BUNALIMI VE DEMOKRASi Doç. Dr. Ahmet DA VUTOGLU Marmara

advertisement
KÜRESELLEŞME, ZİHNİYET BUNALIMI VE
DEMOKRASi
Doç. Dr. Ahmet DAVUTOGLU
Marmara Üniversitesi
Öğretim Üyesi
I. GİRİŞ
Fransız
devriminin ikiyüzüncü yıldönümünün aynı zamanda
soğuk savaş yapılanmasının da sona ermesine denk gelmiş olması,
siyasi sistem olarak demokrasinin, ekonomik sistem olarak da kapitalizmin dayandığı rasyonel mekanizmaların mutlak zaferinin
ilan edilmesine yol açmıştı. Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" tezi ile
en somut ve iddialı şekline bürünen bu bakış açısı tarihi sürecin
nihai belirleyicisi olduğuna inanan bir özne yaklaşımını yansıtı­
yordu. Bu nedenledir ki, yaşanan tarihi sürecin iç çelişkilerinin
ritmini anlamaktan çok, ulaşılan zaferin kendi meşruiyyet zeminini ve söylemini oluşturmaya çalışıyordu. Yeni Dünya Düzeni
kavramı bu özne-merkezli bakışın uluslar arası ilişkieri belirleme
çabasının ürünü olmuştur.
Ancak son on yıl içinde yaşananlar tarihin akış sürecinin tek
bir irade ile belirlenmeyeceğini bir kez daha ortaya koydu. Tarihin
sona ermesi ve rasyonel mekanizmaların egemen olmasıyla sona
ereceği düşünülen gerilim alanları kimi alanlarda ve bölgelerde
daha da derinleşirken, yeni çelişkilerin oluşturduğu farklı gerilim
alanları da kendini göstermeye başladı. Uluslar arası hukuk-reelpolitik, kuzey-güney, batı-batıdışı, evrensel,..yerel gibi gerilim
alarilan zamanla daha da yaygınlaşan ve belirginleşen bir nitelik
kazandılar.
İslam
88
ve Demokrasi
Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" tezi ile bu gerilim
alanlanndan birini stratejik bir pragmatizmin aracı olarak kullanması da görünüşte "Tarihin Sonu" tezinin sonunu getirmekle
birlikte, aslında özne-merkezlilik açısından aynı metodolajik sakıncalan bünyesinde taşıyordu. Tarihi akışın nihai belirleyicilerinin, tasnife göre değişen ve Doğu karşısındaki medeniyet düzlemi
bakımından Batı, Güney karşısındaki ekonomi-politik hegemonya
diizlemi bakımından kuzey merkezli ve Atlantik eksenli bir alan
olduğu kanaatine dayanan bu projeksiyonlar, yeterince sorgulanmaksızın kabul edilen bir meşruiyyet söyleminin evrenselleşmesi­
nin aracı olarak kullanıldılar.
Bu çerçevede, gerek uluslar arası ilişkilerdeki gerilim alanlannda söz konusu olan insiyatifkullanımlarının gerekse ulusal düzeylerdeki siyasi otoritelerin me·şruiyyet söyleminin merkezine
oturan demokrasi, ihtiva ettiği felsefi ve sosyolojik arka plan itibarıyla değil, sağladığı stratejik meşruiyyet ile değer bulmaya
'başladı. Belli bölge ve ülkelerde, mesela Doğu Avrupa'da, desteklenen siyasi katılım ve demokrasi talepleri başka bazı bölge ve ülkelerde, mesela Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da, bölgesel ve ulusal
istikrar için tehlikeli olarak görüldü. Huntington'un bir başka çalışmasına da başlık olan kavramsallaştırmasından hareket edersek, Demokrasi'nin Üçüncü Dalgası'nın 1 belli kıyılara ulaşması
felsefi ve sosyolojik olmaktan çok, stratejik gerekçelerle uygun görülmüyordu.
Son yıllarda yoğunlaşan İslam ve Demokrasi tartışmalan böylesi bir stratejik pragmatizmin konjunktürel gölgesini barındır­
maktadır. Üçüncü demokı·asi dalgasının İslam dünyası kıyılanna
vurmasını stratejik çıkarları açısından uygun görmeyenler,
İslam'ın demokrasi ile bağdaşamayacağını, bunun da en çarpıcı
delilinin demokrasinin hiç bir İslam ülkesinde yerleşememiş olması olduğunu vurgulamaktadırlar. Bu yaklaşım sahipleri, İslam
dünyasındaki siyasi rejimierin çoğunun seküler-ideolojik nitelikli
totaliter yapılar ya da Batı destekli keyfi-kabilevi krallıklar olduğunu ve her ikitüründe İslam'a sembolik meşruiyyet kaynağı olmaktan öte bir değer vermediklerini unutmaktadırlar. Bu tavra
1
S. Huntington, The Third Waue: Democratization in the Late Twentieth
Century, (University ofüklohama Press, 1991)
Küreselleşme, Zilıniyet Bunalımı
ve Demo/ırasi
89
tepki olarak gelişen ve demokrasinin siyasal katılım yoluyla sağ­
ladığı denetim ve özgürlük alanını seküler totalitarizme karşı temel güvence olarak gören yaklaşımlar da İslam ile demokrasi arasındaki uyumu mutlaklaştıran bir tavra yönelmişlerdir.
Gerek İslam ile demokrasi arasındaki mutlak çelişkiyi gerekse
mutlak uyumu göstermeye çalışan yaklaşımlar bu anlamda aynı
metodolojik çıkınazla karşı karşıyadırlar. Temelde bireylere belli
bir varoluş bilinci sağlayan bir inanç sisteminin belli bir siyasi,
sosyal ve ekonomik rnekanizmaya mutlak anlamda indirgenebilmesi de, o mekanizma ile mutlak bir kategorik ayırım ile zıttaş­
ması da mümkün değildir. Ancak ve ancak bu inanç sisteminden
beslenen zihniyetin ve sosyal normların temel parametrelerinin
böylesi bir mekanizmanın temel varsayımlan ile uyumlu olup olmadığı tartışılabilir. Bu da içinde tarihi zaman-mekan boyutunu
da kapsayan ve yapısal-konjunktürel olmaktan çok, felsefi-zihni
temele dayanan daha geniş kapsamlı bir tahlili gerekli kılar.
II. ZİHNİYET VE KİMLİK BUNALIMI ÇERÇEVESiNDE
DEMOKRASİSÖYLENU
Demokrasiyi felsefi ve yapısal özellikleriyle statik bir meşruiy­
yet referansı olarak görenlerin aksine, demokrasi bugün belki de
tarihte karşılaştığı en önemli ve dinamik süreçlerden birini yaşa­
maktadır. Sınırlı ve ulusal siyasi birimlerin iç yapılanmasının ötesine geçerek evrensel düzeyde uluslar arası hukuku da kapsayacak şekilde yeni bir nitelik kazanmaya çalışan demokı·asi, bu sürecin getirdiği bunalımlan da doğı·udan yansıtan bir değişim yaşamaktadır. Bu anlamda Avrupa'da ulus-devlet oluşumlarının
ekonomik, siyasi ve kültürel/din'i sacayağını oluşturan kapitalizm,
demokrasi ve sekularizm arasındaki doğrusal bağlar çözülmekte
ve iç çelişkiler bu üçlü sacayağının pozitivizm ve İlerlemeci tarih
anlayışı çerçevesinde irtibatlanan iç dokusunu zayıflatmaktadır.
Ulus-devlet oluşumu sürecinde ticari ve sina! kapitalizmin feodalitenin sınırlayıcı kalıplarını kırmasına koşut bir tarzda özgürlükçü ve katılımcı özellikleriyle yükselişe geçen demokrasi, bugün
yeni-sömürgeci bir karakter arzeden tekelci dünya sisteminin ortaya çıkardığı kuzey-güney dengesizliği ile hesaplaşmak zorunda
90
İslam ve Demollrasi
kalmaktadır. Ulusal kapitalizriıin gelişmesine paralel olarak bireyin özgürlük ve katılım alanını sahip olduğu mülkiyete orantılı
olarak kademelİ bir şekilde genişleten demokrasi bugün evrenselleşen kapitalizmin güney ülkelerini sıkboğaz eden eşitsizlikçi yapılanmasının açmazlarını bünyesinde barındırmaktadır. Kuzeygüney dengesizliğini artıran evrensel kapitalist mekanizmalar ile
demokrasinin meruiyyet sağlayacağı söylemi arasındaki uçurum
gittikçe açılmaktadır. Özetle, 13. yüzyıldan başlayarak 17. yüzyıla
kadar uzanan tarih dilimi içinde kademelİ bir şekilde tarih sahnesine çıkan ve yirıninci yüzyılda küresel bir olgu haline gelen ulusdevlet oluşumu ve bu oluşuma dayalı uluslar arası sistem bugün
önemli bir yeni değişim dalgasının tesiri altına girmiş bulunmaktadır.
Bu değişim dalgası ile birlikte modernitenin felsefi varsayım­
yeniden sorgulanmaya başlanmıştır. Akıl-bilim-ilerleme sacayağına dayalı aydınlanma felsefesinin temel önerıneleri, özellikle
bireyin ontolojik güvenlik ve özgürlük alanları açısından, ciddi bir
yeniden değerlendirıne süreci ile karşı karşıyadır. 19. yüzyıldaki
beklentilerin aksine, aklı kullanarak geliştirilen bilimin getirdiği
ilerleme, insanoğlunun mutlak bir ontolojik güvenlik ve özgürlük
alanına kavuşmasını sağlamamıştır. Aksine, bilimsel gelişmelerle
ivme kazanan teknolojik tahrip gücü ve ekolojik dengesizlikler insanoğlunun ontolojik güvenlik alanını küresel ölçekte tehdit ederken, yine teknolojik imkanlarla olağanüstü bir güce kavuşan ulusdevlet ötesi küresel mekanizmalar bireyin özgürlük alanını ciddi
ları
şekilde daraltmaktadır.
Bunun sonucunda da ulusal stratejiler ile uluslar arası etkileşim alanı arasındaki uçurum gittikçe açılmaktadır. Herhangi bir
ülkenin stratejik çıkarları gereği nükleer teknoloji kullanımı konusunda atacak herhangi bir adım, bu adımla şu veya bu şekilde
hiçbir hesabı olmayan toplumların ve bireylerin güvenlik ve varoluş alanlarını tümüyle yok edebilecek sonuçlar doğurabilmektedir.
Öte yandan büyük kolaylıklar sağlayan küresel ölçekli araçlar
ve mekanizmalar aynı zamanda özgürlük alanını daraltan ve güç
merkezlerinin denetim kapasitesini bireyler aleyhine genişleten
etkilere yol açmaktadır. Bu durum bilim ve teknolojinin değer boyutunu ve ahlaki denetim sorununu da beraberinde getirmekte-
Küreselleşme, Zilıniyet Bunalımı
L'e Demalırasi
91
dir. Bilim ve teknolojinin kendi oluşturduğu mekanizmaları ve
araçları denetleyecek ahlak! bir alt yapı ve değer sistemi geliştir­
me konusundaki yetersizliği geniş kapsamlı bir felsefi bunalım
alanı oluşturmuş bulunmaktadır. Öte yandan felsefi, bilimsel ve
kültürel alanda kilisenin sınırlayıcı karakterine karşı özgürlükçü
ve rasyonel bir atılım sağlayan ve bu anlamda kimi çevrelerce demokrasinin ön şartı olarak görülen sekularizm ile demokrasi arasındaki tutarlılık bağları da çözülmektedir.
ID. ALTERNATiF TEPKİLER VE DEMOKRASi YORUMLARI
Ulus-devletin egemenlik alanı ile küresel mekanizmaların etki
alanı arasındaki farklılaşma ve bunun birey üzerindeki etkileri sı­
radan bir bireyin ulus-devletin iç siyasi yapısı ve uluslar arası sistem ile kurduğu ilişkinin mahiyet ve meşruiyyet alanını büyük bir
değişime uğratmaktadır. Demokrasi de gerek felsefi alt yapısı gerekse kurumsal çerçevesi itibariyla bu gelişmelerin etkisi altında­
dır.
Bireyin devlet ve uluslar arası sistem ile olan ilişkisinde yaşa­
nan bunalım, ölçek büyümesi ve sonuçları açısından, Yunan şehir
devlet yapılarından imparatorluk yapılarına geçişi sağlayan Büyük İskender döneminde görülen bunalıma benzemektedir. Bu
açıdan, Büyük İskender'le birlikte organik şehir devletlerinden
büyük ölçekli imparatorluk yapılarına geçiş küçük çaplı bir küreselleşmedir ve bu küçük çaplı küreselleşmeye gösterilen tepkilere
benzer felsefi tepkilere bugün de şahit olmaktayız.
Şehir devletlerinin organik yapısında sahip olduğu güç ve etkinlik alanını, BüyÜk İskender'in büyük ölçekli imparatorluk yapısında kaydeden bireyin zihniyet ve kimlik düzeyinde karşı karşıya kaldığı felsefi bunalım üç tür farklı tepkinin doğuşuna yol açmıştı. Bugün de, küreselleşme ile birlikte yaşanan değişim ve bunalım, benzer tepkilerin doğuşuna yol açmakta ve demokrasi bu
tepkilerden etkilenerek yeniden biçimlenmektedir:
1. Küreselci Stoik Tepki: Büyük İskender'in imparatorluk
yapısında
daha önce
şehir
devleti içinde sahip
olduğu
kimlik ve
92
İslam L'e Denıollrasi
organik zihniyet biçimini kaybeden ve büyük ölçekli yeni yapı
içinde sıradan ve edilgen unsw·lar haline gelerek bireyselleşen şe­
hir devleti vatandaşlarının ilk tepkisi, bu yeni durumu anlamlandıracak daha geniş ölçekli ve kapsamlı felsefi arayışlar içine girmek olmuştu. Makedonya'dan Hindistan'a kadar uzanan bütün
imparatorluk alanını kuşatacak evrensel bir zihniyet ve kimlik
aratışı, şehir devletinin yerel ve organik zihniyet ve kimlik yapı­
sından daha evrensel tanımlamalara geçişi gerekli kılıyordu. Stoacılık bu arayışa çözüm üretirken doğanın ruhu, evrenin özü ve
doğal hukuk gibi tanımlamalada daha kuşatıcı bir zihniyetin önünü açmaya çalışıyordu; çünkü yerel medeniyeti havzalannı aşan
birleştiren büyük ölçekli bir siyasi hakimiyet ancak ve ancak evrensel geçerliliği olan mutlak gerçeklik fikri ile bütünleştiği zaman meşruiyyet kazanabilirdi.
Bu felsefi tepkinin siyasi değeri işte tam bu noktada kendini
: gösteriyordu. imparatorluk yapısı içinde bulunan farklı insan topluluklannın ortak ve payiaşılabilir değerlere kavuşturularak siyasi meşruiyyet bunalımının aşılabilmesi ancak böylesi kapsayıcı bir
söylem ile aşılabilirdi. Bir Mekadonyalı ile bir İranlının, bir Yunanlı ile bir Mezopotamyalı'nın, bir Hintli ile bir Mısırlı'nın ortak
bir siyasi otoriteye itaat edebilmesi evrenselleşme potansiyeli olan
yeni bir siyasi ve felsefi söylemi gerekli kılıyordu.
Stoik tepkinin Roma'daki tezahürleri de aynı kaygıyı taşımış­
tır. Roma İmparatorluğu'nun hızla yayılması sürecinde Roma vatandaşları ile Pax Romana tabiileri arasındaki farklılaşma ister
istemez bir zihniyet, kimlik ve meşruiyyet bunalımını beraberinde
getiriyordu. Gerek Seneca'nın gerekse Roma imparatoru Marcus
Aurelius'un Stoacı çerçevelerle kurmaya çalıştığı küreselci alt yapı aslında Pax Romana'nın yaşadığı siyasi bunalımı aşma çabası­
nın bir ürünüydü. Seneca'nın daha sonra Orta Çağ Hıristiyan düşüncesindeki "Çifte Kılıçlar Teorisi"ne ve modern sekularizme
felsefi alt yapı sağlayacak olan ve 'insan birinin aynı anda hem evrensel insanlık topluluğunun hem de Roma siyasi biriminin üyesi
olduğunu ve bu çerçevede çift yönlü bir otorite altında bulunduğu'
görüşü, varoluş bilinci ile siyasi üyelik bilinci arasında yeni bir
anlamlılık ilişkisi kurma çabasının ürünü idi. Bu çaba başarısız
kaldığı zaman Roma da kaçınılmaz bir çözülüş sürecinin içine gir-
Küreselleşme, Zihniyet Bunalımı ve Demokrasi
93
miş oldu. Bununla birlikte Roma birikimi üzerinde yükselen feodal ve modern siyasi üniteler hep bu iki gerçeklik alanı arasındaki
anlamlılık ya da kategorikayının ilişkisini tartışagelmiştir. Aşa­
ğıda ele alacağımız gibi sekularizmin ve demokrasinin en ciddi
problematiği de bu anlamlılık ilişkisinin yeniden tanımlanması
meselesidir.
problematik çok daha geniş ölçekli olarak yaşanmaktadır. Küresel ekonomi-politik mekanizmalar ile yerel kültür havzalan arasındaki gerilim dünyanın değişik bölgelerindeki
bireylerin olağanüstü bir zihniyet ve kimlik bunalımı ile karşı
karşıya bırakmakta ve her düzeyde yaşanan bir tür yabancılaşma
sürecini devreye sokmaktadır. Bunun bizim için en canlı mis§Ji,
Anadolu topraklanndan koparak Avrupa'nın değişik metropollerinde yaşamaya başlayan işçilerimizin iki-üç nesil süren bir kültür çatışması ile yüzleşrnek zorunda kalmış olması ve bu yüzleş­
menin hala süren derin psiko-sosyal ve siyasi etkiler yapmaya devam etmesidir. Güneyden kuzeye yönelen insan akımı yanında
iletişim alanlarında yaşanan olağanüstü potansiyel patlaması ile
birlikte her kültür havzasının kendi yerelliğinde de ciddi bir deği­
şime uğramaya başlaması, bireylerin kendi varoluş alanlarını yeniden tanımlamaya zorlamaktadır.
Bugün de
aynı
Küreselleşme, demokrasi ve Yeni Dünya Düzeni söyleminin
birlikte gelişmesi bu olağanüstü dönüşümün izlerini taşımaktadır.
Aynen Büyük İskerider İmparatorluğu ve Pax Romana misallerinde olduğu gibi bugün de küresel siyasi düzenin sürmesi, bu düzenin meşruiyyet zeminini yeniden dokuyacak bir felsefi söylemin
oluşturulmasına ve bu yeni söylemin bu düzenin etki alanında bulunan toplumların ve bireylerin zihniyet ve kimlik tanımlamalan­
nı yeniden üreterek·. meşruiyyet bunalımının aşılmasına bağlıdır.
Soğuk savaş sonrası dönemde Pax Arnericana 'nın felsefi meşruiy­
yetini sağlamaya yönelen "Tarihin Sonu" tezi böylesi işlevsel bir
öneme sahiptir.
Demokrasi teorisi ve söylemi bu çerçevede yeni bir eksene
oturtulmaya çalışılmaktadır. Ancak, gerek uluslar arası sistemin,
G-7 ve BM Güvenlik Konseyi gibi kurumlarda açıkça görüldüğü
gibi, bizatihi kendisinin demokratik bir yapıya sahip olmaması,
gerekse demokrasinin felsefi alt yapısının yeni bir varoluş bilinci
İslam
94
ve Demalırasi
sistemi oluşturacak şekilde yeniden üretilememiş olması
ciddi bir çelişki oluşturmaktadır. Bu anlamda, modernitenin kendi mutlaklığı içinde demokrasiyi yeniden tanımlaması
şeklinde görülebilecek olan küresel demokrasi söylemi yeterince
kuşatıcı bir evrensel değer sistemi oluşturamamıştır.
ve
değer
başlı başına
Bunda Avrupa yerelliğinde ortaya çıkan sekuler düşünce biçiminin getirdiği sınırlar da önemli bir etken olmuştur. Avrupamerkezli sekuler düşünce bütün kültürleri kuşatıcı bir yeni açılı­
ma öncülük edecek felsefi derinlikten yoksuniaştıkça diğer kültürlerin anlamlılık dünyasına nüfuz etmekte güçlük çekmektedir. Biraz ilerde tekrar üzerinde duracağımız gibi, sekularizmi alternatif
bir din haline getiren mutlakçı yorum, demokrasinin evrensel değer ihtiyacını çözemediği gibi, Batı niedeniyeti ile diğer medeniyet
ve kültür havzalan arasındaki bunalımı da derinleştirmektedir.
Demokrasi bugün bütün medeniyet havzalannı kuşatan ve on' lardan beslenen gerçek anlamda küresel bir mahiyet kazanroadık­
ça stoik söylemin başanya ulaşması çok güçtür. Ruandalı ya da
Sornalili bir insan, birinin Amerikalı ya da Kanadalı bir insan birine, bir Türk göçmenin bir Alman vatandaşına, bir Pakistanlı
göçmeninde Angio-Sakson bir ingilize eşit olduğuna dair bir antolojik bilinç düzlemi oluşturulmadıkça, gerek uluslar arası düzlemde gerekse ulusal katılım düzleminde gerçek anlamda eşitliğe dayalı bir demokrasi söylemini savunabilmek çok güçtür.
Demokrasi bugün yeni ve kuşatıcı bir ontolojik ve ahlaki bilinç
alt yapısına ihtiyaç hissetmektedir. Varolan hiyerarşik ve dışlayı­
cı siyasi düzen anlayışını meşrulaştıran bir küreselleşme ve demokrasi söylemi bu ihtiyacı karşılayabilecek felsefi derinlikten
yoksundur.
2. Göreceli/Sinik Tepki: Büyük İskender'in imparatorluk
yapısı içinde eski zihniyet ve kimlik bilincinin kaybedilmesinin
doğurduğu ikinci tepki, bireylerin büyük ölçekli mutlak gerçeklik
alanlarından ve iddialarından kaçarak kendi içine çekilmesidir.
Büyük ölçekli sosyo-politik mekanizmalann sahip olduğu denetim
gücünün getirdiği sınırlamalardan kaçan bireyler kendi içlerine
kapanarak yerel ve göreceli gerçeklik alanlarına çekilmek suretiyle kendi ontolojik güvenlik ve özgürlük alanlarını koruma çabası
Kiire.~elleşme,
Zihniyet
Bwıalunı
ve Demokrasi
95
içine girmektedirler. Diyojen'in Büyük İskender'e yönelik olarak
"gölge etme, başka ihsan istemem" sözü sosyo-politik denetim ve otorite gerektiren mutlak gerçeklik alanlarından kaçarak paradigma-içi göreceli alanlara sığınma ve bu yolla otorite
oluşumuna direnme tepkisinden başka bir şey değildir. Kendi fıçı­
sından ibaret olan bir hareket ve gerçeklik alanı Diyojen için aynı
zamanda özgür kalmanın da bir ön şartı gibidir.
söylediği
Bu sinik tepkinin bugünkü karşılığı totalitarizme yol açan bütüncül düşüncelerden kaçarak göreeeliliğin yerelliğine sığınan
postmodern akımlardır. Paradigma-içi gerçeklik varsayımı para- ·
digrtıalar-üstü gerçeklik alanlarından daha güvenlikli ve özgürlükçü gelmektedir. Son yıllarda yeni bir çerçeve kazanmaya başla­
yan post-modern demokrasi, bireylerin ve akımlann kendi göreceli gerçeklik alanlarında kalmalannı gerçek bir demokrasinin ön·
şartı olarak görmektedirler.
Bu post-modern yorumuyla demokrasi, küreselleşme eksenli
stoik yorumun aksine, evrensel geçerliliği olan bir değerler bütünü ve bu değerler bütününü oluşturduğu bir mekanizma olmaktan çok, farklı paradigmatik gerçekliklere yaklaşım yöntemi olmaktadır. Bu yöntem demokrasiyi çoğulculuk ilkesi ile tutarlı
hale getirerek farklı kültür ve düşünce biçimlerinin özgürlük ve
varoluş alanlannı genişletmektedir. Ancak, post-modern demokrasi anlayışı bir ~aşka açıdan da modernist çizginin öngördüğü
mutlak geçerliliği olan değerler anlayışını sarsmakta ve görecelilikle birlikte gelen bir tür iddiasıziaşmayı da doğurmaktadır.
3. Tüketime Dayalı Hazcı (Epiküryan) Tepki: Büyük İs­
kender'in imparatorluk yapısına geçiş şüreci içinde çıkan tepki
hareketlerinden birisi de insan mutluluğunu haz kriterine indirgeyen felsefi akımdır. Siyasi mekanizmalar üzerindeki etkisini
kaybeden ve meşruiyyet bağı itibariyle ciddi bir anlamsızlık bunalımı içine giren bireyin, bu mekanizmalara yabancılaşarak bu mekanizmaların ahlaki ve felsefi değerinden çok, kendi haz dürtüsünü tatmine yönelmesi, aslında, bireylerle sosyo-politik otorite ve
mekanizmalar arasındaki yabancılaşmanın bir yansımasıdır. Birey, güçlendikçe kendisinden uzaklaşan ve hatta kopan sosyo-politik mekanizmalar içinde kendine yeni bir anlamlılık bağı bulmaya
96
İsUnn ııe Demollrasi
çalışmaktansa, sınırlı hayatını
şekilde
mümkün
geçirmeye yönelmektedir.
olduğunca
haz yüklü bir
Bugün de benzer bir durum geçerlidir. Siyasi, sosyal ve ekonomik mekanizmaların küreselleşme olgusuna paralel olarak gittikçe daha da güçlenerek denetim gücünü artırması ve transnasyonel
özellikleriyle yerel devlet yapılarını da tümüyle etkilerneye başla­
ması, bireylerin bu mekanizmalan etkileme ve yeniden düzenleme çabasından uzaklaşarak kendi kişisel mutluluk arayışlarına
yönelmeye sevketmektedir. Bu transnasyonel mekanizmaların
kendi çıkarlarını azamlleştirmek üzere ürettiği tüketim eksenli
küresel kültür, mutluluğu tüketim çapı ve biçimi ile özdeşleştiren
yeni-hazcı bir yaklaşımın yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Bireysel mutluluğun belli tüketim kalıplarına indirgenmesi, temel felsefesini bireyin özgür ve rasyonel tercihlerine indirgeyen demokrasinin de algılanış biçimini belirlemektedir.
Bu çerçevede demokrasi ile kapitalizm arasındaki tarihi bağ,
tüketim kültürü üzerinden yeniden kurulmaktadır. Böylece demokrasinin küreselleşmesi ile kapitalizmin simgesel tüketim biçimleri ve ürünlerinin yaygınlaşması arasında yüzeysel bir ilişki
kurulmaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemde Coca Cola'nın eski
demir perde ülkelerine girişi, MacDonalds, Kentucky Fried Chicken ve Pizza Hut gibi seri yemek alışkanlıklarının yerel yemek
kültürlerini tasfiye etmeye başlaması, Michael Jackson'un konserlerinin eski sosyalist toplumlarda geniş ölçekli dalgalanmalar
oluşturması, belli müzik türlerinin evrensel yarı-tanrı simgeler
üretmesi demokrasinin yaygınlaşmasının yansımaları olarak sunulmaya başlanmıştır.
Son yıllarda McWorldism olarak isimlendirilen bu yaklaşım
biçimi demokrasinin ontolojik ve ahlaki temellerinden çok, bazı
toplumlarda görülen tüketim kalıpları ile ilgili sonuçlarını öne çı­
karmakta ve bu sonuçları demokrasinin yüzeysel bir anlatım biçimi olarak kullanmaktadır. Bu kullanım aynı zamanda stoik tepkide göstermeye çalıştığımız yeni dünya düzeni arayışının ortak
davranış biçimlerini de yansıtması bakımından küresel ekonomipolitik güç merkezleri tarafından sürekli gündemde tutulmaktadır. Demokrasinin böylesi yüzeysel bir yorumu ve bu yorumun beraberinde getirdiği sathi küresel kültür belli bir ekonomi-politik
Küreselleşme,
Zihniyet Bunalımı ve Demo/ırasi
97
hegemonyanın
sürmesini sağlayabilir; ancak, gerçekten evrensel
nitelikli yeni bir açılıma öncülük edemez.
IV. BATI'DA VE isLAM DÜNYASI'NDA DEMOKRASiNİN
TEMEL MESELELERi
ı.
Ben-idraki, Varoluş Alanı ve Demokrasi: Bugün demokrasinin gerek zihniyet gerekse uygulama düzeyindeki en temel meselelerinden. birisi, bireyin ontolojik varoluş bilinci ile sosyo-politik varoluş bilinci arasındaki anlamlılık ilişkisidir. Demokrasi nihayetinde ulusal düzeyde vatandaş statüsünesahip bireylerin, uluslar arası düzeyde de bütün farklı toplum ve devletlerin
karar alma sürecine eşit katılımını öngördüğüne göre, bu ~ireyle­
rin ve toplumların varoluş düzlemlerini kuşatıcı bir varlık
telakkisi ile anlamlandırmadıkça demokrasinin felsefi temellerini
oluşturabilmek mümkün değilçlir. Ontolojik eşitlik ve hürriyet anlayışına dayanmayan bir varlık telakkisi ile ortaya konmaya çalı­
şılan bir "demokratik" değer ve sistem, nihayetinde kendi özünde
büyük bir çelişki taşımaya devam edecektir. Batı demokrasileri bu
çerçevede biri uluslar arası diğeri de ulusal düzeyde olmak üzere
iki temel çelişki ile karşı karşıyadır.
Bu anlamda ontolojik hürriyetsizliğe dayanan kölelik ve outolojik eşitsizliğe dayanan metik kurumları ile nüfusun neredeyse
yüzde doksanını varlık kategorisi itibarıyla "demokratik" değerle­
rin dışında tutan Atina demokrasisi günümüzde de gizli bir model
olarak etkisini sürdüTınektedir. Demokrasinin en etkin küresel
değer olduğu bugünkü uluslar arası sistemin uluslar arası kurumlarında dünya nüfusunun büyük çoğuuluğunu dışlayan tam bir
Atina demokrasisi anlayışı hakimdir. Gerek uluslar arası sistemin
siyasi güç odağını oluşturan BM Güvenlik Konseyi yapılanması,
gerekse uluslar arası sistemin ekonomik güç odağını oluşturan G7 yapılanması insanoğlunun ontolojik eşitliğini öngören değer-ba­
ğımlı bir felsefeden çok, ekonomi-politik eşitsizliği ontolojik eşit­
sizliğe dönüştüren güç-bağımlı bir anlayışı ön plana çıkmaktadır .
•
1
.Batı-dışı toplumları dışlayan bir medeniyet ben-idrakinin ürünü olan bu yapılanma sadece ekonomik güç faktörü dolayısıyla Ja-
İslam ve Demolzrasi
98
ponya'ya ve demografik güç faktörü dolayısıyla da Çin'e uluslar
karar verme mekanizmalarına katılma şansı tanımaktadır. Başka bir deyişle siyasi, ekonomik ya da demografik
güç faktörlerinin devreye girmemesi durumunda demokrasinin
evrensel bir değer ifade ettiğini iddia etmek güçleşmektedir. İkin­
ci temel mesele olarak ele alacağımız gibi, güç-bağımlı mekanizmalara dayalı anlayışların bizatihi değer olduklannı ya da değer­
üretici bir konumda bulunduklarını varsaymak değer-güç ve değer-mekanizma ilişkiler açısından mümkün değildir.
arası kurumların
Varoluş
ve güç
alanları arasındaki
bu
çelişki
ulusal düzeydeki
vatandaşlık kavramında da kendini göstermektedir. İnsan bireyi
ile vatandaş kavramı arasındaki farklılaşma demokrasinin gerek
uluslar arası gerekse ulusal düzeyde aşmakta güçlük çektiği bir
ikilem oluşturmaktadır. Bunun ulusal düzeydeki en çarpıcı misali
de Batı ülkelerinde demografik ağırlığı ve baskısı gittikçe artan
yabancıların statülerinin demokratik değeri meselesidir. İngilte­
re'de Hint, Fransa'da Kuzey Mrika ve Almanya'da Türk kökenli
insanların ontolojik varoluşlarının ne tür bir sosyo-politik değer
ifade ettiği net olarak çözülmeden evrensel bir demokrasi havariliğine kalkışmak büyük bir çelişki oluşturmaktadır. İkinci sınıfin­
san kavramının evrensel insan tabiatı anlayışı ile tecviz edilmesi
mümkün olmadığına göre, ortada demokrasilerin bizatihi değer
üretebildikleri varsayımını tartışmaya açmak zarüreti vardır.
David Held, Demokrasi Modelleri isimli eserinde önerdiği
Kozmopolitan Demokrasi2 modeli ile Batı demokrasilerinin bu bunalımını aşmaya çalışıyorsa da, böylesi bir bunalımın çok geniş
kapsamlı bir felsefi yenilenme gerçekleşmeksizin aşılabilmesi çok
güçtür. Gerek uluslar arası gerekse ulusal düzeyde gözlenen bu
çelişkiler temelde Batı insanının ben-idraki ile ilgilidir ve Galtung'un kavramıyla co-equality anlayışına, yani bütün insanların
eşit olduğu iddiasına rağmen, bazı insanların daha fazla eşit kabul edilmesine dayanmaktadır.
Batı insanının
zihniyet oluşumunu mekan, zaman, bilgi, insan-tabiat, insan-insan ve Tanrı-insan ilişkileri açısından incele-
2
D. Held, Models of D_emocracy, (Cambridge: Polity, 1996), s. 358-359.
Küreselleşme,
Zihniyet Bunalımı ve Demohrasi
99
mekan ve tarih anlayışına yönelttibir başka soruyu daha gündeme getirmektedir: Demokrasi gerek felsefi temeli gerekse uygulama alanlarında­
ki özne-nesne ilişkisi bakımından insanlığın ortak bir tecrübesi
olabilir mi, yoksa sadece Batı toplumlanmn tecrübesi olarak kalacak mıdır?
yen Galtung'un3
Batı-merkezli
ği eleştirel yaklaşım
Bu soru ayın zamanda içinde İslam dünyasımn da yer aldığı
Batı-dışı toplumlann tarihi varoluş alanlan ile demokrasi felsefesi ve uygulaması arasındaki temel meseleyi de gündeme getirmektedir. Demokrasinin, Hıristiyan dini geleneği reddetmekle birlikte
bu geleneğin sürekliliği içinde vücud bulmuş sekularizme indirgenmesi ve bu anlamda küreselleştirilmeye çalışılması aslında demokrasinin ortak bir insanlık tecrübesi haline dönüşmesini de
güçleştirmektedir. Batı toplumlannda yaşanan tarihi bir tecrübenin, ontolojik eşitlik ve hürriyete dayalı felsefi temelinden çok, biçimsel yönüyle Batı-dışı toplurnlara aktanlması bu toplumlan, varoluş alanlanın yok eden bir tarihsizleşme açmazı ile karşı karşı­
ya bırakmaktadır. Küresel kültürü sınırlı bir sekuler alana indirgeyerek demokrasinin evrensel özünü tekrar kurmaya çalışan küreselci stoik tepkinin önündeki en önemli engel de budur.
Buradaki temel çelişki insanlık tarihini Batı tarihi ile özdeş­
leştiren ve bu anlamda bir tür özne-nesne ilişkisi çerçevesinde Batı-dışı toplumlan tarihsizleştiren bir bakıs açısında yatmaktadır.
Yerieşik tarih paradi~ası çerçevesinde her tür düşünce, iktisat
ve siyaset tarihinin Eski Yunan'dan başlayıp Roma, Orta Çağ ve
3
Galtung, Batı medeniyetinin prototipinin (homo occidentalis) temel zihniyet özelliklerini bu kriteriere göre şöyle tanımlamaktadır: "Mekan: Occident ve özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dünyanın merkezini
oluşturur, gerisi ilk hareket ettirici olan merkezle birlikte çevreyi temsil
eder; Zaman: Sosyal süreçler tek yönlüdür, aşağıdan yukarıya ilerlerler,
fakat muhtemelen iyi sonuçlanan, olumlu bir Endzzıstand:a sahip aşıl­
ması gereken bunalımları da vardır; Bilgi: Dünya çok az sayıdaki boyutlara göre anlaşılabilir, nihai olarak dünya tek boyutlu olarak görülebilir;
atomculuk, tümdengelim; İnsan-tabiat: İnsan tabiatın üstündedir; İn­
san-Tanrı: Tanrı veya herhangi bir ideolojiiilke insanın üstündedir; İn­
san-insan: İnsan, bireyler ve uluslar olarak insanın üstündedir, bazıları
diğerlerinden daha eşittirler." Galtung, J., "On the Dialectic between
Crisis and Crises Perception", S. Musto and J.F. Pinkele Europeat the
Crossroads, (N.Y.: Praeger, 1985), s. ll.
İslam
ıo.o
ve Demokrasi
Hıristiyanlık
tarihi çizgisinden geçerek modern ve sekuler döneme
yegane evrensel tarihi gerçek olarak benimseyen bir
yaklaşım tek ve standart bir sekularizm tasavvur etmekte ve onu
da modernitenin merkezine yerleştirmektedir.
ulaştığını
Böylesi bir tarih tasavvuru bir Çinli, H1ntli, Afrikalı, Müslüman ve hatta Latin Amerikalı için tarihsizleşme -ve dolayısıyla
kimliksizleşme- sürecinden başka nedir? Toynbee, Batı'yı tarihin
akışını belirleyen bir özne, Doğuyu ve bu çerçevede de Batı-dışı
toplumları statik bir nesne olarak gören bu yaklaşım biçimini
'ben-merkezci yanılsama (egocentric illusion)" 4 olarak tanımla­
maktadır. Eğer Toynbee'nin tarihini kaleme aldığı otuzlu yıllarda
öne sürülen projeksiyonlar gerçekleşmiş ve Batı-dışı medeniyet
. havzalan aydınlanmacı Batı tarafından zamarila tabii bir süreç ile
tasfiye edilmiş olsalardı, belki de Batı-dışı toplumların tarihsizleş­
mesinin yol açtığı bilinç ve kimlik kaybı farkedilmeyecek ve Batı­
standartlı sekularizmin evrenselleşen demokrasinin felsefi alt yapısı olmasının doğurduğu çelişki su yüzüne çıkmayacaktı.
Ama öyle olmadı. Asrın ilk çeyreğinde can çekiştiği düşünülen
yerel medeniyet havzalan asrın sonuna doğru yeni bir canlanma
ve tarihlleşme süreci içine girdiler ve Batı tarafından belirlenen
tarihi akışın sıradan ve edilgen bir nesnesi olma özelliğini sorgulamaya başladılar. Konfüçyanizm'in Çin'de, Hinduizm'in Hint Yanmadası'nda, Budizm'in hemen hemen bütün Doğu Asya'da ve
İslam'ın dünyanın en önemli jeostratejik kuşaklannda yeni bir
tarihi bilinç referansı olarak gündeme gelmesi, Batı'da tarihi süreç içinde birlikte gelişmiş oldukları için diğer zaman ve
mekanlarda da kaçınılmaz bir şekilde birlikte varolması gerektiği
düşünülen demokrasi, sekularizm ve çoğulculuk arasındaki iç çelişkileri artırmıştır.
Sekuler ve dini alanların evrensel-yerel zıtlığına indirgenmesinin kültürel çoğulculuğu ve dinlerin evrensel değerlerini gözardı
eden bir sonuç doğurması, gerek bilinç gerekse sosyal düzeyde yeni gerilim alanlarının ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Güç-eksenli çıkar çatışmaları değ·er-eksenli kültür çatışmaianna. dönüş4
Toynbee, A.J., A Study of History, (Oxford University Press, N.Y., 1965),
vol. 1, s. 55.
Küreselleşme, Zilıniyet Bunalımı
ve Demohrasi
HH
türülerek örtbas edilmeye çalışılmaktadır. Batı tecrübesinde bile.
farklı kültürel alt yapılara dayanan sekularizmin evrensel geçerliliği olan :mutlak bir standart olarak algılanması ve bu anlarnda
ideolojileştirilerek alternatif bir inanç sistemi haline dönüşmesi,
tabiatı gereği çoğulculuk ihtiva eden demokrasi ile sekularizm
arasındaki çelişkilerin yoğunlaşmasına sebep olmaktadır.
Batı
tecrübesine, Batı tecrübesi içinde de dogmatikiradikal
tecrübesine dayalı standart kalıplara indirgerren ve bu
anlarnda rasyonel özünden kopan sekularizm, demokrasinin bir
ön şartı haline getirildiğinde, bu tecrübeye yabancı Batı-dışı toplurnların demokrasiyi içselleştirmesini de engellemektedir. Dini
kaynaklı kültürel değerleri ve bu değerlerin sosyal yansımalannı
bir kilise dogmasını yok edercesine tasfiye etmeye çalışan bir sekuler anlayış bir taraftan hem farklılaşmaya dayanan demokrasinin iç mantığıyla, hem çoğulculuk ilkesinin en temel ön şartıyla
çelişkiye düşmekte, diğer taraftan da Batı'da görülen kilise benzeri bir yapıyı hiçbir zaman bünyesinde banndırmarnış olan kendi
toplumunun tarihi tecrübesine ve kültürel yapısına yabancılaş­
rnaktadır. Bu de sekiller elit ile halk arasında, resmi ideolojik çerçeveler ile kitle kültürü arasında yeni bir gerilim alanı oluştura­
rak demokrasinin sosyo-kültürel rneşruiyyet zeminini tahrip etmektedir.
Fransız
İslam dünyası bu gerilim alanlannı en yoğun bir şekilde yaşa­
maktadır. Kapsayıcı
bir varoluş telakkisine dayanması açısından
herhangi bir siyasi' ve sosyal kurumsaliaşmaya indirgenmesi
mümkün olmayan İslam inancı ve Müslümaniann tarihi tecrübesi
özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyasi katılım anlayışı ve hesap sorulabilirlik çerçevesinde demokrasi ile bir zıtlık içinde değildir. Aynca,
sekularizrni diyalek~ik bir zıtlık içinde kendi içinden çıkaran Hı­
ristiyanlığın aksine İslamiyet rasyonel bir siyasi zihniyet ve kurumsallaşmayı da dışlarnaz. Aksine, belki de tarihte metafizik temelli bir siyasi otorite anlayışından bireylerin katılımına dayalı
rasyonel bir siyasi otorite anyayışına geçiş sadece ve sadece Hz.
Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir'in hilafete seçilmesi
ile gerçekleşmiştir. Mucizelerle desteklenmiş insan ve fizik-üstü
dini bir otoritenin insanlar arası siyasi ve sosyal otoriteye dönüşe­
bilmesinin yegane misali budur.
102
İsli'un ve Demo/ırasi
İslam dünyasının sömürgeci dönemin izlerini de taşıyan çok
yönlü bir bunalım süreci içinde bulunması İslam inancının özgürleştirici ben-idrakini İslam medeniyetinin tarihi tecrübesi ile bütünleştiren bir açılımı engellemektedir. Bir taraftan Batı medeniyeti ile üç asırdır süregelen yoğun hesaplaşma, diğer taraftan eşit­
likçi ben-idraki ile telif edilemeyecek farklı kimliklere dayalı iç çatışmalar, İslam dünyasının yaşanmakta olan küresel bunalımı yorumlayacak ve bütün insanlığı kuşatacak düşünce ufukları açmasını engellemektedir. Böylece, Müslümanlar neo-sekuler küreselci
söylem ile kendi içine kapanan sinik dini söylem arasına sıkıştırıl­
maktadır.
İslam dünyasının terörizm ile özdeşleştirerek düşman kutba
yerleştirilmesi
de bu gerilimi tırmandırmaktadır. Bugün hegemonik merkez konumundaki Batı medeniyeti gerçekten eşitlikçi ve
özgürlükçü bir dünya düzeni kurmak istiyorsa, kendi-ben idraltini
sorgulayarak eşitlikçi bir düzlemde yeniden kurmak zorundadır.
İçinde İslam dünyasının da bulunduğu Batı-dışı toplumlar ise
kendi geleneklerini, tarihi tecrübelerini varolan tarih-mekan düzleminde yeniden yorumlama gerekliliği ile karşı karşıyadır. İslam
dünyasının en temel meselesi ise, özgürlükçü ve eşitlikçi bir varoluş bilincine dayanan teorik ben-idraki ile fiili durum arasındaki
uçurumu kapatacak ve bu yüzden yaşanan psiko-ontolojik bunalı­
mı aşacak bir yeniden yorumlama ve ihya çabasına yönelmelidir.
2. Değer-Mekanizma Denkleminde Demokrasi: Demokrasinin geçirmekte olduğu değişim süreci içinde temel sorulardan birisi de demokrasinin bizatih1 bir değer mi, yoksa belli bir değer
sistemini hayata geçiren objektif bir mekanizma ve siyası katılım
süreci mi olduğu sorusudur. Bu soru aynı zamanda zihniyet ile
kurumsallaşma süreci arasındaki bağımlılık ilişkisinin tanımlan­
ması bakımından da büyük bir önem taşımaktadır.
Demokrasinin bizatihl bir değer olduğu ve bütün diğer alt-deve mekanizmaların bu değere izafeten meşruiyyet kazandığı varsayılması durumunda bu değerin dayandığı varlık ve bilgi
düzlemlerini tanımlama zarureti vardır. Bu çerçevedeki temel mesele insan tabiatı ve bu tabiatın öngördüğü bilgi meselesi ile ilgilidir. Varlık-bilgi-değer düzlemleri arasındaki karşılıklı bağımlılık
ilişkisi sosyal değer dünyasının varlık-bilgi düzlemindeki zihin
ğerlerin
Küreselleşme, Zilıniyet Bunalımı
ve Demokrasi
103
dünyası
ile bir tür ilişki içinde bulunmasını gerektirecektir. Bu
din! tahayyülat ile sosyal mekanizmalar arasında da kaçıml­
maz bir bağ oluşturmaktadır.
ilişki
Demokrasi kendi bizatihi bir değer olarak görüldüğünde, bu
değerin gerek varlık-bilgi düzleminde gerekse sosyal uygulamada
dayanacağı üst meşruiyyet kaynağı sekularizm, din ve çoğulculuk
alanında oluşan yeni bir gerilimden etkileurneye başlamaktadır .
. Varlık-bilgi düzlemi din! bir çerçeve içinde tammlandığı zaman
demokrasinin farklı dini tahayyülatlar karşısındaki konumu bir
çoğulculuk meselesi olarak gündeme gelirken, sekularizm tek bir
paradigmatik varlılybilgi düzlemi olarak algılandığında alternatif
bir din! bilinç kaynağı haline dönüşmekte ve kendisine dayandın­
lan demokrasinin değer boyutunu hem din! tahayyülatlarla hem
de çoğulculuk ile çatışır konuma getirmektedir. Bu da tabiidir,
çünkü insan tabiatı ile ilgili her önerme belli bir bilgi paradigmasını yansıtacağı için görecelilik ve çoğulculuk ile bir çelişki doğu­
racaktır.
Dolayısıyla,
demokrasinin bizatih1 bir değer ya da değer kaynağı olarak görülmesi bu siyasal sistemin muhatabı olari insanın
zihin dünyasında bir yer edinme iddiasını da beraberinde getirecek ve varolan dini sekuler zihniyet parametreleri karşısında bir
tür tavır almayı gerekli kılacaktır. Bu da uygulanan demokratik
değerlerin arka planındaki varlık-bilgi düzlemi ile süre~en gelenek ve normlar arası:o.da bir karşılıklı etkileşim alam oluşturacak­
tır. Böylece demokrasinin, insamn ontolojik varoluşu ile sosyo-politik ve sosyo-ekonomik varoluşu arasındaki anlamlılık ilişkisini
belirleyen zihniyet parametreleri etrafında yeniden biçimlenmesini zorunlu kılacaktır.
Varlık-bilgi düzleminde dayandığı değerler sistemi açısından
dini-eksenli 'İsrail demokrasisinin yahudi zihniyet oluşumu ve tecrübesinden, etnik-mezheb eksenli Angio-sakson demokrasisinin
içinde Anglikan Kilisesi'ni de barındıdan İngiliz özel tecrübesinden, sekuler-eksenli Fransız demokrasisinin 16. yüzyıl kanlı din
savaşlarının ve 19. yüzyılın kendine has akıl tapınakları kuran
sekuler dinlerin5 ortaya çıkardığı din-karşıtı atmosferinin getirdi-
5
Seküler dinler için bakınız. Charlon, D.G., SeeuZar Religions in France
1815-1870, (Londra: Oxford University Press, 1963).
104
İslam
ve Demalırasi
ği
zihniyet parametrelerinden bağımsız gelişmiş olabileceğini düşünmek, gerek demokrasiye gerekse sekularizme tarih-ötesi bir
anlam yüklemek olur. Demokrasinin farklı uygulamalannın kaynağı da temelde farklı tarim tecrübelerden kaynaklanan bu zihniyet parametreleridir.
Demokrasi bizatihl bir değer olarak değil de, objektif bir siyası
katılım mekanizması olarak görüldüğünde de bu mekanizmanın
dayandığı meşruiyyet zeminini tanımlayacak bilgi-değer temelinin ne şekilde oluşturulacağı sorunu gündeme gelınektedir. Siyası
meşruiyyet temelde özden biçime doğru giden üç ana eksende ortaya çıkar: 1. Bilgi-değer boyutu, 2. Formel-hukuki boyut ve 3.
Kurumsal-prosedüre! boyut. 6
Gerçek siyasi meşruiyyet, halk ile siyası elit ve sistem arasın­
daki bilgi-değer uyumundan kaynaklanan, görünmez ama etkili
bir iletişimden ibarettir. Siyasi meşruiyyeti hukukilikten ayıran
da budur. Siyası davranışın hukuki metin ve çerçevelere uygunluğunu gösteren formel-hukuki boyut ve bu boyutun işlevsel ve sembolik yönünü aksettiren kurumsal-prosedüre! boyut, siyası meşru­
iyyet bunalımı yaşamayan toplumlarda, siyası meşruiyyetin sağ­
ladığı bu görünmez ama etkili iletişiınin bir yan ürünü olarak ortaya çıktıklan zaman bireylerin anlam dünyasında gerçek bir yere
oturur. Siyasi meşruiyyet bunalımı yaşayan toplumlarda ise
siyası sistem ile halk arasındaki bu iletişim eksikliği formel anlamda hukukiliğin ya da daha zayıfbir şekliyle bürokratik-sembolik boyutun sathi bir şekilde siyası meşruiyyet ile özdeşleşmesi sonucunu doğurur.
Siyası meşruiyyet ile hukukilik arasında ortaya çıkan herhangi bir dengesizlik iki ihtimali gündeme getirir: Ya hukuklliği
siyasi meşruiyyet olarak gören siyasi elit, meşruiyyet adına top~
lumsal değeri olmayan bu hiıkukiliği siyasi güç yoluyla dikte eder
_ki, bu artık sadece sıradan bir mekanizma değeri taşıyan demokrasiden otoriter bir rejime doğru kayışı beraberinde getirir. Ya da
toplum dinarnizınİ siyasi meşruiyyeti sınırlayan formel hukuku
aşma yönündeki baskılannı artırır ki, bu da siyasi meşruiyyet ile
6
Bu farklı meşruiyyet boyutlarının tahlili için b~. A. Davutoğlu, Altenative Paradigms, (N.Y: University Press of America), s. 111-129.
Küreselleşme,
Zihniyet Bunalımı ve Demo/ırasi
105
gittikçe açılmasına, dolayısıyla siyasi
meşruiyyet bunalımının gizlenemez hale gelmesine yol açar. Böylece, siyası kültür.ile kurumsallaşma arasında köprü rolü oynayan siyasi meşruiyyetin ortak bir bilgi -değer temelinde gerçekleşe m ediği toplumlarda siyası kültür ile siyası kurumsallaşma arasındaki pergel gittikçe açılır.
hukukilik
arasındaki farkın
Siyasi kurumlar ve bu kurumların dayandığı formel hukuki
zemin kendileri bir meşruiyyet alanı oluşturamazlar. Aksine,
siyasi kültürün dokusunu oluşturan bilgi-değer boyutunun belirlediği siyası meşruiyyet alanı bu siyası yapılanınayı belirleyen temel unsurdur. Siyasi mekanizmalar ortak siyasi meşruiyyet alammn araçları konumundadırlar. Bu mekanizmaların kendileri birer
amaç haline getirildiklerinde siyası meşruiyyet alanı etken değil
edilgen bir karakter kazanır ki, diktatörlük rejimleri böylesi mekanik bir meşruiyyet temeli üzerinde yükselir. Siyasi kültür oluşumu ile siyası meşruiyyet arasında kurulan ilişki siyası mekanizmalar üzerinde belirleyici bir rol üstlenmedikçe siyasi sistemin
kendi kendini yenileme gücü kalmaz.
Bu açıdan ele alındığında demokrasi bizatihl bir değerler sistemi olarak değil de siyası kurumsallaşmada tebarüz eden objek.tif bir mekanizma olarak görülmesi durumunda bu mekanizmamn
meşruiyyetini sağlayan bilgi-değer sisteminin kimin tarafindan ve
hangi hakla belirlenip yönlendirilebileceği temel soru olarak gündeme gelmektedir: Toplumsal meşruiyyetin bilgi-değer boyutu ile
demokratik mekanizmalar arasında sağlıklı bir siyası kültür bağı
var ise siyası katılım gerçek değerini bulur. Ancak siyası kültür
bu bağı sağlayamıyorsa, bilgi-değer boyutunu yönlendirme hakkı­
nı kendilerinde görenlerin demokratik ~ekanizmaları sıradan birer araç haline indiı,erek demokrasiyi kendi çıkarlarını kollayan
güç-eksenli bir meşruiyyet örtüsü olarak kullanmaları söz konusu
olur.
Bu açıdan diğer önemli bir meselede evrensel geçerliliği olan
ahlaki değerler ile yapısı gereği konjunktürel taleplere de cevap
verme durumunda olan demokratik mekanizmalar arasındaki iliş­
kinin nasıl kurulacağı ile ilgilidir. Ahlaki değer yargıları kişiler­
den ve konjlliıktürden bağımsız olarak idrak edilebildikleri ölçüde
evrenselleşirler. Belli kişilere ve toplurnlara has kılınan, ya da sa-
İslam ve Demokrasi
106
de ce belli konjunktürler için geçerli görülen değer yargıları, yönetim açısından bizatih1 gayr-i ahlaki unsurlar barındınrlar. Toplum içinde çifte standart olarak bilinen bu zahiri ahiakllik pür
ahlaksızlıktan daha tehlikeli bir boyut içerir; çünkü, gerçek
ahiaklliğin aynştınlabilmesini engeller ve objektif ahlak standartlarını ortadan kaldırır. Objektif ahlak anlayışının yok edildiği bir
toplumda değer hiyerarşisinin sağlam kalabilmesi mümkün değil­
dir. Değer hiyerarşisinin sarsılması ise öylesine bir değer anarşisi
doğurur ki, insanların kendilerini koruyabilecek hiçbir referans
ölçüsü kalmaz ve toplumsal bir cinnet yaşanınaya başlanır. Bu
cinnet hali, yaşama hakkı ile ilgili ise Bosna'dakine benzer bir etnik kıyıma, özel hayatın mahremiyeti ile ilgili ise bir skandallar
toplumuna, güven ve ahde vefa duygusu ile ilgili ise yıkılış dönemindeki entrikalara dayalı Bizan politikasına dönüşür.
Demokrasinin objektif bir mekanizma olarak sağlıklı bir şekil­
de işletilmesi de bu rnekanizmaya değer yükleyen ortak ahiakl ilkelerin ve bu ilkelere dayalı bir siyası kültürün varlığı ile mümkün olabilir. Demokrasiyi bir bunalım-çözüm mekanizması olarak
cazip kılan en önemli unsur katılım, temsil ve hesap sorulabilirliğin ilke, kural ve süreçlerinin önceden tanımlanınış olması ve herkesin bu tanırnlara göre kendi tavırlanın belirleyebilir olmasıdır.
Lively, demokrasinin bir mekanizma olarak işleyişini yedi esasa
bağlarken bu sürecin objektif kriterlerini ortaya koymaya çalış­
maktadır:7
nı
1. Herkes hükmetme sürecini, yani yasama, kamu politikalanbelirleme, kanunları uygulama ve hükümet idaresine eşit bir
şekilde katılabilmelidir;
2. Herkes kişisel olarak karar verme
bulunabilmelidir;
mekanizmasına katkıda
3. Yöneticiler yönetilenleıin denetimine açık olmalı, kendi eylemleri konusunda yönetilenlere hesap vermeli ve yine yönetilenler tarafından görevden uzaklaştırılabilmelidir;
4. Yönetenler yönetilenlerin temsilcilerine hesap vermelidir;
5. Yönetilenler yönetenler tarafindan seçilmelidir;
7
Lively, J., Democracy, (Oxford: Blackwell, 1975), s. 30.
Küreselleşme,
Zihniyet Bunalımı ve Demokrasi
6. Yönetenler yönetilenlerin temsilcileri
tarafından
107
seçilmeli-
dir;
7. Yönetenler yönetilenlerin genel menfaatlerine uygun davDikkatle incelendiğinde bu kurallar bile ortak bir değer bütününü gerekli kılar.
ranmalıdır.
Seçimlerin hangi ilke ve süreçlerle yapılacağı önceden belli ise
ve taraflar bu kurallara göre ortaya çıkacak sonuca razı iseler objektif bir katılım ve temsil mekanizmasının anlamı vardır. Yok
eğer bu sürecin sonunda çıkan sonuç herhangi bir başka otorite
tarafından yeni bir süzgeçden geçirilecek ya da seçim öncesinde
olmayan kurallar ihdas edilecek olursa demokrasinin objektif bir
katılım mekanizması olarak da değeri kalmaz.
Modern demokrasi teorisyenlerinden Robert Dahi bir devletin
demokratik bir şekilde idare edilmesini olmazsa olmaz iki şartırnn
meşru güç kullarnın tekelini elinde bulunduran asker ve polisin
sivillerin denetiminde olması; sivillerin de demokratik bir süreç
ile işbaşma gelmiş olması olduğunu ifade ederken 8 demokratik
mekanizmalarda hür ve eşit vatandaşların katılımırnn elit-içi güç
dengelerinin üstünde olması gerektiğini vurgulamaktadır. Meşru
güç kullarnın tekelini elinde bulunduranların mekanizmarnn işle­
yiş sürecine müdahalede bulunması demokrasinin sıradan bir
meşrulaştırma söylemi haline gelmesi sonucunu doğurur. Konjunktürel güç de~gesi ve bu dengeye dayalı iktidar arayışları,
ahlaki normların süiekliliğini ve bu sürekliliğin dayandığı kadim
erdem arayışını tümüyle devre dışı bırakarak demokrasinin içini
boşaltır. Güç nereye doğru kayıyorsa, değerler ve kişilikler de oraya doğru seyreder ki, böylesi bir durumda gerçek anlamda bir demokrasiden de erden;ıli bir siyasi katılım•sürecinden de bahsetmek
mümkün olmaz.
Bugün
en.canlı misı':l.llerini
Suriye ve
Irak'ın
Baas rejimlerinde
gördüğümüz ideolojik sekularizme dayalı diktatörlükler ile, dini
sadece sembolik meşruiyyet kaynağı olarak gören krallıklar arasında sıkışıp kalan İslam dünyası, ne İslam inancırnn öngördüğü
zihniyet parametrelerini ve sahip olduğu geniş tarihi tecrübeyi
8
Dahi, Robert, Democracy and Its Critics, (N.Y.: Yale University Press,
1989), s. 245.
İslam
108
ve Demokrasi
harekete geçirebilmekte ne. de yaşamakta olduğu batılılaşma sürecini anlamlı bir çerçeveye oturtabilmektedir. Dilli zihniyet parametrelerini çözmek üzere kullamlan ideolojik sekularizm zamanla
kendisi siyasi sistemi belirleyen ve bizatihi değer üreten bir varlık-bilgi paradigması olarak algılanmakta ve demokrasinin yerel
kültür unsurlanna dayalı zihniyet parametreleri ile buluşmasım
engellemektedir. Öte yandan, birçoğunun yaşaması uluslar arası
sistemik güçlerin stratejik çıkarlan için gerekli görülen krallık rejimleri de halkın siyasi katılımını ve demokrasiyi kendileri için
büyük bir tehlike olarak görmektedir.
Bugün İslam siyasi düşüncesinin önündeki en büyük meydan
okuma, İslam inancının eşitlikçi ve özgürleştirici varlık-bilgi-de­
ğer paradigmasım 9 evrensel geçerliliği olan bir siyasi kültüre ve
kurumsaliaşmaya nasıl dönüştürebileceği meselesidir. Batı medeniyetinin tarihi tecrübesinin ürünü olan siyasi kültür ve kururolann bu zihniyet dokusu ile nasıl uyumlu hale getirilebileceği meselesi de siyasi meşruiyyet bunalımımn en çarpıcı sorusu olmaya devam edecektir.
9
İslam medeniyetinin prototipinin temel zihniyet unsurları, Galtung'un
sistemleştirmesi
ile mukayeseli olarak,
şu şekilde
gösterilebilir: Mekan:
İlk hareket ettirici bakımından yeryüzünde merkez-çevre farklılaşması
mevcut değildir, çünkü "Doğu da Batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz
Allah 'ın zatı oradadır. Şüphesiz Allah nüfuzu herşeye yayılan ve herşeyi
bilendir." (Kur' an-ı Kerim, IV115), ve manevi kozmolojinin merkezi, hiçbir maddi/coğrafi merkezi kabul etmeyen imandır; Zaman: Sosyal süreçler tevridir, asli Hak ve Batıl özelliklerine dair bir istikrar mevcuttur, bu
nedenle insanın bu dünyada imtiham anlamına gelen olumlu ve olumsuz
Endzustand ihtimali mevcuttur. ilaveten, olumlu bir Endsuztand (bitiş
hali) yanında, olumlu bir Anfangzustand (başlangıç hali) olmalıdır; Bilgi: Dünya ancak, nihai anlamda çelişmeyecek şekilde epistemolojik kaynakl!lrın birbirlerine uyumlu hale getirilmesiyle anlaşılabilir; İnsan-ta­
biat: Tabiat, insan antolajik olarak hayatta kalması için en uygun tabii
çevre olarak Allah'ın lütfudur; İnsan-insan: Allah'ın karşısında aynı ontolojik tabakayı paylaşan insanlar birbirleriyle eşittirler; manevi kozmolojide imanın merkeziliğini ortadan kaldıracak hiçbir ayrım olmamalıdır;
İnsan-Tanrı: Tanrı ve insan arasında antolajik bir hiyerarşi vardır; insan Halifetullah, yani Allah'ın yeryüzündeki vekilidir. Bu iki medeniyet
ben-idrakinin teferruath bir tahlili için bkz. A. Davutoğlu, Medeniyetlerin Ben-İdraki, Divan İlmi. Araştırmalar, 1997/1, Yıl: 2, Sayı: 3, s. 1-53.
Küreselleşme,
Zihniyet Bunalımı ve Demokrasi
109
V. SONUÇ
Demokrasi, günümüzdeki genel kullammıyla, siyasal sistemleri meşrulaştırıcı sihirli kavramların başında geliyor. Farklı siyasal kültürlere, kurumlara ve işleyiş mekanizmalarınasahip deği­
şik siyasal sistemler bu kavramın evrensel "değer"i ile kutsanan
bir meşruluk zemini kazanma arayışı içinde bulunuyor. Her seçimi yüzde yüzlük oy nisbetleriyle tekrar tekrar kazanan diktatörler de, siyaseti halkın dışlandİğı bir elit-içi mücadele alam olarak
gören bürokratik sistemler de, kendilerini "demokratik" rejimler
olarak isimlendirrnek suretiyle ulusal bir meşruiyyet ve uluslar
arası bir saygınlık kazanmaya çalışmaktadırlar.
Ülkemizde son dönemde demokrasi eksenli tartışmalarda da
bu pragmatik yaklaşım ön plana çıkmaktadır. Bu çerçevede statik
bir iyi olarak yorumlanan demokrasi konusunda sağlanacak bir
ortak zeminin toplumsal kayışı durduracağı düşünülüyor. Meselenin en ürkütücü yam da, bu dürtünün bizatihi kendisi. Ç~~daş siyaset felsefesinde muhteva ve biçimiyle ilgili tartışmaların süTdüğü demokrasinin, topluma, ulaşılması gereken statik bir iyi olarak
takdim edilmesi ve meselanin bu noktada odaklaşması siyasi düşünce ve kültürümüzdeki geleneksizliğin bir yansıması olarak görülmeli. Batı toplumları temsili demokrasinin bunalımlarını aş­
maya çalışırken, biz, kimi zaman özgürlüğümüzü, kimi zaman kamu güvenliğini, ıdmi zaman da insan haklarım garanti altına alacağım düşündüğümüz demokrasiyi kutsamakla meşgulüz.
Aslında, demokrasi kutsanacak bir şey olarak görüldüğü zaman gerçek anlamım da yitirmeye başlar. Bugün demokrasi ile
başlayan birçok siyasi söylemin otokrat:lk bir politikamn demagoji
aracı halin~ gelmesi de, bu tür siyasi kavramların, muhteva tartışmasından yoksun olarak siyasi literatürün merkezine yerleşmiş
olınasındandır. Özgürlük, güvenlik ve insan hakları gibi felsefi derinliği haiz kavramları tammlamaya yeterli olmayan demokrasi
onu garanti altına da alamaz.
Muhteva ile biçim arasındaki hiyerarşik ayırım farkedilemedizaman genellikle muhteva biçime feda edilir. Bugün de maalesef değer-yüklü muhtevalarıİı, biçim-yüklü mekanizmalara göre
tanımlandığı bir dönemde yaşıyoruz. Demokrasinin gittikçe daha
ği
İslam
110
ve Demokrasi
fazla biçimsel bir nitelik kazanmasından şikayetçi olanlar, herşey­
den önce mekanizmaları aşması gereken değerlerin muhtevasım
tekrar dokumak zorundadırlar.
Gerek ulusal gerekse uluslar arası siyasette kullamlan bu
pragmatik söylemin ötesinde demokrasinin felsefi ve kurumsal
düzlemde ne anlama geldiği sorusu sürekli gözardı edilmekte,
herkes kendi gücünü meşrulaştıran bir demokrasi anlayışını evrensel bir değermişcesine savunmaya çalışmaktadır. Bu meşrulaş­
tırıcı gizemin ötesinde demokrasi bugün evrensel anlamda da, yerel uygulamalarda da yeni tammlamalara ihtiyaç hisseden çok
yönlü bir değişim yaşamaktadır.
Küresel kültür ve zihniyet bunalımına paralel bir şekilde yaşanmakta olan bu değişim bünyesinde demokrasi yorumlanın da
ihtiva eden tepkilere yol açmaktadır. Küreselleşme söylemini ken- ·
disine eksen alan stoik tepki özüpde bunalımın teşhisinde doğru
bir noktadan hareket etmekle birlikte, modernİst çerçevenin içinde mutlakçı bir neo-sekuler anlayışa bağlı kaldıkça demokrasinin
kuşatıcı ve evrensel bir şekilde yeniden yorumlanma sürecini harekete geçirememektedir. Bu çerçevede İslam ve Demokrasi, Budizm ve Demokrasi, Konfüçyanizm ve Demokrasi, Hinduizm ve
Demokrasi gibi demokrasiyi Batılı sekuler geleneğin dışında yeniden yorumlama çabaları ön plana çıkmaktadır.
·
Sorgulayıcı niteliği ile ufuk açıcı bir başlangıç noktası oluştu­
ran sinik tepkinin doğurduğu post-modern demokrasi anlayışı ise,
çoğulculuğu öne çıkaran tavrı ile özgürlük alarum genişletmekle
birlikte aşırı göreceli yöntemlerden kaynaklanan sımrlar ile evrensel bir değerler bütünü oluşturmakta zorlanmaktadır. Tüketim
kültürü eksenine oturan hazcı tepki ise demokrasinin somut kültürel yansımaları gibi gösterilen ortak simgeleri küreselleştirmek
suretiyle herkesin aniayıp gözleyebileceği birtakım davranış biçimleri oluşturmakta, ancak demokrasinin ontolojik ve normatif
boyutunu ihmal eden yüzeysel bir anlayışın yaygınlaşmasına da
yol açmaktadır.
Batı-dışı
toplumlar bu değişim ile birlikte ciddi bir tarihi varo-
luş bilinci açmazı ile de karşı karşıyadırlar. İnsanlık birikimini
Batı
tecrübesine indirgeyen ve bunu
küreselleşme
söylemi ile
Küreselleşme,
Zihniyet Bunalımı ve Demokrasi
lll
meşrulaştıran
bir yaklaşım bir taraftan yerel kültür ve medeniyet
hayat alanlarını daraltırken, diğer taraftan demokratik mekanizmaların yerel zihniyet dokuları ile uyum göstermesini engeliernektedir.
.
havzalarının
bir siyası zihniyet, kimlik ve meşruiyyet
bunalımı yaşamakta olan İslam dünyası da bu tepki hareketlerinin etki alanında kalmaktadır. Bugün artık pragmatik ve konjunktürel yaklaşımların ötesinde, İslam inancının zihniyeti belirleyen temel unsurları ile güçlü medeniyet birikiıni, bu küresel bunalımı yorumlayacak, yeniden anlamlandıracak ve çözüm oluştu­
racak bir bütünlük içinde ele alınmak zorundadır.
Son derece
kapsamlı
İslam, medeniyet tarihinin son özgün merkezi olmakla birlikte
Batılılaşma tecrübesini de en yoğun bir şekilde yaşamış bulunan
toplumumuzun bu çift yönlü birikiıni sığ ve yıpratıcı bir kutuplaş­
manın sebebi olarak değil, bütün insanlığı kuşatabilecek yeni bir
medeniyet açılımının alt yapısı olarak görülmelidir. Unutulmamalıdır ki, insanlık tarihindeki bütün medeniyet canlılıkları farklı
medeniyet birikimlerinin harmanlandığı geçiş havzalarında ortaya çıkmıştır.
Download