İLE BÜLBÜL (Şiir) ................................................... 200 8- Ankara’da Toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi................. 200 C- İÇ GÜVENLİĞİN SAĞLANMASI ve ÇETELERLE SAVAŞLAR............................................................................ 202 1- Kışkırtılan İç İsyanlar ve Bastırılması: ..................................... 203 Anzavur İsyanı .......................................................................... 203 Kuvva-yı İnzibatiye (Hilafet Ordusu) ....................................... 204 O KİMDİR? (Şiir) ..................................................................... 204 Düzce – Hendek ve Adapazarı İsyanları ................................... 205 Konya İsyanları ......................................................................... 205 Diğer İsyanlar ............................................................................ 206 2- Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) İçteki Etkileri ve Tepkileri ........................................................ 207 3- Çerkez Ethem Sorunu ............................................................... 209 Yeşilordu ve Çerkez Ethem ....................................................... 210 4- Sevr Antlaşmasından Sonraki Olumlu Gelişmeler ................... 212 İstanbul Hükümetinin TBMM Hükümeti ile Anlaşma İsteği: ..................................................................... 212 Bilecik Buluşması: .................................................................... 212 Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile İlişkilerimiz ................ 213 İtalya ile İlişkilerimiz ................................................................ 214 D- İŞGALCİ DÜŞMANLARLA YAPILAN SAVAŞLAR ve KAZANILAN ZAFERLER ...................................................................... 215 Kuvva-yı Milliye ve Düzenli Orduya Geçiş .................................. 215 ÇEŞİTLİ CEPHELERDE YAPILAN SAVAŞLAR ..................... 217 1- Doğu Cephesinde Ruslarla Savaşlar ......................................... 217 Ermenistan Devleti Sorunu: ...................................................... 217 Gümrü Antlaşması ..................................................................... 218 Moskova Antlaşması ................................................................. 218 2- Güney Cephesinde Fransızlarla Savaşlar .................................. 219 Sevdiğimiz Atatürk 9 Adana’nın Kurtuluşu ................................................................. 219 Maraş’ın Kurtuluşu.................................................................... 220 Urfa’nın Kurtuluşu .................................................................... 220 Antep Savunması ....................................................................... 221 ANTEPLİ ŞAHİN ..................................................................... 221 Gaziantep Savunmasından Bir Gün .......................................... 222 3- Batı Cephesinde Yunanlılarla Savaşlarımız .............................. 224 BÜYÜK YOLCU (Şiir)............................................................. 224 a- Batı Anadolu’da Açılan Yunan Cepheleri ............................ 225 Ayvalık Cephesi: ................................................................... 225 Bergama ve Soma Cephesi .................................................... 226 Akhisar Cephesi .................................................................... 226 Salihli Cephesi ....................................................................... 226 Aydın ve Nazilli Cephesi ...................................................... 226 b- Yunanlıların İleri Harekâtı ........................................................ 227 c- Birinci İnönü Muharebesi ve Etkileri .................................... 228 Londra Konferansı ................................................................. 229 d- İkinci İnönü Muharebesi ....................................................... 230 Düşmanın Tekrar Saldırıya Geçmesi .................................... 231 Tarihten İbret Alalım ............................................................. 232 Turgutlu’da Acımasız Bir Vahşet Örneği ............................. 233 EY YOLCU (Şiir) ................................................................. 233 BAŞLARI EĞİK GÖRMEK (Şiir)........................................ 234 e- Sakarya Savaşı ve Kazanılan Zaferin Sonuçları ................... 235 YA GÂZİ OL, YA ŞEHİT (Şiir) ........................................... 236 Mustafa Kemal’in Kağnısı (Şiir) ........................................... 237 V U R ! (Şiir) ......................................................................... 238 Yunanlıların Gücü ve Amacı ................................................. 239 Türklerin Azmi, İradesi ve İman Gücü ................................. 239 Din ve Fikir Adamlarımızın .................................................. 240 Uyarıcı Konuşmaları ............................................................. 240 U Y A N ! (Şiir)... .................................................................. 241 ZAFERE DOĞRU (Şiir) ....................................................... 243 Ordu - Millet Elele ................................................................ 243 Kaçan Düşman ...................................................................... 244 SAKARYA GÜNEŞİ (Şiir)................................................... 245 Sakarya Savaşının Sonuçları ................................................. 246 Kars Antlaşması: ................................................................... 246 Ankara İtilâfnamesi’nin İmzalanması: .................................. 247 İtilâf Devletlerinin Anlaşma Teklifi: ..................................... 247 f- BÜYÜK TAARRUZ ve Başkumandan Meydan Muharebesi ... 248 1) Büyük Taarruza Hazırlık ........................................................ 249 FERMAN (Şiir) ...................................................................... 250 2) Büyük Taarruz Başlıyor ......................................................... 251 10 Rasim Pehlivanoğlu 3) 30 Ağustos 1922 Başkumandan Meydan Muharebesi ........... 251 VASİYET (Şiir) ..................................................................... 252 ANNE (Şiir) ........................................................................... 253 AYŞE’DEN MEHMED’E MEKTUP (Şiir)........................... 253 MEHMED’DEN NİŞANLISI AYŞE’YE CEVAP (Şiir) ...... 254 4) Başkumandan Mustafa Kemal Paşanın Türk Milletine Yayınladığı Bildiri ............................................ 256 Mustafa Kemal’in Tarihî Emri .................................................. 256 KEMAL PAŞANIN ORDUSU (Şiir)........................................ 257 İZMİR YOLLARINDA (Şiir) ................................................... 258 AKDENİZ KIYILARINDA (Şiir) ............................................ 259 AK DESTAN (Şiir) ................................................................... 261 5) Mudanya Ateşkes Antlaşması (Mütarekesi) ............................ 262 KAZANILAN ZAFER (Şiir) .................................................... 262 ZAFER (Şiir) ............................................................................. 263 İLÂHİ (Şiir) ............................................................................... 264 SEN DAHİSİN (Şiir)................................................................. 265 E- TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI BİR DESTANDIR............................................ 266 1. TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI DESTANI.................................... 267 2. TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI DESTANI (Oldu Böyle) ............ 271 3. DESTANIMIZ........................................................................... 273 4. İSTİKLAL SAVAŞI DESTANI (Milletim) .............................. 276 5. TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI DESTANI (O Günler) ................. 278 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ....................................................... 281 İSTİKLAL SAVAŞI SONRASI GELİŞMELER ve MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ........................................................................ 281 A- ZAFERDEN SONRAKİ ÖNEMLİ GELİŞMELER .................................. 282 1- Saltanatın Kaldırılması .............................................................. 282 2- Lozan Barış Konferansı ve Antlaşması ..................................... 283 3- Lozan Barışı Sırasında ve Sonrasında TBMM’nde Gelişmeler 285 M. Kemal’i Saf Dışı Kılma Çabaları: ........................................... 285 N İ Ç İ N .................................................................................... 286 Halk Partisinin Kuruluşu: .......................................................... 287 4- İkinci TBMM’nin Toplanması ve İlk İcraatları ....................... 287 Ankara’nın Başkent Olması ...................................................... 287 5- Cumhuriyetin İlânı ve Cumhurbaşkanı Seçimi ......................... 288 ATATÜRK ve CUMHURİYET (Şiir) ...................................... 290 AKDENİZE DOĞRU (Şiir) ...................................................... 291 6- Halifeliğin (Hilafetin) Kaldırılması .......................................... 292 7- Yapılan İnkılâplar – Genel İlkeleri ........................................... 296 Cumhuriyet İnkılâbı ve Onuncu Yıl Dönümü ........................... 297 CUMHURİYETİN ONUNCU YIL MARŞI (Şiir) ................... 298 Sevdiğimiz Atatürk 11 CUMHURİYET BAYRAMI (Şiir) ........................................... 299 CUMHURİYET (Şiir) ............................................................... 300 Soyadı İnkılâbı ve Diğerleri ...................................................... 301 GAZİMİZE (Şiir) ...................................................................... 302 ATATÜRK (Şiir) ...................................................................... 303 B- ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI, ÖLÜMÜ ve UNUTULMAZLIĞI .................................................................................... 304 Beni Çağırıyorlar ........................................................................... 304 1- Hastalığın İlerlemesi ve Ölümü ................................................ 305 2- İstanbul’dan Ankara’ya ............................................................. 305 TABUTUNUN ARKASINDAN ............................................... 306 3- CUMHURBAŞKANI İSMET İNÖNÜ’NÜN BEYANNAMESİ ...................................................................... 307 Minnettar Kaldığımız Atatürk ................................................... 308 4- Atatürk’ün Ölümünü Takiben Yazılan Şiirler .......................... 309 ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜ (Şiir) ................................................ 309 ATATÜRK (Şiir) ...................................................................... 310 İNSANÜSTÜ DEĞİLDİ (Şiir) .................................................. 311 ATATÜRK NEREDE? (Şiir) .................................................... 312 5- Atatürk Hakkında Yazılanlar ve Söylenenler ........................... 313 C- Atatürk’le İlgili Fıkralar ................................................................................. 317 D- Saz Şairlerimizin Şiirlerinde Atatürk ............................................................ 328 BİRİ ANADOLU BİRİ ATATÜRK (Şiir) .................................. 328 ATATÜRK VAR (Şiir) ............................................................... 329 DEĞİL Mİ? (Şiir) ........................................................................ 330 İYİ BAK (Şiir)............................................................................ 331 ATATÜRKÜM (Şiir) ................................................................. 331 GÖRDÜM (Şiir) ......................................................................... 332 ATA’YA ÖVGÜ (Şiir) ............................................................... 333 ATATÜRK (Şiir) ....................................................................... 334 TÜRK DERLER (Şiir) ............................................................... 335 ATATÜRK’TEN İLHAM AL (Şiir) .......................................... 336 ATATÜRK (Şiir) ....................................................................... 337 KEMAL ATATÜRK (Şiir) ........................................................ 338 TÜRKLÜK YOLU (Şiir) ........................................................... 339 BİBLİYOGRAFYA .............................................................................................. 341 12 Rasim Pehlivanoğlu Sevdiğimiz Atatürk 13 ÖNSÖZ Huzur içinde yaşadığımız ülkemizin en büyük mimarı şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk’tür. Ulu Önder, şahsi dehası ile esaret altına alınmak istenen ve tarihlere sığmayan koskoca bir Milleti elinden tutup zirveye çıkarmıştır. Bu büyük dehayı, ilk okumayı ve yazmayı öğrendiğimiz gün tanımaya başlıyoruz. Yaptıklarını yakından görüp, kendisini de okudukça hayranlığımız ve sevgimiz daha da artıyor. Onun büyük ama gerçekten büyük bir lider olduğunu görüyoruz. Şimdiye kadar içeride ve dışarıda, Mustafa Kemal’i çeşitli yönleriyle anlatan binlerce eser, makale ve şiir yayınlandı, yayınlanıyor. Yayınlandıkça daha da büyüyüp gönüllerde taht kuruyor. Şairler, bir milletin mayası ve kayasıdırlar. “Şairleri haykırmayan bir millet sevenleri toprak olmuş öksüz bir çocuk gibidir.” Şairlerimiz, bu büyük dehayı şiirlerinde terennüm ederek daha da zirveleştirmişlerdir. Şair ve şair âşıklarımızın dilinde ve gönlünde Ulu Önder; Oğuz Kağan’a, Ergenekonda Türk halkına yol gösteren Bozkurt’a, efelerin efesi Sarı Zeybek’e benzetilmiştir. Atatürk sevgisi ile yoğrulup kavrulan araştırmacı yazar Rasim Pehlivanoğlu da bu sevgisini soluklarcasına “Sevdiğimiz Atatürk” adlı çalışması ile karşımıza çıkıyor. Üç kısma yayılan eser; Ulu Önder’in doğumu ve okul hayatı, Milli Mücadeledeki yeri ve askerlikteki önder kişiliği, devlet adamlığı ağırlıklı olarak, şiirlerin de diliyle işleniyor. Milli Mücadele günlerini dile getiren milli şairlerimizin şiirleri, mana ve ifadeyi daha da güzelleştiriyor, esere çeşni üstüne çeşni katıyor. Halkımızın yanında; bilhassa devletimizin direği, geleceğimizin güvencesi, elvan çiçeklerimiz için kaleme alınan “Sevdiğimiz Atatürk”; yediden yetmişe M. Kemal Atatürk sevgisini daha da aşılayıp eğiteceği ve canlı tutacağı kanaatindeyim. Emekli Tarih Öğretmeni Muammer Yılmaz Tarihçi - Yazar 14 Rasim Pehlivanoğlu YAZARIN ÖNSÖZÜ Türk milleti olarak Atatürk’ü seviyor, sayıyor ve ondan örnek almaya çalışıyoruz. Daha konuşmaya başlarken, çocuklarımıza Atatürk’ün resimlerini gösteriyor, överek tanıtıyor ve onlara küçük yaşta Atatürk sevgisini vermek istiyoruz. Toplumumuzda Atatürk’ü yanlış tanıyanların olduğu da biliniyor. Yanlış tanıyanların ve tanıtanların etkisinde kalarak – sayıları az da olsa– Atatürk aleyhtarlığı geliştiren bir kısım insanlarımız da bulunuyor. Atatürk’ü iyi tanıyamayan ve ona lâyık olduğu saygıyı gösteremeyenlerin birçokları, Atatürk’ün milletimize yaptığı büyük hizmetleri inkâr edemiyorlar. Ama işittikleri yalan yanlış beyanların etkisinde kalmaktan da kendilerini kurtaramıyorlar. Atatürk’ün büyüklüğünü bugün kavrayamayan ve onun büyük ülküsüne ayak uyduramayanların birçoğunun, Atatürk’ü zamanla gerçek yönüyle tanıyacak ve doğru yolu bulacaklarına inanıyorum. Hatta bunların içinde, Atatürk’ün büyük ülküsünün yılmaz savunucusu olanlar da bulunacaktır... Önemli olan, Atatürk’ün iyi tanınmasıdır. Atatürk’ü sevenlerin ve sever görünenlerin, öncelikle O’nu iyi tanımaları gereklidir. İyi tanıyanlar, ancak Atatürk’ü iyi tanıtabilir ve sevdirebilirler. Küçük azınlığın dışında, toplumumuzun büyük çoğunluğu Atatürk’ü gönülden seviyor ve sayıyor. Atatürk, milletimizce örnek insan olarak görülüyor ve gösteriliyor. Sadece milletimiz değil, dünya milletleri de Atatürk’ü seviyor, sayıyor ve ondan övgüyle söz ediyorlar. Kendilerine örnek alıyorlar... Atatürk ne yapmıştır ki Milletimizce bu kadar sevilmiş, sayılmış ve örnek insan olarak alınmıştır? Dünya milletlerince de isminden övgüyle söz edilmiş ve unutulmazların ön safında yer almıştır. Atatürk’ün milletimize yaptığı büyük hizmetlerini, onun sahip olduğu değer duygularını, yapıcı düşüncelerini, inanışlarını, ön görüşlerini; toplumumuza yön veren önemli konuşmalarını, her konudaki öz sözlerini ve diğer üstün meziyetlerini ciddiyetle okuyan ve öğrenenler, Atatürk’ü gerçek yönüyle görebilir ve tanıyabilirler. Atatürk’ü tanımak kadar çevremize de tanıtmak, onun çizdiği ve gösterdiği yoldan yürümek hepimizin milli görevidir diye inanıyorum. Ancak bu milli görevimizi yerine getirerek kendisine olan minnet borcumuzu ödeyebiliriz... Sevdiğimiz Atatürk 15 Çok yönlü olarak gördüğümüz Atatürk’ü, bütün yönleriyle en iyi şekilde tanımak ve tanıtmak elbette kolay değildir. Zira, bir benzetme yapacak olursak, “Atatürk yüce bir dağdır.” O dağa tırmanmak, orada olup bitenleri etraflıca görebilmek herkesin kârı değildir. Ancak görebildiğimiz kadarıyla o dağı ve çevresini tanıyabilir ve tanıtabiliriz. Bunu yapmak, Türk vatandaşı olarak hepimizin vazgeçilmez görevimizdir. Yaşadığı müddetçe Atatürk önemli hizmetler vermiş, büyük işler yapmış ve büyük başarılar kazanmıştır. Önemli görüşleri ve büyük sözleriyle de kendisini kanıtlamış olan Atatürk her konuda konuşmuş, öz konuşmuş ve doğru konuşmuştur. Hizmetleriyle ve dile getirdiği görüşleriyle, dünyanın en önde gelen liderleri arasında yerini almış, isminden saygıyla söz ettirmiş ve çok sevdiği milletimize de dünyada saygınlık kazandırmıştır. Hakkında, her dilden yüzlerce, binlerce kitaplar yazılmış, hizmetleri övgüyle anlatılmış ve kişiliğine özel saygı duyulmuştur. Böylesine büyük bir insanı, küçük hacimli kitaplarla yeterince tanıtmak elbette mümkün değildir. Elinizdeki bu kitap ve hazırlanmış olan ikinci kitap, Atatürk’ü derinliğine tanımak isteyenler için sadece bir giriş kapısı olacaktır. Eserimin Atatürk’ü gereğince tanıttığı iddiasında değilim. Atatürk, eserimde, halkımızca sevilen yönleriyle ele alınmış ve işlenmiştir. Önemli konulardaki görüş, duyuş, düşünüş ve çalışmalarına yer verilmiştir. Eserimi severek ve isteyerek okuyanların, Atatürk’ü anlatan başka kitapları da okumak ihtiyacını duyacaklarına ve büyük hacimli kitapları dahi okuyacaklarına inanıyorum. Atatürk de bizim gibi bir insandı. İnsanlar kusursuz olamaz. Hepimizin kusuru vardır, ama az ama çok. Üstün kişiliğine, büyük hizmet aşkına ve çok büyük işler başarmış olmasına rağmen; bir insan olarak, Atatürk’ün de kusurları olmuştur. Ama O, hiçbir zaman kimseye zararlı olmamıştır. Çevresine, milletine ve insanlara faydalı olmak için çırpınmıştır. Ömrü vefa etse de sağlıklı yaşamaya devam etseydi, belki daha büyük hizmetler görebilecekti... Her insan gibi Atatürk’ün de olabilecek ufak tefek kusurlarını büyüterek ve abartarak anlatmak; toplum üzerindeki saygınlığına gölge düşürmeye ve örnek insan olarak algılanmasını önlemeye çalışmak iyi niyetle bağdaşamaz. Bunu yapanlar gaflette değilse art niyetli olabilirler. Böylelerini dikkatle ve kuşkuyla dinlemeliyiz. Ama, susmak yerine onları uyarmak suretiyle görevimizi yerine getirmeliyiz... Uyutulup uyumaya devam edenleri de uyarmalıyız... Bunu yapmak milli görevimizdir! 16 Rasim Pehlivanoğlu Atatürk’ü sevmek sözle olmaz. Sadece seviyorum demekle de Atatürk sevilmez. Atatürk gerçek yönüyle tanınarak, yaşanarak ve şuurlu olarak sevilir. Atatürk’ü iyice tanımadan, onun duygularını, düşüncelerini yaşamadan; hizmetlerini örnek almadan, sadece sözde kalan sevgiler şuurlu değil, yapmacıktır. Devamlı değil geçicidir. Böyleleri, Atatürk aleyhtarlarının menfi telkinlerine çabuk kapılır, estirilen ters rüzgârların etkisiyle çabucak yön değiştirirler. Atatürk’ün söylediği gibi: “Sevmek anlamakla olur”, anlayan insan sevdiğini savunmasını bilir. Atatürk’ü yeterince okumadığı ve tanımadığı halde, işittikleriyle Atatürk’ü sevenlerin ya da sever görünenlerin birçokları, Atatürk aleyhtarlarını ikna edecek bilgiye sahip olmadıklarından tartışmalarda yenilgiye mahkûm olurlar. Atatürk aleyhtarları karşısında öfkelenmek ya da daha ileri giderek küfretmekle Atatürk savunuculuğu yapılamaz. Bu hal acizliğin ifadesidir. Böylesi tutum, Atatürk sevgisini yaymak değil Atatürk düşmanlığını körüklemek olur... Toplumumuzda böylesi hataya düşenlerin sayısı –maalesef- az değildir. Hattâ çoktur. SONUÇ: Gerçek Atatürk sevgisine ulaşmak istiyorsak onu iyi tanımalıyız. Tanımak için de Atatürk’ü iyi incelemeli ve araştırmalıyız. Atatürk’ü anlayarak okumalı ve hazmetmeliyiz. Hakkında yazılan çok sayıdaki kitaplardan hiç değilse birkaçını seçerek dikkatle okumalı ve onlardan gereğince faydalanmalıyız. Rasim Pehlivanoğlu Sevdiğimiz Atatürk 17 GİRİŞ ……..Çocukluğumda köy ilkokulunda öğrenciyken, Atatürk’ü ve onun yaptıklarını öğrendikçe kendisine derin bir tutkuyla bağlanmıştım. İlkokul 3. sınıfın sonuna kadar bizi okutan, yüksek milli duyguya sahip ilkokul öğretmenimiz rahmetli Nurettin Ulukan’ın, milli mücadele günlerimizi ve milli mücadelenin Mustafa Kemal’ini etkili sözleriyle anlatışı üzerimde derin izler bırakmıştı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk yıllarının dinamik öğretmenlerinden olan bu genç öğretmen, askere gidince tezkere bırakarak subay olmuş ve binbaşılığa kadar yükseldikten sonra hayata veda etmişti. Ruhu şâd olsun! Vatan sevgisi, millet sevgisi, millete hizmet ülküsü gibi yüksek duygularda ilk aşıyı aldığım bu değerli öğretmenimi unutmam mümkün değildir... İlk ve ortaöğretim okullarında 30 yılı aşkın öğretmen ve idareci olarak çalıştığım sürede, millî olan her şeye karşı büyük ilgi duyuyor, derslerimde, öğrencilerimin milli duygu ve milli heyecanlarını geliştirmeye özen gösteriyordum. Okulumuzda, merdiven başı konuşmalarımda, öğrencilerimizi topluca etkilemeye ve yönlendirmeye önem veriyordum. İdareci olduğum okullarda, her yıl yapılan büyük müsamerelerde ve her sınıfın hazırladığı sınıf gösterilerinde oynanmak üzere seçilen piyesler, okunan şiirler, terennüm edilen şarkılar, marşlar ve diğer gösteriler yoluyla öğrencilerimin milli duyguları ve milli heyecanlarını geliştirmeyi önemli görevim biliyordum. Öğretmen ve idareci olarak okulumuzda yapılan bütün çalışmalarımızda, Atatürk’te varolan üstün milli duygu ve milli heyecanın öğrencilerimize de geçmesine önem veriyordum. Atatürk’ün Milli Mücadele günlerimizdeki önder kişiliği ve milli mücadele sonrasında devletimize yaptığı üstün hizmetleri, daima duygularıma yön vermiş ve hizmetlerimde bana örnek olmuştur. Atatürk’e o kadar bağlanmışım ki: Günün birinde dershanede Atatürk’ün bir sözünü öğrencilerime naklederken, aynen Atatürk’ün sesiyle verdiğimin farkına vardım... Öğrencilerimin heyecanlı alkışlarıyla karşılandım. O günden sonra yaptığım konuşmalarda, verdiğim konferanslarda Atatürk’ün sözlerini kendi sesiyle vermek isteğinden kendimi alamadım. Öğretmenlik günlerimde Atatürk’ü tanımaya ve tanıtmaya gösterdiğim özel ilgi, emekli olduktan sonra daha da bilinçli olarak devam etti. Atatürk’ü gerçek yönüyle tanıtacak, açık ve akıcı bir üslûpla yazılacak, herkesin zevkle okuyabileceği bir eser yazmayı düşünmüş ve karar vermiştim. Ama böyle bir kitabı 18 Rasim Pehlivanoğlu yazmaya bir türlü başlayamamıştım. Nihayet, önceden plânlamasını yapmış olduğum eserimi, 2001 Temmuz ayında yazmaya başladım. “Sevdiğimiz Atatürk” adını alan ve 2002 Temmuz ayında tamamlanan bu kitaptaki amacım, Atatürk’ü sevilen yönleriyle tanımak ve tanıtmaktı. Ama yazarken durum değişti... Gördüm ki, Atatürk öyle orta boy tek kitaba sığacak bir insan değildir. Özellikle, Atatürk’ün üstün kişilik özelliklerini dile getirmem gerekiyordu. Bu özelliklerini daha iyi belirtebilmek için hayatını bütünüyle ele almam gerekli oluyordu. Bu görüşle, önce doğumundan başlayarak bütün hayatını -özetle de olsa- anlatarak, hayat hikâyesinden örnekler ve ibret dersleri almamız gerektiğini düşündüm. İşte bu görüşle, tek kitap yerine iki kitapla Atatürk’ü anlatmaya karar verdim. Kitaplarımın isimlerini şöyle tespit ettim: Birinci kitap: “Sevdiğimiz Atatürk” (Doğumundan ölümüne kadar özetle hayat hikayesi) İkinci kitap: “Atatürk’ün Üstün Kişilik Özellikleri” (Atatürk, bütün yönleriyle ele ve tanıtılmaya çalışılmıştır. ) alınmış Elinizde bulunan, Sevdiğimiz Atatürk isimli bu kitap üç bölümden meydana gelmiştir: Birinci Bölüm: Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar Mustafa Kemal İkinci Bölüm: Türk İstiklal Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa Üçüncü Bölüm: Zafer Sonrası Önemli Gelişmeler ve Mustafa Kemal Atatürk Eserin birinci bölümünde, Atatürk’ün hayatının doğumundan Samsun’a çıkışına kadar olan bölümü -önemli ayrıntıları göz ardı etmeden- özetle açıklanmıştır. Doğumunda “Mustafa” ismiyle hayata başlayan, Askeri Rüşdiye de “Mustafa Kemal” olan; Harp Akademisini Kurmay Subay olarak bitiren; Kurmay Yüzbaşı olarak göreve başladığı ilk yıllarda, verilen görevleri üstün başarıyla yerine getiren; Trablusgarp’ta uzlaşmacı kişiliğini ispatlayan; İkinci Balkan Savaşının kazanılmasında başrolü oynayan; Birinci Cihan Savaşında, savaşın yenilmez komutanı olduğunu kanıtlayan; Çanakkale Savaşlarının “Efsanevî Komutanı Mustafa Kemal” olarak dünyaya ün salan asker Sevdiğimiz Atatürk 19 Mustafa Kemal, bu kitabın birinci kısmında gereğince anlatılmaya çalışılmıştır. Bir yandan ordudaki görevini en iyi şekilde yapmaya devam ederken, öbür yanda içinde bulunduğumuz hengâmeden vatan ve milletimizin kurtarılması için çareler arayan, arkadaşlarıyla müzakereler yapan, ilerisi için plânlar hazırlayan ve teşkilatlar kuran Mustafa Kemal’in, bu döneme ait önemli hizmetlerini ve üstün kişilik özelliklerini, olayların akışı içinde vermeye çalıştım. Eserin ikinci bölümünde ise, milli mücadelemiz ve bu mücadelenin önderi Mustafa Kemal Paşa anlatılmaktadır. Birinci Cihan Savaşı sonrasında, ülkemizin içerisinde bulunduğu acıklı durum; işgalci düşmanı yurttan kovmak için yapacağımız millî mücadeleye hazırlık çalışmaları; iç emniyetin sağlanması için çetelerle yapılan savaşlar; düşmana teslimiyeti marifet sayan İstanbul’daki meşru hükümetle olan mücadeleler; ülkemizi dört yandan kuşatan işgalci düşmanlarla yaptığımız, zaferle sonuçlanan zorlu savaşlar ve nihayet Dumlupınar Meydan Muharebesi’nden sonra kovalanan düşmanlar ve kazanılan büyük zafer, önemli ayrıntılarıyla bu bölümde anlatılmaya çalışılmıştır. Olaylar işlenirken, yeri geldikçe, vatan aşkıyla yanan ünlü hatiplerimizin ateşli konuşmalarından yapılan alıntılara bu kısımda daha çok yer verilmiştir. Vatan ve millet sevgisiyle yüreği çarpan çok sayıdaki millî şairlerimizin, konuyla ilgili coşkulu şiirleri de bu kitabın çeşitli sayfalarında yer almıştır. Bunlar, anlatılan olaylara canlılık katmış, okuyanların o günleri yaşamalarına neden olmuştur. Hatiplerin konuşmalarından yapılan alıntıların ve yazılan coşkulu şiirlerin kitaba bir çeşni ve akıcılık getirdiğine inanıyorum. Bu eklemelerle, o günleri bir bakıma yaşayarak öğrenmiş oluyoruz. Bir destan olarak gördüğümüz İstiklal Savaşımız ve bu savaşımızın ölümsüz lideri Gazi Mustafa Kemal’le ilgili, “Halk Şairleri’nin yazdığı “İstiklal Savaşı Destanlarının da bir kısmına bu kitapta yer verilmiştir. Kazanılan İstiklâl Savaşı sonrasında, ülkemizde yapılması gerekli olan gelişmeler kitabın üçüncü kısmında işlenmiş ve yapılan önemli inkılâplardan söz edilmiştir. Her fâni gibi, Atatürk’ün de hastalığı ve ölümü konusu, kitabımızda önemle işlenmiştir. Unutulmazlığı ile ilgili olarak 20 Rasim Pehlivanoğlu yazılmış duyarlı şiirler, söylenen övgülü sözler ve anlatılan anlamlı fıkralar da bu kitabımızda önemli yerini almıştır. Ölümsüzleşen Atatürk’e karşı milletçe gönülden duyulan sevgimiz ve saygımız, kitabımızda özenle dile getirilmiştir. “Sevdiğimiz Atatürk” isimli bu kitabı okuyan değerli okuyucularımın Atatürk’e olan sevgi ve saygılarının pekişmesine, millî duygu ve heyecanlarının gelişmesine -bir nebze de olsa- katkıda bulunursam mutlu olacağım. Büyük milletime hediyem olarak hazırladığım eserimi saygı ile sunuyorum. Rasim Pehlivanoğlu Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal Birinci Bölüm DOĞUMUNDAN SAMSUN’A ÇIKIŞINA KADAR MUSTAFA KEMAL Selânik’te yıldız doğdu. Pembe eve sevinç doldu! Altın saçlı güzel çocuk Çevresine ışık oldu. Önceleri bilinmedi Neyin nesi, kim olduğu?... Yıllar sonra anlaşıldı Kurtarıcı baş olduğu!... Rasim Pehlivanoğlu 25 26 Rasim Pehlivanoğlu Mustafa Kemal’in doğumundan başlayarak 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışına kadar olan hayat hikâyesi aşağıdaki ana başlıklar altında verilmiştir: A- ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU ve OKUL HAYATI B- KURMAY SUBAY MUSTAFA KEMAL’İN İLK YILLARDA ORDUDAKİ ÜSTÜN HİZMETLERİ C- İTALYANLARLA TRABLUSGARP SAVAŞI ve MUSTAFA KEMAL D- BALKAN SAVAŞI ve MUSTAFA KEMAL E- BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI ve BU SAVAŞIN YENİLMEZ KOMUTANI MUSTAFA KEMAL (ÖZELLİKLE ÇANAKKALE SAVAŞLARI) F- BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI SONRASI GELİŞMELER ve SAMSUN’A HAREKET Yukarıda sıralanan ana başlıklarla ilgili alt başlıklar ve o dönemdeki önemli gelişmeleri belirten ara başlıklar da -konuların akışı içerisinde- yer almıştır. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 27 A - ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLUĞU VE OKUL HAYATI Selânik’te Pembe Boyalı Ev Yıl : 1881 Yer: Selanik Şehri Ahmet Subaşı Mahallesi Pembe boyalı ve 3 katlı ev Selânik şehri, Osmanlı Avrupa’sının işlek bir ticaret limanıdır. Şehir, çevrenin önemli bir ticaret merkezi olmasına rağmen yeterince gelişmemiştir: Bakımsız sokaklar, çoğuna ev denemeyen eski püskü bakımsız evler, Şehirde harap ve yıkık bir genel görüntü... Miskinlik ruhlara işlemiş, canlı olmaktan uzak sakin bir şehir. Ama gene de hareketli bir ticaret merkezi... Diğer Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi, Selânik’te de mahalleler ikiye bölünmüştü. Müslüman ve Hıristiyanların oturduğu mahalleler birbirlerinden ayrıydı. Müslüman Mahallesi halkı kendi koydukları toplumsal denetim kurallarına bağlıydı. Bütün duygu ve düşüncelerde Müslümanlık hâkimdi. Türk adı hafızalardan silinmiş gibiydi. Milli duygular körelmişti. Ama sessiz kıpırdanışlar vardı... Elbet bir gün gelip burada da fikir hayatı yükselecek ve şehir canlanacaktı. O günlerin geniş Osmanlı ülkesinde yüzlerce büyük şehir vardı. Ama Selanik şehri bunların hepsinden başkaydı. Zira: Bu şehirde, kendisini dünyaya saydıran, Türklüğün büyük gururu, altın saçlı, mavi gözlü ve ateşin bakışlı bir milli kahraman doğmuş ve bu şehirde büyümüştü!... Selânik’in Müslüman mahallesinde yer alan, 3 katlı, pembe boyalı ve iki daireli evde Ali Rıza Efendi ailesi oturuyordu. 1870 yılında Rodoslu Hacı Mehmet Efendi tarafından yaptırılan bu evi Ali Rıza Efendi sahibinden satın almıştır. Selanik’te yüzlerce ve binlerce ev vardı. Ama bu ev hepsinden farklıydı. Zira bu evde, Birinci Cihan Savaşanın Muzaffer Komutanı, Milli Kurtuluş Savaşımızın öncüsü Mustafa Kemal doğmuştur!... Ali Rıza Efendinin genç eşi Zübeyde Hanım orta boylu narince yapılı, tatlı bakışlı, mavimsi gözlü, sarımsı uzun saçlı, kumrala yakın sarışın bir hanımefendiydi. Giyim kuşamına özen gösterir, ahenkli ve zevkli giyinirdi. Mevsim kış aylarının sonu ve ilkbahar aylarının ilk günleriydi. Zübeyde Hanım, pembe boyalı evin ikinci katının solundaki ocaklı odada oturuyor ve bir beklenti içinde bulunuyordu. 28 Rasim Pehlivanoğlu Ağır ağır ve sessiz yanan ocağın karşısında düşüncelere ve tatlı hayallere dalıyor; yakında ana olmanın kıvancını duyuyordu. Beklediği bebek kız da olsa, oğlan da olsa kabulüydü, sevinecekti. Ama gönlünde beklediği bebek oğlandı... Selanik’te her gün çok sayıda anne doğum yapardı. Ama, çocuğunun doğumunu beklemekte olan Zübeyde Hanım bunların hepsinden farklı bir anneydi. Zira O, Türk yurdunun düşman çizmelerinden temizlenmesinde Milletinin önünde yürüyen, ona yol ve yön gösteren, Milli Mücadelemizin Gazi Mustafa Kemal’inin annesiydi!... Ailenin reisi olan Ali Rıza Efendi, “Kırmızı Hafız” diye anılan, Hafız Ahmet Efendinin oğluydu. Öyle alımlı, çalımlı değil, gösterişten hoşlanmayan, uysal yaratılışlı, sessiz, sakin, hoşgörülü, duygulu, düşünceli ve dürüst bir insandı. Haksızlıklara tahammül edemeyen, çetecilere boyun eğemeyen asil bir ruha sahipti. Bedenen zayıfçaydı ve dal gibiydi. Biraz da sinirliydi. Osmanlı ülkesinde her gün binlerce çocuk doğardı. Bir o kadar insan da baba olurdu. Zübeyde Hanımın asil eşi Ali Rıza Efendi de bunlardan birisiydi. Ama O, çok farklı bir baba idi. Zira O, Türk Kurtuluş Savaşının Başkumandanı, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu, dünyadaki esir milletlerin öncüsü ve bütün dünya milletlerinin saygılısı, büyük devlet adamı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün babasıydı!... Ali Rıza Efendi küçük bir maaşla Selanik Evkaf Kâtipliğinde çalışıyordu. Buradan ayrılmak ihtiyacını duyan Ali Rıza Efendi Çayağzı Gümrük memurluğunda görev almıştı. Olimpus Dağı eteklerinde bulunan Çayağzı, Selânik ve çevresinin odun ile odun kömürü ihtiyacını karşılayan bir yerdi. Ali Rıza Efendi burada çalışırken Olimpus Dağı eteklerinde kümeleşen eşkıyalarla epey mücadele vermişti ve yıpranmıştı... Eşi Zübeyde Hanımı yokluklar içinde süründüremeyeceğini düşünen Ali Rıza Efendi, gümrük memurluğundan istifa ederek, Cafer isimli bir kereste tüccarı ile ortaklaşa kereste ticareti yapmaya başlamıştı. Günlerinden bir kısmı Çayağzı’nda diğer bir kısmı Selanik’te geçiyordu. Kereste ticaretinde kazandığı para ile, Subaşı mahallesindeki pembe boyalı evi satın almıştı. (Bazı kitaplarda bu evi kendisinin yaptırdığı da yazılmaktadır.) Kereste ticareti iyi gidiyordu, zenginde olmuştu. Ama, eşkıyaların baskısından bir türlü kurtulamıyordu. Haraç istiyorlardı... Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 29 Vermeyince, Olimpus Dağındaki keresteliğini yaktılar!... İşsiz kalmıştı. İş arıyor, bulamıyordu! Pembe Boyalı Evde Doğan Çocuk Kereste ticareti devam ettiği günlerde, 1881 yılı ilkbaharının ilk aylarıydı, Ali Rıza Efendinin tek düşüncesi doğacak çocuğuydu. Oğlan olmasını beklediği çocuğunun ileride büyük adam olacağı –hatta paşa olacağı- hayali içindeydi. Eşi için: “Hayırlısıyla bir kurtulsa” diye düşünüyor ve sabırla o günü bekliyordu. Nihayet beklediği gün gelmişti: Hizmetçi kadın zenci Uftade Bacı’dan “Müjde efendim, bir oğlunuz oldu” haberini alan Ali Rıza Efendinin sevinci büyük olmuş ve Allah’a şükretmişti. Her gün her şehirde yüzlerce, binlerce çocuk doğardı. Ama, Ali Rıza Efendinin sarı saçlı, mavi gözlü, güzel yüzlü sevimli çocuğu diğerlerinden çok farklıydı. Tabiatın yeşermeye başladığı, ağaçların çiçek açtığı güzel bir ilkbahar gününde dünyaya gelen bu sevimli çocuk, bir gün gelecek, Ülkemizin semalarını kara bulutların sardığı, yurdumuza giren acımasız düşmanların elinde milletimizin inim inim inlediği, Anadolu’muzun göbeğinde düşman çizmelerinin dolaştığı, Milletimizin önüne düşecek milli bir kurtarıcının arandığı o kara günlerimizde; yurt ufuklarından bir güneş gibi doğan, önümüze düşerek yolumuzu aydınlatan, gönüllerimizi serinleten; “Vatanım için ölürsem şehit, kalırsam gazi” aşkıyla yanan Mehmetçiği düşman üzerine yürütecek, düşman sürülerinin ülkemizden atılmasını sağlayacak, canımızı dişimize takarak verdiğimiz milli mücadelemizin (kurtuluş savaşımızın) dirayetli lideri, Baş Kumandan Mustafa Kemal Paşa olacaktı! Oğlunun doğumunu işitince koşarak doğum odasına giren Ali Rıza Efendi, Zübeyde Hanımı tebrik etmiş ve bebeği kucağına alarak gözleriyle sevmişti. İleride büyük adam olacağına inandığı oğluna kavuşmuş olmanın kıvancını duyuyordu. Geçici subaylığından kalma kılıcını hemen sandıktan çıkarmış, beşikteki bebeğin başucuna asmıştı. Şair Muallâ Uzmay, Benim Atatürk’üm, isimli kitabında o günü şöyle tasvir ediyor: Yıl 1881 “Selânik’te pembe boyalı bir evde... El dokusu alaca bir kilim yerde, Duvarlar boyunca sedir, Örtüler dantel dantel, Pencereler patiska perdelidir. 30 Rasim Pehlivanoğlu Göz emeği, iğne oyası, Burası, bir doğum odası, Mustafa’m mışıl mışıl uyuyordu... Girdi Ali Rıza Bey odaya Ağır adımlar boyunca, Okşadı Allah’ın inayetini, Dedi: “Maaşallah! Büyüyünce paşa olur inşallah!” Mustafa’m mışıl mışıl uyuyordu... Gökyüzü benzeri mavi gözler... Sırma saçlar püskül püskül, Gül Zübeyde’m gül!...” (1) Torununu görmeye gelen “Kırmızı Hafız” namıyla anılan, Ali Rıza Efendinin babası Hafız Ahmed Efendi, bebeği kucağına almış, besmeleyle ve dualarla kulağına üflemişti: Üç kere “Mustafa – Mustafa – Mustafa” diyerek çocuğun adını koymuştu. Altın gibi parlayan sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli ve kırmızı yanaklı bir çocuk olan Mustafa çok sevimliydi. Babasının, “İleride büyük adam olacağı” beklentisine ümit veriyordu. Annesi de çocuğunu çok seviyordu. Mustafa üzerinde titriyordu. Ninniler söyleyerek onu eğlendiriyordu: “Ninni desem gözün süzer Deste kirpik inci düzer. Senin baban gurbet gezer Ninni yavrum ninni. Huu... Huu...” (2) diyerek çocuğu uyutuyordu. Soy Kütüğü ve Doğum Tarihi Burhan Göksel tarafından hazırlanan Atatürk’ün Soy Kütüğü kitapçığında –İslam Ansiklopedisinden nakledilerek- Ali Rıza Efendinin 3 çocuğundan söz edilmektedir. Bunlar Mustafa, Makbule ve Naciye’dir. Naciye küçük yaşta ölmüştür. Oysa birçok kitaplarda Mustafa’dan önce Fatma, Ahmet, Ömer isimli 3 kardeşin daha olduğu anlatılmaktadır. Bunlardan Fatma çok yaşamamıştır. Ahmet ile Ömer de çocukken, çiçek hastalığı salgınında hayatlarını kaybetmişlerdir. Bu salgından sadece 2 yaşındaki Mustafa kurtulmuş olup, ailenin biricik çocuğu ve gözbebeği (1) Hacı ANGI: Çocuk Gözüyle Atatürk S. 10 – Ankara - 1977 (2) Bekir Tümay: Gazinin Doğuş Destanı s. 15, Ankara - 1980 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 31 olmuştur. Makbule ile erken yaşta ölen Naciye sonradan doğmuştur. Bu anlatımların hangisi doğru kesin bilgi edinemedim. Ancak kesin olarak bilinen 3 kardeş: Mustafa, Makbule ve Naciye’dir. Mustafa büyümüş Mustafa Kemal Paşa olmuş ve ünlenerek Atatürk olmuştur. Atatürk’ün çocuğu olmamıştır. Makbule Hanımın da çocukları yaşamamıştır. Bilindiği gibi Naciye de küçük yaşta ölmüştür. Bu suretle, Ali Rıza Efendinin nesli Atatürk ve Makbule Hanım ile son bulmuştur. Atatürk’ün 1881 yılında doğduğu kesindir. Fakat hangi ay ve günde doğduğu bilinmemektedir. Nüfus kâğıdında sadece doğum yılı yazılıdır. Nüfus kâğıdı alınırken Atatürk’e sorarlar. Cevaben: – Yıl yetişir. Yoksa bir gün doğum günümü kutlamaya kalkarlar. Sonra padişahlara benzerim” der. Doğum günü armağanı göndermek isteyen dönemin İngiltere kralı, Ankara büyükelçisi yoluyla Atatürk’ün doğum tarihini öğrenmek ister. Ancak doğum gününü kesin bilmeyen Atatürk: – Anam bana bir bahar ayında dünyaya geldiğimi, doğduğum gün ağaçlarda çiçekler bulunduğunu söylemişti. Ben zaten, 39 yaşımdan beri, yani Samsun’a çıktığım günden beri, doğum tarihim olarak 19 Mayıs gününü kabul ediyorum. Kral hazretlerine, doğum tarihimi 19 Mayıs 1919 olarak bildirsinler” cevabını verir. “Babası Ali Rıza Efendi, gümrük muhafaza memuru idi. Kızıl bıyıklı ve iri yarı idi. Aydın’ın Söke tarafından gelmişlerdi. Ana tarafından ise yörüktür. Ondaki Altaylı tipi bundan olsa gerek!” F.R. Atay (3) Küçük Mustafa Büyüyor 1881 yılı, ağaçların çiçek açtıkları bir bahar ayında dünyaya gelen Mustafa gün geçtikçe büyüyor ve serpiliyordu. Çevresinde Mustafa’yı sevmeyen yoktu. En çok seven de Onu kucağından indirmeyen anneannesiydi. Annesiyle babasının tek sevgi kaynağı Mustafa olmuştu. Mustafa, hırçın olmayan, ağlamaktan hoşlanmayan, rahat uyuyabilen ve her hali ile iç açıcı olan bir çocuktu. (3) Nüzhet Erman: Gazi M. Kemal Atatürk s.16, Ankara - 1981 32 Rasim Pehlivanoğlu 4 yaşındayken kardeşi Makbule dünyaya gelmiş ve Mustafa’yı sevindirmişti. Annesi ile babasının sevgisi bölünmüştü. Ama Mustafa, kardeşini çok seviyor ve birlikte oynuyorlardı. 6 yaşındayken, annesiyle birlikte bir yakınlarını ziyarete gittikleri bir gün Pazaryerinden geçerken Mustafa aniden kayboluyor. Arayan annesi onu bir kuş satıcısının yanında buluyor. Harçlığından artırdığı azıcık parasıyla, 2 kuşu satın alırken görüyor. Annesi, kuşu ne yapacağını sorunca: – Onları hürriyetine kavuşturmak (özgür bırakmak) için aldım anne” diyor ve; – Artık hürsünüz. Haydi uçun gidin!” diyerek kuşları havaya fırlatıyor. O gün minik kuşları hürriyetine kavuşturan küçük Mustafa, yıllar sonra, çok sevdiği Türk Milletinin hürriyet mücadelesini verecek ve ön safta çarpışacaktı... Hürriyet uğruna canımı vermek benim için namus ve vicdan borcudur” K. ATATÜRK Mustafa Okulda Sen Çok erken yola çıkarsın, Okul çantan var yanında. Sokaklarda bir koşarsın, Zil çalacak zamanında... Gözlerin nasıl ki mavi, Coşkun denizi andırır... Saçların güneşten sarı, Rüzgârlarda dalgalanır. Seni nasıl da taramış, Annen kendi elleriyle. Bir iyice hazırlamış, Tükenmeyen sevgisiyle, Ben de oradayım sanki, Seni böyle görüyorum. Derse girince inan ki Hep seni düşünüyorum Mustafa, Mustafacık Okullu güzel çocuk! (4) (4) İbrahim Şimşek: Mustafa Kemal Bir Destan s.10, İstanbul - 1992 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 33 MUSTAFA’NIN OKUL HAYATI 1- İlkokula Başlayan Mustafa Okul çağına gelen Mustafa’nın ilkokula başlaması aile içinde bir sorun olmuştur: Dini yönden ilerlemesini isteyen anne, Mustafa’nın mahalle mektebine (okuluna) verilmesini istiyordu. İleride, oğlunun büyük adam olacağına inanan ve bunun özlemini duyan baba ise, yeni usul eğitim yapan “Şemsi Efendi” İlkokuluna yazılması taraftarıydı. Sonunda anlaştılar. Olayı büyütmeden tatlıya bağladılar: Önce ilahilerle mahalle mektebine başlayan ve ilâhiler söyleyerek -arkadaşlarıyla- mahalle sokaklarını dolaşan Mustafa, birkaç gün sonra da Şemsi Efendi İlkokuluna kaydediliyor. Böylece, annesinin de gönlü alınmış ve her ikisinin isteği yerine gelmiş oluyordu. Altın saçlı, mavi gözlü ve sevimli yüzlü Mustafa tertemiz bir çocuktu. Herkes tarafından seviliyordu. Komşuları, “Zübeyde Molla’nın oğluna bakın, ne tertemiz giyiniyor” diyorlar ve Mustafa’ya gıpta ile bakıyorlardı. (5) Mustafa, mahalledeki çocukların oyunlarına pek karışmazdı. Çoğunlukla elleri cebinde ve başı yukarda büyük bir adam gibi onları seyrederdi. Bir gün, arkadaşlarının ısrarı ile katıldığı birdirbir oyununda, eğilip üzerinden atlama sırası kendisine gelince hiç eğilmeden dimdik duruyor ve arkadaşlarının atlamasını bekliyordu. Bu da gösteriyor ki: Çocukluğundan beri -oyun oynarken bile- eğilmeyen Mustafa, büyük adam olup da sorumluluk yüklenince, yurdumuza saldıran zorlu düşman güçleri karşısında nasıl eğilebilirdi?... Mustafa Şemsi Efendi İlkokuluna devam ederken, kereste tüccarı olan babası Ali Rıza Efendinin keresteliği yakılmış ve baba işsiz kalmıştı. İş arıyor bulamıyordu. Bu arada Naciye isimli bir çocuğu daha dünyaya gelmişti. Mali durumları iyice bozulmuştu. Yokluk ve üzüntü içinde kalan Ali Rıza Efendinin bir müddet sonra sağlığı da bozulmuştu. Bir ara kendisini içkiye verdiği de söyleniyor. Yıllar yılı hasta olarak yaşayan Ali Rıza Efendi önceleri sağlam bir yapıya sahipti. Şimdi ise, yokluğun ve ruhi sıkıntının etkisiyle günden güne eriyor, çöküyordu. Tutulduğu amansız “bağırsak veremi” hastalığına daha fazla dayanamayarak genç denilebilecek bir yaşta hayata veda etmiş, genç eşi Zübeyde Hanımı 3 çocuğu (Mustafa, Makbule, Naciye) ile dul bırakmıştı. Ali Rıza Efendinin ölüm tarihi kesin olarak verilmemiştir. Bazı kitaplarda 1888 olarak verilen ölüm tarihi diğer bazı kitaplarda bunun üzerinde gösteriliyor. (5) Hacı ANGI: Çocuk Gözüyle Atatürk S. 11, Ankara -1977 34 Rasim Pehlivanoğlu Hattâ 1893 yılında öldüğü de yazılıyor. Anlaşılıyor ki, Ali Rıza Efendinin ölümü bu iki tarih arasında olmuştur. Mustafa Rampla Çiftliğinde Şemsi Efendi İlkokulunu bitiren Mustafa okumak istiyordu. Ama bu şartlar altında okuması mümkün değildi. Birisinin himayesine ihtiyacı vardı. Ailenin geliri, 2 daireli evlerinin birisinden aldıkları kira ile, annesinin aldığı küçük miktarda (iki mecidiye) dul kadın parasından ibaretti. Selânik civarındaki Rampla Çiftliği’nin sahibi olan dayısı Hüseyin Ağa köy hayatı yaşıyordu. Kardeşi Zübeyde Hanımı ve çocuklarını alıp çiftliğine götürmüştü. Mustafa çiftlik hayatına karışmış, kendisine verilen görevleri yapıyordu. Boş kaldıkça da çevrede dolaşıyor, temiz havayı teneffüs ediyordu. Başlıca görevi tarla bekçiliği yapmaktı. Kardeşi Makbule ile, bakla tarlasındaki kulübede oturuyor ve baklalara üşüşen kargaları kovalıyordu. O gün kargaları kovalamakla işe başlayan Mustafa, ileride vatan topraklarına saldıranları kovalayanların da başında yer alacaktı. Düşman kovalamaya karga kovalamakla başlamıştı. Kardeşi Makbule’nin anlattığına göre: Ağabeyi okumaktan mahrum kalışına çok üzülüyor ve canı sıkılıyordu. Sinirli de olmuştu... Mustafa, babasının sık sık tekrarladığı: “Benim oğlum büyük adam olacak -Paşa olacak ” sözünü hatırlıyor ve düşünüyordu: İyi ama, büyük adam olabilmek için okumak gerekiyordu. Okumadan büyük adam olunmazdı ki... Annesi de çocuğunun okulsuz kalmasına üzülüyor ve çareler arıyordu. Bir ara çiftliğin yakınındaki Hıristiyan mektebine gönderildi. Birkaç gün devamdan sonra: – Ben gâvur mektebine gitmek istemiyorum. Onların dilinden anlamıyorum” diyerek devamdan vazgeçti. Çiftlikteki yazıcı Kâmil Efendiden ders almaya başladı. Aradığını bulamayınca ondan da vazgeçti. Annesi bu sefer, komşuları Hatice Hanımı hoca tuttu. Mustafa onun da öğrettiklerinden bir şey anlamamıştı. – Şunun bunun elinde okumak istemiyorum anne. İyi bir okula gitmek istiyorum” demişti. Oğlunu okutmak amacında olan Zübeyde Hanım, Selanik’teki kız kardeşine yazdığı mektupta Mustafa’nın okuma isteğini anlattı. Kardeşinin istemesi üzerine, Mustafa’yı Selanik’e, teyzesinin yanına gönderdi. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 35 2- Mustafa Selânik Mülkiye Rüştiyesinde Selanik Mülkiye Rüştiyesine (orta okuluna) başlayan Mustafa hevesle devam ediyordu. Ama bir gün okula erken gelmiş derse hazırlanıyordu. Sınıfın haylaz çocuklarından birisi yanına geliyor, Mustafa’yla alaylı konuşuyor ve rahat çalışmasını önlüyordu. Ali isimli haylaz çocuk Mustafa’nın yazı yazdığı defterini çekiştirirken hokkayı deviriyor ve mürekkebin dökülmesine neden oluyordu. Çok öfkelenen ve kanı beynine fırlayan Mustafa ok gibi yerinden fırlıyor, “Beğendin mi yaptığını!” diyerek haylaz çocuğun suratına tokadı yerleştiriyor. Kavga Mustafa’nın üstünlüğüyle devam ederken, “Kaymak Hafız” adıyla anılan okulun müdür yardımcısı ve Aritmetik hocası oraya geliyor ve olayı seyrediyor. Hoca görülünce kavga duruyor. Hocanın öfkeli bakışları karşısında yutkunan haylaz çocuk: – Hocam, kavgayı o çıkardı! Benim suçum yok” deyiveriyor. Sormadan savunmasını yapan haylaz çocuğa inanan Kaymak Hafız, hiç sorup soruşturmadan Mustafa’ya dönüyor: – Sana haddini bildireceğim” diyerek birbiri ardı sıra tokatları yüzünde şaklatıyor. Vurdukça vuruyor... Mustafa’nın ağzı, burnu kan içinde kalıyor! Okulda haksız yere yediği böylesi dayak Mustafa’yı derinden yaralıyor ve o günden sonra bir daha bu okula gitmiyor. (Temenni edelim ki: Öğrencilerini sindiren, söndüren ve okulundan soğutan böylesi “yeni tip Kaymak Hafızlar” bugünkü okullarımızda yer almasın...) Mustafa, Selanik Rüştiyesinden ayrılmıştı ama okumaktan vazgeçmemişti. Babasının özlemini duyduğu “Okuyup büyük adam olmak hevesi”, Onun ruhuna işlemişti... Ne edip edip okuyacaktı. Hem de iyi okuyacaktı... Öyle Kaymak Hafızlar, şunlar veya bunlar Mustafa’nın büyük adam olmak idealini (ülküsünü) söndüremeyecekti... 3- Mustafa Selânik Askeri Rüştiyesinde Selanik’te teyzesinin yanında kalan Mustafa, daha Mülkiye Rüştiyesine devam ederken, Askeri Rüştiyede okuyan komşuları Binbaşı Kadri Beyin oğlu Ahmet’i görüyor ve ona özeniyordu. Giydiği elbiseye ve güzel üniformasına imrenerek bakıyordu. “Ben de Askeri Rüştiyeye gitseydim” diye iç geçiriyordu. Mustafa’nın Mülkiye Rüştiyesinden ayrıldığını duyan annesi ve dayısı Selânik’e gelmişlerdi. Dayısı, Mustafa’nın Askeri Rüştiyeye verilmesini istiyordu. Ama anne, asker olursa 36 Rasim Pehlivanoğlu kendisinden yıllarca ayrı kalacağı ve hasretine dayanamayacağı endişesiyle rıza göstermiyordu. Fakat Mustafa bir kere kararını vermişti. – Ben de Ahmet gibi asker olacağım” diyordu da başka bir şey demiyordu. O yıllarda, asker olmak Rumeli’deki bütün Türk çocuklarının rüyasıydı. Mustafa doğduğu gün babasının kendisine hediye ettiği ve beşikteki kundağının başucuna astığı kılıcı annesine hatırlatıyordu: – Görüyorsun, babam da benim asker olmamı istiyordu” diyerek annesinin rızasını almaya çalışıyordu. Annesi ise, oğlunun harplerde ve çete savaşlarında ölebileceğini düşünerek endişeleniyor, rıza göstermiyordu. Kararlı olan Mustafa, annesinden habersiz Askeri Rüştiyeye yazılmıştı. 1893 Nisan ayında yapılan giriş imtihanını kazanarak, Selânik Askeri Rüştiyesine devam etmek hakkını almıştır. Mustafa’nın imtihanı kazandığını duyan annesi Zübeyde Hanım şaşırmıştı. Ama bu oldu bittiyi de kabul etmek zorunda kalmıştı: – Hakkında hayırlısı olsun evladım” diyerek Mustafa’yı kucaklamış ve tebrik etmişti. Mustafa, rüyalarında gördüğü süslü elbiseye de kavuşmuş, sevinçle okuluna gidiyordu. Sokaklarda dolaşırken bu sefer arkadaşları ona imreniyordu. Okulunda çok sıkı bir disiplin uygulanıyordu. Ama Mustafa bundan şikayetçi değildi. Aksine, memnun oluyordu. Sınıfın Çavuşu Mustafa Mustafa’nın en sevdiği ders Matematikti. Matematik Öğretmeni Yüzbaşı Mustafa sert bir adamdı. Mustafa’yı çok beğeniyor ve seviyordu. Okulda, 3 ayda bir imtihanla sınıf birincisi seçilir ve Çavuş rütbesi verilirdi. Mustafa ilk imtihanda bu rütbeyi hak etmiş ve koluna 3 sıra Çavuş nişanı takılmıştı. Sevinçle eve gelerek, “sınıfının çavuşu” olduğu müjdesini annesine vermiş ve onu çok sevindirmişti. O da artık, rahmetli eşi Ali Rıza Efendi gibi oğlunun ileride Paşa olacağına inanmıştı. Bu inancını ağabey Hüseyin Ağaya da söylemişti. Mustafa ise: – Bir gün benimle gurur duyacaksınız” demekten kendisini alamamıştı. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 37 Kemalleşen Mustafa Matematik hocası, günün birinde öğrencilerinden zor bir denklemin çözümünü istemişti. İçlerinden sadece Mustafa çözebilmişti. Kendisinin bile zor çözeceği bir denklemi, Mustafa’nın kolaylıkla çözebilmesi hocasını çok etkilemişti. Onu mükâfatlandırmak istiyordu. Mustafa’ya dönerek: – Bak oğlum Mustafa, benim adım Mustafa, seninki de Mustafa. İkisinin arasında bir fark olmalı. Bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun” demiş ve Mustafa’ya en güzel mükafatı vermişti. – Bana iltifat ettiniz hocam!” diyerek hocasına teşekkür eden Mustafa, o günden sonra hayatı boyunca “Mustafa Kemal” diye anılacaktı. Aldığı yeni ismi söylemek için sabırsızlanan Mustafa, eve dönünce annesinin “Hoş geldin Mustafa” sözüne: – Hayır anne, Mustafa Kemal!” cevabını vermişti. Merak eden annesine okuldaki olayı anlatmış ve onu çok sevindirmişti. Sevinci büyük olan annesi: – Mustafa Kemal! Mustafa Kemal!...” diyerek yeni isme kendisini alıştırmaya çalışmıştı. 3 yıl süren parlak bir okul hayatından sonra, 1896 yılının ilk günlerinde, Mustafa Kemal Selânik Askeri Rüştiyesinden dördüncü olarak mezun olmuştu. Aynı yılın Mart ayı ortalarında ise Manastır Askeri İdadisine(Askeri Lisesine) yatılı öğrenci olarak yazılmıştı. 4- Manastır Askeri İdadisinde Mustafa Kemal Mustafa Kemal, 1896 yılı Mart ayından itibaren devam ettiği Manastır Askeri İdadisinde (Lisesinde) okurken Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan Manastıra göz dikmişlerdi. Sırp ve Bulgar çeteleri, sık sık Manastırdaki Türk köylerini basıyorlardı. Bunun için, memleket sorunlarıyla ilgilenen okul Manastır Askeri İdadisi olmuştu. Aynı okulun öğrencisi olarak Mustafa Kemal de bu ilginin içindeydi. Mustafa Kemal, burada da matematikten sınıfının en başarılı öğrencisiydi. Ancak, o yılların en geçerli yabancı dili olan Fransızca’sı yeterli değildi. Ama tatil aylarında Selânik’te Fransız Frerler Okulunun özel sınıfına gizlice devam ederek bu eksikliğini de gidermişti. 38 Rasim Pehlivanoğlu Ömer Naci ve Namık Kemal Sevgisi Bir gün sınıfına, Bursa Askeri İdadisinden Ömer Naci isimli bir arkadaş gelir. Mustafa Kemal, Ömer Naci ile yakın dost olur. Edebiyatçı ve şair ruhlu olan Ömer Naci, Mustafa Kemal’e, kendisinin okuduğu edebiyatla ilgili kitapları verir ve okutur. Bunlar arasında, Namık Kemal’in şiirleriyle de karşılaşan Mustafa Kemal, Namık Kemal’in duygu ve düşüncelerini şiirle ne güzel yansıttığını görür ve kendisi de şiir yazmaya başlar. Okuldaki hitabet hocası şiire fazla kapıldığını görünce onu uyarır. Fazla şiir merakının, iyi bir asker olmasına engel olacağını söyler. Mustafa Kemal sonunda şiiri bırakır. Ama, güzel yazma ve konuşma hevesi devam eder. İlginç bulduğu her şeyi okuyan Mustafa Kemal, okuduklarını arkadaşlarına da anlatır. Onlarla tartışır ve kendisini de geliştirir. Tarihe ve özellikle Türk Tarihine büyük ilgi duyan Mustafa Kemal’e, tarih dersleri yeni bir ufuk açmıştır. Tarih okuma zevkini almıştır. Bu yolla, geçmişten ders alarak geleceği görüyor ve öngörüşü gelişiyordu. Onun için: Vatan, Millet sevgisi ve millete hizmet duygusu artık her şeyin ve her düşüncenin üstünde oluyordu!... Girit İsyanı ve Osmanlı - Yunan Savaşı 1897 yılının ilk aylarında, Atina’nın (Yunanın) teşvikiyle, Osmanlı Tebaası (Osmanlı hâkimiyetinde) olan Giritli Rumlar isyan ediyor... Arkasından Osmanlı - Yunan savaşı başlıyor. Savaşa katılmak isteyen gönüllü Türkler akın akın Manastıra geliyordu. Mustafa Kemal de gönüllü yazılmak isteyenler arasında yer alıyordu. – Ne duruyoruz? Gidip Yunanla savaşalım” diyerek arkadaşlarını teşvik ediyordu. İzin vermeyen okul idaresinden habersiz, yakın arkadaşlarıyla birlikte gönüllü yazılmak üzere okuldan kaçıyor. Fakat eskiden tanıdığı, kendisini seven birisiyle karşılaşıyor. Mustafa Kemal’in niyetini öğrenen bu kişi: – Mektebini bitirip zabit olursan, ileride vatana daha yararlı olursun” diyerek Mustafa Kemal’i kararından güçlükle vazgeçiriyor ve geri çeviriyor. Ethem Paşa komutasında yapılan zorlu savaşta Yunan ordusu bozguna uğratılıyor!... Zafer Türklerin oluyor. Artık Atina yolu Türklere açılıyor... Ne yazık ki: Savaşı kazanan Türkler oluyor, ama kazançlı çıkan Yunanlılar oluyor. Zira: Avrupalı büyük devletlerin büyük baskısı ve katılımıyla oturulan barış masasında Girit ve Tesalya elden çıkıyor. (Yunanlılara bırakılıyor) Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 39 Manastır Askeri İdadisinden Mezuniyet Daha çok Rusların baskısıyla, kazanılan galibiyetin mağlubiyete çevrilmesi Mustafa Kemal’i çok üzüyor. Bu olay onun için bir ibret dersi oluyor. O günden sonra derslerine daha sıkı bir şekilde sarılıyor ve okulun en başarılı öğrencisi olmaya gayret gösteriyor. Okul hayatı boyunca hızlı ve hırslı bir çalışmayla hep başarılı imtihanlar veren Mustafa Kemal 1899 yılı başında 54 kişilik sınıfın ikincisi olarak Manastır Askeri İdadisinden mezun oluyor. (Resim ve Jimnastikten aldığı düşük notlar birinci olmasını önüyor) Harp okulu öğrencisi adayı olarak Manastırdan ayrılan Mustafa Kemal için, 1899 yılının ilk ayları yeni bir dönemin başlangıcı oluyor. 5- Harp Okulu Öğrencisi Mustafa Kemal Mustafa Kemah daha Manastırda okurken, Osmanlı hakimiyeti (egemenliği) altında bulunan azınlıkların, kendi aralarında birbirlerine ve Türklere karşı olan düşmanlıklarını görüyor ve bundan kaygı duyuyordu. 1899 yılı Ocak ayında, Bulgar komitecileri İstanbul’a ihtar gönderiyor ve Girit’teki gibi muhtariyet istiyorlardı. Koskoca Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olan İstanbul, 1899 yılı Mart ayında yabancıların egemen olmaya başladığı bir şehir görüntüsündeydi. Eski günlerin anıları içinde sessiz ve üzgün bir hayat sürüyordu. İşte bu ortamda İstanbul’a gelen Mustafa Kemal 13 Mart 1899’da Harp Okulunun Piyade sınıfına kaydolmuştu. Okulda Türk, Arnavut, Arap bir çok öğrenci vardı. Yurdun çeşitli bölgelerinden gelen Askeri İdadili öğrenciler kendi aralarında gruplaşıyor ve karşı gruba tavır alıyordu. Okulun başladığı ilk günde, Bağdatlılar ile İşkodralılar yemekhanede kavga etmişlerdi. Okulun mevcudu iki bine yakındı. Sadece birinci sınıfta 750 öğrenci vardı. Manastırdan gelen Mustafa Kemal ilk günlerde İstanbul’un yabancısıydı. 18 yaşın duygu ve düşünceleri içinde İstanbul’da dolaşıyor, çeşitli yerlerini tanımaya ve öğrenmeye çalışıyordu... İlk günler kendisini derslere veremeyen Mustafa Kemal çabuk toparlanmış ve iki ay içinde sınıfının birinci kısım çavuşu olmuştu. Harp okuluna imtihanla kayıt yaptıran öğrencilerden Salacaklı Ali Fuat Efendi (Geleceğin Ali Fuat Cebesoy-u), Mustafa Kemal’in takımına verilmişti. (Kafa dengi bu iki arkadaşın yakınlıkları ve idealleri hayat boyu devam etmişti.) Mustafa Kemal’in dershanesi okulun iç bölümündeydi ve karanlıktı. Ama Mustafa Kemal buna yerinmiyordu: 40 Rasim Pehlivanoğlu – Dershanemiz karanlık ama, aydınlıktır” diyor ve teselli buluyordu. bizim yüreklerimiz Mustafa Kemal, ikinci sınıfta kendisini derslere daha iyi vermişti. Güzel söz söylemek ve yazmak hevesi de gelişmişti. Askeri İdadiden arkadaşı Ömer Naci ile, teneffüslerde hitabet talimleri (güzel konuşma alıştırmaları) yapıyordu. O günlerde sıkı idarenin etkisi ile, Namık Kemal’in eserleri serbest okunamıyordu. Okul idaresinin aldığı tedbirlere rağmen yatakhanelerde gizli gizli okunuyordu. Mustafa Kemal, Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”ni çok beğenmişti. Arkadaşına: – Fuat kardeşim bunu ezberleyelim” diyordu. Kasideyi teksir ederek çoğaltmış ve dağıtmıştı. Kasidede yer alan: “Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin, Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten” diyor ve coşuyordu... Ülkenin Durumu ve Mustafa Kemal O günlerde ülkenin durumu iç açıcı değildi. Mustafa Kemal, bunu arkadaşlarıyla konuşuyor, ferahlığı getirecek çareler düşünüyorlardı. Bir gün, 1877-1878 Osmanlı – Rus harbi ve hezimeti konuşulurken, çok acınan Mustafa Kemal’in ağzından, Namık Kemal’in şu beyitleri dökülmüştü: “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini; Yok imiş kurtaracak bahtı kara maderini!” (millet anasını) Bu beytinden de anlaşılacağı üzere, Namık Kemal bir kurtarıcı arıyordu. Kurtarıcı arayan Namık Kemal’in bu beytinin cevabını, gelecekte gene Mustafa Kemal verecekti: “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini; Bulunur kurtaracak bahtı kara madenini!” Mustafa Kemal, Harp Okulunun (Harbiye’nin) 3. sınıfına başladığı günlerde, ülkenin durumu daha da karanlığa gidiyordu. Batı dünyasının güçlü devletleri, Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp yutmaya hazırlanıyordu. Bu ortamda, herkes gibi Mustafa Kemal de başka şeylerle meşgul olmaya başlamıştı: – Memlekette hürriyet yok. Serbest konuşulamıyor. Halkın görüşü alınmıyor...” diye düşünüyordu. İyiye gidişin sağlanması için çareler arıyordu. Bunun için, genç zabitlerin teşkilatlanması gereğine inanıyordu... Teşkilatlanmanın ilk nüvesini, sınıfındaki Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 41 yakınları Ali Fuat, Ömer Naci, İsmail Hakkı ve başka arkadaşlarıyla kurmuştu. Mustafa Kemal yapacağı işlerin plânlamasını, ileride Kurmay Subay olacağına göre yapıyor ve o günlere bu günden hazırlanıyordu... Ali Fuat’ın babası İsmail Fazıl Paşa Erzincan’dan İstanbul’a gelmiş, Genel Kurmayda göreve başlamıştı. Ali Fuat, Mustafa Kemal’i evine götürerek babasıyla tanıştırmıştı. İsmail Fazıl Paşa: – Seni çok sevdim evlat” demiş, tekrar görüşmelerini istemiş ve Kuzguncuktaki evine beklediğini söylemişti. Osman Nizami Paşa Başka bir gidişlerinde, İsmail Fazıl Paşa, Mustafa Kemal’i yatılıya alıkoymuştu. Ertesi gün, evlerine misafir gelen Osman Nizami Paşa ile tanışmasını sağlamıştı. Mustafa Kemal, Osman Nizami Paşa ile memleket meselelerini ve geleceğe bakışlarını hararetle konuşmuşlar, birbirlerini yakından tanıma fırsatını bulmuşlardı. Ayrılmadan önce, Osman Nizami Paşa Mustafa Kemal’e takdirlerini belirtmiş ve : – Efendi oğlum, görüyorum ki, İsmail Fazıl Paşa seni takdir etme konusunda yanılmamış. Sende memleketin başına gelecek büyük adamların, daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim... Keskin zekân ve müstesna kabiliyetin memleketin geleceği üzerinde müessir olacaktır. Bu sözlerimi iltifat olarak alma. İnşallah yanılmamış olurum” demiş ve hakkında iyi temennilerde bulunmuştu. Bu övgü karşısında mahcup olan Mustafa Kemal: – Paşa Hazretleri, bana asla layık olmadığım iltifatı gösterdiniz,” demiştir. Paşanın uzattığı eli saygı ile öpen Mustafa Kemal, büyük bir moral bulmuş ve kendisine olan güveni daha da artmış olarak oradan ayrılmıştı. (6) M. Kemal Harp Okulu Son Sınıfında Harp Okulu son sınıf imtihanları yaklaşıyorken Mustafa Kemal: – Memleketime daha faydalı olmak için mutlak Erkan-ı Harp (Kurmay Subay) sınıfına girmeliyim” diye düşünüyor ve bu düşünceyle, üstün başarı elde etmek için var gücüyle çalışıyordu. Azim ve irade gayretiyle derslerine hazırlanıyordu. Yapılan genel imtihanlarda, 459 mevcutlu sınıfın sekizincisi olarak, 1902 yılının 6 Orhan-Erhan Dündar: Kurmay Yüzbaşı M Kemal Atatürk S: 24-25, Ankara -1996 42 Rasim Pehlivanoğlu Şubat ayında Harp okulunu bitirmişti. Hayatının ilk savaşını kazanarak, şerefli Türk ordusunun idealist bir subayı olmuştu. Ayrıca Erkân-ı Harp sınıfına da ayrılmış ve Harp Akademisine Devam etmek hakkını kazanmıştı. Bazı hediyeler alarak, müjdeli haberi vermek için, Selânik’e giden Mustafa Kemal, annesini, kardeşi Makbule’yi ve dayısını sevinçle kucaklamıştı!... Ama, aralarında küçük kardeşi Naciye’yi görememişti... Öldüğünü öğrenince üzüntüsü büyük olmuştu! – Zavallı küçüğüm benim. Onu unutamam” demiş ve Allah’tan rahmet dilemişti... Selanik’te buruk bir tatil geçirdikten sonra İstanbul’a dönen Mustafa Kemal, Harp Akademisinin 1. sınıfına başlamıştı. 6- Harp Akademisinde Mustafa Kemal Mustafa Kemal, idealist (ülkücü) bir subay olarak, Harp Akademisinin 1. sınıfına başlamıştı. Gelecekte, milletine yapacağı büyük hizmetlerin hayali içindeydi... Sınıfının mevcudu 43 kişiydi. İstanbul’da bir Fransız kadınının işlettiği pansiyonda kalıyordu. Büyük bir hevesle derslerine sarılmıştı. Sadece derslerle yetinmiyor, siyasi bilgileri de öğreniyordu. Pansiyoncu kadına gelen özel postalar arasında, Avrupa’da –özellikle Fransa’da- basılan Türk gazeteleri de bulunuyordu. Bunları da alıp okuyan Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğunun nereye gittiğini daha iyi öğreniyordu. O yıllarda hafta tatilleri Cuma günleriydi. Mustafa Kemal, Cuma günü akşamları hafta tatilinden dönünce sınıfının kapısını kapatıyor, kürsüye çıkarak tatilde görüp öğrendiklerini arkadaşlarına anlatıyordu: – Vatan çocuklarının savaş meydanlarında harcandığını, azınlıkların ise memlekette kalarak ilerlediğini” söylüyordu. Bir milletin yaşaması temelinin ekonomi olduğunu belirtiyor ve soruyordu: – BU MEMLEKET ONLARIN MI, BİZİM Mİ?...” diyor ve devam ediyordu: – Rusların yardımıyla istiklâlini kazanan Yunanistan’ın, yarın Makedonya’yı isteyeceğini, aynı davanın peşinde olan Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarlarla aralarında anlaşırlarsa, güzel Rumeli’yi de kaybedeceğimizi” söylüyor ve yakınıyordu. Konuşmalarıyla arkadaşlarına yeni ufuklar açıyordu. Mustafa Kemal’i dinlerken, milli duyguları canlanan arkadaşları: Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 43 – Demek ki: Vatan, millet, Türklük gibi fikirler de varmış!” diye düşünüyor ve söyleniyorlardı.(7) Kurulan Yeni Cemiyetler O günlerde Paris’te birinci kongresini yapan “Jön Türkler” (Genç Osmanlılar) ikiye bölünmüşlerdi. Bunlar, ülkede bir inkılâp olmasını istiyorlardı, ama metot da birleşemiyorlardı. Daha çok: “İnkılâpta yabancı müdahalesi olsun mu olmasın mı” noktasında ayrılıyorlardı. Yabancı müdahalesini kabul etmeyenler Ahmet Rıza’nın çevresinde toplanıyor, “İttihat ve Terakki Cemiyeti”ni kuruyorlardı. Yabancı müdahalesi olmadan inkılap yapılamayacağına inanan diğerleri ise, Prens Sabahattin’in başkanlığında toplanıyor, “Adem-i Merkeziyet Cemiyeti”ni kuruyorlardı. Mustafa Kemal, bu iki gruba da güvenemiyor ve inanamıyordu. Zira: Her iki grubun mensupları da memleket gerçeklerini görecek ve yönetimde geçerli tedbirleri alacak ayrıntılı bilgilere ve görüşlere sahip değillerdi... Balkanlardaki Karışıklıklar ve Mustafa Kemal Mustafa Kemal okulun birinci yıl sonu tatilindeyken, Balkanlarda karışıklıklar oluyordu. Bulgar komitecileri isyan hazırlığı yapıyor, Selanik’teki Osmanlı Bankası şubesi dinamitleniyordu. Avrupa gazeteleri –suç bastırmak içinMakedonya’daki Bulgar halkına Osmanlı zulmünün şiddetlendiğinden söz ediyordu. Mustafa Kemal’in okuduğu Fransız gazeteleri de Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmakta olduğunu yazıyordu. Bütün bu olanlar Mustafa Kemal’i çok üzüyor: – Kötü bir idare Makedonya’yı ne hale getirdi” diye acınıyordu... Tatilden dönen Mustafa Kemal, bütün bu duyup öğrendiklerini ve gördüklerini arkadaşlarına anlatıyor, onları uyarıyor, düşündürüyor, birlikte çareler arıyorlardı. Günden güne üzüntüsü artmış olan Mustafa Kemal kederli, küskün bir ruh haline bürünmüştü. İsyankâr bir tavra girmişti. Geceleri gözüne uyku girmiyordu. Ancak sabaha karşı uyuyabildiğinden, kalk borusu çalınca uyanamıyordu. Arkadaşları bu haline üzülüyor ve Onu teselli etmek istiyorlardı... Ama Mustafa Kemal’di bu... Bu böyle gidemezdi. Mustafa Kemal üzüntüye yenik düşemezdi... Çabucak toparlanmalı ve canlanmalıydı... İrade gayreti gösteren Mustafa Kemal toparlandı, canlandı ve kendini buldu. Kötümserlikten sıyrılmaya ve 7 A.g.e. s: 30–31 44 Rasim Pehlivanoğlu iyimser olmaya çalıştı... Amacını tespit etti ve azimle hedefine yöneldi... Mustafa Kemal, artık ne bulursa okumaya başlamıştı. Derslerine verimli çalışıyordu. Hocalarının verdiği zor problemleri bile, meydan muhaberesi kazanmış bir kumandan edasıyla çözüyor ve bunlarla deşarj oluyordu... Hocası Yarbay Nuri’nin “Gerilla Savaşı” konusundaki dersini çok beğeniyordu. Örnekler vererek daha açık anlatılmasını istiyordu... Mustafa Kemal ve arkadaşlarında, memleketin durumu ve geleceği hakkında yeni düşünceler belirlemeye başlamıştı. Bu düşüncelerini diğer öğrencilere de anlatmak istiyordu. Bunu gerçekleştirmek için bir gazete çıkarmak kararına varmışlardı. Hemen, el yazısı ile hazırlanan ve çoğunu Mustafa Kemal’in yazdığı gazete öğrencilere dağıtılıyordu. Harp Okulu öğrencileri arasında dahi gazete elden ele dolaşıyordu. Okulda milli bir heyecan oluşuyordu!... Fakat; Askeri Mektepler Müfettişi Zülüflü İsmail Paşa durumu öğrenmişti. Ama, Okul Müdürü Ali Rıza Paşa vaziyeti idare ediyor, büyümeden olayı kapatıyordu. Başka bir gün, Baytar dershanesinde gazeteyi yazarken, Okul Müdürü Ali Rıza Paşa ansızın içeriye girmiş, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını suçüstü yakalamıştı... Hoşgörülü olan Ali Rıza Paşa küçük bir ceza (izinsizlik cezası) ile yetinmişti. Böylece tevkif edilmekten kurtulmuşlardı. Arkadaşları: – Ali Rıza Paşadan kurtulduk ama, Zülüflü İsmail Paşadan kurtulamayız” diye endişeleniyorlardı. Makedonya’da ve Doğu’da Olumsuz Durumlar Mustafa Kemal Harp Akademisinin son sınıfına geçmişti. Makedonya gene karışmıştı. 30.000 Bulgar çetecisi, bütün Makedonya’da ayaklanma başlatmışlardı. Bulgar eşkıyası, Müslüman yolcuların bindiği vagonlarda bombalar patlatıyordu. Yıl sonu tatilinde Mustafa Kemal, Ali Fuat’ın babası İsmail Fazıl Paşanın istemesi üzerine, Ali Fuat’ların evinde birkaç gün misafir kalmıştı. İstanbul’da değişik yerleri Ali Fuat’la birlikte gezmişler, yeni yerler görmüşler ve yeni bilgiler edinmişlerdi. Böylece biraz dinlenebilmişler ve görgüleri de artmıştı. Ama memleketin durumu iyiye değil habire kötüye gidiyordu. Padişah Abdülhamit’e Avrupa’dan, kabul edilemeyecek yeni talepler geliyordu... İngilizlere yardım eden Araplar, “Türk boyunduruğundan kurtulmak” gerekçesiyle isyan etmişlerdi. İngilizlerin tahrikiyle Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 45 Yemen’de isyan çıkarılmıştı. 1904 yılı başında doğuda Ermeniler isyan etmişler (başkaldırmışlar) dı. Karşılık verilince de Avrupa basını: “İkinci Ermeni Savaşı katliamı” diye yaygarayı koparmıştı, Tel’in mitingleri yapılmıştı... Nereye baksanız durum iyi değildi. Osmanlıların karşısında bulunan güçlü Avrupa ülkeleri haklıyı haksız, haksızı haklı çıkarıyorlardı... Bütün bunlar, sorumluluk duygusu yüksek olan Mustafa Kemal’i üzüyor ve düşündürüyordu. Mustafa Kemal bu olumsuz ortamda tecrübe kazanıyor ve ibret dersleri alıyordu. Olumsuzluklar onu yetiştiriyor, geliştiriyor ve geleceğe daha güçlü olarak hazırlıyordu... Harp Akademisinde Son Yıl 1904 yılı Mart ayında Harp Akademisinin son sınıfına başlayan Mustafa Kemal, bu yıl birinci olmayı kafasına koymuştu. Bunun için derslerine çok çalışıyordu. Birinci ve ikinci sınıflarda aldığı eksik notları telafi etmek çabasındaydı. Ama, Arabistan’daki isyanlar, Rumeli’deki gergin durum ve doğudaki Ermeni isyanları devam ediyordu. Bu arada sevindirici durumlarda oluyordu: 1904 yılı Eylül ayında Osmanlı donanmasına katılan Mecidiye ve Hamidiye isimli iki savaş gemisi, Bakırköy açıklarında, halk tarafından büyük şenliklerle karşılanmıştı!... Olayların etkisiyle, Harp Akademisinin bitiş imtihanları öne alınmıştı. Mustafa Kemal, 11 Ocak 1905’de Harp Akademisini bitirerek “Kurmay Yüzbaşı” unvanını almıştı. Son yılda aldığı notlara göre birinci olmuştu. Ama üç yılın ortalamasına göre beşinci olarak Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle okuldan mezun olmuştu. 7- Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal’in İlk Çabaları Yüksek dereceyle akademiden mezun olan Mustafa Kemal, ülke meseleleriyle daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Hürriyetin gelmesi ve memleketin kurtulması için Meşrutiyet İdaresinin kurulması gerektiğine inanıyordu. Ancak ordunun zorlamasıyla Meşrutiyet İdaresi padişaha kabul ettirilebilir görüşündeydi. Bunu sağlamak için, arkadaşlarının gittikleri yerlerde gizli teşkilat kurmalarını öneriyordu. Gizli çalışmak için en müsait iklimin ise Makedonya olduğunu düşünüyor ve yakın arkadaşlarının tayinlerinin buraya çıkmasını istiyordu. İstekleri olacak gibiydi. Ama aleyhlerinde yapılan bir ihbarla geri bırakılmıştı... Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları toplatılarak, Taş Kışladaki küçük hücrelere kapatılmıştı: Gizli gazete çıkarmak, gizli komite kurmak, pansiyonda gizli toplantılar 46 Rasim Pehlivanoğlu yapmak suçlarından sorgulanıyorlardı. Bunlara ek olarak, Topkapı Sarayındaki Hırka-i Şerif ziyareti sırasında padişaha suikast plânlamakla da suçlanıyorlardı. Sorgulanmaları ve Tayin Edilmeleri Sorgulamayı yapan heyet kendilerinden doğruyu söylemelerini istiyordu. Bu isteğe Mustafa Kemal’in cevabı şöyle olmuştu: – Doğru olan şudur. Ben, memleketimin ve milletimin esenliğine zarar verecek hiçbir şey yapmadım” diyerek, isnat edilen bütün ithamları reddetmişti. Sorgudan sonra, Harp Akademisindeki Zabitan Tevkifhanesine gönderilerek burada bir müddet tutuklu kalmışlar ve daha sonra serbest bırakılmışlardı. Bunu sağlayan da Ali Rıza Paşa olmuştu... Sıra tayin işlemine gelmişti. Önce, isteklerine uyularak Mustafa Kemal, Ali Fuat ve yakın iki arkadaşı, Kurmay Yüzbaşı stajı yapmak üzere, Makedonya’daki 3. Orduya verilecekti. Fakat şüpheye düşülerek bundan vazgeçildi. Ertesi gün, Mustafa Kemal, Ali Fuat ve Müfit Kırşehir, kurmaylık stajı için Şam’daki 5. Orduya tayin edilmişlerdi. Beklenmedik bu tayin bir nevi sürgündü... Mezun olduktan sonra, yakında Selânik’e geleceğini annesine yazmış bulunan Mustafa Kemal, şimdi annesini görmeden ayrılacağı için üzülüyordu: – Zavallı anneciğim beni daha çok bekleyecek” diyerek gözleri nemlenmişti. Şam’da hürriyet hareketi için müsait zemin bulamayacağına da üzülen Mustafa Kemal, arkadaşı Ali Fuat’a: – Hiç olmazsa, Erkan-ı Harp stajını birlikte yapacağız” diyerek sevincini belirtmişti. Ali Fuat’ın babası İsmail Fazıl Paşa da: – Sakın moralinizi bozmayın. Sizin için uğraşacağım” diyerek onlara moral vermiş ve teselli etmişti. İstanbul’da daha fazla kalmalarının tehlikeli olacağını düşünen 3 arkadaş, Şubat ayı sonuna doğru bir Avusturya gemisine binerek Şam’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılmışlardı. Şam’da kurmaylık stajını yapacak olan bu 3 idealist Kurmay Yüzbaşı için hayat yeni başlıyordu... Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 47 B - KURMAY SUBAY MUSTAFA KEMAL’İN ORDUDAKİ ÜSTÜN HİZMETLERİ Ülkede Bazı Önemli Gelişmeler (1905 – 1914) 1– Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal Şam’da 11 Ocak 1905’de Harp Akademisinden Kurmay Yüzbaşı olarak mezun olan Mustafa Kemal , arkadaşları Ali Fuat ve Müfit Kırşehir’le birlikte, Şam’da 5. Ordudaki görevlerine başlamak üzere, Beyrut üzerinden gittikleri Şam’a 1905 yılı Şubat ayında vardılar. Ordu Müşiri (Mareşali) Hakkı Paşayı ziyaret ederek tanıştılar ve görev yerlerini öğrendiler: Mustafa Kemal ile Müfit Kırşehir Şam’daki süvari alayında, Ali Fuat ise Beyrut’taki süvari alayında –stajyer olarak- göreve başladılar. İki arkadaş Şam şehrinde kiraladıkları iki odalı bir eve yerleştiler. Mustafa Kemal çoğu kez alayın eğitim işleriyle uğraşıyordu. Şam’da güneşle birlikte hayat sona eriyordu. (Kendileri böyle söylüyordu.) Geceleri sessiz, sakin ve yalnız geçiyordu. Boş zamanlarını değerlendiriyorlardı: Çevreyi geziyor, görüyor, inceliyor ve öğreniyorlardı. Ya da kitap okuyorlar, düşünüyorlar, sorunları konuşuyorlardı... O sıralar, Arap vilayetlerinde ayaklanmalar eksik olmuyordu. Arap milliyetçileri, İskenderiye’den Paris’ten gönderdikleri beyannameler ile Arapları ayaklanmaya çağırıyorlardı. Yüz bulan Araplar, Türk memurlara karşı koyuyorlar, vergilerini ödemiyorlardı... Ordudaki Bozukluk Mustafa Kemal’in Dürüst ve Uzlaşmacı Tavrı Vergi toplamada yapılan haksızlıklar ve yolsuzluklar da halkın ayaklanmasını teşvik ediyordu. O günlerde Suriye’deki ordumuzun durumunu belirten, Mustafa Kemal’in bizzat yaşadığı birkaç olayı aşağıda açıklamayı gerekli görüyorum. 1- Bir gün öğrenirler ki, Havran bölgesindeki Dürziler vergi vermeyi kabul etmeyip ayaklanmışlar. İsyanı bastırmak görevi 5. Orduya verilmiştir. Mustafa Kemal’in ve Müfit Kırşehir’in dahil olduğu alaylar bu görevi üstlenmiştir. Emri alan alaylar hemen harekete geçmiştir. Fakat alayın eski subayları Mustafa Kemal ile 48 Rasim Pehlivanoğlu arkadaşı Müfit’i geçersiz bahanelerle istememişlerdir. Bu iki arkadaş: aralarına almak – Bölüğümüzle birlikte biz de katılmak istiyoruz” diye itiraz etmişler, ama sözlerini kimseye dinletememişlerdir. Üst makama başvurmuşlar, ama ordu kumandanlığı, müracaatlarını “küstahça” bulmuştur. Merak içinde kalan iki arkadaş “her ne olursa olsun, mutlaka bu harekete katılmalıyız” kararına varmışlardır. Zaman geçirmeden hemen atlarına bindikleri gibi alayın arkasından yola çıkmışlardır. Genç bir süvari subayı önlerine çıkarak, kendilerini sevdiğini belirterek durdurmaya çalışıyor. Bugün Suriye ordusunda menfaat şebekesinin hakim olduğunu belirten süvari gitmemelerini istiyor. Giderlerse öldürülebileceklerini söylüyor. Bu sözleri işiten Mustafa Kemal kesin kararını veriyor: – Asıl şimdi gitmemiz şart oldu” diyerek atlarını sürüyorlar... İlk durak yerinde kıtaya yetişiyorlar. Kıtada onlarla hiç kimse ilgilenmiyor. Yemek ve çadır vermiyorlar. O geceyi emir erlerinin çadırında geçiriyorlar. Ertesi gün, bir bölük komutanı onları yanına çağırıyor: Bu harekette kendilerine asla kumandanlık verilmeyeceğini söylüyor... Üzerine aldığı kontrolörlük görevinde kendisine yardımcı olmalarını teklif ediyor. Kontrolör sonucunu kimseye bildirmeyeceklerine dair de kendilerinden namus sözü istiyor. Teklifi kabul eden Mustafa Kemal ve arkadaşı Müfit ne olacağını merakla bekliyorlar. Kıta Havrana varınca, isyanı bastırmak için gelen birlikler yağma ve talan hareketine girişiyorlar. Her birlik kendi bölgesini tarayarak bulduğunu alıyor. Bu hali görerek öğrenen Mustafa Kemal ve arkadaşı işin iç yüzünü anlıyorlar. – Bunlar vergi toplamıyor. Düpedüz soygun yapıyorlar” diye acınıyorlar. Harekât kötü şartlar altında devam ediyor ve bitiyor. Şam’a dönüşte talancılar, talanladıkları altınları aralarında paylaşıyorlar. Bir miktarını da, “Bunlar da sizin hissenize düşen” diyerek Mustafa Kemal ve Müfit’e ayırıyorlar. Müfit ve Mustafa Kemal’in tepkisi çok sert oluyor ve şiddetle reddediyorlar. Ama, talancı subayların da düşmanlıklarını kazanıyorlar: “Bunlar bizim işlerimizi bozacak” diye susturma yollarını arıyorlar ve bazı tuzaklar da hazırlıyorlar... Tedbirli olan Mustafa Kemal ve arkadaşı her şeyi atlatıyor ve onlarla başa çıkmasını biliyor. Mustafa Kemal, bir konuşmasında arkadaşlarına: Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 49 – Ben namuslu bir insanım. Benimle arkadaş olanların da namuslu olmaları gerekir...” deyince talancılar geriliyor. Dürüst subaylar ise seviniyor ve Mustafa Kemal’e arka çıkıyorlar... 2- Başka bir gün, Mustafa Kemal’in Komutanı Binbaşı Lütfi’ye gelen telaşlı bir haberci: – Asiler ordugâhı basacaklar ve herkesi öldürecekler” haberini veriyor. Mustafa Kemal: – Sakın soygun için bir bahane olmasın” diye düşünüyor. Ama tedbirli olmak ihtiyacını duyuyor. Bir keşif yapıp durumu öğrenmek için kumandanından izin alır. Yanına Müfit’i ve bir emir erini de alarak keşfe çıkar. Önce kimseye rastlamazlar. Sonra tepeye çıkıp etrafı gözetlerken, ileride bir atlı grubunu görürler. Onlar da bunları görmüşlerdir. Mustafa kemal ve yanındakiler atları topuklayarak hızla karargâha dönerler. Öbürleri de atlarıyla dört nala peşlerine düşerler. Düz ovada bir kovalamacadır başlar. Zigzaglar yaparak düşmanı şaşırtırlar ve ordugâha dönerek kurtulurlar. Haber öğrenilince ordugâhta tedbir alınır. Fakat arkadan gelen olmaz. Kovalayanlar, gafil avlayamayacaklarını görünce geri dönmüşlerdir. Bu olaydan sonra Komutan Binbaşı Lütfi, kendilerini tehlikeden kurtaran bu iki stajyer arkadaşa özel değer vermeye başlar. 3- Yine başka bir gün, askeri eğitim yaptırırken, uzaktan kendilerini izleyen kalabalık bir atlı grubu (Dürzileri) görürler. Binbaşı Lütfi, “Ne yapalım?” diye M. Kemal’e sorar. O ise eğitime devam etmeyi ister. Ama hücuma geçecekleri endişesine de kapılan M. Kemal: – Ben onları bilirim. Namuslu insanlardır. Kendilerine silah çevirmeyene silah kullanmazlar” der. Onlarla konuşmak üzere tek başına yanlarına gider. Aralarında bir süre konuşurlar... Sonra kalabalık atlılar döner giderler. Bu olay M. Kemal’in uzlaşmacı tavrını ve ikna edici gücünü göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Bu sayede, çarpışmadan zafer kazanılmıştır... Ertesi gün, Şam’dan gelen Jandarma Komutanı, Dürzileri püskürttükleri için Binbaşı Lütfi ve Mustafa Kemal’i tebrik eder. Mustafa Kemal: – Hayır biz püskürtmedik, onlar gittiler” der. Buna rağmen jandarma kumandanı, Padişaha bir telgraf çekerek olayın bildirilmesini Binbaşı Lütfi’den ister. Bu isteğe Mustafa Kemal’in cevabı kesin ve sert olur: Zat-ı – Ben hiçbir zaman böyle bir sahtekârlığa alet olamam!... Şahane sizin gibi düşünenlerin ne olduklarını 50 Rasim Pehlivanoğlu anlayabilmelidir” demekten kendini alamaz. Bu olay, kendisi gibi düşünen Binbaşı Lütfi ile dostluğunu geliştirmiştir. Dürüst subay arkadaşları arasındaki itibarını artırmıştır. Tüccar Mustafa – Vatan ve Hürriyet Cemiyeti 4- Bir gün Binbaşı Lütfi, Mustafa Kemal ve Müfit Hamidiye Çarşısında dolaşıyorlardı. Çarşıda, Tüccar Mustafa’nın ufak dükkânı önünden geçerken duruyorlar. Dükkânda eşyadan çok kitap vardı. M. Kemal çeşitli konulardaki kitapları inceliyordu. Dükkân sahibine sormadan edemiyor: – Siz tüccar mısınız? Filozof musunuz? Yoksa doktor mu?” – Tüccarım... Ara sıra da okurum” cevabını alıyor. Sonradan anlaşılıyor ki: Tüccar Mustafa, Tıbbiyenin son sınıfında okurken hapse girmiş. Hapisten sonra Şam’a sürülmüş olan, inkılâp taraftarı aydın bir insandır. Mustafa Kemal’le tanışmaktan memnun olmuştur: – Mutlaka inkılâp yapmalıyız” diyor ve gerekçelerini açıklıyordu. Binbaşı Lütfi yanlarından ayrılmıştı. O gece tüccar Mustafa’nın evinde daha derin konuşmuşlar ve birbirlerini anlamaya çalışmışlardı. Tüccar Mustafa o kadar hızlıydı ki: – İnkılâp için gerekirse ölmeliyiz” diyebiliyordu. M. Kemal ise: – Mesele ölmekte değil, ölmeden önce idealimizi (ülkümüzü) yaşatmakta, yapmakta ve yerleştirmektedir... Ancak hür fikirli insanlar vatanlarına faydalı olabileceklerdir” görüşünü açıklıyordu. O gün tüccar Mustafa’nın evinde, inkılâp yolunda çalışmak için “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurdular. Bu gizli cemiyetin başta gelen amacı 1976 Kanun-i Esasisini (Anayasasını) yürürlüğe koymak ve Millet Meclisini toplamaktı. Bu olaydan sonra M. Kemal gezilere çıktı. Buralardaki subay arkadaşlarıyla konuştu. Fakat 5. Ordu mıntıkasında (çevresinde)cemiyetin gelişmesinin imkânsız olduğu kanaatine vardı... Makedonya’nın heyecanlı havasını burada göremiyordu…(1) (1) Orhan-Erhan Dündar: M.K Atatürk 4 – Vatan ve Hürriyet, Ank – 1996, s. 20-25 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 51 Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal Gizlice Makedonya’da Şam’daki süvari alayında yaklaşık 8 aylık staj bitmişti. Arkadaşı Müfit’le birlikte piyade stajı için Yafa’ya atanmışlardı. Mustafa Kemal bu arada, Makedonya’ya gitmek, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin şubesini orada açmak istiyordu. Nasıl gidebileceğini düşünüyordu: Önce Beyrut’a giderek Ali Fuat’la görüştüler. Birbirlerine görüşlerini aktardılar. Ali Fuat bu işin çok zor ve tehlikeli olduğunu söylüyordu. M. Kemal ise: – Ben bütün tehlikeleri göze aldım Fuat” diyordu. Neticede, bazı tedbirler almak suretiyle harekete geçilmişti. Önce Beyrut’tan Yafa’ya görevleri başına gidiyorlar. Buradan da M. Kemal gizlice Mısır’a geçiyor. Oradan vapurla Pire’ye ve buradan da Yunan bandıralı bir gemiyle Selânik limanına iniyor. Selanik’te, daha önce telgrafla haber verdiği arkadaşları tarafından karşılanıyor. Gerekli gümrük kontrolünden geçen M. Kemal, doğruca annesinin evine gidiyor. Annesi ve kız kardeşiyle birbirlerine sarılıyor hasret gideriyorlar. Ama annesi Zübeyde Hanım tedirgin! Zira, oğlunun izinsiz geldiğini anlamıştı. M. Kemal birkaç gün evde kaldıktan sonra, önemli gördüğü bazı kimselerle ve Kumandan Şakir Paşayla görüşüyor. Selânik Askeri Rüşdiyesinden tanıdığı Miralay Hasan Beyi de görüyor. Onun yardımıyla, Selânik’te 4 aylık hava tebdili raporu alıyor. Artık serbestlemiştir, açıkça dolaşmaya başlıyor. Bir gece, güvendiği arkadaşlarıyla Yüzbaşı Hakkı Baha’nın evinde toplanıyorlar. Memleketin acıklı durumunu müzakere ediyorlar. M. Kemal konuşmasında özetle: – Bu bedbaht memleketimize karşı vazifelerimiz vardır. Onu kurtarmak yegane hedefimizdir. Memlekete ecnebi nüfuz hakimiyeti kısmen girmiştir. Bütün Rumeli’yi vatan camiasından ayırmak istiyorlar... Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin (ilerlemenin) ve kurtuluşun anası hürriyettir...” diyor. Bunu gerçekleştirmek için Suriye’de kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nden söz ediyor. Cemiyetin esasını kurmak için buraya geldiğini de belirtiyor: – Kahredici bir istibdada karşı inkılâpla cevap vermek, köhneleşmiş olan çürük idareyi yıkmak ve milleti hakim kılmak” amacında olduklarını söylüyor. Arkadaşlarını vazifeye davet ediyor. Ömer Naci coşkuyla ayağa kalkıyor: – MUSTAFA KEMAL! ARKANDAYIZ. Seni takip edeceğiz. Zulüm ve istibdat altında inleyen bu masum ve bîçare Rasim Pehlivanoğlu 52 milletimizi kurtaracağız!...” diyor: Mustafa Kemal’in ve Ömer Naci’nin bu sözleri, YAŞASIN HÜRRİYET!... nidalarıyla karşılanıyor. Hep birlikte ellerini tabanca üzerine üst üste koyuyorlar: – Ölünceye kadar bu mukaddes çalışacağız!...” yeminini ediyorlar. (2) dava üzerinde Aradan fazla zaman geçmeden Miralay Hasan Beyden bir haber geliyor: 4 aylık tebdil hava raporu kabul edilmemiştir. İstanbul, M. Kemal’in tevkifi için emir göndermiştir. Yafa’ya da tahkikat için gizlice bir zabit (subay) gönderilmiştir. Biran önce M. Kemal Selânik’ten gizlice ayrılır. Yolda iken hakkında tahkikat başlar. Ama arkadaşlarının isteğini değerlendiren amirleri, M. Kemal’in Bi’r-i SEBî de görevi başında olduğunu söylerler. M. Kemal’de hiç zaman kaybetmeden görev yerine yetişir ve orada görülür. Böylece olay kapatılır. Arap vilayetleri için Osmanlı Devleti adına mücadele eden İBN-İ REŞİT bir çarpışmada ölür. Böylece Arabistan çölleri tamamen İBN-İ SUUD ’un eline kalır. Yemen Osmanlıların elindedir. Ama, SANA şehrini kuşatan asiler dağıtılamamıştır. Mustafa Kemal Yafa’da – Şam’da Osmanlı Devleti ile Mısırı elinde tutan İngilizler arasındaki Akabe Körfezi buhranından sonra, M. Kemal Yafa’ya döner. Burada diğer arkadaşlarıyla buluşur, görüşürler. M. Kemal: – Bütün dava, yıkılmak üzere bulunan imparatorluktan önce bir Türk devleti çıkarmaktır” görüşünü açıklar. Burada bir hatırayı nakledelim: Yafa ‘da toplanmış olan, çoğunluğu Arap gençleri için ilk askerlik eğitimi yaptıran kıta çavuşları, hep Anadolulu Türk gençlerinden seçilmişti. Talim sırasında, Türkçe bilmeyen Arap gençleri hatalar yapıyordu. Çavuşlar da biraz sertçe onları uyarıyordu. Alaydaki yaşlı bir yüzbaşı her seferinde çavuşları azarlıyor, haşlıyordu. Bir gün, M. Kemal’in yanında, bir Türk çavuşuna: – Sen nasıl olur da peygamber efendimizin soyundan gelen bu yavrulara sert davranırsın? Kendini bil. Sen onların ayağına su bile dökemezsin...” der. Bunu duyunca çok üzülen ve milli duygusu canlanan M. Kemal: – Bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız” diye düşünür. Daha fazla da dayanamayarak yüzbaşıya hitaben: (2) A.g.e, s: 32-34 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 53 – Yüzbaşı efendi, susunuz artık! Bu Arap erlerinin bağlı bulunduğu Arap kavmi, birçok bakımdan necip olabilir. Fakat senin, benim, Müfit’in ve çavuşun da mensup olduğu kavmin, büyük ve asil bir millet olduğu asla inkar edilemez bir gerçektir...” diye çıkışır. Utanan yüzbaşı susmuş... Çavuş sevinmiştir! Mustafa Kemal topçu stajını yapmak için, 14 Kasım 1906’da yeniden Şam’a tayin edilir. Ali Fuat ise topçu stajı için Selânik’e gönderilir. O günlerde Şam, elektriğe kavuşan ilk Osmanlı şehri olmuştur. Rusya’da Çarlık İstibdadına karşı yeni ayaklanmalar baş göstermiştir. İran’da Şah Muzaffereddin bir meclisin toplanmasına rıza göstermiştir. 20 Haziran 1907 tarihinde, M. Kemal Şam’daki topçu stajını bitirmiş, KOLAĞASI (Kıdemli Yüzbaşı) rütbesine yükselmişti. Arzusu Makedonya’ya gitmekti. İsteği değerlendirilmişti. 1907 yılı Eylül ayında Manastırdaki 3. Ordu müşirliği emrine tayin edilmişti. 2– Kolağası Mustafa Kemal Makedonya’da M. Kemal, 5. Ordunun emrinde kaldığı üç yıla yakın zamanda, Suriye’nin hemen her yerini görevle gezmiş, dolaşmış; memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha da yakından gözlemiş ve görmüştü. Şimdi ise, yıllarca hasretini çektiği Makedonya’ya tayini çıkmıştı... Artık sürgünlük sona ermişti. Ama imparatorluğun fikirler, nifaklar ve ihtiraslarla kazan gibi kaynadığı bir bölgeye (Makedonya’ya) gelmişti. Makedonya’ya geldiğinde Selânik’te çok şeyleri değişmiş gördü: 1906 yılı Eylülünde “Osmanlı Hürriyet Cemiyet” adında gizli bir cemiyet kurulmuştu. 10 kişilik kurucuların çoğunluğu 3. Ordunun genç subaylarından oluşuyordu. Cemiyetin başkanı ise, Edirne Postanesinin eski kâtibi Talat Beydi. Talat Bey bir ara hapse girip çıktıktan sonra, posta gezici memuru olarak tayin edildiği Selânik’te, zamanla kendisini tanıtmış, sevilmiş, itibar kazanmış ve gizli bir cemiyetin başkanı olmuştu. Paris’te kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti lideri Ahmet Rıza, Cemiyetinin yurt içinde kuvvetlenmesi için “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” ile birleşmesi taraftarıydı. Yapılan görüşmeler sonunda iki cemiyet, 27 Eylül 1907 tarihinde “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” adı altında birleşmişti. Binbaşı Enver de –usulüyle- yemin ederek cemiyetin üyesi olmuştu. 54 Rasim Pehlivanoğlu 1907 Eylül ayında Manastıra tayin edilmiş olan M. Kemal, Selânik’e gelince bir alayın denetimini yapan heyetle birlikte çalışmaya başlamıştı. Denetlemede gösterdiği başarı Selânik’te kalmasını sağlamıştı. Mustafa Kemal’in Selanik’teki arkadaşları, şubesini açtıkları “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni yaşatamamışlar; “İttihat ve Terakki Cemiyeti altında çalışırsak daha iyi olur” düşüncesiyle bu cemiyete katılmışlardı. M. Kemal’in de katılmasını istiyorlardı. 1907 yılı sonlarına doğru, içinden gelerek olmasa da M. Kemal de yemin ederek İttihat ve Terakki Cemiyetine katılmıştı... Mustafa Kemal’in İleriye Dönük Görüşleri Bir gün, daha önce Makedonya’ya gelen ve Yunan çetecileriyle çarpışan kuvvetlerin kumandanlığını yapan arkadaşı Ali Fuat’la buluşan M. Kemal, o gün Ali Fuat’ın evinde, ülkenin durumunu uzun uzun konuşurlar. 5. Orduyu soran Ali Fuat’a M. Kemal, 5. Orduda artık askerlikten eser kalmadığını söyler. Ali Fuat da M. Kemal’e, Osmanlı Hürriyet Cemiyetine nasıl girdiğini ve genel merkezin ne durumda olduğunu anlatır. Cemiyette meşrutiyet öncesi ve sonrası için hiçbir hazırlık olmadığını, arkadaşları arasında lider olacak meziyetlere sahip birisinin bulunmadığını söyler ve acınırlar. M. Kemal: – Meşrutiyet iade edilecek. Bundan şüphe etmiyorum. Fakat sonrası ne olacak” diye sorar. Esaslı bir plânı ve onu uygulayacak güçlü bir lideri olmayan cemiyetin ne yapabileceğini düşünürler: – Sadece meşrutiyetin ilânı yeter çare olamaz” diyen M. Kemal, bu konudaki görüşünü şöyle açıklar: – Cemiyetin önce bir siyasi parti haline gelmesini, meşrutiyetin ilânından sonra hükümetin ele alınmasını” savunur. – Aksi takdirde, ikinci meşrutiyetin de birincisinin akıbetine uğrayacağını” söyler. Ali Fuat’ın: – Öyleyse ne yapalım?” sorusuna karşı, ileriye dönük görüşlerini şöyle açıklar: – Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicamını kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğunun gövdesi üzerine değil de Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerine oturtulmalıdır. Büyük düşman devletlerinin yapacağı bir tasfiye yerine, cemiyet kendi başına bir Türk Devleti kurmalıdır. Öyle görülüyor ki: Osmanlı İmparatorluğu yıkılacaktır. Enkaz altında ne yazık ki Türkler Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 55 ezilecektir. Nüfusun yarısı Türk olmayan ve geniş bir sahayı işgal eden devletin bütün ağırlığı ve müdafaası ne yazık ki Türklerin omuzlarına yükletilmiştir.” Devam ederek: – Hıristiyan azınlıklar, yalnız kendi çıkarlarını sağlıyor. Bununla da kalmıyor, aynı ırktaki devletlerle birleşmek için fırsatı kaçırmak istemiyorlar. Geriye kalan Türkler ve Araplar ayrı ayrı devletlerin sömürgesi haline getirilecek. Türk’ten başka unsurlar düşman devletlerin tarafını tutacaktır... Şu hale göre, devlet gövdesinin çökmesiyle hasıl olacak (meydana gelecek) enkazın arasında ezilip perişan olmak mı, yoksa çoğunluğu Türk olan milli bir sınıra çekilerek burasını savunmak mı daha doğru ve hayırlı olacaktır? Ben selameti ikinci şıkkın tatbik edilmesinde (uygulanmasında) görüyorum...” M. Kemal’in bu sözlerinden anlaşılacağı üzere, Osmanlı İmparatorluğu er geç dağılacaktır (tasfiye edilecektir). Tasfiye işini düşman devletlerin insafına bırakmadan bizzat kendisi yapmalı ve merkezde kuvvetli bir Türk devleti kurulmasını sağlamalıdır. Kurtuluş buradadır... Meşrutiyetçiler, cesur bir kararla bu tasfiye işini yapmalıdırlar... Ali Fuat’ın: – Peki bu tasfiye nasıl olacak?” sorusuna verdiği cevapta M. Kemal, “milliyet çoğunluğu prensibine dayanılacağı”nı ifade ediyor: Rumeli’de çoğunlukta olan yerler o millete bırakılacak; güney hudutlarımız Hatay, Halep ve Musul vilayetlerini içine alacak, diğerleri Araplara terk edilecek şekilde düzenlenecektir. Anadolu’nun doğusu ve kuzeydoğusunda bir değişiklik olmayacaktır.” (3) Mustafa Kemal bu görüşlerini, İttihat ve Terakki Cemiyetinin genel merkezinde de açıklamıştır. Ama “Mustafa Kemal çok ileri gidiyor” diyerek görüşlerine itibar edilmemiştir. Bundan sonra, Mustafa Kemal ve Ali Fuat, cemiyet merkezine davet edilmez olmuştur. Ülkenin cihan savaşı sonrasındaki parçalanmasından da anlaşıldığı üzere, Mustafa Kemal gelecekteki olacakları o günden görmüş ve en az zararla kurtulmak çarelerini aramıştır. Küçük de olsa, milli sınırlar içinde kalan güçlü bir Türk devleti kurulmasını sağlamaya çalışmıştır. Fakat macera heveslileri bunu görememişler ve koskoca bir İmparatorluğun enkazı altında yok olup gitmişlerdir. Ama M. Kemal dipdiri ayakta kalmış. Bugün üzerinde (3) a.g.e S. 50-55 Rasim Pehlivanoğlu 56 yaşadığımız güzel yurdumuzun kurtarılmasında baş rol oynamıştır... düşman çizmelerinden Aranılan O Baş Selânik’in Olimpos meydanındaki gazinolar, genç subayların eğlenme ve toplanma yeriydi. Mustafa Kemal fikirlerini burada telkin ediyordu. Bu telkinler İttihat ve Terakki Cemiyetinin hoşuna gitmiyordu. Bir akşam gene Olimpos Palasta toplanmışlar herkes görüşlerini söylüyordu. Bu arada, dış ülkelerde yapılan inkılâp hareketlerinden söz ediliyor, oralarda yetişen yeni liderler takdir ediliyordu. – Bizde neden böyle adamlar çıkmaz” diyenler oluyor ve Türklerin başına geçecek yeni bir liderin hasreti duyuluyordu. Herkes kendisine göre lider olacak kimsenin ismini veriyor ve üzerinde konuşuluyordu. Konuşulanları sessizce dinleyen M. Kemal’e subaylardan birisi: – Ben senin ne düşündüğünü biliyorum. Neden ben çıkmayayım diyorsun” diye takılıyor. Açık kalpli olan M. Kemal ciddileşiyor. O kendisinden emin ve keskin bakışıyla: – Evet öyle düşünüyorum. Neden, neden bir M. Kemal çıkmasın?...” diye vakur bir ifadeyle cevap veriyor. M. Kemal’in ciddi olduğunu gören bazı arkadaşları: – Ne de olsa yerin kulağı vardır” endişesi ile masadan kalkıp gidiyorlar. Ali Fethi ve Ali Fuat’la masada baş başa kalan M. Kemal aynı şeyi tekrarlıyor: – Bizden de niçin bir Ali Fethi veya bir Ali Fuat çıkmasın” diyor. Bu fikri birlikte kabulleniyorlar: – Evet, bizden de neden bir M. Kemal çıkmasın?” diye söyleniyorlar. M. Kemal devamla: – Bir başa hasret çektiğimizi söylüyoruz. Ben baş olabilirim diye ortaya atıldığım zaman herkes susuyor. Sonra da bir korku içinde çekip gidiyorlar” diyordu. Ama o bir kere kararını vermişti. Bu karar mutlaka devam edecekti: “EVET, ARANILAN O BAŞ NEDEN MUSTAFA KEMAL OLMASINDI?...” (4) 4 a.g.e S. 56-59 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 57 Artık Makedonya’nın havasına bir ihtilal kokusu sinmişti. İttihat ve Terakkinin ihtilal yapacağı söyleniyordu. 3. Ordunun genç subayları cemiyetin fiili üyesiydi... Fakat iç yüzünü bilenlere göre, cemiyetin gelecek için geçerli bir plânı yoktu. Birleştirici bir liderden yoksundu. Üstelik, İttihat ve Terakkiye rakip olarak yeni yeni cemiyetler kurulmuştu. Onlar da birliği parçalıyor ve birbirlerini küçültüyorlardı. 3– İkinci Meşrutiyetin İlânı 1908 yılı Temmuz ayında, İngiltere Kralı ile Rus Çarı’nın Ravel’de buluşarak, Osmanlı İmparatorluğunu parçalama kararı aldığı ortalığa yayılmıştı. Subaylar tahrik ediliyordu... Manastır’ın Resne kasabasında, 88. taburun kumandanı olan Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) Niyazi, 200 kişilik fedai kuvvetiyle dağa çıkmıştı. Cemiyetin harekete geçmekte geciktiğine inanan Kolağası Niyazi, bir beyanname hazırlayarak, Nahiye Müdürlüğü yoluyla saraya ulaştırır. Beyannamede, Kanun-i Esasinin hemen uygulanması istenir. Hükümet uygulamaz ise zorla uygulamaya konulacağı söylenir. Cemiyet, isyancıları destekler. İsyan gelişir... Binbaşı Enver de kıyafet değiştirerek isyancılara katılır. Başlayan isyanı bastırmaya memur edilen Şemsi Paşa, askerlerin arasından çıkan bir mülâzımın (teğmenin) tabanca ateşiyle öldürülür. Suikastçı, ayağından yaralanmasına rağmen kaçmayı başarır. Bu defa Tatar Osman Paşa Manastır’a gönderilir. Ama kontrol hükümetin ve ordu kumandanlığının elinden çıkmıştır. Subaylar emre itaat etmezler. Dağa çıkmış olan Kolağası Resne’li Niyazi gizlice Manastır’a iner. Tatar Osman Paşayı dağa kaldırır... İttihat ve Terakkinin Manastır merkezi, Padişah Sultan Hamide sert bir telgraf çekerek, meşrutiyetin ilânını ister. Bunun için belli bir müddet verir. Fakat verilen müddetin dolmasını ve Sadrazamın kararını beklemeden, cemiyetin Manastır mıntıkası kumandanı bir muhtıra vererek, meşrutiyetin hemen ilanını ister... Yüz bir pare top atılarak hürriyet ilan edilir. Rumeli’nin diğer şehirlerinde de İttihat ve Terakki cemiyetine bağlı subayların ve sivillerin yönetiminde toplantılar yapılarak hürriyet ilân edilir. Her taraftan saraya ve hükümete telgraflar yağar: “Kanun-i Esasinin yeniden ilânı ile, millet meclisinin yeniden toplanması istenir.” Aksi takdirde, İstanbul üzerine yürüneceği bildirilir... Padişah Abdülhamid yumuşar ve itidali ele almak (duruma hakim olmak) ister: 58 Rasim Pehlivanoğlu – 1878’de ilk Kanun-i Esasinin (Anayasanın) ilânı benim zamanımda olmuştur. Kurucusu benim. Görülen lüzum üzerine bir müddet yürürlükten durdurulmuştur... Kanun-i Esasinin yeniden ilânı için Mazbatanın yazılmasını emrettiğimi tebliğ ediniz” der. Böylece, 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet resmen ilân edilmiş olur. Halk sokaklara dökülerek meşrutiyetin ilânını coşkuyla kutlar. Dağlardaki çeteler ve dağa çıkan subaylar da şehre inerler. Bir kumandan edasıyla dağdan inen Kolağası Niyazi ile Binbaşı Enver, birer kahraman gibi karşılanırlar!... Binbaşı Enver Bey, yaptığı konuşmalarıyla halkı coşturur: – Artık herkes Osmanlı ülkesinde hür (özgür) birer vatandaş olarak yaşayacaktır!...” der. Meydan, halkın: – YAŞASIN HÜRRİYET! YAŞASIN MİLLET! YAŞASIN VATAN! nidalarıyla inler... İttihat ve Terakki lideri Talat Bey, Enver Beye takdir duygularıyla birlikte kırmızı ciltli bir KANUN-İ ESASİ hediye eder. Osmanlı ülkesinde çok önemli kararlara imza atacak olan bu iki insanın birlikteliğinin temeli böylece atılmış olur. Meşrutiyetin İlânıyla İlgili Mustafa Kemal’in Görüşü ve Tutumu Mustafa Kemal yapılan hürriyet şenliklerine katılmıyordu. Zira, onun görüşü böyle zorlayarak ve oldu bittiye getirilerek bir hürriyet ilânı değildi. Gerekli ön hazırlık yapılarak ve zemin olgunlaştırılarak Meşrutiyetin ilânı taraftarıydı. Cemiyetin uygulayacağı geçerli bir plânı ve toplayıcı bir lideri olmadan yapılan ihtilâli uygun görmüyordu. Yakın arkadaşlarına şöyle soruyordu: – Hürriyet ilân edildi. Peki şimdi ne olacak?...” Hürriyetin ilânı için az veya çok gayret gösteren subaylar, birdenbire kendilerini politikanın içinde buldular. O hale geldi ki: İttihat ve Terakki Cemiyeti zabitlere (subaylara); Zabitler de cemiyette çalışanlara söz geçiremez oldular. Bir karmaşanın içine girilmişti. Mustafa Kemal: – Ordu muhakkak ve derhal siyasetten çekilmelidir... Aksi takdirde bir kudret olma vasfını kaybeder” diyordu. Durum, hiç de iyi değildi. Ama kimseye söz dinletemiyordu... M. Kemal, görüşlerini cemiyet merkezinde de açıklıyor ve şiddetle eleştiriyordu: Cemiyetin, siyasi parti durumuna geçmesini, ordunun da kesin olarak siyasetten ayrılmasını savunuyor ve kendi görevlerine dönmesini istiyordu. Siyasette kalacak subayların Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 59 ise derhal ordudan ayrılması gereğini vurguluyordu. Cemiyetin genel merkezi ve bilhassa Enver Bey, bu tenkitlerden hiç hoşlanmıyordu. Yakın arkadaşı Fethi Bey (Fethi Okyar) yoluyla M. Kemal’i susturmaya çalışıyordu. M. Kemal arkadaşı Ali Fuat’a: – Fuat, memleket meçhul bir âkıbete doğru sürükleniyor” diyordu. Birlikte üzülüyor ve birlikte kurtuluş yolu arıyorlardı... M. Kemal politikayla ilgisini kesmiş ve askeriyeye dönmüştü. Artık kendisine verilen görevleri yapacaktı... 4– Mustafa Kemal Trablusgarp’ta Bu sırada M. Kemal, Talat Beyden bir mektup aldı. Trablusgarba giderek, orada çıkan hürriyet aleyhindeki isyanı bastırması isteniyordu (Maksadı Selanik’ten uzaklaştırmaktı). M. Kemal bu hizmeti severek kabul etti. Vakit geçirmeden vapura binerek, İzmir – İskenderiye üstünden, deniz yoluyla Trablusgarba vardı. Vapur, Trablusgarp şehri önlerinde demirledi. Rıhtım yoktu. Bir kayıkçı tarafından kumsala çıkarıldı. Ama bu sefer de otel yoktu. Trablusgarp sevkıyat memurluğunda çalışan bir memur, tek başına oturduğu iki odalı evine M. Kemal’i davet etti. Lütfen kabul buyurmasını istedi. M. Kemal çok duygulanmıştı! O gece, toprak tabanlı bu evde yorgunluğunu gidermeye çalıştı. M. Kemal ertesi gün, Trablusgarp Komutanı İbrahim Paşanın yanına gitti. Geliş görevini hatırlattı. Ölen Recep Paşanın köşkü kendisine tahsis edildi (verildi). Komutan İbrahim Paşanın iznini alan M. Kemal subayları topladı. Belediye başkanı Hasume Paşadan şikayet ediliyordu. Hemen getirmelerini emretti. Kendisine teslim edilen âsi belediye başkanı ile bir müddet konuştuktan sonra, emirlerini dinleyeceğine dair kendisinden söz aldı. Sonra serbest bıraktı. Böylece, âsi belediye başkanı güzellikle hizaya getirilmişti. Bir sonraki gün polis müdüründen gelen habere göre Trablusgarp şehri ve havalisinde yaşayan kabile ve aşiretler şehri basacaklar, M. Kemal’i öldürecekler veya vapura bindirip kovacaklarmış! Komutanı, kendisine teslim edilen bütün kuvvetleri kullanmasını istemişti. Ama M. Kemal: – Kuvvete ihtiyacım yok, gidip yüz yüze konuşmak istiyorum” diyerek, yanına Arapça bilen yaveri Murat’ı yanına alıp, asilerin karargahına gitmişti. Asileri idare edenlerin kaldığı bölüme bir hamlede girdi. Orada, devletin önemli kademelerinde hizmet görmüş çıkarcı kimseler vardı: – Siz kimsiniz? Ne yapmak istiyorsunuz?” diye sertçe sordu. M. Kemal’in askerlerle gelip kendilerini sardığını sandılar. Korkup telaşlandılar... M. Kemal’den çıkarlarının korunmasını istediler. M. 60 Rasim Pehlivanoğlu Kemal bütün bu zavallı halkın, kendi kişisel çıkarlarını düşünen beş on kişinin peşine takılmış olduğunu üzülerek gördü: – Çıkarlarınızı korumak için, bu toplanan halkla ben bizzat konuşmalıyım” dedi ve halka dönerek. – Ey ahali! Ey din kardeşlerimiz!” diye söze başlayarak, halkın anlayacağı dilden güzel bir konuşma yaptı: – Kuvvetlerimizi birleştirelim. Emeklerimizi birleştirelim. Aramızda müşterek olan ahlâk ve tabiata dayanarak adam olalım” diyerek samimiyetini halka inandırdı. O gün, asilerin şeyhi ile de görüştü. Şeyh, başlangıçta önemsemedi. M. Kemal’den önce gelen üç kişiyi yakalayıp hapse attırdığını söyledi. Ama M. Kemal’in konuşmalarına yabancı kalamadı... Sonunda anlaştılar: M. Kemal’in isteğine uyarak önce gelen ve tutuklanan üç kişiyi de serbest bıraktırdı. Şeyhle de bu şekilde anlaşan M. Kemal, artık çatışmaya lüzum kalmadan Trablusdaki görevini yapmış ve devlet otoritesini sağlamıştı. “Bingazi’den Gelen Mektup M. Kemal dönmeye hazırlanırken Bingazi’den bir mektup aldı. Orada da devlet otoritesi silinmişti. Çağrıya uyarak gittiği Bingazi’de sevgiyle karşılandı!... Burada da Şeyh Mansur, bütün memurlara baskı yapacak kadar bir otorite kurmuştu. Şeyh Mansur, M. Kemal’i ziyarete gelir. Fakat M. Kemal hiç yüz vermeden konuşur: – Sen hiç sıkılmaz mısın? Burada devlet teşkilatına hükmedecek cüretkârlıklarda bulunuyormuşsun” diye çıkışır ve haddini bildireceğini söyler. Beklemediği bu tavır karşısında şaşkınlaşan Şeyh Mansur odadan ayrılır. Kurban bayramı gelmiştir. M. Kemal bayramlaşmak niyetiyle birliği toplar. Teftiş eder ve bayramlarını tebrik eder. Bu unutulmuş köşede meşakkatle (zorluklar içinde) askerlik yaptıklarından dolayı övgüyle söz eder. Sonra da –bazı subayların itirazına rağmen- tatbikat yaptırır. Öyle bir plân yapar ki: Son harekette Şeyh Mansur’un evi kuşatılmış olur. Korku içinde kalan Şeyh teslim olacağı haberini gönderir. O akşam, Şeyh Mansur ve çevresi ile bir yerde toplanırlar. M. Kemal onlara hürriyetin manasını anlatır. Şeyh, tuttuğu Kur’ân-ı Kerimi M. Kemal’e gösterir: – Halife-i Zişan efendimize fenalık yapmayacağınıza dair bu kitap üzerine yemin eder misiniz?” diye sorar. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 61 M. Kemal, Kuranı saygıyla alır, öper ve: – Yemin ederim ki, Halifeye bu kitabın haricinde, hiçbir fenalık yapılmayacaktır.” der. Bu sözlerdeki inceliği kavrayamazlar. O gün orada bulunanların katılımıyla bir anlaşma yapılır. M. Kemal’in ferasetiyle, Bingazi’de de hiçbir çatışma olmadan devlet otoritesi sağlanmıştır. M. Kemal askerliği diplomasi ile birlikte yürütmüştür. Uzlaşmacı kişiliğini burada da göstermiştir. Artık Trablusgarp ve Bingazi’de işi kalmadığından Selânik’e dönmüştür. 5– Meşrutiyetin İlânından Sonraki Menfi Gelişmeler Meşrutiyetin ilânı, İmparatorluğun çözülmesini önleyeceği yerde, büsbütün hızlandırmıştır. 5 Ekim 1908’de Bulgaristan bağımsızlığını ilân etti. 6 Ekimde Avusturya, Bosna-Hersek’e el koydu. 12 Ekimde, o güne kadar muhtar olan Girit, Yunanistan’la birleşti. Ülkede, İttihat ve Terakkinin denetiminde seçimler yapıldı. 275 mebustan (milletvekilinden) ancak 142 si Türk’tü ve kendi aralarında tam birlik yoktu. 133 mebus ise azınlıklardan seçilmişti. Padişahın bir nutku ile Millet Meclisi açıldı. Ama böyle bir oluşumla sağlıklı çalışılabilir miydi? 1909 yılının ilk günlerinde Selânik’e dönen M. Kemal, 13 Ocak 1909’da, Selânik’teki Redif Tümeninin Kurmay Başkanlığında görevlendirildi. 1909 ilkbaharında Osmanlı Devletinde huzursuzluk ve karışıklık artmıştı. Rum gazeteleri Türk askerinden “YAMYAMLAR” diye söz ediyordu. Arnavutlar ayaklanmışlardı. Yemende, Necitte, Hicazda Araplar ayaklanıyorlardı. Azınlık mebusları, Prens Sabahattin’in bölücü Ahrar Fırkası’na yanaşıyor, İttihatçıları meclisin içinden ve dışından yıkmak çaresi arıyorlardı. Kıbrıslı Derviş Vahdeti’nin kurduğu “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti” dini alet ederek bölücülük yapıyordu. Cemiyetin yayın organı olan Volkan Gazetesi ile fitne ve fesat tohumları ortalığa yayılıyor, bölücülük tahrik ediliyordu. İngiliz taraftarı olan Kâmil Paşa da bunları destekliyordu. Derviş Vahdeti, yazılarında askerlere karşı halkı ayaklanamaya kışkırtıyordu. Gizliden gizliye hükümetin ve subayların kâfir olduğu söylentisi yayılıyordu. Şeriatın kaldırılacağı söyleniyordu ve daha başka olumsuzluklar devam ediyordu. Meşrutiyetin ilânını sempati ile karşılayanlar ise, bu hareketin din, 62 Rasim Pehlivanoğlu mezhep ve ırk ayrılıklarını bu derece körükleyeceğini hesaba katmamışlardı. “Talebe-i Ulûm” denilen medrese öğrencileri tahrik ediliyordu. “Serbestî Gazetesi” Başyazarı Hasan Fehmi, “İkdam Gazetesi” Başyazarı Ali Kemal birlikte konferanslar veriyor, ittihatçılara verip veriştiriyorlar, çirkin bir dille hakaretler savuruyorlardı... İşte bu ortamda, Serbestî Gazetesi Başyazarı Hasan Fehmi, Galata Köprüsü üzerinde kimliği bilinmeyen birisi tarafından öldürülüyor. Muhalefet galeyana geliyor... Gösterişli cenaze töreni yapılıyordu! Bu arada, Mecliste de kapışma oluyor: “Bunu ittihatçılar yaptı” deniyordu. Yüksek okul öğrencileri ve halk sokaklara dökülerek gösteriler yapıyordu... 31 Mart Vak’ası ve Mustafa Kemal (Miladi 13 Nisan 1909) Olaylar birbirini takip ediyordu. Daha da ileri gidiliyor: “13 Nisan (Rumi 31 Mart) 1909 sabahı Taşkışla’daki avcı taburu erleri ayaklanıyor, subaylarını tutuklayıp hapsediyorlardı! Öbür kışlalara da haber ulaşıyordu... İsyancı askerler, çavuş ve onbaşılar Ayasofya istikametine doğru yürüyorlardı. Sabah saat 4’de Millet Meclisi sarılıyordu. Ulema ve medrese öğrencileri de (beyaz, kırmızı, yeşil renkli) özel bayraklarıyla onlara katılıyordu. Aralarında Derviş Vahdeti de bulunuyordu. Kalabalıktan “YAŞASIN ASKERİYE! YAŞASIN ŞERİAT!...” bağırışları yükseliyordu. Sayıları gittikçe artan göstericiler cesaret buluyor, isteklerini meclise bildiriyorlardı. Harbiye nazırı Rıza Paşa ile meclis başkanı Ahmet Rıza’nın değiştirilmesini, alaylı zabitlerin yeniden göreve alınmasını istiyorlardı. Padişah Abdülhamidin isyancılara karşı kullanabileceği hiçbir kuvveti yoktu. Naçar ve âciz kalmıştı. Bu oldu bittikleri kabul etmek zorundaydı. Bu arada, Sadrazam ve hükümet de istifa etmişti. Tevfik Paşa sadrazam oluyor ve yeni hükümet kuruluyordu. Tarihte, “31 Mart Vak’ası” olarak yer alan bu ayaklanmanın ilk günü, Hüseyin Cahit sanarak Tanin Gazetesi Başyazarı Aslan ile Adliye Nazırı Nazım Paşa Meclise girerken öldürülüyor. Meclis Başkanı Rıza Paşa yaralanıyor. Deniz binbaşısı Ali Kabuli sürüklenerek yıldız sarayına götürülüyor ve Abdülhamit’in gözleri önünde öldürülüyor. İttihat ve Terakki fırkası ileri gelenleri ise, çil yavrusu gibi dağılıp saklanıyorlar... 14 Nisan sabahı isyan Selânik’te duyuluyor. Durumu ilk öğrenen Mustafa Kemal: Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 63 – Meşrutiyet elden gitmiş” diye acınıyor. Hemen arkadaşlarıyla görüşerek durumu müzakere ediyorlar. İsyanın civar vilayetlere bulaşmadan, mümkün olduğu kadar süratle bastırılması isteniyor. Ordu komutanı Mahmut Şevket Paşa ile de görüşüyorlar. İsteği uygun bulan ve kabul eden Mahmut Şevket Paşa, hemen harekete geçilmesini emrediyor. Hareket Ordusu İstanbul’a Yürüyor M. Kemal’in teklifi üzerine, İstanbul’a gidecek kuvvetlerin komutanlığına Hüsnü Paşa tayin ediliyor. M. Kemal’e de bu kuvvetin Erkan-ı Harbiye’si (Kurmay Başkanı) görevi veriliyor. M. Kemal’in teklifine uyarak: “HAREKET ORDUSU” adı verilen bu kuvvet hemen o gün akşamı (14 Nisan akşamı) trenle İstanbul’a doğru hareket ediyor. 19 Nisanda Yeşilköy’de toplanan Hareket Ordusu kuvvetleri, şehri batıdan yarım çember içine alıyor. M. Kemal, Kumandan Hüsnü Paşanın imzasını taşıyan bir bildiri hazırlıyor. Bildiride: Kanun-i Esasinin (Anayasanın) üstünde hiçbir kuvvetin olamayacağı belirtiliyor ve İstanbul halkı uyarılıyor. Bir telgraf da Genel Kurmay Başkanlığına çekiliyor. Bu bildiri ve telgraf teksir edilerek, İstanbul sokaklarında halka dağıtılıyor. İttihatçıların isteğine uyularak, Mahmut Şevket Paşa, 21 Nisanda Selânik’ten çıkarak ertesi günü Hareket Ordusunun başına geçiyor. Hüsnü Paşa ve Mustafa Kemal görevden çekiliyor. Bu sırada Enver Bey ve bazı arkadaşları son anda yetişerek, hareket ordusu ile İstanbul’a girmek şansını kaçırmıyorlar... Hareket Ordusu kuvvetleri, 23 Nisan’da dört koldan İstanbul’a giriyor. İsyancıların merkezi Taksim kışlasını kuşatıp ateş açıyorlar. Selimiye ve Yıldız kışlaları dışındaki direnme noktaları yok ediliyor... Ertesi gün isyancılar teslim oluyorlar. İstanbul tamamen kontrol altına alınıyor ve sıkı yönetim ilan ediliyor. 27 Nisan 1909 günü Millet Meclisi toplanıyor. Eski ünlü komutanlardan Ahmet Muhtar Paşa ve diğerleri mecliste konuşuyor. Şeyhülislamdan fetva alarak, Abdülhamit’in tahttan indirilmesine ve yerine 65 yaşındaki Veliaht Mehmet Reşat Efendinin geçirilmesine karar veriliyor. Böylece 33 yıl saltanat süren II. Abdülhamit, maiyeti ve kadınlarıyla birlikte özel bir trenle Selânik’e gönderiliyor. Bastırılan İsyan Hareketi Sonrası Gelişmeler Mehmet Reşat’ın tahta çıkışından sonra yeni hükümet kuruluyor. Nazırların (bakanların) çoğu ittihatçılara yakın kimselerden oluşuyor. İsyanı teşvik edenlerden Derviş Vahdetî ve 64 Rasim Pehlivanoğlu yakınları idama mahkum ediliyor. Prens Sabahattin ve ona yakın olanlar tutuklanıyor; ama İngilizlerin teşebbüsü ile serbest bırakılıp Avrupa’ya gönderiliyor. Ali Kemal, Rıza Nur ve daha birçok ileri gelenler Avrupa’ya kaçıyorlar. Tarihimizin yüz karası olan bu 31 Mart Vak’ası da arkasında acı hatıralar bırakarak böylece sona eriyor. Ordunun Siyasetten Ayrılmasını İsteyen Mustafa Kemal İttihat ve Terakki’nin 22 Eylül 1909’da Selanik’te toplanan 2. kongresine, M. Kemal Trablusgarp murahhası (delegesi) olarak katılıyor. Çoğu 3. Ordu subaylarından oluşan kongrede dikkatleri üzerinde toplayan M. Kemal: – Mensuplarının çoğu cemiyet azası olan 3. Ordunun, günün manasıyla (bugünkü haliyle) modern bir ordu sayılamayacağını” söylüyor: – Orduya dayanan cemiyetin de millet bünyesinde kök saramayacağını” ifade ediyor. Subayların ve ordu mensuplarının herhangi bir siyasi cemiyete girmemeleri tezini savunuyor. Bundan sonra, orduda kalmak isteyenlerin cemiyetten istifa etmelerini; cemiyette kalmak isteyenlerin de ordudan istifa etmeleri gerektiğini söylüyor. Bunun için kanuni hükümler konulmasını teklif ediyor. Bu konuda tartışmalar oluyor. Sonunda Mustafa Kemal’in isteği kabul görüyor. Ama uygulanmasına geçilemiyor... Cemiyetin ileri gelenleri Mustafa Kemal’e açıkça cephe alıyorlar ve onu susturmak istiyorlar. Haddini bildirmesi için görevlendirilen komiteci bir subay M. Kemal’in yanına gönderiliyor. Ortaya attığı görüşleri hakkında görüşmek istediğini bildiriyor. M. Kemal adamdan şüpheleniyor: Masasının çekmesinden tabancasını çıkartarak masanın üzerine koyuyor. Komitecinin sorularına bundan sonra gerekli cevapları veriyor. Sonunda komiteci: – Kemal, ben aslında seni öldürmeye gelmiştim. Ama şimdi düşüncem değişmiştir” itirafında bulunuyor. İttihatçıların niyetini daha iyi öğrenen M. Kemal bundan sonra daha da tedbirli olmak ihtiyacını duyuyor ve bazı tertiplerden kendisini koruyabiliyor... Çirkin oyunlar ve cinayetler peşinde koşan ittihatçılara gerçekleri anlatamayacağını anlayan M. Kemal, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile bütün bağlarını kesiyor ve Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 65 tamamen siyaseti bırakıyor. Bütün gücüyle kendisini ordudaki görevine veriyor... (5) Mustafa Kemal 1909’dan 1911 yılı Eylül ayına kadar iki yıl boyunca kendisine verilen çeşitli askeri görevleri büyük bir dirayetle yerine getiriyor. 1910’da Arnavutluk’ta çıkan isyanı bastırırken Mahmut Şevket Paşanın Kurmay Başkanlığını yapıyor. Daha başka hizmetlerde de bulunarak bütün dikkatleri üzerinde topluyor. Askeri dirayetini, kendisini tanıyan herkese kabul ettiriyor. Tabi bu arada çekemeyenleri, başarılarına gölge düşürmek isteyenleri de bulunuyor. Bu arada, askeri eğitimle ilgili önemli eserler de yazıyor ve çoğaltıp dağıtıyor. (5) Orhan-Erhan Dündar – M. K. Atatürk – İkinci Meşrutiyet 5, Ank. 1997, s. 41 - 44 66 Rasim Pehlivanoğlu C – İTALYANLARLA TRABLUSGARP SAVAŞI ve MUSTAFA KEMAL 1911 yılında Tunus’u Fransızlara kaptıran İtalyanlar bu sefer Trablusgarbı ele geçirmek için gerekli hazırlıklarını tamamlıyorlar. Büyük devletlerin tarafsızlığını da sağladıktan sonra, 28 Eylül 1911’de Osmanlı Devletine bir ültimatom vererek, Trablusgarp ve Bingaziyi işgal edeceklerini bildiriyorlar. Direnme gösterilmemesini istiyorlar. Ültimatomun karşılığını da beklemeden harekete geçen İtalyan donanması 29 Eylülde Trablusgarp önlerine geliyor. Durumu öğrenen M. Kemal Trablusgarp’a gitmeye karar veriyor. İlgililerle de konuşarak bu konuda fikir birliğine varıyorlar. Bir gün arkadaşı Ali Fuat’la buluşarak ülkenin durumunu konuşuyor ve dertleşiyorlar. Bu arada Trablusgarp’tan söz ediyorlar. Ordudaki umursamaz durumdan yakınıyorlar. Yakında Balkanlarda savaş çıkacağı ihtimalinden söz ediyorlar. Saygı duydukları Mahmut Şevket Paşanın da artık cemiyete söz geçiremediğini üzülerek belirtiyorlar. M. Kemal bir ara: – Doğup büyüdüğüm Selânik acaba elimizde kalacak mı? Trablusgarp’tan dönünce gene buralara gelebilecek miyim?” diyerek endişesini belirtiyor ve acınıyor!... O gece Ali Fuat’ın evinde, ay Olimpos dağları arkasında kaybolurken M. Kemal içini çekerek: – Ahh Selanik! Seni bir kere daha Türk şehri olarak görebilecek miyim?”diye Selânik hasretiyle yanıyor. (6) 29 Eylülde, Trablusgarp’ta Osmanlılara harp ilan eden İtalyan donanması, 3 Ekimde Trablus’u bombardıman etmişti. Hazırlıksız yakalanan buradaki tümen geri çekilerek savunma hattı kurmuştur. 4-5 Ekimde Hamidiye ve Sultaniye tabyaları İtalyanların eline geçmiştir. 7 Ekimde, boşaltılan Trablusgarp’a girmişlerdir. Yerli halktan, İtalyanlara sadakatını bildirmeye gelenlerin başında Belediye Başkanı Hasume Paşa bulunuyordu. İtalyanlar, Trablusgarp içlerine girmeye başlayınca şiddetli Türk direnmesiyle karşılaşmışlar, orada çakılıp kalmışlardı... 6 Orhan-Erhan Dündar: M. K. Atatürk 5 – İkinci Meşrutiyet, Ank. - 1997 s. 60 - 62 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 67 Makedonya’da Buhranlı Günler O sırada Arnavutluk ve Yemen’de de isyanlar çıkmıştı. İttihat ve Terakki, kendi içinde karışmış buhranlı günler yaşıyordu. Partiden ayrılanlar, Albay Sadık’ın başını çektiği muhalif grup “Hürriyet ve İtilâf Fırkası”nı kurmuşlardır. Bu ortamda Osmanlı Devleti, İtalya devleti ile savaşacak ve oraya asker gönderecek durumda değildi. Sadrazam Sait Paşa, Trablusgarp için barış yolu ile bir çözüm öneriyordu. Ama, hükümetin teslimiyetine karşı koyan genç subaylar Trablusgarp’a koşmak için harekete geçmişlerdi. Harbiye nazırı Mahmut Şevket Paşa ile konuşarak, Trablusgarp’ın bölgesel kaynaklarla (yerli halkla) savunulmasına karar vermişler ve komutanın rızasını almışlardı. Gönüllü Giden Subaylar ve Mustafa Kemal Trablusgarp’a gidecek gönüllü subayların ilk kafilesinde Enver Bey “halı tüccarı” hüviyeti ile yola çıkmış. İkinci kafilesinde ise M. Kemal gazeteci Şerif adıyla 15 Ekimde bir vapurla hareket etmişti. Yanında bulunan Ömer Naci ve başka iki arkadaşıyla İskenderiye’ye varırlar. 2 Kasım 1911’de oradan trenle hareket ederler. Ama, yolda hastalanan M. Kemal İskenderiye’ye geri döner. 15 gün kadar hastanede yatar. Arkadaşı Ali Fuat ile Nuri de bu sırada yanına gelmişlerdir. Aralarına başka iki kişi daha katılır. 17 Kasım 1911’de İskenderiye’den ayrılırlar. Trende, Mısırlı bir subay aldığı emirle onları tutuklamak ister. Mustafa Kemal etkili bir ifadeyle: – Giriştiğimiz, Hıristiyanlara karşı açılmış kutsal bir cihat’dır. Eğer iyi bir Müslüman’san bizi engellemeye kalkmazsın” der. Dini duyguları ağır basan Mısırlı Subay onları serbest bırakır. Tren hattının gerisinde kurulmuş olan bir kampta inerler. Kamptan: “At, deve, yiyecek, su” tedarik ederek yola çıkarlar. Çölde bir hafta yol alırlar. Nihayet sınıra gelirler. Üzerlerindeki Arap giysilerinin yerine üniformalı asker giysilerini giyerler. Sakladıkları silahlarını çıkarırlar. Bu sırada karşılarına çıkan İngiliz ve Mısırlı subayların bulunduğu bir müfreze: – Şimdi burası Mısır toprağı oldu” diyerek yollarını keser. M. Kemal’in: – Derhal çekilin! Yoksa ateş açtıracağım!...” sert çıkışı üzerine, İngilizler çatışmayı göze alamaz, dönüp giderler. Mustafa Kemal’in içinde bulunduğu Türk subaylar kafilesi, ancak Kasım ayı sonlarına doğru Tobruk dışındaki Türk 68 Rasim Pehlivanoğlu karargahına ulaşırlar ve coşkuyla karşılanırlar. M. Kemal burada, Tobruk kuvvetleri Komutanı Ethem Paşanın Kurmay Başkanı olmuştur. Savaş hattı doğu ve batı olmak üzere iki bölgeye ayrılmıştır. Daha önce gelen Enver Bey batı bölgesindeki Bingazi kuvvetleri komutanı olmuştur. Sonra gelen M. Kemal doğu bölgesinde görev almıştır. 1908’de isyanı bastırmak için buraya gelen M. Kemal deneyimli idi. Bu bölgenin insanları ona yabancı değildi. Hemen şeyhleri ve kabile reislerini topladı: – Topraklarımızı düşman çizmelerine mi çiğneteceğiz?...” diyerek onları tahrik etti. Başkan durumunda olan Şeyh Müberra ile özel bir konuşma yaptı. Şeyhe, “DİN KARDEŞİM!” diye hitap ederek Hıristiyan İtalyanlarla yapacağımız kutsal savaşa çağırdı. Ortak düşmana karşı savaşmaya ikna olan Şeyh Müberra: – Bütün kuvvetlerimle senin emrindeyim” demişti. Mustafa Kemal olumlu sonuç veren etkili görüşmelerinden sonra, yerli halktan topladığı önemli miktarda kuvvetleri Bingazi ve Trablusgarp’a göndermişti. Ayrıca, Trablusgarp menzil teşkilatını da kurmuştu. Savaşa daha plânlı devam edilecekti. Tobruk Savaşı 27 Kasım 1911’de binbaşılığa yükseltilen M. Kemal 19 Aralık 1911’de “Tobruk kuvvetleri komutanlığına” getirildi. Kurmay Binbaşı M. Kemal yaptığı araştırmada, Tobruk doğusundaki düşman mevzilerinin ani bir saldırıyı karşılayamayacak kadar dağınık ve başı bozuk olduklarını tespit etti. Hemen Şeyh Müberra’yı uyardı: – İtalyanlar daha fazla kuvvetlenmeden saldırıya geçelim” istedi. Mustafa Kemal’in yaptığı plâna uyarak, 21 – 22 Aralık gecesi baskın halinde saldıran Şeyh Müberra’nın kuvvetleri karşısında bunalan İtalyanlar, her taraftan sarıldığını görmüşler ve çaresiz kalmışlardı. Aynı gün öğle vakti çarpışmalar bitmiş ve İtalyanlar yenilmişti. 70 kadar top, sayısız cephane ele geçirilmiş ve 200’ün üzerinde İtalyan askeri esir edilmişti. Ne yazık ki: Savaşın kızıştığı bir anda Şeyh Müberra da alnından vurularak şehit edilmişti! Ama onun istediği zafer kazanılmıştı... Bu olaydan sonra İtalyanlar, bütün kuvvetleriyle Derne’ye yüklenmişlerdi. Mustafa Kemal, Derne kuvvetleri doğu komutanlığına atanmıştı. Yarbay Enver’in karargâhı da buradaydı. Rütbesi Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 69 küçük olduğu için Mustafa Kemal de onun komutası altına girmişti. Bu sırada, Yarbay Enver’i daha yakından tanımış, onun askerlikteki bilgi ve değerini ölçmek fırsatını bulmuştu... Derne bölgesi muharebeleri uzun sürdü. 1912 yılında da devam etti. İtalyan kuvvetleri oldukları yerde çakılıp kalmışlardı. Mustafa Kemal, 25 –26 Nisan gecesi arkadaşı Salih’e yazdığı mektubunun bir yerinde donanmasına dayanan düşmanı sahile hapsettiklerini söylüyor ve duygularını şöyle açıklıyordu: – Biz vatana borçlu olduğumuz fedakârlık derecesini düşündükçe, bugüne kadar yapılan hizmeti pek küçük buluyoruz. Arkadaşlara dedim ki: Vatan mutlaka selâmet bulacak. Millet mutlaka mesut olacaktır. Çünkü: Kendi saadetini memleketin ve milletin saadet ve selâmeti için feda edebilen vatan evlâtları çoktur... Cümlenize selâm ederim kardeşim” diyerek geleceğe olan güvencini ve iyimserliğini belirtmişti. (7) Kıyılarda kalan ve yeni takviye alan İtalyanlar, 18 Haziranda Kasri Arun Tabyasına saldırıya geçtiler. Durumdan haberi olan şark kolu Komutanı Ali Fuat karşı koydu. Bir yandan da Derne Komutanı Mustafa Kemal’e durumu bildirdi. Takviye alan Türk kuvvetlerinin taarruzu karşısında tutunamayan İtalyan kuvvetleri asıl mevzilerine çekilmek zorunda kaldı. Savaş sonuna kadar burada durduruldu. Ne yazık ki: Kasrı Arun Savaşında M. Kemal gözünden yaralanmıştı. Tedavisi imkânı burada yoktu. Memleketten (Rumeli’den) gelen kötü haberler M. Kemal’i üzmüştü. Arkadaşı BEHİÇ’e sargılı gözüyle yazdığı, 29 Temmuz 1912 tarihli mektupta: – Bu gidişle memleketin başını yiyecekler! İhtiraslar, cehalet ve mantıksızlık yüzünden koca Osmanlı Devletini mahvedeceğiz... Kuvvetli bir Osmanlı İmparatorluğu vücuda (meydana) getirmeyi düşünürken, vaktinden önce esir, sefil ve rezil olacağız” diye acınıyordu. İlave ederek: – Siyaset erbabının, memleketi büsbütün tarumar olmaktan korumak için gözlerini dört açması gereklidir” diye yazıyordu, ama derdini kimlere anlatabilecekti!...” (8) Mustafa Kemal, siyasilerin gözlerini dört açmasını isterken, onlar adeta gözlerini kapamıştı: İleriyi görememek, komşu devletlerdeki savaş hazırlıklarını fark etmemek, yalanlara inanarak 7 8 Orhan-Erhan Dündar- M.K. Atatürk 6–Balkan Harbi, Ank. – 1997 s. 9 – 11 A.g.e. s. 11–12 70 Rasim Pehlivanoğlu ufukta görülen savaş hazırlıklarını yapmamak hatasına düşen Osmanlı Hükümetinin bu gafletinden ve ordunun bölünmüşlüğünden faydalanan Balkan devletleri, aralarında anlaştılar. Gafil avlanmış olan hükümet, İtalyanlarla barış yapmak zorunda bırakılmış, Trablusgarp gözden çıkarılmıştır. 15 Ekim 1912’de, İsviçre’nin Uşi Kasabasında yapılan anlaşmayla Trablusgarp İtalyanlara bırakılmıştı. Bu yolla, savaşla alamadıkları Trablusgarp’ı masa başında almışlardı!... Mustafa Kemal ise gözlerindeki rahatsızlığı tedavi etmek için karargahtan ayrılarak Viyana’ya gitmişti. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal D– BALKAN 71 SAVAŞI 1 - Balkan Savaşı Öncesinde Durum Trablusgarp’ta aradığını bulamayan İtalyanlar, bir yandan da Ege denizine donanma yollayarak 12 adaya asker çıkarmışlardı. 20 Mayısta işgali tamamlayan İtalyanlar bu sefer de 18 – 19 Temmuzda Çanakkale Boğazına saldırıyorlar. Fakat buradaki istihkâmların ateşiyle tersyüz edilerek kaçıyorlar. 12 adanın işgali üzerine Osmanlı ordusu subayları iki gruba ayrılmıştı: İttihatçılar ve Halâskâr zabitan grubu aralarında iktidar için mücadele veriyorlardı. Rumeli’de dağa çıkan subaylar da hükümetin istifasını istiyorlardı. Arnavutlukta gene ayaklanmalar başlamıştı. Balkan devletlerinde savaş hazırlıkları sinsice devam ediyordu. Halâskâr Zabitan Grubunun baskısıyla, Sait Paşa hükümeti istifa etmiş, yerine Ahmet Muhtar Paşa hükümeti kurulmuştu. Ama gaflet gene devam ediyordu: Mecliste, Dış İşleri Bakanlığı sözcüsü Asım isimli bir zat, balkan devletlerinin savaş açamayacağını savunuyor ve “Balkanlardan imanım kadar eminim...” diyebiliyordu. Dış işleri bakanlığına getirilen Gabriel, Balkan devletlerinin Osmanlı devletine saldırmayacağına dair Ruslardan -güya- barış teminatı aldığını söylüyordu. Ne gaflettir ki: Bu sözlere inananların sayısı az değildi. İnandırılan Sadrazam Ahmet Muhtar Paşa Rumeli’den 120 tabur askeri terhis ettirmişti. Gafletin dahası vardı: Yunanlılar, Bulgarlar ve Sırplar arasında kilise ve okullar yüzünden çıkan anlaşmazlıklar, bu devletlerin Türklere karşı birleşmesini önlüyordu. Ama mecliste, İttihat ve Terakkinin desteğiyle, 3 Temmuz 1912’de çıkarılan “Kiliseler Birliği Kanunu” ile bu anlaşmazlıklar giderilmişti. Eski padişah Abdülhamid bile bunu duyunca: – Eyvahh, Rumeli elden gitti!...” diye acı ile yakınmıştı... 2– Balkan Devletleri – Osmanlı Savaşı Önce çetelerle işe başlayan Balkan Devletleri: Bulgaristan, Yunanistan, Karadağ ve Sırbistan kendi aralarında anlaşmışlar; savaşı başlatmak için bahane arıyorlardı. 30 Ekim 1912’de seferberlik ilan ettiler. Osmanlılar da 1 Kasımda seferberlik ilan etmek zorunda bırakılmışlardı. Ağır ıslahat tekliflerinde bulunan Balkanlılar, istekleri kabul edilmeyince dört koldan saldırıya 72 Rasim Pehlivanoğlu geçmişlerdi. Bu arada Uşi Antlaşması yapılarak, İtalyanlarla savaş sona ermiş ve Trablusgarp –maalesef- İtalyanlara bırakılmıştı. Orada bulunan Türk subayları ülkeye dönüyorlardı. Balkanlarda çıkacak büyük savaşta Osmanlı ordusu savunma savaşı esaslarına göre hazırlık yapmıştı. Balkanlar, doğu ve batı komutanlığı olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Doğu komutanlığı Trakya’yı, batı komutanlığı Makedonya’yı savunacaktı. Ama doğu ordusu komutanlığı daha savaş hazırlığını tamamlamadan saldırıya geçmiş ve kaybetmişti. 22 Kasımda 1. Kolordu bozgun halinde geri çekilmeye başlamıştı. 2. Kolordu ise savaşa hiç girmemişti. Bu kötü durum 3. Kolorduyu da etkilemişti. 24 Kasımda Bulgar kuvvetleri Kırklareli’ne girmişti. Bu ilk bozgun hali kötü neticeler doğurmuştu. Birleşik düşman kuvvetleri karşısında çeşitli cephelerde (özellikle batı cephesinde) zorlu savaşlar ve savunmalar olmuştu. Bu savaşların teferruatını burada anlatacak değilim. Sadece savaşın sonucunu vermek istiyorum: Sayıca ve silahça Osmanlılardan çok üstün olan; sadece Sırp ordusu 50 bini bulan, Avrupa ülkelerinden ve Ruslardan destekler gören Balkanlı müttefikler karşısında, çoğu terhis olan Osmanlı ordusu önemli direnmeler göstermiştir. Ama, sonunda geri çekilmeler başlamıştır. Geri çekilen askerler aç, çıplak, ve perişan olmuştur. Üskûp dahil, bazı şehirler zarar görmemek için Sırplara teslim olmuştur. Önce kanlı savaşlar vermiş olan Manastır da sonunda düşmüştür. Ayaklanan Arnavutluk’ta geçici hükümet kurulmuştur. Alasonya’da kendisinden on kat fazla Yunan kuvvetleriyle çarpışan Osmanlı ordusu yer yer direnmeler göstermişse de sonunda Selânik'’e kadar çekilmiştir. İngiliz, Fransız ve Avusturya savaş gemileri, Selânik limanına demirlemişlerdi. Selânik sokakları, Türk göçmenlerle dolmuştu!... Şehrin Valisi ve Tümen Komutanı, kendilerine gelen istekleri – güya değerlendirerek- şehrin harap olmaması için savaşa devam etmekten vazgeçmişler. Fransa, Almanya ve Rusya konsoloslarıyla Yunan karargahına giderek teslim sözleşmesini görüşüp imza etmişlerdir. Böylece Selânik Komutanı Tahsin Paşa 25bin kişilik Türk ordusuyla bir mermi dahi atmadan, Selânik şehrini 8 Kasım 1912’de Yunanlılara teslim etmiştir. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 73 İşte bu günlerde, Balkanlardaki acıklı durumumuza çok içlenen İstiklâl Marşı Şairimiz Mehmet Akif, aşağıdaki şarkı şiirini yazarak yiğitlerimizi askere gitmeye teşvik ediyordu. CENK ŞARKISI Kahraman askerlerimize armağan Yurdunu Allâh’a bırak, çık yola: “Cenge!” Deyip çek ki vatan kurtula. Böyle müyesser mi gazâ her kula? Haydi levend asker, uğurlar ola. Ey sürüden arkaya kalmış yiğit! Arkadaşın gitti, yetiş sen de git. Bak ne diyor, cedd-i şehidin, işit: Durma git evlâdım, uğurlar ola. Durma git evlâdım, açıktır yolun... Cenge sıvansın o bükülmez kolun; Süngünü tak, ön safa geçmiş bulun. Uğrun açık olsun, uğurlar ola. Yerleri yırtan sel olup taşmalı! Dağ demeyip, taş demeyip aşmalı! Sendeki coşkunluğa el şaşmalı! Haydi git evlâdım, uğurlar ola. Yükselerek kuş gibi Balkanlara, Öyle satır at ki kuduz Bulgar’a: Bir daha Osmanlı’ya güç sırtara! Git de evlâdım... uğurlar ola. Düşmana çiğnetme bu toprakları; Haydi kılıçtan geçir alçakları! Leş gibi yatsın kara bayrakları! Kahraman evlâdım, uğurlar ola. 74 Rasim Pehlivanoğlu Balkan’ı bildin mi nedir, hemşehri? Sevgili ecdâdının en son yeri. Bir sıla isterdin ya çoktan beri Şimdi tamam vakti... Uğurlar ola. Balkan’ın üstünde sızan her pınar Bir yaradır, durmaz içinden kanar! Hangi taşın kalbini deşsen: mezar! Gör ne mübârek yer... uğurlar ola. Eş hele bir dağları örten karı: Ot değil onlar, dedenin saçları! Dinle: Şehid sesleridir rüzgârı! Durma levend asker, uğurlar ola. Ey vatanın şanlı gazâ mevkibi, Saldırınız düşmana arslan gibi. İşte Hudâ yâveriniz, hem Nebi. Haydi gidin, haydi, uğurlar ola. (1) Önemli Direnmeler ve Kırılan Saldırılar Savaşa koşan erlerimize rağmen Rumeli’deki bozgun devam ederken önemli direnmeler de olmuştur: Şükrü Paşa komutasındaki Edirne şehri Bulgarlara, Ali Rıza Paşa komutasındaki İşkodra Kalesi Karadağlılara, Yanya Kalesi Yunanlara karşı direnmiştir. Ama diğer cephelerde yenilen Osmanlı ordusu aç, susuz ve çeşitli hastalıklarla bitkin olarak, sel gibi Çatalca’ya doğru akmıştır. Burada sevindirici bir durum olmuştur: 17 Kasımda Çatalca’ya saldıran Bulgar ordusuyla ölüm kalım savaşı verilmiş olup, sonunda düşman geri püskürtülmüş, Çatalca işgal edilmekten kurtarılmıştır. Bulgar, Sırp ve Yunan ordularının girdikleri yerlerde hayat, servet ve namus ayaklar altına alınmıştı. Müslüman halk İstanbul’a doğru kaçıyor, Rumeli boşalıyordu. Soğuk, açlık ve hastalık insanlarımızı kırıp geçiriyordu. Herkes perim perişandı... Bu arada Ahmet Muhtar Paşa hükümeti istifa etmiş, kurulan Kâmil Paşa hükümeti mütareke (silah bırakışması) 1 M.A.Ersoy–Safahat, İstanbul – 1996, s. 566 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 75 istemişti. Avrupalı büyük devletlerin dış desteğini alan Balkanlılar, Osmanlılardan çok şeyler istiyorlardı!... Bir ara yeniden saldırdılar... İstanbul’a bile girmek istiyorlardı. Ama: 17 Kasımda Çatalca önündeki saldırıları kırıldı ve İstanbul’u işgal etme ümitleri eridi. Mütareke isteği kabul edildi. 28 Kasım 1912’de başlayan mütareke görüşmeleri, Aralık 1912’de “Ateşkes Antlaşması”yla sona ermişti. Barış görüşmelerinin yolu açılmıştı. Tedaviden Sonra M. Kemal İstanbul’da Gözünün muayene ve tedavisini yaptırmak için daha önce Viyana’ya gitmiş olan M. Kemal gerekli tedaviyi yaptırdıktan sonra 20 Kasım 1912’de İstanbul’a gelmişti. Savaşın yıkımını gözleriyle görmüştü... Sokakları ve cami avlularını dolduran aç, sefil ve perişan göçmenlerin acısını içinde duymuştu. Doğruca, Babıali Caddesinde bulunan Meserret Kıraathanesine gitmiş, burada gördüğü birkaç arkadaşına, selam bile vermeden: – O güzelim Selanik’i düşmanlara nasıl teslim ettiniz?... Söyleyin! Nasıl yaptınız bunu?...” diye çıkışmıştı. Hiç kimse karşılık vermemişti. Hepsi şaşkın ve üzgündü!... İstanbul’a gelen göçmenler arasında annesini arayan M. Kemal sora sora annesinin ve kız kardeşinin oturduğu evi bulmuştu... Onlarla doya doya kucaklaşarak hasret gidermişti. Üvey yeğeni Fikriye de onlarla birlikteydi. Annesi, kız kardeşi ve üvey yeğenini, Beşiktaş-Akaretlerde bulduğu küçük bir eve yerleştirmiş ve içi rahat etmişti... Gözündeki rahatsızlığı iyi olan M. Kemal’in görev isteği kabul edilerek, 25 Kasımda Bolayır’daki Müretteb Kuvvetler Harekât Şubesi Müdürlüğüne atanmıştı. 13 Aralıkta Londra’da barış görüşmelerine başlayan büyük Avrupa devletleri, Osmanlı Devletine ortak bir nota vererek, Edirne'nin de Balkan İttifakı Devletlerine bırakılmasını istiyorlardı. Ayrıca, Ege adaları hakkında verecekleri karara da uymalarını istemişlerdi. Bu söylenti ortalığa yayılınca tepki büyük olmuştu. Aralarında Ali Fethi, M. Kemal, Tevfik Rüştü’nün de bulunduğu genç subaylar bir yerde toplandı. Durumu müzakere ettiler. Ortak bir hal çaresi arıyorlardı. 76 Rasim Pehlivanoğlu Hükümeti Düşüren İttihatçılar Acele davranan Yarbay Enver ve Talat tarafı ise öncelikle hükümeti düşürme kararını verdiler: 23 Ocak 1913 Perşembe günü, Enver Bey at sırtında Bab-ı Ali’ye doğru ilerlerken, yavaş yavaş etrafında toplanan büyük kalabalıkla yukarıya doğru yürüdüler. Bab-ı Ali kapısına gelince atından inen Enver Bey, kendilerine yetişen Talat Bey ve arkadaşlarıyla birlikte, muhafızlara bir şeyler söyleyerek müdahale olmadan sadrazam konağına girdiler. Merdivenleri çıkarken önlemek isteyen Komiser Celali dış sofada öldürdüler. Yaver Nafizi vurdular. Silah sesleriyle dışarı çıkan Harbiye Nazırı Nazım Paşa, Enver Beye hitaben: – Siyasetle uğraşmayacağına dair bana askerlik ve namusun üzerine söz vermemiş miydin?” diye sorunca, yanında bulunan Yakup Cemil’in silahıyla Nazım Paşa da öldürülmüştü. Sadaret makamına (Sadrazamlık Makamına) yönelen Enver Beyi fedaileri takip etti. Sadrazam Kâmil Paşa, istifa dilekçesini vermek zorunda bırakıldı. Dilekçe, Padişah Sultan Reşat’a götürülerek kabul ettirildi. Böylece, savaş sırasında hükümet düşürüldü. Sadrazamlığa Mahmut Şevket Paşa getirildi. Yeni hükümet oluşturuldu. Artık hükümet tamamen ittihatçıların eline geçmişti. Gelibolu’daki M. Kemal ve arkadaşları darbeyi duyunca sarsılmışlardı. Onlara göre, hükümeti ayakta tutan yalnız Sadrazamdı... 3– Yeniden Başlayan Balkan Savaşı 17 Aralıkta, Avrupa büyük devletlerinin ve Balkanlı müttefiklerin, Osmanlılara verdikleri nota karşılık bulmayınca, 4 Şubat 1913’de yeniden savaşı başlatmışlardı. Balkan devletlerinin yeniden savaşı başlattığı günlerde, Osmanlı Devleti en zor günlerini yaşıyordu. Mevsim kış ortasıydı. Şubat ayının en soğuk günleriydi. Savaş hazırlığımız yoktu. Çok vakitsiz bir zamanda hükümet düşürülmüş ve memleket karışıklık içine itilmişti. Orduya siyaset girmiş, subaylar birbirlerine karşı tavırlar geliştirmişti. Askeri tesisatımız noksan, silah ve cephanemiz eksikti. Mağlubiyetle sonuçlanan önceki Balkan Savaşlarında yorgun ve bitkin düşmüş olan askerlerimiz bakımsız ve perişandı. Yiyecek, giyecek ve eksiklerimiz büyüktü. Askerimizin ayağına giyecek potinleri eski idi ve eksikti. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 77 Düşmanlarımız ise, birlik halinde üzerimize yüklenmişti. Silah, cephane, araç ve gereç, yiyecek ve giyecek bakımından bizden çok üstündü. Asker sayıları da çok fazlaydı ve bakımlıydı. Üstelik, kendilerini kışkırtan Avrupa devletlerinden de büyük destek görüyorlardı. İşte iki tarafın durumu bu iken, fırsat düşkünü olan Balkanlı düşmanlarımız bize yeniden saldırmışlardı. Gayeleri, bütün balkanlardan Türkleri sürüp çıkarmaktı... O günlerde bugünkü gibi iletişim araçları yoktu. Haberler çabuk ulaşamazdı. Buna rağmen, telgraflarla, küçük gazetelerle ve kulaktan kulağa duyurulan fısıltı gazetesiyle acı durumumuzu öğrenen milletimiz çok üzülüyor, kurtuluş çareleri arıyordu. Öncelikle askeri gücümüzü artırmamız gerekiyordu. Düşmanla çarpışacak askerimizin ihtiyaçlarını karşılamamız gerekli oluyordu. Zor günlerimizde varını yoğunu vermesini bilen büyük milletimiz, köylüsüyle - kentlisiyle, fakiriyle - zenginiyle milletçe bağış kampanyasına girişmişti. Yiyeceğinden, giyeceğinden kısarak, herkes olanını veriyordu. Cephedeki Mehmedine gönderilmesini istiyordu. İşte böyle bir ortamda, düşmanın sınıra gelip dayandığı İstanbul halkımız da boş durmuyor, kendi aralarında çareler arıyor ve yardımlar toplayıp cepheye gönderiyordu. Bu konuda İstanbul kadınları başı çekiyordu. 4 – Balkan Savaşında Kadınlarımızın Gayretleri, Konuşmaları ve Bağışları Balkan Savaşının yeniden başladığı günlerde İstanbul Darülfünunu Konferans Salonunda toplanan 4 – 5 bin kadar hamiyetli, vatansever Osmanlı kadınları büyük salonu hınca hınç doldurmuşlar, acıklı durumumuzu dile getiriyorlardı. Hatip hanımların duygulu konuşmaları heyecanla dinleniyor ve önemli kararlar alınıyordu. 8 Şubat 1913 günü yapılan ilk toplantıda konuşan hanımefendiler coşmuş ve dinleyenlerini coşturmuştu. Sonunda önemli protesto kararları alınarak ilgili yerlere duyurulmuştu... Önemli miktarda bağışlar toplanmıştı. İkinci toplantı 15 Şubat 1913 günü gene aynı salonda ve aynı kalabalıkla yapılmıştı. Halide Edip Hanımla başlayan konuşmalarda, hatip hanımlar gerçekleri dile getiren bilgili ve heyecanlı konuşmalar yapmışlardı. Sonunda bol miktarda bağışlar toplanması sağlanmıştı. 78 Rasim Pehlivanoğlu Bugün hepsi Rahmet-i Rahmana kavuşmuş olan o günkü hamiyetli, vatansever hanımefendilerimizin örnek tavırlarını ve konuşmalarını halkımıza duyurmayı, konuşmalarından kısa alıntılar yaparak aşağıya yazmayı faydalı ve gerekli görüyorum. Hattâ bunu bir milli görev biliyorum. Bu arada, okunan coşturucu şiirlerden de 3 tanesini okuyucularıma sunmak, milli duygu ve heyecanlarını canlandırmak ve yardımseverlik duygularının uyanmasına yardımcı olmak istiyorum. Birinci Toplantı - Yapılan Duygulu Konuşmalar 8 Şubat 1913 günü yapılan ilk toplantıyı açan Prenses Nimet Hanımefendiden sonra kürsüye gelen (Tarihçi Ahmet Cevdet Paşanın kızı) Fatma Aliye Hanımefendi, milletimizi uyanmaya ve mevcudiyetimizi kurtarmaya davet eden çok etkili bir konuşma yapmış ve sonunu şöyle bağlamıştı: “Düşmanların şimdi bizi çıkarmak istedikleri yerler ecdadımızın kanları bahâsına alınmıştır. Nice asırlardan beri bize olan hücumlarla bu yerler defaatle sulanmıştır. Bu topraklar ecdadımızın kanlarıyla yoğrulmuştur. Bizim buna irtibatımızın pek kavi olması tabii bulunduğundan müdafaa-i milliye gayreti kadınlarımızda da tezâhür eylemiştir. O ecdat, kadınların da ecdadıdır; bu vatan kadınların da vatanıdır; milletin istikbaline kadının istikbali de dahildir. Zira, bu milletin yarısını da kadınlar teşkil ediyor. Üç yüz seneden beri devam eden gaflet uykusundan uyanalım! Kadınların insanlık cemiyetindeki, İslâmiyet’teki mevkiini cümlemiz anlayalım! Dünya ve ahiretimizi imara çalışalım. Saadet devrinde erkekler gibi kadınlardan da cennetle müjdelenenler bulundu. Din, millet, vatan uğruna çalışmakla Cenabı Hakk’ı kendimizden hoşnut eyleyelim. Hak yolunda çalışan kadınla erkeğin kazanacağı sevap hep birdir, farkı yoktur. Cenâb-ı Hakk hayr ile muvaffak buyursun! Osmanlı ordusuna yardım ve muzafferiyetler ihsan ile cümlemizi sevindirsin! Amin.” Fatma Aliye (2) Fatma Aliye Hanımdan sonra kürsüye gelen Gülsüm Kemalova, duygulu konuşmasında şunları da söylemişti: 2 Şefika Kurnaz: Balkan Harbinde Kadınlarımızın Konuşmaları, İst. – 1993 s.23-25 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 79 “Muhterem Hemşirelerim! ..................................................................... Tarihlerde görülüyor ki, vatan ve milletin hali tehlikeye düştüğü vakitlerde, defalarca onları hamiyetli kadınlar, âlicenap analar kurtarmıştır. Biz de bunlardan ibret alalım. Elimizden geleni yapalım. Hiç olmazsa bizden sonra geleceklerin lânetlerinden kurtuluruz. ..................................................................... Kadınlar bir milletin yarısı olduğundan, eğer biz harekete gelirsek bütün millet harekete gelmiş olur. Eğer biz sükût edersek milletin yarısı ve en mühim olan kısmı felce uğramış olur. Böyle bir zamanda, kendi isteğimizle mefluç kalmanın caiz olmadığını söylemeye hacet yoktur zannederim. Binaenaleyh, hepimiz elden geldiği kadar yardıma koşalım. Varlığımızı gösterelim. Namusumuzu da kurtaralım aziz hemşirelerim.” Gülsüm Kemalova (3) Kürsüye gelen Nakiye Hanımefendi, yaptığı uzun konuşmasında söylenecek pek çok şeyleri söylemiş ve herkesi uyanmaya davet etmiştir. Konuşmasının orta yerinden ve sonundan birkaç paragraf aşağıda yer almıştır: “Hanımlar! ..................................................................... On beş, yirmi gün evveline gelinceye kadar payitahtın havasında ümitsiz bir durgunluk, adeta bir ölüm sessizliği vardı. Hatta, bu sessizliği düşmanın topları bile tarrakaları ile yırtamamıştı. Bugünlerde bir hamiyet mucizesi bu sessizliği sarstı. Artık uyanalım! Evet, uyanalım ve çalışalım; ..................................................................... Hanımlar! Bugün her zamandan ziyade din tehlikede, vatan tehlikededir. Cismimizin, canımızın, varımızın, bütün mevcudiyetimizin sevgili annesi, bugün şefkatli sinesinde büyüttüğü erkek, kadın bütün evlâdından imdat bekliyor. Annemizin bu feryadına kulaklarımızı tıkamakla mı mukabele edeceğiz? Düşman kulaklarımızdan tutup sarsıncaya kadar mı uyuyacağız? Hain düşman tarafından Rumeli’deki kardeşlerimiz hakkında hiçbir muharebede görülmemiş zulümler, cinayetler icra edildi. 3 A.g.e. s.26-28 Rasim Pehlivanoğlu 80 Namuslarını korumak isteyen hemşirelerimizin temiz örtüsü kanlı süngülerle paralandı. Bunlar bize bir ibret dersi olmayacak mı? Günahsız mâsumların, ağlayan anaların, sürü sürü kâtil yerlerine sevk edilen müdafaadan âciz ihtiyarların zulümden şikayet eden ruhları bizde bir uyanış hâsıl etmeyecek mi? ..................................................................... Tekrar ediyorum, dinimiz, memleketimiz tehlikededir. Bu son hafta bize ya hayat hakkı beratını, ya idam hükmü kararını verecektir. Eğer yaşamak istiyorsak, beratımızı almak için sebeplerini işlemeye çalışmalıyız. Her fert fedâkârlık sahasına atılmalıdır. Mevcut parası olmayan ve fedâkârlık haftası usulünü tatbike imkân bulamayan hanımlarımız sağlık müesseselerinde ilaç hazırlamalı, sargı yapmalı, Hilâl-i Ahmer’de dikiş dikmeli, hastalara bakmalı ve benzer işlere koşmalıdır. Maddi mânevi hiçbir vazifeyi yapmaya muktedir olmayan ihtiyarlarımız da Cenabı-ı Peygamberin ruhundan yardım dilemelidirler. Ta ki, Cenab-ı Hakk bu vatanperverâne gayret ve milletin niyazını büyük zafer ve muvaffakiyetlerle taçlandırsın.” (4) Kız İdadisi talebelerinden (öğrencilerinden) Zehra, tarihi değeri olan kısa konuşmasında şu sözlere de yer vermiştir: “Muhterem Hanımefendiler! Herkes biliyor ki, bugün düşman Rumeli hududumuzu baştan başa sarmış ve İstanbul kapılarına kadar dayanmıştır. Bugünün sıkıntısını üzerimizden defetmek ve gaflet uykusuna dalmış olan bu milleti istikbali şüpheli, korkulu bir hayattan kurtarmak için yegâne çareyi biz kadınlar kendi çalışmamızda aramalıyız. Daha dün Osmanlı hilâli, Türk bayrağı altından çıkıp istiklalini ilân eden zalim Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar, Karadağlılar, bu vahşi canavarlar, mukaddes Türk bayrağının dalgasını Rumeli toprakları üstünden ebediyen kaldırmak için birlik olup ittifak etmişlerdir. Fakat hanımlar! Bu milletin yegâne tarihi Rumeli’dedir, milletleri yaşatan eski tarihler hep oradadır. ..................................................................... 4 A.g.e. s.32-34 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 81 Hanımlar!..... Milletlerin tarihini tetkik edersek görürüz ki onların kadınları da kara ve felâketli zamanlarında erkeklerinin önüne düşmüşler, birlikte çalışmışlar ve bu uğurda canını feda etmişlerdir. Biz ne yapabiliriz? ...................................................................... Hayatla ölüm arasında son dakikalarını geçiren bu sevgili memleket, bu mukaddes vatan erkeklerin silâha, kadınların gayrete sarılmasıyla canlanacak ve artık ölmeyecektir.” (5) Birinci toplantının son konuşmasını yapan “İstanbul Kız Öğretmen Okulu ve Kız Lisesi Öğretmeni” Halide Edip Hanımefendi kürsüye gelerek, yapılan konuşmaları değerlendirmiştir. Verdiği tarihi bilgilerle milletimizi uyanıklığa davet etmiştir. Heyecanlı konuşmasıyla coşmuş ve coşturmuştu. Dinleyen hanımların hamiyet (yardımseverlik) duygularını ayağa kaldırmıştı. Konuşmasının sonuna doğru şöyle demişti: “..... Elimizden geldiği kadar malımızla, canımızla yardım edelim. Allah muvaffak etsin! Bugünkü çalışmamızdan bir büyük fayda olmasa bile, bundan sonra toprağımızı, namusumuzu muhafazaya gidecek her Türk ordusu arkasında Türk kadınlarının, analarıyla, kardeş ve kızlarıyla hepsinin onlardan zafer beklediğini, hepsi yardıma hazır olduğunu duyarsa başka bir tesir hasıl eder. ...................................................................... Yemin edelim, ahdedelim, Türklüğe hürmet ettirecek, Türkleri, Türkiye’yi öteki memleketler kadar mâmur ve şanlı görmek için çalışacakları hazırlamak ve kendimiz hazırlanmak için hiçbir mâniden ürkmeyelim.” Halide Edip Hanım nutkunu bitirdikten sonra, bazı önemli kararlar alınmasını da teklif etmiş ve ittifakla kabul ettirmişti. Bunu takiben askerlere hitaben de şu sözleri söylemişti: “Asker Kardeşler! Dinimiz, yurdumuz, namusumuz tehlikede. Düşmanları döver, bunları kurtarırsanız Allah’ın rızasını, şehit dedelerimizin, ulu padişahlarımızın mirasını, kızlarımızın namusunu kurtarır, analarınızın duasını kazanırsınız. 5 A.g.e. s.35-36 Rasim Pehlivanoğlu 82 Müslüman kadınları bu sefer ancak Müslümanlığın, Türklüğün namusunu kurtarmış, düşmanını kahretmiş bir ordu karşılayabilir. Düşmana arkanızı çevirirseniz dünyanın Müslümanlık ve Türklük üzerine getireceksiniz. zilletini Düşmana arkanızı çevirirseniz toprakları, dini ve namusu için ölmeye hazırlanmış bütün Müslüman kadınlarını çiğnemeden dönemeyeceksiniz. Allah ve peygamber yardımcınız olsun.” (6) Yapılan Bağışlar: Birinci toplantıda yapılan konuşmalar bitince kürsüye gelen yardımsever bir hanımefendi; kıymetli küpe, yüzük, bilezik, saat kordonu ve mücevheratından nesi varsa, milli müdafaaya yardım olmak üzere hediye etmişti. Bunu gören, zaten galeyana gelmiş olan vatanperver diğer hanımların hepsi de üzerinde bulunan ziynetlerini, paralarını vererek ordumuza yardımcı olmuşlardı... Yardım kutularına doldurulan pırlanta yüzükler, küpeler, saatler, paralar ve başkaları orada bulunan “Müdafaa-i Milli Heyetine” teslim edilmişti. İkinci Toplantı – Okunan Şiirler ve Konuşmalar İstanbul kadınlarının ikinci toplantısı 15 Şubat 1913 günü gene aynı salonda aynı kalabalıkla olmuştur. Selma Hanımefendinin başkanlığında açılan toplantıda, ilk önce Halide Edip Hanıma söz verilmişti. O da Türk Yurdu mecmuasında yayınlanmış olan milli bir dileğini ifade eden değerli şiirini okumakla söze başlamıştı. Coşkuyla karşılanan bu şiiri aşağıya alıyorum: KOŞALIM, TEHLİKEDE ÇÜNKÜ VATAN! Gelin ey ehl-i vatan birleşelim, Verelim can ile ten, birleşelim, Asker, erbâb-ı suhan birleşelim, Düşman oldu bize nasrâniyyet, Olmasın kahkaha-zen birleşelim, Verelim, çünkü vatan tehlikede! 6 A.g.e. s.41-47 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 83 Ey vatandaşlar, ey ehl-i vicdan, Donmadıysa şu damarlardaki kan, Şimdi tevhid-i kulûb ü imân Eylemek günleridir, birleşelim; İttihat eyleyerek, pür-helecân, Koşalım, çünkü vatan tehlikede! Rumeli kanlar içinde kaldı, Her cihetten bize düşman saldı, O güzel yerleri bir bir aldı, Koşalım ahd ile istirdâda O harime canavarlar daldı; Biz kadınlar da bugün imdâda Koşalım, çünkü vatan tehlikede! Yaralı sâde değil gaziler, Bugün Osmanlılık ağlar, inler. Gelin ey ehl-i hamiyyet, yek-ser Olalım yaralara merhem-sâz; Kırılırken bunu bekler asker. Ederek şimdi kelâm-ı icâz Koşalım, çünkü vatan tehlikede! (7) Bazı konuşmacılardan sonra Kız İdadisi talebelerinden Mebrûke Hanım, heyecanlı ve etkili bir sesle, Aka Gündüz’ün aşağıya alınan Bozgun manzumesini okumuştur. BOZGUN Müslüman’ı, Türk’ü düşman bürümüş “Altındağ” üstüne duman bürümüş Ruhlarla melekler ufka yürümüş Başını çevirip bakan kalmamış Tanrı korkusu duyan kalmamış 7 A.g.e. s.49 84 Rasim Pehlivanoğlu Ağla gözüm, ağla! Hicran yaraşır, Vatansız erkeğe zindan yaraşır! “Halk güneşi” midir karşımda batan? Nazlı ninem midir yerlerde yatan? “Sen misin, sen misin ey garip vatan?” Ellere satılmış ırzın, yaşmağın, Harap edilmiş hep otağın, bağın, Ağla gözüm, ağla! Hicran yaraşır. Erkeksiz vatana düşman yaraşır! Ey öksüz ocağım! Zavallı ana! Kıydılar mı sana? Kıymadan cana... Kara mı sürüldü eski bir şana? Rabbın mekânına sanem asılmış, Bembeyaz alnına neler yazılmış? Ağla gözüm, ağla! Figan yaraşır, Kaygısız imana hüsran yaraşır! Ne ettiler sana, ne oldu bana? Kulağımı verdim vurulan çana Bir gariplik geldi çöktü her yana İslâm diyarında Kur’an ağlıyor, Kur’an’ı başında Turan ağlıyor; Ağla gözüm, ağla! Figan yaraşır, Bülbülsüz bağlara hazan yaraşır! Rumeli tutuştu, vatan dağıldı, – Türk kuzularına altın ağıldı – Can memelerinden kanlar sağıldı, Kucağını açıp saran nerede? Ertuğrul’un oğlu Osman nerede? Ağla gözüm, ağla! Hicran yaraşır, Goncasız bülbüle figan yaraşır! Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 85 Utan ey Türk oğlu, hâlinden utan! Bunu mu diledi senden Kayıhan? Böyle mi emretti Ulu Yaradan? Hüdâvendigâr’ı soran yok mudur? Fatih türbesine varan yok mudur? Ağla gözüm, ağla! Hicran yaraşır, Kurumuş sineye al kan yaraşır! Mâbedler değişmiş, atılmış kitap, Ne hânumân kalmış, ne de bir ahbâb! Cebr ile katılmış zemzeme şarap. Kalmamış ağlayan, duyan, ölen, Her tarafı sarmış sevinen, gülen. Ağla gözüm, ağla! Figan yaraşır, Kör olası göze tuğyân yaraşır! Akan sulardan kanlar çağlıyor, Tütmeyen ocaklar vicdan dağlıyor, Çoluk-çocuk, gelin, civan ağlıyor, Düşman bayrağını yırtan ararım, Namus ocağını kuran ararım. Ağla gözüm, ağla! Figan yaraşır; İmansız cihana tufan yaraşır! (8) Toplantıda bulanan İhsan Raif Hanımefendi kendi yazdığı aşağıya alınan şiirini okumuş; herkesi duygulandırmış, düşündürmüş, ağlamış ve ağlatmıştır: 8 A.g.e. s.58-59 86 Rasim Pehlivanoğlu FERYÂD-I VİCDAN Ey kahraman Türk evlâdı, ey Müslüman kardeşler! İslâmlara karşı bugün bileniyor hep dişler. Yetişir bu atâletle, meskenetle gidişler! Şühedâyı bizâr etti bu feryâdlar nâlişler; (iniltiler) Top sesleri gürlemeli ve saçmalı ateşler... Yoksa taa süngüleri cângâhımıza işler. Zâlim, hunhâr canavarlar sarmış bütün vatanı, Özünüz bir volkan olup yakmalıdır düşmanı. Kahramanlık, fedâkârlık günleridir, kalkınız! Sultan Murat meşhedine at bağlanmış bakınız! Dinleyiniz, melûl hazin sanki bir şey inliyor, Ruh-ı ecdâd, yer, gök, melek hepsi sâkit dinliyor... Duydunuz mu bir inilti, of, ne acı bir ses var? İstimdâd mı, inkisâr mı, yâhut bize bir ihtâr? Feryâdımı yok mu duyan? Bulan yok mu çâremi? Vefâkâr el kalmamış mı? Saran yok mu yâremi? Düşman gelmiş çizmesiyle tepeliyor başımı, Dişleriyle kemiriyor yüreğimin başını. Murdar, keskin tırnakları gözlerimi oyuyor, Paralıyor her yanımı al kanlara boyuyor... Çiçekler mi kokladınız, meyveler mi yediniz, Cân fedâdır türküsünü söylediniz gezdiniz! Nerde kaldı vatan benim anam diyen yiğitler? Nerde kaldı o mertlikler? Hep söndü mü ümitler? Neden böyle öksüz kaldım? Neden böyle atıldım? Sesime ses veren yok mu? Ağlamaktan katıldım! Ağlayayım, ağlayayım, belki duyan bulunur, Kalblerinde belki insaf, belki imân bulunur. Evlatlarım çırılçıplak, yalın ayak, başı kabak, Derelerden, tepelerden, hendeklerden aşarak Elde silah, kalbde iman, dayanarak Mevlâ’ya, Allah Allah nidâları yükselterek semâya Yetişiniz imdâdıma, imdat diye düşmüşe, Tâlihine, kaderine, her şeyine küsmüşe! Dertli vatan yaralanmış inim inim inlerken, Evlâdından gayret, şefkat, hizmet imdat beklerken, Irz u nâmus çiğnenirken gözümüzün önünde Alçak gibi durulur mu iki eller böğründe? Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 87 Ecdâdımız yurtlarını düşman gelip alsın mı? Korkak Türkler türküsünü gaydasında çalsın mı? Türklük nâmı titretirken haşmetiyle cihânı Biz ne yaptık? Damarlarda kuruttuk mu o kanı? Hâyır, hâyır, Osmanların Fâtihlerin evlâdı Ölür hasma çiğnettirmez toprak olmuş ecdâdı! Çıksın, çıksın gökyüzüne ateşlerin alevi, Yer, gök kızıl bir renk alsın kan bürüsün her yeri... Durmayınız evde, köyde, cenge, harbe gidiniz! Vatanımız uğrunda biz ölmeliyiz hepimiz. Mümkün olsa ben giderdim, ben olurdum sancaktar, Can verirdim, şan alırdım, hem olurdum kâmkâr! (bahtiyar) Mâdem ki insan için er geç bir gün ölmek var, Kan saçalım, nam alalım, almayalım inkisâr. (beddua) Gâzilik bir zevk-i vicdan, hem ne büyük iftihar! Şehit olsak cennet bizim, ruh nasılsa pâyidar. Ey evlatlar bu son ricam, son sadâm. Alın benim intikamım. İntikam, âh intikam!... Şan ve zafer nidâsıyla ya bizleri güldürün, Ya siz bizi düşmanlara çiğnetmeyin, öldürün! (9) İkinci toplantının son konuşmasını Fehime Nüzhet Hanımefendi yapmıştır. Duygularını, düşüncelerini, yapılması gerekenleri dile getiren Fehime Hanım, uzun konuşmasının orta yerinde şunları söylüyordu: ......................................................... “Haydi öyleyse verelim. Sinesi yaralı olan vatan için, ecdâdımızın kanlarıyla, canlarıyla teşkil edip bize bıraktıkları halde, bizim tam olarak muhâfaza etmesini bilemediğimiz, zavallı vatan için! Anamız hasta olursa ne yaparız? Varımızı fedâ ederiz, ona bakarız. Elmaslarımızı, incilerimizi satar, konsollarımızı, vazolarımızı, aynalarımızı satar, evlerimizin bütün eşyasını satar, yataklarımızı, yastıklarımızı, esvaplarımızı satar, yetişmezse saçlarımızı dibinden keser, satar ona bakarız. Ona şifâ vermek, onu kurtarmak için her şeyi fedâ ederiz, değil mi? Öyle ise şimdi ne duruyoruz? Vatan hepimizin anası değil mi?” ................................................................... Fehime Hanım sözlerini şöyle bitirmişti: “Muhterem sultanlarım, hanımefendiler, tarih daima yaprakları dönen bir kitaptır. Onun bizim üstümüze kapanacak sahifelerini bizden sonrakiler çevirip okudukları zaman eğer biz 9 A.g.e. s.63-64 Rasim Pehlivanoğlu 88 bugün vazifemizi yerine getirirsek isimlerimizi hürmetle anacaklar, “Sevgili, fedâkâr analarımız” diye bizi kutsayacaklar. Eğer yapmazsak... O zaman lânet, Allah’ın ve tarihin lâneti bizim üzerimize yağacak. Allah’tan da, tarihten de korkmayanlar, utanmayanlar, bırakınız vermesinler. Bu milletten kazandıkları paraları kirli çıkılarında saklasınlar. Fakat, başkaları, bu milletin hakiki evlatları, sizler, icap ederse canınıza kadar her şeyinizi veriniz. Allah, peygamber, Mal Hatun, bütün şehitler, dünya tarihi size bakıyor. Haydi!...” (10) Toplanan Yardımlar: Fehime Nüzhet Hanımefendinin konuşması bitince, yardım ve teberrûların toplanmasına başlanmış ve az zamanda hitabet kürsüsünün üstü mücevherat ve altınlarla, ellerde gezdirilen kutular da paralarla dolmuştur. Uzak bir yerde ikamet etmekte olan bir hanım, yolda üşüyeceğini bile düşünmeyerek, arkasından kürkünü çıkarıp hediye etmiştir. Ayni ve nakdi (kıymetli eşya ve para) olarak alınan yardımlar “Müdafaa-i Milliye Merkezine” yollanmış ve teslim edilmiştir. (11) Dönelim yeniden savaş meydanına: Enver Beyin Hatasıyla Kaybedilen Başarı Gelibolu cephesinde görevli M. Kemal ve Ali Fethi, harbiye nezaretine birer önerge vererek, Edirne ve Trakya’nın Bulgarlardan kurtarılmasını istediler. Bu kurtuluşu sağlamak için bir de saldırı plânı hazırlayıp sundular. Plan kabul gördü: 8 Şubat sabahı Fahri Paşa, Ali Fethi ve M. Kemal’in komutasındaki Bolayır Mürettep Kolordusu saldırıya geçti. Başarılar elde edildi ve ilerlendi. Ancak, Bolayır’daki kuvvetlere destek olacak ve Bulgarları geriden saracak olan 10. Kolordu komutanı Yarbay Enver Bey ayrıntılara önem vermemesi yüzünden vaktinde Saray Köye yetişememiştir. Yalnız kalan Bolayır mürettep kuvvetleri karşı saldırı üzerine epey kayıp vermiştir. Enver Beyin hatası nedeniyle, kazanılan başarı ne yazık ki başarısızlığa yönelmiş ve 10. Kolordu hiçbir iş yapmadan geri çekilmiştir. 10 11 A.g.e. s.78-80 A.g.e. s.75-80 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 89 Bu arada, gemi kaptanı Rauf Beyin (Rauf Orbay’ın) komutasındaki Hamidiye Kruvazörü Karadeniz’de, Ege ve Adriyatik denizlerinde, beklenmedik zamanlarda ortaya çıkarak düşman gemilerini batırıyordu. Bu savaşlarda kahramanlaşan Binbaşı Rauf Bey, bundan sonra “Hamidiye Kahramanı”namıyla anılmaya başlanmıştı. Direnen Kalelerin Sonu Bu sırada, hiçbir yardım görmediği halde teslim olmayan kalelerin durumunda gelişmeler olmuştu. Esat Paşa 26 Mart 1913’te Yanya Kalesini 30 bin askeriyle Yunanlılara teslim etmiş. Kıtlık başlayan Edirne’de çaresiz kalan Şükrü Paşa, 20 Martta Bulgarlara teslim olmuş. Edirne’ye giren vahşi Bulgar askerleri 350 Türk’ü kurşuna dizmişlerdi. Şehir yağma edilmiş, kadınlara ve küçük kızlara saldırmışlardı. Teslim olan subaylara ve erlere de türlü işkenceler yapılmıştı... İşkodra’yı savunan Kurmay Albay Hasan Rıza 22 Nisan günü, İtalyan ajanı olduğu söylenen, Esat Toptani Paşa tarafından sırtından vurularak şehit edilmişti. Ne acı ki 5 ay süren savunmadan sonra o kahraman İşkodra Karadağlılara teslim edilmişti. Mahmut Şevket Paşanın Öldürülmesi Sadrazam Mahmut Şevket Paşa çok üzgündü: Ordunun tepeden tırnağa ıslah edilmesi taraftarıydı. Ordunun ıslahı için ise Almanlara ümit bağlıyordu. Ama bunun da sakıncalarını düşünüyordu... Edirne’nin Bulgarlara bırakılması o günkü muhalefet grubunu harekete geçirmişti: Sadrazam Mahmut Şevket Paşa ile İttihat ve Terakkinin ileri gelenlerini yok etme plânları yapıyorlardı. 11 Haziran 1913 Çarşamba günü, Mahmut Şevket Paşanın arabası Beyazıt meydanından geçip divan yoluna gelince, aniden önlerine çıkan cenaze alayı sırasında şoför arabayı durdurunca, başka bir arabada bekleyen fedai grubu silâhlarını çekerek Mahmut Şevket Paşayı kurşun yağmuruna tutarlar ve öldürürler!... Suikastçiler kaçarak kurtulurlar. Bu olaydan sonra Talat Bey, arkadaşlarını teselli eder: – Bazı hadiseler vardır ki hayır getirir. Yeis’e (üzüntüye) kapılmayınız...” der. İttihatçılara karşı olanları (muhalifleri) sindirmek için geniş çaplı tutuklamalar yapılır. Bu arada, Prens Sabahattin ve Dr. Rıza Nur yurt dışına kaçarlar. Yeni kuvvet kazanan İttihat ve Terakkiciler idareyi tamamen ele alırlar. Talat, Enver ve Cemal üçlüsü iktidara hakim olur. Yeni Kabineyi (Hükümeti) Sait Halim Paşa kurar. Ama kabinenin en güçlü adamı Talat Beydir. 90 Rasim Pehlivanoğlu 5 – İkinci Balkan Savaşı ve Mustafa Kemal Edirne’nin Kurtuluşu – Bükreş Anlaşması Bu arada Osmanlılar için sevinilecek bir durum olmuştur: Balkanlı devletler işgal ettikleri Osmanlı topraklarını aralarında paylaşamazlar ve birbirlerine düşerler. Bunlar birbirleriyle çarpışırken, fırsatı değerlendiren Osmanlı ordusu Trakya’da saldırıya başlamıştır. M. Kemal’in kurmay başkanlığını yaptığı Bolayır’daki kolordu Edirne üzerine yürümüştür. 20 Temmuz 1913’te, Osmanlı ordusu herhangi bir direnmeyle karşılaşmadan Edirne’ye girmiştir. Halk tarafından sevinç heyecanıyla karşılanmıştır!... Bu arada, Yarbay Enver’in başında bulunduğu Çatalca’daki kuvvetler de Trakya’ya dolmuştu. Fakat ilk hücuma geçen ve Edirne’ye ilk giren M. Kemal’in Kurmay Başkanlığını yaptığı Bolayır Kuvvetleri olmuştu. Buna rağmen, İttihat ve Terakki ileri gelenleri, Edirne’nin kurtarılışı şerefini Yarbay Enver Beye maletmişlerdi. Bunlar M. Kemal’in isim yapmasını çekemiyorlardı. Enver Bey, “Hürriyet Kahramanı” unvanı yanına bir de “Edirne Fatihi” unvanını almıştır. Yenilgiyi kabul eden Bulgar devletiyle 10 Ağustos 1913’te Bükreş Anlaşması yapıldı. Bu anlaşmaya göre, Osmanlılarla Balkan devletleri arasındaki savaş sona ermişti. Edirne Türklerde kalmıştı. Aşağı yukarı Balkanlardaki bugünkü sınır çizilmişti. Bir şehidin ağzından yazılan Balkanlar Destanı aşağıya alınmıştır. BALKANLAR DESTANI Borular çalındı: Silâh başına! Düşündüm girmişim on beş yaşına, Öküzü bağladım sınır taşına, Döğeni bıraktım harman içinde... Sapanı atarak tüfeğimi aldım, Anamı, bacımı Tanrıya saldım, Yirmi gün taburla yollarda kaldım, Denizde, ovada, Balkan içinde... Yerinde sayamaz ki Türk neferi, Kalbi dâim onu sürer ileri, Geri almak için eski yerleri, Ahdi vardır onun vicdan içinde... Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal İlmimiz yoksa da imanımız var, Gökten bize inmiş Kur’an’ımız var, Tarlamız yoksa da vatanımız var, Düşmanı koymayız vatan içinde... Babam şehit, soyum, cümlesi gâzi, Devlet harp etmese olmazdım râzı. Ben gerçi görmedim okuma, yazı, Bilirim ne varsa Kur’an içinde... Ordudur Türklerin ana kucağı, Harp yeri onların baba ocağı, Ulaştık menzile bir akşam çağı, Göründü Karadağ duman içinde... Sabahı bir hücum borusu vurdu, A’dânın (düşmanın) üstüne atıldı ordu, Arslanlar ne türlü kırarsa kurdu, Savaştık o yolda düşman içinde... Yıldırım kanatlı, kasırga canlı, Bir şahin sürüsü gibi Osmanlı, Saldırdı, gözleri ateşli, kanlı, Kaldı dağlar, taşlar tufan içinde... Kan ile kılıçtır Türk’e alâmet, Tehlike içinde görür selâmet, Düşmana kopardık kızıl kıyamet, Yarısı serildi meydan içinde... Yanar dağlar gibi gülleler attık, Yerde, gökte tozu dumana kattık, Süngüye davrandık, can cana çattık, Kaldı gök bir kızıl volkan içinde... Bu anda gördüm ki düşman serdarı Kaçıyor, tepeden çıktım yukarı, Bir taşın altından çektim dışarı, Teslim oldu bana aman içinde... Getirdim tabura verdim emanet, Arkadan atılan birkaç hiyanet Kurşun, bende artık koymadı kuvvet, Oturdum bir taşa al kan içinde... Gâzilik, şehitlik idi muradım, Bu iki şerefle süslendi adım, Toplandı yanıma bütün ecdadım, Hepsi gökten indi bir an içinde... 91 92 Rasim Pehlivanoğlu Baktım vakit tamam, dedim: “Ey millet, Anam, bacım kaldı sana emanet!” Bir tekbir getirdim, bir de şahadet, Uçtum Hakk’a doğru iman içinde... Adım (Dursun): “Yazın destan içinde...” (12) Balkan Savaşını anlatan bir başka şiir aşağıdadır: YENİ ATTİLA “Yürü! Yürü!” gökten bir ses Ey Türk sana bağrır: Yürü! Kasırga ol dağlarda es, Yıldırım ol, saldır yürü! Kaçışıyor düşman geri, Yürü! Yürü! Türk askeri! Süngün senden baskın umar, Atın kişner, ister akın! Kaçıyor Sırp, Yunan, Bulgar; Saldır! Saldır! Durma sakın! Tuttu Garb’i öç korkusu, Yürü! Yürü! Türk ordusu! Yine girdik Rumeli’ye, Selâm verdi bize dağlar! “Edirne’ye gelin!” diye Bir senedir Meriç ağlar! Kaçıyor düşman geri, Yürü! Yürü! Türk askeri! Yol ver bize kara Balkan! Selânik’e varacağız! Alkanları henüz akan Yaraları saracağız! Tuttu Garb’i öç korkusu, Yürü! Yürü! Türk ordusu! (Yanya) gelin, yüzünde tül: Diyor: “Varmam Yunanlıya! Arnavud’a vermem gönül, Nişanlıyom Osmanlı’ya!” Kaçıyor düşman geri, Yürü! Yürü! Türk askeri! Manastırda Türk kızları, Al bayrağa bürünsünler! 12 Ziya Gökalp: Kızılelma, Ankara – 1976, s. 122-125 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 93 Hilâlleri, yıldızları İle çıkıp görünsünler! Tuttu Garb’i öç korkusu. Yürü! Yürü! Türk askeri! Türk sancağı çekilecek Biz varmadan İşkodra’ya! Arnavutlar eğilecek Secde için yeni aya! Kaçışıyor düşman geri, Yürü! Yürü! Türk askeri! Üsküp şehri donanıyor, Türk ordusu şerefine! Avrupalı kıvranıyor, Nihayet yok esefine! Tuttu Garb’i öç korkusu Yürü! Yürü! Türk Ordusu! Ey Avrupa bu belâdan Sen nereye kaçacaksın? Bir ikinci Attilâ’dan Çok gözyaşı saçacaksın! Kaçışıyor düşman geri, Yürü, Yürü! Türk ordusu! (13) Alınacak Ders Geliyorum diyen tehlikeyi görmezliğe gelmek, tehlike fark edildiği halde gerekli olan tedbirleri almamak, ordudaki askerlerin çoğunu terhis etme gafletine düşmek, orduyu siyasete karıştırmak, subayların parçalanmasına göz yummak ve daha başka hatalar yapılarak başlayan Osmanlı - Balkan savaşının acı sonucu milli tarihimizin yüz karası olmuştur... “Burada özetle verilen Balkan Savaşlarını, bütün ayrıntılarıyla dikkatle okuyarak öğrenmek, üzerinde düşünerek ibret dersleri almak, her Türk gencinin milli görevidir” diye inanıyorum... 13 A.g.e., s. 87–89 94 Rasim Pehlivanoğlu 6- Sofya Ataşemiliteri Mustafa Kemal Balkan savaşından sonra İstanbul’a dönen M. Kemal, Ali Fethi’nin evine yerleşmişti. İttihat ve Terakkinin güçlü adamı Talat Bey, Ali Fethi’yi Sofya Sefirliğine (Büyükelçiliğine), M. Kemal’i de Sofya Ataşemiletirliğine teklif etmişti. M. Kemal’in, burada kalıp faydasız didişmelerle yıpranmaktansa teklifi kabul etmesinin daha doğru olacağını söylemişti. (Maksadı M. Kemal’i İstanbul’dan uzaklaştırmak ve başlarından atmaktı.) Ali Fethi ve M. Kemal her ikisi de teklifi kabul etmişti. M. Kemal, büyük işler görmek isteyen insanların sabırlı olması, olayları boşuna zorlamadan fırsatı kollaması gerektiğine inanıyordu: – Bir kimse ölmedikçe daima vakti vardır” diye düşünüyordu. Burada kalsa Enver Paşa ile uyuşamazdı. Politikacı olsa İttihatçılarla uzlaşamazdı. En doğrusu, verilen vazifeyi kabul ederek Sofya’ya gitmekti... Sofya’ya gelen M. Kemal, Bulgarları Türklerle kaynaşmaya istekli görmüştü. Ali Fethi ile M. Kemal her yere birlikte çağırılıyordu. İyi bir çevre edinmişlerdi. Buradaki Şakir Zümre ve Kemal Hakkı isimli Türk millet vekilleriyle tanışmışlar, aralarında iyi bir diyalog kurulmuştu. Burada toplum hayatının incelikleriyle de karşılaşıyorlardı. Bir gün Şakir Zümre ile ilk defa bir operaya gitmişti. Bulgar kralı da oradaydı. Yaverini göndererek M. Kemal ve Şakir Zümreyi yanına çağırdı. Her ikisine de iltifat etti... Sahnede oynanan oyunla ilgili sorularına M. Kemal diplomatça cevaplar vermiş ve birbirleriyle dostça konuşmuşlardı. Ancak, M. Kemal’in kafası bir şeylere takılmıştı... Arkadaşıyla otele dönünce M. Kemal’i uyku tutmadı. Arkadaşı’nın odasına geçti. Gece kıyafetiyle konuştular: M. Kemal Balkan savaşında yenilgiye uğramamızın sebebini anladığını söylemişti. Zira: O gün operada milli şuurun Bulgaristan’da gelişmiş olduğunu görmüşler fakat bizdeki eksikliğine üzülmüşlerdi... O günden sonra M. Kemal Bulgaristan’daki Türk azınlığının durumunu inceledi. Balkan savaşından sonra onlarda da milli şuurun gelişmiş olduğunu gördü ve sevindi. Bulgaristan’da yayınlanan iki Türk gazetesiyle irtibat kurdu. Bunları okuyor ve yazılar yazıyordu. Bulgaristan’ın siyasi hayatı çok partiliydi. Bulgar meclisine devamlı gidiyor kordiplomatik locasında yerini alıyordu. Asıl maksadı Bulgar meclisine mümkün olduğu kadar Türk Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 95 mebus sokmaktı. Bu günlerde kafasını en çok meşgul eden şeylerden birisi de Lâtin harfleriydi. O günlerde İstanbul’da Talat Bey dahiliye nazırı olmuştu. Çok ihtiraslı olan Albay Enver Bey de harbiye nazırı olmayı kafasına koymuştu. Rakibi durumundaki İstanbul muhafızı Cemal Paşaya üstün tutularak -başta Yakup Cemil olmak üzere- genç subayların desteğiyle, Ahmet İzzet Paşa istifa ettirilmiş, Albay Enver Harbiye Nazırlığı makamına getirilmişti. Üçlü grup içinde bulunan Cemal Paşa da Nafıa Nazırı olarak kabineye girmişti. 1 Ocak 1914’te Mirlivalığa (Tuğ Generalliğe) yükselen Enver Paşa, 3 Ocak 1914’te Baş kumandan vekili olmuştu. Bu arada, Şehzade Süleyman Efendinin kızı 15 yaşındaki Naciye Sultanla da evlenerek saraya damat olmuştu. O günden sonra, Osmanlı ordusunun tek söz sahibi Enver Paşa olmuştu... 11 Ocak 1914’te, Sofya’nın yanı sıra Bükreş ve Çetine Ateşemiliterliğini de üstlenen M. Kemal, arkadaşı Tevfik Rüştü’ye gönderdiği mektupta: – Enver enerjiktir ve bir şeyler yapmak isteyebilir. Ancak hesapsızdır!...” diyor. Zararlı olacak tutumlarını önlemek için bazı isteklerde bulunuyordu. Ama isteklerine ve düşüncelerine cevap alamamıştı. 7- Enver Paşa – Almanya İşbirliği ve Mustafa Kemal Enver Paşa, Almanlarla işbirliği yaparak ordudaki yenilikleri süratlendirmek istiyordu. M. Kemal de ordudaki ıslahat planına taraftardı. Ama bütün yetkilerin, başında Liman Von Sanders’in bulunduğu bir Alman heyetinde toplanmasını, Türklük gururuna yediremiyordu. Ordunun bütün sırlarının Almanlara teslim edilmesini uygun bulmuyordu. Ama Enver Paşa, M. Kemal’in endişelerine hiçbir cevap vermiyor, hep kendi kurduğu hayal aleminde yüzüyordu: – Öyle şeyler yapacağız ki, kazanacağımız zaferlerle dünyayı hayran bırakacağız!” diyordu. Mustafa Kemal Sofya’dayken 1 Mart 1914’te Yarbaylığa yükselmişti. Yaz başlangıcında -mali durumu düzeldiğinden- istediği gibi bir ev bulmuş ve oturmuştu. 1914’ün Mayıs ayı başında, Bulgarların 11 Mayıs 1914’deki ulusal gününde verilen bir baloya davet edilmişti. M. Kemal bu baloda manevi bir üstünlük sağlamak istiyordu. Geniş ve bol ışıklı salonda devam eden muhteşem gecede, gösterişli bir yeniçeri kıyafetiyle içeri girdi... M. Kemal’e çevrilen bütün gözler ona hayranlıkla bakıyordu. Orada bulunan Bulgar Kralı, M. Kemal’i yanına davet ederek iltifatlarda bulunmuş, 96 Rasim Pehlivanoğlu kıyafetinden ve başarısından dolayı da tebrik etmişti. Bir gümüş tabakayı da lütfen kabul etmesi dileğiyle hediye etmişti... Geceye katılanlardan: “İşte gecenin en güzel kostümü” diyenler olmuştu. O günlerin birinde M. Kemal, Sofya’da lüks bir lokantaya gitmişti. Yanındaki masaya bir Bulgar köylüsü gelip oturmuş ve çay istemişti. Ama buraya yakıştırılamayan köylünün çıkıp gitmesi istenmişti. Köylü ise direnmiş ve: – Beni kovamazsınız! Bulgaristan benim alnımın teriyle doyuyor... Onu koruyan da benim tüfeğimdir” diyerek dışarı çıkmamıştı. Çağrılan polisler de köylüye bir şey yapamamıştı. Garsonlar ise köylüyü dinlemişler ve istediklerini getirmişler. Bu olaydan çok etkilenen M. Kemal: – Türk köylüsü de işte böyle olmalıdır!” demiş ve üzerinde düşünmüştür... Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 97 E – BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI ve BU SAVAŞIN YENİLMEZ KOMUTANI MUSTAFA KEMAL 1. Avrupa’ da Cihan Savaşı Öncesi Durum ve İlk Gelişmeler Osmanlı – Balkan Devletleri Savaşı sona ermişti. Ama büyük Avrupa devletleri bir türlü durulamamıştı. Kendi aralarında önemli anlaşmazlılar vardı. Birbirlerine saldıracaklarından endişe duyuyor ve devamlı harp (savaş) hazırlığı içinde bulunuyorlardı. Büyük Avrupa devletlerinin anlaşmazlıkları nedeni epey eskiye dayanıyordu: Devamlı büyüyen ve kuvvetlenen Almanya; İngiltere ile Fransa ve Rusya’yı endişelendiriyordu. Almanya kendisine müttefikler (anlaşan devletler) arıyordu. 20 Mayıs 1882’de Avusturya ve Macaristan İmparatorluğu ile Almanya ve İtalya aralarında anlaşarak Üçlü İttifakı (Üçlü anlaşmayı) kurmuştu. Buna karşı da İngiltere, Fransa ve Rusya kendi aralarında anlaşarak 31 Ağustos 1907’de Üçlü İtilafı (Üçlü uzlaşmayı) kurmuştu. Bu suretle, Avrupa devletleri birbirlerine düşman iki kesime ayrılmıştı. Her kesim, savaşa karşı olmalarına rağmen, silâhlanmayı sürdürüyordu. Ne yazık ki, bu iki kesimin de müşterek düşmanı Osmanlı İmparatorluğu idi. Hepsi de gözlerini Osmanlı topraklarına dikmişlerdi. İngiltere ile Almanya arasındaki amansız rekabet iki kesim arasındaki gerilimi iyice artırmıştı. Avusturya – Macaristan ile Sırbistan arasında da şiddetli çekişme vardı. Büyük devletlerin birbirleriyle kapışması için bir kıvılcım gerekiyordu. Bu kıvılcım ise 28 Haziran 1914 günü Saray Bosna’da çıkmıştı: Saray Bosna’ya ziyarete giden Avusturya – Macaristan Veliahdı, Arşidük Fransuva Ferdinant, şehri dolaşırken bir Sırplı tarafından kurşunlanarak öldürülmüştü. Bu ölüm üzerine olaylar gelişmiş ve bu durum bir savaş sebebi sayılmıştı... 2. Birinci Cihan Savaşının Başlaması ve Yayılması 28 Temmuz 1914’te Sırbistan’a savaş açan Avusturya’nın topları, Sırbistan başkenti Belgrat’ı dövmeye başlamıştı. 29 Temmuz 1914’te ise, Rusya, dostu İngiltere’ye danışmadan seferberlik ilân etmişti. 1 Ağustos 1914’te Almanlar Rus Dışişleri Bakanına savaş ilânını bildiren belgeyi vermişlerdi. 3 Ağustosta Almanya, Fransa ve Belçika’ya; 4 - 5 Ağustosta İngiltere Almanya’ya, 5 Ağustosta Avusturya Rusya’ya savaş açmışlardır. Avrupa’da kan gövdeyi 98 Rasim Pehlivanoğlu götürmeye başlamıştı. İlk hamlede, Almanlar Belçika’yı çiğneyerek Fransa üzerine yürümüşlerdi. İngilizlerin Gasbettiği İki Gemi Osmanlı Devleti, halktan topladığı iane (yardım) parasıyla, taa 1911 yılında bir İngiliz tezgâhına iki zırhlı gemi ısmarlamıştı. Bunlardan Sultan Osman’ın Temmuz ayında yapımı tamamlanmış, Reşadiye gemisi de bitmek üzereydi. Ama savaş çıkınca İngiltere birinci Amirallik Lordu Winston Çorçil bu gemileri vermeye yanaşmıyordu. 1 Ağustos 1914 günü Albay Rauf Beye (Rauf Orbay) teslim edilmesi gereken gemilere ambargo konulmuştu. 7 milyon altın olarak bedeli ödenmiş olan bu gemiler verilmemişti. Parası İngiliz kasalarında hapsedilmişti. Olayı öğrenen Osmanlı hükümeti tepki göstermişti. Enver Paşanın tepkisi ise çok daha sert olmuştu: – Bu bir İngiliz kalleşliğidir!...” diyordu. Bununla da kalmayan Enver Paşa, duygusal bir kararla Sadrazam Sait Paşanın yalısında, 2 Ağustos gecesi gizlice bir Türk – Alman İttifakı imzalamıştı. Hükümetten habersiz imzalanan anlaşmayı öğrenen Cemal Paşa: – Olmaz böyle şey! İstifa edeceğim...” demişti. Maliye Nazırı Cavit ise şaşırıp kalmıştı. Ve: – Lehimize hiçbir şey yok. Almanya için devletin hayatını tehlikeye atıyoruz!...” demişti. Bulgarların Kararsızlığı Osmanlı Devleti savaşa girmek için kararsız görünüyordu. Balkan Devletlerinin tutumunu gözlüyordu. Bulgarlar da savaşa girmekte kararsızdı. Bulgaristan’da hem Rusların yanında, hem de Almanya’nın yanında savaşa girmek isteyenler vardı. İki grubun da gayesi, savaş sonunda Edirne’yi ve Trakya’yı ele geçirmekti. Sonunda kabak gene Türklerin başında patlayacaktı. Bu konuda, savaşan iki gruptan da vaatler (teminatlar) alıyorlardı... Sofya Ataşemiliteri M. Kemal durumu ibretle gözlüyor ve aldığı istihbaratı günü gününe İstanbul’a bildiriyordu. Çok stratejik durumu olan Bulgaristan’ı iki taraf da kazanmak istiyordu. Bulgarlar ise, bir taraftan bizimle görüşerek Edirne ve İşkodra’yı almak istiyor, öte yandan da Almanya’yı tutar gibi görünüyorlardı. Diğer taraftan da İngilizler ve Ruslarla gizli müzakerelerde bulunuyorlardı. Oluk gibi İngiliz parası Bulgaristan’a akıtılıyordu. Bir süre sonra görüşmeler çıkmaza girmişti. Aradan aylar geçtikten sonra, nihayet Bulgarlar da Almanya tarafını tutarak savaşa girmişlerdi. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 99 Osmanlıların Savaşa Zorlanması ve Mustafa Kemal Avrupa’nın, hattâ dünyanın ikiye bölündüğü bir savaş döneminde, işleyen kafaların, hiçbir tarafı tutmadan tarafsız kalınması düşünülüyordu. Ama, başta Başkomutan vekili Enver Paşa olmak üzere yakın çevresi, Almanya’nın savaşı kazanacağını hayal ederek, savaşa Üçlü İttifak Devletleriyle birlikte girmeyi menfaatimize uygun buluyorlardı. Fakat M. Kemal hiç de öyle düşünmüyordu: Savaşın başlarında Almanlar kazanıyor gibi olsa da sonunda kaybedeceklerine inanıyordu. Tarih kültürü çok geniş olan ve tarihten sonuç çıkarmasını bilen M. Kemal, Sofya Sefiri Ali Fethi ile de konuşarak, bu savaşta tarafsız kalmamızı istiyordu. Almanya ve Avusturya’nın tuzağına düşmemizi istemiyordu. Ama olaylar, Enver Paşanın ölçüsüz hareketleriyle, öylesine gelişmişti ki: Boyutları M. Kemal’i ve onun gibi düşünenleri aşmıştı. Türkler tuzağa düşürülmüş ve kendilerini savaşın ortasında bulmuşlardı... İngilizlerden Kaçan Alman Gemileri 10 Ağustos 1914 sabahı, Goeben ve Bresleu isimli iki Alman gemisi, İngiliz savaş gemilerinden kaçarak Çanakkale boğazına girmişti. Önlerinde Türk mayınları, arkalarında İngiliz savaş gemileri arasında sıkışıp kalmışlardı. Sığınma hakkı istiyorlardı. Durum, telgrafla Enver Paşaya bildirildi. Önce sadrazamla görüşmeyi düşünen Enver Paşa, sonra peşlerinde olan İngiliz gemileri tarafından batırılabilecekleri hatırlatılınca, kimseye sormadan: – Gemiler içeri alınsın” emrini vermişti. Bununla da yetinmeyerek, İngilizler Alman gemilerini izlerse ateş açılsın mı sorusuna karşı da, gene tek başına karar vermekten çekinmeyen Enver Paşa, ısrar eden Alman generaline: – Evet açılsın” cevabını vermişti. ferahlayarak odadan ayrılan General Von Press: İsteğine ulaşınca – Enver Paşanın sorumluluğu sevmesine hayranım” demiş ve hemen Çanakkale müstahkem mevkii kumandanlığını arayarak: – Gemilerin derhal içeri alınmasını ve İngilizler kendilerini izlerse ateş açmalarını” istemişti. Bunun üzerine Alman gemileri, kendilerine flamalar sallayan Türkleri selamlayarak, Türk torpidolarının eşliğinde Çanakkale Boğazından içeri girmişlerdi. O gece, Sadrazam Sait Halim Paşanın başkanlığında yapılmakta olan toplantıya biraz geç katılan Enver Paşa: 100 Rasim Pehlivanoğlu – Bir oğlumuz dünyaya geldi” diyerek içeri giriyor ve olanları anlatıyor. – Bu olay savaşa girmek anlamını taşır” diyenlere Enver Paşa: – Dost Almanları korumak zorundaydım” cevabını veriyordu. Durumu öğrenen Sadrazam Sait Halim Paşa, bu oldu bittiyi kabullenmek zorunda kalmıştı. Ama Alman denizcilerinin silahlarını teslim etmelerini istiyordu. Hemen o gün, bu kaçak gemileri satın alalım kararı verildi. Ertesi günkü gazetelerde ise, iki zırhlı geminin 80 Milyon Mark’a satın alındığı haberi açıklanıyordu. Ama İtilaf Devletlerinin (İngiliz, Fransız, Rusların) elçileri, satın alınan gemilerdeki Alman gemicilerinin yurtlarına gönderilerek yerlerine Türk mürettebatının (gemicilerinin) konulmasını istemişlerdi. Fakat bu istek yerine getirilmemişti... Goeben ve Bresleu gemilerinin, İngilizlerin vermediği Sultan Osman ve Reşadiye gemilerinin yerine alındığı söylenmişti. Artık bizim olan ve 16 Ağustos 1914’de İstanbul’a gelen bu gemilerin direklerine Türk bayrağı çekilmişti. Gemilerden Goeben’e YAVUZ, Bresleu’ya da MİDİLLİ isimleri verilmişti. Ama gemilerin içindeki Alman gemicileri değiştirilmemişti. Sadece başlarına fes giydirilmiş, güya Türk gemicisi olmuşlardı. Belçikalı bir maliyeci, Maliye Nazırı Cavit Beye şöyle söylüyordu: – Boğazlardaki şu gemilere bakınız... Almanlar, İmparatorluğunuzu zaptettiler. Ve biliniz ki: Sizi mahvetmeden buradan gitmeyeceklerdir” demişti... Mustafa Kemal’in Tevfik Rüştü’ye Mektubu ve Görüşleri Çanakkale Boğazını geçerek İstanbul’a gelen Alman gemileri olayını öğrenen Sofya’daki M. Kemal’i çok düşündürmüş ve üzmüştü. Bu oldu bittiyi hayra yorumlayamamıştı. Eline kağıt kalemi alarak, İstanbul’daki arkadaşı Tevfik Rüştü’ye uzun bir mektup yazmıştı. İki büyük grup arasında çıkan Cihan savaşının muhtemel ceyeran tarzı ve geleceği hakkındaki görüşlerini şöyle belirtmişti: – Nazik ve mühim (önemli) bir devre içinde bulunduğumuza şüphe yoktur. Hangi tarafın galip geleceğine dair fikrî kanaatimi söylemek istemem” diye başlayan mektubunda özetle şunları belirtiyordu: Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 101 İlk anda başarı gösteren Almanların ve onlara muhatap olan Fransızların ve Rusların durumunu, Rus ordusunun Avusturya’ya karşı üstünlüğünü ve daha birçok hususları dile getirerek, savaşın nasıl sonuçlanacağı hakkındaki görüşlerini belirtmeye çalışıyordu. Bu arada Yunanlıların ve diğer devletlerin durumundan da söz ediyor ve uyarıcı bilgeler veriyordu. Yapılacak meydan savaşında Almanların Fransızları mağlup edemeyeceğini; Avusturya’nın Ruslar karşısında daha fazla direnemeyerek geri çekileceğini ifade ediyordu. Avrupa’nın ortasında bulunan Alman ordusunun, mekik gibi bir doğuya bir batıya gide gele ne hale düşeceğini soruyordu. Mustafa Kemal, uzun mektubunda bunları ve daha başka görüşlerini gerekçeleriyle açıklamış, ilgilileri uyarmaya çalışmıştı. Sonunda kendi kanaatini belirtiyordu. M. Kemal, Enver Paşa gibi Alman galibiyetinden emin değildi. Tarihten ders almasını biliyordu. Şayet Ruslar, Galiçya’yı, Ukrayna’yı, Slovakya’yı arkada bırakarak daha içerlere çekilse bile; vaktiyle Napolyon’u yutan oyun, bu defa Alman İmparatoru Wilhelm’i ve temsil ettiği Almanya’yı yutamaz mıydı? Tevfik Rüştü’ye yazdığı fikirlerini, Sofya Sefiri Ali Fethi’ye de anlatan M. Kemal kesin kararını belirtiyordu: – Evet, biz savaşa girmemeliyiz. Tarafsız kalmalıyız...” diyor ve ilave ediyordu: – Sen bu adamları tanırsın. Sana inanırlar. Zira: Sen partilerinin mes’ul (sorumlu) sekreterliğini yapmıştın. Unuttun mu? Talat, Bolayır’a kadar nasıl ayağına gelmişti? Aman yaz. Behemahal yaz! Bu adamlar acele etmesinler. Harbin sonunun karanlık olduğunu onlara anlatamazsan bile, hiç olmazsa beklesinler. Bu harp bizim harbimiz değildir” diyordu. Ali Fethi Bey, M. Kemal’i dinliyor, ona hak veriyordu. Ama onun da elinden bir şey gelemiyordu. M. Kemal, Başkumandan vekili Enver Paşa hakkındaki görüşünü de şöyle belirtiyordu: – Bu kadar felaketlere rağmen, zafer sarhoşluğundan ayrılamadılar. Hele Enver’in aşırı sıçrayışı... Böyle bir adam sonunda diktatör olur. Hattâ oldu bile... Hem de körü körüne bir Alman hayranı” diyordu. (1) 1 Orhan-Erhan Dündar- M. K. Atatürk 7, 1. Dünya Savaşı, Ank. – 1999, s. 18-22 102 Rasim Pehlivanoğlu Böyle Dost Olur mu? Savaş ortamından faydalanarak, Osmanlı Hükümeti kapitilayonları kaldırmıştı. Osmanlı Devletinin tarafsız kalmasını isteyen Üçlü Uzlaşma (İtilaf) Devletleri, bu olup bittiyi de kabullenmiş ve sineye çekecek bir davranış içine girmişlerdi. Ne yazık ki: Dostumuz görünen Alman Devletinin Büyükelçisi şiddetle protesto ediyordu. Maliye Nazırı Cavit Bey’e koşarak: – Ruslar İstanbul’u alırlarsa size yardım etmeyeceğiz...” diyebiliyordu. Bu küstahlığa rağmen gözümüz açılmamış ve dostluğumuz devam ettirilmişti. Türklerin kendi yanlarında savaşa girmesinin, kendilerine çok şey kazandıracağını bilen Almanlar, hala kararsız davranan Osmanlıları bir olup bittiye getirerek savaşa sokma plânları yapıyorlardı. Bu konuda Osmanlı Kabinesi (Hükümeti) ikiye ayrılmıştı: – En az 6 ay daha tarafsız kalmalıyız” diyenler vardı. Ama Enver ve Talat Beyler, Almanların yanında hemen savaşa girmekte kararlıydılar. Ruslar ve İngilizlerin, 16 Ekim 1914’de aleyhimizde verdikleri kararlara göre, Almanya’nın kati şekilde yenilmesinden sonra İstanbul Ruslara bırakılacak. Boğazlar tarafsızlaştırılacaktı... Nereden bakılırsa bakılsın, savaşın sonucu Osmanlılar için iyi görünmüyordu... 3- Osmanlıların Savaşa Sokulması Taktikleri 20 Ekim 1914’de, Almanya, savaşta kullanılması için Osmanlı İmparatorluğuna 5 (beş) milyon lira borç vermişti. Enver Paşa da savaşa nasıl girileceğini belirten bir plân hazırlatmıştı. Plâna göre: Alman Amirali Souchon’un emrindeki 11 (on bir) parçadan kurulan Osmanlı donanması 27 Ekim 1914’te, sözde talim yapmak için Karadeniz’e açılmıştı. Elinde, Enver ve Cemal Paşaların yazılı buyrukları bulunuyordu. Amiral gemisi olan YAVUZ ’dan emir alan her gemi gidecekleri limana doğru yol alıyordu. Sivastopol önüne gelen YAVUZ (Goeben) gemisi toplarını ateşlemek üzereyken, karşıdan müthiş bir top atışı başladı. YAVUZ da hemen toplarıyla ateşe karşılık verdi. Aynı sırada diğer gemiler de memur oldukları, öbür Rus limanlarını bombardımana tuttular. Sanki, öncelikle Ruslar bombardımanı başlatmış ve Rus gemileri 2 gün boyunca gemilerimizi rahatsız etmiş gibi aldatmaca raporlar tanzim edilerek İstanbul’a gönderilmişti... İstanbul’da bomba gibi patlayan bu haber, hükümeti alt üst etmişti. Sadrazam Sait Halim Paşa müşkül durumda kalmıştı. Osmanlı Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 103 İmparatorluğu artık İttihat ve Terakkinin önde gelen üç ismi: TALAT, ENVER ve CEMAL Paşaların elinde kalmıştı: Enver Paşa, 33 yaşında, Harbiye Nazırı ve Başkumandan vekiliydi. Üstelik, sarayın da damadıydı. Cemal Paşa, Bahriye Nazırı, 2. Ordu Komutanı ve İstanbul Muhafızıydı. Disiplinli ve teşkilatçıydı. Talat Paşa, Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) idi. İttihat ve Terakkinin gizli başkanıydı. Partide şöhreti ve otoritesi vardı. M. Kemal, 29 Ekim 1914 günü Karadeniz’deki çatışma haberini öğrenince, artık her şeyin bittiğini anlamıştı!... Osmanlı Devleti fiilen savaşa girmiş, yapılacak bir şey kalmamıştı. Kendisini şaşkınlıkla dinleyen Ali Fethi’ye, M. Kemal: – Enver’den ancak bu beklenirdi. Türkiye bu harpten sağ çıkamaz” demişti. Sükûnetle dinleyen Ali Fethi: – M. Kemal çok haklı, ama ben ne yapabilirim” diye düşünmüştü. Karadeniz’deki bombardıman olayını fırsat bilen Ruslar, 1 Kasımda Kafkas Cephesinden Sarıkamış’a doğru saldırıya geçmişlerdi. 2 Kasımda, Rus Çarı Nichola: – Artık Karadeniz kıyılarında, ecdat yadigarı olan Rus emellerini gerçekleştireceğiz...” diyerek sevincini göstermişti. 3 Kasımda İngiliz ve Fransız zırhlıları Çanakkale’nin dış tabyalarını bombalamışlardı. Bu devletler, 5 Kasımda Osmanlılara karşı resmen savaş açmışlardı. 11 (on bir) Kasımda Üçlü Uzlaşma (İtilaf) Devletlerine resmen savaş açan Osmanlı Hükümeti, 14 Kasımda da Cihad-ı Ekber (Büyük Cihat) ilan etmişti. Bir gemi olayı nedeniyle, artık bütün şiddetiyle Osmanlılar da savaşa başlamışlardı. Savaş Başladığı Sırada Osmanlı İmp.luğunun Durumu Savaş başladığı sırada, Osmanlı İmparatorluğu 1.700.000 km karelik bir toprağa sahipti. Nüfusu 23.5 milyon civarındaydı. Bunun ancak 12 milyonu Türk halkındandı. Gerisi Araplardan ve diğer azınlıklardan oluşuyordu. İmparatorluğun bütün yükü Türklerin üzerindeydi. Savaşacak gücün kaynağı da 12 milyonluk Türk halkıydı. Zira: Hakimiyetimiz altında bulunan bütün Araplar ve Hıristiyan azınlıklar; Türklere yardımcı değil, aksine karşısında bulunuyorlardı... 20 milyonu oluşturan Müslüman topluluğu içinde bile 8 milyonluk Araplar ayrı baş çekiyordu. 1870 yılından beri Arap milliyetçiliği kışkırtılıyor ve bağımsızlık davası güdülüyordu. Osmanlı hakimiyetinde olan 3.5 milyonluk Hıristiyan halkı da imparatorlukla ilgisini gevşetmiş, kendi 104 Rasim Pehlivanoğlu aralarında milliyetçilik ceyeranlarını geliştirmişlerdi. Bağımsızlık peşindeydiler. Durumu fark eden İttihat ve Terakkiciler, bu akımın karşısında TÜRKÇÜLÜK düşüncesini işlemeye ve yaymaya çalışıyorlardı. Bu akımın önderi Ziya Gökalp idi. Görüşler doğru olabilirdi. Ama çıkışları yanlıştı. Metotları yanlıştı. Lider durumundaki Talat, Enver ve Cemal Paşaların görüş ufukları dardı, tutumları yanlıştı. Bunlar kendilerine çok güveniyorlardı ve hayal peşinde koşuyorlardı... Savaş başladığında Osmanlı Ordusunun sayısı 900bin idi. Bunun 400bini talim görmüştü. Bu sayı savaş sonuna kadar 2.850.000 i bulmuştu. Subay sayısı ise 24 bindi. Osmanlı kuvvetleri 4 ordu halinde örgütlenmişti. Sonradan 5. Ordu da kurulmuştu. 4 – Cihan Savaşında Osmanlı Cepheleri Savaş Sırasında ve Sonrasında Önemli Gelişmeler Birinci Cihan Savaşına giren Osmanlı İmparatorluğu çok cephede savaşmak zorunda kalmıştı. Bu cepheleri şöyle sıralayabiliriz: a- Cihan Savaşında Ordumuzun Doğu Seferi ve Kırılan askerlerimiz. b- Güneyde Kanal Seferi ve Mısırın İşgali Fiyaskosu c- Çanakkale Savaşları ve Bu Savaşların Efsanevi Kumandanı Mustafa Kemal d- Doğuda Yeniden Başlayan Osmanlı – Rus Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa e- Güney Cephesi – Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı ve Mustafa Kemal Bu cephe savaşları devam ederken, Doğuda isyan eden Ermenilerle, Güneyde (Arabistan’da) isyan çıkaran Mekke Şerifi ile de epey uğraşlarımız olmuştur. AYRICA: dostumuz Almanlara yardımcı olmak gayesi ile Galiçya, Romanya, Makedonya cephelerinde de Ordumuz kıyasıya savaşlar vermiştir. Birinci Cihan Harbinde savaştığımız çeşitli cepheleri ve savaş sırasındaki önemli gelişmeleri aşağıda özetle görelim: Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 105 a– Cihan Savaşında Ordumuzun Doğu Seferi ve Kırılan Askerlerimiz Doğu Anadolu’nun korkunç kışı başlamak üzereydi. Doğu Anadolu’da görevli 90bin kişilik 3. Ordunun birçok eksiği vardı. Dondurucu kışın başlaması nedeniyle, ordu komutanı Hasan İzzet Paşa, Ruslara karşı savunmada kalmayı gerekli görüyordu. Ruslar saldırsa bile, Erzurum yakınlarında toplanıp kaleye dayanarak, savunma vuruşması yapmayı düşünüyordu. Bu görüş nedeniyle, Ruslar 1 Kasım’da saldırıya geçince 3. Ordu Erzurum’a doğru çekilmişti. Fakat İstanbul Genel Karargahından (Enver Paşadan) gelen emirle çekilme işi durdurulmuştu. – Zayıf düşman kuvvetlerine saldırın” emri verilmişti. Emre uyarak saldırıya geçen 3. Ordu, 11 ila 14 Kasımda 2. Köprüköy vuruşmasıyla düşmanı püskürtmüş ve eski mevzilerine çekilmesini sağlamıştı. Ama bu sırada Osmanlı ordusunda ilk TİFÜS hastalığı görülmüştü. Emir gereği, 16 – 17 Kasımda yeniden saldırıya geçen 3. Ordu, Azap sırtlarındaki Rus mevzilerini ele geçirmiş ama kendisi de güçsüz düşmüştü. Soğuk, açlık ve hastalığın yanı sıra cephane de azalmıştı. Ordunun dinlenmesi ve güçlenmesi için saldırıya ara verilmişti. İstanbul’daki Başkumandan vekili Enver Paşa gerçeği görebilecek durumda değildi. Bu kadar sayıdaki ordu ile Rus kuvvetlerinin yenilemeyişi onu üzmüş ve kızdırmıştı. Halâ, yeni bir plân yaparak saldırıya geçmek kararındaydı: – En iyisi kendim oraya gidip durumu görmeliyim” diye düşünüyordu. Enver Paşanın akıl almaz plânlarını beğenmeyen çevresindeki subaylar onu uyarıyorlar, ama sonunda susmak zorunda kalıyorlardı. Fakat bakanlar kurulu, Enver Paşanın doğu cephesine gitmesini doğru bulmamış ve izin vermemişti. Kendisi gidemeyince, birinci yardımcısı Hafız Hakkı’yı doğu cephesine göndermişti. Hafız Hakkı, doğudan Enver Paşaya gönderdiği raporda, saldırıya geçilmesini tavsiye ediyordu. Bu görüş Enver Paşanın aklına yatmıştı. Ama Hafız Hakkı’nın, rütbesini yükselterek kumandanlığa talip olması hoşuna gitmemişti. Enver Paşa: – Bu hareketi ben idare etmeliyim. Başarısı benim olmalıdır” görüşüyle doğu cephesine gitmeye karar verir. Fakat görüşünü almak istediği Alman Generali Liman Von Sanders bu kararı doğru bulmamış: – Orduda ayakkabı, elbise eksikliği, beslenme yetmezliği varken ve bu eksiklerin sağlanması güçlüğü yaşanırken; üstelik, karakış ve 106 Rasim Pehlivanoğlu dondurucu soğuk devam ederken yapılacak askeri sevkiyatın imkânsızlığını Enver Paşaya anlattığı halde ikna edilemeyen Enver Paşayı kararından vazgeçirememişti. O, hep Rusları yeneceği ve büyük zafer kazanacağı hayali içinde yaşıyordu... İstanbul’dan hareket eden Enver Paşa, Trabzon – Erzurum yoluyla, 13 Aralıkta 3. Ordu Karargahı’nın bulunduğu Köprüköy’e ulaştı. Hasan İzzet Paşa ile görüşerek, saldırı konusunda fikir birliğine vardılar. Orduda bulunan Alman kurmayları böyle bir saldırının sonucundan emin değillerdi. Ama Türklerin Rusları üzerlerine çekeceğinden memnun oluyorlar ve susuyorlardı. Ordu kumandanı Hasan İzzet Paşa: – Meydan savaşı vermeyip de şimdilik düşmanı geriye atalım. Gelecek için güçlenerek saldırıya hazırlanalım” görüşündeydi. Ama Enver Paşa: “Bu adamla saldırıya geçilmez” diye düşünerek, Kurmay Okulundan strateji hocası olan Hasan İzzet Paşayı görevinden almış, yerine kendisi geçmiştir. Enver Paşa Komutasındaki Ordu Enver Paşanın komutası altına giren ordu, 18 Aralık 1914’te ileri yürüyüşe geçmişti. Amaç, Kars – Ardahan ve Batum’u geri almaktı. 1920 Aralıkta yılın ilk büyük karı yağmıştı. Askerlerinin çoğunun elbisesi yazlıktı. Ayaklarındaki çarıktı ve yemekler yufkadan ibaretti. Malzeme noksandı. Fakat her şeye rağmen, saldırı kararı kesindi... Bu kış kıyamette, noksan malzemeyle ve askerin çeşitli eksiklikleriyle düşman üzerine akılsızca saldırmak olayının hikâyesi hazin ve üzücü olmuştu!... Burada, ayrıntılara girmeden özetle olayı vermek istiyorum. Ordunun kolorduları ve tümenlerinin yürüyüşü önceleri başarılı gibi olmuştu. İlerleyerek bazı yerler de alınmıştı. Ama sonuç feci olmuştu: Ordunun geçeceği vadiler karla kaplanmıştı. Üzerinde yürünemiyordu. Karın ve buzun rüzgarlarla savrulduğu tepelerde yürümek, karla kaplı vadilerde yürümekten daha kolaydı... Bu arada bazı gelişmeler ve yanlış bilgilenmeler de olmuştu. Sarıkamış’a çıkacak olan 29. Tümen, hatalı harita nedeniyle başka bir yere çıkmıştı. Sarıkamış’ı boşaltmaya hazırlanan Ruslar durumu öğrenince, bundan vazgeçmişler, Sarıkamış’ta kalmışlardı. Yağan şiddetli kar içinde yavaş ilerleyen askerlerimiz MOLOKON Ovasına gelince, çalılıklar arasında gizlenen Rusların şiddetli ateşiyle karşılaşmışlardı. Düşmanın küçük bir kuvvet Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 107 olduğunu bilmeyen Tümen Komutanı hârekatı durdurmuş. Eksi -20 dereceli soğukta, askerlerimiz çalı çırpı yakarak geceyi geçirmişti. Ama Enver Paşa halâ ümitliydi. 3 bin metreyi aşan yüksek Allahuekber Yaylâsında, kar 1 metreyi aşıyorken, hatalı haritaların rehberliğinde yürüyen 10. Kolordumuz, ümitsiz ve tehlikeli yürüyüşe devam ediyordu. Açlık, soğuk ve yorgunluktan kuvvetlerin üçte biri kırılmıştı. Sarıkamış’ta güçlenmiş olan Ruslar, 27-28 Aralık gecesi yapılan Türk taarruzlarını püskürtmüşlerdi. Bu yenilgiyi kabullenemeyen Türkler, ertesi gece yapılan baskınla Sarıkamış’a girmişlerdi. Fakat karanlık gecede Sarıkamış sokaklarında yapılan süngü muhaberesinde büyük kayıplar verilmişti... 17. Tümen de burada erimişti! Rus kuvvetleri komutanı, artık kozların kendi ellerine geçtiğini biliyor ve Türkleri tamamen yok etmek çareleri arıyordu. Ertesi gün sabahı 28. ve 29. Tümenlerden 3000 kişiden fazla insan çıkarılamamıştı. Artık Enver Paşa da taarruza devam etmek ısrarından vazgeçmişti. Nihayet, güvenini kaybeden ve başarısızlığı kabul eden ve de 3.Ordunun mahvına sebep olan hayalperest Enver Paşa, geri çekilmeyi savunan subaylarına hak vermişti. Ama iş işten geçmişti. Kalanı kurtarmak için bütün kuvvetlerin 2.Kolorduya iltihak etmesini(katılmasını)istemişti. Sarıkamış’taki kuvvetlerin komutasını, Rütbesini yükselttiği Hafız Hakkı’ya bırakan Enver Paşa 5 Ocak 1915’te cepheden ayrılmıştı. Dönüş yolunda atını dört nala sürerek esir edilmekten zor kurtulmuştu. Osmanlı kuvvetleri ise, büyük kayıplar vererek, 18 Ocakta Sarıkamış’tan önceki mevzilerine dönmüşlerdi. Bitkin duruma düşen düşman kuvvetleri de duraklarında kalmıştı. Atıyla Erzurum’a gelen Enver Paşa, İstanbul’a (Sadrazamlığa) bir telgraf çekerek: – Rus ordusu tamamıyla mağlup edilmemiş ise de huduttan dışarı atılmıştır... “ diye yazmış ve acı gerçeği açıklamaktan çekinmiştir. “Mustafa Kemal Beyi 19.Tümen Komutanı yapınız” emrini de telgrafına ilave etmiştir. b– Güneyde Kanal Seferi ve Mısırın İşgali Fiyaskosu Enver Paşa doğu seferine çıkmadan önce, 2.Ordu Komutanı ve en yakın arkadaşı Cemal Paşa ile konuşarak güneydeki 4.Ordu komutanlığını üzerine almasını istemişti. Süveyş Kanalı’na bir saldırı düzenleyerek İngilizlerin Mısır’ı işgal etmelerini önlemesini, Suriye’de 108 Rasim Pehlivanoğlu asayişi ve iç güvenliği sağlamasını teklif etmişti. Kendisini Süveyş Komutanı ve Mısır Fatihi olarak hayal eden Cemal Paşa teklifi sevinerek kabul etmişti. Hemen harekete geçerek görevine başlamıştı. 4.Ordu Komutanlığına atanan Cemal Paşa, 6 Aralık 1914’te Şam’a varmıştı. Yerleştiği otelde kanal seferinin hazırlığına başlamıştı. Cemal Paşanın bütün kuvvetleri toplamı 35 000 kişi idi. Bunları ve ağırlıklarını, develerle TİH Sahrasından geçirmek güç işti ve zaman alacaktı. Cemal Paşa ise İngilizleri gafil avlamak istiyordu. 5-6 bin kişilik bir kuvvetle, İsmailiye’nin güneyinden kanalı elde etmeyi düşünüyordu. Oysa, Süveyş Kanalında savunma için bekleyen İngiliz gemilerinden ve Mısır’da bulunan 150 bin İngiliz askerinden – herhalde- haberi yoktu. Yarbay Ali Fuat’ın komutasındaki Osmanlı kuvvetleri aldığı emirle 14 Ocak 1915’te kanal istikametinde yürüyüşe geçti. Sıcaktan korunmak için askerler gündüz istirahat ediyor gece yürüyordu. 31 Ocakta, Nil nehrinin sağ kıyısına 10 km yakın bir mesafeye gelindi.3 Şubatta 5 tabur kıyıya yanaştı. Tombazlar ( altı düz büyük nehir kayığı) suya indirildi. Her tombazda bir subay ve 60 er bulunuyordu. Saç kaplı Tombazlar karşı sahile doğru yola çıktı. İngiliz güçlerine karşı ani bir baskın yapılacaktı. Fakat son derece tedbirli olan İngilizler, özel yetiştirilmiş köpeklerin havlamasıyla uyarıldı. Hemen projektörler yakıldı ve kanalın orta yerindeki Türkler görüldü. Karşı kıyıdan ve donanmadan açılan topçu ateşi ile Tombazlar batırıldı.!... Karşı kıyıya ancak 600 asker çıkabilmiş ve onlar da esir edilmişti. Cemal Paşa, komutanlarının görüşlerini aldıktan sonra, aksi görüşü savunanlar olmasına rağmen çekilmeye karar vermişti. Askere yayınladığı günlük emirde ise olayı saptırarak: – Kanal seferinin ana amacı , ileride yapılacak olan büyük bir saldırı için gerekli keşifleri yapmaktı. Sefer tam bir başarı ile sonuçlanmıştır (!) Bu başarıdan dolayı hepinizi tebrik ederim” diyebiliyordu. Ne büyük bir başarı değil mi(?)... Kafkasya cephesinde eriyen 90 000 kişilik ordudan sonra, Mısır’ın fethi hayali ile TİH Sahrası ve Süveyş Kanalının işgali olayı da böylece hazin bir sonuçla noktalanmıştı... Mustafa Kemal Orduda Görev İstiyor Bilindiği üzere Birinci Cihan Savaşı başladığında M. Kemal Sofya Ataşemiliterliği görevindeydi. Sofya sefiri (Büyükelçisi) ise arkadaşı Ali Fethi Bey idi. İki kutba ayrılmış olan Avrupalı büyük devletlerin ergeç birbirleriyle savaşacaklarını ikisi de biliyordu. M. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 109 Kemal, Osmanlı İmparatorluğunun savaş dışında kalması taraftarıydı. 3 lü İttifak (anlaşma) veya 3 lü İtilaf (uzlaşma) devletlerinden herhangi birsini tutmadan tarafsız kalınmasını ülke menfaatine uygun görüyordu. Sofya Sefiri Ali Fethi ile bu hususları konuşuyor, görüş alışverişi yapıyordu. Ayrıca, arkadaşı Tevfik Rüştü’ye yazdığı uzun mektubunda bu konudaki görüşlerini detaylı olarak açıklamış ve ilgililere duyurulmasını istemişti. Buna rağmen görüşleri gereği gibi değerlendirilmemiş ve bir oldu bittiye getirilerek İttifak (anlaşma) Devletlerinin (Almanya ve Avusturya’nın) yanında Osmanlı Devleti savaşa sokulmuştu. Olaylar bu hale gelince, M. Kemal artık Sofya’da kalamazdı. Mademki harp (savaş) başlamıştı. O halde, şimdi O da rahat bir salonda değil, ateş hattında olmalıydı. Başkumandanlık vekiline bir mektup yazarak, kendisine ordu içinde rütbesiyle mütenasip (rütbesine uygun) bir görev verilmesini istemişti. Fakat: – Sizin orada kalmanız daha mühim” denilerek teklifi reddedilmişti. Ama O: – Memleketim harpte ben burada ataşemiliterlik yetkenliğinden mahrum isem müracaatını yenilemişti. Bu verilmemişti. O ise: ve arkadaşlarım savaş hattında iken yapamam... Eğer birinci sınıf subay lütfen kanaatinizi söyleyin” diyerek isteğine çok beklediği halde cevap – Gerekirse bir er gibi herhangi bir cephede savaşırım” diye düşünüyordu. O günlerde, bizzat kumanda ettiği Kafkas Cephesi hezimetinden sonra Erzurum’dan Sadarete (Sadrazamlığa) telgraf çeken Başkumandan vekili Enver Paşa, M. Kemal’in 19. Tümen komutanlığına getirilmesini istemişti. 19. Tümen Komutanı M. Kemal Nihayet M. Kemal’in isteği olmuştu. 19. Tümen Komutanlığına atandığı emrini öğrenen M. Kemal, Sofya’dan İstanbul’a adetâ kuş gibi uçarcasına gelmişti. Ama komutanlığına tayin edildiği 19. Tümenin nerede olduğu bilinmiyordu. Kime sorsa net cevap alamıyordu. Erzurum’dan gelen Enver Paşa ile de görüşerek tayininden dolayı teşekkür etmiş ve görev yerini öğrenmek istemişti. Fakat Enver Paşa: – Genel Kurmay Dairesiyle görüşseniz daha kesin bilgi alırsınız” demişti. Genel Kurmay Başkanlığı da böyle bir tümenin varlığından habersizdi. Tavsiye üzerine bir de Alman Generali Lıman Von 110 Rasim Pehlivanoğlu Sanders Paşa ile görüştü. M. Kemal’i nezaketle kabul eden Liman Paşa kendisiyle önemli konularda sohbet etti... Nihayet bir takım zorluklara katlanarak gittiği Tekirdağ’ında henüz kuruluş halindeki 19. Tümeni buldu. (24 Ocak 1915) 57. Alay ve bazı birliklerden oluşan 19. Tümeni yetiştirmeye koyulan M. Kemal bu işte epey ileri gitmişti. Bu sırada, 57. Alayla birlikte 24 Şubatta Gelibolu yarım adasına hareket emrini almıştı. Tümene bağlı 72. ve 77. Alaylar arkadan gelecekti. Gelibolu’da Maydos Bölgesi Komutanı olarak göreve başlayan M. Kemal bu bölgeyi çok iyi biliyordu. c– Çanakkale Savaşları – Bu Savaşların Efsanevi Kumandanı Mustafa Kemal Birinci Cihan Harbinin en şiddetli savaşları Çanakkale’de geçmiştir. İtilaf Devletleri (İngiliz, Fransız) kuvvetleriyle Osmanlılar arasında geçen Çanakkale Savaşları, denizde ve karada olmak üzere iki safhada ceyeran etmiştir. Deniz Savaşları 16 Şubat 1915’de başlamış, 18 Mart 1915’de düşmanların yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Kara Savaşları 23 Nisan 1915’de başlamış, 19-20 Aralık 1915 gecesi düşman güçlerinin çekilip gitmesiyle son bulmuştur. Çanakkale’nin Gelibolu yarımadasında devam eden kara savaşları da iki safhalı olmuştur: Birinci Safha kara savaşları: 23 Nisan 1915’de başlayıp, 9 Haziran 1915’de düşmanın kıyıya kadar kovalanmasıyla sükun bulmuştur. 9 Haziran ile 6 Ağustos arasında geçen dinlenme devrinde pasif siper savaşları yapılmıştır. İkinci Safha kara savaşları: 6 Ağustos 1915’de şiddetle başlamış olan ikinci safha kara savaşları, 10 Ağustos günü düşmanın yeniden kıyılara kadar sürülmesini sağlamıştır. Kıyılarda aylarca süren siper savaşlarına devam edilmiştir. Sonunda ümidini yitiren düşman kuvvetleri 19 – 20 Aralık 1915 gecesi, son durak yeri olan Arıburnu ve Anafartalar bölgesinden çekilip gitmişlerdir. Tarihi, şanlar ve zaferlerle dolu olan Türk milletinin, devlet olarak devam edip edemeyeceğini tayin edecek önemde olan ve yetişmekte olan Türk gençlerine kahramanlık örnekleri sergileyen Çanakkale savaşlarının safhalarını aşağıda özetle açıklamaya çalışalım. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 111 1) Çanakkale Deniz Savaşları (Çanakkale Boğazı Geçilemez) Önce Çanakkale Boğazını geçerek İstanbul’a, oradan da Karadeniz’e geçerek Ruslara yardım etmek amacında olan İngiliz ve Fransız donanmaları, 16 Şubat 1915’de Çanakkale Boğazında toplanarak, o güne kadar Akdeniz’in gördüğü en büyük deniz gücünü ortaya çıkarmıştı. 19 Şubat sabah saatlerinde Türk tabyalarına karşı saldırıya geçen gemiler, uzun menzilli bombalar yağdırıyorlardı. Öğleden sonra kıyıya daha da yaklaştılar. Sonra geri çekildiler. 25-26 Şubat 1915’te, 12 gemi ile saldırıya geçen düşman filosu uzun menzilli toplarının atışlarıyla Türk dış tabyalarını susturdu. Sonra da iç bataryaların tahribine girişti. Başlarına geleceği bilmeyen düşman Amirali, “14 gün sonra İstanbul önlerinde olacaklarını” söylüyordu. 5 Mart ve 10 Mart arası boğaza giren düşmanın büyük zırhlıları kıyıları ateşe boğuyordu. Ama karşıdan fazla tepki görmüyorlardı. Çanakkale Boğazı ile İstanbul çevresini savunma görevi Birinci Orduya verilmişti. Komutanı Liman Von Sanders’ti. 3. ve 15. Kolordular ile müstahkem mevkii komutanlığı da emrinde idi. M. Kemal de 19. Tümeniyle Gelibolu’da görev almıştı. Düşman Amirali Carden son saldırı için hazırlanıyordu. 17 ve 18 Martta saldırı yapılacak ve Çanakkale Boğazı geçilerek İstanbul alınacaktı. Düşman İtilaf Devletleri donanmasının Çanakkale Boğazını geçmeye hazırlandıkları duyulunca İstanbul halkı çok heyecanlanmış, korkulu rüyalar görmeye başlamışlardı. Ama durum sanıldığı gibi değildi: 17-18 Mart gecesi NUSRET mayın gemisi, saat 24.00’te Çanakkale Boğazına açılmış, sabah saat 5.40’a kadar mevcut 26 mayını boğaza döşemişti!... 18 Mart 1915 sabahı, düşman donanması, güneşli ve ılık bir havada harekete geçmişti. Çanakkale boğazını geçmek için son savaşlarını deneyeceklerdi. Saat 10.58’de savaş düzeni almış olan büyük düşman donanması üç hat halinde geliyordu. Gelen büyük gemiler önce Anadolu kıyısındaki tabyalara, sonra Rumeli kıyısındaki Hamidiye tabyalarına ateş açtılar. Türk istihkam ve bataryaları gemilere hemen karşılık vermediler. Topların etkili bölgesine girmesini beklediler. Meydanı boş bulan Fransızların ikinci gemileri ağır topları ile Rumeli yakasındaki Kilitbahir ve Mesudiye tabyalarını, Anadolu yakasındaki Dardanos ve Beyaztepe mevkilerini ateşe tuttular. Dürbünlerle yapılan gözlemde, istihkâmların harabe haline geldiği 112 Rasim Pehlivanoğlu görülüyordu. Bu toprak yığınları arasında bir insanın değil topun bile sağlam kalamayacağı düşünülüyordu. Beklenmedik Ateş – Batan Gemiler ve Kazanılan Zafer Korkusuzca ilerleyen düşman zırhlıları topların menzilleri içine girer girmez, Türk savunma komutanlığı ATEŞ!... emrini vermişti. Türklerin ani ateşi düşmanı şaşkına çevirmişti! “Nasıl olur da çökmüş istihkâmlardan böylesine bir ateş yapılabilirdi?...” Türk bataryalarından atılan bombaların düştüğü yerden havaya fışkıran su sütunları arasında o koca gemiler görünmez olmuştu. Açılan olağan üstü ateş gemileri bunaltmıştı... İsabet alan INFLEXIBLE gemisinde yangın çıkmış ve geri dönmüştü. Gemilerin çoğu çeşitli yerlerinden yaralar almıştı. Ünlü BOUVET Gemisi de isabet almış ve yangın çıkmıştı. 15 dakikada 14 isabet alan SUFFREN gemisi savaş dışı kalmıştı. Bir gece önce Nusret mayın gemisinin döşediği mayınlardan birisine çarpan BOUVET, müthiş bir patlamayla sarsılmış, 700 mevcudu ile 15 dakikada batmıştı. Bouveti kurtarmaya gelen diğer Fransız gemisi savaş yerini terk etmişti. Yerini dolduran İngiliz gemileri de Türk bataryalarından gelen daha hızlı ateşlerle bunalmış, yükselen su sütunları arasında görünmez olmuştu. Saat 15.15’te bir zırhlı torpile çarparak yan yatmıştı. Diğer iki gemi de mayına çarpmış, Türk topçusunun ateşi altında içi boşaltılarak kendi haline bırakılmıştı. Ümidini tamamen kaybeden düşman Amirali, saat 17.00’de geri kalan zırhlılarına dönüş emri vermişti. Dünyanın en ünlü savaş gemilerinden oluşan gemilerin geri kalanları Çanakkale Boğazını terk etmeye başlamıştı... Çekilmeyi kıyıdan izleyen Mehmetçikler, YUHH!... çekerek sevinçlerini gösteriyorlardı... Müstahkem mevki komutanı Albay Cevat da kaçan gemileri Dardanos Bataryasından sevinç gözyaşları ile izliyordu. Duygulu şairimiz Mehmet Akif (Ersoy’un), Çanakkale Boğazında o günkü manzarayı dile getiren, her Türkün okumasında fayda gördüğüm şiirinin büyük bölümünü aşağıya alıyorum: ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf (kalabalık) orduların yükleniyor dördü beşi, – Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya– Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal Ne hayâsızca tahaşşüd (yığılma) ki ufuklar kapalı! Nerde – gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı” Dedirir – yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi (hapishanesi), yâhud kafesi! Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. Yedi iklimi cihânın duruyor karşında, Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... Hani, tâuna (vebaya) da züldür bu rezil istilâ! .......................................... Öteden sâikalar (yıldırımlar) parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı (derinlikler); Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam; Atılan her lağamın yaktığı, yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, Yıldırım yayılımı tufanlar, alevden seller. Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere, Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre. Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler... Kahramân orduyu seyret ki bu tehdide güler! ..................................................................... Asım’ın nesli... Diyordum ya... nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek. Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rüku olmasa, dünyâda eğilmez başlar, Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor; Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk anlı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i (birliği)... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi... Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni târihe!” desem, sağmazsın. 113 114 Rasim Pehlivanoğlu Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb. Seni ancak ebediyetler eder istiâb (içine alır). “Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; .................................................... Sen ki, son ehl-i salibin (Haçlıların) kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i, Kılıç Arslan gibi iclâline (yüceliğine) ettin hayrân... Sen ki, İslâm’ı kuşatmış boğuyorken hüsrân, O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, ruhunla berâber gezer ecrâmı (cansız) adın; Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... EY ŞEHİD OĞLU ŞEHİD, İSTEME BENDEN MAKBER, SANA AĞUŞUNU (kucağını) AÇMIŞ DURUYOR PEYGAMBER. (2) O vahşet günlerini hatırlatan, Haluk Nihat Pepeyi’nin Çanakkale Destanı’ndan bir bölümünü aşağıya alıyorum: ÇANAKKALE DESTANI’ndan Toplar uyandırıyor bu gün arzı uykudan, Kanlı bir ağız gibi tan yerinde ufuklar. İşte ihtiyar toprak sarsılıyor korkudan, Bu gün toplar diyor ki: Akdeniz’de kavga var... Titriyor Akdeniz’in gülen tatlı suları, Soluklarını tuttu gök bakınca denize. Görününce demirden, ateşten orduları, Sandılar Çanakkale artık gelecek dize... Gemiler yanaştıkça tutuşan kayalara, Değişiyor dağların şekilleri ansızın. Her tepenin sırtında kanayan birer yara, Çanakkale zelzele kaynağıdır Dünyanın. Ayaklanmış geliyor Britanya adaları, Önüne katmış Yenizeland, Kanadaları. Ağırlıktan kabarmış denizler yükseliyor, Yer taşımaz askerle işte düşman geliyor. Yanık otlar içinde inliyor yaralılar, Hırsını kaybederek ağlıyor soğuk mezar. Andırıyor şehitler kırılmış heykelleri, Düşmanı kovalıyor sanki hala elleri. 2 Mehmet Akif Ersoy Safahat:İst. – 1996, s.426 - 433 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 115 Bir takım birden ölmüş, başında borazanı, Ölmek değil yaşamak istiyor delikanı. Kanlı bir sessizliğin ruhu kapladı yeri, Sonsuz rüyalar görür ölülerin gözleri! (3) İmparatorluğu Paylaşma Anlaşması ve Ermeniler Savaşı kazanacaklarından emin olan itilaf devletleri, 23 Mart 1915’te Londra’da toplanarak Osmanlı İmparatorluğunun paylaşılmasını görüşüyorlar. İstanbul’u ve boğazları Ruslara vermek vaatlerini de tekrarlıyorlardı. Bu arada, Yunanlıları ve İtalyanları da yanlarına çekmek için gayretlerini arttırmışlardı. Çanakkale savaşları devam ederken, düşman devletleri Doğu Anadolu’da boş durmuyorlardı: İngilizler, Fransızlar ve özellikle Ruslar, Ermenileri ayaklandırarak Türkleri arkadan vurmak istiyorlardı. Ruslar, daha birinci Cihan savaşı başladığı günlerde Ermenilere hitaben bir bildiri yayınlamışlar ve onları isyana teşvik etmişlerdi. Ermeniler ile olan geleneksel bağlılıklarından söz eden Rus Çarının bildirisi etkili olmuştu. Ermeni komiteleri yurdun çeşitli yerlerinde çete savaşları ile işe başlamışlardı. Asıl harekete geçmeleri için İngiltere ve Ruslardan emir bekliyorlardı. 1915 Nisan ortalarında emir gelmişti: 15 Nisanda Van’da, 17 Nisanda Sason’da, 18 Nisanda Bitlis’te ayaklanan Ermeniler, 20 Nisanda Van’ın içinde büyük bir Ermeni ayaklanması başlatmıştı. Karakollara ve Türk evlerine saldırmışlardı. Postahane... gibi binaları yakmışlardı. Ayaklanma bastırılamayınca, Van şehri –Ermenilerle beraber hareket eden- Rusların eline geçmişti. 2) Çanakkale’ye Karadan Çıkarma Harekâtı ve Mustafa Kemal a) Kara Savaşlarının Birinci Safhası 18 Mart 1915 yenilgisiyle Çanakkale Boğazından geçemeyeceklerini anlayan İtilaf Devletleri, bu sefer de karadan taarruza geçerek amaçlarına ulaşmak istiyorlardı. İngiliz, Fransız birliklerine, çok sayıdaki ANZAK’lardan oluşan birlikleri de katarak yeni bir ordu kurulmuştu. Bu, sayıca üstün düşman kuvvetlerini Gelibolu’ya taşımak ve oradan karaya çıkarmak istiyorlardı. Ama bilmiyorlardı ki: Orada bir Mustafa Kemal ve onun yetiştirdiği Mehmetçikler vardı!... 3 M. Behçet Yazar: Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı, İst. – 1938, s. 171 116 Rasim Pehlivanoğlu Yukarıda belirtildiği gibi, karadan çıkarma yapmak hazırlığında olan İngiliz ve Fransızlar, Çanakkale Boğazı önünde ve adalarda kuvvet toplamaya başlamışlardı. Bu kuvvetlerin başına Mareşal SİR HAMILTON atanmıştı. Çanakkale’yi savunmak için kurulan 5. Ordu’nun komutanlığına ise, Alman Mareşali LİMAN VON SANDERS getirilmişti. 31 Martta, kıyı savunma görevi verilen 9. Tümenin düzenini görmek için Karatepe ve Akçatepe’ye gelen Liman Von Sanders; düşmanın büyük güçlerle Bolayır veya Anadolu yakasından çıkacağını düşünüyordu ve savunma tertibatını ona göre aldırıyordu. Ama, Gelibolu’da görevli 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in görüşü tamamen farklıydı. M. Kemal’e göre: Düşman Seddülbahir bölgesinden çıkabilirdi. Donanmasıyla yarımadayı iki uçtan ateş altına alabilir, Seddülbahir ve Karatepe’den saldırıya geçebilirdi... Bu görüşte olan M. Kemal, 5. Ordunun ihtiyatı olarak, Maydos’un kuzey batısında mevzilenen 19. Tümeni, her türlü ihtimali dikkate alarak hazırlamış ve yerleştirilmesini ona göre yapmıştı. 23 Nisan 1915 günü Kandiya ve Mondros limanlarından hareket eden düşman gemileri o kadar çoktu ki saymakla bitmezdi. Osmanlılara karşı son haçlı seferi hazırlanmıştı... Düşman uçakları havadan devamlı keşif uçuşları yapıyordu. Haklı Çıkan Mustafa Kemal, Düşmanı İlk Karşılayan Olmuştu: Kıyıya yanaşan düşman gemileri, sanki Bolayırdan ve Anadolu yakasından çıkacaklarmış gibi oyalanarak 5. Ordu komutanını şaşırtmışlar ve bir kısım kuvvetlerimizin Bolayıra kaydırılmasını sağlamışlardı. Ama asıl düşman kuvvetleri, 25 Nisan sabahı erken saatlerinden itibaren Arıburnu, Karatepe ve Seddülbahir bölgesine çıkarma yapmaya başlamıştı. Çıkarma yapılan yerde sürekli takviye alan düşman, gözetleme taburlarını da püskürterek ilerliyordu. Fakat olacakları önceden gören ve hazır bulunan M. Kemal, 25 Nisan sabahı saat 3.30’da top sesleriyle uyanmış ve hemen harekete geçmişti. Kolordu Komutanının da çıkarmadan haberi olmadığını öğrenen M. Kemal süvari bölüğünü keşif için Kocaçimen bölgesine göndermiştir. Düşmanın, Arıburnun’dan Kabatepe sırtlarına sarkmakta olduğu haberini almıştır. Savaşın 1 taburla kazanılamayacağını anlayan M. Kemal, yedekte bulunan bütün tümeniyle düşmanı karşılamaya karar vermiştir. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 117 Ordu komutanlığından veya kolordudan emir almadan, 57. Alayıyla birlikte hemen yola çıkmıştır. Ulaştığı Kocaçimen bölgesinde askerlere küçük bir dinlenme molası vermişti. Kendisi de durumu öğrenmek için yanına aldığı birkaç subayla birlikte Conkbayırı’na yönelmiştir. Elverişsiz arazide atlarını da bırakarak yaya olarak Conkbayırı’na vardıklarında gördüler ki: 261 rakımlı tepedeki gözcüler, Conkbayırı’na doğru koşarak geliyorlardı. Önlerine çıkan M. Kemal: – Niçin kaçıyorsunuz” diye sorunca, kendisine gösterilen 261 rakamlı tepeye bakıyor ve yaklaşan düşmanı görüyor. Düşman, M. Kemal’e kendi askerlerinden daha yakında bulunuyordu. M. Kemal inisiyatif kullanarak hemen kararını vermişti. Bunları mutlaka durdurmalıydı. Aksi halde mahvolunurdu!... Askerlerine, kararlı ve etkili bir sesle: – Düşmandan kaçılmaz!” diye bağırıyor. – Cephanemiz kalmadı” diyorlar. – Cephaneniz yoksa süngünüz var” uyarısını yapan M. Kemal, arkasından o meşhur komutunu veriyor: – SÜNGÜ TAK, YERE YAT!...” Erler süngü takıp yere yatınca, düşman erleri de korkuyla yere yatmış ve bir bekleyiş başlamıştı... Bu sırada emir subayını geriye gönderen M. Kemal, erlerin “marş marş”la yetişmesini istemişti. Düşmanların şaşkınlığı geçerken 57. Alay Hızır gibi yetişmiş ve düşmanın üzerine yüklenmişti!... M. Kemal’in, inisiyatifini kullanarak süngü taktırıp yere yatırdığı ve şaşıran düşman erlerinin de korkuyla yere yattığı bu bir anlık zaman içerisinde olanlar olmuş ve 57. Alay imdada yetişmişti... 25 Nisan 1915 günü saat 10.00’da bütün gücüyle hücuma geçen 57. Alay düşmanı şaşırtmış ve ürkütmüştü. Birkaç saat süren ateşli muharebeden sonra, 261 rakımlı tepeden geri çekilmeye başlayan düşmanı, 57. Alay şiddetle takip ederek kovalamış ve kaçırmıştı. Ölmeyi Emreden Mustafa Kemal Ne yazık ki: Yeniden karaya çıkan çok sayıdaki düşman kuvvetleri 261 rakamlı tepeye doğru ilerliyordu. O an Türk güçleri için çok kritik bir andı. İki seçenek vardı. Ya öldürmeliydi, ya da vuruşarak ölmeliydi!... M. Kemal kararlı ve etkili sesiyle, tarihi bir emrini daha vermişti: 118 Rasim Pehlivanoğlu – Size ben taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar gelebilir. İLERİ!” diye yüksek sesle emretmişti... 57. Alay, “yenmek ya da ölmek” azmiyle ve “ALLAH ALLAH!” nidalarıyla düşman üzerine yüklenmişti. 22. Alay da aynı azimle düşman üzerine atılmıştı. Böylesi azim ve iman gücü karşısında tutunamayan düşman, Conkbayırı ve Su Yatağı hattından çekilmek zorunda kalmıştı. O sırada bir subay 9. Tümen komutanına, düşman kuvvetlerinin Kumtepeye çıkarma yaptığı haberini getirmişti. Kumtepe, Kilitbahir’in en yakın ve en hâkim olan noktasıydı. Burasının elden çıkması bütün plânların altüst olması demekti. M. Kemal, kuvvetlerinin büyük bir kısmı ile Kumtepeye yetişti ve gereken emirleri verdi. Fakat düşmanın Kumtepeye çıktığı haberi yanlış verilmiş ve bu yüzden savaş taktikleri önemli şekilde değişmişti. Öğleden sonra cepheye gelen Kolordu Komutanı Esat Paşa, M. Kemal’e ne yapmak istediğini sordu: – Bütün kuvvetlerimle Arıburnu’ndaki düşman kuvvetlerine taarruz edeceğim” cevabını aldı. Kumandan M. Kemal’in isteğini kabul etti ve başarılar diledi. Savaş meydanına gelen M. Kemal, 77. ve 27. Alayları düşmanın sağ kanadına taarruza geçirdi. Yedekleri ve Sahra bataryasını da gerekli yerlere yerleştirdi. Verilen emir üzerine: “ALLAH ALLAH!...” sesleriyle hücuma geçen Türk askerleri o kadar ilerledi ki, saat 10.00’da Anzaklar’dan meydana gelen düşman askerleri, karaya çıktıkları mevzilerine geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Fakat gece karanlığı başladığından düşman tam sürülemeden çarpışma durmuştu. Ümidini kaybeden düşman birliklerinin komutanı, Başkomutandan burayı boşaltmak isteğinde bulunmuştu. Ama Başkomutan Hamilton kabul etmemiş, bulundukları yerlerde siper kazmalarını emretmişti. Gece boyunca karaya -çoğu Anzaklardan oluşan- yeniden askerler çıkarmaya devam edilmişti. O gün (25 Nisan 1915 gecesi), Türk cephesinde kimse uyumamıştı. M. Kemal ise sabaha kadar cepheyi gezmişti. 26 Nisan sabahı büyük takviye alan düşman, üstün kuvvetleriyle taarruza geçti. Fakat bir şey yapamadı. Emrine iki alay daha verilen M. Kemal, 27 Nisan sabahı saat 7-8 arası kuvvetlerine taarruz emri verdi. Türk askerlerindeki azim ve irade gücü karşısında tutunamayan düşman güçleri, Kanlısırt’tan kaçarcasına çekilmeye Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 119 başlamış ve yine kıyıdaki mevzilerine sığınmışlardı. Bu bölgedeki şiddetli çarpışmalar 3 gün boyunca sürmüştü. 30 Nisan 1915 günü 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa M. Kemal’e: – Bütün kalbimle sizi kutluyorum” diyerek gümüş imtiyaz madalyası vermişti. Komutanlarını bir araya toplayan M. Kemal, karşımızdaki düşmanı mutlak suretle denize dökmek mecburiyetinde olduğumuzu söylüyordu. Başarmak için hepimizin ölümü göze almamız gerektiğini belirtiyordu. Toplantıda, bu imanla taarruza geçilmeye karar verildi. Kolordu Komutanlığının da kabul etmesiyle, 1 Mayıs sabahı Türk topçularının açtığı yoğun ateşle taarruz başladı. Türk piyade erlerinin göğüs göğüse vuruşmasıyla, taarruz tam 3 gün sürdü. Her iki taraftan çok büyük kayıplar verildi. Ne var ki, düşman Gelibolu’dan tamamen sökülüp atılamadı. Ancak dar bir kıyı şeridinde yerleşip kaldı... Takviye Alan Düşman ve 19. Tümenin Başarıları Donanmayla denizden takviye alan düşman güçlerinin komutanı Hamilton, İngiltere savaş bakanlığına telgraf çekerek yeni kuvvetler istemişti. Aksi halde siper savaşı olarak bir çıkmaza gireceklerini söylemişti. İngiliz Deniz Bakanı CHURCHILL (Çorçil) deniz saldırısına karşıydı. Ama: – Sonucu felâket de olsa Çanakkale’yi geçmeye hazırız” diyebilen İngiliz Amiralleri de vardı. 14 Mayıs 1915’de İngiliz Harp Komitesi “Savaşa devam” kararı almıştı. Bu sırada İtalyanlar da İngilizler tarafında savaşa girmeye karar vermişlerdi. Deniz Bakanı Churchıll görevinden uzaklaştırılmıştı. 11 Mayıs 1915 günü cepheye gelen Başkumandan Vekili Enver Paşa, M. Kemal ile konuşmuş, düşmanın bu bölgeden atılması görüşünde birleşmişlerdi. 5. Ordu Komutanı Limon Von Sanders de bu konuda ikna edilmişti. Düşmanı tamamen denize dökmek amacıyla, 19 Mayıs 1915 sabahı cephedeki bütün Türk kuvvetleri, baskın halinde genel bir taarruza geçmişti. İlk anda önemli ilerlemeler olmuştu. Fakat bazı tümenlerin görevlerini önceden plânlandığı gibi yapamamış olması nedeniyle istenilen başarıya ulaşılamamış ve düşman denize dökülememişti. Ama, M. Kemal’in komutasındaki 19. Tümen düşman mevziilerinin büyük bir kısmını ele geçirmiş ve görevini en iyi şekilde yapmıştı. Fakat sadece 19. Tümenin görevini lâyıkıyla yapmış olması amaca ulaşılması için yeterli olamamıştı. 120 Rasim Pehlivanoğlu M. Kemal’in, düşmanı denize dökmek azim ve kararıyla yaptığı atılımlar, elbette ki tek başına bir sonuç sağlayamazdı. Ancak, bu hareketler düşmanın ilerlemesini önleyebilmişti. Mustafa Kemal’in Sözü Dinlenseydi Eğer, taarruzdan önce M. Kemal’in tahmin etmiş olduğu gibi. Düşman kuvvetlerinin çıkabileceği yerlere göre Türk kuvvetlerinin yerleştirilmesi isteği dikkate alınsaydı, herhalde sonuç çok daha farklı olacaktı... Belki de o gün düşman denize dökülecek ve Çanakkale’den ayrılmak zorunda kalacaktı. 22 Mayıs 1915’de, ölülerin gömülmesi için ateşkes antlaşması yapılmıştı... Bundan sonra da aylarca süren pasif siper savaşları başlamıştı. Ancak bu arada, 9 Haziran 1915 günü 19. Tümene baskın taarruzunda bulunan düşman güçleri, 27. ve 57. Alayların mevzilerinde süngüden geçirilerek püskürtülmüştü... M. Kemal, Çanakkale cephesindeki bu üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915’te Mirlivalığa (Albaylığa) yükselmişti. Zafer ve Mustafa Kemal M. Kemal’in, Çanakkale savaşları sırasındaki durumu çabuk kavraması, çabuk karar vermesi, verdiği kararı azim ve irade gücüyle hemen uygulayabilmesi, sorumluluk almaktan ve inisiyatif kullanmaktan çekinmemesi... gibi hasletleri (meziyetleri), kendisinin büyük komutan olmak vasıflarını meydana çıkarmıştır. Doğuda Ermeni Ayaklanması ve Göç Olayı Batıda Çanakkale savaşları devam ederken, doğudaki Ermeni ayaklanması için de önlemler alınması ihtiyacını duyan hükümet, bir kısım Ermenileri savaş bölgesinden dışarı çıkarmak kararını vermişti. Zira: Ayaklanan Ermeniler düşmanla işbirliği yapıyor, Türk köylerini basıyor, kitle halinde insanlarımızı öldürüyor, mallarına el koyuyor, ırzlarına el atıyordu. Savaş halindeki milletimizi arkadan hançerliyorlardı. Sonradan, büyük bir yaygarayla dünyayı ayağa kaldıran “Ermeni Soykırımı Olayı”nın aslı budur. Oysa, asıl soykırımını yapanlar Türkler değil, Ermeniler olmuştur. Doğu Anadolu’nun Müslüman köylerinde yapılan kazılarda çıkarılan çok sayıdaki toplu mezarlar, bu Ermeni mezaliminin açık göstergesidir. Savaş sürerken yapılan bu Ermeni göçü sırasında bir kısım ölenler olmuştu. Ama, arkalarındaki Ruslara güvenerek, Türklere yaptıkları zulümler ve işkencelerle öldürülen on binlerce Türk halkı karşısında bunlar çok küçük kalır. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 121 b) Çanakkale’de Kara Savaşlarının İkinci Safhası Kararlı Türk güçleri karşısında gerileyerek kıyılarda mevzilenen ve siper savaşları veren düşman güçlerinin bir gün yeniden hareketleneceği, denizden yapacakları yeni çıkarmalarla Türk güçleri üzerine yükleneceği seziliyordu. Özellikle M. Kemal bu endişeyi duyuyor ve düşmanının nereden çıkarma yapacağını tahmine çalışıyordu. M. Kemal’e göre, düşman Anadolu yakasından ve Saros Körfezinden değil de, Gelibolu yarım adasını ikiye bölerek çıkacaktır. Rumeli tabyalarını döverek, Conkbayırı ve Kocaçimen tepelerini almaya çalışacaktı. Cephenin genişletilmesi düşüncesinde olan M. Kemal, Kolordu Komutanı Esat Paşaya yazdığı uzun mektupta görüşlerini detaylı olarak açıklamıştı. Mektupta anlatılanları yerinde görmek isteyen Esat Paşa cepheye gelmiş ve arazi üzerinde inceleme yapmıştı. M. Kemal’in tahmin ettiği, düşmanın çıkacağı yerleri görünce: – Bu arazide ancak çeteler yürüyebilir” demişti. O gün, M. Kemal ile bütün deniz sahilini dolaşan komutan, anlatılan ihtimalleri kabullenememişti. M. Kemal’e: – Merak etme beyefendi, gelemezler” demek gafletini göstermişti. Meramını anlatmanın mümkün olamayacağını anlayan M. Kemal tartışmayı uzatmamış: – İnşallah efendim, sizin dediğiniz gibi olur” demek zorunda kalmıştı. Düşman İtilaf Devletleri Komutanı Hamilton’un kuvvet isteğine, İngiliz savaş bakanı 8 Haziran’da çektiği telgrafla, “Yeni ordudan 3 Tümen gönderiyoruz” cevabını vermişti. 21-22 Haziran’da Fransızların, 28 Haziran ve 5 Temmuz’da İngiliz birliklerinin Türk mevziilerine yaptığı saldırılar kırılmıştı. 12-13 Temmuzdaki saldırıları da durdurulmuştu. Sonuç alamayan İngiliz komutanı Hamilton, son darbeyi vurmak ve Gelibolu’daki çıkmazı kırmak için geniş hazırlıklar yapmış ve 6 Ağustos 1915’de genel taarruza geçmeye karar vermişti. Niyeti, bir gece baskını ile Kocaçimen ve Conkbayırını ele geçirmekti. Anafartalar üzerinden ilerleyerek de Türk birliklerini kuzeyden kuşatacaktı. Ne yazık ki: 23 Temmuz 1915’de Almanya ile Rusya kendi aralarında barış anlaşması denemesine girmişti. Dostumuz ve müttefikimiz olan Almanya, İstanbul’u ve boğazları Rus çarına peşkeş çekerek onu avlamak istemişti. Fakat avlayamamıştı. 122 Rasim Pehlivanoğlu İngilizlerin Şaşırtmaca Saldırısı – Kumanda Karışıklığı 5 Ağustos 1915’de saldırı için tüm hazırlıklarını tamamlamış olan İngiliz kuvvetleri, 6 Ağustos günü, Türkleri şaşırtmak için, güneyde Seddülbahir bölgesinden saldırıya başlamışlardı. Ama aynı sırada Arıburnu cephesini topçu ateşi ile dövüyorlardı. Cephenin güney kanadındaki 16. Tümeni geri atarak Kanlısırt’ı almışlardı. 6-7 Ağustos gecesi 19. Tümene yoğun topçu ateşi ile saldıran düşman önce ilerleme elde etmişlerse de çabucak toparlanan 19. Tümenin yüklenmesiyle geriye atılmışlardı. Amaçları, karşılarında en güçlü olarak gördükleri 19. Tümeni ezerek Conkbayırı ve Kocaçimen çevresine (dağ silsilesine) hâkim olmaktı. 7 Ağustos sabahı, 19. Tümen cephesine yeniden saldırıya geçen düşman, ağır kayıplar vererek geriye atılmış ve hedefe ulaşamamışlardı. Öte yandan, 6-7 Ağustos gecesi, M. Kemal’in Esat Paşaya gösterdiği ve kabul ettiremediği Sazlıdere’nin kuzeyinden, 20.000 kişilik İngiliz kuvvetleri karaya çıkmıştı. Maalesef, karşılarında direnecek kuvvet yoktu... Conkbayırı ve Kocaçimen cephesine rahatlıkla ilerliyorlardı. Conkbayırı’na 2.5 km. kadar yaklaşmışlardı. Destek vermek göreviyle, Suğla körfezine çıkan 9. Tümen de gafil avlanmış ve bir işe yaramamıştı. Kolordu komutanı Esat Paşa şaşkınlığa uğramıştı. 9. Tümen hemen Conkbayırı’na sevk edilmişti. 8 Ağustos günü sabahı, Conkbayırını önce denizden ve karadan şiddetle top ateşine tutan düşman, sonra da yaptıkları taarruzla burayı ele geçirmişlerdi! Bu başarısına çok sevinen Hamilton, hatıra defterine yazdığı notunda “Bununla yeneceğiz” demişti. Geçirdiğimiz bu acı tecrübe üzerine, 16. Kolordu yeni bir düzenlemeye girmişti ve yeni hücumlar başlamıştı. Ama Conkbayırı’na hâkim olan düşman güçlerine karşı tutunamıyor, geri atılıyordu. Cephe karmakarışık ve belirsiz bir haldeydi. Orduda bir kumanda karışıklığı da olmuştu. Oraya gelen her birlik M. Kemal’i arıyor, ondan çare bekliyordu. M. Kemal ise büyük tehlikeyi yakından görüyor ve üzülüyordu. – Kumanda karışıklığı hemen düzeltilmezse tehlike büyür ve cephe çözülebilir” diye düşünüyordu. Bu sırada, telefonda arayan Ordu Komutanı Liman Von Sanders paşa, M. Kemal’e durumu soruyordu. Conkbayırında durumun nazikleştiğini anlatan M. Kemal: – Durumun düzeltilmesi için bir an kalmıştır. Bu an da kaybedilirse felâket pek muhtemeldir” diyor ve düşmanın Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 123 üstünlüğünü dikkate alarak, bütün güçlerin birleştirilmesi gereğinden söz ediyordu. Ordu komutanı: – Çare kalmadı mı?” sorusuna, M. Kemal: – Mevcut bütün kuvvetlerin emrime ve kumandama verilmesinden başka çare kalmadı” cevabını veriyor. – Çok gelmez mi?” diye sorunca: – Az gelir” cevabını alıyordu. TEK ÇARE: M. Kemal Anafartalar Grup Komutanı Durumu inceleyen Başkumandan Liman Von Sanders kararını vermişti: 8-9 Ağustos gecesi saat 21.50’de M. Kemal’i arayarak: – Anafartalar grup kumandanlığını üzerinize almak için hemen CAMLITEKKE’ye hareket ediniz” emrini vermişti. Aksiliğe bakın ki: M. Kemal o sırada hastaydı. Sıtma nöbeti yüzünden halsiz düşmüştü. Ama O, bunu önemsemiyordu. Sadece aldığı büyük sorumluluğu düşünüyor, verilen görevi kıvançla kabul ediyordu. Emri alır almaz 19. Tümeni, 27. Alay Komutanı Yarbay Şefik’e teslim etti. Askere yazdığı veda genelgesinde ise, gayret ve fedakârlıklarından dolayı teşekkür duygusunu belirtmiş ve başarılar dileyerek ayrılmıştı... Hiç vakit kaybetmeden aynı gece yarısı, arkadaşlarıyla birlikte Camlıtekkeye hareket etmişti. Ama öğrendiler ki, Anafartalar grup kumandanlığı buradan kalkmıştı. Karargâhın yeni yerini öğrenince atlarına atlayarak dörtnala sürmüşler ve karargâhı bulmuşlardı. Eski kumandan Fevzi Beyden (Fevzi Çakmak’dan) kumandayı teslim alan M. Kemal, bütün kurmay heyetini hemen toplamış, onları dinleyerek görüşlerini almış, sonra da kararını vermişti: O gece sabaha karşı saat 04.00’de birliklerine saldırı emrini vermişti. Emri altında bulunan, çeşitli bölgelerdeki ve çeşitli tepelerdeki bütün birlikler saldırıya geçmişti. Levazım ve sağlık hizmetleri için de gerekli emirler verilmiş, tedbirler alınmıştı. M. Kemal kendisi de 9 Ağustos’ta, günün ilk ışıklarıyla birlikte, Anafartalar yöresindeki gözleme tepesine varmıştı. Buradan kendi birliklerinin saldırısıyla, düşman birliklerinin durumunu izlemeye başlamıştı. Gelişmelerin süratle kendisine bildirilmesini tümen kumandanlarından istemişti. 124 Rasim Pehlivanoğlu Bir taraftan Türk kuvvetlerini denizden ve karadan aralıksız top ateşine tutan düşman, diğer taraftan da karaya yeni birlikler çıkarıyordu. Ama bütün bunlar, Türk’ün azim ve iradesi karşısında tutunamıyor ve eziliyordu. İngilizler naçar kalmışlar, şaşkınlaşmışlardı. Bütün Türk birlikleri kendi bölgelerindeki görevlerini aksatmadan yerine getiriyor ve düşman elindeki tepeleri bir bir ele geçiriyordu. Hele 12. Tümen bir tepeden öteki tepeye sıçrıyor ve başarıdan başarıya koşuyordu. Tepelerden atılan düşmanlar (özellikle İngilizler) panik halinde sahile doğru kaçıyorlardı. Herkes canını kurtarma telaşına düşmüştü. Ele geçirdikleri tepeleri kaybeden İngilizler kıyıya kadar sürülmüşlerdi. Olanları gemiden izleyen düşman komutanı General Hamilton: – Bütün bu tehlikeleri, girdiğimiz yerde tutunmak için mi göze aldık” diye sızlanıyordu. Ancak komutan Hamilton Conkbayırı ile Kocasinan bölgesi ve Sarıbayır dağ zincirindeki vuruşmaları izliyor, ümidini kesmiyordu. – Conkbayırı hala bizim elimizdedir” diye seviniyordu. M. Kemal ise; – Bugünkü başarılarımıza rağmen, Conkbayırı düşman elinde kaldıkça tehlike ortadan kalkmış sayılamaz” diye düşünüyor, asıl işin Conkbayırında çözüleceğine inanıyordu. Gözleme yerinden ayrılan M. Kemal, Camlıtekkedeki Liman Von Sanders’le görüşmeye gitmişti. Bundan sonrası için iki komutanın düşünceleri birbirine tam uymuyordu. Ama anlayış gösteren Liman Von Sanders, sorumluluğu M. Kemal’e bırakmıştı. O gün saat 05.30’da bütün kurmayı ile Camlıtekkeden ayrılan M. Kemal, üstte bir düşman uçağı tarafından izleniyordu. Atlarıyla yolun sağına soluna dağılarak düşman uçağına hedef olmaktan kurtulmuşlardı. Ama ileride, düşman tarafından yollarının tutulduğu ve üzerlerine ateş açıldığı öğrenilince yön değiştirmişlerdi. Emin yerlerden giderek 8. Tümen karargâhına varabilmişlerdi. Amacına çabuk ulaşmak azminde olan M. Kemal o kadar hızlı gidiyordu ki, kurmaylarından hiçbirisi ona yetişemiyordu... Conkbayırının Kurtarılması Karargâhta düşmanın durumu ve Türk birlikleri hakkında bilgi alan M. Kemal hemen kararını vermişti: Ertesi gün (10 Ağustos 1915’te) Conkbayırı’na taarruz edilecekti... Plânını kurmaylarına anlatan M. Kemal, düşmanın şiddetli ve acele bir baskınla yenileceğine inanıyordu. Bunun için kuvvet fazlalığından ziyade dikkatli olmaya, fedakârca sevk ve idareye ihtiyaç olduğunu Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 125 söylüyordu. Top ve tüfek ateşi yapılmadan, süngü takılarak hücum yürüyüşüyle askerlerimiz düşman üzerine atılacaktı. M. Kemal şafak sökerken çadırın üzerine çıktı. Hücuma hazır olan askerler onu bekliyordu. Saat 04.30’a geliyordu. Gece karanlığı azalmış, artık hücum anı gelmişti. Ortalık aydınlanmadan önce düşmana görünmeden hücuma geçilmeliydi. M. Kemal, tümen komutanı ile hücum safının önüne geçti. Düşmanın mağlup edileceğine hiçbir şüphesi yoktu. Maiyetine: – Önce ben ileri gideyim. Kırbacımla işaret verdiğim zaman siz hep birlikte ileriye atılırsınız” diyordu. Öyle de yapılmıştı. Düşmanın silah kullanmasına fırsat vermeden, göğüs göğüse mücadele yapılıyordu. İlk hatta bulunan düşman güçleri tamamen yok edilmişti!... 4 saat süren çarpışmadan sonra Conkbayırı düşmanlardan tamamen temizlenmişti!... Ama, en önemli mevziilerini elden çıkaran düşman öfkelenmişti. Karadan ve denizden başlattığı yoğun topçu ateşi ile Conkbayırını cehenneme çevirmişti! Patlatılan büyük çapta topların attığı gülleler büyük çukurlar açıyor ve her taraf ateşler içinde kalıyordu!... Saate İsabet Eden Şarapnel Parçası – Kovalanan Düşman O sırada, olup bitenleri savaş meydanında seyreden M. Kemal’in sağ göğsüne bir şarapnel parçası isabet etmişti. Çevresindekiler bunu görmüştü. Ama vurulduğunu askerlerin duymasını istemeyen M. Kemal kimseye bir şey söylememişti. Zira, şarapnel parçası sadece cebindeki saati parçalamıştı. Üzerinde yalnız bir kan lekesi bırakmıştı. Böylece savaşın en sıkışık bir anında, bir saat bir hayat kurtarmıştı!... Kurtarılan bu hayat, bir milletin kurtuluşunda başrolü oynamıştı. Öte yanda savaş devam ediyordu. Askerlerimiz habire düşmanı kovalıyordu. Ama bu da sakıncalıydı. Zira, muharebe uzarsa askerlerimiz düşman kıtaları arasında kalabilirdi. M. Kemal elde edilen başarıyla yetinmeyi uygun görmüş ve savaşı durdurmuştu: – Kıtalarımızla tuttuğumuz hattı sağlamlaştırınız” emrini vermiş ve tümen komutanı ile karargâha dönmüştü. Alınacak yeni tedbirleri düşünüyorlardı. Böylece, Gelibolu’nun anahtarı durumunda olan Conkbayırını, iki gün elinde tutan düşman, 10 Ağustos 1915 günü oradan atılmış, Sığla Gölü ve Anafartalar bölgesindeki dar bir kıyıya sıkışıp kalmışlardı... 126 Rasim Pehlivanoğlu Çok zorlu geçen Çanakkale savaşlarında düşmanın ümitlerini kıran M. Kemal olmuştu. İtilaf Devletlerinin Rusya’ya yardım yolu kapatılmıştı. Conkbayırını elinden kaçıran General Hamilton’un hayalleri yıkılmıştı. Türklerin iyi komuta edildiğini itiraf eden Hamilton: – İyi komuta edilen ve yürekle savaşan Türk ordusunun karşısında olduklarını” söylüyor ve kendisini bununla teselli ediyordu... O güne kadar İngilizlerin unuttuğu veya düşünemediği gerçek, Türk askerinin tarihsel kahramanlığı ve bu kahramanlığı yönlendiren Gazi M. Kemal faktörü idi!... Direnci Kırılan ve Çanakkale’den Çekilen İngilizler Bütün yenilgilerine rağmen, İngilizler hâla savaştan vazgeçmiyordu. Mısır’dan getirttikleri yeni bir tümen ve önceki bütün kuvvetleriyle 21 Ağustosta yeniden saldırıya geçtiler. Fakat büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. 27 Ağustostaki yeniden saldırıları da geri püskürüldü. Bu saldırıdan sonra, Çanakkale savaşları tam bir siper savaşı haline dönüşmüştü. 15 Ekimde, Hamilton Çanakkale harekât komutanlığından alındı. Yeni tayin edilen İngiliz komutanı, Gelibolu’daki çıkartma alanlarını geziyor ve bilgi alıyor. Bu geziden sonra Çanakkale’den çekilme kararında oldukları seziliyordu. Ekim sonlarında, Başkomutan Enver Paşa cepheyi ziyaret ediyor. Fakat M. Kemal’in karargâhına uğramıyor. Bunun üzerine M. Kemal istifa mektubunu gönderiyor. Fakat Ordu Komutanı Liman Von Sanders, “Osmanlı ordusunun ona ihtiyacı olduğundan” bahisle istifayı kabul ettirmiyor. Hatasını anlayan Enver Paşa, bir nevi özür dileyen: – Rahatsızlığınızı işittim, müteessir oldum” ifadesini de içine alan bir yazı ile meseleyi kapatıyor. Düşmanın çekileceğini öncelikle sezinleyen M. Kemal, onların sessizce kaçmalarına fırsat vermemek için, bütün cephelerde şiddetli bir taarruza geçmeyi teklif etmişti. Fakat tahminindeki isabeti üst makamlara kabul ettirememişti: – İsraf edilecek tek bir erimiz yoktur” denilerek ret cevabı almıştı. Bunun üzerine, 10 Aralık 1915’de yeniden istifasını Ordu Komutanına bildiren M. Kemal’in istifası, Liman Von Sanders tarafından kabul edilmemiş, hava tebdiline çevrilmişti. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 127 M. Kemal’in tahmini gene doğru çıkmıştı: İngilizler 19 Aralık 1915 günü hiçbir kayıp vermeden çekilip gitmişlerdi. Yeni kolordu komutanlığına atanan Alman Generaline, “taarruz edelim” önerisinde bulunan M. Kemal, isteğini kabul ettirememiş ve İngilizlerin korktukları başlarına gelmemişti. Hiçbir müdahale görmeden rahatça Çanakkale’den ayrılmışlardı. Fırsatın kaçırıldığına inanan M. Kemal bu duruma çok üzülmüştü!... Artık oradan ayrılmalıydı. Zaten elinde hava tebdili raporu vardı. ÇANAKKALE GEÇİLEMEDİ Çanakkale geçilmezdi, Bunca masraf, bunca zahmet, Bunu düşman bilemezdi. Geçemeyince boğazdan, O muazzam donanmayla Vazgeçip de gitmediler Boğazlardan geçemezdi... Saldırdılar hep karadan. Koca koca vapurlarla Saldırdılar tabyalara Mayınlar ve bombalarla Gömüldüler bol sulara! Gafil avlamak isterken Mehmetçiği uykusunda... Kahraman Türk askerini Bulmuşlardı karşısında!... Mehmetçikle çarpışarak Mevsimler geçti aradan... Sonucunda duramayıp Çekip gittiler buradan!... Rasim Pehlivanoğlu 3) Düşmanların Yenilgisiyle Sonuçlanan Çanakkale Savaşlarının Özeti Denizde ve karada bir yıla yakın devam eden Çanakkale savaşları, üstün düşman güçlerine rağmen Türklerin zaferiyle sonuçlanmıştır. İngilizlerin 13 Ocak 1915 günü Londra’da yapılan savaş kongresinde, Çanakkale’nin geçilmesi ve İstanbul’un alınması kararıyla başlamış sayılan Çanakkale savaşları, önceden hazırlanan plâna göre, Şubat 1915’de ilk hedef olarak seçilen Gelibolu yarımadasının bombardıman edilmesiyle uygulamaya geçilmişti. Çanakkale savaşları iki safhada devam etmiştir. Deniz Savaşları (16 Şubat - 18 Mart 1915) 16 Şubat 1915’de, o güne kadar en büyük deniz gücü olarak görülen İngiliz ve Fransız gemilerinin Çanakkale Boğazı önünde toplanmaya başlaması ve 19 Şubatta da saldırıya geçerek uzun menzilli toplarıyla Türk tabyalarını bombalamasıyla deniz savaşları başlamıştır. Büyük direnç gösteren Türklerin azim ve irade gücü karşısında âciz kalan büyük düşman kuvvetleri, sonuçta yenilgiyi kabul etmişler. Batırılan o koca koca gemilerden arta kalanlarıyla, 18 Mart 1915 günü birbiri ardı sıra Çanakkale Boğazını terk edip 128 Rasim Pehlivanoğlu gitmişlerdir. İtilaf Devletlerinin, Çanakkale Boğazını İstanbul’u almak hayalleri böylece suya düşmüştür. geçerek Kara Savaşları da İki Safhalı Olmuştur (23 Nisan – 9 Haziran 1915)-(6 Ağustos - 19 Aralık 1915) Çanakkale’de deniz savaşını kaybederek İstanbul’a ulaşmak ümidini yitiren İngiliz, Fransız kuvvetleri bu sefer de çok sayıdaki Anzak birliklerinden oluşan kuvvetleri de aralarına alarak, her türlü imkâna sahip büyük bir ordu ile karadan harekâta geçmişlerdi. Sonu, düşmanların yenilgisiyle biten Çanakkale kara savaşları da iki safhalı devam etmiştir. Birinci Safha Kara Savaşları Bütün hazırlıklarını tamamlayan üstün düşman kuvvetleri, denizdeki güçlü donanmalarının desteğinde, karadan saldırmak üzere 23 Nisan 1915 günü, Kandiya ve Mondros limanlarından harekete geçmişler. 25 Nisan sabahı saat 03.30’da top atışlarıyla birlikte karadan çıkarma yapmaya ve ilerlemeye başlamışlardı. Fakat karşılarında, vatan için ölüme hazır bekleyen Mustafa Kemal’i ve onun yetiştirdiği fedakâr 57. Alayı ve bu alayın bağlı olduğu 19. Tümeni bulmuşlardı. Kara savaşları Gelibolu’nun değişik bölgelerinde ve değişik tepelerinde, bütün şiddetiyle haftalarca devam etmişti. Her ne pahasına olursa olsun, Çanakkale’yi geçmeye kararlı olan düşman kuvvetleri, “Ölürsem şehit, kalırsam gazi” inancında olan Mehmetçiklerin 19 Mayıs 1915 günü, baskın halindeki taarruzları karşısında tutunamayarak kaçmışlar ve kıyıya kadar kovalanmışlardı. Kıyıda siper savaşları veren düşman, 9 Haziranda yeni bir çıkış denemesi yapmışsa da M. Kemal’in 19. Tümenine bağlı 27. ve 57. Alayların mevzilerinde süngüden geçirilerek püskürtülmüşler, kıyıdaki siperlerine çekilerek beklemeye başlamışlardı. Savaşın bir numaralı kahramanı olan M. Kemal, 1 Haziran 1915’te ALBAYLIĞA yükselmişti. İkinci Safha Kara Savaşları Kıyıda siper savaşları veren düşman, ara sıra çıkışlar yapıyorsa da netice alamıyordu. 6 Ağustos 1915’te büyük taarruza karar veren düşman bazı taktikler kullanarak 6-7 Ağustos gecesi bütün güçleriyle saldırıya geçmiş, 7-8-9 Ağustos günleri şiddetli çarpışmalar olmuştu. Başta M. Kemal olmak üzere, Mehmetçikler özverili savaşlar vermişlerdi. İsteği kabul edilerek, Anafartalar grup kumandanlığına tayin edilen ve bütün güçleri emrinde toplayan M. Kemal, 8-9 Ağustos Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 129 gecesi, sıtma nöbetine rağmen, bölgeden bölgeye koşarak, komutasındaki güçlerle düşman elindeki tepeleri tek tek ele geçiriyor ve düşmanı denize doğru kovalıyordu. Ama asıl sorun Conkbayırı’nda çözülecekti. Ertesi gün (10 Ağustos 1915’de), acele ve şiddetli bir baskınla ve dikkatli bir idareyle, Conkbayırı cephesinde düşmana saldırıldı: Denizdeki donanmasından devamlı destek alan düşmanın var gücüyle direnmesine rağmen, Conkbayırı da ele geçirildi. Böylece Gelibolu’nun anahtarı durumunda olan Conkbayırı kurtarılmış oldu. Göğüs göğüse yapılan süngü savaşında yok edilen düşman askerlerinin kaçabilenleri kıyıdaki mevzilerine sığınmıştı. Bu olaydan sonra gene siper savaşları başlamış ve aylarca sürmüştü... Türk askerinin kahramanlığı ve komutan M. Kemal’in dirayetli idaresi karşısında âciz kalan ve ümidini yitiren düşman, nihayet Çanakkale’den çekilmeye karar vermişti. 19-20 Aralık 1915 gecesi, Türklerden hiçbir müdahale görmeden Arıburnu ve Anafartalar bölgesinden, 8-9 Ocak 1916 gecesi de Seddülbahir bölgesinden çekilip gitmişlerdi. Böylece, Çanakkale savaşları sona ermiş ve Türk kahramanlığı tarihin altın sayfalarına geçmişti. M. Kemal de komutanlık dirayetini bu savaşlarda göstermiş, “Anafartalar ve Conkbayırı Kahramanı” olarak tarihteki yerini almıştı. Çanakkale Savaşlarının Bilânçosu Çanakkale savaşları, her iki taraf için de çok pahalıya malolmuştur. Bu savaşlar sonunda Türklerin insan kaybı şehit, yaralı, hastalıklı, sakat ve kayıp olmak üzere 190 bin kişiye varmıştı. (250 bin olduğunu yazanlar da vardır) Düşman devletlerinin insan kaybı ise ölü, yaralı ve kayıp olmak üzere 145 bin kişiyi bulmuştu. Ayrıca, koca koca zırhlı gemileri de batırılmıştı. Çanakkale savaşlarında düşmanımız İtilâf Devletleri, maddî savaş gücü bakımından sonsuz kaynaklara sahipti. Türkler ise, o kadar fakirdi ki: Düşmandan alabildikleri araç ve gereçlerle tahkimat yapıyor ve savaş veriyorlardı... Türk askerlerinin inancı, azim ve kahramanlığı onların moral gücü oluyordu. Yokluğa ve yoksulluğa karşı dirençlerini arttırıyordu. “Ya ölüm, ya kalım!...” bilinci ve inancı ile çarpışan Mehmetçikler karşısında tutunamayan düşman güçleri, korkuyla titreşerek ve arkalarında yüz binlerce ceset bırakarak kaçıp gitmişlerdi!... Rasim Pehlivanoğlu 130 KABUL EDELİM Kİ: Çanakkale zaferlerinin baş önderi M. Kemal olmuştur. İngiliz Deniz Bakanı Çorçil’in “KADERİN ADAMI” olarak tanımladığı M. Kemal, insanları hizmete sürmesini ve onların kalplerini kazanmasını pek iyi bilen ve başaran bir kumandandı. Ayrıca O, kadir bilen bir önderdi. Arkadaşı Fahri Belen’in belirttiği gibi: – M. Kemal, mümkün ile mümkün olmayanın sınırını iyi çizmiş ve bunun için de, atılgan - hırslı serdarların akıbetine uğramamıştır.” Kazanılan noktalayalım. efsanevî Çanakkale ÇANAKKALE GEÇİLMEZ Devden savaş gemileri, Yüzüp aşmış denizleri. İstanbul’u almak için, Yemin etmiş askerleri. Sen, onların karşısında, Mehmetçik senin yanında Yurdum diye savaşırken Binler öldü kahramanca... Etten duvar oluşturdun... Büyük deha konuşturdun. Karamsar bir günümüzde, Bir zafere kavuşturdun. “Çanakkale hiç geçilmez!” Şarkı oldu bu söz bize. “Mustafa Kemal yenilmez!” Destan yazdı kalbimize. O savaşlar bir sınavdı, Türk askeri verdi bunu. Bütün dünyaya duyurdu, Soylu kandan olduğunu. Bundan böyle Türk ulusu, Hiç unutmaz o günleri... Sende bulduk kurtuluşu, Bayramları, düğünleri... MUSTAFA KEMAL, KOMUTAN CEPHELERDE DESTAN YAZAN (4) 4 İbrahim Şimşek: M. Kemal Bir Destan, İstanbul – 1992, s.22 zaferini iki şiirle Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 131 4) M. Kemal İstanbul’a Gidiyor Bu olaydan sonra M. Kemal, Anafartalar grup komutanlığını Albay Mustafa Fevzi’ye (Fevzi Çakmak’a) bırakarak, yaralı taşıyan bir gemiyle Gelibolu’dan İstanbul’a hareket etmişti. Kendisine ayrılan kamerada, aylardan beri süregelen yorgunluğunu giderecek derin bir uykuya dalacağını ve gözlerini açtığı zaman İstanbul’da olacağını sanıyordu. Ama öyle olmadı. Uyumaya çalışırken o kanlı savaşları yeniden yaşamaya başlıyordu... Uyuyamayınca, kalktı geminin güvertesine çıktı. Bir ara hayallere daldı: Artık o eski M. Kemal değildi. İki kere İstanbul’u işgalden kurtaran bir kahraman olarak İstanbul’a dönüyordu... Kim bilir İstanbul’da nasıl karşılanacaktı?... Artık Paşalık rütbesini de hak etmişti. Başkumandan Enver Paşa kendisine Osmanlı büyük nişanını takabilirdi... Düşünüyordu ki: Memleketi idare edenler artık kendisini dinlemeli ve görüşlerine saygı göstermeliydiler. Zira, memleketin menfaati bunu gerektiriyordu. Gene düşünüyordu ki: Padişah, Sadrazam, Başkumandan vekili nereye gidildiğini göremiyorlar ve kurtuluş için geçerli bir çare düşünemiyorlardı. Ama bunu düşünecek birisine mutlaka ihtiyaç vardı!... M. Kemal İstanbul’da Beklediğini Bulamıyor M. Kemal, bu ve benzeri duygu ve düşüncelerle meşgul iken, bindiği gemi İstanbul’a varmıştı. Ama onu hiç kimse karşılamamıştı. Bütün hayalleri altüst olmuştu. Tek başına annesiyle kız kardeşinin oturduğu Beşiktaş – Akaretler’deki evine gitmişti. Annesi Zübeyde Hanım oğlunu özlemle bağrına basmıştı. Kardeşi Makbule ile üvey yeğeni Fikriye etrafında sevinçle dönüyorlardı. Ertesi gün çıkan gazetelerde de M. Kemal’in İstanbul’a gelişinden hemen hiç bahsedilmiyordu. Üstelik, Harp mecmuasının (dergisinin) kapağındaki resmi çıkartılmış, yerine Liman Von Sanders’in resmi konulmuştu. Niçin böyle oluyordu? İstanbul’u kurtaran M. Kemal’e karşı İstanbul’daki bu soğuk havanın sebebi ne olabilirdi?... Dahası vardı: Mirlivalığa (Tuğ Generalliğe) terfi edilmesi için gerekli belgeler hazırlanmış olmasına rağmen, Başkumandan Enver Paşa bunu elde tutuyor, Padişah iradesine sunmuyordu. İçişleri Bakanı Talat Beyin hatırlatması üzerine, Enver Paşanın verdiği cevap ilginç olmuştu: – M. Kemal’in terfi iradesi cebimdedir. Ama siz onu bilmezsiniz. O hiçbir şeyle memnun olmaz. Mirliva olur, Feriklik ister. Ferik olur, Müşirlik ister. Müşir yaparsınız, bununla da yetinmez Padişahlık ister” demişti. 132 Rasim Pehlivanoğlu Enver Paşa bu cevabıyla, M. Kemal’e karşı şuur altında yerleşen duygularını ve kıskançlığını ortaya dökmüş oluyordu. İstanbul’da Mustafa Kemal’in Temasları M. Kemal, memleketin durumunu konuşmak üzere gittiği harbiye nazırlığında, Nazır Halil Bey durum hakkında iyimser konuşuyordu. Ama M. Kemal: – Durum sizin gördüğünüz gibi parlak değildir” demiş, memleketin ve her şeyin mahvolmak üzere olduğunu anlatmıştı. “Bu tenkitlerini Başkumandan vekili Enver Paşaya söylemesini” isteyen Harbiye Nazırına, M. Kemal: – Beyefendi, farkında değil misiniz ki bu memlekette artık millî bir Erkan-ı harbiye yoktur. Bir Alman Erkan-ı Harbiyesi vardır. O Alman Erkan-ı Harbiyesi ki, Türk ordusunda ilk icraat olarak, benim gibi bir askeri tard etmek kararını vermiştir. Beni o heyete mi göndermek istiyorsunuz” demişti. (5) Harbiye Nazırının, kabinede (hükümette) kendisinden şikayette bulunduğunu öğrenen M. Kemal, uyarılarına kimsenin aldırış etmediğini görmüş ve: – Anlaşıldı. Bana İstanbul’da yapacak iş yok” diye düşünmüştü. Duyduğu üzüntüyle, başını dinlemek için Sofya’ya gitmişti. Sofya’da eski Türk ve Bulgar dostlarıyla buluşuyor ama o eski havayı bulamıyordu. 10 Ekim 1915’te Almanların safında savaşa katılan Bulgarlar, bunun karşılığı olarak (müttefikimiz) Almanlardan Meriç nehrinin batısındaki Osmanlı topraklarının kendilerine verileceği vaadini almışlardı... M. Kemal için ne acı bir haber değil mi? O sırada M. Kemal, Edirne’deki 16. Kolordu Komutanlığına tayin edilmişti. 15 Ocak 1916 günü, kolorduya bağlı 12. Tümenin başında Edirne’ye giren M. Kemal, halkın coşkun tezahüratıyla karşılanmıştı. O gün Edirne’de bir bayram havası yaşanmıştı. İstanbul’da bekleyip de göremediği ilgiyi Edirne’de gören M. Kemal çok duygulanmıştı! Milletimizin kadir bilirliğine bir kere daha inanmıştı... 5 Orhan-Erhan Dündar: M. K. Atatürk 8 - Çanakkale Geçilmez, Ank. - 1999 s. 59 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 133 d- Doğuda Yeniden Başlayan Osmanlı – Rus Savaşı ve Mustafa Kemal Doğu Anadolu’da, geçen yıl işgal ettikleri yerlerde mevzilenen Ruslar, Çanakkale’de boşalan Türk birliklerinin Doğu Anadolu’ya getirileceği endişesiyle bir an önce faaliyete geçerek Erzurum’u almak, Doğu Anadolu’yu ele geçirmek İran’daki İngiliz - Hint kuvvetleriyle birleşmek istiyorlardı. Rus çarının amcası Nikola’nın komuta ettiği birliklerle, 11 Ocak 1916’da baskın halinde saldıran Ruslar, 3. Ordunun cephesini yararak ilerlediler. 16 Şubat 1916’da Erzurum’u işgal ettiler. Trakya’dan, Ahmet İzzet Paşa Komutasındaki 2. Ordu, Ruslarla savaşmak ve Erzurum’u geri almak üzere Van Gölü - Muş hattı bölgesine gönderildi. 2. Ordunun emrinde olan M. Kemal’in 16. Kolordusu da Doğu Anadolu cephesinde görevlendirilmiş oldu. 16. Kolordu, 27 Şubat 1916’da Edirne’den ayrılmıştı. M. Kemal yolda iken, 1 Nisan 1916’da MİRLİVALIĞA (Tuğ Generalliğe) terfi ettirilmişti. Artık O, bundan sonra M. Kemal Paşa olarak anılacaktı. 17 Mayıs 1916’da Karadeniz kıyılarından saldırıya geçen Ruslar, yığınağını tamamlayamamış olarak gafil avlanan 3. Orduyu yenerek Erzincan’ı almış, şehrin 2. Ordu ile irtibatını kesmişti. Bu sefer de, gene yığınağını tamamlayamayan 16. Kolorduya saldıran Ruslar, asıl kuvvetleriyle 8. Tümene yüklenerek Muş’un güneyindeki KULP Boğazına çekilmelerini sağlamıştı. Ama M. Kemal Paşa, 2. Ordu kumandanlığından aldığı emirle, Muş ve Bitlis’e taarruza geçmişti. Onu takip eden 2. Ordu bütün birlikleriyle, 2 Ağustos günü, 80 km.lik cephede genel taarruza geçmişti. Başarılı geçen taarruzda, M. Kemal’in 16. Kolordusu Tatvan ve Muş’un kuzeyine varmış, 7-8 Ağustosta Muş’u ve Bitlis’i düşman işgalinden kurtarmıştı. Kaçan Ruslar, bozgun halinde 20-30 km. kuzeye çekilmişlerdi. Bu savaşta gösterdiği başarıdan dolayı M. Kemal Paşaya “ÇİFTE KILIÇLI ALTIN İMTİYAZ MADALYASI” verilmişti. Amerika Birleşik Devletleri ve Ermeniler İtilaf Devletleri, Amerika Birleşik Devletlerinin kendi yanlarında savaşa girmesini istiyordu. O güne kadar tarafsız kalan ABD’yi ikna etmek için, önce İngiliz propaganda servisinin uydurduğu, Türklerin Ermenileri öldürdüğüne dair “Ermeni Soykırımı” yalanını ortaya atmışlar ve bu yalan iddiayı maharetle yaymışlardı. Bu iddianın yalan olduğu savaş sonrasında açıklanmıştı. Ama etkisini silmek mümkün olamamıştı ve halâ da olamamaktadır. 134 Rasim Pehlivanoğlu Ermenileri Türklere kırdırmak istemeyen Amerika Birleşik Devletlerini, böyle bir taktikle yanlarına çekmişlerdi. Oysa, asıl soykırımı yapanlar, Rusları arkalarına alan Ermeniler olmuştur. Türk köylerini basan Ermeni çeteleri on binlerce insanımızı vahşice öldürmüş ve toplu mezarlara gömmüşlerdi. Türk hükümetinin tepkisi ise, bizi arkadan hançerleyen Ermenileri savaş çevresi dışına göçe zorlamak olmuştur. M. Kemal 2. Ordu Komutanı 1916 yılı sonlarında, Ahmet İzzet Paşa izinli olarak ayrılınca, M. Kemal Paşa 2. Ordu Komutan Vekili olmuştu. 2. Ordu karargâhına giden M. Kemal, Kurmay Başkanı Albay İsmet (İsmet İnönü) tarafından karşılanmıştı. Albay İsmet: Elverişsiz bir yerde bulunan ordunun yiyecek, giyecek ve silah sıkıntısı çektiğini anlatmıştı. Verilen karar üzerine, ordu gerilere çekilerek daha elverişli bir yere taşınıyordu. Ordunun en arkasında giden M. Kemal, yanı başındaki bir erin kızgınlıkla: – Ben kafiri öldürüyordum. Niçin bizi geri çekerler? Ne korkakmış bu kumandan. Kim bilir şimdi nereye kaçmıştır?” diye konuştuğunu işitmişti. M. Kemal kendisini tanıtınca er şaşırmıştı. Ama, kumandanını yanı başında yürürken görünce de sevinmiş, moral bulmuştu... Mekke Şerifi İsyanı Bu sıralarda, İngilizlerle anlaşan Mekke Emîri Şerif Hüseyin ayaklanmış ve Hicaz’ı ele geçirmişti. M. Kemal Paşa, bu sefer Hicaz Kuvvetleri Kumandanlığına tayin edilmişti. Şam’a giderek, 4. Ordu komutanı Cemal Paşa ile buluşmuş, durumun önemini konuşmuşlardı. Tedbir olarak, o bölgedeki (Medine dahil) bütün kuvvetlerin kendi komutası emrine verilmesini istemişti. Ama Enver Paşa ile konuşan Cemal Paşa, Hicaz’ı savunmaya muktedir olamayacaklarına ve Medine’yi de boşaltmalarına karar vermişlerdi. Boşaltma işini üzerine almak istemeyen M. Kemal, bu işin orayı bilen bir başkasına verilmesini istemişti. İsteği kabul edilen M. Kemal, 5 Mart 1917’de 2. Ordu komutanlığına asil olarak getirilmiş ve Kafkas cephesine dönmüştü. 10 Mart 1917’de İngilizler Bağdat’ı işgal etmişlerdi. Almanlar, bir Tugay gücündeki birliğini Türklere yardım için göndermişlerdi. O sırada 7 Türk Tümeni ise Almanlar için Galiçya’da, Romanya’da ve Makedonya cephesinde savaş vermekteydiler. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 135 Rusya’da Bolşevik (Komünist) Ayaklanması ve Şark Meselesi 12 Mart 1917’de Rusya’da büyük bir ayaklanma başlamıştır. Bolşevik ayaklanmasıyla kendi başı derdine düşen Rusya Türklerle savaşı bırakmış, geri çekilmiş ve kendi içişlerine dönmüştü. Bu nedenle, Kafkas Cephesinde uzun bir dinlenme devresine girilmiştir. O günlerde Avrupalı büyük devletler kendi aralarında toplanarak, “Şark Meselesi” dedikleri, Osmanlı topraklarının paylaşılması sorununu konuşmuşlar ve aralarında anlaşmışlardı... e- Güney Cephesi – Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı ve Mustafa Kemal Ordularımız Filistin - Bağdat üzerine yapılacak sefere hazırlanıyordu. Bunu temin için, Enver Paşanın emriyle, 6. Ordu ve yeni kurulan 7. Ordudan oluşan “Yıldırım Orduları Grubu” kurulmuş ve başına Alman Generali Mareşal Falkenhayn getirilmişti. M. Kemal de 5 Temmuz 1917’de 7. Ordu komutanlığına atanmıştı. Halep’e gelmiş, ordunun aksaklıklarını gidererek göreve hazır duruma getirmişti. Suriye, Filistin ve Arabistan’ın tek sorumlusu olan ve sömürgeci gibi davranan Yıldırım Orduları Grup Komutanı Falkenhayn’ın tutumunu beğenmeyen M. Kemal durumu hazmedemiyor ve sinirleniyordu. Bir şeyler yapılmasını düşünüyordu. Enver Paşaya yazdığı 20 ve 24 Eylül 1917 tarihli iki raporla durumu bildirmiş olan M. Kemal, bütün Suriye ve Hicaz’ın sorumluluğunun, kendi evlâtlarımızdan birisine verilmesi gerektiğini savunuyordu. Ama, Falkenhayn’ın bu işi başaracağına çok inanmış olan Enver Paşa, M. Kemal Paşanın raporuna itibar göstermemişti. Aslında, Osmanlı İmparatorluğunun parçalanacağına dair bir ihtar niteliğini taşıyan M. Kemal’in raporları gereği gibi değerlendirilmemişti. Bu durumda, Mareşal Falkenhayn’ın emrinde çalışamayacağını anlayan M. Kemal, 7. Ordu komutanlığından ayrılmaya karar vermişti. Tekrar 2. Ordu Komutanlığına getirilmek istenmişti. Onu da kabul etmeyince, kendisine 1 ay müddetle izin verilmiştir. M. Kemal izinde İstanbul’a gitmek istiyordu, ama parası yoktu. Elindeki atlarını satmak istedi, alan olmadı. Nihayet Cemal Paşaya ucuz fiyatla sattı. Aldığı 2000 altınla İstanbul’a doğru yola çıktı. İngilizler 110 bin kişilik ordusu ile, 31 Ekim 1917’de taarruza geçmişti. M. Kemalsiz kalan Osmanlı kuvvetleri sadece 36 bin kişiydi. Arapların da yardım ettiği İngilizler Türklerle kıyaslanamayacak oranda araç üstünlüğüne sahipti. İki ordu 136 Rasim Pehlivanoğlu arasında çok sert ve çetin muharebeler olmuş, Türk kuvvetleri çekilmek zorunda kalmıştı. Bu suretle Kudüs ve bütün Filistin İngilizlerin eline geçmişti. (İleride güney cephesine yeniden dönülecektir.) Mustafa Kemal’in Veliaht Vahdettin’le Almanya Seyahati İzinli gelen M. Kemal’i İstanbul’dan uzaklaştırmak isteyenler için bir fırsat bulunmuştu. Alman imparatoru tarafından, Almanya karargâhına davet edilen padişahımıza vekâleten Almanya’ya gidecek olan Veliaht Vahdettin’in refakatinde bulunması M. Kemal’e teklif edilmişti. Böyle bir seyahati kendisi için faydalı gören M. Kemal teklifi hemen kabul etmişti. Bu yolla Veliaht Vahdettin’i etkileme fırsatı bulabileceğini düşünüyordu ve seviniyordu. 15 Aralık 1917’de tren ile Sirkeci’den yola çıktılar. Yolda Vahdettin, M. Kemal’i kompartımanına davet ediyor. Ayakta beklediği M. Kemal’e yer gösteriyor, iltifat ediyor: – Siz İstanbul’u kurtaran bir kumandanımızsınız. Beraber seyahat etmekte olduğum için çok memnun ve sevinçliyim...” diyor. Seyahat boyunca sık sık bir araya gelerek aralarında sürekli konuşmalar geçiyor. Bu konuşmalarda, M. Kemal Veliaht’ı çok olumlu buluyor... Alman karargâhına vardıklarında, Vahdettin M. Kemal’i İmparatora takdim edince, İmparator hemen gülümseyerek: - 16. Kolordu! Anafartalar!...” sözleriyle heyecanını belirtiyor ve M. Kemal’e iltifat ediyor. Orada bulunan herkesin gözü M. Kemal’e çevriliyor. Ertesin gün, Alman Başkomutanı Hindenburg’u ziyaret ediyorlar. Hindenburg, bir ara devam eden savaş hakkında iyimser şeyler söylüyor. Fakat M. Kemal, bu iyimserliğe aynen katılamıyor ve nedenini açıklıyor... Başka bir gün, İmparator Veliaht Vahdettin’i ziyarete geliyor. Türkiye ve Türkler hakkında güzel şeyler söylüyor. Türk dostluğundan övgüyle söz ediyor. Türklerin sadık müttefik olduklarını anlatıyor. – Beyanatlarınız bize teselli vermiştir” diyerek söze başlayan M. Kemal, bir noktaya daha açıklık getirilmesini istiyor ve: – Türkiye’ye karşı düşman tecavüzleri durdurulamayarak ilerlemektedir. Eğer bu darbeler muvaffak (başarılı) olursa Türkiye mahvolacaktır. Bu darbeleri durdurmak için teminat ifade eden Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 137 beyanatlarınızı dinleyemedim. Lütfen bu hususta beni aydınlatır mısınız?” diyor. Böyle bir çıkıştan hoşlanmayan Alman İmparatoru KAYZER WILHELM ayağa kalkarak, Veliaht Vahdettin’e hitaben: – Anlıyorum ki, sizin zihninizi karıştıranlar var. Ben Alman İmparatoru olarak gelecekteki başarılardan bahsettikten sonra şüpheniz kalır mı?” diyor. Yerine oturmadan salonun kapısına doğru yürüyor ve gidiyor!... O akşam, Veliaht Vahdettin onuruna verilen yemekte M. Kemal Alman Başkomutanı Mareşal Hindenburg’la Suriye cephesini konuşuyor. M. Kemal, alınan raporların gerçeğe uymayabileceğini söylüyor ve: – Önemseyerek yapmakta olduğunuz büyük taarruzla, elde etmeyi ümit ettiğiniz hedef ve maksadınız nedir?” diye soruyor. Konuyu kapatmak isteyen Mareşal: – Ekselans, size bir sigara takdim edebilir miyim?...” diyerek konuyu geçiştiriyor. M. Kemal bir ara, İmparatorla konuşan Vahdettin’in yanına gidiyor. Türkçe olarak: – Konuştuğunuz Alman İmparatorudur. Endişelerinizi giderecek bir tek şey söyledi mi?” diye soruyor. – Hayır” cevabını alıyor. Bunun üzerine M. Kemal: – Konuşmaya devam ediniz. Bütün endişelerinizi İmparatora söyleyiniz, memnun olmasa bile... Hiç olmazsa Türkiye’de de hakikati görenler olduğuna inanacaktır” diyor – Öyle yapıyorum” cevabını alıyor. Birkaç gün sonra Türk heyetini etkilemek isteyen Almanlar, batı cephesini gezdiriyorlar. M. Kemal yanındaki subaya, düşman karşısında aldıkları tertibatı soruyor. Aldığı cevaplar karşısında şaşırıyor; – O halde tehlikedesiniz” diyor ve bu görüşünü subaya da kabul ettiriyor. Bu gezide cepheleri de gözlemiş olan M. Kemal, savaşın sonunun olumsuz olacağını daha iyi görmüş ve üzülmüştür. O akşam, ADLON otelinde gazetecilerle konuşma yapıyorlar. Gazeteciler gidince salonda Veliahtla başbaşa kalan M. Kemal’e Vahdettin: 138 Rasim Pehlivanoğlu – Ne yapmalıyım” diye soruyor. M. Kemal Türk tarihinin bazı safhalarından söz ediyor ve sonunda kendisinden bir şey istiyor: – Almanya’da gördünüz ki: İmparator, Veliaht ve Prenslerin hepsi bir iş üzerindedirler. Neden siz bütün işlerden uzak kalasınız?” diye sorarak Vahdettin’i düşündürüyor. İstanbul’a gidince bir ordu kumandanlığını istemesini teklif ediyor. Kendisinin de, Ordunun Erkan-ı Harbiye Reisi (Genel Kurmay Başkanı) olabileceğini ifade ediyor. Veliaht Vahdettin’den: – İstanbul’a varınca düşünürüz” cevabını alıyor. Türk heyetinin Almanya gezisi 5 Ocak 1918’de sona eriyor, dönüş yolculuğu başlıyor. M. Kemal’in Böbreklerinden Hastalığı ve Yeni Gelişmeler M. Kemal İstanbul’a dönünce böbreklerinden rahatsızlanmıştır. Bir ay kadar yatıyor, tedavi görüyor. Ama iyi olamıyor. Tavsiye üzerine Viyana’ya gidiyor. KOTAJ Sanatoryumunda bir ay yattıktan sonra KARLSBAD’a gidiyor. Tedavisi burada yapılıyor. Ancak 27 Temmuz 1918’de ayrılabiliyor. M. Kemal yurt dışındayken, 4 Temmuz 1918’de Sultan 5. Mehmet ölmüş, yerine 58 yaşındaki Veliaht Vahdettin, 36. Padişah olarak tahta geçmişti. Padişah Vahdettin, oldukça ürkek ve kuşkuluydu. Ne yapacağını bilemiyordu: Şeyhülislama ve yakınlarına “taht için hazır olmadığını” bildirmişti. Romatizmalıydı. Bastonla yürüyordu. Ahmet İzzet Paşa, padişahın Yaveri Ekrem’i (bir bakıma vekili) olmuştu. Viyana’dan dönen M. Kemal 5 Ağustosta yeni padişahı ziyarete gidiyor. Viyana seyehatı sırasında olduğu gibi çok açık tarzda görüşebilmeleri için izin istiyor. Olumlu cevap alınca görüşlerini açık açık söylüyor. – Her şeyden önce orduya sahip ve hakim olmalıdır. Bunun için hemen Başkumandanlığı üstünüze almalısınız” diyor ve nedenini açıklıyor... Başka bir görüşmelerinde de gene “padişahın orduyu ele alması gereğini” ileri sürüyor. Ama padişah değişmiştir: – Paşa! Ben her şeyden önce İstanbul halkını doyurmak mecburiyetindeyim” cevabını alan M. Kemal: – İstanbul halkını doyurmak için alınacak tedbir ve teşebbüsler, bütün memleketi kurtarmak için alınması gereken Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 139 lüzumlu ve acele tedbirlere başvurmaktan Zat-ı Şahanenizi alıkoyamamalıdır” görüşünü açıklıyor. – Ben Talat ve Enver Paşa hazretleriyle de görüştüm” diyen padişah, anlaşılıyordu ki Talat ve Enver Paşaların etki alanına girmişti. Çok üzgün bir şekilde buradan ayrılmış olan M. Kemal, yeni padişah Vahdettin karşısında da vicdani vazifesini yapmış olmanın ruhi huzurunu duyuyordu... Mustafa Kemal Yeniden 7. Ordu Komutanı Padişah, 7 Ağustos 1918’de M. Kemal’i davet etmiş, Suriye’deki 7. Ordu Komutanlığına yeniden tayin edildiğini bizzat tebliğ etmişti. Oradaki vaziyetin ciddileşmiş olduğunu ve gitmesi gerektiğini belirtmişti. Dışarı çıkınca salonda karşılaştığı Enver Paşa kendisine alaylı bir şekilde selamlamıştı. Yapılan tayinin (İstanbul’dan uzaklaştırmanın) Onun işi olduğunu anlayan M. Kemal: – Bravo, tebrik ederim. Muvaffak oldunuz” demekten kendisini alamamıştı. O sırada, salonun bir köşesinde hararetli bir şekilde konuşan komutanlardan birisinin söylediklerini dinliyor: – Efendim, bu Türk neferlerinde hayır yoktur. Bunlar hayvan sürüsüdür. Yalnız kaçmayı bilirler!” sözünü işiten M. Kemal fena halde içerliyor ve Türklük duygusu canlanıyor! Enver Paşayı bırakıp komutana dönüyor: – Paşa! Biz de bir askeriz. Bu orduya kumanda etmiş adamız. Türk neferi kaçmaz! Kaçmak nedir bilmez... Eğer Türk neferinin kaçtığını görmüşseniz, hemen kabul etmelisiniz ki, onun başında bulunan en büyük kumandan kaçmıştır! Eğer siz kaçtığınızın zilletini Türk askerlerine yüklemek istiyorsanız insafsızlık ediyorsunuz...” sözleriyle sert şekilde komutanı ikaz ediyor. Cevabını alan ve itham altında kalan kumandan susmak zorunda kalıyor... (6) 7. Orduya (Suriye’ye) gitmek için Haydar Paşa garından trene binen M. Kemal, yolculuğu sırasında Anadolu’nun artık tükenmiş olduğunu fark ediyor. 18 Eylül 1918’de ordunun komutasını eline alıyor. Burada da her şeyin bitmiş olduğunu görüyor. Felâketi önlemek için tedbir almanın güçlüğünü anlıyor... O sırada, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına Liman Von Sanders getirilmiştir. 7. Ordunun iki kolordusundan birisine Ali Fuat 6 Utkan Kocatürk: Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri,Ank. – 1971 s. 287-288 140 Rasim Pehlivanoğlu Paşa, diğerine Albay İsmet kumanda etmektedir. Her üçü de birbirlerini takdir eden arkadaş kumandanlardır. 19 Eylülde saldırıya geçen İngilizlerin dayanamayan 8. Ordu dağılıyor ve çöküyor. karşısında Şam yakınlarında (güneyinde) toplanan 7. Ordu dinlendiği sırada M. Kemal küçük bir maiyeti ile Şam’a gidiyor. Orada Lıman Von Sanders’ten aldığı emirle, 7. Orduyu Mersinli Cemal Paşaya bırakarak, Rayak bölgesindeki birliklerin başına geçmesi isteniyor. 29-30 Eylül gecesi trenle gittiği Rayak’ta Liman Von Sanders’le görüşüyor. Buradan çekilmeyi uygun buluyorlar. Çekilirken, halkın karşı koyması karşısında Rayak İstasyonu ateşe veriliyor. O sırada aldığı bir haberle, 7. Orduyu bıraktığı kumandanın Şam’dan ayrıldığını öğreniyor. M. Kemal hemen verdiği bir kararla, Şam’da bulunan bütün kuvvetlerin Albay İsmet Beyin komutası altında toplanmasını istiyor. Rayak taraflarındaki kuvvetleri de Ali Fuat Paşa kumandası altında kuzeye gönderiyor. Kendisi de trenle Humus’a hareket ediyor. Humustaki genel karargahta konuştuğu Liman Von Sanders ve Erkan-ı Harbiye Reisi Kazım Paşayla, bütün Türk kuvvetlerinin kuzeye çekilmesi kararını veriyorlar. M. Kemal’in emriyle, Yıldırım Orduları Grubunun bütün kuvvetleri Halep’te birleşiyor. Burada hastalanan M. Kemal, 3-5 gün tedavi gördükten sonra, yataktan kalktığı gün Halep’in doğusunun işgal edildiğini öğreniyor. Hemen oraya hareket ediyor. Şehrin doğu girişinde asker kıyafeti taşıyan Bedevilerden ve Urbanlardan oluşan kalabalıkla karşılaşıyor. Reislerini soruyor. Öne çıkan reisle özel konuşarak anlaşmak istiyor. Ne istediklerini soruyor. Altın ve silah istiyorlar. Altın için ümit veriyor. Ama ertesi gün, kaldığı otele hücum ediliyor. Bu arada Halep’in de hücuma uğradığını öğreniyor. Dışarı çıkıp ağır ağır yürürken üzerine bombalar yağdırılıyor. M. Kemal’i yalnız sanıp saldıran Araplar, yollara yerleştirilen Türk askerlerinin ateşiyle dağıtılıyor. Türk kuvvetleri şehre hakim oluyor. Ertesi gün, İngiliz ve Araplarla muharebe etmeye karar veriliyor. 25-26 Ekim gecesi, 7. Ordu birlikleri Halep’in 5 km. kuzeyine çekiliyor. Türk kuvvetlerinin ric’at ettiğini (çekildiğini) sanan Arap ve İngilizler taarruza geçiyorlar. Fakat şiddetli bir mukavemetle (karşı koymayla) karşılaşıyor ve bozuluyorlar. BU ZAFER, OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN SON ZAFERİ OLMUŞTUR. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 141 Barış İstekleri ve Bazı Gelişmeler Savaşı kaybettiğini kabul eden Üçlü İttifak Devletlerinden Avusturya – Macaristan İmparatorluğu, 14 Eylül 1918’de savaşan devletlerden barış konferansı toplanmasını istemişti. Bulgarlar da 29 Eylül 1918 günü Selanik’te, İngiliz Komutanlığı ile barış antlaşması istemişti. Aynı gün, savaşı kaybettiğini anlayan Alman başkomutanlığı, barış görüşmeleri yapılmasını hükümetten istemişti. Almanya ve Avusturya – Macaristan İmparatorluğu, barış yapmak üzere 14 Ekim 1918’de Amerikan Cumhurbaşkanı Wilson’a başvurmuşlardı. Osmanlı hükümeti de 5 Ekim 1918’de barış isteğini, İspanya aracılığı ile Wilson’a bildirmiş, fakat cevap alamamıştı. 8 Ekimde Talat Paşa Sadrazamlıktan çekilmiş, yerine Tevfik Paşaya görev verilmişti. Bunu haber alan M. Kemal, Padişah Vahdettin’e bir telgraf çekerek, Ahmet İzzet Paşa başkanlığında kurulmasını teklif ettiği yeni kabine üyeleri için bazı önerilerde bulunmuştur. Ahmet İzzet Paşaya çektiği telgrafla da Harbiye Nazırlığının kendisine verilmesini önermişti. Olumlu cevap almasına rağmen, 14 Ekimde Ahmet İzzet Paşa tarafından kurulan kabinede kendisine yer verilmediğini görmüş, faydalı olamayacağı için üzülmüştü! M. Kemal Harbiye Nazırı Olmayı Niçin İstemişti M. Kemal’in ülküsünü anlayamayanlardan, bu hizmet isteğini gereğince değerlendiremeyenler olabilir. Kimisi mevki hırsına, kimisi padişaha yakınlaşma isteğine, kimisi de kararsızlığına verirler. Eğer Harbiye Nazırı olsaydı, Anadolu’ya geçip Milli Mücadeleyi başlatamazdı, diye düşünenler de olmuştur. Oysa M. Kemal, geleceği önceden gören, ne yaptığını ve ne yapacağını bilen kararlı bir kişiliğe sahipti. Harbiye Nazırlığını, gelecekteki kurtuluş çalışmalarının bir ön hazırlığı olarak görmüştür. M. Kemal ne istemişse ve ne yapmışsa, gelecekteki büyük ülküsüne hizmet için istemiş ve yapmıştır. Millî Mücadelede, M. Kemal’in “Kuvayı Milliye” arkadaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. Cumhurbaşkanı olan merhum CELAL BAYAR “Atatürk’ün Metodolojisi ve Günümüz” isimli kitabının 38 - 39. sayfalarında belirttiğine göre, Atatürk Harbiye Nazırlığını almayı şu nedenlerle istemiş olabilir: 142 Rasim Pehlivanoğlu a- Gizli bir emirle askerin terhisini durdurabilirdi. b- Ordudaki silahların alıkonulması, yetenekli komutanların birliklerinin başında kalması ve yenileri ile desteklenmesi sağlanabilirdi. c- Milli direniş yanlısı Vali ve Kaymakamlar, ordunun da desteğini alarak asayişi kolayca sağlayabilir, parti kavgaları ve çete savaşları kolayca bastırılabilirdi. d- Köylümüzün başına musallat olan eşkıya afeti önlenir ve ziraî üretim yükseltilebilirdi. e- Sarayın, düşman karşısında daha cesur çıkışlar yapması sağlanabilirdi. (Ürkek ve korkak teslimiyetçilikten vazgeçilebilirdi.) f- İşgal kuvvetleri, “Bolşevik Umacısı” ve “Enver Paşa korkusu” ile dizginlenebilirdi. g- Gerekli hazırlıklar tamamlandıktan sonra da Orduların başına geçip, Kurtuluş Savaşını daha hazırlıklı bir hamleyle başlatabilirdi. Ve de Ülkeyi, 1922 Ağustosunda değil, belki 1921 Ağustosunda büyük zafere ulaştırabilirdi. h- “Kuvayı Milliyecilere” karşı çıkan isyanların kökünü kurutarak, İstiklal Mahkemeleri tedbirlerine başvurmadan ülkeyi daha huzurlu bir ortama kavuşturalabilirdi. i- Ve başka gelişmelerin de daha kolay ve daha hızla başarılmasında etkili olabilirdi. Görüşleri yukarıda sıralanan Celal Bayar: “Atatürk, eğer Harbiye Nazırı olmak yolunu zorlamadan doğruca Anadolu’ya geçseydi, işte o zaman eleştirilmeye hak kazanırdı” diyor ve “İşte o zaman Atatürk tarih önünde sorumlu olurdu...” görüşünü açıklıyor. (7) İmzalanan Mondros Mütarekesi Amerika’dan cevap alamayan Ahmet İzzet Paşa, İstanbul’da esir bulunan General Tavshend aracılığı ile İngilizlere başvurur. Osmanlı İmparatorluğunu yok etmek kararında olan İngiltere, Fransızların da katılma önerilerini geri çevirir. 27 Ekim 1918’de, Limni adasında Mondros Limanındaki Agamemnon zırhlısında başlayan görüşmeler sonunda, 30 Ekim 1918 günü, Osmanlılar adına 7 Celal Bayar: Atatürk’ün metodolojisi, İst. – 1978, s. 38-39 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 143 heyet başkanı Bahriye Nazırı Rauf (Rauf Orbay) ile İngiltere adına Amiral Galtrop tarafından Mondros mütarekesi (ateşkes anlaşması) imza edilir. Osmanlıları yok etmek politikasını güden İngiltere, şartlarını daha çok kendisinin tayin ettiği antlaşmayı: – Ya imzalarsınız ya da reddedersiniz” diyerek kesin tavrını koymuştu. Bu mütareke ile Osmanlı İmparatorluğu artık tarihe karışmış oluyordu. Yalnız, Türklerin oturduğu Türk toprakları üzerinde küçük bir Osmanlı Devleti kalmıştı. Elimizde son kalan Türk topraklarının paylaşılmasının da hazırlıkları yapılıyordu. Paylaşımın nasıl olacağı ise daha savaş başlamadan önce Avrupa’nın büyük devletleri tarafından plânlanmıştı. 31 Ekimde aldığı telgraftan mütarekeyi öğrenen M. Kemal, savaşı kaybetmiş olmamıza çok üzülmüş ve durumu, bütün varlığımızdan olacak şekilde tehlikeli görmüştü. O sırada, İttihat ve Terakkinin mutlak hakimi ve savaş sorumlusu olan Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşalar bir Alman deniz altısına binerek İstanbul’dan uzaklaşmışlardı. M. Kemal Paşa Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mondros antlaşması ile görevi sona eren Liman Von Sanders’in yerine, 31 Ekim 1918’de “Yıldırım Orduları Grubu” Komutanlığına atanan M. Kemal Paşa, yeni görevine başlamak üzere Adana’ya hareket etmişti. Savaş sona erdiğinden artık yapılacak işi kalmamıştı. Ama, cephelerin hâkim komutanı olarak İstanbul ile aracısız konuşabilmek imkânına kavuşmuştu. Rasim Pehlivanoğlu 144 F- BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI SONRASINDAKİ GELİŞMELER ve SAMSUN’A HAREKET Veda Eden Liman Von Sanders ve Mustafa Kemal’in Görüşleri Yıldırım Orduları Komutanlığını M. Kemal’e devreden Liman Von Sanders’in, Orduya veda yazısında çok anlamlı görülen önemli ifadelerini aşağıya alıyorum. “– Yıldırım Ordular Grubunun emir ve komutasını bu günden itibaren, övünçlerle dolu bir çok muharebelerde yükselmiş bulunan Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine veriyorum. Bu münasebetle emir ve komutam altında seçkin hizmetler yapmış bulunan bütün General, Subay, Astsubay, Memur ve Erlere kalbimin içinden kopan teşekkürlerimi bildiririm. Beni, Yıldırım Ordular Grubunun birçok Subay ve Erlerine pek sağlam bağlayan övünülecek Gelibolu günleriyle, Anadolu kıyılarında gösterilmiş kahramanca girişimler, Dünya Tarihinde sonsuzluğa kadar unutulmayacak anılar bırakacaktır. Filistin’de altı aydan çok bir süre aralıksız devam eden ve hepsi bir başarı zinciri sayılmaya değer kesin savunma ve bu arada özellikle Tellilazur gibi muharebelerle, her iki Şeria Muharebeleri, kendilerine birkaç kat üstün düşmana karşı sonsuz yoksulluklar içinde, Savaşan Türk Ordusu ile, Alman ve Avusturya kıtalarının kahramanlıklarını saklamaktadır. Bu olaylar, bende, Türkiye’nin kahraman evlatlarına dayanarak güvenle geleceğe hazırlanabileceği kanısını uyandırmıştır. Yüce Türk Irkı ile müttefiklerine gelecekte barış ve esneklik sağlayarak, yıllarca uzayan muharebeler sonucu kanayan yaralarını iyileştirmesini Ulu Tanrıdan yalvarırken, bana tarihi günler yaşatan kahraman silah arkadaşlarımla, Kutsal Türk Toprağına vedaımı arzeylerim.” (8) Adana’da, Yıldırım Orduları Grubu komutanlığını devralan M. Kemal ile önceki komutan arasında geçen konuşma sırasında bir ara Liman Von Sanders: – Çok bahtiyarım ki, bu mühim (önemli) kuvvetin kumandasını sizin gibi Arıburnu ve Anafartalar’dan beri yakından tanıdığım yüksek bir Türk kumandanına bırakıyorum” diyerek 8 Cihat Akçakayalıoğlu: Ank. – 1986 s. 113 - 114) Gen. Kur. As. St. Etüt Başk. Yayınları ATATÜRK, Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 145 iltifat etmişti. Bu övgülü fakat elem ve hüzün verici sözler, M. Kemal’i çok duygulandırmıştı. Oturmuşlar, veda konuşması yapıyorlardı. Liman Von Sanders: – Bizim için her şey bitti” demişti. Bir anda ciddileşen, adaleleri gerilen ve gözleri parlayan M. Kemal, ülküsü olan insanların kararlılığı içinde; İman ve irade gücünü belirten ses tonuyla: – SAVAŞ MÜTTEFİKLERİMİZ İÇİN BİTMİŞ OLABİLİR. AMA, TÜRK YILMAZ!... BİZİM ASIL SAVAŞIMIZ ŞİMDİ BAŞLIYOR...” diyerek dinleyenleri düşündürmüş ve duygulandırmıştı... M. Kemal, bu sözleriyle yenilgiyi kabul edemeyeceğimiz kararlılığını vurgulamıştı. (9) Yıldırım Orduları Grubunun elinde, eski gücünü yitirmiş sadece 2. ve 7. Ordular kalmıştı. M. Kemal, kısa zamanda bu iki orduyu derleyip toparlamış, bir güç olarak muhafazasına önem vermişti... M. Kemal, Sadrazam Ahmet İzzet Paşaya çektiği telgrafla da orduların terhis edilmesinde acele edilmemesini istemiş ve şöyle demişti: – Pek içten ve ciddi olarak arz ederim ki, mütareke koşulları arasında yanlış anlayış ve düşünceleri giderecek tedbirler alınmadıkça Orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak, İngilizlerin hırslarının önüne geçme olanağı kalmayacaktır.” (10) Kendisi de -ileride gerekli olabilir düşüncesiyle- elindeki silah, cephane ve malzemeleri güvenli yerlere göndermiş ve bu konuda ilgili komutanlara gerekli emirleri vermişti... Bütün bu tedbirleri bir hafta içerisinde yapmıştı. Zira, 7 Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grubu ve 7. Ordu Kumandanlıkları lağvedilmişti. (Kaldırılmıştı) Harbiye Nazırlığı emrine verilen M. Kemal, bizzat Ahmet İzzet Paşa tarafından makine başında İstanbul’a çağırılmıştı. Anlaşılan İstanbul’da önemli gelişmeler ve buhranlı durumlar oluyordu. Hemen gitmeliydi. 9 10 Orhan-Erhan Dündar: M. K. Atatürk – İmparatorluğa Veda 9,Ank. – 1999 s. 43 - 44) Cihat Akçakayalıoğlu: Gen. Kur. As. St. Etüt Başk. Y. ATATÜRK, Ank. – 1986 s. 115 146 Rasim Pehlivanoğlu Mustafa Kemal İstanbul’da 10 Kasım 1918’de Adana’dan trenle İstanbul’a hareket eden M. Kemal, yol boyunca memleket için yapılacak işleri düşünüyordu... 13 Kasım 1918 günü sabahı İstanbul’a vardı. Arkadaşı Rasim Ferit Haydarpaşa’da karşılamıştı. O gün Averof Gemisinin de içinde bulunduğu, 60 kadar İtilaf Devletlerinin savaş gemileri yavaş yavaş Haydarpaşa önünden geçiyordu. M. Kemal bu geçişi dalgın düşüncelerle ve öfkeli bakışlarıyla seyrediyordu. Birara, içinden gelen kararlı bir ifadeyle: – GELDİKERİ GİBİ GİDECEKLERDİR!...” demişti. M. Kemal, o gün doğruca Beyoğlu’na giderek PERAPALAS Oteline yerleşmişti. İstanbul’da, toplarını şehre çevirmiş olan düşman gemileri karaya asker çıkarmaya başlamıştı. Azınlıklar sevincinden çılgına dönmüştü... Beyoğlu’ndaki hain kozmopolitler, bütün kirlerini sokağa dökmüştü. Ne acı bir görüntüydü bu yarabbi!... Ahmet İzzet Paşanın yerine yeniden Sadrazam olan Tevfik Paşa, 18 Kasım 1918’de meclisten güvenoyu alarak hükümeti kurmuştu. M. Kemal, 22 Kasım 1918’de padişahın huzuruna çıkarak görüşmüştür. Padişaha söylemek istedikleri hakkında bir giriş yaparken, Padişah Vahdettin sözlerini keserek: – Biliyorum ordunun kumanda ve zabitleri seni çok severler. Bana onlardan bir fenalık gelmeyeceğine teminat verir misin?”diye sorar. Şaşıran M. Kemal: – Aleyhinize bir hareket mi var” deyince, O gene “Teminat verir misin?” sorusunda ısrar eder. M. Kemal: – Ordunun Zat-ı Şahaneyle karşı karşıya gelmesine bir sebep olmadığı” görüşünü belirtir. Kendisine hiçbir fenalık gelmeyeceğini temin eder. Padişah bununla da yetinmez: Yalnız bugün için değil, yarın için de teminat ister: – Siz akıllı bir kumandansınız. Arkadaşlarınızı tenvir ve teskin edeceğinize eminim” der. (11) Mustafa Kemal asıl konuyu görüşemeden ve de söylemek istediklerini söyleyemeden, padişahın yanından ümitsiz ve üzüntü içinde ayrılır. Bu görüşmeden sonra, artık Vahdettin’den hiçbir hayır 11 Orhan-Erhan Dündar: M.K.Atatürk 9 – İmparatorluğa Veda,Ank. – 1999 s.47-48 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 147 gelmeyeceğine inanır. Padişahın tahtından başka bir şey düşünmediğini görür ve endişesi artar. Mondros Mütarekesinin Ağır Hükümleri Mondros Mütarekesinin (Ateşkes Antlaşmasının) ağır hükümleri vardı: Çanakkale ve İstanbul boğazlarının açılması, buralardaki istihkâmların işgal edilmesi, ordudan askerin terhisi, silah cephane - malzeme ve taşıt araçlarının müttefikler emrine verilmesi, donanmanın teslim edilmesi, Toros Tünellerinin, telsiz ve telgraf ve kablo telsizlerinin müttefiklerin kontrolüne verilmesi mütarekenin ağır hükümleri arasındaydı. Antlaşmanın en ağır hükmü ise, 7. maddede belirtilen: “Müttefiklerin güvenliklerini tehdit edecek bir durum ortaya çıktığında, Ülkenin her hangi bir stratejik noktası işgal edilme hakkına haiz olunacaktı.” Mondros Mütarekesi, açıktan açığa “kayıtsız şartsız teslim” hükmünü taşımıyordu. Ama: İtilaf devletlerinin kendi aralarında vardıkları gizli paylaşma anlaşmalarını uygulayabilmeleri için “her yana çekilebilir hükümleri” kapsıyordu. Daha çok İngiliz çıkarlarını gözeten mütareke şartları, İmparatorluğu tasfiyeye kararlı olan düşman güçlerin paylaşma uygulamalarına da imkân verecek nitelikteydi. Osmanlı ordularının durumu, kayıtsız şartsız teslim olmayı gerektirecek kadar kötü olmadığı halde böyle bir mütarekenin ağır şartlarının neden kabul edildiği hususu, Osmanlı Mebusan ve Âyan meclislerinde tartışma konusu olmuştu... Osmanlı İmparatorluğunun siyasi tarihinde talihsiz bir dönüm noktası olan Mondros Mütarekesinin -her yana çekilebilenilgili hükümlerine dayanarak yer yer yurdumuzun birçok bölgelerinde işgal hareketlerine girişilmiştir. Çiğnenen Mütareke Şartları ve Yapılan İşgaller İtilaf Devletleri 3 Kasım 1918’de, İskenderun limanında mayın tarama ile işgal harekâtına başlamış oldu. Düşmanın kötü niyetlerini anlayan ve buna karşı koyan Yıldırım orduları grubu 7 Kasım 1918’de lağvedildi. Grup kumandanı M. Kemal Harbiye Nezareti emrine alındı. Bunun üzerine 9 Kasım 1918’de İskenderun, İngilizler tarafından işgal edildi. Öte yandan, 9 Kasım 1918’de Çanakkale Boğazına kuvvet çıkarmakla işe başlayan İngilizler, mütareke şartlarına ve Willson prensiplerinin 12. Maddesine aykırı olarak, 13 Kasım 1918’de, O koca koca gemileriyle ilerleyerek İstanbul’u askeri kontrol altına aldılar. 23 Kasım’da Fransız Generali, azınlıkların aşırı gösterileri 148 Rasim Pehlivanoğlu arasında ve at üzerinde sokaklarda dolaşarak bir kahraman edasıyla Fransız Elçiliğine gitmiştir. 27 Kasım’da İngiliz Generali Milne İstanbul’u fiilen işgal etmiştir. Gene İngilizler 3 Kasım 1918’de Musul’a asker soktular. 8 15 Kasım 1918’de Musul Türkler tarafından boşaltıldı. 17 Aralık 1918’de Ayıntap’ı (Gaziantep’i), 3 Ocak 1919’da Cerablus’u işgal eden İngilizler, 22 Şubat 1919’da Maraş’a, 24 Mart 1919’da Urfa’ya girdiler. İngilizler ayrıca Samsun, Merzifon, Batum... gibi merkezlere de kuvvet gönderdiler. İngiliz Yüksek Komiserliğinin baskısıyla Adana vilayeti boşaltılmış ve bu bölgedeki 2. Ordu Toros Dağları’nın kuzeyine çekilmişti... 17 Aralık 1918 ‘de, askersiz kalan Mersin ve Adana şehirleri Fransızlar tarafından işgal edilmiş, taa Toroslar’a kadar ilerlemişlerdi. 4 Ocak 1919’da bir İtalyan filosu Marmaris’e gelmiş, 28 Mart 1919’da İtalyan kuvvetleri Antalya’ya çıkarılmıştı. Böylece İtalyanlar Güneybatı Anadolu’nun kontrolünü ele geçirmişlerdi. 1919 Mayıs ayı ortalarına kadar Antalya, Marmaris, Bodrum, Fethiye, Kuşadası ve Selçuk gibi yerler -asayişi koruma bahanesiyleİtalyanlar tarafından fiilen işgal edilmişti. Konya ve Afyon merkezlerimiz, Alanyurt ve Kütahya da İtalyanların kontrolüne geçmişti. İtalyanların mevcudu 3000 kadar piyade asker ve bir bataryadan ibaret olmasına rağmen, yerli idare ve birlikler, “İstanbul’dan aldıkları emir gereğince” karşı koymuyor, ancak protesto ile yetiniyorlardı.” (12) Batı Anadolu’daki düşman harekâtları ise, 1918 yılı sonları ile 1919 yılı başlarında, İngiliz ve Fransızların desteğinde ilerleyen Yunan gemilerinin İzmir Limanına gelişleriyle başladı. İleride daha geniş anlatılacağı üzere, bu olay zamanla gelişti ve nihayet 15 Mayıs 1919’da (Atatürk’ün Samsun’a hareketinden 1 gün önce) Yunan askerlerinin gene İngiliz ve Fransızların desteği ile İzmir’e asker çıkarmasıyla yeni bir boyut kazandı. Bu çıkış olayı, zaten için için kaynamakta olan Milletimizin Millî Mücadeleye başlamasına bir kıvılcım niteliğinde olmuştur. 12 Cihat Akçakayalıoğlu: Gen Kur. As. St. Etüt Başk.Y. ATATÜRK, Ank. - 1986 s 154 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 149 İstanbul’daki Durum Meclis-i Mebusan (Mebuslar Meclisi) savaş kabinelerini sorguya çekiyor, fakat etkili olamıyordu. Kışkırtılan Âyan üyesi Damat Ferit, 2 Aralık 1918’de meclisin dağıtılmasını isteyen bir takrir vermiştir... Soğuk ve karanlık bir kış havası başlamıştı. İşgal altındaki İstanbul halkı üzgün, ümitsiz ve felaket duygularının ağırlığı içinde ezilmiş gibiydi. Korku içindeki halk: “... Artık bize istediklerini yaparlar” diye düşünüyor evlerine kapanıyorlardı. Mecbur olmadıkça çıkmıyorlardı. Azınlıklar, olabildiğince şımarmış ve iyice azmışlardı! Gazetelerde her gün üzüntü verecek türlü haberler yayınlanıyordu... Hükümet aciz durumdaydı. Azınlıkların zulümlerine karşı sessiz kalıyordu. İşgalcileri kızdırmamayı başarı sayıyorlardı. Hükümeti rahat çalıştırmadıkları gerekçesiyle Mebuslar Meclisi de dağıtılmıştı. İngilizler, meclis dağıtıldıktan sonra mutlak bir hükümdar haline gelen padişahı kukla gibi kullanmak istiyorlardı. “Padişah bizden izinsiz hiçbir şey yapamaz” diyorlardı. Dedikleri gibi, hükümet de bir şey yapamıyordu. Mustafa Kemal’in Şişlideki Evinde Aranan Çıkış Yolları Padişahtan ve hükümetten ümidini kesen M. Kemal, yeni yollar aramaya başlamıştı: 2 Aralık 1918’de Şişlideki Tramvay Caddesinde kiraladığı eve taşınmıştı. Burada toplanan kendi düşüncesindeki arkadaşlarıyla konuşuyor, plânlar yapıyorlardı. En çok da, İstanbul’a izinli gelen 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa (Ali Fuat Cebesoy) ile görüşüyordu. Yegâne kurtuluş yolu olarak, “Millî Mukavemet Hareketinin Başlatılması” görüşünde birleşiyorlardı. Ordu ile milletin elele vermesi çarelerini arıyorlardı. Ali Fuat Paşanın izni bitmeden son defa eve gelişinde Rauf Bey (Rauf Orbay) da bulunmuştu. Yemekten sonra saatlerce konuştular. M. Kemal, bir görevle kendisini Anadolu’ya tayin ettirmek istiyordu. Eğer bu mümkün olmazsa, Anadolu’da itimat ettiği bir kumandanın yanına giderek orada işe başlamayı düşünüyordu. Halen Konya Ereğli’sinde bulunan ve yakında Ankara’ya taşınacak olan 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa, M. Kemal’in ne demek istediğini anlamıştı: – PAŞAM! KOLORDUM EMRİNİZDEDİR” diyerek, başlatılacak mukavemet hareketine katılan ilk komutan olmuştu. M. Kemal hemen yerinden kalkmış, eski arkadaşının coşkunlukla elini sıkmıştı: 150 Rasim Pehlivanoğlu – Evet, beraber çalışacağız Fuat!” demişti. Birkaç gün sonra, Tevfik Paşa hükümeti de istifa etmiş, 4 Mart 1919’da İngiliz yanlısı Damat Ferit Paşa Sadrazam yapılmıştı. Böylece, “İtilaf Partisi” işbaşına geçmiş oluyordu. Hemen savaş divanı kurularak tutuklamalar başlamıştı. Ali Fethi de tutuklananlar arasındaydı. Ortalıkta bir şiddet havası estiriliyordu. İstanbul’daki düşman yardakçılarının gazetelerinde haince yazılar çıkıyordu: – Ali Fethi tevkif edildi. Ama M. Kemal ve Rauf Bey, Beyoğlu caddelerinde kollarını sallayarak hâla dolaşıyorlar” diye işgal kuvvetlerini tahrik eden yazılar yayınlıyorlardı. Kurtuluşu M. Kemal’in görüşünde bulan Rauf Bey, M. Kemal’le Anadolu’ya geçebilmek için Bahriye Nazırlığından istifa etmişti. M. Kemal, 11 Nisan 1919 günü Şişlideki evine gelen Genel Kurmay 2. Başkanı Kazım Paşa ile de konuşmuştu. Kazım Paşa, M. Kemal’in gideceği Doğu Anadolu’da çeşitli grupları birleştirerek, milliyetçi bir hükümetin temelini atacağını tasarlıyor ve buna inanıyordu. Ona göre de her şey Anadolu’da çözülecekti. M. Kemal başka bir gün, Kurmay Albay İsmet’i (İsmet İnönü’yü) evine davet etmişti. Masaya serilen harita üzerinde konuşmuşlardı. Anadolu’ya geçmek ve orada kurtuluş çareleri aramak için en müsait bölgeyi tespit etmişlerdi. M. Kemal’i bu bölgeye götürecek en müsait yolun neresi olacağını düşünmüşlerdi... M. Kemal artık kesin kararını vermişti. Anadolu’ya gidecek. Milletiyle elele vererek mutlak kurtuluşu sağlamaya çalışacaktı... Anadolu’ya Geçmek İçin Çıkan Fırsat – Yapılan Özel Görüşmeler İşte tam bu günlerde, işgal kuvvetleri, Samsun bölgesindeki asayiş meselelerini bahane ederek hükümete baskı yapıyor, “yoksa işgal ederiz” tehdidinde bulunuyordu. Oraya, asayiş sağlayacak birisinin gönderilmesi gerekiyordu. Dahiliye Nazırı Mehmet Ali, M. Kemal Paşanın gönderilmesini Sadrazam Ferit Paşaya teklif etmişti. 30 Nisan 1919 günü, Harbiye Nazırı Şakir Paşa, M. Kemal Paşayı çağırarak durumu konuşuyorlar. Şakir Paşa, kocaman bir dosyayı M. Kemal’in önüne koyarak okutuyor. Dosyada yer alan, İtilaf Devletleri makamlarının verdiği raporlara göre: Samsun çevresindeki Rum köyleri Türklerin saldırısına uğruyorlarmış. Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 151 Hükümetten saldırıların önüne geçilmesi isteniyor. Olayın doğru olup olmayacağını müzakere ediyorlar. Sonunda Şakir Paşa: – Ben Sadrazam Paşa ile görüştüm. Sizi münasip gördük. Gider ve meselenin ne olduğunu anlarsınız” diyor. M. Kemal ise: – Memnunlukla giderim” cevabını veriyor. M. Kemal Paşa, Şakir Paşa ile aralarında geçen konuşmayı ve ordu müfettişliğinin kendisine ne suretle verildiğini şöyle anlatıyor: “Şişli’deki evimde idim. Bir gün Anafartalar’dan beri yaverim bulunan Cevat Abbas geldi, bana: – Harbiye Nazırı Şakir Paşa, dairelerinde sizinle görüşmek istiyor... dedi. Ben de kabul ederek ertesi gün Harbiye Nezaretine gittim. Az konuştuk. Biraz sonra masanın üstünde bulunan bir dosyayı bana uzattı. – Bunu okur musunuz? dedi. Ben de dosyaları karıştırdım ve okudum. Dosya, ecnebi zabitlerinin raporları idi. Hemen hepsi şu mealde raporlardı: Türkler, Samsun ve etrafındaki Rum köylerine tecavüz ediyorlar ve buna devam etmektedirler. Osmanlı hükümeti tecavüzleri menedebilecek bir kudrette değildir. Samsun ve havalisinin emniyet ve asayişini temin etmek insanlık borcudur. Bundan başka bir raporda da, eğer Osmanlı hükümeti burada asayişi temin edemezse o vazifeyi biz yapacağız... diye yazılı idi. Bu raporları okuduktan sonra Şakir Paşanın yüzüne baktım: – Arzunuz Paşam? – Buralarda böyle bir hadise var mıdır? – Zannetmiyorum, belki de mevcuttur. – İşte bu sebepledir ki, bu meseleyi yakından tetkik etmek için buraya bir zat göndermek lâzımdır. Biz Sadrazam Ferit Paşa Hazretleriyle konuşarak bu işi size vermeyi düşündük. – Benim Samsun’daki vazifem, Türk’lerin Rumlara zulmedip etmediklerini mi tetkik etmektir? Şakir Paşa: – Evet!... – Müsaade ederseniz, bu vazifenin sıfatı nedir? Bu hususta Erkanıharbiye Reisi ile görüşeyim, dedim ve Erkanıharbiye Reisi Fevzi Paşa hazretleriyle görüşmek için gittim. Fakat kendileri hasta olduklarından evinde imişler, bunun üzerine benimle ikinci reis (Kâzım Paşa) konuştular. Bu günlerde bir ordu müfettişliği ihdası düşünülüyordu. Bunu kurmağa muvaffak olduk. Bu vazifeye sizi muvafık gördük, dediler. İkinci reis benden söz aldıktan sonra Harbiye 152 Rasim Pehlivanoğlu Nazırı ile görüştü. Aldığı direktif şu idi: Maksat Samsun ve etrafındaki Rumlara zulmeden Türkleri yola getirmektir. Sonra da Anadolu’nun muhtelif yerlerinde beliren kuvva-yı milliyeyi ortadan kaldırmaktır. İkinci reise dedim ki: – Salahiyet kâğıdına onların bütün istediklerini istedikleri gibi yazınız. Yalnız bu iki noktayı da ilâve ettirmeniz lâzımdır. Erkânıharbiye İkinci Reisi yüzüme hayretle bakarak: – Orada bir şey mi yapacaksınız? Deyince etrafıma bakındım: – Lütfen bana yaklaşınız. Evet!... bir şey yapacağım, bu maddeler yazılsa da, yazılmasa da bir şey yapacağım... deyince Paşa gülümsedi: – Vazifenizdir, çalışacağız, dedi ve beni dokuzuncu ordu müfettişi tayin ettiler.....” (13) Mustafa Kemal’in yukarıdaki anlatışından anlaşıldığı üzere, görevinin tespiti için Genel Kurmay ikinci başkanı Kâzım Paşa ile görüşüyor ve Kâzım Paşa: – Zaten ordu müfettişliği meselesi var. Sen de bu sıfatla gidebilirsin” diyor. Kâzım Paşanın yardımıyla, görevinin yetki ve kapsamını kendi isteğine göre hazırlatan M. Kemal, görevinde etkili olması için büyük yetkiler alıyor ve 18 kişilik kadro oluşturmasına da izin veriliyor. M. Kemal 14 Mayıs 1919 akşamı, Sadrazam Damat Ferit Paşanın Nişantaşı’ndaki evine davet ediliyor. Yeni Genel Kurmay Başkanı Cevat Paşa da orada bulunuyor. O günkü konuşmalardan, Cevat Paşa M. Kemal’in niyetini anlamıştı. Bir ara başbaşa konuşuyorlar. Cevat Paşa: – Bir şey mi yapacaksın Kemal?” sorusunu yöneltiyor. M. Kemal: – Evet Paşam bir şey yapacağım!” cevabını veriyor. Cevat Paşa: – Allah muvaffak etsin” temennisinde bulunuyor. M. Kemal: – Mutlaka muvaffak olacağım Paşam!” diyerek kararlılığını belirtiyor. 13 Enver Behnan Şapolyo: T. C. Tarihi, İst. – 1966 s. 29-30 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 153 M. Kemal Paşa ayrılmadan önce, Yıldız Sarayına giderek, Padişah Vahdettin’e veda ziyaretinde bulunuyor. Padişah: – Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa! Devleti kurtarabilirsin...” diyor. Hakkındaki teveccühe ve itimada teşekkür eden M. Kemal: – Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz” cevabını veriyor. M. Kemal, son geceyi annesi Zübeyde Hanım ve kardeşi Makbule ile geçiriyor. Onlarla da vedalaşarak, hayır dualarını esirgememelerini istiyor... (14) Aşık Şeref Taşlıova’nın “Ana Zübeyde”yi anlatan şiiri aşağıya alınmıştır: ANA ZÜBEYDE Sen doğurdun Atatürk’ü Ana Zübeyde Zübeyde. Rahmet okur dünya Türk’ü Sana, Zübeyde Zübeyde. Oğlun Türklüğün güneşi, Göklere ulaştı başı. Ali Rıza Bey’in eşi, Suna, Zübeyde Zübeyde. Mustafa koydun adını, Mevlâm verdi muradını. Emzirdin helâl sütünü Ona, Zübeyde Zübeyde Oldun oğluna umutlu, Hem yücesin hem de kutlu. Ulaştı milletin mutlu Güne, Zübeyde Zübeyde Ölümü düşürdü gama, Rahmet sana ve Atama. Eriştin büyük makama, Üne, Zübeyde, Zübeyde. Şeref söyler her çağına, Şanlı Türk’ün bayrağına. Anadolu toprağına Kına, Zübeyde Zübeyde. (15) 14 Orhan-Erhan Dündar: M. K. Atatürk 9 – İmparatorluğa Veda, Ank. – 1999 s.58-61 154 Rasim Pehlivanoğlu Bandırma Vapuruyla Samsun’a Hareket 16 Mayıs 1919 günü (İzmir’in işgalinden bir gün sonra) Şişlideki evinden otomobille alınan M. Kemal, Galata rıhtımında bekleyen Bandırma Vapuruna, arkadaşlarıyla birlikte biniyor. Vapur hareket etmeden önce, İtilaf Devletleri askerleri gelip denetleme yapıyorlar. Tabii kaçak bir şey bulamıyorlar. O zaman M. Kemal: – Ahmaklar! Biz kaçak eşya veya silah götürmüyoruz: Azim ve İman götürüyoruz!” diyor ve ilave ediyor. – Bunlar bir milletin istiklâl aşkını ve mücadele azmini takdir edemezler. Bütün güvendikleri maddî kuvvetleridir” diyor. (16) İşte bu azim, bu imân ve bu irade gücüyle, Samsun’a doğru yola çıkan M. Kemal, İstiklal Savaşımızı (Kurtuluş Savaşımızı) orada başlatacak. Milletimizin ters dönmüş talihini yenmek için ilk adımını orada atacaktı!... Şair İ. Hakkı Talas “Büyük Yolcu” isimli şiirinin birinci bölümünde bu yolculuğu şöyle anlatıyor: BÜYÜK YOLCU I Karadeniz dalgalı, ufuklar karanlıktı, Böyle günde bir yolcu sessizce yola çıktı. Uğurladı birkaç dost, Galata rıhtımından, Diyorlardı hayretle, “Bu ne cesur bir insan!” “Bu aşırı cesaret, bu aşırı cüret ne” “Hiç kudurmuş denize, dayanır mı bu tekne!” Bu sözlere yolcumuz kulak bile asmadı, Haydi diye kaptana rahatça fısıldadı. Umurunda değildi, çürük tekne, fırtına, Bir menzile kavuşmak şimdi lâzımdı ona. Düşüncesi pek büyük, gayesi pek büyüktü, Köle olup yaşamak hayat değil bir yüktü. Sabrederek bu hale senelerce göz yumdu. Kurtarmazsa vatanı, sonu bir uçurumdu. Bu kahraman yolcunun duyuldu sonra adı. Onu millet, ilk defa Samsun’da kucakladı. 15 16 Feyzi Alıcı: Saz şairlerinin diliyle Atatürk, Ank. – 1981 s. 128 Orhan-Erhan Dündar: M. K. Atatürk 9 – İmparatorluğa Veda, Ank. - 1999 s. 62 Doğumundan Samsun’a Çıkışına Kadar M. Kemal 155 Çevresine toplanıp dedi, “Sensin bize baş!” Bir çığ gibi büyüdü millî ruh yavaş yavaş. Tunç bilekler yükseldi ona çevrildi gözler, Her tarafta başladı düşmana karşı sefer. (17) Samsunlular, ümit dolu bakışları ve sevinç gözyaşlarıyla, gelmekte olan O büyük yolcuyu bekliyorlardı: GELİYOR Bir yolcu kalkıyor sessiz rıhtımdan Denizler, geceler ona eş gibi. Yolunu bekliyor dört gözle vatan, Samsun’dan doğacak bir güneş gibi... Kalplerde çağlayan O’nun sevgisi, Gönüller, yürekler O’nunla dolu. Ümitler veriyor ilk günden sesi, Akıyor yoluna hep Anadolu... Karanlık geceler sona erecek, Doğacak yurdumda bağımsız hilâl. Geliyor milletim, sahibin gerçek, En büyük evlâdın Mustafa Kemal! Bir yolcu kalkıyor sessiz rıhtımdan, Denizler, geceler ona eş gibi. Yolunu Bekliyor dört gözle vatan Samsun’dan doğacak bir güneş gibi... (18) Şair Mehmet Yiğit bu gelişi şöyle anlatıyor: SAMSUN YOLUNDA BİR GEMİ Samsun yolunda bir gemi Can yüklü Samsun yolunda bir gemi Alabildiğince / Yürek yüklü. Samsun yolunda bir gemi İnanç yüklü / Umut yüklü. Samsun yolunda bir gemi Zafer yüklü / Zafer yüklü 17 18 İ. Hakkı Talas: Bütün Şiirlerim, İst. – (Eski yıllar) s. 12 A.g.e. s. 378 156 Rasim Pehlivanoğlu “Artık ya kuzgun leşe” “Ya da bu devlet başa” Kurtuluşa ilk adım Atıyor Kemal Paşa. İstiklâl bayrağını Açıyor Kemal Paşa Trablus’tan, Balkanlardan... Bir yıldız parlayıp gelir. Çanakkale / Filistin’den... Bir yıldız parlayıp gelir. Yeni bir güç olmak için Düşmanları kovmak için Yüreği / Göğsünden büyük... Bir yıldız parlayıp gelir. (19) 19 Mehmet Yiğit: M. Kemal’le Olmak –Öğretmen Yazarları Dizisi İst. –1993 s.53-54 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa İkinci Bölüm TÜRK İSTİKLAL SAVAŞI ve MUSTAFA KEMAL PAŞA Savaş bitmiş, millet çökmüş. Yurdu düşman işgal etmiş!... Düşman zulmü yetmez gibi, Çeteciler baş kaldırmış!... Milletimiz arıyorken Kendisine uygun bir baş... Neden sonra çıkageldi Kurtarıcı O olgun Baş!... Rasim Pehlivanoğlu 157 158 Rasim Pehlivanoğlu TÜRK İSTİKLAL SAVAŞININ SAFHALARI İstiklal savaşımızın safhaları aşağıdaki ana başlıklar altında açıklanmıştır. A. Birinci Cihan Savaşı sonrasında Ülkemizin acıklı durumu ve “Kuvva-yı Milliye” hareketi B. Milli Mücadeleye hazırlık çalışmaları (Ön hazırlıkların safhaları) C. İç emniyetin sağlanması – Çetelerle savaşlar D. İşgalci düşmanlarla yapılan savaşlar ve kazanılan zaferler E. Türk İstiklal Savaşı Bir Destandır İSTİKLAL SAVAŞIMIZ ve MUSTAFA KEMA PAŞA Mustafa Kemal denilince, ilk akla gelen İstiklâl Savaşımız olur. İstiklâl Savaşı denilince de Mustafa Kemal Paşa hatırlanır. Bu iki isim kaynaşmıştır. Birbirinden ayrılamaz. İstiklal Savaşımıza, o günlerde “Millî Mücadele” deniyordu. İstiklâl Savaşımızın Önderi olan M. Kemal de “Milli Mücadelenin Mustafa Kemal’i” oluyordu. İstiklâl Savaşımızın hikâyesini yazmaya geçmeden önce, savaşın bütününü hatırlatan bir ön yazıyla konumuza girelim. Milli Mücadelenin Mustafa Kemal’i Milletlerin tarihinde kara günler vardır. Geçmişte zaman zaman bizim de olmuştur. Türk milleti olarak, kara günlerimizin en şiddetlisini “Birinci Cihan Savaşı” sonrasında yaşadık! Birinci Cihan Savaşında dostlarımız yenilmişti... Gösterdiğimiz bunca cesarete, kahramanlığa ve Çanakkale Savaşlarındaki efsanevî zaferlere rağmen, biz de yenik sayılmış ve ağır şartları kapsayan Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamak zorunda kalmıştık. Bitkin durumumuzdan faydalanmak isteyen düşmanlar, ateşkes anlaşmasını ihlal ederek, dört taraftan yurdumuzu işgale başlamışlardı. O koca koca vapurlarıyla İstanbul’a girmişler, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarını tutmuşlardı. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 159 Daha acısı: 15 Mayıs 1919 günü, Ege’nin incisi sayılan güzel İzmir’imiz, büyük devletlerin desteğinde ve azınlıkların sevinç çığlıkları içinde Yunanlılar tarafından resmen işgal edilmişti. On binlerce Yunan askeri, şaşaalı törenlerle Kordonboyu’na çıkarak millî duygularımızı tahrik etmişti. İzmir dışına da taşan palikaryalar (kabadayılık taslayan Rum askerleri), halkın yer yer karşı koymalarına rağmen işgallere devam ediyordu. Mondros Antlaşmasına göre silahsız, cephanesiz kalan, yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan milletimize, işgal kuvvetleri, akla gelmedik işkenceler yapıyorlardı. Girdikleri yerlerde evleri basıyorlar; kadınları, ihtiyarları işkencelerle öldürüyorlar; çocukları bacaklarından tutup ikiye ayırıyorlar; gelinlerin, kızların namuslarına dokunuyorlardı!... O kara günlerimizde, vatan ve milletini seven herkes acılı, herkes duygulu ve herkes bir arayış içindeydi... Türk Milleti esareti kabul etmiyordu, edemezdi... Fakat kurtuluş nasıl olacaktı? Kurtuluşumuzda bize yol ve yön gösteren kim olacaktı?... İçten içe kaynayan, hıncı artan Milletimiz kendisine cesur, metin, gözüpek, toplayıcı ve kurtarıcı bir baş arıyordu. Nihayet O baş bulundu: Milletimizin sinesinden altın saçlı, mavi gözlü, ateşin bakışlı bir milli kahraman yükseldi!... MUSTAFA KEMAL! diyorlardı adına... Millî Şairimiz Behçet Kemal Çağlar’ın deyişiyle: Güneşler doğdu battı, yıldızlar söndü yandı. Ne bahtımız ağardı, ne kinimiz uyandı. Neden sonra ne yıldız, ne gün, ne hilâl gibi, Mustafa Kemal doğdu, Mustafa Kemal gibi! Esaretten kurtulmak için çırpınan, inanmış ve şahlanmış bir millet ve ona yol gösteren dirayetli bir baş olduktan sonra kurtarılamayacak ne olabilirdi? Günler günleri kovaladı. Aradan aylar yıllar geçti. Zaferden zafere geçildi ve bir gün geldi: 26 Ağustos gece sabaha karşı, Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı. Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar! Altüst oldu siperler, eridi demir ağlar!... Mısralarında ifadesini bulan büyük zafer kazanıldı. Bozulan düşman, şahlanan Mehmetçiğin önünde duramayarak kaçtı, kaçtı... Nihayet 1922 yılı Eylül ayının 9. günü İzmir’de denize döküldü!... 160 Rasim Pehlivanoğlu Gene Milli Şairimiz Behçet Kemal Çağlar’ın deyişiyle: Millet gövde oldu, Ata baş oldu. Taşlar silah oldu otlar aş oldu. Misli görülmemiş bir savaş oldu. Attık yabanları yurttan dışarı! Ve böylece kurtardık Anavatanı... Kazanılan büyük zaferin önemini Şair İ. Hakkı Talas’tan dinleyelim: İSTİKLAL SAVAŞI O bir büyük savaşın tarihi, destanıdır. Ulusça şahlanışın, kükreyişin adıdır. Sessiz duran bozkırın ansızın haykırışı, O bir kavmin yurd için devler gibi yarışı... Seller gibi aktığı günleri hatırladı, Bir yay gibi açıldı, bir ok gibi fırladı... Fırtınadan, boradan belki daha korkunçtu. Bu atılan dalgalar sanki demir ve tunçtu, Bozkırları yalayıp kıyılara akıyor, Gökler gibi gürleyip, şimşek gibi çakıyor. Bu kuvvetin önünde hangi kuvvet duracak, Hangi betbaht kendini bu selden kurtaracak? Bu ne müthiş bir akın yerle gök sarsılıyor. Fırtınalar, boralar, ondan ehven kalıyor. Yıkılıyor, yanıyor, istihkâmlar, mevziler, Eziliyor, eriyor kolordular, tümenler... Son artığı düşmanın dökülüyor denize. Bütün dünya geliyor, Türk’ün önünde dize... (1) Ama, bütün dünyayı dize getiren böyle bir gelişme nasıl olabilmişti?... Düşman denize dökülmüş, Anavatan kurtulmuştu. Ama bu zafer öyle kolay kazanılmamıştı... Birinci Cihan Savaşının sona ermesinden, düşmanın yurttan atılmasına kadar geçen 4 yıllık zaman içinde köprünün altından çok sular geçti. Ülkenin içinde ve dışında büyük mücadeleler verildi. Büyük zaferi kazanmak için önemli hazırlıklar yapıldı. İstiklal aşkıyla tutuşan milletimizin azmi, iradesi ve iman gücü birleşti. Bütün millet tek vücut oldu. Milli cemiyetler birleşerek tek yumruk oldu... 1 İ. Hakkı Talas: Bütün Şiirlerim, İst. – (Eski Yıllar) s. 11 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 161 Uzun süren savaşlarda çoğu kırılmış ve sayısı azalmış olan askerlerimiz bir araya geldi. Türk ordusu yeniden toparlandı, canlandı - güçlendi, devleşti ve yenilmez bir güç oldu. Avrupa’nın dev güçlerine karşı metanetle karşı koydu. Ve sonunda muzaffer oldu. Akıllara durgunluk veren böylesi bir sonuca ulaşmanın nasıl mümkün olduğunu, ilerideki sayfalarda göreceğiz. Ancak, zaferle sonuçlanan millî mücadele hareketini açıklamaya geçmeden önce, o günleri yaşamış ve yedek subay olarak askere alınarak savaşmış (rahmetli) şair Necmettin Halil Onan’ın 1927 yılında yazdığı “Bir Yolcuya” başlıklı, anlamlı şiirini aşağıda okuyalım. BİR YOLCUYA Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın, Bu toprak bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir. Bu ıssız, gölgesiz yolun solunda, Gördüğün bu tümsek, Anadolunda, İstiklal uğrunda, namus yolunda, Can veren Mehmedin yattığı yerdir. Bu tümsek, koparken büyük zelzele, Son vatan parçası geçerken ele, Mehmedin düşmanı boğduğu sele, Mübarek kanını kattığı yerdir. Düşün ki, haşrolan kan, kemik, etin, Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin. Bir harbin sonunda bütün milletin, Hürriyet zevkini tattığı yerdir. (2) TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞIMIZIN ÖZETLE HİKÂYESİ 19 Mayıs 1919 günü, Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla fiilen ve resmen başlayan İstiklâl Savaşımıza (Kurtuluş Savaşımıza), o günlerde “Millî Mücadele” dendiğini yukarıda belirtmiştik. Biz de o günlerin anısına sadık kalarak, bu yazımızın çoğu yerinde Kurtuluş Savaşımıza Millî Mücadele diyoruz. Millî Mücadelemizin Lideri olan Atatürk’ü de -o günkü adıyla- “Millî Mücadelenin Mustafa Kemal’i” diye adlandırıyoruz. 2 M. Behçet Yazar: Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı - İst. – 1938, s.317 Rasim Pehlivanoğlu 162 Bütün dünya milletlerine, özellikle esir milletlere örnek olarak gösterilen Millî Mücadelemizi, bu mücadelenin önderi olan yenilmez komutan M. Kemal’imizi -özetle de olsa- görebildiğim kadarıyla tanıtmaya çalışacağım. Bunu yapmayı milli bir görev biliyorum. Konuya girerken önemle belirtmeliyim: Millî Mücadelenin kazanılmasında Türk Milliyetçiliğinden hız ve ilham alınmıştır. Milletimizdeki millî duygu, millî heyecan, Millî Mücadelemizin esas unsuru olmuştur. Atatürk, kendisinde duyduğu millî duyguyu veya millî heyecanı Milletine de duyurmuştur. Milletimizin yapısında var olan millî şuuru uyandırmış ve şahlandırmıştır... Atatürk’ü iyi anlamak için,.önce Millî Mücadele günlerine bir göz atalım: Mustafa Kemal’in liderliğinde gelişen Milli Mücadelemizin safhalarını aşağıdaki başlıklar altında inceleyelim: A. BİRİNCİ CİHAN SAVAŞI SONRASINDA ÜLKEMİZİN DURUMU ve Kuvva-yı Milliye Hareketi 30 Ekim 1918’de, ağır şartları olan Mondros Ateşkes Antlaşmasını imza etmekle, yenilgiyi resmen kabul etmiş oluyorduk. Mondros ateşkes antlaşması ağır hükümleri kapsayan 25 maddeden oluşuyordu. 1- Mondros Ateşkes Antlaşması Hükümleri ve Yapılan Haksız İşgaller Çanakkale ve İstanbul boğazları galip devletlerin savaş gemilerine açılmıştı. (Böylece savaşla alamadıklarını antlaşmayla almışlardı) Ordumuz terhis edilmiş, donanmamız galip devletlere teslim edilmişti. Bütün liman ve demir yollarımızdan galip devletler faydalanmaya başlamıştı. Toros tünelleri işgal edilmişti. Antlaşmanın en ağır şartı olan 7. maddeye göre ise, kendi güvenliklerinin tehlike de olduğu iddiasında olan galip devletler (İtilaf Devletleri), askeri bakımdan gerekli gördükleri Türk topraklarını işgal etmeye başlamışlardı. Yoruma müsait olan ve her yana çekilebilen bu madde, düşmanların elinde bir silah gibi kullanılıyordu... Antlaşma şartlarına uyarak ordumuz dağılmış, bütün silah ve cephanelerimize el konulmuştu. Ülkemizin bir çok bölgesi hiçten bahanelerle işgal edilmişti. Galip devletler, Anayurdumuz olan Anadolu’yu dahi kendi aralarında paylaşmışlar, ona göre işgallerine Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 163 devam ediyorlardı. Düşman donanması İstanbul sularında demirlemiş, boğazlar tutulmuş, Osmanlı Hükümeti etki ve baskı altına alınmıştı. İstanbul, resmen değilse de fiilen işgal edilmişti... İtilaf Devletlerinin kontrolü ve baskısı altında kalan Padişah ve hükümeti düşmana alet olmuş, âciz ve şaşkın bir duruma düşmüştü. Millet için değil, sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş yolları arıyorlardı. Anadolu’nun her yerinde ecnebi subaylar dolaşıyor ve halka direktifler veriyorlardı. Böyle olacağını önceden sezinleyen M. Kemal Mondros Mütarekesi günlerinde, Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşaya çektiği telgrafta: – Ciddî olarak arz ederim ki, gereken tedbirler alınmadıkça orduyu terhis etmeyiniz. Şayet orduyu terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak, düşman ihtiraslarının önüne geçmeye imkân kalmayacaktı” diyordu. (1) Bu tavrıyla M. Kemal, her şeyin bitti sanıldığı bir zamanda, kurtuluş ümidinin sönmediğini gösteriyordu. İtilaf Devletlerini gücendirmemek için, Mondros Antlaşmasının şartlarını yerine getirmek gayretinde olan Padişahın ve kurduğu yeni hükümetin, korkak ve ürkek tavrına rağmen; Milletimiz, bu haksız işgal ve istilalara karşı nefsini müdafaa yolunda direniş gösteriyordu. Düşmanla, mahalli kuvvetler arasında ciddi çatışmalar oluyor ve düşmanın serbestçe ilerlemesine engel olunuyordu. Hattâ, Anadolu’da yer yer Millî Teşkilâtlar oluşturuluyor ve işgalci düşmanlara karşı silahla karşı konuluyordu... Fakat çok gerekli olduğu halde, küçük birlikleri birleştirerek güçlenen ve bütün memleketi kapsayan millî bir hareket henüz gelişememişti. Dış düşmanlar, ülkemizdeki işgal ve istilâ hareketlerine devam ederken, içeride de ülkemizi parçalamaya ve millî birliğimizi bozmaya yönelik zararlı teşkilâtlar kuruluyordu. Bunlar, bütün güçleriyle memleket aleyhindeki yıkıcı faaliyetlerine devam ediyorlardı. Zararlı akımlar karşısında endişeye kapılarak, nefsi müdafaa etmek, milli birlik ve beraberliğimizi bozmak isteyenlere karşı durmak ve onlarla mücadele etmek ihtiyacını duyan vatansever insanlarımız da kendi bölgelerinde faydalı cemiyetler kurmuşlar ve kuruyorlardı. 1 Utkan Kocatürk: Atatürk, Ankara – 1971 s. 14 - 15 164 Rasim Pehlivanoğlu M. Kemal’in önderliğinde başlayan Millî Mücadelemizin önemini belirtmek bakımından, memleketimizde kurulan bu zararlı ve faydalı cemiyetlerin önde gelenlerini aşağıda tanıtmakta fayda görüyorum. 2- Kurulan Zararlı Cemiyetler Ülkemizde kurulan zararlı cemiyetleri iki grupta toplayabiliriz: 1) Ülkemizde yaşayan azınlıkların kurduğu cemiyetler 2) Millî birliğe engel olan ayrılıkçı cemiyetler 1) Önce birinci grupta yer alan azınlıkların kurduğu zararlı cemiyetlere özetle değinelim: a) Mavri Mira Cemiyeti: İstanbul’da Rum Patrikhanesinde kurulan Mavri Mira Cemiyetinin görevi; çeşitli illerde çeteler kurmak, Yunanlılar lehine mitingler ve propagandalar yapmaktı. Yunan Kızılhaçı ve diğer kuruluşları bu cemiyetin emrinde çalışıyordu. b) Pontus Rum Cemiyeti: Mavri Mira Cemiyeti tarafından kurulan bu cemiyet; İnebolu’dan Batum’a kadar uzanan sahada bir “Rum Pontus Devleti” kurmak gayesindeydi. Devletin merkezi Samsun olacaktı. c) Hınçak Komitesi: Doğu Anadolu’da kurulacak Ermenistan Devletine zemin hazırlamak görevinde olan bu komite, Ermeni Patriği Zaven Efendi ve Mavri Mira Cemiyeti ile tam bir fikir birliği içinde çalışıyordu. Bunların dışında kurulmuş gizli açık başka cemiyetler de vardı. İstanbul’daki Yahudiler de ayrı bir cemiyet kurmuşlardı. 2) Millî Birliğe Engel Olan Ayrılıkçı Cemiyetler: a) Kürt (Kürdistan) Teali Cemiyeti: İstanbul’dan yönetilen bu cemiyet Elazığ, Bitlis, Diyarbakır... illerinde Kürt hükümeti kurmak için çalışıyordu. b) Teâl-i İslam Cemiyeti: İstanbul’dan yönetilen bu cemiyet Konya ve havalisinde ayrılıkçı faaliyet gösteriyordu. c) İngiliz Muhipleri (İngilizleri sevenler) Cemiyeti: Kurtuluşu İngiltere’ye bağlanmakta gören; içinde Padişahın, Damat Ferid Paşanın ve ileri gelen devlet adamlarının dahil olduğu ve bir İngiliz rahibinin başkanlığını yaptığı bu cemiyetin başlıca gayesi; Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 165 memleket içinde çıkacak millî faaliyeti bastırmaktı. Yani, ufukta görülen Millî Mücadeleye karşı koymaktı... d) Amerikan Mandasını İsteyenler Cemiyeti: Kurtuluşu Amerika (ABD) gibi güçlü bir devletin himayesinde görenler bu cemiyetin üyesi olmuşlardı. Bunların çoğu iyi niyetliydi. Fakat başlangıçta ileriyi görmekten uzak bulunuyorlardı. Zamanla, gerçeği görenlerin birçoğu Millî Mücadeleye katılmış ve önemli hizmetler vermişlerdir. Aydın kimselerin katıldığı başka cemiyetler de kurulmuştu. Bunların da birçoğu sonradan yanıldıklarını anlamış ve M. Kemal’in liderliğindeki Millî Mücadeleye katılmışlardı. 3- Mahallî Kurtuluş Çarelerine Başvuran Millî Cemiyetler İstanbul’daki padişah hükümeti, ülkemizin parçalara bölünmesine, yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan milletimizin perişan haline kayıtsız ve seyirci kalmıştı. Başsız ve teşkilatsız bir sonuca ulaşılamayacağına inanan milletimiz, bu şartlar altında bizzat kendisini sorumlu görerek harekete geçmiş, azim ve inançla çalışmaya başlamıştı. Millî duygulara dayanan yer yer bölgesel teşkilatlar kurulması sağlanmış ve düşmana karşı ciddî mücadeleler verilmişti. Bunların önde gelenlerini belirtelim. a) Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti: Edirne ve dolaylarında kurulmuş olan bu cemiyet, Trakya ve Batı Trakya’daki Türkleri kurtarmak ve burada “Trakya Cumhuriyeti” kurmak gayesini güdüyordu. İngilizlerden ya da Fransızlardan yardım göreceğini umuyordu. Memleket çapında kurulacak büyük birliğe de katılabilirdi. b) Vilâyât-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk- Milliye Cemiyeti (Şark Vilayetlerinin Millî Hukukunu Koruma Cemiyeti): İstanbul’da kurulmuş olup, doğu vilayetlerinde şubeler açan bu cemiyet, doğu illerimizin Ermenilere verilmesini önlemeye çalışıyor ve bunun ön tedbirlerini alıyordu. c) Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti: Önceleri merkezden ayrılmak gayesiyle kurulan bu cemiyet, sonraları “Muhafaza-i Hukuk (Hukuku Muhafaza) Cemiyeti” adını alarak, Trabzon ve çevresinin Rumlara verilmesini önlemeye çalışıyordu. d) İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti: Yunanlıların İzmir’i işgal edeceği duyulunca, İzmirli vatanseverler tarafından kurulan ve önemli çalışmalar yapan Redd-i İlhak Cemiyeti, -maalesefİzmir’in işgalini önleyememiştir. Ama, işgal öncesinde ve Rasim Pehlivanoğlu 166 sonrasında halkı uyarmak ve gerekli tedbirleri almak için çok önemli hizmetler vermiştir. İşgal sırasında ve sonrasında çektiği telgraflarla olayı bütün yurda duyurmuş, milletimizi ayağa kaldırmıştır... Yurdumuzun çeşitli yörelerinde daha başka faydalı cemiyetler de kurulmuştur. Ama bütün bunlar Ancak kendi bölgelerini savunmaya yönelik çalışmalar yapıyorlardı. Birleştirici bir amaca yönelememişlerdi. 4- Kurtuluş, Kurulan Cemiyetlerin Aynı Amaç Altında Birleşmesine Bağlıdır Kurulmuş olan bütün bu faydalı cemiyetlerin gayesi işgale karşı koymak ve işgalcileri protesto etmekti. Gerektiğinde silahla karşı koyarak işgali önlemeye çalışmaktı. Fakat ayrı ayrı amaçları ve plânları olan bu faydalı cemiyetler güçlü bir birlik olamamışlardı. İyi niyetli fakat parça bölük olan bu cemiyetlerin, Anadolu’yu ve Türklüğü kurtarmaları mümkün olamazdı. Yurdumuzun semalarını kara bulutların sardığı o hüzünlü günlerimizde, ülkenin çeşitli bölgelerinde mahallî kurtuluş çareleri arayan ve işgalcilere direnç gösteren cemiyetlerin kurulması elbette çok iyi bir şeydi. Ama kurtuluş, ayrı ayrı çalışmakta değil, imkânları birleştirerek hep birden aynı amaca yönelmekte ve yenilmez bir güç haline gelmekteydi... O günkü şartlar altında kurtuluş için verilecek bir tek karar vardı. O da: M. Kemal’in belirttiği gibi, “Milli sınırlar içinde, Millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız, şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmaktı.” M. Kemal’e göre önemli olan “Türk Milleti haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamalıydı!” “İstiklalden mahrum bir millet, ne kadar zengin olursa olsun, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık görülemezdi. Halbuki, Türk Milletinin haysiyeti ve gururu çok yüksekti, büyüktü... Bu büyük millet esir yaşamaktansa ölmesi daha iyiydi!” Öyleyse, Milli Mücadelenin parolası: “YA İSTİKLÂL YA ÖLÜM!” olacaktı. (2) Evet, kurtuluş parolası “Ya İstiklal Ya Ölüm!” olacaktı. Ama asıl olan ölmek değil, ölmeden kurtuluşu sağlamaktı. Fakat bu kurtuluş nasıl olacaktı? Kurtuluşun yolu ve metodu ne olacaktı.? Amaca ulaşmak için nereden başlanılacak ve nasıl yürünülecekti?... 2 A.g.e. s. 16 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 167 Bu soruların cevabını ileride vermeye çalışacağım. Fakat daha önce, Türk devleti ve milleti için, hattâ diğer devletler için büyük önem taşıyan Wilson Prensiplerini belirtelim. Sonra da İzmir’in işgali olayı ve bu olayın akisleri üzerinde duralım. 5- Wilson Prensipleri Konuyla ilgisi bakımından, “Wilson Prensipleri” adı verilen Amerikan Cumhurbaşkanının barış bildirisine biraz değinelim: Profesör ve rektör olarak 25 yıl Amerikan Üniversitelerinde hizmet verdikten sonra 1912 yılında ABD (Amerika Birleşik Devletleri) Cumhurbaşkanlığına seçilen ve iki dönem Cumhurbaşkanlığı yapan Wilson barış taraflısıydı. Ülkesini Birinci Cihan Savaşına sokmamıştı. Fakat savaş sonuna doğru Alman deniz altılarının Atlas Okyanusundaki Amerikan gemilerini batırmaya başlaması üzerine, halkın tepkisine dayanamayarak Almanya’ya karşı savaş açmıştı ve tarafsızlığını bozmuştu. Buna rağmen, Wilson barış için çalışan iyi niyetli bir başkandı. Birinci Cihan Savaşı sonunda, yenen ve yenilen devletler arasında, insan haklarına saygılı ve adaletli bir barış yapılmasını istiyordu. Bunu sağlamak için de “Wilson Prensipleri” adı verilen 14 maddelik bir iyi niyet bildirisi (beyannamesi) yayınlamıştı. Bu iyi niyet bildirisi savaşa katılan bütün devletler tarafından ilgiyle karşılanmış ve kabul görmüştü. Wilson Prensiplerinin bir maddesinde (12. Madde): “Bir toprak üzerinde yaşayan insanlar, kendi düşünce ve isteklerine göre bir idare şekli kabul edecektir” deniliyordu. Bu maddeye göre, bir bölgede yaşayan milletlerden hangisi çoğunluktaysa, çoğunlukta olan topluluk kendi düşüncesine göre idare edilecekti... Wilson’un bu prensibine uyularak, Türk topluluğunun çoğunlukta olduğu İzmir ve çevresi Türk kalacak ve Türk Devleti idaresi altında yaşayacaktı. Burasının yabancı bir devlet tarafından işgal edilmesi Wilson Prensiplerine aykırı düşerdi. Buna rağmen uygulama Wilson Prensipleri dışında olmuştu. Gerçeği saptıran galip devletler, İzmir’i Yunanlılara işgal ettirmişlerdi. Sadece İzmir ve çevresini değil, milli sınırlarımız içinde bulunan ve halkı Türk olan ülkemizin birçok bölgesi de galip devletlerin işgaline uğramıştı. İşgaller ve işkenceler bir yerde durmuyor adım adım devam ediyordu. Oysa, biz Türkler Wilson Prensiplerine uymayı kabul etmiştik. Başka milletten olan insanların çoğunlukta olduğu bölgelerden çekilmiş, milli sınırlar içinde kalmıştık. Bilhassa, ülkemizin güneyinde yaşayan ve yüzyıllarca hakimiyetimiz altında 168 Rasim Pehlivanoğlu kalan Arap ülkelerini kendilerine bırakarak milli sınırlarımız içine çekilmiştik. Musul ve Kerkük de milli sınırlarımız içindeydi. Ama sonraları, bir oyunla bu iki Türk şehri de elimizden alınmıştı!... 6- İzmir’in İşgali - Atılan İlk Kurşun ve Akisleri Yukarıda belirtildiği gibi, “Redd-i İlhak Cemiyeti” İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini önleyememişti. Çünkü, Yunan işgali İstanbul’daki Türk Hükümeti Harbiye Nazırının muvafakatıyla ve İtilaf Devletleri deniz kuvvetlerinin desteği ile yapılmıştı. Öğrenildiğine göre, Yunan Yüksek Askerî Şurası İzmir’e asker çıkarmaya karar vermişti. Herhangi bir direnç beklemediklerinden, sadece 1. Yunan Tümeni İzmir’in işgali ile görevlendirilmişti. İstanbul’daki Yunan temsilcisine de durum bildirilmişti. İngiliz Başbakanı Loyd Corc, Yunan işgalinin bir an önce gerçekleşmesini istiyordu. Bunun için, İtilaf Devletleri Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Calthrop’u Yunan çıkarmasının güvenliğini sağlamakla görevlendirmişti. Yunan tümen komutanının, 13 Mayıs 1919 akşamı yayınladığı bildiride: “.....Tutsak yaşayan kardeşlerimizi kurtarmaya gidiyoruz. Heyecanımız yerindedir... Böylece Yunanistan’ın yalnız Yunanlıları değil, başkalarını da yönetmesini bildiğini göstereceğiz...” deniyordu. (Sanki İzmir Yunanlılarınmış ve oradaki Rumlar tutsak yaşıyorlarmış gibi) (3) Amiral Calthrop, 14 Mayıs 1919 günü bir nota ile: “Mondros Antlaşmasının 7. maddesi gereğince İzmir’in işgal edileceğini,” İzmir Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa ile Vali İzzet Beye bildirmiş ve karşı konulmamasını istemişti. (Ne yazık ki, daha önceki dirayetli Kolordu Komutanı, Valiliği de birlikte yürüten Nurettin Paşa görevden alınarak, yerine birbirinden güçsüz ve beceriksiz bu iki görevli tayin edilmişti. İzmir’in mukadderatı bunların eline bırakılmıştı.) Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa notayı alır almaz durumu İstanbul’daki Harbiye Nazırına telgrafla bildirmişti. Verilen cevapta: “Amiralin bu teklifi anlaşma hükümlerine uygun olduğundan kabul edilecektir” deniliyordu. 3 Cahit Akçakayalıoğlu Gen. Kur. Yayınları: Atatürk Ank.,- 1986 s. 138 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 169 Bu emir üzerine Kolordu Komutanı, 14 Mayıs günü öğleden sonra birliklerine verdiği bir emirle İzmir’in işgal edileceğini bildirmiş, bütün savaş araç ve gereçlerinin teslim edilmesini ve işgal sırasında katiyen karşı konulmamasını, işgal birliklerine gereken kolaylıkların gösterilmesini istemişti. Vali ise, hareketsizliği tedbir sayıyor, uyuşturucu ve uyutucu bildiriler yayınlıyordu. Bu duyarsızlık karşısında, 14 Mayıs 1919 günü düşman gemileri hiçbir karşı koyma olmadan İzmir Limanına rahatça girmiş ve ertesi günkü çıkarma için gerekli işgal hazırlığını yapmıştı. Türk Genel Kurmayı Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak), işgali boyun eğerek karşılamaktan yana değildi. Olayı duyunca derhal Harbiye Nazırı ile konuşarak işgalin önlenmesini istemiş ve bu konuda Nazırın imzasıyla uyarıcı bir yazı gönderilmesini sağlamıştı. Ama ne çare ki: Harbiye Nazırının daha önce işgale yol veren emri yüzünden geç kalınmıştı. O günkü şartlar altında iş işten geçmiş bulunuyordu... Amiral Calthrop, 14 Mayıs gecesi saat 22.30’da yayınladığı ikinci nota ile, işgalin İtilaf Devletleri adına yapılacağını bildiriyor ve limandaki donanmanın destek görevi yapacağı tehdidini savuruyordu. Düşman gemilerinin limana dolduğunu, ertesi gün İzmir’in işgal edileceğini endişeyle öğrenen halk ve gençlik temsilcileri Türk Ocağında toplanmış, karşı koyma kararı almıştı. Karara göre: İzmir Yunanlılara kansız teslim edilmeyecekti! Ama bu nasıl olacaktı?... O gece cephanelik yağma edilmişti!... 15 Mayıs 1919 günü saat 08.40’dan itibaren, Yunan birlikleri İzmir rıhtımında karaya çıkmaya başlamıştı. On binlerce yerli Rum, bütün kordon boyunu kaplamış olarak sevinç çığlıklarıyla ve alkışlarla karşılama töreni yapıyorlardı. İlerleyen Yunan askerlerini çiçek yağmuruna tutuyorlardı... Türkler için şeref ve haysiyet kırıcı olan bu manzara karşısında, millî duygusu coşan ve sabrı taşan “Hasan Tahsin” isimli genç bir gazeteci, kendisini tutamayarak attığı bir kurşunla, düşmanın Efzon alayının bayraktarını yere sermişti!... Ama kendisi de şehit edilmişti!... Bugün isminden heyecanla söz ettiğimiz Hasan Tahsin’in attığı bu kurşun Kurtuluş Savaşımızın ilk kurşunu olmuştur. Bu serdengeçti gencimizin attığı ilk kurşunla Millî Mücadelemiz başlamış oluyordu... Elbette arkası gelecekti. Hem de iyi gelecekti... 170 Rasim Pehlivanoğlu Gözlerini hırs ve kin bürümüş olan düşman askerleri; karşı konulmaması emri aldıkları için kışlalarında sessiz ve silahsız bekleyen Türk subay ve erlerine hücum etmişler, silahsız subay ve Türk Askerlerini kışlalarında acımasızca şehit etmişlerdi!... Yakalanan bütün Türk komutan, subay ve erlerini türlü hakaretler ve işkencelerle götürüp gemilere kapatmışlar ve aç bırakmışlardı. İşgale karşı koydurmayan korkak ve ürkek Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa bunlar arasındaydı. Hareketsizliği tedbir sayan Vali ile vilayet memurları da süngü ve dipçiklerle eziyet edilerek götürülüp diğer bir vapurun ambarına kapatılmışlardı. Bu olay yakın tarihimizde geçen anlamlı bir ibret levhasıdır... Ders almasını bilmeliyiz. Yunan vahşeti devam ediyordu: “Yaşasın Venizelos!” diye bağırmayı şiddetle reddeden Miralay Fethi Beyi ve diğer vatanseverleri kahpece şehit etmişlerdi. Şehir içinde dolaşarak dükkânlar basılmış ve yağma edilmişti. Vilayetin işleri de Yunan temsilcileri tarafından yürütülmeye başlanmıştı. Böylece İzmir’in işgali olayı, insanlığın nefretle karşıladığı zulüm ve cinayetlerle başlamış bulunuyordu. Ama sindirilmiş görünen İzmirli Türkler ile imanlı çevre halkı ve heyecanlı Türk gençleri gizliden gizliye çalışıyorlar ve mukavemet (karşı koyma) hareketine hazırlanıyorlardı... Burada sevinçle belirtelim: 15 Mayıs sabahı İzmir’in işgal edileceğini öğrenen kışladaki erlerimiz, gece karanlığında kaçmışlar ve hattâ İzmir dışına çıkarak hayatlarını kurtarmışlardı!... Bunlar, ileride Milli Mücadelemizin önde gelen imanlı elemanları olacaktı... 7- İzmir’in İşgaline Tepkiler İzmir’e Yunan saldırısı bütün ülkede tepkiyle karşılanmıştı. İlk tepkiyi Redd-i İlhak Heyeti göstermişti. 15 Mayıs 1919 sabahı çektiği telgraflarla işgali bütün ülkeye duyurmuştu. Milletimizi direnişe davet etmiş, her yerde mitingler yapmaya ve herkesi vatan ordusuna katılmaya çağırmıştı. “İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti” ise, genel sekreteri aracılığı ile, İstanbul’daki devlet adamlarına, Üniversite Profesörlerine, ülke aydınlarına ve millî kurumlara bildiriler göndererek olaya tepki göstermelerini istemişti. Aynı cemiyet tarafından, ABD temsilcisine verilen bildiride ise, “Vatan uğrunda kahramanca çarpışarak ölmeye hazır bulunduğumuz” belirtiliyordu. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 171 – Wilson Prensiplerinin 12. maddesine uygun olarak Türklerin yerleşik bulunduğu bölgelerin ayrılmaz bir bütün halinde kalması gereği üzerinde kesinlikle ısrar ederiz!” deniliyordu. (4) Anadolu’nun ve Trakya’nın hemen her yerinden devlet merkezine gelen telgraflarla işgal olayı lânetleniyordu. Bu telgrafların birisinde şu ifadeler de yer alıyordu: – ...Türk ve Müslüman kanıyla yoğrulan İzmir’in, hak ve adalet ve Wilson prensiplerine aykırı olarak işgalini bütün varlığımızla protesto ederiz... Bizi İzmir’e götürünüz, vatan uğrunda öleceğiz... Eğer Avrupa bizim bu haklı feryadımızı duymazsa, kendi kuvvetimizle yurdumuzu kurtarmak için azimliyiz” deniliyordu. (5) Denizli mutasarrıfı Faik Bey (Öztrak), dahiliye vekaletine gönderdiği telgrafta özetle: – İzmir’deki facialar bütün bölge halkında sonsuz bir nefret uyandırmıştır. Ahali heyecan içinde milletin haklarını korumaya karar vermiştir. Devlet ve milletin haklarını savunmak için herkes, her türlü fedakârlığa hazırdır. Yabancı bir devletin boyunduruğuna girmemek ve değerli İzmir’imizi onların elinde bırakmamak için, her fedakârlığa katlanmak azmi, büyük küçük ayrılıksız herkesde vardır. Halk, yurtlarının yabancı elinde bırakılmasına asla razı değildir bu uğurda can vereceklerdir...” Denilerek işgal karşısında bölge halkının gösterdiği tepki ve duygular belirtiliyordu. (6) Türk basını genel olarak, kendilerine yapılan türlü baskılara rağmen, milletimizin duygularını yansıtıyordu. Halkımız uyanmaya, millî ve medenî cesarete çağırılıyordu. Millî şairlerimiz coşkulu şiirleriyle acıklı halimizi dile getiriyor ve millî duygularımızı coşturuyordu. İzmir’in işgalini duyunca içi kan ağlayan Hüseyin Suat isyan ediyor ve şöyle haykırıyordu. VERMEYİZ İZMİR’İ .............................................. İzmir’in toprağı Yunan ili mi? Alamaz kimse benim can evimi 4 A.g.e. s. 143 A.g.e. s. 143 6 A.g.e. s. 143 5 Rasim Pehlivanoğlu 172 Ne diyor bak bana birçok sesler? Hepimiz oldu şehîd-i ekber Sönmüş yurdumuzun bir ocağı Kanımızla boyadık her bucağı Ne büyük kaldı bu yolda, ne küçük Sizi ihyâ için öldük öldük Ölmeyi bilmeyen insan yaşamaz Hakka, kuvvetle tahakküm olamaz. Müslüman yurduna Yunan çıkıyor Hangi hakla bilemem Wilson’a sor... Hani ya hakk-ı hakikat nerede? Bu mudur adl-i siyasi yerde Herkesin şimdi bu sestir zikri Bundan artık dönemez kimse geri Azmimiz öyle metindir billâh... Vermeyiz İzmir’i Allah Allah! Öldürün cümlemizi sonra salın Çiğneyin naşımızı öyle alın!... (7) İstanbul’da Yapılan Protesto Mitingleri Ünlü Hatiplerin Konuşmaları O acıklı matem günlerimizde protesto toplantıları da yapılıyordu. İlk toplantı 18 Mayıs 1919’da İstanbul Üniversitesinde yapılmış, hararetli konuşmalar olmuştu. Alınan kararlara uyularak, İzmir’in işgali karşısında İtilaf Devletlerine protestolar gönderildi. Yas alâmeti olarak bütün eğlence yerleri kapatıldı. Şehrin her yerinde bayraklar yarıya indirildi. İstanbul’un çeşitli semt ve alanlarında mitingler düzenlendi. Üsküdar – Doğancılar da, çoğunluğu kadınlardan oluşan binlerce insanın katıldığı mitingde alınan kararla, İtilaf Devletleri temsilcilerine çekilen telgrafta şu sözler de yer alıyordu. “...Yunanlılara tutsak olmaya asla tahammülümüz yoktur. Şimdiye kadar çokça akan insan kanı yetmiyorsa, çocuklarımızdan hayatta kalanlar helâl ve kendi hayatımız da feda olsun” deniliyordu. (8) 7 Mehmet Kaplan ve Arkadaşları D. Y. K. Milli Mücadele İst.–1981 s. 103 8 Cihat Akçakayalıoğlu Gen. Kur. Yayınları: Atatürk,, Ank - 1986 s. 144 ve G. M. Kemal, Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 173 İstanbul’da yapılan mitinglerin en etkilisi, 23 Mayıs 1919’da Sultanahmed Meydanında yapılmıştı. İzmir’in işgalini takip eden Cuma günü namazdan sonra Sultanahmed Meydanında toplanan ve sayısı yüz binlerle ifade edilen uçsuz bucaksız bir topluluk... Ayasofya Meydanından Sultanahmed Meydanına ve oradan Sultan Mahmud türbesine kadar geniş bir sahayı doldurmuştu: “Türk’ün esir olmadığını, olamayacağını, Müslümanların ölmediğini, öldürülemeyeceğini” belirten ve daha başka millî sloganları içeren levhaları taşıyan halk, konuşmanın başlamasını heyecanla bekliyordu... Mehmet Emin (Yurdakul’un) Konuşmaları Mitingin açılış konuşmasını yapan Fahri Beyden sonra, Millî Şairimiz Mehmet Emin (Yurdakul) kürsüye gelmiş, halkı coşturan konuşmasını yapmıştı. Mehmet Emin’in heyecanlı ve anlamlı konuşmasından bazı bölümlerini (aynı heyecanı duyurmak için) aşağıya alıyorum. “Kardeşler! Keşke asırların geceleri ve dünyaların mezarları gözlerime dolarak bir alil olsaydım, sokak sokak dilenseydim de milletin kulağımı parçalayan bu felâket seslerini işitmesiydim, bu kara günleri görmeseydim.... Zira bugün memleketin uğradığı felâket ve musîbetler o kadar acıklı!... Evet kardeşler, biz mağlubiyet-i vatan ve milletimin acısından sonra bugün İzmir’imizin Yunanlılar tarafından işgal edildiğini görüyoruz.... İzmir’i Yunanistan ve Türk’ü Yunanlı yapmak için mi?....... Bu aziz toprak asırlardan beri birçok sarsıntılara göğüs germiş ve öyle haris gözlerle kendisine bakanlara karşı söylediği şu olmuştur: – Düşman geri! Benim yeşil dağlarımın, çiçekli yaylalarımın altında derin uçurumlar, karanlık mezarlar da vardır; benim evlâtlarım ölmeyi bildikleri kadar öldürmeyi de bilirler.” Türk’e gelince: Onun Allah’a secde için eğilen alnı hiçbir vakit esaret önünde eğilmedi; onun kılıç ve sabandan başka bir şeyden nasırlanmayan elleri asla zincirlere uzanamaz...... Şerefli bir tarih ve medeniyete , sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere, ırkî ve vatanî hatıralara malik olan bir milletin mahvolduğunu tarih göstermiyor..... Rasim Pehlivanoğlu 174 Ah kardeşler! Yine matem mi, yine ölüm, yine hicran mı? Ah yine mi birçok asırların ve sanatkarların emekleriyle vücuda gelmiş olan memleketler, birçok hatıralı ocaklarımız yıkılacak mı?...... Kardeşler! Ben şu iki mukaddes mabedin arasında, bizi birbirimizi sevmek için yaratan Allah’ın bu saltanatının eşiğinde bu hale nefret ediyorum. Yüreğim heyecanlı ve gözlerim yaşlar içinde olduğu halde, Garp’a doğru dönerek haykırmak ve şunları söylemek istiyorum: Ey Avrupa, ey Amerika! Bunun mesuliyeti sizin olacaktır. Biz Türkler düştüğümüz muharebeye ve uğradığımız mağlubiyete rağmen sizi tanıyorduk ve sizden hak ve adalet bekliyorduk..... Lakin heyhat! Bugün Türk ve Müslüman, İzmir’in Yunanlılara açılması ve bir buçuk milyon Türk ve Müslüman hukuk ve hürriyetinin iki yüz bin Rum’a feda edilmesi bizi ümidimizin harabesi karşısında bıraktı..... Türk’ün hukuku, Türk’ün hürriyeti niçin tanınmıyor? Türk’ün vatanı, Türk’ün mabedi niçin çiğneniyor?... Bununla beraber kardeşler: Biz bütün felâket ve musibetlere, her şeye karşı memleket ve milletimizin hayat ve necatından ümidimizi kesmeyelim. Bilelim ki gökler fırtınasız, baharlar hazansız olmadığı gibi, hiçbir vakit insanlar da dertsiz kalmamıştırlar. Eğer bir felaketten, mağlubiyetten ders almayı bilirsek şüphe yok ki bizim içtiğimiz zehir bir ilaç olacaktır. Kardeşler! Yunanlıları İzmir’den çıkarmak, eski ve yeni dünyalara hukuk ve hürriyetimizi tanıtmak istiyor musunuz?... Öyle ise en önce aramıza girmiş olan nifakı öldürelim, kardeşliğe doğru bir daha geriye çekilmeyecek olan ellerimizi uzatalım, hepimizin alınlarımızda vatan kurtarmak mefkûresi ve kalplerimizde milleti yaşatmak aşkı olduğu halde birleşelim... Her birimiz hepimiz ve hepimiz her birimizin olalım ve yalnız, yalnız iki kuvvete inanalım: Kendimize ve Cenab-ı Hakka!...” (9) Halide Edip (Adıvar’ın) Konuşması Şair Mehmet Eminden sonra kürsüye gelen ünlü hatip Halide Edip (Adıvar) Hanımın ibret alınacak heyecanlı konuşmasından bazı bölümleri aşağıya alınmıştır. 9 Mehmet Kaplan ve Arkadaşları D. Y. K. Milli Mücadele ve G. M. Kemal, İst. – 1981 s. 91-95 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 175 “Kardeşlerim, Evlatlarım! “Ruhu göklerde olan ecdadımız minarelerimizden yedi yüz yılın şanlı Osmanlı tarihinin bugünkü faciasını seyrediyor. Bu tarihin, bu muazzam meydana zafer alayları yapan kahraman ecdadımızın ruhları karşısında dünyanın bir başından bir başına at süren o mağlûp olmayan erlerin gazapları karşısında başımı kaldırıyor ve diyorum ki: – Ben Türk ve Müslüman tarihinin bedbaht bir kızıyım. Eskileri kadar kahraman fakat bedbaht yeni milletin de bedbaht bir anasıyım. Bu yeni millet namına, ulu ecdadımızın ruhları önünde başımı eğip yemin ediyorum. Bugün kolları kesilmiş Türk milletinin geçmiş günlerdeki kadar cesur bir ruhu var. Yemin ediyorum ki: Göğsünü adalet ve insaniyetten alan ecdadımın ilâhi namusuna hıyanet etmeyeceğiz. Allah’ıma ve hakka dayanarak Türk milletinin son yolunu siz ve dünyaya ilân ediyorum. Beni dinleyiniz: Kardeşlerim, Evlâtlarım! Asırlardan beri sinsi sinsi devam eden Avrupa’nın istila siyaseti her vakit Türk toprakları üzerinde en vicdansız bir şekilde tecelli etmiştir..... Avrupa’nın eline nihayet bir fırsat geçmiştir. Türk’e zalim ve günahkâr diyen, milletlerin günahı için mahkeme kuranların bu günahı o kadar çirkin ve sefil bir günah ki, lekesini engin denizlerin nihayetsiz suları yıkayamayacaktır. ........................................................................ Dinleyiniz! Sizin iki dostunuz var: Birisi bugünkü Müslüman alemi, öteki millet hakkı için bağıracak milletler. Birini kazandınız, ötekini bugünkü açtığınız davanın hak ve ulviyeti kazanacaktır. Hükümetler düşmanınız, milletler dostunuz, kalbinizde isyan kuvvetinizdir...... Bugün size haber verdiğim milletlerin hak günü uzak değildir..... Şimdi yemin ediniz ve benimle tekrar ediniz: Milletlerin ilâhi hakkı ilân olunacağı güne kadar kalbimizde heyecanımız kalacak, eksilmeyecektir! Yedi yüz senenin en asil ve büyük mirası olan vakarımızı, adalet ve terbiyemizi unutmayacağız! Rasim Pehlivanoğlu 176 Yemin ediniz! Yedi yüz senenin tarihini ağlayan minareler altında yemin ediniz: Bayrağımıza, ecdadımızın namusuna hıyanet etmeyeceğiz!... (10) Selim Sırrı Beyin Konuşması Halide Edip Hanımının yemin eden ve ettiren konuşmasının ardından kürsüye gelen Selim Sırrı da milletimizi birliğe çağıran ve haktan ümit kesmememizi öğütleyen konuşmasında diyordu ki: Muhterem ve necib vatandaşlar, valideler, babalar, kardeşler, arkadaşlar! Bilirsiniz ki felâket günlerinde aralarında nifak olan aile efradı bile derhal ittihad eder (birlik olur.) Bir zelzele, bir tufan vukuunda baba, evlât, dayı kanlı bıçaklı olsalar bile birbirlerine sarılırlar. İşte aziz vatandaşlar bugün öyle bir buhranlı demdeyiz. Felâket umumîdir...... Ecza-yı vatandan bir parçasının koparılmak istenilmesi kalbimizde unutulmaz yaralar açtı...... Yunanistan’ın İzmir’i istilası (işgali) ile bütün Türkiye, bütün İslâm alemi bugün kan ağlıyor!..... Türk’ün kalbi açıktır. Bulanık suda balık avlamasını bilmez. Dövüşürse mertçe karşı karşıya dövüşür. Arkadan vurmaz. Aman diyene kılıç çekmez. Burada toplanan şu yüz bin kişilik İslâm halk, din kini gütmüyor ve Hıristiyanlara karşı buğz ve adavet beslemiyor. Her dinin mukaddesatına hürmet etmeyi kendisine vazife biliyor. Bizde tecavüz ve istilâ emelleri de yoktur. Biz yalnız yaşamak istiyoruz. Bu hakkı bizden almaya kalkışmasınlar. Tarik-i medeniyette (medeniyet yolunda) her millet gibi ilim ve irfanla yükselmek ve Türk kalarak yükselmek istiyoruz. Vakur vatandaşlar! Azim ve gayreti elden bırakmayalım, Hakk’dan ümidi kesmeyelim! Allah bizimle beraberdir. (11) Doktor Sabit Beyin Konuşması Yunan mezalimini anlatarak konuşmasına başlayan Doktor Sabit Bey şunları da söylüyordu. .....Namusum üzerine yemin ederim ki İzmir için canını feda etmeyecek bir Türk Tasavvur etmiyorum...... 10 11 a.g.e., s. 95 - 97 a.g.e., s. 97 - 99 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 177 Türk fazilete güvenerek aldandı. Yemin ederim ki medenî Avrupalılar bizi iyi tanıyamadılar. Bizim sükûnetimiz tanınmamıza mani oldu. Yaygaralarla Türk’ün sada-yı muhiki (haklı sesi) boğuldu..... Arkadaşlar, Hak muinimizdir (yardımcımızdır). Ürkmeyiniz, korkmayınız. Bu millet mazlûmdur, fakat kimsesiz değildir. Şan ve şerefle ölürse milyonlarca İslâm alemi matemini tutacak, intikamını alacaktır. “Tarihin dönüm yerinde bulunuyoruz. Artık hayal arkasından koşacak, kendimizi avutacak zamanda değiliz, pek acı, pek elim ve büyük hakikatle karşı karşıya bulunuyoruz..... Bedbaht millet! Şimdi sana hiçbir yar, hiçbir meded-kâr yok... Yalnızsın. Şunu iyice dinle, yalnızsın... Sana gülen yüzler, bayağı yüzler senin son mirasına konmak isteyen garetçilerden başka bir şey değildir. Artık inanma, senin için yalnız sen varsın... Hayır Hayır... Senin bir yardımcın var: Allah! Onun (düşmanın) topu, tüfeği, zulmü, mezalimi varsa; senin Hakk’ın, Allah’ın, ulu Tanrın var. İşte sen yalnız ona güvenebilirsin... Hak’tadır, Hak’tır en büyük kuvvet. Vatandaşlar! Milli felâket, tahminimizden çok büyüktür. Fakat çaresiz olmayalım... Azimkâr ve metin olalım... İcabederse ölmeyi, seve seve ve bile bile ölmeyi bilelim... Damarlarımızda bu kan, vücudumuzda bu yürek, ruhumuzda bu aşk, vatan ve Allah aşkı payidar oldukça hiçbir şey bizi buradan ayıramayacaktır. Sabit Bey konuşmasının sonunda, miting tertip heyetinin hazırladığı 5 maddelik kararı yüksek sesle okumuş ve halkın kabulüne sunmuştur. Okunan kararda: “Mukaddes vatanımızın haksız olarak işgal edilen yerlerinin tahliyesine kadar mücadelemize devam edeceğimizi; kalplerimizde vatan endişesinden başka hiçbir endişenin yer bulamayacağını belirten Sabit Bey, Devletimize bağlı kalacağımızı özellikle vurgulamıştı. Ayrıca: Devlet büyüklerimizin vatan ve milletimiz için en hayırlı kararı almaları temennisinde bulunmuştu...” (12) Halkın coşkun tezahüratıyla Sultan Ahmed Meydanında yapılan bu miting, telgraflarla ve başka vasıtalarla, o günkü imkânların elverdiği nisbette, ülkemizin her yanına duyurulmuştu. Böylece halkımız bilinçlenmiş, sevinmiş ve ileriye ümitle bakar olmuştu... Ama ne yazık ki, Ülkedeki etkisini gören işgal makamları 12 a.g.e., s. 99 - 102 178 Rasim Pehlivanoğlu İstanbul’daki mitingleri yasak etmişti. Fakat milletin ruhundaki istiklal (bağımsızlık) aşkı bir kere tutuşturulmuştu. Artık bu millî tepki ve coşkuyu kimse önleyemezdi!... İzmir’in işgalini takiben, 15 - 16 Mayıs gecesi istifa eden Sadrazam Damat Ferit Paşa -ne acı ki- hükümeti yeniden kurmakla görevlendirilmişti. Yaptığı hayırlı bir iş, Şevket Turgut Paşayı Harbiye Nazırlığına getirmek olmuştu. Vatansever Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak), artık Harbiye Nazırı ile de iş birliği içinde çalışabilecekti. İzmir’i işgal eden Yunanlılar, arkasına aldığı büyük devletlerin desteği ile, burada kalmayıp iç kısımlara da ilerliyorlardı. Kısa zamanda İzmir çevresini, Ödemiş’i, Aydın’ı ve diğer birçok yerleri işgal etmişlerdi. Hatta, Samsun’dan durumu soran M. Kemal, Ali Fuat Paşadan aldığı telgraftan Manisa’nın bile 26 Mayıs’da Yunanlıların eline geçtiğini öğrenmişti. Bu acı halimize içerleyen duyarlı şairlerimiz, özellikle İzmir’i ve Aydın’ı konu alan şiirler yazıyorlardı. Bu şiirlerden bazı bölümleri aşağıya alınmıştır: Şair Samih Rıfat şöyle dertleniyordu. GÜZEL AYDIN İzmir Türk’ün ana yurdu, Vermez onu altın ordu; Düşman İzmir’e girerken Bütün millet ağlıyordu... Aydın, Aydın, güzel Aydın Ah... bir kerre kurtulaydın!... Doğma güneş yasımız var, Git haber ver diyar diyar: Türk’ün kolları bağlandı, İzmir’i ondan aldılar! Aydın, Aydın, güzel Aydın Ah... bir kerre kurtulaydın! ................................................... Yaşadıkça Türk evlâdı Değişir mi Aydın adı? Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 179 Alem cünûn mu (cinnet mi) getirdi? Yoksa tarih mi bunadı? Aydın, Aydın, güzel Aydın Korkma benden ayrılmadın, Bekle geleceğim yarın!... (13) Şair Enis Behiç (Koryürek) şöyle sızlanıyordu: ŞEREF ÇİĞNENDİ Kanlı çamurlarda şeref çiğnendi. Kahraman bir kavmi sefiller yendi. Hainler sayısız ocak yıktılar, Yangından yağmaya, cerre çıktılar. Tutuşan memleket: Benim yurdumdu. Münhezim dağılan: Benim ordumdu. O yırtılan bayrak: Benim bayrağım, Yıkılan ocaklar: Benim ocağım!... (Dosyamdan alınmıştır) Şair Yusuf sesleniyordu: Ziya (Ortaç) İzmirlilere, EĞİL DAĞLAR EĞİL Ey güzel İzmir’in kahraman oğlu, Bir lâhza bırakma tuttuğun yolu. Bizim de bağrımız fırtına dolu, “Eğil dağlar eğil, üstünden aşam,” Sevgili yurduma ben de kavuşam! Allah Allah deyip dayan ey efe, Can verir sesini duyan ey efe, Bizden de bulunur uyan ey efe. “Eğil dağlar eğil, üstünden aşam,” Sevgili yurduma ben de kavuşam! Şimşekli bir bulut gibi gürle, çak! Silâh kâr etmezse baştan başa yak! Tarihe ismini yâdigâr bırak! “Eğil dağlar eğil, üstünden aşam,” 13 a.g.e., s. 113 Aydınlılara Rasim Pehlivanoğlu 180 Sevgili yurduma ben de kavuşam! Ey efe, seninle öğünsün Aydın! Gönülden gönüle namını yaydın! Yurt için kendini bir hiçe saydın! “Eğil dağlar eğil, üstünden aşam,” Sevgili yurduma ben de kavuşam! (14) Şair Faruk Nafiz (Çamlıbel) şöyle acınıyordu: AH İZMİR! Kara bir haberdi, bir ölüm kadar. Ansızın benizler soldu, sarardı. Baktım ki her gözde titreyen yaşlar, Her yüzde İzmir’in matemi vardı... Geçse de üstünden asırlarca yıl Yenilmez sanırdım Türkler emeksiz. Gördüm ki en sonra bir şehir nasıl Teslim olunurmuş topsuz, tüfeksiz! O güzel bağların yas tutsun bu yaz, Vefasız değilsen bize darılma. Sana yabancıdır o “mavi - beyaz” İzmir, güzel İzmir, bizden ayrılma!... (15) Şair Kemalettin Kami, şiiriyle Allah’a yalvarıyordu: TÜRK’ÜN İLÂHİSİ Sarmış mâtem bulutları, Saz benizli ovaları... Boynu bükük yuvaları Sen himaye et Yarabbi!... 14 15 a.g.e., s.114 a.g.e., s.115 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 181 Ne bir “Yazık!” diyen bize, Ne ses veren sesimize... Huzurunda geldik dize Senden inayet Yarabbi!... Her çehre bize yabancı Bari sen bir parça acı Süründürme altın tacı Bize yardım et Yarabbi!... Bir gün sabah olur diye Katlandık her işkenceye. Bu felâketli geceye Ver bir nihayet Yarabbi!... (16) Şair Orhan Seyfi (Orhon) SANCAĞA başlıklı şiiriyle teselli buluyordu: SANCAĞA Ellerde dolaşan bu siyah sancak, Göklerde yükselen bir âh olmasın! Doğru mu bu kadar ye’se kapılmak Korkarım, bu matem günah olmasın! Milletin kalbinde yer etmez keder; Asırlar değişir, seneler geçer... Ne kadar karanlık olsa geceler, Mümkün mü sonunda sabah olmasın. Ağlıyor uzaktan bakan rengine Diyor: “Matemde mi öz vatanımız?...” Biz seni boyarız o kan rengine Var damarımızda halâ kanımız! Ey güzel sancağım, solmasın yüzün, Biz henüz yaşarken ye’se bürünme! Hicrana takati yok gönlümüzün Bu matem yüzüyle bize görünme! Ey güzel sancağım, o “ay yıldız”ın Sana tarihinden kaldı hediye, Üstünden eksilme vatanımızın Dalgalan bu “iller benimdir!” diye. (17) 16 17 a.g.e., s.125 a.g.e., s.123 - 124 182 Rasim Pehlivanoğlu 8– Batı Anadolu’da Kuvva-yı Milliye Hareketi Batı Anadolu’da Yunan ilerlemesini durdurmak için her bölgede hareketlenme başlamıştı. Sivil halk ve asker karışımı millî kuvvetler kuruluyor ve işgalcilere karşı direnmeler oluyordu. Bu kuvvetlere o zamanlar “Kuvva-yı Milliye” deniliyordu. Biz de burada, o günlerin anısına sadık kalarak, millî kuvvetlerden söz ederken yeri geldikçe Kuvva-yı Milliye ismiyle anacağız. Yeni Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa, Albay Bekir Sami Beyi, İzmir faciasında dağılmış olan 17. Kolordu birliklerinin düzenlenmesi için 56. Tümen Komutanlığına atamış ve eline 1000 Lira vererek Anadolu’ya göndermişti. – Haydi oğlum, vatan neyi emrederse onu yap. Vatanın emrini yapanlar, her yerde kutlu olurlar. Sen de kutlu ol” demeyi de ihmal etmemişti. Ne var ki, kurtuluş için başka önemli tedbirler de almaya yönelen ve millî davaya yardımcı olmak için çırpınan Şevket Turgut Paşa, Sadrazam Ferit Paşanın tutumuyla bağdaşamadığı için, bir süre sonra hükümet dışında bırakılmıştı... Ama Harbiye Nazırlığı sırasında, kendisine direktifler vererek görevlendirdiği vatansever subaylardan Albay Şefik ve Albay Bekir Sami Beyler, düşman ilerleyişine karşı durabilmek için Kuvva-yı Milliye teşkiline başlamışlardı. Millî kuvvetlerden oluşan güçlü birlikler kurarak düşmana karşı koymaya çalışıyorlardı. Bekir Sami Bey, verdiği talimatlarla Ödemiş bölgesini harekete geçirmişti. Albay Şefik Bey, Aydın’ın işgalinden sonra çekildiği Çine bölgesinde millî kuvvetleri örgütlemeye koyulmuştu. Ayrıca, Bandırma’da Yusuf İzzet Paşa, Balıkesir’de Albay Kazım (Özalp), kendi bölgelerinde millî kuvvetler kurmaya başlamış bulunuyorlardı. Sivil halk ve asker, omuz omuza vererek yurt savunmasına girişmişti. Komutanların olumlu çalışmaları sonunda, “Kuvva-yı Milliye Ruhu” (Milli Kuvvetler Teşkilatı) gelişmiş, bütün Anadolu’da benimsenmişti. Avrupa’da öğrenimde bulunan, içlerinde -sonradan ünlenen- Mahmut Esat (Bozkurt), Saraçoğlu Şükrü de bulunan vatansever gençlerimiz öğrenimlerini bırakarak ülkeye dönmüşler ve Kuvva-yı Milliye‘ye katılmışlardı... (18) 18 Cihat Akçakayalıoğlu Gen. Kur. As. St. Etüt Başk. Y. ATATÜRK, Ank. – 1986 s. 148 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 183 Ödemiş Kaymakamı da olan Bekir Sami Bey, İtilaf Devletleri temsilcilerine çektiği 29 Mayıs 1919 tarihli telgrafında: “...Artık biliniz ki kalem değil Silâh konuşuyor!” ifadesini taşıyan protestosu ile “Kuvva-yı Milliye’nin silâhlı mücadelesinin açıldığını” dünyaya ilân ediyordu. Türk kuvvetlerinin silâhlı gücü çok azdı. Düşmanınki kat kat üstündü. Bu nedenle Türk kuvvetleri, düşmanların saldırgan harekâtına karşı, önceleri zayıf bir direnmeyle karşı koyabilecekti. Zamanla güçlenerek, etki ve çabalarını arttırarak çok cepheli bir savaş verilebilecekti. Ayaklanmalar, iç ve dış bölücü çaba ve propagandalar da kuvvet dengesini Türk’ün aleyhine çevirmekteydi. En olumsuz etki Padişahtan geliyordu. Padişahın görevlendirdiği “Heyeti Nasihalar” (Öğüt Kurulları) vatandaşı kötü etkiliyor, maneviyatını bozuyor ve direnişi köstekliyorlardı. Harbiye Nazırının, Türk subaylarını İtilaf Devletleri subaylarına selâm vermeye zorlayan emirleri hem maneviyat bozuyor hem de düşmana karşı yüreklerindeki kin ve nefret duygularını körüklüyordu!... Mücadeleye atılmak için ateşleyici bir kıvılcım bekleniyordu. Batı Anadolu’da başlayan bu Kuvva-yı Milliye Ruhu, kısa zamanda yurdun bütün bölgelerine yayılmıştı. Düşman işgali altına giren veya işgal edileceği endişesi duyulan Anadolu’nun her bölgesinde Kuvva-yı Milliye teşkilâtları kuruluyor ve Kuvva-yı Milliye başkanlıkları oluşuyordu. Fakat bu teşkilâtlar bölgeseldi. Her teşkilât öncelikle kendi bölgesini korumakla mükellefti. Bu teşkilâtların bütün yurtta birleşmesi, amaç birliğine varması ve bir komuta altında bütünleşerek büyük bir güç haline gelmesi gerekiyordu. Mücadeleyi kazanmak için bunun başarılması şarttı. Ama bunu kim yapacaktı ve nasıl yapılacaktı?... B. MİLLİ MÜCADELEYE HAZIRLIK ÇALIŞMALARI (Ön Hazırlıkların Safhaları) İşgalci düşmanlara karşı top yekün Milli Mücadele birden başlamamıştır. Bir takım hazırlık safhalarından geçilmiştir. Öncelikle halkın içine girerek halkı tanımak, halkı bilinçlendirmek ve halkı teşkilâtlandırmak gerekiyordu. Sivil halk ve asker karışımı olarak 184 Rasim Pehlivanoğlu gelişen Kuvva-yı Milliye’nin (Milli Kuvvetlerin) düzenli orduya dönüşmesi gerekli oluyordu. Zamanla bütün bunlar oldu. Çeteler ve iç isyanlar bastırıldı... Sıra işgalci düşmanları yurttan çıkarmaya gelmişti. Bütün bu hazırlık dönemi çalışmalarını, aşağıdaki başlıklar altında özetle inceleyelim. 1- İlk adım: Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı 2- Havza Genelgesi - Yurt çapında yapılan mitingler 3- Amasya Tamimi 4- Erzurum Kongresi 5- Sivas Kongresi - Temsil Heyeti Seçimi 6- İstanbul’da açılan Millet Meclisi - Meclisin Dağıtılması 7- Ankara’da TBMM’nin açılması 8- İç İsyanlar ve bastırılması 1- İlk Adım: Mustafa Kemal’in Samsun’a Çıkışı “Samsuna ayak bastıktan sonra derhal memleket ve milleti yokladım. Gördüm ki: memleketin ve milletin temayülü İstiklal Müdafaasında tereddüt edenleri utanır mevkiinde bırakabilecek mahiyettedir.” K. Atatürk Bilindiği üzere, memleketin kurtuluşu için artık İstanbul’da yapılacak bir iş kalmamıştı. Buna inanan M. Kemal: – Düşman süngüsü altında milli birlik olamaz. Ancak hür vatan topraklarında memleketin istiklali ve milletin hürriyeti için çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek için Anadolu’ya gidiyorum” diyordu. (1) M. Kemal Kurtuluş için en müsait yer olarak Anadolu’yu görüyordu. Bu gayeye ulaşmak isteyen M. Kemal Anadolu’ya geçme yollarını aramış ve bulmuştu. Ordu müfettişliği göreviyle ve 18 arkadaşıyla birlikte Samsun’a gitmek üzere, 16 Mayıs 1919 günü Bandırma Vapuruna binmişlerdi. Denetleme yapan İtilaf Devletleri 1 U. Kocatürk : Atatürk, Ankara – 1987, s. 17 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 185 görevlileri vapurda sakıncalı bir şey bulamayınca, M. Kemal arkadaşlarına dönerek: “Biz kaçak eşya ve silah götürmüyoruz. Azim ve îman götürüyoruz!...” diyerek istiklâl aşkını, mücadele azmini ve irade gücünü bir kere daha ortaya koymuştu. İşte bu azim ve bu iman gücüyle yüklü olan Bandırma vapuru, Karadeniz’in azgın dalgalarıyla boğuşarak ilerlemiş ve 19 Mayıs 1919 günü sabahında Samsun’a ulaşmıştı. Vapurdan inerek Anadolu topraklarına ayak basan M. Kemal, sevinç ve heyecan içinde bekleyen halkın coşkun tezahüratıyla karşılanmıştı. Eğitimci şairimiz rahmetli Cahit Külebi o güne ait duygusunu şöyle belirtmişti. Bir Gemi Yanaştı Samsun’a Bir gemi yanaştı Samsun’a sabaha karşı Selâm durdu kayığı, çaparı, takası, Selâm durdu tayfası. Bir duman tüterdi bu geminin bacasından bir duman Duman değildi bu! Memleketin uçup giden kaygılarıydı... Samsun limanına bu gemiden atılan Demir değil! Sarılan anayurda Kemal Paşanın kollarıydı. Selâm vererek Anadolu çocuklarına Çıkarken yüce komutan Karadeniz’in halini bir görmeliydi. Kalkıp ayağa ardısıra baktı dalgalar Kalktı takalar, İzin verseydi Kemal Paşa Ardından gürleyip giderlerdi, Erzurum’a kadar. (2) İstanbul’dan M. Kemal’e verilen görev: “Samsun ve çevresindeki asayişsizliği yerinde görüp incelemek ve tedbir almak” tan ibaretti. M. Kemal Samsun’a geldiği ilk günlerde yaptığı incelemede gördü ki: Bu bölgede, Portus Rum Devleti kurma amacına yönelik geniş bir Rum faaliyeti vardı. Baskı altında tutulan Rumlar değil aksine Türklerdi. Mavri Mira Cemiyeti kurduğu çeteler vasıtasıyla Türk köylerini basıyor, katliamlar yapıyor, yerli halkı yıldırmak istiyordu. Diğer bölgelerde de azınlıkların taşkınlıklarını 2 Prof. M. Kaplan: Atatürk Şiirleri Antolojisi, Ank. – 1971, s. 193 186 Rasim Pehlivanoğlu öğrenen M. Kemal durumu müzakere ediyor ve tedbirler düşünüyordu. Bir hafta kadar Samsun’da kalan M. Kemal, sakin bir muhitte çalışmasına devam etmek üzere 25 Mayıs 1919 günü Havza Kasabasına geçti. Burada halkın örgütlenmesi için direktifler veriyordu. Aldığı tedbirlerle, Pontus Rum Devleti hülyaları peşinde çılgınca koşan Samsun ve havalisi Rumlarını yola getiren M. Kemal buradaki asayişi düzeltmişti. Halktan gelen istek ve teşviklerin de etkisinde kalan M. Kemal artık Milli Kurtuluş davası için düşündüklerini uygulamaya başlamış bulunuyordu. 2- Havza Genelgesi Yurt Çapında Yapılan Mitingler 26 Mayıs 1919 günü kendisini ziyarete gelen Havza ileri gelenleriyle konuşan M. Kemal: – Hiçbir zaman ümitsiz olmayacağız. Çalışacağız, memleketi kurtaracağız! Bizi öldürmek değil, canlı canlı mezara atmak istiyorlar. Şimdi çukurun kenarındayız. Son bir cüret belki bizi kurtarabilir. Zaten başka türlü de geri dönmek imkânı yoktur...” diyor ve yapmak istediği işleri anlatıyordu. (3) O günlerde İzmir, Manisa ve Aydın Yunanlıların eline geçmişti. Bütün ülke kan ağlıyordu. Ama Anadolu’nun büyük bir kısmında hiçbir hareket yoktu... Önce millî öfkeyi uyandırmak, bunu dünyaya duyurmak ve halkı bu milli öfke içinde bütünleştirmek gerekiyordu. Bunu düşünen M. Kemal, 28 Mayıs 1919’da Havza’dan bütün komutanlıklara, Valiliklere, İdari Amirlerine, Anadolu’da yer yer kurulan bütün Millî Teşekküllere gizli bir genelge göndermişti. Genelgede Türk milletinin içine düştüğü millî ölüm tehlikesinin korkunçluğunu anlatıyor, memleketimizin her yerinde büyük ve heyecanlı mitingler yapılmasını teşvik ediyor, milletimizi kurtuluş mücadelesine çağırıyordu. Milli istiklalimizi sarsan işgal ve ilhak gibi olayların bütün millete kan ağlattığını, millî ıstırabın zaptedilmez bir hal aldığını, hazmedilmesi ve katlanılması güç olan bu hallerin önlenmesinin beklendiğinin telgraflarla bütün dünyaya duyurulmasını ve yayılmasını istiyordu. 3 Salih Omurtak ve Arkadaşları: Atatürk, İst. – 1970, s. 60 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 187 Havza’dan gönderilen bu genelge hemen etkisini göstermişti. Memleketin çeşitli bölgelerinde, işgal ve ilhakı protesto eden heyecanlı mitingler yapılmaya başlanmıştı. Yapılan mitinglerde, işgal olayları ile milletimize yapılan zulümler ve işkenceler lânetleniyordu. Özellikle İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal olayı ve Batı Anadolu’daki düşman ilerleyişi üzerinde daha duyarlı konuşmalar oluyordu. Böylece, uyanan milletimiz hınçla ayağa kalkıyordu!... Ancak, M. Kemal’in İstanbul’a gönderdiği, Pontus Rum Devleti kurma hayalindeki çetecilerin marifetlerini anlatan raporları ve Anadolu’da başlayan millî uyanış hareketlerini öğrenen İtilaf Devletleri temsilcileri İstanbul Hükümetine: – Tanınmış bir Türk Generali’nin Anadolu’da ne işi vardı?” diye soruyorlar. Bunun üzerine, korkak İstanbul Hükümetinin Harbiye Nazırı, görevle Anadolu’ya gönderilen müfettişini geri çağırma girişiminde bulunuyor. 8 Haziran 1919’da gönderilen telgrafla M. Kemal’in geri dönmesi isteniyor. Hükümetin kararı olduğu belirtilen bu geri dönüş çağrısına rağmen; ne yaptığının ve ne yapacağının bilincinde olan M. Kemal Paşa, milli amaca yönelik çalışmalarına ısrarla ve cesaretle devam ediyordu. 3- Amasya Tamimi Havza Genelgesi’nin de etkisiyle, Anadolu’da başlayan Millî Mücadele artık liderini bulmuş ve bölgesel karşı koymalar bir bayrak altında toplanmaya başlanmıştı. M. Kemal Paşa, millî ruhu canlandırmak, millî duyguları yönlendirmek ve millî kurtuluş hareketinin teşkilatlanmasını sağlamak amacıyla Sivas’ta bir kongre toplanması gereğine inanıyordu. Bunun sağlanması için yakın dava arkadaşlarıyla Amasya’da bir araya geldiler. Günlerce durumu müzakere ettiler. Sonunda, “Amasya Tamimi” adıyla tarihe geçen Amasya Genelgesi yayınlandı. 21 – 22 Haziran gecesi, Yaveri Cevat Abbas’a yazdırdığı Amasya Tamiminin başlıca maddeleri şöyle tespit edilmişti. “1) Yurdun bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. 2) İstanbul’daki hükümet, üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok olmuş gibi gösteriyor. 3) Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır. 4) Milletin durumunu ve davranışını göz önünde tutmak ve haklarını dile getirip bütün dünyaya duyurmak için her türlü 188 Rasim Pehlivanoğlu etkiden ve denetimden kurtulmuş millî bir kurulun varlığı çok gereklidir. 5) Anadolu’nun her yönden en güvenli yeri olan Sivas’ta millî bir kongrenin tez elden toplanması kararlaştırılmıştır. 6) Bunun için bütün illerin her sancağından, halkın güvenini kazanmış üç delegenin olabildiğince çabuk yetişmek üzere hemen yola çıkarılması gerekmektedir. 7) Herhangi bir kötü durumla karşılaşabileceği düşünülerek, bu iş millî bir sır gibi tutulmalı ve delegeler gereken yerlere kimliklerini gizleyerek gelmedirler. 8) Doğu ileri adına 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kurultay toplanacaktır. O güne değin öteki il delegeleri de Sivas’a ulaşabilirlerse Erzurum Kongresi’nin üyeleri de Sivas’ta yapılacak genel toplantıya katılmak üzere yola çıkarlar.” (4) Erzurum’daki 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşanın da onayladığı Amasya Genelgesi ile İnkılâbın hazırlık safhasıyla birlikte, hareket safhasına da geçilmiş oluyordu. Milletin içine düştüğü tehlikeye işaret edilmiş olan genelgede: "Milletin bağımsızlığını yine Milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ilkesiyle, millî bağımsızlık ve millî egemenlik konusuna yer verilmiştir. Bu haliyle, Amasya Genelgesine bir “İHTİLAL BİLDİRİSİ”de diyebiliriz. Samsun ufuklarında güneş gibi doğan ve Amasya Tamimini de yayınlayan M. Kemal Paşa artık gezilerine başlamıştı: Samsun’dan Anadolu içlerine giderken: Dağ başını duman almış Gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan şimdi doğar Yürüyelim arkadaşlar!... mısralarını terennüm ederek yoluna devam ediyordu. Atatürk’ün çok sevdiği ve “Anadolu’nun dağ başlarını, tekerleklerini çuvalla doldurduğumuz kırık dökük otomobillerle aşarken, bu marşı söylemeyi yanında bulunanlara adet ettirmiştim” diye tanıttığı marşın güftesini aşağıya alıyorum: DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ Dağ başını duman almış 4 Em. Tümg. Muzaffer ERENDİL Çok Yönlü Lider Atatürk,,Ank. - 1986 s 88 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 189 Gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan şimdi doğar Yürüyelim arkadaşlar!... Sesimizi yer, gök, su dinlesin; Sert adımlarla her yer inlesin. Bu gök deniz nerede var, Nerede bu dağlar, taşlar Bu ağaçlar, güzel kuşlar? Yürüyelim arkadaşlar. Sesimizi yer, gök, su dinlesin; Sert adımlarla her yer inlesin. Her geceyi güneş boğar, Ülkemizin günü doğar; Yol uzun da olsa ne var. Yürüyelim arkadaşlar. Sesimizi yer, gök, su dinlesin; Sert adımlarla her yer inlesin. Yürüyelim arkadaşlar. (5) Gittiği her yerde konuşmalarıyla halka güven veren, ateşli nutuklarıyla dertli gönüllere su serpen, M. Kemal, kendisine inanan milletimizi sevindiriyor ve coşturuyordu. Tek kâlp ve tek yumruk olan milletimiz M. Kemal’in ardından yürüyor, ona güven veriyor ve güç veriyordu. Gözler M. Kemal’e çevrilmiş, M. Kemal adı dillere destan olmuştu. M. Kemal bayrak olmuştu!... Erzurum’a geçmek üzere 27 Haziran günü, halkın sevinç gösterileri arasında Sivas’a gelen M. Kemal, Sivas’ta yapılacak kongre için ilgililere gerekli direktifleri verdikten sonra Erzurum’a hareket etmişti. 3 Temmuz 1919’da, Erzurumlular tarafından coşkun tezahüratla karşılanmıştı. Çukurova’da çalışırken Erzurum’a dönen ihtiyar Mevlüt Ağayla karşılaşan M. Kemal Paşa soruyor: – Verimli bir memleketten niçin döndün? geçinemedin mi?” derhal cevap veren Mevlüt Ağa: Yoksa – Hayır Paşam, geçimimiz çok rahattı. Son günlerde işittim ki, İstanbul’daki ırzıkırıklar, bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim: Bu nâmertler kimin malını kime veriyorlar?” demişti... 5 Avni Altuner: Her Yönüyle Atatürk, İst. – 1961, s. 97 190 Rasim Pehlivanoğlu İhtiyar Mevlüt Ağanın bu sözleri M. Kemal Paşayı çok duygulandırmış ve gözlerini yaşartmıştı. Etrafındakilere dönerek: – Bu milletle neler yapılmaz?” demiş ve milletimize karşı olan güvenini belirtmişti. (6) İstanbul hükümeti, geri dön çağrısına uymayan M. Kemal Paşayı, resmi görevinden azletmişti. Bunun üzerine, M. Kemal, 8 – 9 Temmuz 1919’da çok sevdiği askerlik mesleğinden ve resmi görevinden istifa etmiş, üniformasını çıkarmıştı. Artık milletin bir ferdi olarak, milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi görevine devam edecekti. 4- Erzurum Kongresi Askerlikten istifası üzerine M. Kemal Paşaya, merkezi Erzurum’da olan “Vilâyat-ı Şarkıyye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye (Doğu Vilâyetleri Milli Hakları Koruma) Cemiyeti”nin Erzurum şubesi başkanlığı teklif edilmişti. Kendisinin de yakınlık duyduğu bu cemiyete giren M. Kemal, güven havası içinde çalışmaya başlamıştı. Tarihi daha önceden kararlaştırılmış bulunan bu cemiyetin Erzurum Kongresi için gerekli hazırlıklar yapılmıştı. Yapılacak kongrenin Erzurum delegesi olarak seçilmiş bulunan emekli binbaşı Kazım Yurdalan ile Cevat Dursunoğlu kongre üyeliğinden istifa ederek yerlerini M. Kemal ve Rauf Beye (Rauf Orbay’a) bırakmışlardı. Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919’da, tek katlı bir ilkokul salonunda 62 delegeyle toplanmıştı. M. Kemal’in konuşmasıyla açılan kongre 14 gün sürmüş ve önemli konuşmalara sahne olmuştu. Kongre öncesinde ve kongre devam ederken, İstanbul’daki saray ve hükümet tarafından: M. Kemal’in devlete başkaldıran âsi olduğu, Erzurum kongresinin kanunsuz toplandığı ajanslarla ilan ediliyor ve M. Kemal Paşanın tutuklanması için her türlü tedbire başvuruluyordu. M. Kemal Paşayı tutuklaması için emir alan 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa tutuklamak şöyle dursun, M. Kemal’in ve devam eden kongrenin en büyük koruyucusu olmuştu. Türk Kurtuluş Savaşının ilk temellerinin atıldığı Erzurum Kongresinin tarihî kararlarını şöyle özetleyebiliriz: 6 Utkan Kocatürk Atatürk, Ankara, - 1987, s 19 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 191 1) Doğu ileri ile Trabzon ve Canik sancağı hiçbir sebep ve bahane ile Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan bir bütündür. 2) Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir. 3) Vatanın ve istiklâlin muhafaza ve teminine İstanbul Hükümeti muktedir olamadığı takdirde, gayeyi temin için Anadolu’da geçici bir hükümet kurulacaktır. 4) Kuvva-yı Milliye’yi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır. 5) Hıristiyan azınlıklara siyasi hâkimiyet ve sosyal dengemizi bozan imtiyazlar verilemez. 6) Manda ve himaye kabul olunamaz. 7) Milli Meclisin derhal toplanmasına ve hükümet işlerinin meclisin denetimi altında yürütülmesine çalışılacaktır. 8) Milletimiz insani ve asri gayeleri tebcil, fenni, sınai ve iktisadi hal ve ihtiyacımızı takdir eder. (7) Erzurum kongresinde alınan kararlar, M. Kemal’in açılış konuşmasında belirttiği esaslar paralelinde olmuştur. Bu kongre, bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, gelişecek bütün olayları büyük ölçüde etkilemiştir. İleride İstanbul’da açılan Millet Meclisinin karar aldığı Misak-ı Milli’nin (Milli Ant’ın) esasları da Erzurum Kongresi kararlarında yer almıştır. Erzurum Kongresi, kendisi adına bütün yetkileri kullanacak olan 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye (Temsilciler Heyeti) seçerek, 7 Ağustos 1919 günü çalışmalarına son vermiştir. M. Kemal’in başında olduğu bu heyet Sivas Kongresine de katılmıştır. Şair Halil İbrahim Sakarya’nın, Samsun’dan sonra katıldığı Erzurum Kongresinden başarıyla çıkmış, Sivas Kongresinde milli birliği sağlayacak olan M. Kemal’i En Büyük Türk olarak tanıttığı şiirini aşağıya alıyorum: EN BÜYÜK TÜRK Bindokuzyüz on dokuz Dünya Harbi son bulmuş Gözü dönmüş uluslar kuduz olup kudurmuş, Saldırganlar ordusu ülkemizi doldurmuş, 7 a.g.e., s. 22 – 23 192 Rasim Pehlivanoğlu En büyük Türk Atatürk bugün çıktı Samsun’a Kutlu olsun günümüz şanlı Türk ordusuna. Samsun’dan Erzurum’a, Erzurum’dan Sivas’a Kutsal bir ışık taşır, Mustafa Kemal Paşa Aydınlık var yurduma, müjde olsun yurttaşa. En büyük Türk Atatürk, bugün çıktı Samsun’a, Kutlu olsun günümüz, Türk genci, Türk oğluna. İnsancıl duygu dolu istemezdi savaşı, İlke yaptı yurduyla, dünyadaki barışı, Bu duyguyla tümleşir, uygarlık anlayışı En büyük Türk Atatürk, bugün çıktı Samsun’a, Kutlu olsun günümüz, Yüce Türk ulusuna. Ant içiyor gençliğin, yeni gelen kuşaklar, Samsun’dan Ankara’ya taşınacak bayraklar, Ezilecek şahsına dil uzatan alçaklar, En büyük Türk Atatürk, bugün çıktı Samsun’a, Kutlu olsun günümüz, Yüce Türk’ün soyuna. (8) 5- Sivas Kongresi – Temsil Heyeti Seçimi M. Kemal Paşa 2 Eylül 1919’da Erzurum’dan Sivas’a geldi. O günlerde, daha önce İzmir’e çıkmış olan Yunanlılar, İtilaf Devletlerinden aldıkları güç ve cüretle Anadolu’nun içlerine doğru ilerliyor, çeşitli şehirlerimizi işgale devam ediyorlardı. İşte böyle bir ortamda, kongre yapmak üzere Sivas’a gelen Millî Mücadelenin lideri M. Kemal Paşa emsali görülmemiş gösterilerle ve coşkun bir sevinçle karşılanmıştı. Sivas Kongresi 4 Eylül 1919 günü, o zamanlar “Mekteb-i Sultani” olarak kullanılan okul binasının salonunda, 38 delegenin katılımıyla başlamış, M. Kemal gizli oyla başkanlığa seçilmişti. 8 gün süren kongre, 11 Eylül 1919 günü, Heyet-i Temsiliye (Temsilciler Heyeti) seçiminden sonra bir beyanname yayınlayarak çalışmalarına son vermişti. Hararetli konuşmaların olduğu kongrede önemli kararlar alınmıştır. Sivas Kongresi, doğrudan doğruya M. Kemal’in çağrısıyla toplanan milli bir kongredir. Bu kongre Erzurum Kongresinde seçilen Heyet-i Temsiliye üyeleriyle; Batı ve Orta Anadolu illerinden seçilerek gelen üyelerin katılımıyla yapılmıştır. Bu nedenle, Sivas Kongresi memleket çapında bir genişlik ve bütünlük kazanmıştır. 8 İbrahim Sakarya: Ben Öğretmenim, Ankara – 1990,, s. 26 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 193 Kongre öncesinde ve kongre devam ederken, İstanbul hükümeti kongreyi dağıtmak ve M. Kemal’i tutuklamak için bütün gücüyle çalışmıştır. İngilizler, Samsun üzerinden Sivas’ı işgal edecekleri tehdidinde bulunmuştur. Ama yapılan bütün bu çabalar ve tehditler, M. Kemal’in her güçlüğü aşan azim ve iradesi önünde yenilmiş ve sonuçsuz kalmıştır. Erzurum Kongresinde alınan kararlar, Sivas Kongresinde daha da genişletilerek ve olgunlaştırılarak kabul edilmiştir. Bütün memleketi kapsayan kararlar olmuştur. Sivas Kongresi kararları şöyle özetlenebilir: 1) Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür; birbirinden ayrılamaz. 2) Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir. 3) İstanbul Hükümeti, harici bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır. 4) Kuvayı milliye’ yi âmil ve irade-i milliye’ yi hakim kılmak esastır. 5) Manda ve himaye kabul olunamaz. 6) Millî iradeyi temsil etmek üzere Millet Meclisi’nin derhal toplanması mecburidir. 7) Aynı gaye ile milli vicdandan doğan cemiyetler “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında birleştirilmiştir. 8) Mukaddes maksadı ve umumi teşkilatı idare için Kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir. (9) Görülüyor ki: Kararlar, ufak tefek ifade farklarıyla Erzurum Kongresi kararlarıyla aynıdır. Bir bakıma Erzurum Kongresi kararları, Sivas Kongresi kararlarıyla onaylanmıştır. Ancak, 7. madde, yurtta milli birliği ve beraberliği sağlayacak yeni bir hüküm getirmiştir: Her bölgede parça bölük kurulmuş olan aynı amaçtaki bölgesel cemiyetler bir araya gelerek “Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti” adı altında birleştirilmiştir. Bu suretle, ülke bütünlüğünün sağlanmasında en büyük adım atılmıştır. 9 Utkan Kocatürk: Atatürk, Ankara – 1987, s. 27 – 28 194 Rasim Pehlivanoğlu 6- İstanbul’da Açılan Meclis-i Mebusan (Mebuslar Meclisi) ve Mîsâk-ı Millî (Millî And) Sivas Kongresinden sonra M. Kemal, en kısa zamanda, Anadolu’da millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin kuracağı hükümet ile millî mücadeleyi bir merkezden yönetmek amacındaydı. Heyet-i Temsiliye Reisi (Başkanı) sıfatıyla, millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda, bütün engelleri aşarak azimle çalışıyordu. Bu devrede, M. Kemal ve Heyet-i Temsiliye ile anlaşma zemini arayan Sadrazam Ali Rıza Paşanın kurduğu yeni İstanbul Hükümeti’nin temsilcisi Bahriye Nazırı Salih Paşa ile 20 – 22 Ekim 1919’da, M. Kemal ve arkadaşları Amasya’da görüşmüşler ve bir Millet Meclisi toplanması kararında birleşmişlerdi. Ama, “Amasya Mülâkatı” olarak bilinen bu konuşmada, M. Kemal’in sakıncalı görmesine rağmen, Millet Meclisinin, İstanbul Hükümetinin uygun göreceği güvenilir bir yerde toplanması kabul edilmişti. 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebusan (Mebuslar Meclisi), işgal kuvvetlerinin (özellikle İngilizlerin) ve bunlardan çekinen hükümet adamlarının baskısı nedeniyle özlenen olumlu faaliyeti gösterememiştir... Bu meclisin en büyük başarısı, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararların biraz daha genişletilerek ve geliştirilerek Millî Misak (Milli And) halinde kabul edilmesi ve ilân edilmesi olmuştur. İstanbul’a Sivas’tan yakın olması nedeniyle, M. Kemal Paşa ve Heyet-i Temsiliye üyeleri 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelmişler ve İstanbul’daki olayları daha yakından takip eder olmuşlardı. Bu arada, İstanbul’daki asker ve sivil bir çok vatandaşlar da İstiklâl Savaşına katılmak üzere Ankara’ya geliyorlardı. 28 Ocak 1920 tarihinde, İstanbul’daki meclisin gizli bir oturumunda kabul edilen Mîsak-ı Millî (Milli And) ile, Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalandığı günlerde ülkemizin Türk ve İslâm çoğunluğuyla meskûn olan bölgelerinin tümünün, hiçbir surette ayrılmaz bir bütün olduğu kabul ediliyordu. Bu sınırlar içinde kalan yerlerin işgalleri kabul görmüyordu. Meclisin bu kararına göre, işgal kuvvetleri, işgal etmiş oldukları yerlerden çekilmeleri gerekiyordu. İşgalcilerin böyle bir isteği kabullenmeleri elbette mümkün olamazdı. O halde başka şeyler yapmaları beklenirdi. Millî Mîsak’ın kabul edildiğinin işgal kuvvetlerince duyulması ve son günlerde mecliste yapılan konuşmaların hararetlenmesi, İtilaf Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 195 Devletlerinin endişelerini daha da arttırmış ve harekete geçmelerine fırsat vermişti. 7- İstanbul’un Resmen İşgali ve Tepkileri İstanbul, 13 Kasım 1918’den beri İtilaf Devletlerinin (İngilizler ve Fransızların) fiilen işgali altındaydı. Donanmaları İstanbul Limanında demirlemişti. İdareye resmen el koymamışlardı, ama hükümeti devamlı baskı altında bulunduruyorlardı. Sadrazam Ali Rıza Paşa, başarılı olamadığı gerekçesiyle, 3 Mart 1920’de istifa etmiş, Bahriye Nazırı Salih Paşaya hükümeti kurma görevi verilmişti. İstanbul’da Mebuslar Meclisinin açılması, Millî Mîsak’ın kabul edilmesi ve son günlerde mecliste heyecanlı konuşmaların yapılması işgalci devletleri çileden çıkarıyordu. Daha fazla beklemeyerek, 15 Mart’ta 150 Türk aydınını yakalatan İtilaf kuvvetleri, 16 Mart 1920 sabahı erken saatler de İstanbul’u resmen işgal etmişler, bütün devlet teşkilâtına ve sosyal kuruluşlara el koymuşlardı. Manastırlı Hamdi Efendi M. Kemal Paşa, İstanbul’un işgali olayını vatansever, fedakâr ve gayretli bir telgraf memuru olan Manastırlı Hamdi Efendiden anında öğrenmişti. O gün öğleden önce, Hamdi Efendi, M. Kemal’e makine başında telgrafla bilgiler vermiş ve sorularını cevaplamıştı: 16 Mart 1920 günü saat 10’da çekilen ilk telgrafta şöyle deniyordu: Ankara: Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine “Bu sabah, Şehzade başındaki Mızıka Karakolunu İngilizler basıp oradaki askerlerle müsademe ederek (çarpışarak) neticede şimdi İstanbul’u işgal altına alıyorlar. Bera-yi Malumat maruzdur (Bilgi için arzederim).” Manastırlı Hamdi Bu telgraf üzerine M. Kemal Paşa, gene telgrafla sorular sorarak, yeni gelişmeler hakkında bilgi almıştır. Hamdi Efendi devam ederek: “Bizim en emniyetli bir arkadaşımız var ki yalnız o değil, herkes, yani gelen söylüyor. Şimdi de Harbiyenin işgalini haber aldık. Hattâ Beyoğlu telgrafhanesinin önünde İngiliz askeri olduğu fakat telgrafhaneyi işgal edip etmeyeceği meçhuldür.” Biraz sonra Hamdi Efendi yeniden arıyor: Paşa Hazretleri Rasim Pehlivanoğlu 196 “Harbiye telgrafhanesini de İngiliz bahriye askeri işgal edip teli katlettiği (kestiği) gibi bir taraftan Tophaneyi işgal ediyorlar. Bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor (çıkarılıyor). Vaziyet vehamet kesbediyor. Efendim. Sabahki çarpışmadan altı şehit, 15 yaralımız vardır. Paşa hazretleri, emr-i devletlerine muntazırım (emrinize hazırım).” Hamdi Efendi devam ediyor: “Sabahki, bizim asker uykuda iken, İngiliz bahriye efradı karakola gelip işgal etmekte iken, askerimiz uykudan şaşkın şaşkın kalkınca çarpışmaya başlanıyor. Neticede bizden 6 şehit, 15 yaralı olup, bunun üzerine zaten melânetlerini önceden tasavvur etmişler ki, hemen zırhlılarını rıhtıma yanaştırıp Beyoğlu cihetini ve Tophaneyi işgal edip, bir taraftan Harbiye Nezaretini işgal etmişler, hattâ şimdi ne Tophane ve ne de Harbiye telgrafhanesini bulmak kabil olmuyor. Şimdi de haber almış olduğuma nazaran Derinceye kadar yayılıyormuş efendim. İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok. Orasını da işgal ettiler galiba. Allah muhafaza buyursun. Burasını işgal etmesinler. İşte Beyoğlu telgraf memurları, müdürleri geldiler. Kovmuşlar. Bir saate kadar burası da işgal olunacaktır. Şimdi haber aldım efendim.” M. Kemal, Hamdi Efendiden: – Mebusan Meclisi için bir haber aldın mı? Mebusan telgrafhanesi muhabere ediyor mu?” diye soruyor. Hamdi Efendi: – Evet yapıyor. 14 .Kolordu Kumandanı hazır. Paşa istiyordu, verelim mi?” Bu telgraftan sonra artık Hamdi Efendinin sözü işitilmiyor. Anlaşılıyordu ki, İstanbul merkez telgrafhanesi de işgal edilmiştir. (10) 18 Martta Mebuslar Meclisinin etrafını makineli tüfeklerle saran İngilizler, toplantı halinde bulunan millet vekillerinden (mebuslardan) bazılarını tevkif ederek ve sürükleyerek götürmüşlerdi. Sonradan bunların Malta Adasına sürüldüğü öğrenilmişti. 10 N. Serdarlar-F. Çetinkanat: T.C. İnk. T., İst. – 1968, s. 41-42 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 197 İstanbul’un İşgali Olayından Sonraki Gelişmeler M. Kemal Paşa derhal, önce İstanbul’un işgali ve sonra da meclisin kapatılması olayını bütün cihana duyurmuş ve protesto etmişti. İşgalin haksız ve hükümsüz olduğunu da ilan etmişti. Çektiği telgraflarda şu ifadeler de yer almıştı: – Türk Milletinin siyasi hakimiyet ve hürriyetine indirilen bu darbe, yirminci asır medeniyet ve insaniyetinin mukaddes saydığı bütün esaslara aykırıdır..... Biz hakkımızı ve istiklâlimizi korumak için girdiğimiz kavganın kutsallığına ve hiçbir kuvvetin bir milleti yaşamak hakkından mahrum edemeyeceğine inanmış bulunuyoruz. - İstanbul’un işgalinden doğacak büyük mesuliyete son bir defa olarak dünyanın dikkat nazarını çekeriz. Davamızın haklılığı ve kutsallığı bu günlerde, Tanrıdan sonra en büyük yardımcımızdır.” Osmanlı Mebuslar Meclisi’nin (Meclis-i Mebusan) bu şekilde dağıtılmasını kabullenemeyen M. Kemal, çektiği telgraflarda, kapanan Mebuslar Meclisinin Ankara’da açılacağını ve bütün meclis üyelerinin Ankara’daki toplantıya katılmaları gereğini milletimize duyurmuştu. İşgalcilerin zorlaması ile, Anadolu’yla (M. Kemal’le) ilişkilerin kesilmesi ve Kuvva-yı Milliye aleyhindeki tekliflere alet olmayı istememesi üzerine, Sadrazam Salih Paşa da istifa etmek zorunda bırakılmıştı. 5 Nisan 1920’de 4. defa Sadrazamlığa getirilen Damat Ferid Paşanın, 11 Nisan’da yayınladığı ibret verici bildirisinin bazı cümleleri aşağıya alınmıştır: “Osmanlı Devleti bugün benzeri görülmemiş tehlike içindedir..... Bazı kimseler kendi hırs ve menfaatleri için, millî teşkilat adı altında ortaya çıkardıkları fitne ve fesatla siyasî durumumuzu son derece tehlikeli bir duruma soktular. Kutsal vatanda yeni yeni yaralar açtılar. Avrupa ve Amerika kamu oyunu aleyhimize çevirerek, barış şartlarının daha da ağırlaşmasına sebep oldular. Bu hareketleriyle, İtilaf Devletlerini zor kullanarak İstanbul’u işgale sürüklediler..... Hükümet, Padişah iradesine ve şeriat hükümlerine dayanarak bunları tepelemekte duraksamayacaktır!” (11) Görülüyor ki, Damat Ferid Paşa, suçu kendilerinde veya işgalcilerde görmüyor da vatanın kurtuluşu için Anadolu’da canını 11 Cihat Akçakayalıoğlu GenKur.As.tar.St.E.Bşk.Yay.: Atatürk, Ank. – 1980, s248 Rasim Pehlivanoğlu 198 dişine takarak çalışan millî teşkilatçılarda arıyordu ve onları millete şikayet ediyordu. Tepelemekte geri kalmayacaklarını da sıkılmadan söyleyebiliyordu, söylemekle de kalmıyor: Millî Mücadele taraftarlarına ve Millî Harekete katılan Anadolu halkına din cephesinden hücuma geçiyor, Millî teşkilâtçılar aleyhinde Şeyhülislamdan fetva çıkartarak gizlice Anadolu’ya dağıttırıyordu. Ne hazin bir tecelli ki: Vatanın kurtuluşu için Anadolu’da çaba gösterenler, şimdi de İstanbul’daki kendi devletinin hükümetiyle ve kendi padişahıyla mücadele vermek zorunda bırakılmışlardı. M. Kemal Paşa ise, bu buhranlı günlerde, bir taraftan hükümetin kışkırtmasıyla başlayan ayaklandırmaları bastırmaya çalışıyor, diğer taraftan 153 din adamının imzasıyla verilen karşı fetva ile, asıl hainlerin milleti istiklâl yolunda savaşmaktan geri koyanlar olduğunu halka ilân ediyordu. 20 Nisan 1920’de yayınladığı başka bir genelge ile de, Büyük Millet Meclisinin 23 Nisan 1920 günü Ankara’da açılıp görevine başlayacağını bildiriyordu. (12) İzmir gibi, İstanbul’un da resmen işgalini öğrenen Türk Milleti galeyana gelmiş, her yerde bu konu konuşuluyordu. Meydanlarda mitingler yapılıyor ve millet kan ağlıyordu!... Şairlerimiz oluyorlardı: de harekete geçmiş, şiirleriyle deşarj Millî Şairlerimizden Necmettin Halil Onan, bir kandil gecesinde Allah’a dua ederken şunları da söylüyordu. MÜNACÂT -Kandil gecesindeBu kudsî gecenin hürmeti için Bu yurdu bir parça güldür Yârabbi! Senin Habibinin ümmeti için Bu acı felâket züldür Yârabbi!... Karardı bahtımız şimdi büsbütün, Suçumuz bu kadar çok mu Yârabbi? Vatanın ufkunda alçalırken gün Hiç necât ümidi yok mu Yârabbi?... Ne büyük günahlar işlesek de biz, Gufrânın onlardan ulu Yârabbi! 12 Prof. Hamza Eroğlu: Türk İnkılâp Tarihi, İst. – 1982, s.202 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 199 Günahkâr kullarız, âsî değiliz, Gönlümüz seninle dolu Yârabbi!... Bu kudsî gecenin hürmeti için Bu yurdu bir parça güldür Yârabbi! Büyük Resulünün ümmeti için Bu kadar felâket züldür Yârabbi!... (13) Şair Cemil Sinan şöyle haykırıyordu. İSTİKLAL Beş bin yıldan beri yanan bu ocak Kıyamete kadar böyle yanacak Tanrımızdan ateş aldık en evvel, Onun sönmez alevidir bu sancak! İçimizden nefer, hakan seçilmez, Hürriyete esir olan ezilmez. Hiçbir Türk’ün başı ulu Tanrıyla İstiklâlden başkasına eğilmez... Can almadan, can vermeden bıkılmaz, Tahtımız bir arşa benzer, çıkılmaz... Yücelerden yüce Türk’ün töresi Kaf dağıdır, kolay kolay yıkılmaz... “Kanımızla boyalanan bu sancak, Bu yurt Türk’ün değil” demiş bir alçak, Öyle ise eğer dünya yüzünden Kıyamete kadar kanlar akacak... İzmir Türk’ün, yeşil Bursa Türk’ündür. Edirne’yle İstanbul da Türk’ündür. Bunlar değil, hattâ bir Türk yüreği Hangi elde kardeş bulsa Türk’ündür. Coşkun seller gibi aksa yerde kan, And içtik biz atılırız korkmadan! Tanrı bizim, töre bizim, il bizim, Bu uğurda can veririz her zaman (14) O acılı günlerimizde çoban ile bülbüle hitap eden Ziya Gökalp, hüznünü şöyle dile getiriyordu: 13 Mehmet Kaplan ve Arkadaşları: Devrim Yazarlarının Kalemiyle Milli Mücadele ve G. M. Kemal, İst. – 1982, s. 298 14 a.g.e., s. 512 Rasim Pehlivanoğlu 200 ÇOBAN İLE BÜLBÜL Çoban kaval çaldı sordu bülbüle, Sürülerim hani, ovam nerede? Bülbül sordu boynu bükük bir güle, Şarkılarım hani, yuvam nerede? Ağla çoban ağla, ovan kalmadı... Gözyaşı dök bülbül, yuvan kalmadı. Çoban dedi: Ülkeler hep gitse de, Kopmaz benden Anadolu ülkesi. Bülbül dedi: Düşman haset etse de, İstanbul’da şakıyacak Türk sesi... Çalış çoban, çalış! Kurtar öz yurdu. Şairlerden topla, bülbül, bir ordu. Çoban dedi: Edirne’den ta Van’a, Erzurum’a kadar benim mülklerim... Bülbül dedi: İzmir, Maraş, Adana, İskenderun, Kerkük en saf Türklerim. Sarıl çoban, sarıl, mülkü bırakma, Yad elinde, bülbül, Türk’ü bırakma... Çoban dedi: Sürülerim hep kaçsa, Bir sürüm var kaçmaz: Adı Türk ili... Bülbül dedi: Şarkı ölsün yok tasa, Türklerim yaşar, söyler Türk dili... Yalvar çoban, yalvar! İlin kurtulsun... Dile Hak’tan bülbül: Dilin kurtulsun... (15) 8- Ankara’da Toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi “Egemenlik milletindir. TBMM’nin 15 a.g.e., s. 137 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 201 haricinde (dışında) hiçbir makam millî mukadderata hakim olamaz.” K. ATATÜRK M. Kemal Paşanın 19 Mart 1920 tarihli genelgesine uyularak, bütün ülkede mebus (milletvekili) seçimleri yapılmıştı. Ankara’da toplanacak olan Millet Meclisinin hazırlıkları tamamlanmıştı. 20 Nisan 1920’de yapılan çağrı üzerine, 23 Nisan 1920 günü saat 14.00’de merasimle ve dualarla Millet Meclisi açılmış, ilk toplantıda M. Kemal Meclis Reisliğine (Başkanlığına) seçilmişti. Kapatılan İstanbul’daki meclisin Ankara’ya gelen bir kısım üyelerine de, çıkarılan 1 numaralı kanunla meclise katılma yetkisi verilmişti. Yeni meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) adını almıştı. Açılışı izleyen günlerde, M. Kemal’in teklifiyle alınan kararlara göre: TBMM’nin üstünde bir güç yoktur. Yasama ve yürütme görevleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde toplanmıştır. Meclisten seçilecek bir kurul hükümet işlerine bakacaktır. Meclis başkanı bu kurulun da başkanı olacaktır. 25 Nisan’da M. Kemal’in başkanlığında toplanan mecliste alınan kararla, 7 kişilik geçici bir İcra (Bakanlar Kurulu) Heyet-i kurulmuş, 2 Mayıs 1920’de ise, 3 numaralı kanuna göre İcra Vekilleri Heyeti seçimleri yapılmıştır. Alınan kararla, İstanbul ile her türlü resmî haberleşme yasak edilmiş, gelecek resmî evrak ve gazetelerin geri gönderilmesi ön görülmüştü. 29 Nisan 1920’de çıkarılan “Hıyanet-i Vataniye Kanunu” (Vatan Hainliği Kanunu) ile, meclisin meşruluğuna karşı gelmenin vatan hainliği olacağı ilân edilmişti. Bu kanunun uygulanması için de “İstiklâl Mahkemeleri” kurulmuştu. Böylece Meclise karşı gelmenin müeyyidesi konulmuş ve sıkı disipline önem verilmişti. “Kuvva-yı Milliye’ yi âmil ve millî iradeyi hâkim kılma” esasına dayanan ve seçim yoluyla iş başına gelen TBMM, bir bakıma “Kurucu Meclis” sayılırdı. Görevi, yeni Türkiye devletinin esaslarını hazırlamaktı. Millî İradeye dayanan ve Millî Hakimiyet ilkesini esas alan TBMM, aynı zamanda demokratik karakterde ve yapıda bir meclisti. Bunun yanı sıra, meclisin üstünlüğü prensibi kabul edilmişti. Kendisinden üstün hiçbir güç ve kuvvet tanınmamaktaydı. TBMM Hükümetinin önemli icraatlarından birisi de, Batı Anadolu’da ve ülkenin diğer bölgelerinde teşkilatlanan bölgesel millî kuvvetlerin aynı amaç etrafında birleşmelerini sağlamaktı. 202 Rasim Pehlivanoğlu Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi; Millî Mücadelenin sonuna kadar devamlı ve düzenli çalışmış, süratli kararlar almak gereğini duymuş, vatan ve milletin kurtuluşunu her şeyin üstünde görmüş, bir “İdealistler Meclisi” olarak da tanımlanmaktadır. “Milli egemenlik öyle bir nurdur ki; onun karşısında zincirler erir, taçlar ve tahtlar yanar, yok olur.” K. ATATÜRK C- İÇ GÜVENLİĞİN SAĞLANMASI ve ÇETELERLE SAVAŞLAR “Bir milletin muvaffakiyeti, milletin Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 203 bütün kuvvetlerinin bir birleşmesi, teşekkül mümkündür.” istikamette etmesiyle K. ATATÜRK 1- Kışkırtılan İç İsyanlar ve Bastırılması: Yukarıda belirtildiği üzere 5 Nisan 1920’de 4. defa Sadrazam olan Damat Ferid Paşa, ilk icraatlarından olarak yayınladığı bildiride, İstanbul’un işgaline Anadolu’daki millî teşkilâtçıların sebep olduğunu yazmış ve onları milletimize şikayet etmişti. Tepeleneceklerini de bildirmişti. Bununla yetinmemiş: Şeyhülislam Dürrîzade’nin çıkardığı fetvayı, gizli ajanlar ve düşman uçaklarıyla köylere varıncaya kadar dağıttırmıştı. Dağıtılan fetvaya göre: “Anadolu’da başlayan hareket kanuna aykırıdır. M. Kemal ve arkadaşları âsîdir. Bunlarla mücadele etmek câizdir. Bu mücadelede ölen şehit, kalan gâzidir...” Görülüyor ki: Din de âlet edilerek, Anadolu’da başlayan millî mücadele hareketi söndürülmek isteniyordu. M. Kemal Paşa her ne kadar, 153 din adamının imzaladığı, “Asıl vatan hainlerinin, milleti istiklal yolunda savaşmaktan geri koyanlar olduğunu” belirten karşı fetvayı yayınlamışsa da, Padişahın tavsiye ve tasvibiyle yazılan Şeyhülislamın fetvası tesirini göstermişti. Aldatılan vatandaşlar, ülkenin çeşitli bölgelerinde yer yer isyanlar çıkarmaya başlamıştı. Ülkemizi işgal etmeye devam eden yabancı güçlerle mücadele vermekte olan millî kuvvetlerimizin bölünmesine neden olan bu iç isyanların hepsini tek tek açıklamak yerine, bunların önemlilerinden birkaçını aşağıda özetle açıklamayı, diğerlerine de değinip geçmeyi gerekli görüyorum. Anzavur İsyanı Alaylı (askeri okullarda okumayan) bir jandarma subayı iken, saray tarafından kendisine paşalık rütbesi verilen Ahmet Anzavur, verilen direktife uygun olarak “Kuvva-yı Muhammediye” adlı birlikler kurarak millî kuvvetlere karşı çıkmıştı. 1 Ekim 1919’da Manyas, Susurluk, Gönen, Ulubat dolaylarında çıkarılan birinci Anzavur isyanı 25 Kasım 1919’da bastırılabilmişti. İkinci defa daha büyük kuvvetlerle harekete geçen Ahmet Anzavur: “Göğsümde iman, başımda kuran ve elimde ferman 204 Rasim Pehlivanoğlu olarak geliyorum. Kırpık bıyıklı subayların hepsini keseceğim!” diyerek halka korku ve dehşet saçmıştır. (1) Çerkez Ethem kuvvetlerinin de isyancılara karşı koyması ile şiddetli çarpışmalar olmuş, sonunda Anzavur kuvvetleri Geyve Boğazı civarında bozguna uğratılmıştı. Kendisi de bir İngiliz gemisiyle İstanbul’a kaçmıştı... Kuvva-yı İnzibatiye (Hilafet Ordusu) Damat Ferid Paşa, İngilizlerin de yardımıyla, Geyve civarındaki millî kuvvetleri vurmak için, 18 Nisan 1920 tarihli bir kararname ile “Kuvva-yı İnzibatiye” isimli bir teşkilât kurmuştu. Süleyman Şefik Paşanın kumanda ettiği bu hilâfet ordusu, Anzavur Ahmet’le de işbirliği yaparak millî kuvvetlere hücum etmişti. Garp cephesi kumandanı Ali Fuat Paşa tarafından karşı taarruza geçilerek Kuvva-yı İnzibatiye kuvvetleri perişan şekilde geri püskürtülmüş ve mağlup edilmişti. Millî kuvvetlere oranla daha güçlü ve sayıca da çok üstün olan Kuvva-yı İnzibatiye’ nin bazı erleri, karşılarında millî kuvvetlerin bulunduğunu anlayınca: – Bunlar düşman değildir, ateş etmeyelim. Kim ateş emri verdiyse onu öldürelim” diyerek bağırmışlardır. Bir kısmı da Geyve bölgesindeki millî kuvvetlere katılarak şereflerini kurtarmışlardır... (2) Gazi M. Kemal’i tanıtırken, Şair Yusuf Ziya Ortaç’ın, bu konuya da değinen şiirini aşağıya alıyorum: O KİMDİR? O günlerde bir ünlü ayak bastı Samsun’a. Yürüdü etrafına ümitler suna suna. Bu, ateşler içinden geçip gelmiş bir erdi. Göğsünde toplanmıştı milyonla Türk’ün derdi, Bu milyonla dert ona veriyordu başka hız, Yürüdü arkasında genç, ihtiyar, kadın, kız. O kimdir? Bakışları deniz kadar yumuşak, Saçı güneşi emmiş bir demet altın başak O kimdir? Bir milletin sesi vardı ağzında, On dört milyonun nabzı çarpıyordu nabzında. O kimdir? Geçtiği yer dönüyor gün vurmuşa, 1 2 Hamza Eroğlu: T. İnk. T. S, İstanbul – 1982, s. .207-208 a.g.e., s. 208 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 205 Can veriyor sararmış ota, yaralı kuşa. O kimdir? Gözlerinde bir tılsım gizleniyor. Bastığı topraklarda bahar filizleniyor. Alev saçlı bir volkan bazı bir dağ başında, Bazı beliriyordu bir damla göz yaşında O kimdir? Milyonla Türk birleşip bir tek olmuş, Yıkılan memlekete kolları destek olmuş. Öz yurdun içlerinde düşman kurarken pusu, Bir yandan da yürüdü Halifenin ordusu. Birisi gökyüzünden bombalar atıyordu, Biri elinde salip, biri elinde Mushaf, İçli dışlı düşmanlar geliyorlardı saf saf. Bunların karşısında göğsü açık bir azim, Süngüye, topa karşı diyordu: Zafer bizim! Bunların karşısında iki şimşekli nazar Diyordu: Bu topraklar size olacak mezar! Vatan sürüklenirken bir uçurum ucuna, Dağılan kuvvetleri topladı avucuna. Kurşunlar gülle oldu, sopalar süngü oldu, Sınırlar baştanbaşa bir çelik örgü oldu. Bir kale heybeti var vatanın her taşında, Her işin başında O, her iş O’nun başında. (3) Düzce – Hendek ve Adapazarı İsyanları 13 Nisan 1920’de, İstanbul hükümetinin körüklemisyle 5000 silahlı âsînin katıldığı bu isyan, millî kuvvetleri 3 ay süreyle meşgul etmiştir. 24. Tümen Komutanı Mahmut Bey ve kurmay heyeti şehit edilmiş ve pusuya düşürülen tümen bütünüyle esir alınmıştır. Ancak Ali Fuat Paşa ve Albay Refet Beyin komutasındaki daha büyük kuvvetlerin gönderilmesi ile isyan bastırılabilmiştir. İkinci defa Düzce’de yeniden isyan başlamışsa da, 23 Eylül’de isyana son verilmiştir. Konya İsyanları Mayıs 1920’de, Konya’da gizli bir cemiyet kuranların tevkif edilmesi üzerine çıkan isyan kısa zamanda bastırılmıştır. İkinci kez çıkan isyanda, Delibaş isminde bir eşkıya, başına topladığı 500 3 Prof. Mehmet Kaplan: Atatürk Şiirleri Antolojisi, İst. – 1981, s. 51 206 Rasim Pehlivanoğlu kadar asker kaçağıyla Konya hükümet konağını basmıştır. İsyanın, Beyşehir ve Alaşehir civarına yayılması üzerine, Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Refet Paşa komutasındaki birlikler isyanı bastırmıştır. Delibaş, Mersin bölgesindeki Fransızlara sığınmıştır. Diğer İsyanlar Yozgat’ta Çapanoğulları, Zile’de Aynacıoğulları isyan ederek, 1919 – 1920 yıllarında geniş bir bölgeye yayılmıştır. Tokat’ı, Zile’yi, Boğazlıyan’ı işgal etmişlerse de, en kritik günlerimizde büyük kuvvetler gönderilerek isyan bastırılmıştır. Afyon Karahisar’da, başına topladığı Mâcerâcılarla Sergüzeşçilerle isyan ederek, askerleri firara (kaçmaya) teşvik eden Çopur Musa, millî kuvvetler karşısında mağlup olmuş ve Yunan ordusuna sığınmıştır. Urfa’nın Fransızlardan kurtarılmasında yararlıkları görülen “Millî Aşireti”, sonradan Fransızlarla işbirliği yaparak isyan etmiş, Urfa ve Siverek hareketine katılmıştır. 8 Haziran 1920’de Viranşehir’de başlayan isyan, takviye edilen 5. fırkanın faaliyeti sonucu 26 Haziran 1920’de bastırılarak sona erdirilmiştir. 24 Ağustos’ta yeniden başlayan isyan, 7 Eylül’de bastırılmış ve isyancılar güneye, çöle doğru kaçmaya mecbur bırakılmıştır. Bu isyanlardan başka, daha önceden bazı yararlı hizmetler de yapmış olan Demirci Efe İsyanı, Bozkır İsyanı, Malatya Vakası, Koçkiri Hadisesi, Şeyh Eşref Vakası... gibi millî birliği bozucu ayaklanmalar olmuştur. Bu isyanlar, otorite ve düzeni sağlamak için Ankara hükümetini bir hayli meşgul etmiştir. Asıl amacı istilâcı düşmanla mücadele etmek olan Ankara hükümeti, bu iç isyanları bastırmak için çok çaba sarfetmiştir. Fakat düşman karşısındaki kuvvetleri bölünmüş ve önemli kayıplar vermiş, ama sonunda duruma hakim olabilmiştir. Ancak, asıl savaşın kazanılması düzenli bir ordunun kurulması ile olacakken, iç isyanlar bu düzenli ordunun kurulmasını geciktirmiştir. Şimdi sıra ona gelmiştir. Ama bu sefer de karşısına Sevr Antlaşması hükümleri ve Çerkez Ethem sorunu çıkmıştır. Aşağıda göreceğimiz gibi bu sorunlar da aşılmıştır... Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 207 2- Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) Etkileri ve Tepkileri Galip devletler, Ankara’daki millî hükümeti tanımıyor, padişaha karşı olan âsî bir varlık gibi görüyorlardı. Onlara göre meşru hükümet, İstanbul’daki Padişah hükümetiydi. Mondros Mütarekesi bir ateşkes antlaşmasıydı. Asıl barış antlaşmasını padişah hükümetiyle yapmak istiyorlardı. Antlaşmanın ana hatları kendi aralarında kararlaştırılmış ve 11 Mayıs 1920’de Osmanlı Hükümetine bildirilmişti. Paris – Sevr’de toplanan Barış Konferansına katılan Türk heyeti başkanı Tevfik Paşa, kendilerine sunulan ve ağır hükümleri olan barış şartlarını kabul etmemiş ve: – Sulh şartları, bağımsız bir devlet kavramı ile kabil-i teğlif (bağdaştırılabilir) değildir” diyerek görüşmelere katılmayıp geri dönmüştür. Buna rağmen, Padişah Vahdettinin başkanlığı altında toplanan Saltanat Şûrâsı, 22 Temmuz 1920’de: “Mahvolmaktansa zayıf bir devlet olarak kalmak daha iyidir” gerekçesiyle, antlaşma şartlarının kabulüne ve onanmasına karar vermiştir. Antlaşma şartlarını kabul ettirmek isteyen Yunan ordusu da isyancılarla savaşmamızı ve hazırlıksız oluşumuzu fırsat bilerek Batı Anadolu’da taarruza geçmişti. 30 Haziran 1920’de Balıkesir’i almış, 8 Temmuz’da Bursa’ya girmişti. Daha sonra da Uşak işgal edilmişti. Aydın’dan ilerleyen bir başka kol da Nazilli’ye gelmişti. 20 Temmuz 1920’de Bandırma’dan gemilere binerek Tekirdağ’a çıkan Yunan kuvvetleri Çorlu’yu aldılar. Kırklareli ve Edirne’yi işgal ettiler. Batı Anadolu ve Trakya’daki bu olumsuz gelişmelerden etkilenen Saltanat Şûrâsı’nın kararı gereğince, 10 Ağustos 1920’de Türk Milleti’nin idam fermanı olan “Sevr Antlaşması” imzalanmıştı. Antlaşma, Osmanlı delegelerinden Maarif Nazırı (Milli Eğitim Bakanı) Hâdi Paşa, Bern sefiri Reşat Halis, Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) Başkanı Rıza Tevfik tarafından imzalanmıştı. TBMM 19 Ağustos 1920 tarihli toplantısında, Sevr Antlaşmasını imzalayanları ve bunu onaylayan Saltanat Şûrası üyelerini vatana hıyanetle itham etmiş, vatansız sayılmalarına karar vermişti. TBMM hükümeti, Sevr Antlaşması hükümleriyle hiçbir suretle bağlı bulunmayacağını dünyaya ilan etmiştir. 208 Rasim Pehlivanoğlu 433 madde ve 13 kısımdan oluşan Sevr Barış Antlaşmasına göre, Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor, Türk Milleti yaşama hakkından yoksun bırakılıyordu. Sevr Antlaşması hükümleri gereğince: Batı Anadolu’da İzmir ve havalisi Yunanlılara verilecekti. Güneyde Suriye ile Mardin, Urfa, Gaziantep, Amanos Dağları vb. Fransa’ya bırakılacaktı. Adana, Sivas ve Malatya bölgesi de Fransa’nın nüfuz bölgesinde olacaktı. Doğuda Beyazıt, Van, Muş, Bitlis, Erzurum ve Erzincan’ı içine alan bir Ermenistan devleti kurulacak. Irak ve Suriye arasında da Kürdistan Devleti kurulacaktı. Arabistan ve Mezopotamya (Mısır dahil) İngiltere’ye bırakılacaktı. Güney Batı Anadolu, Antalya’dan başlayarak Konya’ya ve Kütahya’ya kadar İtalyan nüfuz bölgesine girecekti. İstanbul'da padişah ve hükümet oturacaktı. Ama, İstanbul milletlerarası bir şehir olacaktı. Boğazlar organize bir komisyonun idaresine bırakılacaktı. Türk devletine ise Anadolu’nun orta ve kuzey kısmında küçük bir bölge kalacaktı. Ülkemizdeki azınlıklara özel haklar verilecekti. Türk tâbiiyetinden çıkanlar birçok yükümlülüklerden kurtulacaktı. Yeniden hiç kimse Türk tâbiiyetine giremeyecekti. Bu antlaşma ile Osmanlı devleti, İtilâf devletlerinin müşterek bir sömürgesi haline getiriliyordu. Devletin yetkileri, devletlik sıfatı ile bağdaştırılmayacak şekilde kısıtlanıyordu. Türklük şuur ve gururumuzu rencide eden böyle bir antlaşmayı Türk Milleti elbette kabul edemezdi ve etmeyecekti!... Osmanlı hükümeti tarafından imzalanan böylesi bir antlaşma, Anadolu’da millî mücadele azmini kuvvetlendirmişti... O günlerde, M. Kemal’in ifade ettiği gibi: “İdamımıza hükmeden düşmanlarımıza karşı daha azimkârane ve daha kuvvetli mukavemet (karşı koyma) çareleri düşünmek” ve tedbirler almak durumunda kalmıştık... Bir memleketi zapt ve işgal etmek o memleketin sahiplerine hakim olmak için kafi değildir. Bir milletin ruhu zaptolunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete hakim olmanın imkanı yoktur.” K. ATATÜRK Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 209 3- Çerkez Ethem Sorunu Çerkez Ethem, Batı Anadolu’da işgalci düşmana karşı kurulan Kuvva-yı Milliye teşkilatlarından birisinin başıydı. “Kuvva-yı Seyyare” adını alan seyyar kuvvetleriyle, ilerleyen Yunan güçlerine karşı kardeşleriyle birlikte epey hizmetler vermişti. Anzavur İsyanının bastırılmasında da başrolü oynamıştı. İlerleyen düşmana ve isyancı çetelerine karşı başlangıçta kazandığı başarılar Çerkez Ethem’i büyüklük kuruntusuna kaptırmıştı. Batı cephesi kumandanını dinlemiyordu. Kendi başına buyruk olmuştu. Hattâ, kendisini M. Kemal’den bile üstün gördüğü söyleniyordu. Gediz’de bulunan Yunan ordusuna karşı tam bir hazırlık sağlanmadan 24 Ekim 1920’de yapılan taarruzda, Ali Fuat Paşa komutasındaki ordu birliklerimiz başarısızlığa uğramış, Yenişehir ve İnegöl işgal edilmişti. Birliklerimiz Dumlupınar sırtlarına kadar çekilmek zorunda kalmıştı. Çerkez Ethem ve kardeşleri, başarısızlığın bütün kusurunu cephe kumandanına ve düzenli millî orduya yüklüyorlardı. Ordu birlikleri ise, Kuvva-yı Seyyare’nin (Çerkez Ethem kuvvetlerinin) hiçbir şey yapmadığını, muhaberede verilen emre itaat etmediğini, tehlikeden daima uzak kaldığını, iddia ve ispat ediyordu. Bu olaydan sonra, Batı Cephesi komutanlığına Albay İsmet (İnönü) getirildi. Batıdaki bütün Kuvva-yı Milliye teşkilâtlarının batı cephesi kumandanlığına bağlanmasına karar verildi. Ama, kendi kendisine: “Umum Kuvva-yı Seyyare ve Kütahya Havalisi Kumandanı” unvanını veren Çerkez Ethem ve kardeşi Tevfik, Batı cephesi yeni komutanının da emrine itaat etmiyordu. Orduyu teftişe başlayan komutan İsmet Beye, Çerkez Ethem kendi kuvvetlerini teftiş ettirmemişti. Hatta bunlar, TBMM’ne karşı da ayaklanmaya karar vermişlerdi. Bu ayaklanmanın hazırlığı içindeydiler. Hükümeti devirmek istiyorlardı. Çerkez Ethem, Yozgat’ta yaptığı bir konuşmada: “ANKARA’YA DÖNÜŞÜMDE, BÜYÜK MİLLET MECLİSİ REİSİNİ MECLİS ÖNÜNDE ASACAĞIM” diyecek kadar ileri gittiği söylenmektedir. Mecliste bile, Çerkez Ethem kuvvetlerini düzenli orduya üstün tutanlar vardı... Tarihçi yazar merhum Emekli Albay Cihat Akçakayalıoğlu, Genelkurmay yayınları arasında basılan ‘ATATÜRK’ isimli büyük boy kitabında Çerkez Ethem konusunu işlerken, Yeşilordu teşkilatına da yer vermiştir: aşağıda görelim. 210 Rasim Pehlivanoğlu Yeşilordu ve Çerkez Ethem Düşmana karşı kurulan Kuvva-yı Milliye teşkilâtları arasında bir de Ankara’da “Yeşilordu” teşkilâtı gizli olarak kurulmuştu. Aralarında Atatürk’ün arkadaşlarının da bulunduğu söylenen iyi niyetli üyelerin amacı, düzenli ordu kuruluncaya kadar yurdun korunmasında ve asayişin sağlanmasında faydalı olmaktı. Fakat M. Kemal’den habersiz kurulan bu gizli teşkilatta kötü niyetli kimseler de yer almıştı. Çerkez Ethem ile kardeşleri Tevfik ve diğer kardeşi -milletvekili- Reşit Beyler Yeşilordu’nun kurucuları arasındaydı. Fakat iyi niyetli değillerdi. Zamanla bunlar teşkilâta hâkim olmuşlardı. Bu art niyetli kişilerin önde gelen amacı, düzenli ordunun kurulmasını önlemekti. Millî olmayan başka maksatları da vardı. Bunlar, kendilerini en kuvvetli hissettikleri dönemde şu fikri yaymaya çalışıyorlardı: “Ordudan fayda yoktur. Dağılsın! Hepimiz Kuvva-yı Milliyeci olalım. (N. Serdarlar ve arkadaşı: T.C. İnk. T. s.52) Oysa M. Kemal, düzenli ordu kurulmadan başarılı olunacağına kani değildi. Güçlü düşman orduları ancak düzenli ve disiplinli orduyla yenilebilir ve yurttan atılabilirdi. Bu görüşte olan hükümet konuyu TBMM’ne getirdi. Milletvekili olan, Çerkez Ethem’in kardeşi Reşit Bey, onların kahraman olduğunu savunuyor; hiç kimsenin boyunduruğu altına giremeyeceklerini söylüyordu. Bu konuşmaya M. Kemal’in tepkisi çok sert olmuştu... Anlaşma ümidi kalmayan bu âsî kardeşler ile, bunlara ait kuvvetlerin zararsız hale getirilmesi için verdiği kararı meclis onaylamıştı. Batı ve Güney cephesindeki millî kuvvetlerin büyük bir kısmı, Yunan cephesinden çekilerek Çerkez Ethem’in kuvvetlerine karşı harekete geçildi. 29 Aralık 1920’de Kütahya ele geçirildi. 5 Ocak 1921 günü Gediz de ele geçirilince Çerkez Ethem ve kardeşleri kaçtılar. 11 – 12 Ocakta Yunan kuvvetlerine sığınarak hıyanetlerini ispat ettiler. Böylece millî hükümet bu sıkıntıdan da kurtulmuş oldu. Çerkez Ethem’in bertaraf edilmesiyle, artık düzenli ordunun kurulmasına mâni olan en büyük engel de kalkmış oluyordu. Çerkez Ethem’den sonra, Yeşilordu teşkilatı da kapatıldı. Gizli olarak kurulan Yeşilordu teşkilatı M. Kemal’e yakın görünerek onun isminden yararlanmak istiyordu. Bunu öğrenen M. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 211 Kemal önemli açıklamalarda bulunmuş ve bu konuda şöyle konuşmuştu: “Her yerde Yeşilordu kuruluşunu benim adıma yapıyorlardı. Tanıdığım kişilerden biri, Erzurumlu Nazım Beyin, memur bulunduğu Malatya’dan gönderdiği mektupta; Yeşilordu teşkilâtının beni memnun edebilecek şekilde genişletilmesine çalışıldığını bildiriyordu. Bu haberden etkilenerek, gizli cemiyet hakkında soruşturmada bulundum. Bu cemiyetin, zararlı bir şekil ve nitelik aldığı kanısına vardım; hemen dağıtılmasını düşündüm. Tanıdığım arkadaşları aydınlattım, gereğini yaptılar. Fakat, Genel Yazman olan Hakkı Behiç Bey, cemiyetin kapatılması hakkındaki önerinin yerine getirilemiyceğini söyledi. “Ben, kapattırdım” dedim. Bunun da olmayacağını ve çünkü durumun sanıldığından daha geniş ve güçlü olduğunu ve bu cemiyeti kuranların, sonuna kadar amaçlarından ayrılmayacaklarına dair birbirlerine söz verdiklerini, özel bir davranış takınarak belirtti. Olaylar gösterdi ki, biz bu cemiyetin çalışmalarını önlemek istediğimiz halde yeterince başarılı olamadık.” (4) Çerkez Ethem, Reşit ve Tevfik kardeşler ile cemiyetin ileri gelenleri çabalarına devam ediyorlardı. Eskişehir’de çıkarttıkları “Yenidünya” gazetesi ile de fikir ve amaçlarını saldırgan şekilde yayınlattırıyorlardı. Gerçekten; Yeşilordu mensuplarının bilerek veya bilmeyerek ektikleri kötü tohumlar, Kurtuluş Savaşının zorlaştırılmasında, yeniden kardeş kanının akmasında, hele Büyük Önder’in zaman ve enerjisinin önemli bir kısmının boşa kullanılmasında etken olmuştur. Yeşilordu’nun, Mustafa Kemal’in açıkladığı gibi, başka amaçları ve bunu gerçekleştirme yolunda çabaları vardı. Kurucular, önderlere ve orduya yardımcı olmak, özellikle ayaklanmaların bastırılmasında görevlendirilmek gibi dış iddiaların yanında pek önemli hedefleri gizli tutuyorlardı. Bir yöntem olarak da İslam Ülkeleri ile bağlantı kurmak, ayrıca İslâm Sosyalist Birliği halinde örgütlenmek, yine bu yoldan Ruslarla karşılıklı sempati sağlamak istiyorlardı. Bu tutum ve maksat, Yeşilordu Tüzüğünün birinci ve ikinci maddelerinde görülmektedir: Tüzükte Yeşilordu’nun tutumu açıklanırken, “Asya’da insanca ve ahlaklı bir seçim ve yaşayış sağlamak, doğuda, doğunun kendisine özgü saf ve temiz ahlâkını korumak için çalışan 4 Cihat Akçakayalıoğlu: Gen.Kur.As.T.ve Str.E.Bşk. Atatürk, Ank –1980, s308 Rasim Pehlivanoğlu 212 düşünürlerin özel görüşle yapacakları çalışmalarla ortaya çıkan temiz bir kuruluşa Yeşilordu adı verilmiştir” deniliyordu. Yeşilordu’nun bayrağında ise, “Asya Asyalılarındır. Asya artık kapılarını muharebe, sermaye, vurgunculuk, sınıflar, ihtiraslar facialarına sonsuza kadar kapamıştır” cümlesi yer alıyordu. Bu yolla Asyalıların hürriyet duygularını istismar ediyor ve onları kazanmaya çalışıyordu. M. Kemal, karışık amaçları olan Yeşilordu’yu kapattıktan sonra derneğin sekreteri ile Yeşilordu’nun önde gelen isimleri, bazı yabancıların yardımıyla “Halk İştirakiyûn – Komünist Fırkası”nı kurmuşlardı. Böylece asıl niyetleri meydana çıkmış oluyordu. (5) 4- Sevr Antlaşmasından Sonraki Olumlu Gelişmeler İstanbul Hükümetinin TBMM Hükümeti ile Anlaşma İsteği: Sevr barış antlaşmasından sonra gösterilen tepkilerin etkisiyle, milletimiz nezlinde itibarı iyice sarsılan İstanbul’daki Ferid Paşa Hükümeti istifa etmek zorunda kalmıştı. Tevfik Paşa tarafından kurulan yeni hükümette, Dahiliye Nazırlığına Ahmet İzzet Paşa, Harbiye Nazırlığına da Salih Paşa getirilmişti. M. Kemal’i yakından tanıyan bu üç zat, TBMM’ne karşı silahlı saldırı politikasını bırakıp, uzlaşma politikası gütmek istiyorlardı. İstanbul Hükümeti’nin tertiplediği veya teşvik ettiği iç ayaklanmaların bastırılması, Yunan ileri harekâtının bir noktada durdurulması ve doğuda Ermenilere karşı yapılan savaşta başarılar kazanılmış olması da bu yakınlaşma ihtiyacının doğmasın da etkili olmuştu. İstanbul’dan Ankara’ya haberler gönderiliyor, bir yerde buluşarak konuşmak arzu ediliyordu. Bilecik Buluşması: Yeni kabinede yer alan Tevfik Paşa, Salih Paşa ve Ahmet Paşa zamanın büyük adamları kabul ediliyordu. Buna rağmen, M. Kemal bunlarla konuşmaktan da hayırlı bir sonuç alınacağına inanmıyordu. Ama yapılan konuşma teklifini de reddedemezdi. Zira: Milletimiz bunları akıllı, tedbirli, uzağı gören kimseler olarak tanıyor ve kendilerine ümitle bakıyordu. Konuşma istekleri kabul edilmezse halkın ümidi kırılır ve Ankara hükümetine duyulan güven sarsılabilirdi. Üstelik, başbaşa konuşmakla, Ankara hükümetinin amacı kendilerine daha iyi anlatılabilir ve belki de 5 a.g.e., s. 308-309 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 213 millî mücadeleye yakınlıkları sağlanabilirdi. İşte bu düşüncelerle, içlerinde özellikle Ahmet İzzet Paşa ile Salih Paşaların bulunduğu bir heyetle Bilecik’te buluşmaya karar verildi. M. Kemal Paşa ve yanındakiler Eskişehir’e geldikleri zaman, İstanbul hükümetinin delegeleri Bilecik’e gelmiş bulunuyorlardı. Yanındaki milletvekilleriyle birlikte gelen M. Kemal, aralarında Ahmet İzzet ve Salih Paşaların bulunduğu İstanbul hükümeti temsilcileri ile 5 Aralık 1920’de Bilecik’te buluştu. Birkaç saat karşılıklı konuşmadan sonra, İstanbul’dan gelen zevatın esaslı hiçbir bilgisi ve kanaatleri olmadığı anlaşılmıştı. M. Kemal bunların İstanbul’a dönmesine müsaade etmeyerek, kendilerini Ankara’ya götüreceğini söyledi. 8 Aralık 1920’de hep birlikte Ankara’ya geldiler. M. Kemal, İstanbul heyetini arzuları hilâfına, bir nevi tutuklamış bulunuyordu. Fakat bunu açıktan söylemeyi faydalı bulmadı. Özellikle Ahmet İzzet ve Salih Paşalardan, millî hükümet nezlinde faydalanmayı düşünüyordu. Hepsine de şeref ve haysiyetini koruyucu şekilde davranıyordu. Memleketin hayır ve selâmetine daha etkili bir surette çalışmak üzere, millî hükümete iltihak ettiklerini (katıldıklarını) ilân ettirmişti. Heyete katılan Nazırlar (Bakanlar), 1921 yılı Mart ortalarına kadar Ankara’da kalmışlar, fakat hiçbir zaman Ankara’ya ısınamamışlar ve Ankara hükümetinin hareketini benimseyememişlerdi... Nihayet, Millî Mücadele yararına kendilerinden bir fayda gelmeyeceği anlaşılınca, İstanbul’a dönmelerine izin verilmişti. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile İlişkilerimiz Birinci Cihan Savaşı sonunda, 14 maddelik “Wilson Prensipler”ni yayınlayan ABD Cumhurbaşkanı Wilson, Ermeni propagandasına aldanarak, Anadolu’nun doğusunda ve Kafkasya’da bir Ermenistan Devleti kurulmasına taraftar idi. Ancak, sorunu incelemek için Türkiye’ye gönderdiği Amerikan heyeti doğu illerini baştan sona dolaştıktan sonra verdiği raporda, böyle bir şeyin mümkün olamayacağını bildirmişti. Yapılan yeni seçimde, Wilson Cumhurbaşkanlığını bırakmakla beraber, seçilen yeni başkan, ülkemizin doğusunda Ermenistan devleti kurulmasından vazgeçmiş ve Türkiye’ye karşı dostluk siyaseti gütmeye başlamıştı. 214 Rasim Pehlivanoğlu İtalya ile İlişkilerimiz İtalya hükümeti, millî savaş süresince, TBMM’ne karşı düşmanca olmayan bir davranış geliştirmişti Askerî tarafsızlığını da korumuştu. İkinci İnönü zaferinden sonra da Antalya ve dolaylarındaki zayıf işgal kuvvetlerini 5 Temmuz 1921’de çekerek tarafsızlığını gerçekten ispat etmişti. Böylece İtalya ile savaşacak bir cephemiz kalmamıştı. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 215 D- İŞGALCİ DÜŞMANLARLA YAPILAN SAVAŞLAR ve KAZANILAN ZAFERLER “Ben Erzurum’dan İzmir’e, sağ elimde tabanca, sol elimde sehpa öyle geldim.”1 K. ATATÜRK Önceki konularda gördüğümüz gibi, Ankara’da millî hükümet kurulmuş; körüklenen iç isyanlar bastırılmış ve İstanbul hükümetinin düşmanca tavırları yumuşatılmıştı. Artık, yurdumuzu çepeçevre kuşatan ve yer yer birçok bölgelerimizi işgal eden amansız düşmanları yurttan çıkarmaya sıra gelmişti. Her taraftan, vatanın bağrına giren düşmanlara karşı, ilk aylarda ancak gönüllü çetelerle savaş veriliyordu. Henüz düzenli ordu kurulamamıştı. Bu durum milletvekillerini düşündürüyor, TBMM inde heyecanlı konuşmalar oluyordu. Mebuslardan (milletvekillerinden) birisi sözlerini, büyük vatan şairi Namık Kemal’in şu beytiyle bitiriyordu: “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini?..” (Millet Anasını = vatanını) En büyük ve en korkunç düşmanın ümitsizlik olduğunu çok iyi bilen M. Kemal, bu beyitin iki kelimesini değiştirerek fakat veznini bozmadan, sert ve sarsılmayan bir sesle şu cevabı veriyordu: “Vatanın bağrını düşman dayasın hançerini, Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini!...” Gün gelmiş, düzenli ordu da kurulmuştu. Bütün güçler disipline alınmış ve bir komutaya bağlanmıştı. Kuvva-yı Milliye ve Düzenli Orduya Geçiş Bilindiği üzere, Yunanlıların İzmir’e çıkışı ve ilerlemeye başlamaları üzerine, Batı Anadolu’da “Kuvva-yı Milliye” adı altında, sivil-asker karışımı millî teşkilatlar kurulmuştu. Her teşkilat kendi bölgesini savunuyor, işgalci düşmana karşı burada direniş gösteriyordu. Zamanla bu tarz millî teşkilatlanmalar, düşman tehlikesi beliren yurdun her bölgesini sarmıştı. İlk aşamada, bölgesel olan ve kendi çevresini savunan bu millî teşkilâtlar, zamanla bilinçlenmiş ve bir araya gelerek birbirlerini savunur olmuştu. Özellikle Sivas Kongresi kararlarından 1 Falih Rıfkı Atay: Çankaya, İstanbul 2004, s. 227 216 Rasim Pehlivanoğlu sonra yurtta kurulan bütün millî teşkilâtlar “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında birleştirilmiş, bütün ülkeyi savunan bir güç haline gelmişti. Teşkilatlar ismen birleşti ama teşkilatların silâhlı güçleri hâlâ parça bölüktü. Her millî teşkilat kendi silahlı gücünü yetiştiriyor ve kendi çevresinde direnç gösteriyordu. Silahlı güçler, sivil halk ve asker karışımı olduğundan, bunlar arasında sıkı disiplin uygulanamıyordu. Halk içinden yükselen bir kısım Kuvva-yı Milliye liderleri kendi başına buyruk oluyorlar, askeri kumandanların sözlerini dinlemiyorlardı. Bu hal, yetki kargaşasına meydan veriyordu. Düşman üzerine bir komuta altında ve hep birlikte yürünülemiyor ve daha etkili sonuç alınamıyordu. Bunun önlenmesi için, bütün Kuvva-yı Milliye başkanları, TBMM’ ince tayin edilen bölge komutanlığı emri altına girmeleri gerekli oluyor ve bu tavır kendilerinden bekleniyordu. Bir kısım Kuvva-yı Milliye başkanları bu durumu anlayışla karşılayarak bu isteğe uyum sağlamıştı. Diğer bir kısımları ise, ordunun emrine girmeyi istemiyorlardı. İçlerinde: “Ordu dağıtılsın. Hepimiz Kuvva-yı Milliyeci olalım...” diye düşünenler ve bunu açıktan söyleyenler bile vardı. Bu durumda, ister istemez millî kuvvetler arasında da karmaşalar ve ikileşmeler baş göstermişti. Karşı koyanlarla çarpışarak, millî birliği sağlamak şart olmuştu. Albay İsmet Beyin komutasındaki Batı Cephesi Kumandanlığı ile Albay Refet Beyin komutasındaki Güneybatı Cephesi Kumandanlığı bu konuda önemli gayretler göstermişler, çoğu yerlerdeki millî kuvvetleri birleştirip bir komuta altında toplamışlardı. En sonraya kalan Çerkez Ethem de yukarıda belirtildiği gibi- yenilerek kuvvetleri dağıtılmış; kendisi de kardeşleriyle birlikte Yunanlılara sığınmıştı. Kuvvetlerinin bir kısmı Millî Kuvvetlere katılmıştı. Böylece, düzenli ordunun (Millî Ordunun) kurulması için en büyük engel de ortadan kalkmıştı. Artık daha rahat bir ortamda düzenli ordu kurulabilirdi. Sıkı bir disipline alınan Millî Ordu kısa zamanda toparlanmış, büyümüş ve gelişmişti. Büyük devletlerce desteklenen işgalci düşman kuvvetlerine karşı koyacak bir konuma gelmişti. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 217 ÇEŞİTLİ CEPHELERDE YAPILAN SAVAŞLAR Millî Mücadele (İstiklal Mücadelesi) savaşları tek cepheli değil çok cepheli olmuştur. İşgalci düşmanlar her taraftan yurdu sardığı, her bölgede ilerlemeler kaydettiği için, Türk Milleti olarak savaşacağımız cephelerin de çok olması gayet normaldi. Ülkemizi parçalayarak işgalci düşmanlara peşkeş çeken, İstanbul hükümetinin imzaladığı Sevr Barış Antlaşması milletimizi yıldırmamış, aksine canlandırmıştı. Teslimiyet değil, daha yüksek bir azimle karşı koyma gücünü geliştirmişti. Millî Mücadelemizde savaştığımız cepheler doğuda Ermeniler ve Gürcülerle, güneyde Fransızlarla olmuştur. Asıl savaşlarımız ise Batı Cephesinde, İngilizlerin desteğindeki Yunanlılarla yapılmıştır. Bu cephelerimizdeki savaşlarımızı sırasıyla, özet olarak aşağıda görelim. 1- Doğu Cephesinde Ruslarla Savaşlar Bilindiği üzere, Birinci Cihan Savaşı yıllarında Ruslarla Doğu Cephesinde zorlu savaşlarımız olmuştu. Özellikle, ikinci defa başlayan Türk – Rus Savaşında doğu illerimizden birçokları Rusların eline geçmişti. M. Kemal Paşanın komutasındaki Kolordunun gayretiyle Muş, Bitlis gibi bazı illerimiz sonradan kurtarılmışsa da Doğu Anadolu, Ruslardan tamamıyla temizlenememişti. Savaş her an patlak verebilirdi. Ancak ne var ki: 1917’de çıkan Bolşevik İhtilali ile Rusya’da Çarlık rejimi yıkılmış, Bolşevikler iktidara gelmişti. Kendi başı derdine düşen Rusya’daki yeni idare, Doğu Anadolu’daki topraklarımızdan çekilmiş ve bizimle dostluk kurmaya çalışmıştı. 3 Haziran 1920’de Mîsâk-ı Millîyi de tanımışlardı. Ermenistan Devleti Sorunu: Rusların çekilmesiyle boşalan Erivan, Gümrü, Kars dolaylarında bir Ermeni Devleti kurulmuştu. Türk düşmanı olan “Taşnak Partisi” Ermenilerin başına geçmişti. Ermeniler çevreye açılarak büyük devlet olmak istiyorlardı. 15. Kolorduyu yöneten Şark Cephesi komutanı Kâzım Karabekir Paşanın 30 Mayıs ve 4 Haziran 1920 tarihli raporlarında belirtildiği üzere, Ermeniler Oltu’yu ele geçirmişler, ilk fırsatta Erzurum’u dahi ellerine geçirmek teşebbüsünde bulunacaklardı. Gürcüler de 25 Temmuz’da Artvin’i almışlardı. Artık Ermenilere bir ders verme zamanı gelmişti: Toplanan TBMM, doğu illerimizin, özellikle Kars, Ardahan ve Artvin’in 218 Rasim Pehlivanoğlu geri alınması için hükümete yetki vermişti. Hemen harekete geçen hükümet gerekeni yapmak üzereyken, Rusların Ermenilere toprak istemesi üzerine, Ordumuzun taarruzu geciktirilmişti. Sonradan Bolşeviklerin lideri Lenin isteğinden vazgeçince, 28 Eylül 1920’de Ordumuz taarruza geçti. 29 Eylül’de Sarıkamış’ı, 30 Eylül’de Kars’ı, 7 Kasım’da Gümrü’yü aldık. 18 Kasım’da Ateşkes Antlaşması yapıldı. Gümrü Antlaşması Yenilen Ermenilerle 2-3 Aralık gecesinde yapılan Gümrü Barış antlaşmasına göre: 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması ile kendilerine bırakılan doğu illeri ile ilgili iddialarında bulunmayacaklar ve Türkiye menfaatine uygun olmayan hiçbir antlaşmayı kabul etmeyeceklerdi. Bu antlaşmayla, doğuda Millî Mîsâk hudutlarımız kısmen çizilmiş oluyordu. 1878’de, Berlin antlaşması ile Ruslara bırakılan Kars dolayları da Türklere geçmiş bulunuyordu. Ermenilerle birlikte saldıran Gürcüler de gereken dersi almış oluyordu. Artvin ellerinden çıkmış, Batum’u da kaybetmişlerdi. Gümrü Barış Antlaşması, yabancılarla yapılan ilk antlaşma olması bakımından çok önemlidir. Zira: Ankara hükümetinin yıkılacağını sanan yabancı devletler, bu antlaşmayla olumsuz düşüncelerini biraz olsun değiştirmek zorunda kalmışlardı. Ayrıca, doğu sınırımız da emniyet altına alınmıştı. Artık batıdaki asıl mücadelemize daha emin bir biçimde dönebilirdik. Anadolu ihtilâlinin ilk askerî zaferi olan doğu taarruzu TBMM’nde ve bütün memlekette büyük yankılar yapmıştı ve halkımızı çok sevindirmişti. Moskova Antlaşması Rusya’daki Sovyetler Birliği hükümeti ile ilişkilerimiz gün geçtikçe iyileşiyordu. Yeni rejim değişikliği ile Cihan savaşında dostlarını kaybeden Sovyetler Birliği bizimle dost olmakta kendileri için fayda görüyordu. M. Kemal’in yakın arkadaşı Ali Fuat Paşa Moskova’ya büyük elçi gönderilmişti. Moskova ile beklenen gerçekçi ilişkilerimiz 1. İnönü zaferinden sonrada gelişmişti. Bu gelişmeleri takiben, 16 Mart 1921’de Ruslarla da Moskova dostluk antlaşması imza edildi. Moskova antlaşmasına göre: İki devlet arasındaki ilişkiler sıkılaştırılacak, Çarlık Rusya’sıyla imzaladığımız antlaşmalar hükümsüz kalacak. Kapitülasyonların kaldırıldığı Ruslarca da kabul Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 219 edilecek ve çizdiğimiz Mîsâk-ı Millî hudutları tanınacaktı. Ama, Batum Ruslara geçecekti... Bu yolla, batıda İstiklal savaşımız bütün hızıyla devam ederken, Ruslar bakımından doğu sınırlarımız teminat altına alınmış oluyordu. Ayrıca, doğudaki Türk topluluklarından Türkiye’ye gelecek maddi yardımların da önü açılmış bulunuyordu. Yeni Rusya devleti, Ermenileri ve Gürcüleri de Sovyetler Birliği topraklarına katmıştı. O sırada biz de Sakarya zaferini kazanmıştık. Yeni duruma göre, 13 Ekim 1921’de Ruslarla aramızda yeniden Kars antlaşması yapılmıştır. Bu antlaşma bir bakıma Moskova antlaşmasının aynısıdır diyebiliriz. Yeni Sovyet Cumhuriyetleri arasına katılan Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’la olan bugünkü sınırlarımız Kars antlaşmasıyla belirlenmiştir. 2- Güney Cephesinde Fransızlarla Savaşlar Mondros Mütarekesinden sonra İngilizler Urfa, Maraş ve Antep’i; Fransızlar Adana’yı işgal etmişlerdi. Sonradan İngilizlerin bu bölgeden çekilmesi üzerine, Urfa, Maraş ve (o günkü adıyla) Antep de Fransızlar tarafından işgal edilmişti. Fransızların, yüzyıllarca bizimle birlikte yaşamış olan Ermenilerle işbirliği yaparak bu yerleri işgal etmiş olmaları; halkımız arasında korku, şüphe ve nefrete neden olmuştu. Bu hıyanet millî heyecanı artırmış ve millî şuuru uyandırmıştı. Uyanan halkımız yer yer savunma tedbirleri almış ve milli kuvvetleri kurup teşkilatlanmasını sağlamış, düşmana karşı koymaya başlamıştı. Fransızlarla millî kuvvetlerimiz arasında yapılan savaşlar, işgal ettikleri Adana, Urfa, Maraş ve Antep vilayetlerinde olmuştur. Bunlara aşağıda özetle değinelim: Adana’nın Kurtuluşu Çukurova’nın Fransızlar tarafından işgal edilmesi, Adanalıların protestosu ile karşılanmıştı. Feryatname adlı telgraflar çekerek işgal olayı her tarafa duyurulmuştu. Fransızlar, Ermeni komitecilerine alet olmuş, Ermeni fedailerinin çapulculuklarına ve azgınca davranışlarına imkân vermişti. Bu alçakça işbirliğine dayanamayan kahraman Çukurovalılar (Adanalılar), ilk önce Karaisalı’da başlamak üzere millî kuvvetleri teşkilâtlamışlar ve çete savaşı yaparak yiğitçe çarpışmışlardı. M. Kemal Paşa Çukurova Kuvva-yı Milliye 220 Rasim Pehlivanoğlu komutanlığına topçu binbaşı Kemal Beyi atamış, Yüzbaşı Osman Tufan ve Yüzbaşı Ali Ratip’e (Sinan Paşa = Sinan Tekelioğlu) önemli görevler verilmişti. İşgal altında bulunan çeşitli yörelere baskınlar yapılmış ve düşmanların gözleri yıldırılmıştı. Naçar kalan Fransızlar, önce 20 günlük mütareke ile savaşa ara vermişler ve bu arayı uzatmışlardı. Sakarya zaferinden sonra 20 Ekim 1921’de “Ankara İhtilafnamesi”ni yapmak zorunda kalmışlardı. Böylece Adana bölgesinden tamamen çekilmişlerdi. Maraş’ın Kurtuluşu Maraş’a giren Fransızların, Ermeni azınlığı ile işbirliği yaparak burayı sömürge haline getirmek çabaları Maraşlıları harekete geçirmişti. Maraş kalesine Türk bayrağı yerine Fransız bayrağı asılması millî haysiyeti rencide ediyor ve Maraşlıları kahrediyordu!... Bir Cuma günü, Maraştaki camide toplanan halka seslenen Sütçü İmam: – Kalelerinde hür bayrağı dalgalanmayan esir bir memlekette Cuma namazı kılınmaz!” diyerek halkı coşturmuştu. Avukat Ali Bey’in çevresinde toplanarak kaleye tırmanan bin kadar Maraşlı, Fransızların bayrağını indirerek Türk bayrağını kaleye çekmişti!... Maraştaki bu millî mücadele, bir şehir halkının, istilacı yabancı bir devlete karşı amansız mücadelesi şeklinde devam etmişti. Yapılan kanlı mücadeleler sonunda bozguna uğrayan Fransızlar tutunamayarak 11 Şubat 1920 gecesi Maraştan çekilip gitmişlerdi. Sütçü İmamın öncülüğü ile başlayan Maraş ayaklanmasında gösterilen kahramanlıklar, bu yiğitler şehrimize “Kahramanmaraş” adının verilmesine neden olmuştur. Urfa’nın Kurtuluşu Önce İngilizler ve sonra Fransızlar tarafından işgal edilen Urfa’da Ermenilerle işbirliği yapan Fransızlar, can ve mal güvenliğini ihlâl ediyorlardı. Bu hal, Urfalıların ayaklanmasına neden olmuştu. Yüzbaşı Ali Saip Bey’in komutasındaki 3000 kişilik kuvvet, 9 Şubat 1920’de Urfa’nın yarısını almıştı. Devam eden savaşlar sonunda, Fransızlar daha fazla dayanamayarak 10 Nisan 1920’de Urfa’yı boşaltmaya mecbur olmuşlardı. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 221 Urfalılar tek başına, güçlü bir devlete karşı savaşmışlar ve zafer kazanmışlardı. Bu nedenle, “Şanlıurfa” adını almayı hak etmişlerdi. Antep Savunması Antep’i (Gaziantep’i) önce İngilizler işgal etmişti. Onlar çekilince Fransızlar işgale yeltenmişti. İşgalci kuvvetlerin Ermenilerle işbirliği yaparak Türkleri sindirmeye çalışmaları ve yapılan tedhiş hareketleri, yabancı boyunduruğuna tahammülü olmayan Anteplileri galeyana getirmişti. Teşkilatlanarak direnmeye geçmişlerdi. – Benim ölüm çiğnenmedikçe Fransızlar Antep’e giremez!...” diyerek, yandaşı “Karayılan” ve 200 kadar arkadaşıyla dağa çıkan Antepli Şahin (asıl adı Said Bey olup Mülâzım (Teğmen) idi), 3-18 Şubat 1920 tarihlerinde Antep’e ilerleyen Fransız taburlarını durdurmuş ve onlara karşı kahramanca savaşlar vermişlerdi. Sonunda tek başına kalan Şahin Bey Köprü başını tutmuş, köprüden geçmek isteyen Fransız kuvvetlerini önlemeye çalışmıştı. Fakat sonunda kendisi de şehit olmuştu!... O günlerde yakılan “Antepli Şahin” türküsü, yıllarca milletimizin dilinden düşmemiş ve yanık yürekleri duygulandırmaya devam etmiştir. Yazarı bilinmeyen bu türkünün güftesini aşağıya alıyorum. ANTEPLİ ŞAHİN Şahini sorarsan otuz yaşında. Düşman süngüledi köprü başında. Çeteler toplanmış ağlar başında... Uyan Şahin uyan gör neler oldu, Sevgili Antep’e düşmanlar doldu! Şahinim düşmana ilk kurban oldu. Fransız kuvveti Antep’e doldu. Analar, babalar saçını yoldu! Uyan Şahin uyan gör neler oldu, Sevgili Antep’e düşmanlar doldu! Uyan Şahin uyan, uyanmaz mısın? Diz çöküp düşmana dayanmaz mısın? Kızıl kanlarına boyanmaz mısın? Uyan Şahin uyan gör neler oldu, Yaralı Antep’e düşmanlar doldu! 222 Rasim Pehlivanoğlu Şahinim vuruldu, yollar açıldı, Antep’in üstüne mâtem saçıldı. Birçok minareler topla biçildi! Uyan Şahin uyan gör neler oldu, Yaralı vatana düşmanlar doldu! Kimi yaralanmış kanlar saçıyor. Kimi süngülere bağrın açıyor. Kimi yavrusunu almış kaçıyor! Uyan Şahin uyan gör neler oldu Sevgili Antep’e düşmanlar doldu! (2) 1 Nisan 1920’de, bütün şehir halkı işgalci düşmanlara karşı harekete geçmişti. 10 ay 9 gün düşmana karşı kahramanca savaşan ve kendini savunan Antep, nihayet 9 Şubat 1921’de teslim olmak zorunda kalmıştı. 6000 evladını şehit veren, binlerce yaralı ve sakat bırakarak, sırf açlık yüzünden kapılarını düşmana açmak zorunda kalan bu kahramanlar diyarı Antep’e TBMM “GAZİ” unvanını vermişti. O günden sonra bu yiğit şehrimiz “GAZİANTEP” adıyla anılır olmuştu. Fransızlar, geleneksel Türk dostluğuna dönerek anlaşma yolunu tutmuşlar ve Ankara’da görüşmeler başlamıştı. Bir ara, Sakarya savaşının sonuçları alınıncaya kadar görüşmeleri kesmişlerdi, Sakarya zaferi sonunda ise, “Ankara İtilafnamesi”ni imzalamışlar; dostları Ermenilerle birlikte Suriye’ye dönmüşlerdi... Gaziantep’in savunması burada kısa bir yazıyla anlatılamaz. Ancak, bu savunmayı romanlaştıran kitaplardan okuyarak, Gaziantep’i ve Gazianteplileri gerçek yönüyle tanımak mümkün olabilir. Gaziantep’te, düşmanla çarpışanlardan bir yiğitlik örneğini Dr. Fahri Can şöyle anlatıyor: Gaziantep Savunmasından Bir Gün Şehrin bombardımanı sürüp gidiyordu. Bir süre sonra sedyeler birbirini izledi. Aralarında yaralı var mı? diye fırladım. Ama, ne yazık ki hepsi şehitti. Hepsi de kadın, kız ve çocuktular..... Bir top mermisi üstlerine düşmüş ve hepsini bir anda şehit etmişti. .....Bu sırada silahlı bir mücahit geldi. Rengi kül gibi, bıyıkları dimdik, gözleri cam gibi. 2 Yazarı belirsiz: (Dosyamdan alınmıştır) Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 223 – Hekimbaşı, gavur bizim ne varsa çoluk çocuğu, anayı, karıyı yok etmiş, müsaaden olursa bir görmek isterim. Görmesini istemiyordum. Çünkü hayatının sonuna kadar o korkunç görünüş gözlerinin önünden gitmeyecek ve daima hayalinde bunu görecekti. – Yavrum görüp, ne edeceksin? Gel beni dinle de vazgeç, daha iyi olur. – Gel etme hekimbaşı, bu dileğimi geri çevirme. Ben de cephede gavurun karşısındayım. Ne olacağımı kimse bilemez. Şu kahpe dünyanın kör olası gözüyle yavrularımı göreyim, öpeyim. – İsteğin gibi olsun” dedim ama, benim de boğazımı bir yumruk sıkıyor, gözlerim yanıyordu. Gitti, gördü, geldi. Karşıda Çıksurat tepeleri vardı. Üstünde de düşman askerleri görülüyordu. Oraya doğru yumruklarını sıkarak. – Ulan gâvur, alacağın olsun. Elbette karşılaşırız dedi ve yıldırım hızıyla selâm bile vermeden fırladı gitti. Şehri savunanlar bin kişi idik..... Gün belirlendi 30-31 Ocak gecesi şimdi biz taarruz için adam seçiyorduk. Seçilmeyenler ayak diriyor, seçilenler bayram ediyorlardı. Ortalık karardıktan sonra birlikler Çıksurat tepesine doğru sürüldü. Dışarıdan topçu ateşi başlayacaktı. Çok beklendi bir şey yok. En sonunda bomba hücumuyla taarruzumuz başladı. Düşmanın üç sıra tel örgü siperleri paçavra gibi parçalandı. Dışarıdan ne bir ses, ne bir nefes. Açtığımız gedik, iki taraftan düşmanın piyade ve top ateşiyle cehenneme döndürülmüştü. Dışarı çıkanların birçoğu dışarıda kalmış, gerisi de bir çok şehit ve yaralıyla geri dönmüştü. Sonradan haber aldım ki, demin sözünü ettiğim yiğit, o bütün ailesini kaybeden kahraman, yazık ki adını unuttum, nice olağan üstü bahadırlıkla dövüşerek şehit düşmüştü. (3) 3 İ. Parmaksızoğlu: T.C.İnk. T., İst. – 1982, s.41-42 224 Rasim Pehlivanoğlu 3- Batı Cephesinde Yunanlılarla Savaşlarımız TBMM hükümeti, isyancı çetelerle ve halife ordusuyla yaptığı başarılı savaşlarla bir bakıma iç emniyeti sağlamıştı. Doğuda Ermenilerle yapılan Gümrü Antlaşması ve Ruslarla imzalanan Moskova dostluk antlaşmasıyla da doğu sınırımız emniyet altına alınmış sayılırdı. Güney illerimizi işgal eden Fransızlar yenilmiş ve birçok illerimiz kurtulmuştu. Azmimizi ve gücümüzü anlayan Fransızlar yeniden saldırıyı bırakmışlar, Türklerle dost geçinmeyi kendi çıkarlarına uygun görmüşlerdi. Anlaşma yapmayı bekliyorlardı ama bunu Sakarya savaşından sonraya bırakmışlardı. Güney sınırlarımız da emniyet altına alınmıştı. Güneybatı illerimizi işgal eden veya nüfuzu (otoritesi) altında tutan İtalyanlar, Türklerle dost kalmak için kendiliklerinden çekilip gitmişlerdi. Artık şimdi sıra, Batı Anadolu’da birçok illerimizi işgali altında tutan ve halkımıza türlü işkenceler yapan Yunanlılarla hesaplaşmaya gelmişti. Yeri gelmişken İ. Hakkı Talas’ın “Büyük Yolcu” isimli şiirinin ikinci bölümünü aşağıya alalım. BÜYÜK YOLCU Çekilmişti bayrağı Erzurum’un, Sivas’ın, Başlıyordu yakında görülmemiş bir akın. Bütün millet koşuyor savaşa atlı, yaya, Akıyorlar çığ gibi, her yönden Ankara’ya Bir cenk alanı gibi her taraf köşe, bucak, İnönüler, Sakarya yakında başlayacak. Ufuklardan kopmada bulut gibi toz, duman, Vücut değil, ruh değil şahlanıyor bir îman, Genç ihtiyar bağlanmış, 15 milyon bir şefe, Emrederse sel gibi akacaklar hedefe... Vatan için sinirler bir yay gibi gerilmiş, Kosovalar, Mısırlar, Çaldıranlar dirilmiş. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 225 İnönü’nde çarpacak siperine düşmanın, Sakarya’da destanlar yaratacak bu akın. Bir hamlede Afyon’dan mevzileri yaracak, Dumlupınar üstünden Akdeniz’e varacak. Kurtulacak düşmandan, hainlerden bu vatan, Yeni bir gün doğacak ufukları parlatan. Nasıl içten sarıyor, bu ümit vatandaşı, Rüyalarda yaşıyor büyük yolcunun başı... (4) Evet, 19 Mayıs 1919’da Samsun ufuklarında görülen büyük yolcumuz epey mesafe katetmiş, Milletimize büyük ümitler vermiş ve yeni bir dönemecin başlangıcına gelmişti: Artık Yunan Palikaryaları da Anadolu’dan sökülüp atılmalıydı ve atılacaktı. Millî sınırlar içinde kalan ülkemiz toprakları düşman işgalinden tamamen kurtulmalıydı ve kurtulacaktı. İmanımız, azmimiz ve irademizle bu gücü kendimizde hissediyorduk... Millî ordumuz kurulmuş, günbegün gelişmekte ve bütün hazırlıklarımız bu amaca göre yapılmaktaydı. Ancak, İngilizlerin desteğinde ve onlardan büyük yardımlar görerek ilerleyen Yunanlılarla olan cephemiz bir değil birçoktu: İzmir’e çıkan Yunanlılar orada kalmamışlar; güneye, kuzeye ve batıya doğru ilerlemişler, birçok yörelerimizi işgal etmişlerdi. Fakat bir müddet ilerledikten sonra, karşılarında teşkilatlanmış Kuvva-yı Milliye’ yi (Milli Kuvvetleri) bulmuşlar ve daha fazla ilerlemeleri önlenmişti. Aşağıda, Batı Cephesinde Yunanlılarla yaptığımız savaşları anlatırken, önce kurulan millî cephelerden söz edeceğiz. Sonra da düzenli ordumuzla yapılan savaşları ve kazanılan zaferleri özetle açıklamaya çalışacağız. a- Batı Anadolu’da Açılan Yunan Cepheleri Ayvalık Cephesi: Yunanlıların Manisa ve Aydın dolaylarında ilerlemeleri Batı Anadolu’yu harekete geçirmişti: Ayvalık Kaymakamı Yarbay Ali Bey (Ali Çetinkaya), 500 kişilik alayını mahallî halkla da takviye ederek Kuvva-yı Milliye’ yi kurmuş ve düşmana karşı ilk direnişe geçmişti. Bu ilk direniş başka cephelerin kurulmasına da ön ayak olmuş, onlara destek vazifesi görmüş ve önemini arttırmıştı. 4 İ. Hakkı Talas: Bütün Şiirlerim, İst. – (Tarihsiz), s.13 226 Rasim Pehlivanoğlu Bergama ve Soma Cephesi Haziran 1919’da Akşehir’i işgal eden, Bergama’ya giren ve buralarda kan dökerek dehşet saçan Yunanlılar, Menemen’de 200 kişinin ölümüne ve bir o kadar insanın yaralanmasına sebep olmuşlardı. Bunlara karşı, Kırkağaçlı Emin Bey tarafından kurulan Millî Teşkilat, Balıkesir’deki 61. Tümene bağlanmış ve Miralay Kazım Bey (Özalp), bu cephenin fiili idaresini üzerine almıştı. Akhisar Cephesi Akhisar Cephesi, Manisalı Karaosmanzade Halit Paşanın öldürülmesiyle, önce fedai müfreze (küçük askeri birlik) olarak kurulmuştur. Daha sonra mevcudu 1200’e yükseltilerek Akhisar Mıntıkası, Kuvva-yı Milliye Grubu adı ile yeni baştan düzenlenmiştir ve bu cephede düşmana karşı önemli hizmetler vermiştir. Salihli Cephesi Salihli Cephesi, Yunanlıların Ahmetli istasyonunu almaları, Ödemiş’i almak üzere harekete geçmeleri üzerine, Salihli ve Alaşehir halkının direnmeye geçmesiyle kurulmuştur. Salihli cephesinin komutanlığını üzerine alan Çerkez Ethem, birliklerini tümen derecesine kadar çıkarmıştır. Bu birlik “Kuvva-yı Seyyare” adını alarak büyük yararlıklar göstermiş ve Yunanlıların ilerlemelerine engel olmuştur. Anzavur isyanının bastırılmasında da etkili hizmetler görmüştür. Ne yazık ki: (Yukarıda belirtildiği gibi) Başlangıçta, işgalci düşman güçlerine karşı önemli hizmetler veren ve milli kahramanlar arasında gösterilen Çerkez Ethem ile kardeşleri; sonraları büyüklük kuruntusuna kapılarak, kurulan düzenli orduya (millî orduya) katılmak istememişler, verilen emirleri dinlememişler ve âsi olmuşlardı. Hattâ M. Kemal’i bile küçümser olmuşlar ve TBMM’ne karşı ayaklanmışlardır. Nihayet kendileriyle savaşmak zorunda kalınmış ve Batı cephesinden çektiğimiz önemli miktardaki güçlerle isyanları bastırılmıştır. Ama, zayıflayan Batı cephesinde Yunanlıların ilerlemesine de neden olunmuştur. Aydın ve Nazilli Cephesi Aydın millî heyeti, Yunanlıların İzmir’e çıkmalarını büyük bir miting yaparak lânetlemişti. 28 Mayıs 1919’da Aydın’ı da işgal eden ve Nazilliye doğru ilerleyen düşmana karşı kurulan Milis kuvvetlerinin başına Yörük Ali Efe geçmişti. 57. Fırka kumandanı Binbaşı Hakkı Bey ve 175. Piyade alayı kumandanı Hacı Şükrü Beyin idaresinde Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 227 yapılan hücumlarla Yunanlılar püskürtülmüştü. Ancak, aldıkları takviyelerle güçlenen Yunanlılar yeniden Aydın’ı almışlardı. Bu cephede kurulan millî kuvvetler, durmadan mücadeleye devam etmişlerdir. Yörük Ali Efe, Demirci Mehmet Efe, Danişment’li İsmail Efenin emrindeki millî güçler yer yer düşmana karşı çarpışmışlar ve başarılı olmuşlardır. Yunanlıların İzmir’i işgali ve Batı Anadolu’da ilerlemeleri, bütün Türk milletini ve Anadolu halkını, özellikle Batı Anadolu halkını bu haksız işgalin karşısına çıkarmıştı. Yer yer mitingler yapılıyor ve olay lânetleniyordu. Yurdumuzda ve özellikle Batı Anadolu’da görülen bu millî hareket, Yunan işgaline karşı milletimizin ruhunda beliren vatan savunması aşkının bir görüntüsü olmuştur. Savaşlar sadece düzenli askerle değil daha çok Milis kuvvetleriyle yapılıyordu. Bu savaşlara erkeklerin yanı sıra kadınlar, çoluk çocuk ve ihtiyarlar da katılıyordu. “Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.” K. ATATÜRK b- Yunanlıların İleri Harekâtı İzmir’in işgalinden sonra Batı Anadolu’da ilerleyen Yunanlılar, Milen Hattında durdurulmuştu. Fakat onlar gayelerinden geçmiş değillerdi. Saldırmak için fırsat kolluyorlardı. İç isyanlar ve çetelerle savaşlarımız onlara bu fırsatı vermişti. Amaçları Ankara’ya kadar olan yerleri almak, TBMM hükümetini yıkmaktı. Bu gaye ile 22 Haziran 1920’de harekete geçtiler. Savaşılan geniş cephedeki kuvvetlerimiz zayıftı. Millî güçlerin karşı koymalarına rağmen, düşmanın kuzey kolu ilerleyerek Balıkesir ve Karacabey’e girmiş, Mudanya ve Bandırmaya asker çıkaran İngilizlerin yardımıyla Bursa’yı işgal etmişlerdi. Doğu yönden ilerleyen düşman kuvvetleri ise Salihli, Alaşehir ve Uşak’ı aldılar. Türk kuvvetleri Eskişehir ve Dumlupınar’a çekilmişti. Batı Anadolu’da başarı sağlayan Yunan ordusu, Bandırma’dan gemilere binerek Trakya’da Tekirdağ’a çıktı. Aynı gün Çorlu’yu aldılar. Kırklareli ve Edirne’yi işgal ettiler. Yunanlıların bu geçici başarıları, Sevr antlaşmasının imzalanmasına da etkili olmuştu. Yunanlılar, her ne kadar Batı Anadolu’da ve Trakya’da ilerlemişler, yeni başarılar kazanmışlarsa da bu başarıları daimî 228 Rasim Pehlivanoğlu olmayacak ve yanlarında kalmayacaktı. Bunlar, Türk Milleti olarak azmimizi bilemiş ve millî mücadele gücümüzü artırmıştı. Önceleri bölgesel olarak başlayan düşmanla mücadelemiz, zamanla gelişmiş, birbirlerini takviye eden topyekün bir millî mücadele haline gelmişti. Millî teşkilâtlar, millî orduyla birleşiyor ve bir kumanda altında toplanıyordu. Bütün Türk milleti tek bir yumruk halinde birbirleriyle kenetleniyor ve düşmana karşı koymaya hazırlanıyordu. Milletimiz inanıyordu ki: Böylesi bir mücadele -Allah’ın yardımıyla- mutlaka başarıya ulaşacak ve mutlaka memleketimiz düşman işgalinden kurtulacaktı. c- Birinci İnönü Muharebesi ve Etkileri Çerkez Ethem’in isyanı üzerine, Batı Cephesindeki kuvvetlerimizin büyük bir kısmı (61. Tümen) Kütahya bölgesine sevk edilmişti. Bunu fırsat bilen Yunanlılar, Bursa’dan Eskişehir, Uşak’tan Afyon istikametinde harekete geçtiler. İlerleyen düşmana karşı koymak için Batı Cephesi komutanı Albay İsmet (İnönü), güneyde ve batıdaki bütün kuvvetlerimizin Afyon’da toplanmasına karar verdi. 6 Ocak 1921’de ileri harekete geçen Yunan kuvvetleri, karşılarına çıkan 24. Tümenin bir miktar oyalamasından sonra, yolu açılarak 9 Ocak günü İnönü mevzileri önüne gelmişlerdi. Asıl muharebe, 10 Ocak günü sabahında Yunanlıların taarruzuyla başlamıştı. Savunma savaşı veren ordumuz, düşman saldırısını kırdıktan sonra karşı hücuma geçerek 10 Ocak 1921 günü zaferi kazanmıştı. Fazla kayıp vermiş ve çok hırpalanmış olan düşman daha fazla dayanamayarak, 11 Ocak günü Bursa istikametine geri çekilmişti. Anlatıldığına göre, İnönü muharebelerinin zamanını Yunanlılar, fakat muharebe alanını Türkler seçmişti. Ama iyi seçmişti. Düşmanın (üç misli) üstün kuvvetlerine karşı yapılan bu savunma savaşı çetin şartlar altında geçmişti. İyi idare edilen bu savaş Türk subay ve erlerinin fedakârlığı sayesinde kazanılmış ve güçlü düşman ordusu 3 gün içinde yenilerek geri çekilmeye mecbur bırakılmıştı. Kazanılan birinci İnönü zaferi sonunda millî ordumuzun itibarı artmış, milletimizin millî mücadele heyecanı kamçılanmış ve milletimiz bir amaç altında birleşerek millî birliğimiz kuvvetlenmiştir. Zaferin komutanı Albay İsmet Bey de Tuğ Generalliğe terfi etmiştir. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 229 Birinci İnönü zaferi sonunda Ruslarla Moskova antlaşması yapılmıştır. Londra Konferansı Birinci İnönü savaşında Yunanlıların yenilmesi İtilaf Devletlerini harekete geçirmiş, Londra’da barış konferansı toplanmasını istemişlerdi. İstanbul hükümeti yanı sıra Ankara hükümeti de konferansa davet edilmişti. M. Kemal bu konferanstan olumlu bir karar çıkacağına inanmıyordu. Ama Ankara hükümetini kabul ettirmiş olacağından ve isteklerimizi anlatmak imkânı bulunacağından dolayı konferansa katılmayı kabul etmişti. Konferansta, İstanbul hükümetini Sadrazam Tevfik Paşa, Ankara hükümetini ise Bekir Sami Beyin başkanlığındaki heyet temsil ediyordu. 27 Şubat’tan 12 Mart 1921’e kadar devam eden konferansta İstanbul temsilcisi Tevfik Paşa bazı tekliflerde bulunmuştu. Ama daha fazla konuşmayı gereksiz görmüş ve ünlü tarihî teklifini yapmıştı: – Bu andan itibaren, Türk Milleti namına konuşacak Ankara Hükümeti murahhaslarıdır (temsilcileridir). Sözü onlara bırakıyorum” diyerek olgunluk göstermiş ve Türk heyetleri arasındaki ikiliği ortadan kaldırmıştır. Ankara Hükümeti delegeleri ise, Mîsâk-ı Millîyi açıklamış ve Anadolu’nun boşaltılmasını istemiştir. Yunanlılar kabul etmedikleri gibi: “Sevr antlaşmasını Türklere kuvvetle kabul ettirmeye muktedir olduklarını” söylemişlerdir. İtilaf devletlerinin hazırladıkları 12 maddelik anlaşma teklifi, Türk heyeti tarafından kabul görmeyince konferans dağılmıştır. Olumlu sonuç vermeyen konferans sonunda daha Türk delegeleri yoldayken Yunan orduları saldırıya geçmiştir. Elbette biz de bunlara gereken cevabı verecektik. Henüz ikinci İnönü savaşı olmamıştı. 1921 yılının Mart ayındayız. İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif (Ersoy) o günlerin heyecanı içinde şöyle haykırıyordu: Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım; Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım; Kükremiş sel gibiyim bendimi çiğner aşarım; Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım! 230 Rasim Pehlivanoğlu Türkün zincire vurulamayacağını (hürriyetinin elinden alınamayacağını) dünyaya böyle haykıran Mehmet Akif, mutlu günlerin yakın olduğunu da şöyle müjdeliyordu. Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın! Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın. Doğacaktır sana vadettiği günler hakkın; Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. Milletimizin sembolü (alâmeti) olan bayrağımıza seslenen Mehmet Akif şöyle teselli buluyordu: Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl. Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet; Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl! d- İkinci İnönü Muharebesi “Türk yenildi derlerse inanmayınız. Yenilen komutandır.” K. ATATÜRK Birinci İnönü savaşında yenilen ve Londra konferansında sonuç alamayan Yunanlılar, yeni kuvvetlerle beslenerek, Türk ordusunun kuvvetlenmesine meydan vermeden hemen saldırıya geçtiler. Bizim hazırlığımız tamam değildi. Yunan ordusu teşkilatlı ve mükemmeldi. Düşmanın bir tümeni bizim üç tümenimize bedeldi. Yunanlılar, 23 Mart 1921’de Bursa ve Uşak bölgelerinde iki koldan, İnönü yönünde harekete geçtiler. Bilecik ve Pazarcık’ı aldılar. 26 Mart 1921’de hızlanan savaş aralıksız 31 Mart’a kadar devam etti. Savaş, sağ kanatta kuvvetlerimizin üstün dayanma ve direnme gücü ile bir boğuşma şeklinde cereyan etmişti. Birinci tümen komutanı ve askerleri büyük yararlıklar göstermişti. Fakat sıkışık bir duruma düşen sol cenah askerlerimiz geri çekilmişlerse de 31 Mart’ta üstünlük tamamen Türklerin eline geçmişti. Türk ordusunun büyük bir azim ve imanla savaşması, düşmanın başarısını hiçe indirmişti. 31 Mart akşamına kadar süren kanlı çarpışma sonunda, düşman İnönü’de ikinci defa perişan olmuştur. 31 Mart gecesi çıkış mevzilerine çekilmeye başlayan düşman, süvari birliklerimizce izlenmiş ve çekilirken de büyük kayıplar verdirilmişti. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 231 Zafer müjdesini alan M. Kemal Paşa, cephe komutanı İsmet Paşaya gönderdiği övgülü telgrafında şunları da söylüyordu: “.....Siz orada yalnız düşmanı değil, Milletin makûs (ters dönmüş) talihini de yendiniz..... Düşmanın istila hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak hurdahaş oldu.....” diyerek Milletimizin minnet ve şükran duygularını belirtiyor, kazanılan büyük gaza ve zaferi tebrik ediyordu. İkinci İnönü zaferinden önce Afyon’u da işgal etmiş olan Yunanlılar, İnönü’de serbest kalan Türk güçlerinin Afyon’a yöneldiğini öğrenince, 7 Nisan 1921’de burayı boşaltarak geri çekilmişler, 8 Nisan’ da Aslıhanlar savaşında yenilmiş ve 11 Nisan’da Dumlupınar mevziilerine çekilmişlerdir. Böylece, Türk ordusunun azim ve iradesinin önünde bir daha perişan olmuşlardır. Geriye çekilen düşman Bursa ve Dumlupınar mevkiine yerleşmişti. Düşmanın Tekrar Saldırıya Geçmesi Yenilerek geriye çekilen düşman yenilgiyi kabul etmiyordu. Aldığı yeni kuvvetlerle daha da güçleniyor, yeniden taarruza geçerek her ne pahasına olursa olsun Türkleri yenmek ve yok etmek istiyordu. Yunun uçakları millî hükümet aleyhinde fetvalar ve beyannameler atarak halkın moralini bozmaya çalışıyordu. Yunanlılar 19 Temmuz 1921 tarihinde yeniden saldırıya geçtiler. Kütahya ve İnönü yönünde iki koldan ilerliyorlardı. Bir Tümen de Afyon’a doğru yürüyordu. Türk ordusu, düşmanın çevirme hareketini kırmayı başardıysa da üstün kuvvetler karşısında geri çekilmek zorunda kalmıştı. Ordumuz toplanarak ve toparlanarak 25 Temmuz 1921’de Sakarya’nın doğusuna kadar çekilmişti. Yunanlıların ilerleyişini öğrenen İngiliz Baş Vekili (Başbakanı) Lord George: “Yunanistan kazandığı zafer dolayısıyla artık Sevr antlaşmasıyla yetinemez. Daha geniş mikyasta tatmin edilmelidir” diyordu. Ordumuz, geriye çekilmekle takviye edilmesi ve düzene girmesi için zaman kazanmak, düşmanla arada geniş bir açıklık bırakmak istiyordu. Üstelik, çekilen ordumuzu takip eden düşman kuvvetleri üslerinden uzaklaşmış olacaklardı. Çekilen ordumuzun yerini dolduran düşmanlar, işgal ettiği bölgelerde halkımıza türlü eziyetler yapıyorlar, işkencelerle öldürüyorlar, şehirleri, köyleri yakıyor ve yıkıyorlardı. O günlerdeki düşman zulmünü Seyfettin Yazıcı’nın “Milletimize Sesleniş” isimli küçük kitabından okuyalım. 232 Rasim Pehlivanoğlu Tarihten İbret Alalım “Geçmişte çekilen çile ve ızdırapları bilmeyenler, bu günün değerini hakkıyla takdir edemezler. Hangi ateş çemberlerinden geçerek bugünlere nasıl geldiğimizi ve milletimize reva görülen zulüm ve vahşetleri herkesin ve özellikle yeni nesillerin öğrenmesi ülkemizin geleceği bakımından büyük önem taşımaktadır. Tarihten ibret dersi almak geçmişi iyi bilmemize bağlıdır. Hatırlayınız: Anadolu’yu işgal eden düşmanlar, hiçbir insaf ölçüsü tanımadan hunharca katliamlar yapıyor; kadın, çocuk ve yaşlı ayrımı yapmadan halkımızı samanlıklara doldurarak toplu halde diri diri yakıyor. Cami avlularında koyun boğazlar gibi kesiyorlardı. Kan dökmeye doymayan, gözü dönmüş ve insanlıktan çıkmış olan düşman; vahşette o kadar ileri gitmişti ki, hamile kadınların çocukları karınlarından çıkarılarak acımasızca katlediliyor, mini mini çocuklar başları süngülendikten sonra benzin dökülerek yakılıyor, süt emen masum yavrular analarının ellerinden alınarak süngü ucuna takılıyor ve tarihte emsali görülmemiş bir şekilde katlediliyor, namus ve hayanın timsali genç kızlar ırzlarına tecavüz edildikten sonra karınları deşilerek ciğerleri çıkartılıp alçakça öldürülüyordu. İnsanların diri diri toprağa gömülerek, tırnakları sökülüp ayaklarına çivi çakılarak en vahşi işkencelerle öldürülmesi, kimilerinin açılan çukurların yanına getirilerek hayvan gibi boğazlandıktan sonra kuyulara doldurulması, bacılarımızın göğüslerine barut doldurularak yakılması, küçük yaştaki çocukların bir dal gibi bacaklarından ayrılarak ateşe atılması gibi tüyler ürperten sahneler, düşmanların işlediği cinayetlerin ve korkunç vahşetlerin hangi boyutlara vardığının tarihi birer kanıtıdır.” (5) Evet okurken bile vicdanlarımızı sızlatan bu hazin tablolar, birinci cihan savaşı sonrasında Anadolu’da milletimize reva görülen binlerce zulüm ve vahşetten sadece bazılarıdır. 5 Seyfettin Yazıcı:Milletimize Sesleniş, Ank. – 1977, s. 20-22 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 233 Turgutlu’da Acımasız Bir Vahşet Örneği Cephe gerisindeki sivil halka yapılan zulüm ve vahşetlerin ne kadar acımasız boyutlara vardığını bir görgü tanığının dilinden dinleyelim. Düşmanın yaptığı mezalimi bütün dehşeti ile gören Şevki Efendi, bir çocuğun nasıl süngülendiğini göğsüne vurarak anlatıyor: “Anası elinden tutmuş koşuyorlardı. Tam bağın ortasına geldikleri zaman düşman askerlerini gördüler ve geriye dönüp geldikleri tarafa doğru koşmaya başladılar. O zaman yoldaki kalabalıktan bir süngülü gâvur ayrıldı, bağın içine atladı ve Türkçe “Dur!” diye bağırarak arkalarına düştü. Baktım ki anası elinden tutmuş sürüklüyor, bağ kütüklerinin arasında düşe kalka gidiyorlar. Lâkin nereye? İşte arkalarından koşan yetişiyor. Çocuk anasının elini bıraktı, döndü, kollarını havaya kaldırdı. Bütün vücudu bir yaprak gibi titriyordu ve sesi civcivin, bir küçük kuşun sesine benziyordu. "Teslim! Teslim!" diye bağırdı. Bu tedbir nereden hatırına gelmiş, bu kelimeyi nereden öğrenmişti. Birden bire gözlerimden yaşlar boşanıverdi. Onun süngülendiğini bu yaşların arasından gördüm. Yavrucak vücuduna batan süngüden daha küçüktü, kendini öldüren adamın yüzüne hayretle bakıyordu. Birkaç defa “Anne! Anne!” diye haykırdı ve ortasından kırılan ince bir dal gibi iki büklüm yere yuvarlandı.” (6) Büyük şairimiz Mehmet Akif, yazdığı şiirinde başımıza gelen felâketleri şöyle dile getirmiştir: EY YOLCU Gitme, ey yolcu beraber oturup ağlaşalım: Elemin bir yüreğin kârı değil, paylaşalım! Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan. Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan? Şu mezarlar ki, uzanmış gidiyor, ey yolcu, Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu! Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar: Dipçik altında ezilmiş, paralanmış kafalar! Süngülenmiş, kanı donmuş, nice binlerce beden! Nice başlar, nice kollar ki cüdâ cisminden! 6 a.g.e., s. 22 – 24 Rasim Pehlivanoğlu 234 Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkat! Sonra, namusuna kurban edilen bunca hayat! Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler! Göğsü baltayla kırılmış memesiz valideler! Bakalım yavrusu var mı deyip, karnından, Canavarlar gibi şişlerle kızarmış nice can! İşte bunlar o felaketzedelerdir ki düşün, Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün! (7) Adı bilinmeyen bir vatan şairimiz Sakarya savaşı öncesinde milletimize şöyle sesleniyordu. BAŞLARI EĞİK GÖRMEK Başları eğik görmek ne elem verici şey... Tutsak yaşamaktansa, yok olmamız daha yeğ!... Asırlarca hür yaşa, sonra da bir köle ol, Türk’e yaraşır mı bu, benimsenir mi bu hal?... Ecdât yâdigârını ne hakla vereceğiz? Yok, yok hayır!... Uğruna and içtik öleceğiz!... Din-i İslâm yolunda can veren şühedânın Kemiği sızlamaz mı, bu mübarek Vatanın Bağrı düşman çizmesi ile çiğneniyorken, Durabilir misin sen, Cânan boğuluyorken? Harim-i İsmetine düşman saldırır iken, Bakar kör gibi durup kalabilir misin sen? Vatan bağrına Yunan saplarken hançerini, Esirgemen zül olur, kanın, canın, terini... Sen şüheda oğlusun, şühedâ torunusun, Vatan tehlikedeyken nasıl âtıl kalırsın?... Yok, hayır... Bunca zillet yükünü çekemezsin! Ya Vatan kurtulacak, ya sen de öleceksin... Ey bu toprağın oğlu, ey bu toprağın kızı! Yere düşürme gökten o şanlı Ay Yıldızı... Yarış edercesine koşalım Sakarya’ya, Bağrımıza saralım Vatanı doya dayı!... (8) 7 a.g.e., s. 36 8 Zekayi Eryalaz: Söz Vatan Olunca, Ank. – 1986, s.29 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 235 e- Sakarya Savaşı ve Kazanılan Zaferin Sonuçları “Yapmayı tasarladığımız işlere girişmeden önce, bütün ihtimalleri göz önüne alarak, gayet titiz ve etraflı incelemede bulunun. Her işinizde temkinli hareket edin, hesapsız işler yapmayın.” K. ATATÜRK Türk Başkumandanlığı, baskın düşman karşısında ordumuzu yok olmaktan kurtarmak gayesiyle, Sakarya nehrinin doğusuna kadar çekilmek, orada bir cephe kurmak istiyordu. Ordumuzun çekildiği yerlerin düşman istilasına bırakılması halk üzerinde ve mecliste kötü etki bırakmıştı. Mecliste sert ve çetin tartışmalar oluyordu: “Ordu nereye gidiyor? Millet nereye götürülüyor?” diye endişe duyuluyordu. Milletvekilleri, M. Kemal’in ordunun başına geçmesini istiyorlardı. Ordu ve halk ona güveniyordu. Mecliste bazı milletvekilleri M. Kemal’e içtenlikle sesleniyordu: – Sen mühim bir kumandansın. Büyük bir askersin ve bunu Çanakkale muharebelerinde ispat ettin. Şimdi kendini hangi güne saklıyorsun? Sakarya’ya kadar düşman geldi. Daha ne güne duruyorsun?...” Bu haykırışlar millî iradenin sesiydi. Ve büyük kahraman, ordunun başına davet ediliyordu. (9) M. Kemal ise, başkumandanlığı kabul etmesi için meclisin bütün yetkilerinin 3 ay için kendisine verilmesini talep ediyordu. Bu talebe, “Millî egemenlik bir ferde verilemez” diye itiraz edenler olmuştu. Buna rağmen 5 Ağustos 1921 günü yapılan oylamada, M. Kemal’e tam yetkiyi veren kanun kabul edilmişti. Başkumandanlık kanununun kabulü dolayısıyla kürsüye çıkan M. Kemal mecliste şöyle söylemişti: – Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları behemahal (kesin olarak) mağlup edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu inancımı yüksek heyetinize karşı ve bütün millete karşı ilân ediyorum” diyerek, Milletimize ve Millî Ordumuza olan güvenini belirtmiş oluyordu. Yeni bir meydan savaşına hazırlık için ülkenin bütün gücü harekete geçirilmişti. Güney ve doğu cephesindeki kuvvetler Sakarya’da toplanmıştı. Alınan tedbirlerle millî duyguları uyanan 9 S. Omurtak ve Arkadaşları : Atatürk, İst. – 1970, s.38 236 Rasim Pehlivanoğlu dağdaki eşkıyaların bile bir kısmı düze inmiş ve millî orduya katılmıştı. Ülkede bir çok sınıflar silah altına alınmıştı. Anneler, babalar vatan kurtuluşu için çocuklarını severek ve isteyerek askere gönderiyordu. “Ölürsem şehit, kalırsam gazi!” aşkıyla yanan genç Mehmetçikler de sevinçle askere koşuyordu. O günlerde bütün şairlerimiz millî heyecanla kaynıyor, millî duyguları uyandıran şiirler yazıyor ve milletimize ölmez eserler bırakıyorlardı. Bunlardan birisi olan millî şairimiz Mehmet Emin Yurdakul, oğlunu cepheye gönderen bir annenin dilinden askerlerimize şöyle sesleniyor ve onları şevkle vatan için ölüme sevk ediyordu: YA GÂZİ OL, YA ŞEHİT Yurdumun Dişi Aslanları’na: Haydi yavrum! Ben seni bu gün için doğurdum; Hamurunu yiğitlik duygusuyla yoğurdum; Türk evlâdı odur ki, yurdu olan toprağı Ana ırzı bilerek yad ayağı bastırtmaz; Bir yabancı bayrağı Ezan sesi duyulan hiçbir yere astırtmaz. Git evlâdım, yıllarca ben oğulsuz kalayım; Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım!... Haydi oğlum, haydi git; Ya gâzi ol, ya şehit!... Haydi yavrum! Köyüne, nişanlına veda et; Sapanını, tarlanı, her şeyini fedâ et; O silâha sarıl ki, böyle günde bir erkek Bu duâlı demirden başka bir şey kullanmaz; Bunu tutan bir bilek Köleliğin uğursuz zincirine uzanmaz. Git evlâdım, yıllarca ben oğulsuz kalayım; Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım. Haydi oğlum, haydi git, Ya gâzi ol, ya şehit!.. Haydi yavrum! Kendine sen de, “Yiğit er” dedir; Büyüdüğün gaziler ocağına can getir; O cenkleri kazan ki, senin büyük “Türk” adın Yedi-iklim, Dört-bucak içer’sine ün salsın; Beş yüz yıllık ecdâdın Kabirlerde titreyen kemikleri öç alsın. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 237 Git evlâdım, yıllarca ben oğulsuz kalayım; Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım. Haydi oğlum, haydi git, Ya gâzi ol, ya şehit!... Haydi yavrum! Bu gün de dertli ninen ağlasın; Ayrılığın oduyla yüreğini dağlasın; O yaşları saçsın ki, senin arslan göğsünde Benim kanlı gözyaşım düşman için kin olsun; Kara yerin yüzünde Ayağının bastığı dağlar, beller leş dolsun. Git evlâdım, yıllarca ben oğulsuz kalayım; Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım. Haydi oğlum, haydi git, Ya gâzi ol, ya şehit!... (10) Oğlunu askere gönderen anne böyle söyler de diğer anneler durur mu? Her biri bir ayrı işte hizmet veriyordu... Cepheye mermi taşıyan anneler de vardı. Fazıl Hüsnü Dağlarca, “M. Kemal’in Kağnısı” isimli şiirinde, cepheye kağnısıyla mermi taşıyan Elifçiği anlatıyor: Mustafa Kemal’in Kağnısı Yediyordu Elif kağnısını, Kara geceden geceden. Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu, Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar. İnliyordu dağın ardı, yasla. Her bir heceden heceden. Mustafa Kemal’in kağnısı derdi, kağnısına Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı. Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik, Nam salmıştı asker içinde. Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü, Doğrulmuştu yola önceden önceden. Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif, Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar, Kocabaş, çok ihtiyardı, çok zayıftı, Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra, Gecenin ulu ağırlığına karşı, Hafiftiler, inceden inceden. 10 Fevziye Abdullah Tansel: M. E Yurdakul’un Şiirleri, Ank. – 1989, s.91 238 Rasim Pehlivanoğlu İriydi Elif, kuvvetliydi kağnı başında. Elma elmaydı yanakları üzüm üzümdü gözleri, Kınalı ellerinden rüzgâr geçerdi daim; Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına. Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti, Niceden, niceden. Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu, Nazar mı değdi göklerden, ne? Dah etti, yok. Dahha dedi, gitmez, Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur Nasıl durdurdu Mustafa Kemal’in kağnısı. Kahroldu Elifçik, düşünceden düşünceden. Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş, Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni. Geçer götürür ana, çocuk, mermisini askerciğin, Koma yollarda beni, kulun kölen olayım. Bak hele üzerimden ses seda uzaklaşır, Düşerim gerilere, iyceden iyceden. Kocabaş yığıldı çamura, Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar, Örtüldü gözleri örtüldü hep. Kalır mı Mustafa Kemal’in kağnısı, bacım, Kocabaşın yerine koştu kendini Elifçik, Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden. (11) Millî Şairimiz M. E. Yurdakul, 3 Temmuz 1921 günü yazdığı şiirde millî orduya şöyle sesleniyordu. VUR! Millî Ordu’ya! Ey Türk vur, vatanın bâkirlerine Günahkâr gömleği biçenleri vur; Kemikten taslarla şarap yerine Şehidler kanını içenleri vur! Vur, güzel âşıklar cenâzesinden Kırmızı meş’aleler yakanları vur; Şehvetin raksına yetim sesinden Besteler, şarkılar yapanları vur! 11 Prof. M.Kaplan ve Ark:: Atatürk Şiirleri Antolojisi, İst. – 1986, s.176 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 239 Vur, katlin o kızıl sapanlarıyla Dünyaya ölümler ekenleri vur; Vur, zulmün o kanlı urganlarıyla Bir kavmi iplere çekenleri vur. Vur, etten, kemikten saraylar kuran O vahşi ruhları ezmek için vur; Dört büyük rüzgâra küller savuran O mücrim elleri kesmek için vur! Vur, sen de mukaddes hürriyet için, Dünyanın diktiği bayrak için vur; Her dinin sevdiği adâlet için, Her yerde haykıran bir hak için vur! Vur, aşkın ve hakkın zaferi için, Vur, senden bak, dünya bunu istiyor; Vur, yerde bak tarih senin seyircin; Vur, gökten bak Allah sana, “Vur!” diyor. Vur, çelik kolların kopana kadar Olanca aşkınla, kuvvetinle vur; Son düşman, son gölge kalana kadar Olanca kininle, şiddetinle vur. Vur, senin darbenden çıkacak ateş İntikam isteyen bir milletindir; Alnında doğacak kırmızı güneş, Bu senin ilâhi hürriyetindir!... (12) Yunanlıların Gücü ve Amacı Türklerin Azmi, İradesi ve İman Gücü Eskişehir ve Kütahya savaşlarındaki başarılarını büyük zafer sayan Yunanlılar, ordumuzu tamamen yok etmek için hazırlanıyordu. Eli silah tutan bütün Yunanlılar askere alınmıştı. İngiliz hükümeti bol miktarda para ve malzeme yardımı yapıyordu. Yunan kralı Konstantin Başkumandanlığı üzerine almıştı. Silahlı güçleri bizimkinden kat kat fazlaydı. Onların yirmi uçağına karşı bizim iki uçağımız vardı. Yunanlıların elinde bulunan topraklarımız, memleketin en bayındır ve zengin yerleriydi. Bizim elimizde bulunan bölgede ise düzenli yollar yoktu. Memleket fakirdi. Orduyu beslemekte zorluk çekiyorduk. Yabancı hiçbir devletten yardım görmüyorduk. Onlara ise yardımlar akıyor idi. 12 Fevziye Abdullah Tansel: M. E Yurdakul’un Şiirleri, Ank. – 198 9, s.289 240 Rasim Pehlivanoğlu Bütün bunlara rağmen, bizim ümidimiz kuvvetliydi. Azmimiz ve îmanımız bilenmişti. Her ne pahasına olursa olsun düşmanı yurttan atacaktık. Bizim için iki şık vardı: Ya bütün gücümüzle düşmana yüklenerek onları yurdumuz dışına sürecektik ya da üzerinde yaşadığımız bu toprakları savunarak ölecektik!... Türk milleti esir yaşamaktansa ölmeyi tercih ederdi. Düşmanlarımız, başkasının vatanını işgal için buraya gelmişlerdi. Bizler ise kendi öz vatanımızı kurtarmak için savaşıyorduk. Bu savaş, ruhla maddenin çarpışmasıydı. Elbette millî ruh maddeye galip gelecekti. Din ve Fikir Adamlarımızın Uyarıcı Konuşmaları O günlerde hitabet yeteneği olan din ve fikir adamlarımız şehir şehir, kasaba kasaba ve köy köy dolaşarak konuşmalar yapıyorlar; millî şuurun güçlenmesine yardımcı oluyor ve kurtuluş savaşımıza destek sağlıyorlardı. Bunlardan özellikle Ankara müftisi Rıfat Hoca (İlk Diyanet işler Başkanı Rıfat Börekçi), Ahmet Hamdi Hoca (yine diyanet işleri eski başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki) ve Mehmet Akif Bey (Ersoy) önde gelenlerdendi. Bu saygı değer insanlar konuşmalarıyla halkı etkiliyor, bilgilendiriyor ve coşturuyorlardı. Özellikle Şair Mehmet Akif Bey, eşsiz nazım gücü ve üstün hitabet (konuşma) yeteneğiyle gönülleri fethediyordu. Millî duyguları galeyanı getiren manzumeleri dilden dile dolaşıyor, genç – yaşlı herkesi adeta büyülüyordu. Bir gün Ankara’nın Hacettepe meydanında (bugünkü Hacettepe Üniversitesinin bulunduğu yerde) büyük bir miting yapılmıştı. Meydan insan kalabalığı ile dopdoluydu. Kürsüde konuşan Ahmet Hamdi (Akseki) Hoca bir ara şöyle söylüyordu: “.....Muhterem Ankaralılar! Yunanlılar şehrimizin kapısına gelip dayandılar. Her gün biraz daha hızla duyulan top sesleri, doğuya doğru başlayan göçü hızlandırmış bulunuyor..... Yüz yıllar boyu tutsaklık nedir bilmeyen asil Türk Milleti köle yapılmak isteniyor. Dünün uşakları efendi, efendileri ise köle olacak öyle mi?... Müslümanlık tarihi şimdiye kadar böyle bir zilleti kaydetti mi? Hayır, asla!... Krallara diz çöktüren, Kraliçeleri: "Ne olursunuz oğlumu tutsaklıktan kurtarın” diye yalvartan şahane imparatorluğun varisleri olarak sizler, şimdi küffar istilacıların buyruğu altında sığıntı olarak mı yaşayacaksınız? Böyle bir zillete katlanabilir misiniz? Hayır!. Milyonlarca hayır!... Öyleyse, yediden yetmişe kadar Sakarya boylarına koşacağız. Bu uğurda ölmek var, dönmek yok...” Son cümlenin söylenişinden, “ölmek var dönmek yok” sözünden sonra coşan halk hep bir ağızdan: “Ölmek var, dönmek Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 241 yok!... Sakarya’ya Sakarya’ya! ” diye bağırarak meydanı inletmişti. (13) Ahmet Hamdi Hocadan sonra Mehmet Akif Bey kürsüde görülünce coşkun alkış sesleriyle meydan çınlamıştı. Baştan sona coşkulu konuşmalarıyla kalabalığı canlandıran Mehmet Akif şu sözlere de yer vermişti. – .....Muhterem Müslümanlar! Bağrında yüz binlerce kefensiz yatan şühedânın mübarek kanlarıyla sulanmış şu vatan toprakları, bugün küffarın kanlı ve çamurlu çizmeleri altında hunharca çiğnenmektedir..... Yurdun dört bir yanı mülevves düşman ayakları ile çiğnenirken, soluk alıp yaşamamızın bir değeri var mıdır?..... Yunan Palikaryaları, Sakarya kıyılarında Müslümanlığın son kalesini çökertme hazırlıkları içinde bulunurken, Ey Müslüman kardeşlerim!... Bu korkunç manzaraya bizler seyirci kalabilir miyiz?... Elbette hayır! Ey Müslüman Türk Milleti! Sen zor günlerin adamısın... Yaşlınız, genciniz, kadın ve erkeğiniz Sakarya’ya koşacaksınız, biliyorum...” Mehmet Akif konuşurken meydan alkışlarla, – Yaşa, varol! Millî Şair, çok yaşa!” nidalarıyla inliyordu. Alkışların dinmesini bir süre bekleyen Şair Mehmet Akif cebinden çıkarttığı kâğıttan yeni yazdığını söylediği manzumesini okumuş ve halkı yeniden coşturmuştu. Bu şiirin 5 kıtasını aşağıya alıyorum: U Y A N !... Baksana kim boynu bükük ağlayan? Hakk-ı hayatın senin ey Müslüman!... Kurtar O biçareyi Allah için, Artık ölüm uykularından uyan!... Bunca zamandır uyudun, kanmadın, Çekmediğin kalmadı, uslanmadın, Çiğnediler yurdunu baştan başa. Sen yine bir kerre kımıldanmadın!... Ninni değil dinlediğin velvele... Kükreyerek akmada müstakbele, Bir ebedi sel ki zamandır adı, Haydi katıl sen de o coşkun sele... 13 Zekai Eryalaz: Söz Vatan olunca, Ank. – 1986, s.42-43 Rasim Pehlivanoğlu 242 Ey koca şark, ey ebedî meskenet!. Sen de Kımıldanmaya bir niyyet et. Korkuyorum Garb’ın elinden yarın, Kalmayacak çekmediğin mel’anet... Hakk’ı hayatın daha çiğnenmeden, Kan dökerek almalısın merd isen, Çünkü bugün ortada hak sahibi, Bir kişidir: “Hakkımı vermem!” diyen... (14) Şiirin okunması bitince, Hacettepe alanında yankılanan alkış sesleri dalga dalga yayılarak, müstevlii (istilacı) düşmanın suratına bir şamar gibi çarpmak üzere Sakarya kıyılarına doğru uzaklaşmıştı. Gene o günlerde, Ankara Müftüsü olan değerli bir din bilgini Rıfat (Börekçi) Hoca, Hacıbayram camiinde halkı etkileyici vaazlar veriyordu. İslâm tarihinden de söz ederek halkı bilgilendiriyor, uyandıran ve duygulandıran önemli açıklamalarda bulunuyordu. Bir gün konuşmasının sonunda, içinde bulunduğumuz acıklı duruma değinerek sözlerini şöyle bitirmişti: “.....Düşman işte şimdi Sakarya boylarında... Harîm-i İsmetimize göz dikmiş. Bizi Ecdat yâdigarı vatan topraklarından söküp atmak istiyor. Buna fırsat verecek miyiz? Düşman isterse on kat, yüz kat güçte olsun. Biz metanetle, ihlâsla yurdumuzu savunursak, Yüce Hakk’kın Vaad-i ilâhîsi yine tecelli edecek. Tıpkı Bedir kuyularında olduğu gibi, yine müşrik güçler, Sakarya kıyılarında da perişan edilecek. Vatan toprakları düşmanlardan temizlenecektir. Buna ben yürekten inanıyorum. Sizin de inanmanızı bekliyorum. Haydi durmayalım, namazdan sonra genç, yaşlı, bütün maddî ve manevî imkânlarımızla sizi Millî Ordumuzu desteklemeye çağırıyorum. Zafer inananlarındır. Allah yardımcımız olsun. El fâtiha!...” (15) Müftü Rıfat Hocanın, Hacı Bayram Camiinde verdiği vaazın etkileri büyük olmuştu. Pek çok kimse Millî Orduya katılmaya ve yardımcı olmaya koşmuştu. İsmi bilinmeyen bir şair, o günlerde şöyle yazmıştı: 14 15 a.g.e., s. 46-48 a.g.e., s. 52-56 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 243 ZAFERE DOĞRU Büyük davaya inan Uyan Milletim uyan Şehitlerin torunu Kuvvet aldı imandan Yalnız değil tümüz biz Güçlüyüz kuvvetliyiz Bize zafer ihsan et Kurtulsun Milletimiz Ordu – Millet elele Düşmana vurduk sille Tarihten güç aldık biz Yaşasın Mücadele. (16) Ordu - Millet Elele “Türk milleti hakikaten büyük millettir. Hüner ona layık kumandan olabilmektedir.” K. ATATÜRK Askeriyle siviliyle, hacısıyla hocasıyla, kadınıyla kızıyla, eli silah tutan bütün insanlarıyla cepheye koşan; son vatan parçasını korumak için göğsünü siper eden böylesi bir “Ordu – Millet” karşısında hangi kuvvet dayanabilirdi?... Hele ona bir de dirayetli başkumandan bulunmuşsa!... Yukarıda belirtildiği üzere Meclis kararıyla Başkumandanlık görevini alan M. Kemal Paşa, Fevzi Paşa ile Polatlı Cephe karargâhına gelmişti. Bir gezi sırasında attan düşerek kaburga kemikleri kırılan M. Kemal, Ankara’da gerekli tedaviyi yaptırdıktan sonra yine cepheye koşmuştu. Oturduğu yerden savaşı idare ediyordu. Yunan kuvvetleri 19 Mayıs 1921’de Eskişehir – Seyitgazi hattından yürüyüşe geçti. Ordumuz ise ciddî bir savaşa girmeden geriye çekildi. Sol kanadımızı sarmak isteyen düşman Ankara’ya 50 km. kadar yaklaşmıştı. Ordumuzun cephesi batıya dönük iken güneye çevrilmişti. Ankara’da heyecan artmış, şehrin boşaltılması için tedbirler alınmıştı. Meclisin Kayseri’ye taşınması düşünülüyordu. Erzurum Milletvekili Durak Bey: 16 Akından akına: (Sahibi – tarihi belirsiz) Derleme el kitabı, s.48 244 Rasim Pehlivanoğlu – Arkadaşlar nereye gidiyoruz? Düşman bizi burada kendisini yenmek için tedbirler düşünürken bulmalıdır” diyerek meclisi sakin olmaya çağırmıştı. Planlı olarak geri çekilen bizim ordumuz bir merkezde toplu iken, düşman ordusu yeteri kadar dağılmış ve toparlanması güçleşmişti. Artık düşmanla temas sırası gelmişti. 23 Ağustosta başlayan düşman taarruzu ile 100 km.’ lik bir cephede savaş veriliyordu. 25 Ağustosta ordumuz karşı hücuma geçmişti. Düşman ordumuzu çevirme hareketinde başarıya ulaşamamıştı. Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. Daha önce manevra sırasında attan düşerek sol böğründeki kaburga kemikleri kırılan Başkumandan M. Kemal Paşa: “Benim hayatımın ne değeri var. Yeter ki vatan kurtulsun” diye düşünerek iyileşmeden hasta halinde cepheye yetişmişti. Oturduğu koltuğunda savaşı idare ediyordu. Aşağıda yer alan ünlü tarihî emrini de bu halinde vermişti: – Hattı müdafaa yoktur. Sathı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla sulanmadıkça terk olunamaz!... Kaçan Düşman Bu emri alan Mehmetçikler düşmanın üzerine sel gibi aktı ve düşman püskürtüldü. Yeniden toparlanan düşmana karşı 10 Eylül 1921’de Türk Ordusu bütün gücüyle taarruza geçmişti ve düşman bozulmuştu... Kaçmaya başlayan düşmanı kovalayan Mehmetçiğin o günlerdeki duygusunu bir şair deyişiyle şöyle ifade edebiliriz: Dur! Ey kahpe düşman yeter artık ettiğin! İnsanlıktan ayrılarak vahşiliğe saptığın. Gel hesap ver, ne kadardır dökülen şu Türk kanı? Diz çök yalvar, eğ başını, yüce Türk’ü tez tanı! Yıkıldı mı bu yurt sandın? Yoksa Türkler öldü mü? Alçak duygu düşüncenle hayalinde söndü mü? Ölmez bil ki yüce Türklük, yaşadıkça bu dünya, Çünkü Türkler cenk eridir, bunu şimdi bildin ya... Dönse dünya dönmeyiz biz yolumuzdan hiç geri. Haksızlığa, zulme karşı yürüyelim... İleri! Rasim Pehlivanoğlu Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 245 Geceli Gündüzlü 22 Gün Süren Savaş Kaçan düşmanı kovalayan Mehmetçikler, yetiştiği düşman askerlerini süngülüyordu. Sakarya kıyısında süngüleyip ırmağa yuvarladığı ve bu yüzden Sakarya Nehrinin günlerce kanlı aktığı dillerde söylenegelmektedir... Bozulan Yunan ordusu, 12 Eylül’de kesin yenilgiye uğramış, 13 Eylül’de ise tamamen geri çekilmişti. 22 gün (bazı yazarlara göre 21 gün) geceli gündüzlü devam eden Sakarya Savaşı, nihayet Türk ordusunun zaferiyle sonuçlanmıştı. Zaferin başarısını milletimize maleden M. Kemal Paşa Sakarya’da canla başla çalışan askerlerimize hitaben yayınladığı övgü yazısında şöyle söylüyordu: – Türk Milleti hakikaten büyük millettir. Hüner, ona layık kumandan olabilmektedir” diyordu. Kazanılan Sakarya zaferi, bütün memlekette coşku, sevinç ve gösterilerle kutlanmıştı. M. Kemal Paşaya da TBMM Mareşal’lık rütbesini ve gazilik unvanı vermişti. Sakarya’da doğan güneşi, Şair Yahya Saim’den dinleyelim: SAKARYA GÜNEŞİ Ne karanlık bir gündü, Tehlikedeydi vatan... Kur’ân bile üzgündü Bu karanlık dalgadan Çocuk, kadın, ihtiyar Gözümüş yaşla dolu. Arıyorduk bir kenar Görmeden sağı, solu. Kara bayraklar açtık Rengi solan güneşe. Tekbirlerle gam saçtık Kalplerdeki ateşe... Hutbelerin sesleri Ezanlarla sarmaştı. Bir sıcak rüzgâr gibi Gönülleri dolaştı. Nihâyet güneş doğdu Sakarya’nın üstünde, Karanlıkları boğdu “Bittik” denen bir günde. 246 Rasim Pehlivanoğlu O günden beri yaşar Dillerde “Kemal” adı. Duyunca ruhum taşar Kırılmasın kanadı (17) Sakarya Savaşının Sonuçları “Türk ordusunun Sakarya’da kazanmış olduğu muharebe pek büyük bir meydan muharebesidir. Harp tarihinde benzeri belki olmayan muharebesidir.” bir meydan K. ATATÜRK Sakarya zaferinin, millî davamızın gelişmesine büyük etkisi olmuştur. TBMM hükümetinin ve Türk ordusunun kudreti ve kuvveti dünyaya bir kere daha tanıtılmış ve Türk Milletinin tutsak edilemeyeceği anlaşılmıştır. Manevî kuvveti sarsılmış olan düşmanın ise zafer ümidi kırılmış ve azmi sarsılmıştır. Bundan sonrası için taarruza değil, savunmaya geçmişlerdir. Malta’ya sürülmüş olan aydınlar da Sakarya Savaşından sonra memlekete dönmüşlerdir. Sakarya Savaşı’nın siyasî sonuçları da olmuştur. Şöyle ki: Kars Antlaşması: Bilindiği üzere, Ruslarla 16 Mart 1921’de Moskova antlaşması yapılmıştı. Bundan sonra Kafkas Cumhuriyetleri (Azerbeycan, Ermenistan, Gürcistan) Rusya’ya (Sovyetler Birliğine) dahil olmuştu. Bu devletlerle sınırlarımızın kesin belirlenmesi gerekiyordu. Sakarya zaferinden sonra Rusların aracılığı ile Kafkas Cumhuriyetleriyle de aramızda 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması imzalandı. Kars Antlaşması, Moskova Antlaşmasının tekrarı mahiyetinde idi. Bu devletlerle olan bugünkü sınırlarımız o gün çizilmişti. Mîsâk-ı Millî sınırlarımızı da kabul etmişlerdi. 17 M.Kaplan ve Ark.: Atatürk. Şiirleri .Antolojisi, Ank. - 1986 , s.7 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 247 Ankara İtilâfnamesi’nin İmzalanması: Yukarıda belirtildiği üzere, Fransızlar işgal ettikleri Adana, Urfa, Maraş illerinden çekilmek zorlarında kalmışlardır. Bin güçlükle işgal ettikleri Antep’de tutunamıyorlardı. TBMM ile dost geçinmeyi kendi millî çıkarlarına daha uygun buluyorlardı. Bunun için, aramızda ateşkes anlaşması yapılmıştı. Yunanlılarla savaşlarımızda tarafsız kalmışlardı. Ama asıl barış antlaşmasını yapmaya yanaşmıyorlardı. Sakarya savaşının sonucunu bekledikleri anlaşılıyordu. Sakarya Savaşından sonra Türklere yaklaşan Fransızlarla aramızda, 20 Ekim 1921’de Ankara İtilâfnamesi (uzlaşması) imzalandı. Ankara İtilâfnamesine göre: Fransızlar, Mîsâk-ı Millî sınırlarımızı kabul ediyorlardı. Güney cephesinden kuvvetlerini çekeceklerdi. Hatay şimdilik Fransızlarda kalacaktı., ama çoğunluğu Türk olan halkına kültürel serbestlik tanınacak ve resmî dili Türkçe olacaktı. Suriye’deki Süleyman Şah Türbesinin bulunduğu (Caber Kalesi) Türk toprağı sayılacaktı. Sonraki yıllarda Caber Kalesi Suriye’ye, Hatay ise Türk’lere geçmişti. İtilâf Devletlerinin Anlaşma Teklifi: Sevr Antlaşmasını Türk Milletine kabul ettiremeyeceklerini anlayan İtilâf Devletleri, Sakarya Savaşından 6 ay sonra yeniden anlaşma teklifinde bulunmuşlardı. Yunanistan teklifi kabul ediyordu. Ama biz, Mîsak-ı Millî sınırlarını tanımalarını ve istilâcı orduların Anadolu’yu boşaltmalarını şart koştuğumuzdan anlaşma olamadı. (26 Mart 1922) 248 Rasim Pehlivanoğlu f- BÜYÜK TAARRUZ VE BAŞKUMANDANLIK MEYDAN MUHAREBESİ “Büyük kararlar vermek kafi değildir. Bu kararları cesaret ve kesinlikle tatbik etmek lâzımdır.” K. ATATÜRK Sakarya zaferinden sonra perişan olan ve bozulan düşmana derhal saldırarak yok edilmesi düşünülebilirdi. Fakat bu askerî kurallara uygun düşmezdi. Dıştan desteklenen düşmanı küçümsemek doğru değildi. Doğru olan ciddî bir hazırlık döneminden sonra saldırıya geçmekti. M. Kemal ve çevresi böyle düşünüyordu. Ama meclisteki muhalif grup hemen saldırılsın, düşman toparlanmadan yok edilsin istiyorlardı. Avrupa’da: “Türkler savunma yapar fakat saldıramaz” kanaati vardı. Bu kanaat yıkılmalıydı. Ama hazırlıksız ya da yarım hazırlıkla saldırılamazdı. Önceki savaşlar savunma savaşı idi. Türkler savunmada idi. Bu sefer taarruzu biz yapacaktık, ama tam yapacaktık... M. Kemal Paşa, 4 Mart 1922’de meclisin gizli oturumunda bilgi vermiş ve gereksiz münakaşalardan kaçınılmasını istemiştir. Bu arada: – Hayır efendiler! Bizim mühim ve asıl vazifemiz siyaset yapmak değildir. Bizim ve bütün memleket ve milletin yegâne vazifesi, topraklarımızda bulunan düşmanı süngülerimizle tardetmektir” demiş ve şunları ilave etmiştir: – Ordumuzun asıl kararı taarruzdur. Fakat bu taarruzu tehir ediyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tamamen ikmale biraz daha zaman lâzımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha kötüdür” diyerek zihinlerdeki şüpheyi gidermeye çalışmıştır. Taarruz hazırlıklarının da gizli tutulmasına özen göstermiştir. Sakarya Savaşı öncesinde çıkarılan Başkumandanlık kanununun süresi her 3 ayda bir uzatılıyordu. Süreyi yeniden uzatmak için 6 Mayıs 1922’de Mecliste yapılan oylamada, muhaliflerin oylarıyla sürenin uzatılması reddedilmişti. Evinde hasta yatağından kalkarak ertesi gün Meclise gelen M. Kemal, yapılan gizli oturumda muhaliflere cevap vermiş ve konuşmasını şöyle bitirmişti: – .....Mecliste tecelli eden reye göre, derhal kumandadan el çekmek isterdim. Fakat, telâfisi mümkün olmayan bir fenalığa meydan bırakmamak mecburiyeti karşısında bulundum: Düşman Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 249 karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Binaenaleyh bırakamadım. Bırakamam ve bırakmayacağım!...” demişti. Mecliste yapılan tartışmalardan sonra, 11 muhalif ve 17 çekimser oya karşı 177 oyla başkumandanlık kanunu 3 ay daha uzatılmıştır. 1) Büyük Taarruza Hazırlık “Mustafa Kemal’in hususiyetlerinin başında çok düşünmek, çok danışmak, kendi inandıklarını iyice kontrol etmek ve başkalarının da ona inandıklarını görmek gelir.” F. R. ATAY Sakarya Savaşında yenilerek çekilen Yunan ordusu, Eskişehir – Afyon – Ahırdağı hattında yeni bir cephe kurmuştu. Bu hattı tahkim eden Yunanlılar, birkaç sıra tel örgü ile de çevirmişlerdi. Hazırladıkları mevzilerine çok güveniyorlardı: – Türklerin buraları alması, Atina’yı almaları kadar imkansızdır” diye övünüyorlardı. Türk ordusu ise Sakarya Savaşından sonra büyük taarruza kadar geçen devrede, planlı bir şekilde hazırlıklarını tamamlamaya çalışmıştı. Memleketin bütün kaynakları ordu emrine verilmişti. Silah altına alınan yeni erlerin talim ve terbiyesiyle ordumuz kuvvetlendirilmişti. Memleketin savaş bölgelerinde tren yolları ve düzenli kara yolları yoktu. Askerler yaya olarak cepheye gönderiliyordu. Cephane ve giyecekler insan sırtında, hayvan sırtında ve kağnılarla cepheye taşınıyordu. Binlerce sandık cephene, top ve tüfek, İtilâf Devletlerinin işgali altındaki İstanbul’dan kaçırılarak binbir güçlükle Anadolu’ya geçiriliyordu. Bütün dünya kaynaklarından faydalanan düşman, bizden üstün durumdaydı. Bizim 5, onların 12 uçağı vardı. Sayı ve ateş kudreti bakımından üstün olan düşmana karşı, ruh ve iman kuvvetine sahip olan Türk askeri, manevî üstünlüğüne dayanarak düşmanla çarpışacaktı. İnanıyordu ki: Ruh maddeyi yenecekti. 20 Temmuz 1922’de, Mecliste başkumandanlık kanunu yeniden müzakere edildi. Müzakere sonucunda Gazi M. Kemal Paşaya başkumandanlık görevi süresiz olarak verilmişti. M. Kemal, kendisini ziyaret için Konya’ya kadar gelen İngiliz Generali Tavshend’le görüşmek bahanesiyle, 21 Temmuz 1922’de Ankara’dan ayrıldı. Önce Akşehir’de kurulan cephe karargahına 250 Rasim Pehlivanoğlu uğradı. 24 Temmuz’da General Tavshend’i Konya’da kabul etti ve görüştüler. Büyük bir hayranlıkla kendisinden ayrılan Tavshend, soranlara şöyle demişti: – Ben şimdiye kadar 15 hükümdar ve Cumhur Reisi ile hususî ve resmî konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum. M. Kemal’de büyük bir ruh kuvvetinin esrarı var” diyerek Onun üstün kişiliğini belirtmişti. (18) 27 Temmuz’da Akşehir’e dönen M. Kemal, Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa ile saldırı hazırlıklarını burada yeniden gözden geçirmiş ve Ankara’ya dönmüştü. İsmet Paşa 6 Ağustos 1922’de, Ordu Kumandanlıklarına taarruz hazırlığı plânını gizli olarak vermişti. Taarruz, birkaç kişi dışında bütün Ankara’da gizli tutulmuştu. Hattâ M. Kemal 21 Ağustos 1921 günü, cepheye gittiği halde Ankara Çankaya Köşkünde bir çay ziyafeti vereceğini gazetelerle yayınlayarak dünyaya duyurmuş ve taarruzu gizlemiştir. O günlerin havasını teneffüs eden Mustafa Yıldız isimli bir şairimiz Ferman isimli şiiriyle herkesi savaşa çağırıyordu: FERMAN Açtım sancağını kutlu savaşın Er olan, evinde durmasın gelsin! Ölümden, yaradan şerefli başın, Ah ile vah ile yormasın gelsin! Ayrılsın sıladan, köyden ilinden, Dökülsün er sözü erin dilinden. Anadan, bacıdan, yârin halinden, Tez olup savaşa sormasın gelsin! Bir akın başlasın yeni çağlara, Son olsun bu savaş çelik ağlara. Yiğitler diyarı yüce dağlara, Konak otağını kurmasın gelsin! Silahın, kefenin alsın eline, Açıp er döşünü fecrin yeline, İman savaşının destan seline, Atına eyerin vurmasın gelsin! (19) 18 19 Salih Omurtak ve Arkadaşları: Atatürk, İst. – 1970, s. 157 Akından akına: (Sahibi – tarihi belirsiz), Derleme el kitabı s 54 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 251 2) Büyük Taarruz Başlıyor 20 Ağustos 1922’de Akşehir’e gelen M. Kemal Paşa, 26 Ağustos 1922 Cumartesi günü sabahı için düşmana taarruz emrini vermişti. Taarruz plânına göre düşmanın sağ kanadına taarruz edilerek Ege denizi ile bağlantısı kesilecek ve bir yok etme meydan savaşı ile düşman anayurttan temizlenecekti. 26 Ağustos sabahı saat 03.00’te kalkan M. Kemal Paşa, İsmet ve Fevzi Paşalar ile, savaşın idare edileceği Kocatepeye çıktılar. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber (tanyeri ağarırken), Başkumandan taarruz emrini verdi. Şairin ifadesiyle: “26 Ağustos gece sabaha karşı, Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı! Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar! Altüst oldu siperler, eridi demir ağlar!...” Mısralarında ifadesini bulan büyük taarruzun başlamasıyla, sığındıkları Afyon şehrinin etrafını çepeçevre ördükleri elektrikli tellerin bir hamlede parçalandığını gören ve neye uğradığını şaşıran düşmanlar, uykulu gözleriyle, kurtuluşu kaçmakta bulmuşlardı... Ahır dağını aşan Türk ordusu düşmana habire saldırıyordu... Bir süvari bölüğü de Uşak’tan İzmir’e giden telgraf hatlarını keserek, düşmanın İzmir’deki başkumandanıyla olan irtibatını önlemişti. Taarruzun birinci günü düşmanın ilk hatları zaptedilmişti. 27 Ağustos günü savunma cephesi yarılan Yunan tümenleri perişan bir halde geri çekiliyordu. 8. Tümenimiz Afyon’a girmişti. 1. Ordu kaçan düşmanı takip ediyor, peşini bırakmıyordu. 30 Ağustos günü iki yandan kuşatılan düşmanın ricat (kaçış) hatları Türk süvari birlikleri tarafından kesilmişti. Dumlupınar’da kesin sonucu verecek meydan muharebesine mecbur edilmişti. 3) 30 Ağustos 1922 Başkumandan Meydan Muharebesi Yunan kuvvetleri, doğudan ve kuzeyden 1. ve 2. Ordularımız ile, kuzey ve batıdan Süvari Kolordumuz tarafından Aslıhanlar bölgesinde tamamen sarılmış, ateş çemberi içine alınmıştı. Bu ölüm çemberini yarmak isteyen düşman, her teşebbüsünde süngü ve ateşle karşılanmış, teslim olmaktan başka çareleri kalmamıştı. 252 Rasim Pehlivanoğlu Dumlupınar bölgesinde akşama kadar devam eden ve adına “Başkumandan Meydan Muharebesi” denilen bu savaş neticesinde kesin yenilgiye uğrayan Yunan ordusu, birçok ölü, yaralı ve esir bırakarak kaçmaya başlamıştı. Bu suretle, Dumlupınar Meydan Savaşı zaferle sona ermiş ve düşmanın tamamına yakını yok edilmişti!... Düşmanın bir yıl boyunca tahkim ederek övündükleri bütün mevzileri 4 günde zaptedilmişti. Düşman kaçmaya başlamış ve zafer kazanılmıştı. M. Kemal zaferi asıl kazananın kim olduğunu soranlara şöyle açıklamıştı: – 30 Ağustos zaferini kazanan ben değilim. Bunu asıl, tel örgülerini hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan, kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan kahraman askerler kazanmıştır. Ne yazık ki, her birinin adını Kocatepe’nin sırtlarına yazmak mümkün değildir. Fakat hepsinin ortak bir adı vardır: TÜRK ASKERİ!...” (20) Aşağıda sayfalarımıza aldığımız birçok şiirle o günlerin havasını teneffüs edelim. Savaşırken ölen bir şehidin duygularını belirten şiir: cebinden VASİYET Yaşlı anam oğul diye ağlarken Yeşil yurda düşman ayak basmasın Altın ırmak şırıl şırıl çağlarken Ocağıma düşman ateş salmasın. Malım, mülküm helâl olsun millete Canım kurban olsun ulu devlete Katlanırsam eğer ben bu zillete Yere batsın soyum sopum kalmasın. Yalın kılıç düşmanıma çalmazsam Bir başıma ordusuna dalmazsam Güzel İzmir eğer seni almazsam Leşim koksun kara toprak almasın. 20 21 Takvim levhasından alınmıştır. Akından akına: (Sahibi – tarihi belirsiz), Derleme el kitabı s 55 (21) çıkarılan ve Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 253 Böylesi duygusal şiirleri yazan Mehmetçiklerimiz bir değil birçoktu... Bir başka şehidimizin diliyle Halim Yağcıoğlu’nun yazdığı şiirde ağlayan anneler şöyle teselli ediliyordu. ANNE Anne! Beni vatan için doğurdun. Söyle kirpiğinde titreyen yaş ne? Mertlikle içimi kardın yoğurdun, Hiç asker anası ağlar mı anne? Gül, bugün oğlunun büyük şenliği, Askere çağrıldım, hakkını helâl et. Anne! Anne giyin al gelinliği, Fedâ olsun yurda bu kan, kemik, et. Ağlama içime hicran dolacak, Gidiyorum diye ne bu göz yaşın. Şehitlik haberim bir gün gelecek. Göklere değecek gururdan başın. (22) Savaş günlerinde Dertli mahlasıyla nişanlısı Ayşe’den cephedeki Mehmed’ine ve Mehmed’den Ayşe’sine yazılan şiirlerde şöyle söyleniyordu. AYŞE’DEN MEHMED’E MEKTUP Vatanın derdiyle coşan Mehmed’im, Hududdan hududa koşan Mehmed’im, Esaret ağından boşan Mehmed’im, Yolun sarp olsa da gülerek yürü, Yürü, bin düşmana karşı tek yürü! Gözünü yumarak atıl ateşe, Ya devlet başa de, ya kuzgun leşe. Seni düşündükçe nişanlın Ayşe Ağlıyor derseler yalan, Mehmed’im. Düşmana arslanca salan Mehmed’im... Annen de arkandan ağlıyor sanma, Gönlünü hasretin dağlıyor sanma, Gözünden kanlı yaş çağlıyor sanma. O da sen askere çağrıldığın gün Yapmıştı benimle beraber düğün! 22 Seyfettin Yazıcı: Milletimize Sesleniş, Ank. – 1977, s.60 Rasim Pehlivanoğlu 254 Düşmanı yakarken gözündeki kin Anlat ki: Türk ili değildir tekin Kalbin metin olsun, kılıcın keskin, Düşmana okuyup binlerce lânet Seni ben Rabbime ettim emânet! Düşmanın geçtikçe Türk’ün hakkına Bir dakika süngün girmesin kına. Başla tâ İzmir’e doğru akına: Ya ölüm, ya zafer... Muskan bu olsun, Geçtiğin yer senin şânınla dolsun. (23) MEHMED’DEN NİŞANLISI AYŞE’YE CEVAP Ey beni gurbette anan nişanlım, Sevgili nişanlım, canan nişanlım, Yüreği hasretle yanan nişanlım! Anladım, gönlünü avutmamışsın, Çavuş Mehmed’ini unutmamışsın! Dün nöbet beklerken mektubun geldi, Karşımda ay gibi yüzün yükseldi. Sitemli sözlerin bağrımı deldi: “Hiç durma, düşmana atıl!” diyorsun, Beni atılmaz mı zannediyorsun? O kadar yüksek ki durduğum tepe Başıma değiyor sanki gök kubbe. Rahatım yolunda, çok şükür Rabbe, Bir nefer olsam da emir gibiyim. Top, tüfek önünde demir gibiyim! Hak bize yakında gün gösterecek, Düşmanın sırtını yere serecek. Yunanlı büsbütün bozgun verecek: Vatanda kalamaz bir düşman diri, Ordu kurtaracak yarın İzmir’i... Koynumda bir çevre, bir de En’am var, Vatanım yaşasın, ölsem ne gam var! Anama, babama çok çok selâm var: Millete dua et, ey nazlı Ayşe, Kırmızılı Ayşe, beyazlı Ayşe! (24) 23 Mehmet Kaplan ve Ark:. Devrim ve Gazi Mustafa Kemal, İst. – 1981, s. 696 Yazarlarının Kalemiyle Milli Mücadele Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa Bir şehit kızı olan; Gül Fidan’ın Cephedeki Veysel’ine Mektubu: Gülfidanım, bir şehit karısının kızıyım, Anadoluma doğan hürriyet yıldızıyım. Sen bu yurdun kuluysan, ben de ona köleyim, Bu aşkın şerbetini ikimize böleyim Birini sen, birini ben içeyim Veyselim... Gözlerim kan ağlarken kalem tutmuyor elim. Kalbim bir dert kuyusu, artık dolmak üzere, Bahçemizde açılan güller solmak üzere... Bu dertleri koymağa artık yerim kalmadı, Karaciğer yaralı, akciğerim kalmadı. Annemiz ak saçına varsın kara bağlasın, Varsın Kadir beşikte annem diye ağlasın... Onları göz görür mü bu vatan kan ağlarken? Sevgilim önce vatan, sonra da Veysel sensin, İstiyorum adıma “Şehit Gülfidan” densin Benim babam değil mi Dumlupınar’da yatan? Elden gitmek üzere, ah vatan nazlı vatan!... Yurdumuzdan sevgili daha başka nemiz var? Biz ölürsek oğlumuz, ak saçlı annemiz var. Gözlerimin önünde kardeşim asılıyor, Anasının yanında evlâdı kesiliyor... Bu acıya, taş olsa yine yürek dayanmaz. Vatan böyle yanarken içimiz nasıl yanmaz? Bu öcü almak için bu aç gözlü düşmandan, Göz yumalım hayata, vaz geçelim bu candan. Kabrimiz garp cephesi boylarına kazılsın, Ve baştaşımıza da şu yazılar yazılsın: Ey oğlunu beşikte uyutup gelen kadın! Ey hızıyla dağları yıpratıp delen kadın! Ey kabrini eliyle kendisi kazan kadın! Tarihe destanını kanıyla yazın kadın!... Ey, yurdunun kurbanı şerefli, şanlı Veysel!... Ülküsünün peşinde sağlam imanlı Veysel!... Maddi kabriniz buysa, manevî kabrimiz de Bundan önce kazıldı yeni tarihimizde... (25) 24 25 a.g.e., s. 696 Hasan TURAN (Bir gazete küpüründen alınmıştır.) 255 256 Rasim Pehlivanoğlu 4) Başkumandan Mustafa Kemal Paşanın Türk Milletine Yayınladığı Bildiri Daha çok, Başkumandan M. Kemal Paşanın stratejik alandaki manevra kabiliyetinin üstünlüğü, sevk ve idaredeki becerisinin etkisi ile düşman mağlup edilmiştir. Başkomutan M. Kemal’in, 1 Eylül 1922’de Dumlupınar’dan yayınladığı bildiride aşağıdaki ifadeler de yer almıştır. Büyük ve Asil Türk Milleti! Batı Cephesinde, 26 Ağustos’tan beri devam eden taarruz harekâtımız Afyon Karahisar – Altıntaş – Dumlupınar arasında büyük bir meydan muharebesi halinde 5 gün 5 gece sürdü. TBMM ordularının üstün kahramanlığı ve Allah’ın yardımıyla zafer gerçekleşti. Zalim ve mağrur düşman ordusunun temel varlığı akıllara dehşet verecek bir kesinlikle yok edildi..... En büyük komutanından en gencine kadar ordularımıza hakim olan düşünce, milletin gösterdiği görev uğrunda şehit olmaktır..... Milletin oy ve kararına dayanan her işin sonucu millet için hayırlı ve mutlu olduğu bir gerçektir. Milletimizin geleceği güvenlidir ve Allah’ın vaad ettiği zaferi ordularımızın kazanması kesindir. (26) Büyük taarruz ve başkumandan muharebesi, 1071 Malazgirt zaferinin ikinci halkası olmuştur. Bu zafer sonucu Yunan orduları Anadolu’dan sökülüp atılmıştır. Başkumandan M. Kemal: – Bu zafer Türk Milletinin özgürlük ve bağımsızlık fikrinin ölmez anıtıdır. Bu eseri vücuda getiren bir milletin çocuğu ve bu ordunun Başkomutanı olduğumdan sonsuz ölçüde mutlu ve bahtiyarım” diyordu. Mustafa Kemal’in Tarihî Emri Başkomutan M. Kemal 1 Eylül 1922 günü, TBMM ordularına -söylenince herkesi titreten- şu tarihî emrini vermişti: – ORDULAR! İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ’DİR. İLERİ!...” Bu emri alan Mehmetçikler şahlanmış, yayından fırlamış bir ok gibi uçmuş, sel gibi düşman üzerine akmıştı. Bütün ağırlığını bırakarak kaçan düşman, Afyon’dan Ege ve Marmara kıyılarına doğru sürülüp gitmişti. Mehmetçiğin önünden kaçan düşman, hiç duraksamadan kovalanmış ve 9 Eylül sabahı İzmir’de denize dökülmüştü. 26 Em. Tümg. Muzaffer Erendil:Çok Yönlü Lider, Ank. – 1986, s.172 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 257 O ana baba gününde, açık bir otomobil ile hasretini çektiği İzmir’e girerken: – Yaslı gittim şen geldim. Aç koynunu ben geldim” diyen M. Kemal’e bütün İzmir halkı bağrını açmıştı. 9 Eylül’de İzmir’e gelen ordumuz hakkında İzmir telsizinden o gün şu haber yayınlanıyor: “Türk süvarileri bugün 9 Eylül Cumartesi öğleden önce saat 11.30’da, halkın sevinçleri ve gözyaşları arasında İzmir’e girdiler.” O ne sevinçti ki Yarabbi! Nihayet Türk askeri İzmir’de görülmüş ve Türk Bayrağı İzmir semalarında dalgalanmaya başlamıştır!... Ertesi gün, yanan ve yakılan yerleri dolaşarak halka gönül dolusu ışık ve şifa dağıtan M. Kemal geleceğe ümitle bakıyordu: “Bir gün bu yangın yerlerinde gene baharlar tomurcuklanacak. Allah bize bu günleri gösterdi” diyordu. Sevinçten ayağı yere basmayan İzmir halkı kaç gün kaç gece şenlik şadumanlık içinde günlerini geçirmişlerdi. Eğitimci Şairimiz merhum Cahit Külebi düşmanın kaçış olayını şöyle tasvir ediyordu. KEMAL PAŞANIN ORDUSU Kattı Kemal Paşanın ordusu düşmanı uğruna Pişman etti anasından doğduğuna. Çevirdi Sakarya, çevirdi süvariler, Veryansın etti topçu, Veryansın etti piyadeler. Kattı Kemal Paşanın ordusu sürdü gitti, Yetiştikçe vurdu düşmana. Hayın düşman sarhoş gibi sallana sallana On beş günde İzmir’i dar buldu, Ölen kurtuldu, sağ kalan teslim oldu. Kaçtı gemiler. Alnı sargılı, kolu sargılı, boynu sargılı, Ahmetler, Bekirler, Aliler, Mahmutlar, Kâzımlar, İsmailler Peşlerinden yettiler, Diz çöküp Kordonboyu’na Ta yürekten çekip tetiği Gemilere yaylım ateş ettiler. 258 Rasim Pehlivanoğlu Devam eden Cahit Külebi M. Kemal’e şöyle sesleniyordu: Bu ne inançtı ki, Gazi Paşa! Atının teri kurumadan Sürüp gittin Yeni yeni savaşların peşinden. Sana borçluyuz ta derinden! Çünkü yurdumuzu sen kurtardın, Hasta, yorgun düşmüştük, Yaralarımızı sen sardın. Yiğittin, inanç doluydun, yapıcıydın, Sanatkârdın, denizler kadar engin; Kimsenin görmediğini görürdü Sevgiyle bakan gözlerin. Dedin ki: Bu millet, bu büyük millet Yüzyıllar boyunca geri kalmış; Bu yurt, bu güzel yurt, bizim yurdumuz Her yanından yaralar almış Dedin ki: Bir güzel savaşmalı Kurmak için yeniden; Bilgiyle, inançla, coşkunlukla “Öğün, çalış, güven!” (27) “Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur!” K. ATATÜRK Şair Kemâlletin Kâmi’nin şehit düşen Mehmetçiğin ağzından annesine yazılan şiirli mektup aşağıya alınmıştır. İZMİR YOLLARINDA Belki şimdi, sana son Sözlerimi yazmadan, Gözlerim kapanacak... Belki var daha beş on Dakikalık bir zaman... Anne, için yanacak Mektubum okunurken... Lâkin ölümün eli Alnıma dokunurken Beliren bir emeli 27 M. Kaplan Atatürk Şiirleri Antolojisi, Ank. – 1986, s. 195-197 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 259 Çok görme bana sakın! Ben Tanrı’ya en yakın Bir yola sapıyorum, Milletimin uğrunda Türbemi yapıyorum!... Madem ki gün gelecek, Herkes aynı meleğin Önünde eğilecek... Niçin o güne değin Çan sesleri duyayım Bugün de bir yarın da! Bırakın uyuyayım İzmir kapılarında. Anne, elveda artık, Şu iki üç asırlık Gecenin gündüzünü Görmeden gidiyorum... Ne beis var diyorum, O günün seherinde Senin ince yüzünü Görüyor gibiyim ya!... Sütünden, ekmeğinden Ne verdinse helal et! Söyle Hacer’e, O da Hakkını helal etsin, Gönülcüğü dilerse Başka birine gitsin! Ben ermeden murada, Ecel kırdı kolumu; Artık beyhude yere Beklemesin yolumu!... (28) Şair Samih Rıfat, “Akdeniz Kıyılarında” isimli (marş olarak bestelenen) şiiriyle, İzmir’e kavuşan Türk askerinin sevincini dile getiriyordu. AKDENİZ KIYILARINDA Yaslı gittim, şen geldim Aç koynunu ben geldim Bana bir yudum su ver Çok uzak yoldan geldim 28 Mehmet Kaplan ve Ark:. Devrim ve Gazi Mustafa Kemal I, İst. – 1981, s. 593 Yazarlarının Kalemiyle Milli Mücadele Rasim Pehlivanoğlu 260 Korkma, açıl! Şen yurdum Dağlara ordu kurdum Açık denizlerine Süngümle kilit vurdum Rüzgârlardan atım var Şimşekten kanadım var Göğsümde al yapılı Gazilik beratım var Rüzgâr bana at oldu Şimşekler kanat oldu Eğilin gökler dedim Bulutlar kat kat oldu Irmaklar gibi taştım Yalçın kayalar aştım Hakka şükürler olsun Geldim sana ulaştım Varsın, yansın ocağım Kurtuldu al sancağım Bayrağımın altında Ben hür yaşayacağım Deniz, deniz, Akdeniz! Suları berrak deniz Karşıda yâr ağlıyor Gideyim, bırak deniz! Açıldı Kale yolu Göründü Gelibolu Bırak beni gideyim Orası yârla dolu Yürü ey şanlı Gazi! Kılıcı kanlı Gazi! Seni Meriç bekliyor Büyük ünvanlı Gazi! (29) Not: Marş olarak bestelenmiş olan bu şiir, gençlik yıllarımızda, öğrencilerin ve askerlerin uygun adımla yürüyüşlerinde heyecanla söylenirdi. Türkçü Şairimiz Ziya Gökalp, kazanılan zaferin heyecanıyla yazdığı, “Ak Destan” şiiriyle milletçe duyulan kıvancı belirtiyordu. 29 Mehmet Kaplan ve Ark:. Devrim ve Gazi Mustafa Kemal II, İst. – 1981, s. 1035 Yazarlarının Kalemiyle Milli Mücadele Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa AK DESTAN Dinleyin kardeşler, bu Ak destanı! Rahman bir fiskeyle ezdi şeytanı: Kurtardı Yunan’dan esir vatanı... Bundan sonra artık sulh yakındır, Sulhu yapan, bil ki ancak akındır... Bir hafta içinde ele geçti bak: Afyon, Eskişehir, Kütahya, Uşak... İzmir ile Bursa oldu son konak... Garbi Anadolu hep geçti ele Mânen alınmıştır Edirne bile... Bekliyordu bizi İzmir kızları, O yeşil Bursa’nın ak yıldızları... Bundandır ordunun çılgın hızları... Koşunuz askerler! Çabuk varınız! Bekleyen kızınız, yahut karınız! Bekliyordu kumral başlı çocuklar, Yollarda gözleri yaşlı çocuklar: – Nereye ey samur kaşlı çocuklar? – Askere su verir, yara sararız. Babamız gelmiş mi diye ararız... – Şüphesiz gelmiştir babalarınız. Sevinsin zavallı analarınız... Yeniden olacak şen yuvalarınız... Millet size açtı şefkat kucağı, Daima tütecek Türk’ün ocağı... Üzümden taşacak yine bu bağlar, Bağlarla dolacak yine bu dağlar... Şimdi Türk’tür gülen, düşmanlar ağlar... Kesildi yârinden yadların eli Yine Türk’ün oldu İzmir güzeli... (30) 30 a.g.e. s. 956 261 262 Rasim Pehlivanoğlu 5) Mudanya Ateşkes Antlaşması (Mütarekesi) “Milli mücadeleyi yapan doğrudan doğruya milletin kendisidir. Milletin evlatlarıdır. Millet analarıyla, babalarıyla, hemşireleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edindi.” K. ATATÜRK İzmir’i kurtaran Türk ordusu işgal altındaki diğer vatan topraklarını da kurtarmak kararındaydı. Kuvvetlerimizden bir kısmı İzmit’ten İstanbul yönünde ilerlerken, diğer bir kısmı Çanakkale’ye yaklaşmıştı. Telaşa düşen İtilaf Devletleri anlaşmak istediklerini bildirdiler. M. Kemal Paşa, Mudanya’da askerî bir konferansın toplanmasını kabul ettiğimizi ve bu konferansta İsmet Paşanın Türkiye’yi temsil edeceğini bildirmişti. 3 Ekim 1922’den itibaren delegeler gelmeye başlamıştı. Yunan delegeleri toplantıya katılmamış, sonucu gemide beklemişti. 9 gün süren müzakere sonunda Türk görüşü ve isteklerine uygun olarak hazırlanan mukavele (anlaşma şartları) 11 Ekim 1922’de imza edilmişti. Mudanya Ateşkes Antlaşmasına göre: Yunanlılar Trakya’dan 15 gün içinde Meriç Irmağının batısına kadar çekilecekti. Doğu Trakya (Edirne dahil) 1 ay içinde Türklere teslim edilmiş olacaktı. Böylece, yurdun bu önemli parçası kan dökülmeden kurtarılmış ve anavatana katılmış oluyordu. İstanbul ve boğazlar TBMM hükümetinin idaresi altına bırakılacaktı. Ancak, barış antlaşmasının imzasına kadar İtilaf kuvvetleri burada kalacaktı. Anlaşmanın diğer maddeleri de Türklerin lehine idi. Artık, Millî Mîsâk sınıfları resmen kabul edilmiş sayılıyordu. Böylece, yıllar süren millî kurtuluş savaşımız zaferle sonuçlanmış ve ateşkes antlaşması lehimizde imzalanmıştı. Silahlı zaferi kazanmıştık. Ama asıl zaferi -taviz vermeden- barış masasında kazanmamız gerekiyordu. Bakalım gelecek ne olacaktı? Kazandığımız büyük zaferin sevincini küçük bir şiirle belirtelim: Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 263 KAZANILAN ZAFER Sildik derhal kılıçları azgın düşman kanıyla! Biledik hem biz onları Dumlupınar şanıyla! Parçalayıp düşmanların attık hepsin bir yana, Akdeniz’den ve Meriç’ten sular içti her ana... Bugünleri bize veren ulu Tanrım şükür sana! Mehmetçiğin kudretini tanıttırdın dört bir yana! İstiklâlin şehitleri, ruhlarınız şad olsun, Size saygı duyamayan düşmanınız kahrolsun... Rasim Pehlivanoğlu Kemâlettin Kâmi yazdığı zafer şiiriyle şehit annelerini şöyle teselli ediyordu: ZAFER Anneler dindiriniz gönlünüzün yasını, Düşman kanıyla sildik palamızın pasını... Yeniden çizmek için vatan haritasını Hep ateşten ve kandan bir sahneye çevirdik Gökleri çatırdayan bir vatan parçasını!... Anneler ağlamayın dönmeyenlerinize, Vatan katillerini getirdik işte dize... Dumlupınar üstünden yol ararken denize Çöktü hücumumuzdan düşmanla dolu dağlar, Gökler genişleyerek Akdeniz geldi bize. Biz taze kanlarını hürriyetine katan Bir nesliz, ülkemizde biziz biricik sultan! Tan yeri ağarırken muzaffer alnımızdan... Karşımıza çıkmayın Akdeniz dalgaları, Yolumuzu bekliyor yekpâre Anadolu!... (31) 31 a.g.e. s. 1089 Rasim Pehlivanoğlu 264 Türkçü şairimiz Ziya Gökalp mutlu gelecekler için Allah’a dua ediyordu. İLÂHİ İlâhi! Sen yetimleri seversin, Öksüzlere anne, bize pedersin; Susuz ölen şehitlere kevsersin... Sen ümitsiz bırakmazsın şehidi: Her şehidin bir yetimde ümidi... Bir taşına feda olup her biri Kurtardılar Edirne’yi, İzmir’i Ölü biziz, onlar arşta hep diri! Onlar senin dîdârını (cemâlını) görürler Habib’ini, gülzârını (gül bahçeni) görürler... İlâhi! Sen mümkün ettin muhâli (imkânsızı) Avrupa’ya alkışlattın hilâli Başımızdan eksik etme Kemal’i. Yeryüzünde şimdi odur arslanın Umacısı İngiliz’in, Yunan’ın. Odur silen alnımızdan lekeyi. Kurtaracak daha nice ülkeyi, Hind’i, Mısır’ı, Kerbelâ’yı, Mekke’yi. Çabuk büyüt biz de yiğit olalım Ordusunda gazi, şehit olalım. İlâhi! Sen güldür artık İslâm’ı Yere geçir bu medenî yamyamı Hür yapalım her yıl büyük bayramı. Korkmaksızın Arafat’a gidelim Medine’ye, Utebat’a gidelim. Harp bitince lâzım fikren yükselmek Düşmanlara irfanca da üst gelmek. Bu uğurda çekeceğiz çok emek. Ya Rab, sünnet hürmetine ikrâm et Bizi yüksek ilminle de be-kâm et (yücelt-devamlı kıl). (32) 32 a.g.e. s. 1020 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 265 Ziya Gökalp, Gazi M. Kemal’e hitaben yazdığı şiirinde, ileriye dönük isteklerde bulunuyordu: SEN DAHİSİN Sen dâhisin, buna çoktan inandık. Mefkûresiz (idealsiz) rehberlerden çok yandık. Garpta şarklı yaşayıştan usandık. Kurtar bizi beynelmilel hüsrandan Göster şimdi ilmî, harsî hedefler. Âlim, şair kumandan da hep asker. Her şey olur: Yalnız iste, emir ver. Kurtar bizi meskenetten, hüsrandan. (33) 33 Defterimden alınmıştır. 266 Rasim Pehlivanoğlu E- TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI BİR DESTANDIR “Millet sevgisi kadar büyük mükâfat yoktur. İstiklal Harbinde benim de milletime ettiğim hizmetler olmuştur zannederim. Fakat bunlardan hiçbirini kendime maletmedim. “Yapılanın hepsi milletin eseridir” dedim. Aranacak olursa doğrusu budur.” K. ATATÜRK İstiklâl Savaşı denilince ilk akla gelen M. Kemal olur. M. Kemal denilince de İstiklâl Savaşı hatırlanır. Bu iki isim iç içedir; birbirleriyle özdeşleşmiştir. Bu gerçeğe göre, İstiklâl Savaşı destanını yazanlar, M. Kemal’in de destanını yazmış oluyorlar. Zira, M. Kemal’siz İstiklâl Savaşı destanı yazılamaz. Başlıkta ifade edildiği gibi, Türk İstiklâl Savaşı bir destandır. Bu savaş, tarihi boyunca esareti kabul etmemiş asil Türk Milletinin kurtuluş destanıdır. Kurtuluş Savaşımıza o günlerde “Milli Mücadele” ya da “İstiklâl Savaşı” denildiğini biliyoruz. Biz de aslına sadık kalarak, yazımızın çoğu yerinde İstiklâl Savaşı adını kullanıyoruz. İstiklâl Savaşımız, işgalci düşmanlara karşı Kuvva-yı Milliyecilerin bölgesel direnişiyle ve Millî Mücadelesiyle başlamıştır. Bölgesel mücadeleler zamanla genişleyerek bütün yurdu sarmıştır. Millî birliğimiz sağlanmış, millî güçler birleşmiş ve millî ordu (düzenli ordu) kurulmuştur. Yer yer Millî Mücadelelerle başlayan hareket vatanın tümüyle kurtuluşu için top yekün İstiklal Savaşına dönüşmüş ve yurdumuz işgalci düşmanların elinden kurtarılmıştır. Türk İstiklal Savaşı ve M. Kemal hakkında çok şeyler söylenmiş, yüzlerce kitap yayınlanmış ve çok sayıda destanlar yazılmıştır. Bu yazılanlardan birisi de 1982 yılında, Kültür Bakanlığı Millî Folklör Yayınları arasında basılan “TÜRK İSTİKLAL SAVAŞI DESTANLARI” isimli kitaptır. Bu kitap, Atatürk’ün doğumunun 100. yıl dönemi nedeniyle, Millî Folklör Araştırma Dairesi tarafından tertip edilen “Türk İstiklal Savaşı Destanı Yazma Yarışması”na katılan halk şairlerinin yazdıkları destanlardan oluşmuştur. Kitapta 14 Halk Şairinin destanı yer almıştır. Bunlardan 3’ü 1. 2. 3. derecelere girmiş, diğerleri de kitapta yer almaya hak kazanmıştır. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 267 11’lik hece vezniyle ve 33’er kıta olarak yazılan bu İstiklal Savaşı destanları akıcı bir uslüpla, birbirlerini tamamlayıcı ve değişik ifadelerle birbirlerini destekleyici bir anlatışla yazılmıştır. İstiklal Savaşımızı duygusal yönden dile getiren bu destanların dereceye girenlerinden ve girmeyenlerinin de birkaçından alınan alıntılara aşağıda yer verilmiştir. Destanların bütünlüğünü bozmadan yapılan bu alıntıların zevkle okunacağına inanıyorum. Yarışma birincisi olan Kadirli ilçesi, Mehmetli Köyü 1926 doğumlu olup çiftçilikle uğraşan Âşık Halil Karabulut’un destanının tamamı aşağıya alınmıştır. 1. TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI DESTANI (Bilesin) Ey arkadaş kulak ver de ibret al Bu millet ne günler gördü, bilesin. İstiklâl uğruna, vatan uğruna Yüzbinlerce şehit verdi, bilesin. İlk cihan harbinde, büyük savaşta Zayıf düşmüş idik içte ve dışta Bunu fırsat bilen düşman ilk başta Merkez İstanbul’a girdi, bilesin. Donanması Marmara’ya dolmuştu Ahâlinin betibenzi solmuştu Hükümet âdetâ teslim olmuştu Bu Türklük nâmına ar’dı, bilesin. Yine zaptedildi geçmeden zaman Urfa, Antep, Maraş, Adana, Ceyhan 15 Mayıs’ta da İzmir’i Yunan İşgal edip kana kardı, bilesin. Sandılar Türk artık ölmek üzere Saldırdılar miras bölmek üzere Azınlıklar da pay almak üzere Saldırganlar ile birdi, bilesin. Doğu bölünüyor Ermeni, Kürd’e İtalyan, Fransız güney illerde İngiliz oynarken en başrollerde Bu millete Hızır erdi, bilesin. Yunanlı edince İzmir’i işgal Yasa bürünmüştü yıldızla hilâl Hemen ertesi gün Mustafa Kemal Kalktı kurtarmaya yurdu, bilesin. 268 Rasim Pehlivanoğlu Doğuda orduyu etmeye teftiş Tayin ettirmişti kendin müfettiş Hakikatte ise başka idi iş Bu onun kalbinde sırdı, bilesin. 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktı Millî mücadele bayrağın çekti Kalplere kurtuluş umudun ekti O bir ışık, O bir nurdu, bilesin. Türk’e revâ değil esâret zulüm Buna aslâ râzı olamaz gönlüm Hedefimiz ya istiklâl, ya ölüm Diyerek göğsünü gerdi, bilesin. Amasya’dan bir genelge yollayıp Memlekete âcil haberler yayıp Erzurum, Sivas’ta kongre toplayıp Mühim kararlara vardı, bilesin. Böyle çalışırken Paşa Mustafa Saray ile uyuşmadı hiç kafa Hem azloldu, hemi etti istifâ Oldu milletin bir ferdi, bilesin. İşgallere karşı arttı heyecan Mitingler yapıldı çalkandı vatan Eli silâh tutan, yüreği yanan Kuvayı Milliye kurdu, bilesin. Yunanlar tutulmuş kara sevdaya Gelmişti ta Aydın ve Manisa’ya Ayvalık’ta çarptı Çetinkaya’ya Akılsız başını yardı, bilesin. Güneyde kuruldu milis çeteler Batıda şahlandı şanlı efeler Belde kama, elde dolma tüfekler Düşman birliklerin vurdu, bilesin. Her tarafta vardı bir faaliyet Kurulmuştu türlü dernek, cemiyet Her birinde ayrı ayrıydı niyet Kimi zarar, kimi kârdı, bilesin. Kemal Paşa milli birlik istiyor Padişah ısrarla himâye diyor Bâzıları manda teklif ediyor Herkes türlü yorum yordu, bilesin. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa Kongreler ile birlik sağlandı Dernekler birleşti, dirlik sağlandı Korkular yenildi, erlik sağlandı Bu iş kolay değil, zordu, bilesin. Sivas’ta seçilen temsili heyet Ankara’ya nakil etti nihâyet Düşünmüştü Paşa bunu bidâyet Ankara en merkez yerdi, bilesin. İstanbul’da son toplanan mebuslar Misakı Milli’ye verdiler karar Düşman İstanbul’u kuşattı tekrar Halkın işi âh ü zârdı, bilesin 23 Nisan’da meclis açıldı Kemal Paşa hemen başkan seçildi Hükümet kuruldu, işe geçildi Düzene sokuldu ordu, bilesin. Milli harakete karşı olanlar Çıkardılar yurtta birçok isyanlar Tartarak suçların âdil miz’anlar Âsilerin boynun burdu, bilesin. Edirne’de zayıf girdik savaşa Aslan çıkamadı çakalla başa Esir edilmişti o Tayyar Paşa Büyüktü kederi, derdi, bilesin. Düşmanlar Sevr denen bir barış yaptı Bu hükümet reddeyledi o zaptı O bir barış değil Türk’e azaptı Baştanbaşa hile, şerdi, bilesin. Büyük savaşlara karar verildi Doğuda, batıda cephe kuruldu Kadın erkek cephelere derildi Erzak çekti, yara sardı, bilesin. Kâzım Karabekir, o yiğit paşa Doğuda hükmetti hep dağa, taşa Koğdu Ermeni’yi çıkardı dışa O belâyı baştan attı, bilesin. Batı cephesinde koptu bir heyhey Türk gücü önünde eridi her şey İnönü’de iki kere İsmet Bey Hasmını yerlere serdi, bilesin. 269 270 Rasim Pehlivanoğlu İnönü Harbi’nden sonra bak n’oldu Eskişehir, Kütahya işgal oldu Ordumuz orada yetersiz kaldı Kuvvet eksik, imkân dardı, bilesin. O, Mustafa Kemal savaş öncesi Başkomutan oldu, arttı rütbesi Sakarya’da onun ağır darbesi Yunan’ın belini kırdı, bilesin. 26 Ağustos şafak vakti Türk topları ölüm saçtı, can yaktı Palikarya kanı sel gibi aktı Kurtlar, kuşlar şahit oldu, bilesin. 30 Ağustos’tur zaferler başı O’dur başkomutan, seferler başı Tirikopis denen esirler başı Dize geldi, hesap verdi, bilesin. “Hedefiniz Akdeniz’dir ileri” Emriyle hızlandı Türk askerleri Geldikleri gibi gerisin geri İzmir’de denize sürdü, bilesin HALİL der 18 Eylül gününde Temizlendi vatan her bir yönünde Ordumuz dünyanın gözü önünde Düşmanın defterin dürdü, bilesin. (1) 1 Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Kültür Araştırma Dairesi Yayınları: Türk İstiklâl Savaşı Destanları, Ank.- 1982, s.7-11 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 271 Yarışma ikincisi olan, 1929 yılında Kars’ın İncesu Köyünde doğan, asıl adı Sadi olup Kayseri’de yerleşen Aşık Hasretî’nin destanından alınan bölümler aşağıdadır. 2. TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI DESTANI (Oldu Böyle) İstiklâl Savaşı zaferlerimiz Cihan tarihine mal oldu böyle, Kükredi meydanda serdarlarımız Coştu Türk milleti sel oldu böyle. Yalan değil vatan elden gitmişti Düşmanlar bölüşmüş paymâl etmişti Türkiye bitmişti, Türklük bitmişti Çok acı kederli hal oldu böyle. Kapkara bir bulut sarmıştı yurdu, Sivil başıbozuk, düzensiz ordu, Bir lider, bir başkan bekleniyordu, Bir vapur Samsun’a gel oldu böyle. O vapur ki acı bir düdük çaldı, Sanki mahşer koptu, kıyâmet oldu, Dediler ki Mustafa Kemal geldi, O gece her yana tel oldu böyle. Takvim bin dokuz yüz on dokuz idi, Bu gelen bir lider er oğlu erdi, Ata “Ya istiklâl ya ölüm” dedi, Her asker bir Rüsdem Zal oldu böyle. Kemal Paşa emir yazdı her yana, Kurtuluş güneşi doğdu vatana, Amasya’dan şarka, ta Erzurum’a, Sivas Kongresi yol oldu böyle. Bütün Türk milleti verdi el ele, Düşman cephesine saldı velvele, Sopa, dirgen, nacak, balta, bel ile Kan akdı çaylardan, göl oldu böyle. Öyle bir savaş ki dünyalar şaştı, Erkek, kadın çoluk çocuk savaştı, Eli silâh tutan cepheye koştu, Yandı dağlar, taşlar kül oldu böyle. Rasim Pehlivanoğlu 272 Gör ki Türkler, Türk milleti n’ettiler, Vatan, millet, nâmus aşkı güttüler, Cepheden cepheye hücum ettiler, Şehit mezarları çöl oldu böyle. Gece saat üçte bir hücum yaptı, Asker birbirine sarıldı öptü, Sanki yer yarıldı kıyâmet koptu, Süngü, kılıç, çal ha çal oldu böyle. Gece – gündüz devam etti ta’ruzlar, Allah Allah sedâsiyle âvazlar, Taze nişanlılı, gelinlik kızlar, Düğünsüz, derneksiz dul oldu böyle. ............................. Biliyorduk çevrilen dolabı, Türkiye’yi istilâydı talebi, Aynı eski haçlı ordular gibi, Yüzü kara, dili lâl oldu böyle İçimize nifakçılar sokuldu, Dosyaları Atatürk’e verildi, Bir İstiklâl Mahkemesi kuruldu, Derhal temizlendi sil oldu böyle. Yeni çığır açtık engeller aştık, Az zamanda ilerledik geliştik, Türkçe yazı yazdık, Türkçe konuştuk, Şanımıza lâyık dil oldu böyle. “Vatanda sulh, cihanda sulh” ilkemiz, Bunu söyler bunu ister ülkemiz, İnsanlıkta insancıldır bilgimiz, Dünyada barışa yol oldu böyle. Dünya bunu bilir ya da bilmeli, Türk’ün tarihinden örnek almalı, Bütün insanlığın yüzü gülmeli, Ünümüz cihâna mal oldu böyle. Şanlı milletimin şanı böyledir, Kahraman ırkımın ünü böyledir, Damarında akan kanı böyledir, Onunçün bayrağım al oldu böyle. (2) .............................. 2 a.g.e. s. 12-16 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa 273 Yarışma üçüncüsü olan, 1938 yılında Malatya’nın Darende ilçesi Irmaklı Köyünde doğan, asıl adı H. İbrahim Güleç olup, 5 çocuk babası ve çiftçilikle geçinen Aşık Beyanî’nin destanından alıntılar: 3. DESTANIMIZ Bir zaman Osmanlı son padişahı, Vatanı düşmana verdi verecek. Hudutlarda bekçi yok mudur yahu, Yabancılar yurda girdi girecek. Kimi İstanbul’a, kimi İzmir’e, Antep’e, Maraş’a hem birdenbire, Girince namuslar boyandı kire, Türklerin hür kalbi durdu duracak. Ve derken efendim bir zat uyandı, O zat ki, milletin aşkıyla yandı, Kırık bir tekneyle vardı dayandı, Düşmandan hesabı sordu soracak. Mayıs ondukuzdu, yıl da ondokuz, Sevince garkoldu Anadolu’muz, Mustafa Kemal’di komutanımız, Samsun’da yarayı sardı saracak. .............................. Erzurum’a vardı Mustafa Kemal, Amasya Tamimi büyük bir temel, Kazım Karabekir bu dedi emel, Fikrini ortaya serdi serecek. Kemal, Erzurum’dan geldi Sivas’a, İstilâcıları aldı bir tasa, Anadolu kökten hazır savaşa, Daralan çemberi kırdı kıracak. Kuvayı Milliye birliklerimiz, Kan döker ölürüz bizim yerimiz, Diyerek toplandı üyelerimiz, Daim ileriyi gördü görecek. ............................ Mecliste vekiller attı temeli, Başkomutan seçti Gazi Kemal’i, Mareşal Çakmak’ın harpte hüneri, Gizli planları kurmalı gayrı. 274 Rasim Pehlivanoğlu İnönü’nde tarihlere yazıldık, Eskişehir düştü diye üzüldük, Çerkez Ethem başkaldırdı bozulduk, Yılanın üstüne varmalı gayrı. Refet Paşa emir aldı atlandı, Köylerden; at, öküz, asker toplandı, Millet bu çileye böyle katlandı, Çırpınan Yunan’ı yormalı gayrı. Saban demirinden süngü yapıldı, Savaş meydanından kılıç kapıldı, Kelleleri birer birer atıldı, Düşmanın gücünü kırmalı gayrı. Boş yere kuduran şu maşa Yunan, Sakarya Harbi’ni başlattı hemen, Türk’ü bu oyunda yenerim sanan Düşmanı göğsünden vurmalı gayrı. Kemal Paşa görmek için her ferdi, Alagöz Dağı’na karargâh kurdu, Halide Edip’e bir rütbe verdi, Daralan çemberi yarmalı gayrı. Yirmi iki gece, yirmi iki gündüz, Savaştık güç bitti çarpışma henüz, Şehitler kanından sel akıttık biz, Rakip defterlerin dürmeli gayrı. ................................. Yirmi altı Ağustos’da sabahtan, Günden evvel güle güle attı tan, Süvâri, hasmına bağırdı attan, Yunanlar mevziden söküldü şükür. Çiğiltepe’sinde çok şehit verdik, Elli bin düşmanı esir eyledik, Az sonra tepede ezan okuduk, Kâfirler bundan da yıkıldı şükür. Ve Dumlupınar’dan indirdik düze, Otuz Ağustos’da getirdik dize, Çok ziyan verdirip döktük denize, Böyle dar boğazdan çıkıldı şükür. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa Bursa, Alaşehir yandı ataşa, Onbeş günde son verdirdik savaşa, İzmir’e ilk giren Nurettin Paşa, Düşmanın peşine takıldı şükür. Yunanlılar, Fransız, İngilizler, Gidince tertemiz oldu denizler, İsmet Paşa Lozan sulhunu izler, Hudutlara taşlar dikildi şükür. Şahin Bey, Kubilay, Hasan Tahsinler, İsmi bilinmeyen nice isimler, Hak’kın dergahında şehittir onlar, Nurları ülkeye ekildi şükür. Şehit kanı çukurlara doluştu, Ay ve yıldız kan gölüne yakıştı, İşte bayrağımız böyle oluştu, Kalelerde burca takıldı şükür. (3) 3 a.g.e. s. 17-21 275 276 Rasim Pehlivanoğlu 1947 yılında Yozgat – Akdağmadeni ilçesi Gökdere Köyünde doğan, asıl adı Emil Sevinç olup, Milli Eğitim Bakanlığında devlet memuru olarak çalışan OZAN lakaplı şairin, kitapta yayınlanması uygun görünen destanından alıntılar: 4. İSTİKLAL SAVAŞI DESTANI (Milletim) İlk Dünya Savaşı bir son bulmuştu, Osmanlı ordusu hep dağılmıştı, Kimi şehit kimi gazi olmuştu. Ocakta küllenmiş kordu milletim. Atmış parça gemi Boğaz’a daldı, Güneye İngiliz, Fransız doldu, İtalyan, Antalya, Konya’yı aldı, Yunan bir ateşli nardı milletim. Batı yakasına Yunanlı çıktı, İlk önce İzmir’i yaktı ve yıktı, Şehit Hasan Tahsin bir kurşun sıktı, Saldırgana hesap sordu milletim. Gaziantep ile Kahramanmaraş, Çete Karayılan, Şâhin ve Ökkeş, Edirne, serhat Kars, Erzurum dadaş Kılıç – kalkan kale, surdu milletim. On Dokuz Mayıs’ta doğan güneşe, Samsun’dan Havza’ya söylenen marşa, İstiklâl yolunda bir Kemal Paşa Yol boyu selama durdu milletim. ................................... Halide Edip’le Hamdullah Suphi, Milli mitinglerin coşkun hatibi, Şair Yurdakul’un hep destan gibi, Sel oldu çağladı, gürdü milletim. İstiklâl Savaşı zorlu bir işti, Yurdumu kurtarmak sevdaydı, düştü, Birçok vatansever dernek birleşti, Bu yolda çok fikir yordu milletim. Her neyimiz varsa verip orduya, Birlikler çeteler kurup orduya, Yediden yetmişe girip orduya, İstiklâl harcını kardı milletim. Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa .................................. Ali Fuat Paşa isyan bastırdı, Kazım Karabekir destek gösterdi, Bir de Ermeni’yle Rum’u susturdu, Bölücü defteri dürdü milletim. Tam yedi düvele her bir neferle, Üstüste girilen birçok seferle, İnönüler bitti iki zaferle, Ateşten çemberi yardı milletim. İngiliz, Fransız, Yunan ordusu, Sakarya’da meydan muharebesi, Mustafa Kemal’e Gazi rütbesi Bir de Mareşallik verdi milletim. Başbaşa verdiler üç Mustafalar, İnönü, Mareşal, Gazi Paşalar, Büyük Taarruz’a plân kurdular, Düşmanı yurdumdan sürdü milletim. Kağnılar cephane, erzak taşıdı, Yirmaltı Ağustos, hava ışıdı, Yokluklar içinde bir savaş idi. Bu ne hikmet, bu ne sırdı milletim. ................................... Dokuz yüz yirmiki, Otuz Ağustos, Yunan bataryası hep oldu suspus, Bize zafer bayram, düşmanlara yas, Kurtardı düşmandan yurdu milletim. Anafartalar’ın o kahramanı, İstiklâl Savaşı Başkumandanı, İzmir’de denize döktü düşmanı, Deryalar üstüne serdi milletim. ................................... Birçok yöremizin kurtuluş günü, Şöyle bir düşünsek dünü bugünü, Dünyaya yayıldı Türklüğün ünü, Hürriyet güllerin derdi milletim. Nice şereflerle nice şanlarla, Tarihe malolan nice canlarla, Bayrağı yaratan soylu kanlarla, Yepyeni bir devlet kurdu milletim. 277 Rasim Pehlivanoğlu 278 Zafer milletindir, söyleyen OZAN Siyasi barışı sağladı Lozan, Dile kolay gelir böyle bir destan, İfadesi bile zordu milletim. (4) 1938 yılında Malatya’nın Arapgir ilçesinde doğan, asıl adı Nevzat Topal olup, Malatya Sıtma Savaş Başkanlığında sağlık memuru olarak çalışan Âşık Cansever’in kitapta yayınlanması uygun görünen destanından alıntılar: 5. TÜRK İSTİKLÂL SAVAŞI DESTANI (O Günler) Bir hikâyem vardır, size milletim Dünya ölüm kusuyordu o günler. Kadınlar dul kalmış, çocuklar yetim, Halkım şansa küsüyordu o günler. Güzel İstanbul’a ecnebi dolmuş. Maraş’ı, Antep’i, Fransız almış. Antalya, Mersin’i İtalyan sarmış, ANADOLU’M düşüyordu o günler. Yunanlı İzmir’de canlar alırken, Câmiler yakılıp talan olurken, Papaz kilisede çanlar çalarken, Müezzinler susuyordu o günler. İlk kurşunu Hasan Tahsin atıyor. Süngülenip selvi boylu yatıyor. Sekiz subay alkanlara batıyor. Palikarya kesiyordu o günler. Mondros’la, Türk ordusu dağılmış, Silâhları, cephanesi alınmış. Donanmamız limanlarda bağlanmış. Topları pas tutuyordu o günler. .................................. O sıra orduda büyük bir adam, Padişahdan koparıyor bir ferman. Onsekiz kişiyle acele hemen, İstanbul’dan çıkıyordu o günler. 4 a.g.e. s. 45-49 Türk İstiklâl Savaşı ve Mustafa Kemal Paşa Düşmanlara birden kuşku düşmüştü. Atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Padişah peşinden teller çekmişti. Tatlı diller döküyordu o günler. .............................. Adapazar, Hendek, Yozgat, Yenihan, Balıkesir, İzmit, hem Boğazlıyan, Afyon, Konya, Düzce, Urfa’da isyan Eyleyenler çıkıyordu o günler. Halife bunlara yardım ederdi. Çerkez İbrahim’le selam gönderdi. Anzavur Ahmed’e paşalık verdi, Tümenimiz düşüyordu o günler. Yetişmişti Refet, Fuat Paşalar, Bozguna uğradı hain maşalar. Padişahı aldı yine tasalar, Ensesini kaşıyordu o günler. İstilacı düşman mahna (bahane) arıyor, Kuvayı Milliye dağılsın diyor, İstanbul’u resmen işgal ediyor, Trakya’m da göçüyordu o günler. ................................. Kemal Paşa geniş yetkiler aldı. ÇAKMAK’la İNÖNÜ yardımcı oldu. Halkta nesi varsa orduya saldı. Cephelere taşıyordu o günler. Elif, öküzlerle mermi çekerdi. Mustafa Kemal’in kağnısı derdi. Kocabaş ölmüştü kendisi girdi, Arabayı çekiyordu o günler. Emine de gülle taşır bebeyle Battaniye örtmüş idi gülleye. Ulus malı diyor, yağmur almaya Bebesi de üşüyordu o günler. Bir yıl önce Türk’ü öldü sananlar, Sakarya’da bozulmuştu düşmanlar, Mehmetçiğin süngüsünden kaçanlar Köylerimiz yakıyordu o günler. Bin dokuz yüz yirmi iki senesi, Ağustosun yirmaltıncı gecesi,. Şafakla duyuldu topların sesi, Hain düşman kaçıyordu o günler. 279 Rasim Pehlivanoğlu 280 Düşmanı yel gibi kovalıyordu, Türk’ün yücelttiği kahraman ordu, Dokuz Eylül günü İzmir’e vardı Süvariler uçuyordu o günler. ............................... Türk milleti bir baş, bir vücut oldu, Malıyla canıyla kurtardı yurdu, Bu vatan uğruna çok şehit verdi, Al kanları akıyordu o günler. Bütün millet içte, dışta savaştı, Asıl gaye istiklalle barıştı, Ulu önder gece gündüz çalıştı, Yeni çağlar açıyordu o günler. (5) 5 a.g.e. s. 55-59 281 Üçüncü Bölüm İSTİKLAL SAVAŞI SONRASI GELİŞMELER ve MUSTAFA KEMAL ATATÜRK Düşman üstün gelemedi. Türk’e karşı koyamadı. Yüklenince üzerine Buralarda duramadı... Büyük Zafer kazanıldı. Yurttan düşman çıkarıldı. Atatürk’ün buyruğunda İnkılâplar başarıldı... Atatürk de fâni idi, O da bir gün hastalandı. Gözlerini yumdu fakat Gönlümüzde yaşatıldı... Rasim Pehlivanoğlu 282 Rasim Pehlivanoğlu A- ZAFERDEN SONRAKİ ÖNEMLİ GELİŞMELER “Ben şimdiye kadar ne gibi hamleler, ne gibi inkılâplar yapmışsam, hep halkla temas ederek onların ilgi ve sevgilerinden kuvvet ve ilham alarak yaptım.” K. ATATÜRK İzmir’de düşman denize döküldü, zafer kazanıldı. Mudanya Ateşkes Antlaşması ile Trakya savaşsız kurtarıldı. Çizilen Millî Mîsâk sınırları içerisinde kalan bölgelerden düşmanlar çekildi. Artık sıra kalıcı bir barış antlaşmasına gelmişti. Rejimin oturması ve vatanın imar edilmesi önde gelen işlerdendi. Yapılması gerekli olan her şey sırası geldikçe yerine getirilecekti. Bunların birkaçına değinelim. 1- Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922) “Sultanlık korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Korkuya, tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir.” K. ATATÜRK 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM Hükümeti olmasına rağmen, devletin rejimi hakkında her hangi alınmamıştı. Mudanya Mütarekesinden sonra rejim görüşülebilirdi. Bunun için bir bahane lazımdı. Bu verilmişti: kurulmuş bir karar meselesi fırsat da İtilâf Devletleri, Lozan’da toplanacak barış konferansına hem TBMM Hükümetini hem de İstanbul’daki Padişah Hükümetini davet etmişlerdi. Oysa, vatanın kurtuluşunda Türk Milleti yalnız başına mücadele vermişti. Düşmanla işbirliği yapan ya da düşmanın isteklerine boyun eğen Padişah Hükümetinin faydasından çok zararı olmuştu. Bir devlette iki hükümet olamazdı. Üstelik, 20 Ocak 1921 günü, TBMM’nde kabul edilen Anayasada yer alan: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” hükmü ile saltanat bağdaşamazdı. Bu nedenle barış konferansına katılacak olan sadece TBMM Hükümeti olmalıydı. Bu görüşten hareketle, saltanatın kaldırılması için TBMM’ne 80 imzalı bir kanun tasarısı verildi. Tasarı karma komisyonda görüşülüyordu. Komisyon başkanlığına Hoca Müfit Efendi 283 seçilmişti. “Hilâfetin saltanattan ayrılamayacağı fikrini savunan milletvekilleri karşı koyuyorlar ve müzakereyi uzatıyorlardı. Oysa vaziyetin oyalanmaya tahammülü yoktu... Müzakereyi takip eden Gazi Paşanın gözleri şimşek şimşek olmuştu. Birden masanın üzerine çıktı: – Efendiler, saltanat bitmiştir. O kalkar mı, kalkmaz mı diyenler kelleleriyle oynuyorlar! Sizin vazifeniz, kalkmış olan saltanatın formülünü bulmaktır. O kadar...” Bu konuşmadan sonra formül 5 dakikada bulunmuş ve saltanatın kaldırılmasına komisyonda karar verilmiştir. (1) Komisyonda kabul edilen kanun metni TBMM’nde de görüşülerek, 1 Kasım 1922’de kabul edilmiştir. Saltanat kaldırılınca İstanbul’daki saltanat hükümeti de düşmüştür. Artık rakipsiz kalan Ankara’daki TBMM Hükümeti, Lozan’da Türk Milletini temsil edecektir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir diyen M. Kemal’in isteği olmuştur.” Kusurunu bilen Padişah Vahdettin, halife olarak da kalamayacağına inandığından İngiliz himayesine sığınmış ve 17 Kasım 1922’de bir İngiliz zırhlısıyla İstanbul’dan ayrılmıştır. İtalya’nın San Remo şehrine gitmiş ve orada ölmüştür. Yerine, TBMM tarafından halife olarak Osmanlı soyundan kardeşi Abdülmecit Efendi seçilmiş ve bütün Müslümanların halifesi olmuştur. 2- Lozan Barış Konferansı ve Antlaşması 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılınca, Ankara’daki TBMM Hükümeti Lozan konferansında tek başına Türk Milletini temsile hak kazanmıştı. Konferansta sunulacak dava Mîsâk-ı Millînin tespit ettiği esaslardı. Bazı pürüzlü meseleler de bu konferansta halledilecekti. Konferansta, Türk heyetine İsmet Paşa başkanlık ediyordu. Başta İngiltere olmak üzere, Fransa, Japonya, Yunanistan, Yugoslavya ile boğazlar meselesi konuşulurken, Bulgaristan ve Sovyetler Birliği de konferansa katılmıştı. Çok çetin geçen ve 8 ay süren Lozan Konferansı, 20 Kasım 1922 – 4 Şubat 1923 ile 22 Nisan 1923 – 24 Temmuz 1923 arasında iki safhalı devam etmişti. Konferansın başında söz alan İsmet Paşa, daha ilk andan itibaren istiklal ve hakimiyet davasını önemle belirtmişti. 1 N. Serdarlar ve arkadaşı: T.C. İnk. Tar,, İst.- 1968, s. 81 284 Rasim Pehlivanoğlu – Çok ızdırap çektik. Çok kan akıttık. Bütün medenî milletler gibi biz de hürriyet ve istiklal istiyoruz” diyerek sesini duyurmuştu. Konferansın birinci safhasında bir çok meseleler halledilmiştir. Ancak Musul meselesi, borçlar meselesi ve kapitülasyonlar konusunda anlaşmaya varılamamıştı. İngilizler, Millî Mîsâk sınırları içerisinde bulunan ve ahalisinin çoğu Türk olan Musul’u bırakmak istemiyordu. Kapitülasyonlardan da ilgili devletler vazgeçmek istemiyorlardı. Osmanlı devletinin bıraktığı borçlarının hepsini yeni devlete ödetmek istiyorlardı. Oysa, borçlar İmparatorluğun müşterek borcu idi. Ayrılan devletler de borçlara ortak olmalıydı. Kurulan yeni Türk devleti millî sınırlar içerisine çekilmişti ve küçülmüştü. Borçları tek başına ödeyemezdi. Anlaşamayınca konferans dağıldı. Yeni bir savaş çıkma ihtimali İngiltere ve Fransa’yı ürkütüyordu. Türkiye tekrar konferansa davet edildi. 23 Nisan 1923’te toplanan 2. Lozan Konferansı, 24 Temmuz 1923’e kadar sürdü. Pürüzlü meselelerin bir çokları isteğimize uygun olarak halledildi. Kapitülasyonlar kaldırıldı. İtilaf Devletleri İstanbul ve boğazlardan çekilecekti. Gemilerin geçişi için boğazlar komisyonu kurulacaktı. Ancak Musul meselesinin çözümü sonraya bırakılmıştı. Yunanistan savaş tazminatı yerine, Edirne yakınındaki Karaağaç’ı Türklere bırakmıştı. Suriye sınırı, Ankara itilafnamesine göre tespit edilmişti. İmroz ve Bozcaada Türklere veriliyor, diğer adalar Yunanistan’a bırakılıyordu. Lozan, Türk milletinin istilacılara karşı kazandığı askerî üstünlüğü tamamlayan siyasi bir zafer olmuştur. Lozan antlaşması ile, Türkiye devletinin tam bağımsızlığı dünyaca kabul edilmiştir. Türk milleti için artık gelişme ve yükselme yolları açılmıştır. “Bu antlaşma, Türk Milleti aleyhine yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir.” K. ATATÜRK 285 3- Lozan Barışı Sırasında ve Sonrasında TBMM’nde Gelişmeler Lozan barış konferansı devam ederken TBMM’nde de önemli gelişmeler oluyordu. Milletvekilleri arasında tam bir fikir birliği yoktu. Oysa, 23 Nisan 1920’de toplanan birinci TBMM zafer kazanılıncaya kadar dağılmamak kararındaydı. Ama, M. Kemal’i çekemeyenler ve padişaha bağlı bazı milletvekilleri fırsat buldukça eleştirilerde bulunuyorlar ve meclisin çalışmalarını güçleştiriyorlar, önemli kararlar alınmasını engelliyorlardı. TBMM’ndeki muhalif cereyan İtilâf Devletlerine de cesaret vermiş, hattâ bazı görüşmelerin kesilmesine bile neden olmuştur. TBMM’ndeki bazı gelişmelere aşağıda özetle değinelim. 2 M. Kemal’i Saf Dışı Kılma Çabaları: Muhalif milletvekillerinden bir kısmı, yakında milletvekili seçimi olabileceği düşüncesiyle yeni bir seçim kanunu tasarısı hazırlamıştı. Tasarının bir maddesinde: “Milletvekili seçilebilmek için Türkiye’nin o tarihteki sınırları içinde olan yerler halkından olması; göçmen olarak gelenlerin ise; yerleştikleri tarihten itibaren 5 yıl geçmiş olması” şartı yer alıyordu. Kanun tasarısının bu maddesi doğrudan doğruya M. Kemal’in şahsıyla ilgiliydi. Zira, M. Kemal Selanik doğumluydu ve Selânik o tarihte Türkiye sınırları dışında bulunuyordu. M. Kemal, Selânik’ten göç edeli de henüz 5 yıl dolmamıştı. Öyleyse milletvekili seçilemezdi. Maksatları M. Kemal’i düşürüp, muhafeleti kuvvetlendirmekti. Bu art niyetli teklif karşısında söz alan M. Kemal, kendisini seçilme hakkından mahrum etmek isteyenlere karşı haklı olarak, ağır hücumlarda bulunmuştu. Böylesi bir teklif gerek mecliste, gerekse millet üzerinde nefretle karşılanmıştı. Meclise protesto telgrafları yağıyordu. Birinci TBMM artık bu haliyle devam edemezdi. Yenilenmesi gerekirdi. Bu görüşle, seçim kanununda bazı değişiklikler yapan TBMM, 1 Nisan 1923’de, seçimin yenilenmesine karar vererek dağıldı. Büyük Türkçü yazarımız Ziya Gökalp, o günlerde yazdığı şiirinde Niçin? diye soruyordu: 286 Rasim Pehlivanoğlu NİÇİN Bu halkın başında bir kahraman var, Şan onundur ama millete yarar. Haklıdır bu şandan korksa düşmanlar Dostlardan da varmış atanlar niçin? Arttıkça bu dâhi Türk’ün şöhreti Dağılan milletin arttı vahdeti (birliği) Sulhta da faydalı böyle kuvveti Yıpratmak daha harp bitmeden niçin? Toplandı Lozan’da dostlar, düşmanlar Lloyd George saçıyor yine bühtanlar Lâzımken müttehit olmak bu anlar Ayrılanlar varmış sürüden niçin? Millet fedâidir kahramanına Kim taş atabilir onun şanına? Dil uzatma sakın Türk aslanına! Anlatayım sana bilmezsen niçin... O milli dehanın tam Kemâl’idir Türk’ün hem celâli, Hem cemâlidir Mefküre görünmez, o timsâlidir Mefküreye çattın, söyle sen niçin? Uyanık bulunun ey Türk gençleri! İrtica sevemez bu hür rehberi Susturun mantıkla, kin güdenleri Borcunuz savaşmak ebeden, niçin?... (2) “İki M. Kemal vardır: Biri fâni M. Kemal; diğeri, milletin içinde yaşattığı M. Kemaller idealidir. Ben onu temsil ediyorum.” K. ATATÜRK 2 Prof. M. Kaplan ve arkadaşları: Atatürk Şiirler Antolojisi, Ank. – 1986, s. 9 287 Halk Partisinin Kuruluşu: Birinci TBMM devam ederken, muhalif milletvekillerinin sert eleştirilerine etkili cevap verebilmek için, mecliste Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni temsilen, mecliste Müdafaai Hukuk grubu kurulmuştu. İkinci TBMM için yapılan seçimlerde, milletvekilleri Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri arasından seçilmişti. 9 Ağustos 1925’te bu tarihî cemiyetin adı Halk Fırkası olarak değiştirilmiş ve başkanlığına, kurucu üye olan M. Kemal getirilmişti. Bu fırka, ileride Cumhuriyet Halk Partisi adına alacaktı. 4- İkinci TBMM’nin Toplanması ve İlk İcraatları 19 Ağustos 1923’te ilk toplantısını yapan ikinci TBMM, 23 Ağustos 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşmasını onaylamıştı. Lozan antlaşmasının TBMM’nde onaylanmasından sonra, 6 hafta içinde İstanbul ve Çanakkale bölgeleri İtilaf Devletleri tarafından boşaltılmıştı. Son düşman kafilesi 2 Ekim 1923 günü, Dolmabahçe önünde Türk bayrağını ve Türk askerini selamlayarak çekilip gitmişlerdi. 6 Ekim 1923 günü de Türk askerleri halkın sevinç gösterileri içinde İstanbul’a girmişti!... Ankara’nın Başkent Olması TBMM ilk olarak Ankara’da açılmış ve orada faaliyetini yürüterek Milli Mücadeleyi kazanmıştı. Fakat Ankara resmen başkent ilân edilememişti. Saltanat kaldırılınca İstanbul başkent olmaktan çıkmış, yeni devlete yeni bir başkent aranır olmuştu. Bir kısım milletvekilleri başkentin İstanbul olmasında diretiyordu. Diğer bir kısım milletvekilleri ise bunun sakıncalarını belirterek, Ankara’nın başkent olması görüşünde ısrar ediyorlardı. Neticede, Ankara’nın yeni Türkiye devletinin hükümet merkezi olmasına, TBMM’nin 13 Ekim 1923 günü toplantısında karar verildi ve Ankara resmen başkent ilan edildi. Yukarıda belirtildiği gibi, ikinci TBMM’ne seçilen milletvekilleri, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri arasından seçilmişti. Buna rağmen, ikinci TBMM açıldıktan pek az sonra meclis üyeleri arasında fikir ayrılıkları baş göstermişti. M. 288 Rasim Pehlivanoğlu Kemal’in yakın arkadaşlarından bile bazıları temel sorunlarda aykırı düşünce ve görüşlere sahip bulunuyorlardı. Önemli tarihî kararların alınmasına karşı koyma eğilimi gösteriyorlardı. İlk muhalefet, hükümet kurma konusunda kendisini göstermişti. Zira, TBMM’nin 20 Ocak 1921 tarihli ilk anayasasına göre, hükümet üyeleri doğrudan doğruya TBMM tarafından seçiliyordu. Bunlar da kendi aralarından birisini başkan seçiyorlardı. TBMM’nin başkanı, İcra Vekilleri Heyeti’nin (Bakanlar Kurulunun) da başkanıydı. Mecliste, hükümet üyeleri seçimi konusunda anlaşmazlıklar oluyor ve bu yüzden önemli işler aksıyordu. Buna bir çare bulunmalıydı... Ama nasıl?... 5- Cumhuriyetin İlânı ve Cumhurbaşkanı Seçimi “Cumhuriyet rejimi, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir... Cumhuriyet ahlaki fazilete dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir.” K. ATATÜRK “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” demokratik prensiplere dayanıyordu. Ama hükümet, ismi bakımından demokrasi idarelerinden hiçbirine benzemiyordu. Bakanlar kurulunu meclis seçiyor, meclis başkanı bu heyete başkanlık ediyordu. Devletin başkanı yoktu. M. Kemal, Mîsâk Millînin gerçekleşmesi için çalışıldığı sırada, rejim meselesini ortaya atarak Millî kuvvetleri parçalamak istemiyordu. Fakat Osmanlı saltanatı kaldırılınca bu konuya eğilmek gerekiyordu. Zira: Ortada bir Türk devleti vardı ama ismi yoktu. Ülkede yayınlanan gazetelerde bu konuya yer veriliyordu. Yeni Gün Gazetesi, “Yakında Cumhuriyet ilân edileceğinden” söz ediyordu. Hüseyin Cavit Yalçın’da kendi gazetesinde, “Her şey fiilen cumhuriyet olduğu halde, adı neden resmen söylenmiyor” diye yazıyordu. TBMM’nde de durum iç açıcı değildi. Meclisçe seçilen Bakanlar kurulunu beğenmeyen muhalefet milletvekillerinin gizli çalışmaları nedeniyle hükümet iş göremez hale gelmişti. M. Kemal muhalefet grubuna bir fırsat vermek ve kuvvetlerini ölçmek için, 289 Çankaya’ya topladığı bakanların istifa etmelerini ve yeniden seçilmeyi kabul etmemelerini istemişti. 27 Ekim 1923’de istifa eden Bakanlar Kurulunun yerine, muhalefet grubu kabul gören bir liste çıkaramamıştı. M. Kemal’e bağlı olan Halk Fırkası’nın çıkardığı liste de zayıftı. Ülkeye zararlı olacak bir hükümet buhranı baş göstermişti. M. Kemal artık kararını vermişti: 28 Ekim günü meclisten çıkarken, Hükümet Başkanı Fethi Bey (Okyar), Millî Müdafaa Vekili Kazım Paşa ile İsmet Paşa, Kemalettin Sami ve Halit Paşaları Çankaya’da akşam yemeğine davet etmişti. Yemek sırasında: – Arkadaşlar, yarın Cumhuriyeti ilân edeceğiz” demiş ve sofrada bulunanların hepsi de M. Kemal’in bu fikrine iştirak etmişlerdi. Hemen o gece, Anayasanın değiştirilmesi için İsmet Paşa ile bir kanun tasarısı hazırlanmıştı. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözüyle başlayan 1. maddenin sonuna: “Türkiye Devletinin şekli Cumhuriyettir” cümlesi eklenmişti. Ertesi gün, Halk Fırkası grup toplantısında durum tartışılmıştı. Uzun görüşmelerden sonra, M. Kemal’in inandırıcı konuşmasını takiben, Cumhuriyetin ilânı parti grubunda kabul edilmişti. Grupta kabul edilen tasarı, aynı gün öğleden sonra toplanan TBMM’nde konuşuldu. Önce komisyon tutanakları okundu. Milletvekillerinden özellikle Nadir Nadi, Vasıf Çınar, Eyüp Sabri, Rasih Hoca tasarı lehinde etkili konuşmalar yaptılar. Şair Mehmet Emin (Yurdakul) heyecanlı konuşmasıyla, bütün Milletvekillerini coşturmuş ve hepsini “Yaşasın Cumhuriyet!” diye bağırmaya davet etmişti. Bütün Milletvekilleri ayağa kalkarak üç defa “YAŞASIN CUMHURİYET!” diye bağırmışlardı. 29 Ekim 1923 Pazartesi günü saat 20.30’da, Cumhuriyeti ilan eden kanun böylece kabul edilmişti. Artık Türk Devletinin adı bundan sonra ”Türkiye Cumhuriyeti” olmuştu. Sıra Cumhurbaşkanı seçimine gelmişti. Aynı gün 15 dakika sonra yapılan seçimde, seçime katılan üyelerin oybirliğiyle, Ankara Mebusu (Milletvekili) Gazi M. Kemal Paşa Cumhurbaşkanlığına seçilmişti. Vakur ve sevinçli bir çehreyle kürsüye çıkan Cumhurbaşkanı M. Kemal, sürekli alkışlar arasında teşekkür konuşmasını yapmıştı. Konuşmasında: 290 Rasim Pehlivanoğlu –...Milletimiz, haiz olduğu vasıflarını ve liyakatini, hükümetinin yeni ismiyle Cihan-ı Medeniyete (Medeni Aleme) daha çok kolaylıkla göstermeye muvaffak olacaktır” demiş ve “Millet sevgisini her işte dayanak yaparak hep birlikte ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti muvaffak ve muzaffer olacaktır” sözleriyle konuşmasına son vermişti. Aynı gece, Cumhuriyetin ilanı bütün ülkeye duyurulmuş ve her bölgede yüz bir pare top atışıyla kutlanmıştır. Milletimizin o günlerdeki sevinç duygularını Şair Cemal Oğuz Öcal şöyle dile getiriyor: ATATÜRK ve CUMHURİYET Baş eğmişken önünde altı asır her zorluk, Göçtü bir çınar gibi koca İmparatorluk!... Çatırdattı bu göçüş göklerini vatanın, Duyunca silkindi Türk, narasını “Ata” nın!... Haykırdı kadın, erkek: “İhtilâl var, ihtilâl! Çiğnenemez yerlerde mübârek şanlı hilâl...” Alev alev bayrağım kızıllıklarda yandı. Bütün millet “Kemal” in etrafında toplandı... Dönünce yurt ananın gözleri bir pınara Can verdi Ulu Tanrım bu devrilen çınara! Saldı o yeniden kök, filiz, gövde, dal, budak; Irkımın şahlanışı ısırttı “Garb” a dudak!... Çekince Mehmetçikler kılıçları kınından, Göl göl oldu her taraf korkak düşman kanından Birleşti siperlerde gazilerle, şehitler, Yeni bir düzen verdi dünyaya koçyiğitler!... Dile gelince otuz asırlık şanlı mazi Türk’ün kara bahtını ağarttı “Büyük Gazi”!... Son verip bu cenkte biz bin bir kötü niyete. Kavuştuk sevgilimiz: İstiklâl Hürriyete!... Değildir zindan artık bize Anadolu’muz. Cumhuriyet nuruyla aydınlandı yolumuz!... Onun kutsal sevgisi taşıyor içimizden, Gökler dolusu selâm ölmez “Ata” ya bizden!... (3) 3 Avni Altıner: Her Yönüyle Atatürk, İst. – 1961, s. 324 291 Şair Bedrettin Uşaklıgil zafer günlerini hatırlatan Akdeniz’e Doğru şiiriyle Cumhuriyete duyduğumuz özlemi belirtiyor: AKDENİZE DOĞRU Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti. Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti. Sakarya’dan su içen o çelik süngülerle. Yuvaları dağılmış yılmaz bir avuç erle, “Hedef Akdenizdir İleri!...” diyen parmağa koştuk. Zafer bahçelerinden gül koparmağa koştuk. Yol gösterdi göklerden bize binlerce yıldız. Kıpkızıl ufuklardan taştı al bayraklarımız. Koştuk arslanlar gibi kükreyip dağdan dağa. Canavarlar dişinden vatanı kurtarmağa, Vahşetlere dikilmiş gözlerimiz dumanlı. Hürriyete susamış yanık bağrımız kanlı: Çılgınca atılarak şanlı Dumlupınar’a. Süngümüzden şan verdik coşkun yıldırımlara. Sakarya’dan su içen o çelik süngülerle. Yuvaları dağılmış, yılmaz bir avuç erle Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti. Zaferle kalbimize yazdık Cumhuriyeti... (4) 4 a.g.e., s. 320 292 Rasim Pehlivanoğlu 6- Halifeliğin (Hilafetin) Kaldırılması “Dinle hilâfeti birbirinden ayırt etmek lazımdır. Birincisi ne kadar faydalı ise, ikincisi o kadar lüzumsuz bir hal almıştır.” K. ATATÜRK Hilâfet, Hz. Peygambere vekil olarak, İslâmlığı ve İslâmları koruma görevidir. Halife ise, ölümünden sonra Hz. Peygambere vekil olan (Halef olan) kimsedir. İslâm dini esaslarına göre Halife baş imamdır. Bulunduğu ülkede ruhani reistir. Arap devletlerinde hem ruhani reis hem de devlet başkanı olmuştur. Devletin gücünü elinde bulundurmaktaydı. Halife, baş imam olarak bütün İslâm aleminin de ruhani reisidir. Halifelik, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Hz. Ebubekir’le başlamıştır. Seçimle gelen dört Halifenin din ve devlet başkanı olmasıyla devam etmiştir. Böylece Halifelik, Arap Devletlerinde din ve devlet başkanlarına verilen bir unvan olarak yerleşmiştir. Ancak, Emeviler devrinde Halifelik babadan oğla geçen bir saltanat haline gelmiştir. 1258’de Hülâgu’nun Abbasi Devletini yıkmasıyla, Halife Mısır Kölemenlerine sığınmıştır. Kölemenlerin himayesinde, 1517 yılına kadar halifelik devam etmiştir. Bu tarihte Mısır’ı zapteden Yavuz Sultan Selim, İstanbul’a getirdiği halife Mütevekkil Allallah’tan halifeliği devralmıştır. Bundan sonra Osmanlı Padişahları Halife unvanını da kullanır olmuştur. Osmanlılarda, din işleri halife adına Şeyhülislamlar tarafından yürütülmüştür. Sultanlar, önemli kararlarında Şeyhülislamların fetvasını almak ihtiyacını duymuşlardır. Ülkemizin bir kısım insanları arasında, yanlış bir yorumla, halifenin Tanrının yer yüzündeki temsilcisi ve gölgesi olduğu kanısı yerleşmişti. Halife olmadan devlet yönetilemez, Cuma namazı kılınamaz sanılıyordu. Gerçekte ise, İslam dininde böylesi bir dinsel makam yoktu. Ama, halkın inançlarını da yok saymak doğru olamazdı. Verilecek kararlarda dikkatli olunmalıydı... Lozan Barış Konferansı başlamadan önce, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldığı halde halifeliğe dokunulmamıştı. Son Osmanlı Padişahı Vahdettin’in bir İngiliz gemisiyle kaçışından sonra, 18 Kasım 1922’de TBMM tarafından Abdülmecid halife seçilmişti. Ama kendisine verilen bir talimatla, Halife-i Müslimin (Müslümanların 293 Halifesi) unvanından başka bir sıfat kullanmaması ve şatafatlı gösterişlerden kaçınması istenmişti. Fakat bazı politikacılar: “Hilafet aynı hükümettir. Hilafetin hukuk ve görevlerini iptal etmek hiç kimsenin, hiçbir meclisin elinde değildir!” diyerek halifeyi Padişah gibi yaşatmak istiyorlardı. Bu gibilerin etkisine kapılan Halife Abdülmecid Efendi de, kendisine verilen talimatları önemsemeyerek: “Halife-i Müslimin” tabirinden başka unvanlar kullanıyor, padişahlığı andıracak şekildi, “Abdülaziz Han oğlu Abdülmecid” unvanlı imzalar atıyordu. Cuma namazına giderken beyaz bir ata biniyor, Fatih Sultan Mehmet gibi giyinip başına aynı tarzda sarık sarıyordu. Şatafatlı gösterilerle kendisini halka alkışlatıyordu. Hakkı alınmış bir Padişah gibi tanıtmaya çalışıyordu. Halife seçilmesini sağlamış olan TBMM’nin hizmetlerini takdir etmekten kaçınıyordu. Düşman gemisiyle kaçan Vahdettin’in tavrını tenkit etmekten çekiniyordu. Kendisini seçen TBMM’ne yardımcı olacak yerde, aksine, çeşitli olumsuz tavır ve davranışlarıyla meclisin işini güçleştiriyordu. Yabancı elçiler de ilk önce halifeye gidiyordu. Bu hal böyle devam edemezdi... Milliyetçilik ve Millî Hakimiyet Esası üzerine kurulan yeni Türkiye Devletinin bu tarz Halifelik kurumuyla bağdaşması mümkün değildi. Gazi M. Kemal Paşayı düşündüren en kuvvetli âmil, “Halife mevcut oldukça, Türkiye’de yapılması gerekli olan sosyal ve laik karakterdeki inkılâpların yapılamayacağı” endişesi idi. Bazı gazeteler halifelik lehinde yazılar yazıyordu. Bunlar savunmalarında: “Türkiye fakir ve küçük bir devlettir. Onun bu küçüklüğünü örten hilafettir” diyorlardı ve “Hilafet bizde kaldıkça hala Müslüman aleminin manevi şefi olarak kalacağımızı” söylüyorlar ve bundan fayda bekliyorlardı. Oysa, Birinci Cihan Savaşı sırasında bütün Müslüman Aleminin manevi lideri olan halifenin Osmanlı devletinde bulunmasına, düşmana karşı Sancak-ı Şerif açmış olmasına rağmen; hakimiyetimiz altında bulunan ve halkının tamamı Müslüman olan Arap milletleri, Müslüman kardeşleri olan Türk Milletine yardımcı olacak yerde; İngilizlerle, Fransızlarla birlik olmuşlar, Osmanlı Devletini arkadan hançerlemişlerdi. Böylesi Müslüman devletlerden mi hayır gelecekti? TBMM’nde de halife lehinde ve aleyhinde tartışmalar oluyordu. Artık bu duruma bir son vermeliydi. 294 Rasim Pehlivanoğlu İsmet Paşa bir grup toplantısında Padişahlığı aklından geçiren Halifeye kesin ve son sözünü söylemişti: – Tarihinin herhangi bir devrinde bir halife, eğer zihninden bu memleket mukadderatına karışmak arzusunu gösterirse, o kafayı behemehal koparacağız!” demişti. O sırada, savaş oyunları sebebiyle İzmir’e giden M. Kemal, beraberinde bulunan İsmet Paşa, Fevzi Paşa ve Kâzım Paşa ile halifeliğin kaldırılmasını kararlaştırmışlardı. İzmir dönüşlerinde Mecliste bütçe müzakereleri yapılıyordu. Halifelik tahsisatının arttırılması lehinde ve aleyhinde konuşmalar oluyordu. Bu konu açılmışken artık bir karara bağlanmalıydı. 2 Mart 1924’de, Halk Fırkası grubunda halifeliğin kaldırılması konusu tartışıldı ve kanun tasarısı görüşülüp karara bağlandı. Ertesi gün (3 Mart 1924’de), TBMM genel kurulunda görüşülen kanun tasarısı oylanarak kanunlaştı. Kanunun birinci maddesinde: “Halife görevden alınmıştır. Halifelik, Hükümet ve Cumhuriyet anlamında ve kavramında zaten var olduğundan, Halifelik makamı kaldırılmıştır” deniliyordu. Bu suretle, Osmanlı monarşisinin dayandığı dinî müessese olan Halifelik kurumu da tamamen kaldırılmış oldu. Halifeliğin kaldırılması konusundaki kanun tasarısını 58 arkadaşıyla Meclise sunan Şeyh Saffet Efendinin meclisteki konuşmasının bazı bölümleri -önemli görüldüğünden- aşağıya alınmıştır. “..... İslâmlığın yüceliğini ve temizliğini korumak için halifeliğin gerçek yapısını bir an önce dünyaya duyurmak ve açıklamakta bir gün bile gecikmek doğru değildir. Öteden beri bir kişinin, ya babadan gelme bir hakla ya da zor kullanarak devletin başına geçtikten sonra, halife sanını almasını İslâm dininin gereği gibi göstermek yanlışlığını bırakmamız lâzım geliyor. Cumhuriyetin ilânı, Türk halkının ne üstün bir düzeyde olduğunu ıspatlamıştır. İşte böyle bir düzeye (seviyeye) geldiğimiz içindir ki, geçmişte sadece bilginlerin bildiği ama açıklamaktan çekindikleri gerçeği dünyaya duyurmak ve bu sorunu çözmek için toplanmış bulunuyoruz. Efendiler, Yüce Tanrı, bazı peygamberlerini yer yüzünde insanları yönetmekle de görevlendirmiştir. Bu görevle yükümlü peygamberlere kitabımız Kur’an, halife sanını vermiştir. Şöyle ki, Cenabı Hak, Davut peygambere, “Ben seni yeryüzünde yerime vekil 295 (halife) yaptım” diyor. Arkasından da, “halk arasında hakça, adaletle iş gör” buyuruyor. Şu halde halifeliğin gerçek anlamı yer yüzünde insanları adaletle ve hakça yönetmektir...... Tanrının en ulu halifesi Peygamberimizden sonra, iş başına gelen dört halifeler de zaten devleti böyle halkla birlikte, halka danışarak yönetmişlerdi. Şimdi devletimizin yönetim biçimi hamdolsun Cumhuriyet olduğuna göre, demek ki, halifelik bu yüce Meclisin şerefli kişiliğinde belirmektedir..... Halifelik, gerçek anlamıyla yüce Meclisimize ait bulunmaktadır.” (5) Bu konuşmadan sonra Şeyh Saffet Efendi ile 58 arkadaşının sunduğu kanun tasarısı oya sunularak kabul edilmiştir. 5 İsmet Parmaksızoğlu: T. C. İnk. Tarihi, İst. – 1982, s. 128 296 Rasim Pehlivanoğlu 7- Yapılan İnkılâplar – Genel İlkeleri “Hakiki inkılâpçılar onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılâbına yöneltmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime sızmasını bilirler.” K. ATATÜRK Sözlük anlamına göre İnkılâp değişme, dönüşme, bir halden başka bir hale hızla geçme demektir. Devlet nizamında veya devletin bazı müesseselerinde yapılan hızlı ve köklü değişiklikler ve yenilikler birer İnkılâp hareketidir. Bir devletin ilerlemesine ve çağdaşlaşmasına engel olan, devrini tamamlamış ve zamanı geçmiş müesseseleri hızla değiştirmek, geliştirmek ve yenileştirmek İnkılâbın ön hedefidir. İnkılâpta sürüncemede bırakmak yoktur. Birden değiştirmek, geliştirmek, yenileştirmek ve sonuca hızla ulaşmak vardır. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasıyla yeni kurulan Millî Devletimizde hızla değişecek, gelişecek ve yenileşecek, köhneleşmiş çok şeyler vardı. Bu değişme ve yenileşmeler uzatılmadan ve sürüncemede bırakılmadan hemen gerçekleşmeliydi. Bunu başarmak için, M. Kemal İnkılâp yolunu seçmişti. Ülkemizde, özellikle 12 Eylül 1980 öncesinde, İnkılâp yerine devrim kelimesi kullanılır olmuştu. Ancak 12 Eylül harekâtıyla birlikte İnkılâpçılığa dönülmüştü. Devrim anlamı İnkılâptan çok farklıdır. Devirmek fiilinden türemiş olan devrim kelimesi yıkmak, düşürmek, zor kullanarak değiştirmek anlamındadır. İnkılâpta ise değiştirme ve yenileştirme anlamı vardır. Ama devirme ve yıkma yoktur. Devrim ihtilalcidir, İnkılâp tekâmülcüdür (geliştirmecidir). Devrimde halk taraftar olmasa bile, zor kullanarak yıkmak veya değiştirmek vardır. İnkılâpta ise, mecbur kalmadıkça zora başvurulmaz; halkı aydınlatarak, bilinçlendirerek ve kabul ettirerek hızla değiştirmek ve yenileştirmek esastır. Bir yeniliği herkes birden kabul etmeyebilir. Ama ikna edilerek halkın çoğunluğu kabul ederse, diğerleri de zamanla onlara uyum sağlayarak amaca ulaşılabilir. 12 Eylül 1980 harekâtını yapanlar bu görüşü benimsemişler, konuşmalarında ve icraatlarında devrimciliği bırakarak İnkılâpçılığı seçmişlerdir. Türk toplumunu süratle geliştirmek ve çağdaşlaştırmak isteyen M. Kemal de, amaca ulaşmak için devrimci yolu değil, İnkılâpçı yolu uygun bulmuştur. 297 Atatürk’ün İnkılâpçılığı, geçmişle ilgili ne varsa hepsini devirmek gibi yıkıcı bir icraatı değil, Türk sosyal hayatının ıslahı gerekli olan taraflarını, amaca uygun şekilde yeniden düzenlemekten ibarettir. Gerektiğinde zora da başvurulabilir. Atatürk İnkılâplarının bir özelliği de akla yatkın olmasıdır. Her İnkılâp aklın süzgecinden geçirilerek yapılmıştır. Akla ve ilme uygun olmayan İnkılâba yer verilmemiştir. “Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim.” K. ATATÜRK Cumhuriyet İnkılâbı ve Onuncu Yıl Dönümü “Türk Milletinin tabiat ve adetlerine en uygun olan idare Cumhuriyet idaresidir.” K. ATATÜRK Atatürk’e göre: “...Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz İnkılâpların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti Halkını tamamen çağımıza uygun, bütün mana ve biçimiyle medenî bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılâplarımızın temel nedeni budur...” Bu temel prensipten hareket eden Atatürk, İstiklâl Savaşı zaferini takip eden günlerden başlamak üzere, ülkemizde çok önemli İnkılâplar yapılmasına ön ayak olmuştur. Burada önemle belirtmek isterim: Yeni Türkiye Devletinin ve M. Kemal’in en büyük İnkılâbı saltanatın ve hilâfetin kaldırılması ile, Türkiye Cumhuriyetinin kurulması olmuştur. Atatürk 10. Yıl nutkunda Cumhuriyet İnkılâbına özellikle değinmiştir. Orada: – Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir” diyen Atatürk, kurulan Türkiye Cumhuriyetinin önemini özenle vurgulamıştır. Cumhuriyetin ilân edilmesinin 10. yılında köyde, kentte ve yurdun her köşesinde büyük bayram şenlikleri yapılmıştı. O yıl 5 yaşında bir çocuktum. Bayram sabahı, çalınan davullarla köyün önünden geçen derenin kıyısındaki çayırlık yere gidişimizi, orada kesilen koçları, kaynayan kazanları, pişirilen etli pilavları halâ hatırlıyorum. O yıl dönümünde güzel şiirler yazan şairlerimiz de olmuştu. Bunlardan Faruk Nafız ve Behçet Kemal’in birlikte 298 Rasim Pehlivanoğlu imzaladığı 10. yıl marşı hala dillerimizde söylenegelmektedir. Bu marşın güftesini aşağıya alıyorum: CUMHURİYETİN ONUNCU YIL MARŞI Çıktık açık alınla on yılda her savaştan, On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan, Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan. Türk’üz Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi, Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!... Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız; Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız. Türk’üz bütün başlardan üstün olan başlarız; Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız. Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi, Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!... Çizerek kanımızla öz yurdun hartasını Dindirdik memleketin yıllar süren yasını, Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını; Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını. Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi, Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!... Örnektir milletlere açtığımız yeni iz; İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz. Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz; Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz. Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi, Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri! (6) 6 Hacı Angı: Çocuk Gözüyle Atatürk, Ank. – 1977, s. 82 299 Saz şairlerimizin de Cumhuriyet sevgisini dile getiren şiirlerinden ikisini aşağıya alalım: CUMHURİYET BAYRAMI Tarihe şan veren büyük milletim, Bugün senin cumhuriyet bayramın. Bize önder olan aziz Atamız, Bugün senin cumhuriyet bayramın. Dalgalan bayrağım, selâmlar sana, Seni gören düşman kaçar her yana. Her an için şan verirsin vatana, Bugün senin cumhuriyet bayramın. Bugün milletimi sevinçli gördüm, Bir baştan bir başa süslenmiş yurdum. Hazır ol selâma, kahraman ordum, Bugün senin cumhuriyet bayramın. İstiklâl yolunda savaşan bacım, Demedin kimseye yorgunum, acım. İlelebet sensin başımda tacım Bugün senin cumhuriyet bayramın. Okunsun marşımız hoş avaz ile, Atamın eseri bitmez söz ile. Merdanoğlu, coşmalısın saz ile, Bugün senin cumhuriyet bayramın. (7) Aşık Musa Merdanoğlu 7 Fevzi Halıcı: Saz Şairlerinin Diliyle Atatürk, Ank. – 1981, s. 185 Rasim Pehlivanoğlu 300 CUMHURİYET Güneş gibi ışık olduk, Var olasın cumhuriyet. Her işine aşık olduk Var olasın cumhuriyet. Vücuttaki kanımızı, Kutsal olan dinimizi, Şen eyledin canımızı Var olasın cumhuriyet. Güneş oldun başımıza, Toprak ile taşımıza. Erdik, ekmek, aşımıza Var olasın cumhuriyet. Atamızdan armağansın, Seviyoruz, yadigârsın. Halkımıza vefakârsın. Var olasın cumhuriyet. Der Ummani, geldik coşa, Türkiye’miz baştan başa, Bayrağınla sonsuz yaşa Var olasın cumhuriyet... (8) Aşık Ummani Saraç 8 a.g.e., s. 197 301 Soyadı İnkılâbı ve Diğerleri 1934 yılında çıkarılan soyadı kanunu da önemli bir İnkılâp hareketidir. Bu kanun ile: Ağalık, paşalık, şuralı buralı olmak, şunun oğlu ya da bunun soyundan bulunmak... gibi paye verilen sıfatlar kaldırılmıştır. Onun yerine herkese birer soyadı verilerek ismiyle beraber söylenmesi ve bu sıfatla anılması sağlanmıştır. Kör Cemal, Topal İsmail, Çolak İbrahim, Sarı Ahmet gibi takma adlar da kendiliğinden sona ermiştir. TBMM, Gazi M. Kemal’e de şanına uygun bir soyadı verilmesini düşünmüş ve bulmuştur: 24 Kasım 1934 günlü toplantısında büyük öndere Atatürk soyadı verilmiştir. Böylece, TBMM tarafından da Türkün atası olduğu ilan edilmiştir. Bu tarihten itibaren, geçmişi şanlarla dolu M. Kemal adı yavaş yavaş bırakılmış, sadece Atatürk adıyla anılır olmuştur. İmzasını da Kemal Atatürk olarak atmıştır. Bizde bundan sonraki yazılarımızda, büyük Gazimizi, TBMM tarafından verilen Atatürk soyadıyla anacağız. Atatürk sağlığında, Türk sosyal ve ekonomik hayatının gerektirdiği çok sayıda İnkılâplar yapılmasını sağlamıştır. Hukukta, eğitimde, alfabede, dilde, ekonomik hayatta, kadın haklarında ve daha başka sahalarda yapılan İnkılapları burada tek tek anlatmak konumuz dışıdır. İleride (üçüncü kitapta) “Atatürk’ün Kişilik Özellikleri” anlatılırken yeri geldikçe ve gerektikçe bunlara da değinilecektir. Atatürk çok daha önemli hizmetler ve İnkılâplar yapabilecek yaşta ve olgunluktaydı. Büyük tasarıları vardı... Ama ecel erken yakalamıştı... “İnsanları mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirlerine yaklaştırarak, birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve faaliyettir.” K. ATATÜRK 302 Rasim Pehlivanoğlu Yusuf Ziya Ortaç’ın 1928’de yazdığı “GAZİMİZ” başlıklı destanının giriş bölümündeki beş kıta aşağıya alınmıştır: GAZİMİZE Gel, seni genç ihtiyar ellerinde taşısın: Sevinçten ağlıyoruz gözümüzün yaşısın! Kara günlerimizde bize can yoldaşsın, Sen dünyalar durdurça bu milletin başısın! Yeniden şan ver bize! Yeniden can ver bize, Sensin Reisicumhur, bu şeref yeter bize! Görün ey nur bakışlım, yüzünü göster bize, Gel, seni genç ihtiyar ellerinde taşısın! Sen sağken gönlümüzün ufku değil bulutlu, Sana da kutlu olsun bu gün bize de kutlu! Halka böyle saadet, böyle talih ne mutlu! Sevinçten ağlıyoruz gözümüzün yaşısın. Yüzümüzü ağartan sensin dünyada asıl, Dudaklarda geziyor menkıben fasıl fasıl, Millet seni göğsünden nasıl bırakır nasıl: Kara günlerimizde bize can yoldaşsın! Gönlümüz gamlı değil, kalbimiz küskün değil, Bu düğün yer yüzünde görülmüş düğün değil. Ey yüceler yücesi! Dün değil, bugün değil, Sen dünyalar durdukça bu milletin başısın. (9) 9 Prof. M. Kaplan ve ark.: Atatürk Şiirleri Antolojisi, Ank. – 1986, s. 24 303 Halide Nusret Zorlutuna şiiriyle Türk çocuğuna Atatürk’ü tanıtıyor: ATATÜRK Türk çocuğu! İyice bak ve tanı: İstiklâl güneşi bu baştan doğdu; Salgından kurtardı güzel vatanı, Bütün düşmanları yurdundan kovdu. TÜRK KIZI! Yüksel de göklere kadar, Altın yıldızlardan işle bir çelenk; Ayın bahçesinden çiçekler kopar, Atatürk’ün önüne ser; ışık renk. Türk oğlu rüzgârlar olsun sana at, Doğudan batıya müjdeler taşı, Atatürk’ü gönlün içinde yaşat; De ki: zafer olsun onun yoldaşı! Cihan tarihini süsledi adı, Ey büyük ulusum, övün ve sevin, Bir benzeri daha yaratılmadı, Dünyada bir tane senin “Kemal’in”! (10) 10 Avni Altıner: Her Yönüyle Atatürk, İst. – 1961, s. 324 304 Rasim Pehlivanoğlu B- ATATÜRK’ÜN HASTALIĞI, ÖLÜMÜ ve UNUTULMAZLIĞI “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet pâyidar kalacaktır.” K. ATATÜRK Yenilmez bir kumandan olarak büyük savaşlar kazanmış, kurtuluş savaşımıza öncülük ederek yurdumuzu düşman işgalinden kurtarmış olan büyük insan Atatürk, zaferden sonra Devlet Adamı olarak da büyük işler başarmıştır. Harabe haline dönen vatan topraklarının yeniden imarında önemli hizmetler vermiş; çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma yolunda önemli adımlar atmıştır. Atılımlarıyla bütün dünya devletlerinin dikkatlerini üzerine çekmiştir. Dünyanın en çok saygı duyulan bir devlet adamı olarak sevilen Atatürk, mensubu olduğu Türk Milletine de büyük saygınlık kazandırmıştır. Buna rağmen, Atatürk de bir insandı. Fâni olan her insan gibi, fazla çalışmanın ezginliğiyle yorgun düşebilir, o da hastalanabilir ve bir gün gelip o da dünyasını değiştirebilirdi. Nitekim öylede olmuştu. Bu kaçınılmaz gerçeğin pençesine Atatürk de düşmüştü. 1938 yılı Ocak ayında yaptığı Yalova, Bursa gezisi sırasında, kendisini üşütmüş ve hastalanmıştı. Mayıs ayı başlarında iyileşerek yurt gezilerine çıkmıştı. Yorgun düşmüş ve yeniden hastalanmıştı. Mayıs ayı sonlarında tedavi ve istirahat için İstanbul’da Dolmabahçe Sarayına yerleşmişti. SİROZ hastalığına yakalandığı anlaşılmıştı. Doktorların tavsiyesine uyarak, Savorana Yatı ile boğazda, Florya’da gezintiler yapmıştı. Gösterilen bütün ihtimamlara rağmen, Hastalığı fena akıbete doğru ilerliyordu. Çok istediği halde, 1938 yılı Cumhuriyet Bayramı törenlerine katılamamıştı. Beni Çağırıyorlar Cumhuriyetin 15. yılı şenlikleri yapılırken, hasta yatağındaki Atatürk, dışarıda patlatılan maytap seslerini işitmişti. Yüzünde nurani bir hal oluşmuştu. Bu sırada sarayın önüne gelen bir vapur da İstiklâl Marşını çalmıştı. Atatürk dinledi, sonradan gülümseyerek gözlerini açtı: – Beni çağırıyorlar” dedi ve ilave etti. 305 – Seviniyorlar... Sevinecekler tabii... Sevinmekte haklıdırlar. 15 yıllık cumhuriyet. Bu sevinilecek neticedir” demişti. (1) 1- Hastalığın İlerlemesi ve Ölümü Kasım ayı başlarında hastalık şiddetini arttırmıştı. 8 Kasım günü, kurtuluş ümitlerini söndürecek bir duruma girmişti... 10 Kasım Perşembe günü saat 09’u 5 geçe hayata veda etmişti... Fâni âlemden ebedî aleme göçmüştü. Atatürk’ün ölümü duyulunca bütün yurt matem havasına bürünmüştü. Genç ihtiyar, kadın erkek, çoluk çocuk demeden herkes üzülmüş ve herkes hıçkırarak ağlamıştı. O yıl 10 yaşında bir çocuktum. Köyde yaşıyordum. Ölümü öğrenen köy halkının sokaklara dökülerek hüngür hüngür ağlaştıklarına ve sel gibi gözyaşı döktüklerine tanık olmuştum. Biz çocuklarında katıldığı o elîm manzara halâ gözlerimin önünde canlanmaktadır. Sadece bizim köyde değil, bütün köyler, kasabalar ve şehirlerimiz, hep böyle gözyaşları boşanan hıçkırıklı ağıtlara sahne olmuştu. Gazetelerde yayınlanan ve sonra kitaplara geçen; gençlerin, kızlı erkekli öğrencilerin, anneler ve babaların ve de çocukların gözyaşları dökerek ağlayan resimlerini görenler, sanıyorum milletimizin o günkü hüzünlü duygularını gözleri önünde ve hayallerinde canlandırmış olacaklardır. Atatürk öteki âleme göçmüştü. Ama devlet işlerinin aksamadan yürümesi gerekiyordu. Ertesi gün (11 Kasım 1938’de) toplanan TBMM, yeni Cumhurbaşkanlığı seçimini yapmış, ve Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü’yü Cumhurbaşkanlığına getirmişti. Atatürk’ün ölüm haberini öğrenen bütün dünya devletleri tâziye telgrafları çekmişler ve cenaze törenine katılmak üzere -çoğu devlet başkanı olan- temsilcilerini Ankara’ya göndermişlerdi. 2- İstanbul’dan Ankara’ya 19 Kasım’da İstanbul’dan yola çıkarılan Atatürk’ün cenazesi, 20 Kasım günü Ankara’ya gelmişti. Bütün bir dünya o eşsiz varlığı bekliyordu. Yendiği ülkelerin önemli devlet adamları ve büyük komutanları da dâhil olmak üzere, bütün dünya devletlerinin temsilcileri, son saygılarını sunabilmek için, TBMM önüne yerleştirilen katafalkın önünden, o büyük önderin cenazesini selamlayarak geçmişlerdi... 1 Avni Altıner: Her Yönüyle Atatürk, İst. – 1961, s. 259 Rasim Pehlivanoğlu 306 Şair Orhan Seyfi o günkü duygusunu şöyle ifade ediyordu: TABUTUNUN ARKASINDAN Gidiyor rast gelemez bir daha tarih eşine, Gidiyor, on yedi milyon kişi takmış peşine! Gidiyor, sonsuz olan kudreti sığmaz akla, Gidiyor, Göğsünü çepeçevre saran bayrakla! Gidiyor, izleri üstünde birikmiş yaşlar, Gidiyor, yerde kılıçlarla eğilmiş başlar... Gidiyor, harbin o en korkulu arslan yelesi, Gidiyor, sulhum ufuklarda yanan meş’alesi... Yine bir devr açacakmış gibi en başta o var, Hıçkıran seste o var, sessiz akan yaşta o var! Siliyor ruhunun ulviliği fâni etini, Çiziyor ufukta batan bir güneşin heybetini: Büyüyor gökten inip toprağa yaklaştıkça Büyüyor gitgide göklerden uzaklaştıkça!... (2) 18.10.1938 21 Kasım 1938 Pazartesi günü hafiften yağan yağmur altında yapılan cenaze töreni sonunda, O ölümsüz insanın cenazesi, Etnografya müzesinde hazırlanan geçici kabrine konmuştu. Aradan 15 yıl geçtikten sonra da 10 Kasım 1953’te geçici kabrinden alınarak, büyük bir törenle, ebedi istirahatgâhı olan bugünkü Anıtkabir’e nakledilmişti. Atatürk sağlığında: “NEREYE İSTERSE ORAYA GÖMSÜN MİLLETİM BENİ. FAKAT YETER Kİ UNUTMASIN!” demişti... Unutulmadı. Unutulmayacaktır... 2 a.g.e., s. 322 307 3- CUMHURBAŞKANI İSMET İNÖNÜ’NÜN BEYANNAMESİ 21 Kasım 1938 günü yapılan cenaze töreninden sonra, yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, yaslı milletimize duygulu bir beyanname yayınlamıştı. O beyannamenin önden ve sondan iki bölümünü gerekli gördüğümden aşağıya alıyorum: “Büyük Türk Milletine: Bütün ömrünü hizmetine vakfettiği sevgili milletinin ihtiram kolları üzerinde Ulu Atatürk’ün fani vücudu istirahat yerine tevdiğ edilmiştir. Hakikatte yattığı yer, Türk milletinin onun için aşk ve iftiharlarla dolu olan kahraman ve vefalı göğsüdür. Atatürk tarihte uğradığımız en zalim ve haksız itham gününde meydana atılmış, Türk Milletinin masum ve haklı olduğunu iddia ve ilan etmiştir. İlk önce ehemmiyeti kavranmamış olan gür sesi, asla yıpranmayan bir kuvvetle nihayet cihanın şuuruna nüfuz etmiştir. En büyük zaferleri kazandıktan sonra da Atatürk, ömrünü yalnız Türk Milletinin haklarını, insaniyete ezeli hizmetlerini ve tarihe hakettiği meziyetlerini ispat etmekle geçirmiştir. Milletinin büyüklüğüne, kudretine, faziletine, medeniyet istididadına ve mükellef olduğu insaniyet vazifelerine sarsılmaz bir itikadı vardı. “Ne mutlu Türküm diyene!” dediği zaman kendi engin ruhunun hiç sönmeyen aşkını en manalı bir şekilde hülasa etmişti. ........................................ Türk Milletinin aziz Atatürk’e gösterdiği sevgi ve saygı, onun niçin Atatürk gibi bir evlat yetiştirebilir, bir kaynak olduğunu bütün dünyaya göstermiştir. .................................. Devletimizin banisi ve milletimizin fedâkar, sadık hâdimi (hizmetkarı), insanlık idealinin aşık ve mümtaz siması kahraman Atatürk: Vatan sana minnettardır! Bütün ömrünü hizmetine verdiğin Türk milleti ile beraber, senin huzurunda tâzim ile eğiliyoruz. Bütün hayatında, bize ruhundaki ateşten canlılık verdin. Emin ol, aziz hatıran sönmez meş’ale olarak ruhumuzu daima ateşli ve uyanık tutacaktır.” Reisi Cumhur: İsmet İNÖNÜ 308 Rasim Pehlivanoğlu Minnettar Kaldığımız Atatürk Minnettar kaldığımız, bizlerden birisi olan Atatürk’e sadece milletimiz değil, bütün dünya milletleri sahip çıkmış ve onun hakkında övücü çok güzel şeyler söylemişlerdir. Atatürk, dünyanın benimsediği ve örnek aldığı büyük bir liderdi. Dünyada yetişen başarılı devlet adamlarından pek çoğu Atatürk’ü kendisine rehber edinmişlerdir. Her devletin ileri gelenleri onu takdir etmişler ve çalışmalarını örnek almışlardır. Atatürk, esir milletlere de örnek olmuş ve esaretten kurtulmalarında onlara yol göstermiştir... Ama Atatürk, her şeyden önce bizim Kemalimizdi. O, Türk milletinin bir fedaisiydi. O, yenilmez bir Türk Komutanıydı. O, iyi yetişmiş bir Türk büyüğüydü. O, en büyük Türk Milliyetçisiydi. O, çok yönlü, ön görüşlü büyük bir liderdi. O, eserleriyle ölümsüzleşmiş büyük bir insandı. O, başarılı büyük devlet adamıydı. O, içimizden yetişen şanlı büyüğümüzdü. O, sevincimiz, gururumuz ve her şeyimizdi. Ve o sadece bizlerden biriydi... Şair’in deyişiyle: Bizdendi sevinci, bizdendi derdi. Biz uyurduk, O bizi beklerdi. Uyudu! Nöbeti bizlere verdi... Evet nöbet bizlere geçmiştir. Ama devraldığımız nöbeti, Atatürk’ün istediği şekilde yerine getirebiliyor muyuz?... 309 4- Atatürk’ün Ölümünü Takiben Yazılan Şiirler Atatürk’ün ölümüyle ilgili o günlerde çok sayıda yazılar ve şiirler yazılmıştı. Şiirlerden birkaçını aşağıya alalım: Şair Zeki Ozan acısını şiiriyle belirtiyordu: ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜ Dokuz yüz otuz sekiz yılının Kasım ayı, Bir matem sardı yurdu, hattâ bütün dünyayı. Ölmüş dediler Ata, ne olur sağ olsaydı Her sabah güneşle birlikte o da doğsaydı. Şehirde hep caddeler sel gibi insan dolu, Bir tabut ilerliyor, şeref dolu, şan dolu. Denizlerde, yollarda, havalarda, karada, Eşsiz tören yapıldı İstanbul, Ankara’da. Sanmayın arkasından sade Türk ağlıyordu, Dünya derdine düşmüş, peşinden çağlıyordu. Düşmanların elinden yurdu kurtardı O, Sıra sıra inkılâplar başlatandı O, Bugün, yarın, öbür gün, tarihte her büyük gün, Bu yurtta her ne varsa, Atatürk’tür gördüğün, Ölüm olur mu ona, içimizde yandıkça, Şafaklarda al sancak böyle dalgalandıkça. (3) 3 Avni Altıner: Her Yönüyle Atatürk, İst. – 1961, s. 323 Rasim Pehlivanoğlu 310 Şair Mustafa Can Atatürk’le övüncünü dile getiriyordu: ATATÜRK Zirvesi bulutlarda öpüşen bir taktı O, Kem gözlere saplanan bir alev mızraktı O. Mucizeler pekiydi, zaferler gölgesiydi; Adaletti, şerefti, hakikatti, haktı O, Mezar sessizliğine bürünmüşken bu iller Gökler gibi gürledi, şimşek gibi çaktı O; Kartallar ülkesine göz diken baykuşları Bir ilâhi yıldırım gibi çarpıp yaktı O; Bozkurdun dolaştığı yalçın dağlardan kopan Gümrah bir çağlıyandı, nurdan bir ırmaktı O: Zafer şahinleriyle, barış güvercinin Yanyana su içtiği mukaddes kaynaktı O; Muztarip insanlığın hicraniyle yandığı Teselliydi, ümitli, mihraptı, mihraktı O; Türk’ün yanar dağlardan yalçın iradesiydi Ülküydü, İnkılâptı, hamleydi, bayraktı O; Her mısra bir şehit kanıyla türbeleşen Destanlar kitabında en şanlı yapraktı O; (4) 4 a.g.e., s. 323 311 Üstün meziyetlerine rağmen Atatürk de bir insandı. İnsan Atatürk’ü Nüzhet Erman’dan dinleyelim: İNSANÜSTÜ DEĞİLDİ Atatürk de, et artı kemik ve artı kandı. İnsanüstü değildi Atatürk. Atatürk, her şeyden evvel: Herkes gibi kusurları olan, küçük, büyük Ve çirkin de olabilirdi, ama güzeldi; , Atatürk, yorgunluk kahvesini Bir su başında yudumlamayı, Serhat türkülerini, alaturkayı, Meselâ, Safiye Aylâ’yı Ve meselâ, yemeklerden fasulye pilâkisini Seven, güzel konuşan bir İstanbul Efendisi, (Aşık ve şair, mahcup ve ürkek); Ama bir Adanalı kadar sıcak kanlı, Karadenizli değil ama, Karadeniz kadar canlı, Bir Aydınlı kadar oturaklı ve zeybek Velhasıl Bizim mayamızdan, bizim kumaşımızdandı, İnsanüstü değildi yani Atatürk, Tam insandı. (5) 5 Nüzhet Erman: G. M. K. Atatürk, Ank. – 1981, s. 12 312 Rasim Pehlivanoğlu Atatürk Nerede diye soran Şair Hakkı Altıner, cevabını kendisi veriyor: ATATÜRK NEREDE? Soruyorum Mustafa Kemal nerede? Bakıyorum Selânikte, pembe boyalı evde. Soruyorum Mustafa Kemal nerede? Bakıyorum derslerinde birinci, Şemsi Efendi mektebinde. Soruyorum Mustafa Kemal nerede? Bakıyorum Trablusgarpta, Çanakkale’de? Soruyorum Mustafa Kemal nerede? Bakıyorum Samsunda, Erzurum, Sivas kongrelerinde. Soruyorum Mustafa Kemal nerede? Bakıyorum 23 Nisan 1920 de, TBMM de. Soruyorum Mustafa Kemal nerede? Bakıyorum Sakarya, Dumlupınar harplerinde. Soruyorum Mustafa Kemal nerede? Bakıyorum 9 Eylülde, İzmir’de. Soruyorum Atatürk nerede? Bakıyorum Cumhuriyet kurulmuş, Türk milleti ilerlemede. Soruyorum Atatürk nerede? Bakıyorum Ata Hasta, Dolmabahçede. Soruyorum Atatürk nerede? Bakıyorum Ata ölmüş, Anıtkabirde! Sordum nerede? Nerede? Atam Nerede? Anlıyorum ki O yaşıyor, Bütün milletin kalbinde!... (6) 6 Avni Altıner: Her Yönüyle Atatürk, İst. – 1961, s. 187 313 5- Atatürk Hakkında Yazılanlar ve Söylenenler Ölümünden sonra Türk ve dünya basını Atatürk hakkında övgü dolu yazılar yayınlamıştı. Bunlar toplanırsa kitaplar doldurur. Yaptıkları, bıraktıkları hakkında dünyada en çok eser ve makale yazılan büyük insanların başında Atatürk yer almıştır. Atatürk devrinde yaşayan, onu yakından veya uzaktan tanıyan dünyanın önde gelen kişilerinden ve o günlerin dünya basınında yayınlanan, Avni Altıner’in “Her Yönüyle Atatürk” isimli kitabında yer alan bazı görüşleri aşağıya alalım: “Benim teessürüm iki türlüdür. Birincisi böyle büyük bir adamın kaybından dolayı bütün dünya gibi müteessirim. İkinci teessürüm ise bu büyük adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun yerine gelmesine artık imkân kalmamış olmasıdır...” (O günlerde sağ olan) ABD Başkanı Roosevelt “Onun ruh kuvveti, azim ve iradesi, kim olursa olsun, diğer her hangi bir şefi sarsabilecek zorlukları yenmesine yardım etti. Onun daha evvel Gelibolu yarımadasındaki destani mücadelede İngiliz müstevlilere karşı, tarihi tersine çevirmiş olan askeri dehası, nihayet kendi davasına tam ve parlak bir zafer sağlamıştır...” Ünlü İngiliz gazetesi TİMES “Atatürk’ün birçok insanların maddeten başarmağa muktedir olamadıkları işleri başarmakta gösterdiği azim ve cesarete ve elde ettiği başarılara bütün Amerika hayrandır...” Amerikan Generali Sherill “İsmi yeni Türkiye’nin bütün kurtuluş hareketlerine bağlı olan Kemal Atatürk’ün ölümü, Türk milleti için büyük bir zayidir. Müstakil Türkiye’nin bütün samimi dostları, bu yüksek adamın ve devrimizin bu dikkate değer şahsiyetinin ölümünden bir surette elem duymuşlardır...” Sovyet gazetesi İzvestiya “Gazi, 1918 de ölen milletler grubu arasında azimli bir hareketle milletini tahammül edilmez bir diktadan kurtaran ve bütün dünyanın hayran kaldığı bir kalkıntı yapan ilk devlet başkanı olmuştur...” Alman gazetesi Volkisher Beobachter 314 Rasim Pehlivanoğlu “Ölüm, yenilgi nedir bilmeyen bu adamı mağlup etti. Fakat onun muazzam eseri bakidir. Ve Türkiye Cumhuriyetinin geçmişi, geleceği için bir dayancadır...” Fransız gazetesi Le Temps “Atatürk’ün ölümü herkeste hayranlık uyandıran Türkiye için çok büyük bir kayıptır. Onun kahramanlığı ve dehası, o memleketin istiklalini yaratmış ve kalkınmasını sağlamıştır. Bu kayıp, Fransa için de çok acıklıdır. Çünkü Atatürk onun sadık ve dürüst bir dostu idi. Gene bu kayıp, barış davası için de elimdir. Çünkü bu Büyük devlet şefi, yorulmaz bir surette bu davanın korunmasına çalışmaktaydı.” Fransa’nın eski Ankara elçisi ve İçişleri bakanı Alber Saro “Muhakkak ki, Atatürk, zamanımızın en azimkâr bir inkılapçısı idi. Milletine bir millet şuuru veren Atatürk için şimdi bütün millet ağlamaktadır. Atatürk’ün büyük eserinin bundan sonra da devam etmesini gerek Türkiye adına, gerek Avrupa adına dileyelim.” Belçika gazetesi Belge “Tarih silinmez harflerle bu büyük devlet adamının adını hakedecektir. Atatürk bir halk adamıdır. Kırılmaz azmi, kudretli zekâsı kendisini mağlup ettiği mukadderatı önüne getirmiş ve bu suretle yeni Türkiye’nin başlangıcı olmuştur.” Yugoslav gazetesi Vreme “Atatürk ölürken bütün memleketin politik, ekonomik ve sosyal sahalardaki faaliyetini sevk ve idare etmekte olan bir adam, yirmi yılda Türkiye’de yeni bir zihniyet yaratmış olan bir adam ölmüştür.” İtalyan gazetesi Korriere Della Lera “Dünya, bu savaş ve barış kahramanı büyük adamın ölümü ile fakir düşmüştür. İktidarı, azmi ve bahadırlığı ile aman bilmeyen galiplerin takibine kalkıştıkları pranga siyatesini ilk kıran Atatürk’tür.” Macar gazetesi Peşter Lloyd “Ben Ankara’da iken daima güneşe bakardım. Fakat güneşi ufukta değil, Çankaya’da görürdüm. Çünkü asıl güneş Çankaya’daki Atatürk denilen güneşti. Atatürk’ün ölümü yalnız Türkiye için değil, bütün dünya için büyük bir kayıptır.” 315 Belçika eski Ankara Elçisi Dervimon “Atatürk’ün ölümünden dolayı Amerika Hükümeti pek çok üzgündür. Bu kayıp yalnız Türk milletine ve hudutlarına inhisar etmemiştir. Yayıldığı yerler çok geniştir. Amerika eski Harciye Vekili Kordel Hall “Atatürk, istiklâl hissini taşıyan bütün milletler için ölmez bir semboldür.” Alman Basını “Atatürk şahsiyetlerinin kuvvetiyle milletleri dâhilen ve haricen değiştiren harp sonları seferi arasında daima hususi bir mevki işgal edecektir. O, yeni Türkiye’nin yaratıcı ve kurucusu olmuştur. Yakın Doğunun şimdiki çehresini bu adam tespit etti.” Alman Basını Germania “Atatürk’ün birçok insanların başarmağa maddeten muktedir olamadıkları işleri başarmakta gösterdiği azim ve cesarete ve elde ettiği başarılara bütün Amerika hayrandır.” Amerikan Basını “Bu müstesna ve büyük adamın ölümünden sonra dünya, artık eskisi kadar enteresan değildir.” Bulgar Basını “Atatürk bırakmıştır.” arkasında istikbalinden emin bir devlet Çek Basını “Büyük bir milletin çok sevilen Atasının ölümü yalnız Türkiye’de değil, aynı zamanda bizim kıtamızda ve bütün bir dünyada büyük bir boşluk bırakmaktadır.” Çin Basını Tahung – Pao “Atatürk tarihi bir iş başarmıştır. O, Müslümanlık dünyasını modern medeniyete yaklaştırdı. Büyük yenilikler yaptı. Kadının sosyal durumunu düzeltti.” Estonya Basın Postimees “Atatürk, şecaat ve kabiliyetin en büyük sembolüdür. O yirminci yüzyılın en büyük gerçeğini yaratan adamdır.” Danimarka Basını Nasyonal 316 Rasim Pehlivanoğlu “Atatürk gibi dehalar ancak görünüşte ölürler. Öyle insanlar, bir nesil için doğmadıkları gibi, muayyen bir devir için de doğmazlar.” Paris Ajansı “Milletimiz en büyük Türk’ün karşısında kederli bir saygıyla eğilmektedir.” Romen Basını “O’nun ölümü bütün dünya için de derinliği ölçülmez bir kayıptır.” Rus Basını “Atatürk bir çocuk bırakmadı. Lâkin kendisine daima “Sen benim babamsın, hayatımın sebebisin” diyecek büyük bir millet bıraktı.” Irak Basını “Atatürk öldü. O milletin babası ve son asırların yetiştirdiği en büyük adamdı.” Mısır Basını “Atatürk şahsiyetlerinin kuvvetiyle milletlerin iç ve dışını değiştiren harp sonrası şefleri arasında daima hususi bir yer tutacaktır.” Berlin Germania (7) Yukarıdaki yazılanların hepsi de Avni Altıner’in yayınladığı Her Yönüyle Atatürk kitabının 260 ve 261. sayfalarından alınmıştır. Atatürk’ü öven bu kadar güzel sözlerin sonuna, kendi mücadele arkadaşının da bir sözüne yer verelim: Biz hiçbirimiz olmasaydık, O, yaptığını yine yapardı. O olmasaydı, hiç birimiz, Mustafa Kemal’in yaptığını yapamazdık.” Rauf Orbay 7 a.g.e., s. 260-261 317 C- ATATÜRK’LE İLGİLİ FIKRALAR “Atatürk’ün Üstün Kişilik Özellikleri” adıyla hazırlanmış olan büyük hacimli ikinci kitapta, onun çok yönlü kişiliğini tanıtan gerekli bilgi ve görüşler anlatılırken, gerektikçe ve yeri geldikçe çok sayıda nükte, fıkra ve hatıralara da yer verilmiştir. Söylenegelen anlamlı fıkralardan bir kısmı toplu olarak bu kitapta da yer almıştır. Aşağıda görelim: Hattı Müdafaa Yoktur, Sathı Müdafaa Vardır Yusuf İzzet Paşaydı telefon eden. Kolordu Komutanı soruyordu O’na: – Paşam! Gizli emirlerinizi bildirmediniz. Geri çekilme gerekirse yani, Emriniz ne yolda, nedir istikametiniz? Mustafa Kemal, daha savaşa girmeden Kaçmayı düşünen Komutana: – Gizli emir mi dediniz? Geri çekilecek olan kim? Paşa! Paşa! Senin kemiklerinin Orada gömülmesidir gizli emrim! (8) Sabiha Gökçen Anlatıyor Yanına girdim ve ayakta Bir süre bekledim o gün. (Adet haline gelmişti, her sabah Elini öpmem Atatürk’ün.) İşleriyle meşguldü Ata. Derin bir iç geçirdi birden dedi: –Allah!” Değişik bakmış olacağım ki, sordu: – Dindar mısın sen?” Doğrusunu söylemek gerekiyordu: – Evet!” dedim hiç düşünmeden, Ve ne diyecek diye yüzüne Baktım ürkek ürkek. Hoşuna gitmişti cevabım: – Çok iyi! Büyük bir kuvvettir Allah ve Daima inanmak lazımdır, O’na!” (9) 8 9 Nüzhet Erman: G.M.K. Atatürk, Ankara – 1981, s. 63 a.g.e., s. 99 318 Rasim Pehlivanoğlu Atatürk’ten bir hatıra: Bir gün “belli zevat” ile sofrada oturmuşlar, yemeklerini yerken Gazinin birdenbire aklına gelir ve sorar: – Deyin bakalım, öldükten sonra benim hakkımda neler söyleyecekler?” Böyle bir sual, elbette ki sofrada göze girmek isteyenler için bulunmaz bir fırsattır. Nitekim övgü dehalarını birer birer döküp saçmaya başlarlar. Kimi der: “Ölmüş Türk milletini, Hz. İsa gibi diriltti” diyecekler. Kimi der: “Onun gibisi insanlık tarihinde bir daha gelmedi” diyecekler. Kimi der: “Fatih, Yavuz, İskender, Cengiz ve Napoleon, Gazinin eline su dökemezdi” diyecekler..... Atatürk, böyle daha on tanesini dinledikten sonra, eli ile onları susturur. Öfkesini acı bir nükte halinde dökerek: “–Bilemediniz! Hiçbirisi değil... Benim milletim ben öldükten sonra diyecektir ki: “Mustafa Kemal, memleketin çok felâketli bir zamanında, üstüne düşen büyük teşkilâtlandırma ve kurtarma işini hakkıyla başarmıştır. Ancak, eğer etrafında kendisini yanıltmaya ve nabzına göre şerbet vermeye kalkan filan filan (sofradakileri sayar)..........ler olmasaydı, muhakkak ki, bu milletin pek çok seveceği daha nice işler başaracaktı...” der. (10) Hilmi Yücebaş’ın Kitabından Alınan Fıkralar Hilmi Yücebaş tarafından derlenen “Atatürk Nükteleri, Fıkraları, Hatıraları” isimli kitabın çeşitli sayfalarından seçilerek alınan nükte, fıkra ve hatıralar aşağıda yer almıştır. Zevkle okunacağına inanıyorum. Atatürk’ün kendi sözüyle kitaptaki ilk fıkraya başlamış olalım: “Şahsımız İçin Değil Millet İçin Çalışmalıyız” Şahsınıza alt bir buluşun başkaları tarafından kullanılmasından ve mesut neticelerinin isminize değil mensup olduğunuz cemiyete ve millete maledilmesinden endişeniz olmasın. Millet bunun kadrini bilir. Millet sevgisi kadar büyük mükafat yoktur. İstiklâl harbinde benim de milletime ettiğim bir takım hizmetler olmuştur, zannederim. Fakat bunlardan hiç birini kendime maletmedim. Yapılanların hepsi milletin eseridir dedim. Aranacak olursa doğrusu da budur. Mazide sayısız medeniyet kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları 10 4 Eylül 1981 Tarihli Tercüman Gazetesinden 319 olduğumuzu ispat etmek için yapmamız lâzım gelen şeylerin hepsini yaptığımızı ileri süremeyiz. Bugüne ve yarına bırakılmış daha birçok büyük işlerimiz vardır. İlmi çalışmalar da bunlar arasındadır. Beni seven arkadaşlarıma tavsiyem şudur; “Şahsımız için değil, fakat mensup olduğumuz millet için elbirliğiyle çalışalım. Çalışmaların en yükseği budur.” (11) K. Atatürk Atatürk’e Bir Köylünün Cevabı Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan baş kaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimizi refaha kavuşturmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar düşmanlarımızdadır da. Çünkü başta Moskoflar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi: – Türklere rahat vermemeli ilerleyemesinler...” diye düşünürler. ki, başka sahalarda Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, Balkan milletlerini “İstiklâl diye kışkırtırlardı. Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan Gayri Müslimler durmadan zenginleşirlerdi. Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir. Atatürk, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş: – Bu köşk kimin? – Kirkor’un... – Ya şu koca bina? – Yorgo’nun... – Ya şu?... – Salamon’un... Atatürk biraz sinirlenerek sormuş: – Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur: – Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna boylarında, Balkanlarda, Arnavutluk dağlarında, Kafkaslarda, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk Paşam...” Atatürk bu hatırasını naklederken: – Hayatımda cevap veremediğim yegâne insan bu aksakallı ihtiyar olmuştur” der dururdu. (12) 11 12 Hilmi Yücebaş: Atatürk (nukteler, fıkralar, hatıralar), İstanbul – 1963, s. 4 a.g.e., s. 18 Rasim Pehlivanoğlu 320 Umulmadık Adamdan Neş’eli bulunduğu bir zamanı seçerek: – Paşam...” demiştim, şu danıştıklarının içinde bazan öyleleri var ki, şaşırıyorum. Bunların mütalaalarına nasıl olsa; sonunda iştirak etmeyeceksin. Kararını önceden vermiş olduğun da malûm... O halde, ne diye onları birer birer çağırıp karşında söyletirsin? Atatürk, yüzüme, alaycı bir eda ile bakıp şu cevabı vermişti: – Bazan hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiçbir kanaatı hakir görmemek lazımdır. Neticede, kendi fikrimi tatbik bile edecek olsam, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.” (13) Salih BOZOK Asıl Kurtarıcı Kim? Tarih dersinde, Atatürk, dersini anlatıp bitiren öğrenciye sordu: “Bir şeyi söylemeyi unuttun! Türk Milletini kim kurtardı” Öğrenci, şu cevabı verdi: “Atamız kurtardı...” Atatürk, bu cevabı kabul etmedi: “Hayır, çocuğum! Türk Milletini kendi kanı kurtardı...” (14) Dahi Kime Derler Her zaman Atatürk sual sormaz veya imtihana çekmez ya! Bir gün de, sofrada neş’eli bir zamanında Atatürk’ü imtihana çektiler. Arkadaşlarından biri sordu: – Lütfen cevap verin bakalım, dahi kime derler?” Atatürk tereddüt etmeden ve kendisinin imtihana çekilmesini yadırgamadan cevap verdi: – Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der.” (15) Atatürk ve Anası Atatürk ziyaretlerinin her birinde annesinin mübarek elini büyük bir saygı ile öperdi. Sonra anasının karşısında o büyük adam küçülür, Mustafa, hatta Mustafacık olurdu. 13 a.g.e., s. 23 a.g.e., s. 23 15 a.g.e., s. 28 14 321 Çankaya’da bu ana oğul görüşmelerinin birinde şahit olduğum bir vaziyeti, kıymeti hudutsuz olan Bayan Zübeyde’nin faal zekâsının bir numunesi olarak arzedeceğim. Atatürk, anasının elini öptü, Bayan Zübeyde oğluna elini uzatırken coşkun sevgisinin gözlerinde toplanan bütün ifadesiyle Atatürk’ü bağrına basmak istiyordu. Onu kucakladıktan sonra, aziz Türk milletine eşsiz bir halâskâr kahraman veren ana olmak itibariyle gururlanmalıydı. Fakat öyle olmadı, bahtiyarlığını gülen ve şirin yüzünden okurken o büyük Türk anası kolları arasından uzaklaşan ciğerparesinin eline sarıldı. Atatürk: – Ne yapıyorsun anne” dedi... Elini çekmek istedi. Bayan Zübeyde, sükûnetle ve kat’i bir ciddiyetle: – Ben senin ananım, sen benim elimi öpmekle bana karşı olan vazifeni yapıyorsun, fakat sen vatanı ve milleti kurtaran bir devlet reisisin. Ben de bu aziz milletin bir ferdiyim ve onun teb’asıyım. Elini öpebilirim.” cevabını verdi. Oğlunun elini öpmekten ziyade, Bayan Zübeyde, bu hareketiyle oğlunun mevkiinin en büyük ihtirama layık olduğunu etrafındakilere işaret ediyordu. (16) Cevat Abbas GÜRER Vatanımın Toprağı Temizdir Kral Eduard İstanbul’a geldiği zaman, yatından bir motöre binerek Dolmabahçe Sarayına yanaştı. Atatürk de rıhtımda onu bekliyordu. Deniz dalgalı idi... Kralın bindiği motör inip çıkıyordu. İmparator rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değdi ve tozlanmış bulunuyordu. Bunu gören Kral bir mendille elini silmek istediği bir anda Atatürk: – Vatanımın toprağı temizdir, o elinizi kirletmez!” Diyerek, elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi. (17) Geçmiş Olsun Yugoslavya Kralı Alexandr Atatürk’ü ziyarete gelmişti. Atatürk Kralla odalarına çıkarlarken, Kral Alexandre: – Size bir sırrımı söyleyeceğim!” Dedi. Biraz sonra misafir odasında koltuklara oturdular, Kral: 16 17 a.g.e., s. 30 a.g.e., s. 31 Rasim Pehlivanoğlu 322 – Eğer, bazı Avrupa devletlerinin vaatlerine inanmış olsaydık, Yunanlıların yerine Anadolu’ya biz çıkacaktık...” Atatürk gülerek Kralın elini sıktıktan sonra: – Geçmiş olsun Kral hazretleri!” dedi. (18) Enver Behnan ŞAPOLYO Hazreti Muhammed Bir gün kendisine sordum: – Hazreti Muhammed hakkındaki fikriniz nedir?” Tek kelime ile cevap verdi: – Samimidir.” (19) Orgeneral Fahreddin ALTAY Bir Türk Dünyaya Bedeldir Atatürk, Türk askerinin ölçülmez kıymeti hakkındaki fikrini tarihi bir cümlesiyle ifade etmişlerdi. 1925 yılı Ağustosun da, Kastamonu’nda asker koğuşlarını teftişten çıkarken: “Bir Türk, on düşmana bedeldir” yazılı bir levha gördü. Zabite levhayı göstererek sordu: – Öyle midir?” – Evet Paşam.” Atatürk elini yükselterek: – Hayır çocuğum, bence öyle değildir. Bir Türk dünyaya bedeldir.” (20) Ne Çare ki... Geceli, gündüzlü tam yirmi iki gün süren ve hasmın mağlubiyetinde yegane amil olan savaş “Sakarya Meydan Muharebesi” dir ki; onu kazandığı için “Mustafa Kemal Paşa” ya “Büyük Millet Meclisi” “Mareşal” lık rütbesi tevcih etmiştir. Bu harp de düşman bütün gayretiyle savaşmıştır. Atatürk; onların bu gayretini teslim edecek kadar medeni bir asker olduğunu şu sözleriyle ispat etmişti: 18 a.g.e., s. 31 a.g.e., s. 41 20 a.g.e., s. 50 19 323 – Düşman çok cesaretle dövüştü!... Bütün enerjisini sarfederek, ölümden gözlerini kırpmaksızın; ne kadar inat göstermek lâzımsa, hepsini göstererek harbetti... Ne çare ki...” Hafifçe gülümseyen Atatürk, burada susmuştu. Maiyetindeki zevatın merakla baktığını görünce ilave etti: – Evet... Ne çare ki; karşısında Türk vardı!...” (21) Napolyon Savaş sırasında Adana’ya gelen İngiliz Generali Tawsend bir konuşmasında M. Kemal’e: – Siz Napolyon’a benziyorsunuz” dedi Mustafa Kemal bu benzetmeyi reddetti: – Napolyon arkasına bir sürü muhtelif milliyetteki insanı toplayarak macera aramağa çıktı. Ve bunun içindir ki yarı yolda kaldı. Ben bir anadan bir babadan gelen kardeşlerimle kendi vatanını kurtarmak davası yolundayım. Ve muvaffak olacağım” cevabını verdi. (22) Kabahat Zaferden önce nasılsa mebus olmuşlardan biri Ankara’da millet meclisinde şöyle konuşuyordu: – Memlekette bir dikili ağacı bile olmayanlar mebus olmasın.” Bu yersiz ve boş lafa karşı Gazi kürsüye gelerek, sakin: – Okuldan subay çıktıktan sonra; yurdumun sınırlarına koşmaktan, kendi hesabıma bir tek ağaç dikemedim. Mebus bey, bu kabahatimi affetsinler(?)” dedi. (23) Güzel Gözler Anadolu hareketinin ilk zamanlarında siyasi hırslarıyla mâruf olan bir hanımla konuştuğu sıralarda, ona şu sözleri söylemiş: – Hanımefendi, sizin çok güzel gözleriniz var; ben de güzel gözleri çok severim. Buna rağmen, söyleyeyim: Eğer siz, gözlerinizin kuvvetine güvenerek siyasi bir rol oynamak isterseniz haber vereyim ki muvaffak olamazsınız. Çünkü ben siyaseti güzel 21 a.g.e., s. 51 a.g.e., s. 53 23 a.g.e., s. 56 22 Rasim Pehlivanoğlu 324 gözlü hanımefendilerden çok fazla severim!” (24) Muhiddin BİRGEN Memleketin Efendisi Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt Mebusu Mahmut, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref, bir de Soysallı vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet Meclisinde okuyacağı nutku hazırlıyordu. Mahmut’la Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da “Ne dersin?” diye soruyordu. Ben ne diyebilirdim? Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki: – Bu memleketin efendisi kimdir?” Düşündüm. Cevabı O verdi: – Türk köylüsüdür” dedi. Ve devam etti: – Türk köylüsü “EFENDİ” yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselemez!...” (25) Mahmut Esat BOZKURT Memleket İçin Bir gün milli menfaatleri şiddetle ilgilendiren bir meselede, şahsı dostluğu olan birisine karşı nasıl hareket edileceğini sormuştum: – Memleket ve millet meseleleri karşısında şahsi dostlukların ve şahsi duyguların yeri olamaz bey” dedi. (26) Arif ORUÇ Yaşamalısın Atatürk’ün en büyük zevki, umumi toplantılarda rastladığı her hangi birine ani bir sual sormak ve alacağı cevaba göre o şahsiyetin kıymetini takdir etmekti. Bir cumhuriyet balosunda yaverlerinden Nihat Beye şu suali sordu: – Ben ölürsem, ne yaparsın?” – Ben de ölürüm, Paşam!...” 24 a.g.e., s. 56 a.g.e., s. 59 26 a.g.e., s. 60 25 325 Ata, aldığı cevaptan memnun kalmamıştı. Sert bir ifade ile şunları söyledi: – Eğer beni hakikaten seviyorsan, ölmemen lâzım. Yaşamalısın ve benim telkin ettiğim ideallerin benden sonra da gerçekleşmesine, yaşamasına çalışmalısın. Hakiki sevgi budur...” (27) Suikast (s. 71) İzmir’de hazırlanan suikastta, Atatürk’ü öldürmeğe memur edilenlerden birini, suikast meydana çıkarıldıktan sonra, Atatürk, yanına çağırdı, ona bazı şeyler sordu. İşin garip tarafı, adam Atatürk’ü tanımıyordu. Atatürk, cebinden tabancasını çıkararak adama uzattı: – Mustafa Kemal benim! Al, öldür!” Bahtsız adam, dizüstü çökerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. (28) Selahattin GÜNGÖR Cumhuriyet Bir gün, Erzurum Kongresinde; Mazhar Müfit Kansu Atatürk’e: – Bu hareketin sonu ne olacak?” demiş. Atatürk şu cevabı vermiş. – Ne olsun, istiyorsun?” Mazhar Müfit: – Cumhuriyete mi gidiyoruz.” Atatürk: – Bunda şüphen mi var?” (29) Mahmud Esad BOZKURT 27 a.g.e., s. 70 a.g.e., s. 71 29 a.g.e., s. 78 28 Rasim Pehlivanoğlu 326 Anibal Kartaca’nın ünlü amirali Anibal, Gebze’de Anibal tepede yatar. Halk orada buraya “kuru servi” der. Mezarı başında yetişen ihtiyar servi ağaçlarından birini kurtuluş savaşında düşman askeri yakmış öteki de kocayıp, ihtiyarlamış ama, halâ yerinde durur. Tarihe çok merakı olan Ata, bir gün burayı gezerken: mezarın şenletilmesi için bu tepe etrafına yeniden genç serviler dikilmesini istedi. Yanındakilerden biri: – Anibal, Türk değil.” – Ama, o da hürriyet için milleti ile beraber çalışan büyük bir kahraman” dedi. O zaman, O’nun işareti üzerine buraya dikilen genç servi ağaçları, şimdi nazlı sallanışları ile, Atanın aziz hatırasını yaşatır, durur. (30) Yedi Düvel Bir seyahatinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve iltifat etti. Sordu: – Sen güreş bilir misin?” Yanındakilerden güreştirdi. en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği Genç asker daima galip geliyordu. Çok neş’elendi, ayağa fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu: – Haydi, bir de benimle güreş!” Saf ve temiz Anadolu çocuğu Atasının yüzüne hayranlıkla baktı: – Atam” dedi. “Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?” Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeğe çalıştı. (31) Tahsin UZER Prensip Gazi Mustafa Kemal, bu işler için muhakkak ki hukuk kitapları okumuştur. Fakat onların hiç birisini, aynen tatbik mevkiine koymamıştır. 30 31 a.g.e., s. 80 a.g.e., s. 83 327 Hattâ bir gün kendi anlattığından işittiğime göre, meşhur bir Türk hukukçusu, kendisine: “Bu tatbik ettiğiniz esaslar hiçbir hukuk kitabında yoktur” diyor. Mustafa Kemal’in cevabı şudur: – Tatbik edilip tecrübe edilen işler, kaide ve prensip haline gelirler. Ben yapayım, siz kitaba yazarsınız.” (32) Prof. Dr. Afet İNAN Kubilay Devrim düşmanı geri düşünceli yobazlar, Menemen’de ayaklanarak, öğretmen Kubilay’ı şehit etmeleri üzerine, öfkelenen Ata: – Menemen, top ateşine tutulsun, taş taş üstüne kalmasın, istasyona yeniden bir kasaba kurulsun” demiş ise de, buna karşı Fevzi Paşa: – Bütün halkın suçu yok, mahkeme kuralım, suçu olanları cezalandıralım” demesi üzerine, çok sevdiği ve her zaman “benim dağım” dediği Fevzi paşanın bu arabulma davranışını iyi karşılamış, biraz yumuşayarak: – Devrimlere karşı gelenlere acınmaz, ilerlemeyi köstekleyen bu geri görüşlü kimseler, millet hainidir. Sizin sözünüz doğru, ben de buna uyarım” dedi. (33) 32 33 a.g.e., s. 91 a.g.e., s. 131 328 Rasim Pehlivanoğlu D- SAZ ŞAİRLERİMİZİN ŞİİRLERİNDE ATATÜRK Biraz da, ülkemiz saz şairlerinin diliyle Atatürk’ü tanımaya çalışalım: Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle, 11 – 14 Mayıs 1981’de Konya’da yapılan “15. Geleneksel Türkiye Aşıklar Bayramı”na katılanlardan, şiir yazma dalında 52 saz şairi yarışmaya katılmıştır. İki şiirle katılanlar da olduğundan 61 şiir incelemeye alınmıştır. Sonuçta 7 şiir dereceye girmiş ve ödül almıştır. İncelenince görüleceği üzere dereceye giren veya girmeyen şiirlerin hepsi de birbirinden güzel ve anlamlıdır. Şair ve yayıncı olan Sayın Feyzi Halıcı’nın hazırladığı ve kültür bakanlığına yayınladığı “SAZ ŞAİRLERİNİN DİLİYLE ATATÜRK” isimli kitapta yer alan bu duygulu şiirlerden dereceye giren 7 şiir ile kitapta yayınlanmayı hak eden diğer şiirlerden bir kaçını okuyucularımın takdir ve ilgisine sunmak üzere aşağıya alıyorum. Atatürk’ü çeşitli yönleriyle tanımamıza yardımcı olacak bu duyarlı şiirleri, sanıyorum okuyucularım zevkle okuyacaklardır. Saz Şairlerinin Diliyle Atatürk isimli kitapta yer alan ve aşağıya alınan şiirlerin kitaptaki sayfa numaraları başlıkların yanında gösterilmiştir. BİRİ ANADOLU BİRİ ATATÜRK Biri bülbül oldu, birisi güldür: Biri Anadolu, biri Atatürk... Biri sevgilidir, biri güzeldir, Biri Anadolu, biri Atatürk... Biri aranılan, birisi soran, Biri kucaklıyan, birisi saran, Biri kurtarılan, biri kurtaran, Biri Anadolu, biri Atatürk... Biri arı oldu, birisi kovan, Biri büyük asker, büyük kumandan Biri yaralının derdine derman, Biri Anadolu, biri Atatürk... Biri örnek oldu bütün cihana, Biri Türk milleti adına, ana. Biri can adadı nazlı vatana, Biri Anadolu, biri Atatürk... 329 Biri bize kurdu Cumhuriyeti, Biri ecdadımın yurdu, cenneti. Biri bize verdi bu hürriyeti, Biri Anadolu, biri Atatürk... Biri insanlığa örnekler katar, Biri bu Şeref’in kalbinde atar, Biri birisinin bağrında yatar, Biri Anadolu, biri Atatürk... (34) Aşık Şeref Taşlıova ATATÜRK VAR Bin dokuz yüz seksen birde, Yılımızda Atatürk var. Gezip dolaştığım yerde, Yolumuzda Atatürk var. Öğün, çalış, güven dedi, Bizi o irşad eyledi. Türkiye’de altmış yedi, İlimizde Atatürk var. Okulların bahçesinde, Gelinlik kız bohçasında, Türkçemizin lehçesinde, Dilimizde Atatürk var. Evimizde, aramızda, Safımızda, sıramızda, Cebimizde, paramızda, Pulumuzda Atatürk var. Sancakların gölgesinde, Kalbimizin köşesinde, Sazların yanık sesinde, Telimizde Atatürk var. Zafer meşalesi yakan, Esarete karşı çıkan; Cepheden cepheye akan, Selimizde Atatürk var. 34 Fevzi Halıcı: Saz Şairlerinin Diliyle Atatürk, Kültür Bakanlığı Yayınları Ank. – 1981, s. 81 Rasim Pehlivanoğlu 330 Caddelerde, geçeklerde, Yalan değil, gerçeklerde, Parklardaki çiçeklerde, Gölümüzde Atatürk var. Vahap bu mübarek toprak, Destan tüter yaprak yaprak, Dalgalanır bayrak bayrak, Elimizde Atatürk var. (35) Aşık Abdulvahap Kocaman DEĞİL Mİ? Evvel – Allah bugün hür yaşıyorsak Atatürk’ün sayesinde değil mi? Bir bayrak altında birleşiyorsak, Atatürk’ün sayesinde değil mi? Yedi devlet yedi yerden saldırdı, Askerini yurdumuza doldurdu. Milletimiz esareti kaldırdı, Atatürk’ün sayesinde değil mi? Cumhuriyet geldi, saltanat kaçtı, Demokrasi ilmin yolların açtı. Kadın, erkek aynı hakkı paylaştı, Atatürk’ün sayesinde değil mi? Dünyaya bedeldir Türk’ün her ferdi, Bunu bir söz ile tarif ederdi.x Cihan sulha, yurdum barışa erdi, Atatürk’ün sayesinde değil mi? Hacım der ki, başka yolu nideriz? Hürriyet var, her tarafa gideriz. Elli yedi yıldır bayram ederiz, Atatürk’ün sayesinde değil mi? (36) Aşık Hacı Karakılçık 35 36 a.g.e. s. 82 a.g.e. s. 84 331 İYİ BAK Gerçek önder arıyorsan evlâdım, Yanımızda Atatürk var, iyi bak. Işık tutan soruyorsan bizlere, Önümüzde Atatürk var, iyi bak... Sakın uyma insanları ezene, Canım kurban, hürriyetli düzene. Başkasının önderinden bize ne? Konumuzda Atatürk var, iyi bak... Duymayana değil, duyana sözüm, Dosdoğru yoluna git, iki gözüm. Aslımız, neslimiz tertemiz bizim, Kanımızda Atatürk var, iyi bak... Türk – oğluyuz, her oyunu biliriz, Geçmiş tarihlerden hisse alırız. Vatan için göz kırpmadan ölürüz, Canhımızda Atatürk var, iyi bak... Merdanoğlu der ki; böyle evladım, Sen de evladına söyle, evladım. Tarihine dikkat eyle, evladım, Şanımızda Atatürk var, iyi bak... (37) Aşık Musa Merdanoğlu ATATÜRKÜM Ya istiklal, ya da ölüm buyuran, Atatürküm, can Mustafam, Kemalim... Türk gücünü tüm dünyaya duyuran, Atatürküm, can Mustafam, Kemalim... Esaretin zincirini kıranım, Bayrağıma siper olup, duranım. Demokrasi temelini kuranım, Atatürküm, can Mustafam, Kemalim... Bayrak bayrak bir rüzgar eser, burda, Nice şehit kan döktü bu uğurda. Kendini adadın bu cennet yurda, Atatürküm, can Mustafam, Kemalim... 37 a.g.e. s. 85 Rasim Pehlivanoğlu 332 Erdemli der, konuşursam dilimsin, Çağlar boyu kanadımsın, kolumsun. Amacımda, düşüncemde yolumsun, Atatürküm, can Mustafam, Kemalim... (38) Aşık Erdemli GÖRDÜM Dünyaya gözümü açtığım zaman, Düşmanı süngüye takılmış gördüm. Mustafa Kemal’in gök gözlü resmi, Boy boy duvarlara çakılmış gördüm. Halâ belli gibi ayak tozları, Gençliğime hitap eder sözleri. Savaş yerlerinde gülle izleri, Üzerine ekin ekilmiş gördüm. Kendime geldim ki kim bize çatar, Dediler, toprakta çok şehit yatar. Düşmanın gözüne ok gibi batar, Meydanlarda büstü dikilmiş gördüm. Dedim, dedem nerde? dediler, şehit, Dedim, gerçek midir? Yaradan şahit. Dedim, ben de olsam böyle mücahit, Sevinçten gözyaşım dökülmüş gördüm. Hemen Eyyubi’de yola döşensin, Ecdadın kanından gelen nişansın. Gölgesinde asırlarca yaşansın, Al bayrağı ufka çekilmiş gördüm. (39) Aşık Eyyubi 38 39 a.g.e. s. 86 a.g.e. s. 87 333 ATA’YA ÖVGÜ Dünyada var ise bir güzel insan, Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam... Merih yıldızıdır, evrende dönen, Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam... Dilde ağız, ağızda dil güzeldir, Gülde bülbül, bülbülde gül güzeldir. Elde kına, kınada el güzeldir, Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam... Gaziler şanına gazel söylenir, Gerçekler ezeli, ezel söylenir. Dilde kahramanlar güzel söylenir, Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam... Destanda dil, dilde destan güzeldir, Şanda tarih, tarihte şan güzeldir. Kanda bayrak, bayrakta kan güzeldir. Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam... Gönülden sevdiğim yarim güzeldir, Aşk – elinden ahuzarım güzeldir. Sazda, sözde yoğum – varım güzeldir, Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam... Aşık Reyhaniyim, akar gözyaşım, Sana borçluyum, daima başım. Çocuklarım, arzum, hülyam savaşım, Sen ondan da çok güzelsin, Mustafam... (40) Aşık Reyhani 40 a.g.e. s. 88 Rasim Pehlivanoğlu 334 ATATÜRK Vatanıma göz diken düşmanları, Ezen sensin, yakan sensin, Atatürk... Milletin çektiği tüm kaygıları, Sezen sensin, söken sensin, Atatürk... Kurtardık vatanı, can vere vere, Hayattayken göremedim bir kere. Cumhuriyet kelimesin kalplere, Yazan sensin, sokan sensin, Atatürk... Sen attın barışın temellerini, Bu vatan unutmaz Kemallerini. Hain düşmanların emellerini, Bozan sensin, yıkan sensin, Atatürk... Atamı söylettim sazla, tellere, Senin sevgin renktir, konca güllere. Yüzüncü yılında tüm gönüllere, Sızan sensin, akan sensin, Atatürk... Türklük aşkı ile dolu beynimiz, Vatan, millet için çarpar göynümüz. On kasımda eyik durur boynumuz, Üzen sensin, büken sensin, Atatürk... Gül Ahmedim der ki, senden aldık şan, Senin sevgin ile yanıp tutuşan, Türk gencinin damarında dolaşan, Gezen sensin, o kan sensin Atatürk... (41) Aşık Gül Ahmet 41 a.g.e. s. 89 335 TÜRK DERLER Aslan yurdu derler bizim toprağa, Bu bahçede bitenlere Türk derler. Kara karga girmemiştir bu bağa, Şahin gibi ötenlere Türk derler. Görmek istiyorsan bir arkana bak; Aç oku tarihten sen yaprak yaprak! Vermedi yurdundan bir avuç toprak, Toz dumana katanlara Türk derler. Tekbirle kurulmuş Türk’ün binası, İlim kaynağıdır Türk’ün yuvası, Bülbülden şirindir Türk’ün nağmesi, İlim irfan satanlara Türk derler. Yanguni çok şükür yoktur derdimiz, Cennete emsaldir güzel yurdumuz. Üstünde var olsun şanlı ordumuz, Al bayrağı tutanlara Türk derler. (42) Aşık Paşa Yanguni 42 a.g.e. s. 92 Rasim Pehlivanoğlu 336 ATATÜRK’TEN İLHAM AL Bayram oldu bize ey Türk evlâdı, Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al! Değmeden kem göze ey Türk evlâdı, Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al! Mutluyum bin şükür Ata’dan yana, Faydalı olalım güzel vatan. Aldanma şöhrete geçici şana, Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al! Hakka yürü gönül yıkarak gezme, Sakın hiç kimseyi incitip ezme! Adaleti tac et ceddini üzme, Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al! Dinle geçmiş zaman neler söylüyor, Atamız vatana hizmet eyliyor. Yetmiş iki millet seni biliyor, Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al! Türk’tür yurdu için durmadan koşan, Türk’tür cesarete en büyük nişan. Türk’tür yurdu için kaynayıp taşan, Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al! Yaptığın bir fiil kalmaz yanına, Yiğitsen hizmet et gel vatanına! Diyarî seslenir her Türkoğluna, Sen sen ol da Atatürk’ten ilham al! (43) Aşık Ali Diyarî 43 a.g.e. s. 146 337 ATATÜRK Hasta adam gibi olmuştu vatan, Çabucak hissedip gördün Atatürk. Aklın ilaç oldu düşüncen lokman, Çok büyük yaralar sardın Atatürk. Bir ses geliyordu Trablusgarp’tan, Dünya örnek aldı bu büyük harpten. Ey batan gemiyi kurtaran kaptan, Bize yeni hayat verdin Atatürk. Batan gemi değil aziz vatandı, Bir şafak misali ağaran tandı. Her bir Mehmetçiğin birer arslandı, Çelik çemberleri yardın Atatürk. Dikilmişti gözleri ülkemize, Düşman ile gelmiş idik göz göze. Hepsini bir anda getirdin dize, Akdeniz’e kadar sürdün Atatürk. Memleket kurtuldu geldi istiklâl Yurtta dalgalandı yıldızlı hilâl. Gönüllerde yatan Mustafa Kemal, Bize cumhuriyet kurdun Atatürk. Yapıldı fabrika, tüttü bacalar, Örnek aldı öğrenciler hocalar. Gündüz oldu o karanlık geceler, Karanlıktan doğan nurdun Atatürk. (44) Aşık Hikmet Arif Ataman 44 a.g.e. s. 149 Rasim Pehlivanoğlu 338 KEMAL ATATÜRK Emsalsiz kahraman Türk kumandanı, Yüzün mana dolu Kemal Atatürk. Bakışların titretiyor cihanı, Gözün mana dolu Kemal Atatürk. Ünvanın gazidir Mustafa adın, Dünyanın sırrını çözdün anladın. En hakiki mürşit ilimdir dedin, Sözün mana dolu Kemal Atatürk. Zekâda eşsizsin ne dense yeri, Sen yüce milletin büyük önderi. Hedefimiz Akdeniz’dir ileri, Emrin mana dolu Kemal Atatürk. Ülkümüz andımız yol karış karış, Uyan Türk milleti durmadan çalış. Dedin yurtta barış cihanda barış, Arzun mana dolu Kemal Atatürk. Görüşün muhteşem sözlerin aydın, Hürriyet sözünü dünyaya yaydın. Yeni Türkiye’ye bir düzen koydun, İzin mana dolu Kemal Atatürk. Ruhaniyim gönlüm sevginle dolu, Meseldir dünyaya Türk’ün Kemal’i. Bu yıl doğumunun yüzüncü yılı, Özün mana dolu Kemal Atatürk. (45) Aşık Mustafa Ruhanî 45 a.g.e. s. 161 339 TÜRKLÜK YOLU Türküm, hürriyetim cumhuriyettir, Cumhuriyet bize büyük nimettir. Zaferi yaratan aziz millettir, Tarihe mal olan istiklalinden, Türk milleti yürür Türklük yolundan. Ecdadım Asya’dan boşa gelmedi, Savaş savaş usanmadı, yılmadı. Asla bir düşmana mağlup olmadı, Sardı vatanımı ana belinden Arş dedi, yürüdü Türklük yolundan. Yeni bir gün doğdu, meclis kuruldu, İncelendi eşit haklar soruldu, Herkese hürriyet hakkı verildi, Atam sordu Kara Fatma gelinden Dedi, top taşırım Türklük yolundan. Yıllar boyunca çok şeyler düzeldi, Gençlik ilerledi, bugüne geldi. Göklere yükseldi, dağları deldi. Doğudan, batıdan, Anadolu’dan Öylece yürürüz Türklük yolundan. Gökte uçak, yerde trenlerimiz, Kendi servetimiz, kendi varımız. Elimiz emeği, alınterimiz, Kulak ver başkente, sor Kemal’inden Sözü Anayasa Türklük yolundan. Aç ve susuz kaldık, ne günler çektik, Bu nazlı toprağa kan, tohum ektik. Hudutlar kesildi, direkler diktik, Ak Yaka’nın, Kızıltaş’ın çölünden, Türk bekler nöbetin Türklük yolundan. Daim var – olasın, yüce Atatürk, Bize mesken oldu sayende bu mülk. Bir destan bıraktın bize çok büyük, Bir destan ki al bayrağın alından, Gururla yürürüz Türklük yolundan. (46) Aşık İlhami Demir 46 a.g.e. s. 192 Rasim Pehlivanoğlu 340 Not: “Atatürk’ün Üstün Kişilik Özellikleri” adı ile hazırlanmış olan ikinci kitapta, yeri geldikçe, Atatürk’ün önemli görüş, duyuş ve hizmetlerinden, değerini hiç kaybetmeyen öz sözlerinden, hakkındaki övgülü yazılardan, konuyla ilgili anlamlı fıkralardan, objektif eleştirilerden de örnekler verilerek açıklamalar yapılmıştır. İşlenilen konuyla ilgili olarak verilmek istenilen mesajları destekleyen çok sayıdaki şairlerimizin duyarlı şiirlerinden de alıntılar yapılarak esere canlılık katmıştır. 341 BİBLİYOGRAFYA 1- Akçakayalıoğlu, Cihat: ATATÜRK - Gen. Kur. Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Bşk.lığı Yay. - Genkur Basımevi - Ank. 1980 2- Angın, Hacı: Çocuk Gözüyle Atatürk - Angı Yayıncılık Ankara 1977 3- Altıner, Avni: Her Yönüyle Atatürk - Bakış Matbaası ve Kütüphanesi - İst. 1961 4- Bayar, Celal (Derleme İsmet Bozdağ): Atatürk’ün Metodolojisi ve Günümüz - Kervan Yayınları - İstanbul 1978 5- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 1 - (Resimli) Selanik’te Doğan Güneş - M.E.B. Yayınları - Ankara 1995 6- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 2 - (Resimli) Asker Mustafa - M.E.B. Yayınları - Ankara 1995 7- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 3 - (Resimli) Kurmay Yüzbaşı M. Kemal - M.E.B. Yayınları - Ank. 1996 8- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 4 - (Resimli) Vatan ve Hürriyet - M.E.B. Yayınları - Ank. 1996 9- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 5 - (Resimli) İkinci Meşrutiyet - M.E.B. Yayınları - Ank. 1997 10- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 6 - (Resimli) Balkan Harbi - M.E.B. Yayınları - Ank. 1997 11- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 7 - (Resimli) 1. Dünya Savaşı - M.E.B. Yayınları - Ank. 1999 12- Dündar, Erhan-Orhan: M. K. Atatürk 8 -(Resimli) Çanakkale Geçilmez - M.E.B. Yayınları - Ank. 1999 13- Dündar, Erhan - Orhan: M. K. Atatürk 9 - (Resimli) İmparatorluğa Veda - M.E.B. Yayınları - Ank. 1999 14- Erendil, Muzaffer (Em. Tümg.): Çok Yönlü Lider Atatürk – Genkur Basımevi - Ank. 1986 15- Erman, Nüzhet: Gazi M.Kemal Atatürk - Kültür Bak. Yayınları - Ank. 1s981 16- Eroğlu, Hamza: Türk İnkılap Tarihi - M.E. Basımevi -İst. 1982 17- Ersoy, Mehmet Akif: Safahat – M.Eğitim Basımevi - İst. 1996 18- Eryalaz, Zekayi: Söz Vatan Olunca - Diyanet Bşk. Yayınları Emel Matbaası - Ank. 1986 19- Fevzioğlu, Osman Güngör: Atatürkçe (şiirler) - Tekışık Matbaası – Ank. 1983 20- Gökalp, Ziya: Kızılelma - Kültür Bak. Yayınları - Ank. 1976 21- Göksel, Burhan: Atatürk’ün Soy Kütüğü - Kültür Bakanlığı Yayınları - Başbakanlık Basımevi - Ank. 1995 22- Güngör, Selehattin: Yakınlarının Ağzından Atatürk - Gençlik 342 Kütüphanesi - 1944 23- Güney, Eflatun Cem: Atatürk Hayatı ve Eserleri - Milli Eğitim Basımevi - İst. 1963 24- Halıcı, Fevzi: Saz Şairlerinin Diliyle Atatürk - Kültür Bakanlığı Yayınları - Güven Matbaası - Ank. 1981 25- Kaplan, Mehmet ve Arkadaşları.: Devrin Yazarlarının Kalemiyle Milli Mücadele ve M. Kemal 1 - Kültür Bak. Yayınları - İst. 1981 26- Kaplan, Mehmet ve Arkadaşları.: Devrin Yazarlarının Kalemiyle Milli Mücadele ve M. Kemal 2 - Kültür Bak. Yayınları - İst. 1981 27- Kaplan, Mehmet (Prof.) ve Ark.: Atatürk Şiirleri Antolojisi – Kültür Bakanlığı Yayınları - Gaye Matbaası - Ank. 1986 28- Kocatürk, Utkan (Dr.): Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri – Ayyıldız Matbaası - Ank. 1971 29- Kocatürk, Utkan (Prof.): ATATÜRK - Kültür ve Turizm Bak. Yayınları - Ank. 1987 30- Kurnaz, Şefika: Balkan Harbinde Kadınlarımız - Milli Eğitim Basımevi - İst. 1993 31- Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Ar. Da. Yayınları: Türk İstiklal Savaşı Destanları, Ankara - 1982 32- Omurtak, Salih ve 6 Arkadaşı: ATATÜRK - Milli Eğitim Basımevi - İst. 1970 33- Orhan, Halil: Bahçemdeki Çiçekler (şiirler) - Milli Eğitim Basımevi - İst. 1988 34- Parlatır, İsmail ve 5 Arkadaşı: Oğuzdan Bugüne - Türk Dil Kurumu Yayınları - Ank. 1996 35- Parmaksızoğlu, İsmet: T.C. İnk. Tarihi - Oğul Matbaacılık – İst. 1982 36- Sakarya, H. İbrahim: Ben Öğretmenim - M.E. Basımevi - İst. 1990 37- Serdarlar, Neriman ve Arkadaşı F. Çetinkaya: T.C. İnk. Tarihi - Aka Kitabevleri - İst. 1968 38- Su, Mükerrem Kamil: T.C.Tarihi - Kanaat Yayınları -İst.1971 39- Şapolyo, Enver Behnan: T.C.Tarihi - Baha ve İsmet Matbaası - İst. 1966 40- Şimşek, İbrahim: Mustafa Kemal Bir Destan – Binoğlu Yayınları – İst. 1992 41- Tan, Nail (Derleyen): Türk İstiklal Savaşı Destanları – Başbakanlık Basımevi - Ank. 1982 42- Tansel, Fevziye Abdullah: M.E.Yurdakul (şiirleri) - Türk Tarih Kurumu Basımevi - Ank. 1989 343 43- Talas, İ. Hakkı: Bütün Şiirlerim – Yeni Okul Bilgisi Yayınları - İst. – (Eski Yıllar) 44- Tümay, Bekir: Gazinin Doğuş Destanı - Ankara - 1981 45- Yazar, M. Behçet: Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı – Kanaat Kitabevi – İst. 1938 46- Yazıcı, Seyfettin: Milletimize Sesleniş - Diyanet İşleri Bşk. Yayınları - Ank. 1997 47- Yiğit, Mehmet: Mustafa Kemal’le Olmak - Milli Eğitim Basımevi - İst. 1993 48- Yücebaş, Hilmi: ATATÜRK (Nükteler, fıkralar, hatıralar) – Yeni Matbaa - İst. 1963 Not: Ayrıca çeşitli sözlükler, ansiklopediler gazete küpürleri ve başka kaynaklardan da faydalanılmıştır...