KURTULUŞ 2 EMPERYALİST SALDIRI...... 3-4 ORTADOĞU HALKLARI DİZ ÇÖKMEYECEK.........................5 ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELE BİR PARTİ-CEPHE GELENEĞİDİR........... ,........6-7 KÜRDİSTAN. ......................8-9 REFORMİZM.........................10 KURTULUŞ BASKINDİRENİŞ. ........................ 11-18 ÖZGÜR TUTSAK.................. 19 BU TARİH BİZİM. ................ 20 ORDU MU İLERİCİ, TEORİSYENLER Mİ KÖR....... 21 ÖVÜNÜN İŞTE AHLAKINIZ...22 YOLDAŞLAR BİZİ AŞIN........ 23 EMPERYALİZMİN SUÇ DOSYASI.........................24-25 HALKSINIFI................ 26-27 ŞEHİT ANLATIMLARI........ 28 FAŞİZME KARŞI MÜCADELEMİZ...............29-32 EĞİTİM TARZIMIZ.......... 33-34 HALK GERÇEĞİMİZ............... 35 OKMEYDANI-DOLAPDERE İMAR PLANI....................36-37 HALKIN DEĞERLERİNİ SAVUNUYORUM DİYENLER HANİ NEREDESİNİZ. ........... 38 İNSAN HAKLARI. ................. 39 İŞÇİ/MEMUR....................40/41 GENÇLİK.............................. 42 KÜLTÜR/SANAT...................43 GÖRÜNENKÖY..................... 44 YURTDIŞI....................... 45-46 21 Şubat 1998 KURTULUŞ KAVGANIN TARİHİNİ YAZIYOR TARİH KURTULUŞUN ONURLU KAVGASINI YAZACAK On yılı aşkın zamandır savaşıyoruz bu mevzide. On yılı aşkın sürede, oligarşinin her türlü baskısı, yasağı, cezasıyla karşı karşıya kaldık. Bürolarımız talan edildi, tutsak edildik, işkencelerden geçtik, katledildik. Ama Kurtuluş susmadı. Susturamadılar. Susturamazlardı da. Çünkü Kurtuluş, evet, onların anladığı anlamda, onların görmek istediği biçimde bir gazete değildi. Kurtuluş'un muhabirleri, onların anladığı anlamda gazeteciler değildi. Susturamazlardı. Çünkü Kurtuluş halkın sesiydi. Halkı susturamadıkları sürece, Kurtuluş'u susturmaları mümkün değildi. Susturamazlardı. Çünkü Kurtuluş kavganın sesiydi. Kavga bitmediği sürece Kurtuluş'u da bitiremezlerdi. Susturamazlardı. Çünkü Kurtuluş, bu ülkedeki sınıflar mücadelesinin son 30 yılına damgasını vuran Kurtuluş Cephesi'nin sesiydi. Cephe'yi susturamayacakları, bitiremeyecekleri kesindi. 30 yıldır, cuntalarıyla, zindanlarıyla, infazlarıyla, kayıplarıyla bunu başarmaya çalışmıştı oligarşi. 30 yılın sonunda kanıtlanan, Cephe'nin bitirilemeyeceği, tüketilemeyeceği, savaşının durdurulamayacağıdır. Kurtuluş susmayacaktır. Kurtuluşun sesi hep daha büyüyecek, hep daha gürleşecek, ülkenin dört bir yanına ulaşacaktır. Kavganın onurlu, güçlü sesi olmaya çalışırken, devrimci basın mevzisinde verdiğimiz şehitler, bunun kanıtıdır. Biz militan gazetecilerdik. Biz, Cephe'nin, Halk Güçleri'nin neferleriydik. Haberleri en iyi biçimde yansıtmaya çalıştık hep. Direnişlerin coşkusunu en canlı biçimde taşımaya çalıştık Türkiye halklarına. Yoldaşlarımızın katledildiğinin haberini yazarken, kendi öfkemizi, kinimizi kattık o haberlerin içine. Bürolarımıza, gazetemize yönelik saldırılar karşısına militanca çıktık. Gün geldi sokaklarda, gün geldi bürolarımızda barikatlarda döğüştük. Ama bunun, bunların da ötesinde, militan gazetecilik anlayışımız bize ufkumuzu sadece dergi-gazete bürolarıyla sınırlamamayı öğretti. Biz gazeteciydik ama her şeyden önce devrimciydik. Her devrimci gibi bize nerede ihtiyaç varsa orada olmalıyız diyerek hareket ettik. Kimimiz yıllarca büyük bir inanç ve kararlılıkla bürolarımızdan birinde görev yaptık, bulunduğumuz bölgelerde genç devrimcilerin yetişmesinde bizim de payımız oldu. Ama oligarşi bu alanda mücadele etmemizi engellediğinde, asla teslim olmadık, yılmadık, mücadelenin farklı alanlarında yeni görevler için yola çıktık. Gün oldu sendikalarda bir devrimci işçi, mahallelerde Halk Meclisi üyesi, gençlik içinde bir militan, şehirlerde ve kırlarda halkın adalet özleminin ifadesi olan savaşçı, dağlarda gerilla olduk. Bu mücadele mevzilerinde de tutsak düştük, şehit düştük. Onlar şehitlikleriyle basın mevziinizi korumakla görevli onlarca yoldaşımız için rehber oldular, yaşamlarıyla öğretiyor, yol gösteriyorlar. Onlar Kurtuluş'un hiç susmadığının ve susturulamayacağının destansı kanıtıdırlar. Bülent ÜLKÜ; Gemlik'te çıkan yerel Körfeze Bakış'ın yazıişleri müdürlüğünü ve Bursa Yeni Çözüm temsilciliğini yaptı, işçi alanında çalışırken Mart 1992'de kontrgerilla tarafından kaçırıldı ve işkenceyle katledildi. Ayşe NİL ERGEN; Kültür ve Sanatta TAVIR çalışanıydı. 16-17 Nisan Operasyonunda katledildi. Rıza GÜNEŞER; Halkın Gücü gazetesinin sahibiydi. Darbeci kontra çetesi tarafından 14 Temmuz 1993 günü kurulan bir pusuda şehit düştü. Tarık KOÇOĞLU; Adana'da bir süre Yeni ÇÖZÜM bürosunda çalıştı. 31 Temmuz 1993'de Silifke Kırobası'nda şehit düştüğünde Akdeniz bölgesi siyasi sorumlusuydu. İrfan YENİLMEZ , Bursa'da Yeni ÇÖZÜM ve MÜCADELE'nin temsilciliklerini yaptı. 12 Mart 1994 Ordu da şehit düştüğünde Karadeniz Kır Gerilla Birliği üyesiydi. Recep GÜLER, Yeni ÇÖZÜM dergisinin İstanbul Merkez Bürosu ile izmir bürosunda çalıştı. 1994 Nisan'ında kontrgerilla tarafından kaçırılarak kaybedildi. Halil İbrahim EKİCİBİL; MÜCADELE Elazığ bürosunda çalıştı. 9 Ekim 1994'te Dersım'de gerilla olarak şehit duştu Ahmet ÖZTÜRK; MUCADELE'nin Adana temsilciliğini yaptı Bürolarımızın Akdeniz bölgesi geneline yayılmasında önemli çabaları oldu. Mersin'de Zeynep Gültekin ile birlikte 26 Ekim 1994'te katledildi. Rıfat ÖZGÜNGÖR; MÜCADELE'nin Sivas temsilciliğini yaptı. Ve Sivas kırsalında 15 Eylül 1994 günü sağ yakalandı. Kendisini konuşturamayan işkenceciler tarafından katledildi. Erkan AKÇALI; Elazığ MÜCADELE'DE çalıştı. Dersim Hozat'ta Çaytaşı köyünde 6 Aralık 1994 günü diğer yoldaşları ile birlikte destansı bir direniş yaratarak şehit düştü. Ahmet GÜDER; Yeni ÇÖZÜM ve MÜCADELE'nin Elazığ bürolarında sorumluluk yaptı. 6 Aralık çatışmasında bir gerilla olarak şehit düştü. Mikail GÜVEN; MÜCADELE Malatya bürosunda çalıştı. Kır gerillası olarak 6 Aralık çatışmasında şehit düştü. Hüseyin COŞKUN'; Uşak Yeni ÇÖZÜM temsilciliğini yaptı. 4 Nisan 1995 günü Gaziantep'te SPB komutanı olarak çatışarak şehit düştü. Suat ALKAN; Özgür KARADENlZ'de bir dönem çalıştı. 13 Nisan 1995 günü Tokat'ta iki yoldaşıyla birlikte çatışarak şehit düştü. Birlikte şehit düştüğü Zeliha GODENOĞLU da MÜCADELE'nin Konya bürosunu en kötü koşullarda dahi sahiplenmeyi bilmişti. Mustafa AKTAŞ; DEVRİMCİ GENÇLİK DERGİSİNİN Ankara temsilcisiydi. 30 Ocak 1996 da Mete Nezihi Altınay ve diğer yoldaşları ile birlikte gerilla olarak şehit düştü. İrfan AĞDAŞ; 17 yaşında bir KURTULUŞ dağıtımcısıydı. Lisede okuyordu ve polis tarafından 13 Mayıs 1996 günü Alibeyköy de sokak ortasında katledildi. S e ne m A D A LI- M uha m me d KAYA; KURTULUŞ dağıtımcısıydılar. 20 Ağustos'ta Alibeyköy'deki evlerinde katledildiler. Mehmet TOPALOĞLU; Adana KURTULUŞ temsilcisiydi. 28 Ocak 1998'de Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi gerillaları Besat Ayyıldız ve Bülent Dil'le birlikte Adana'da katledildi. 69 gün süren ve her anı eylem olan Ölüm Orucu'nda da basın mevzisinden gelen yoldaşlarımız vardı. Altan Berdan KERİMGİLLER; Ankara'da Yeni Çözüm dergisinde temsilcilik yaptı. Bir savaşçı olarak şehir ve kır SDB'lerinde yer aldı. Ölüm Orucu savaşçısı olarak 23 Temmuz 1996'da Sağmalcılar Hapishanesinde şehit düştü. Müjdat YANAT; izmir Yeni Çözüm temsilciliğini yaptı. 25 Temmuz günü Ölüm Orucu savaşçısı olarak Aydın Hapishanesinde şehit düştü. Ayçe İdil ERKMEN; Kültür ve Sanatta Tavır dergisi çalışanıydı. Çanakkale HapishanesindeÖlüm Orucu savaşçısı olarak 26 Temmuz günü şehit düştü. Yemliha KAYâ; Yoksul HALKIN GÜCÜ gazetesinin sahibi ve yazı işleri müdürlüğü yapıyordu. Bu görevini sürdürürken tutsak düştü. 27 Temmuz'da Sağmalcılar Hapishanesinde Ölüm Orucu savaşçısı olarak şehit düştü. 3 EMPERYALİZM 21 Şubat 1998 KURTULUŞ Emperyalizm Ortadoğu Halklarına, Oligarşi Türkiye Halklarına Saldırıyor. Emperyalizm ve Oligarşi, Ortadoğu ve Türkiye Halklarını Kan, Acı, Yoksulluk İçinde Boğmak İstiyor. Emperyalizm Saddam'ın Kimyasal Silahlarını, Oligarşi, Körfez Krizini Saldırılarının Gerekçesi Olarak Gösteriyorlar. EMPERYALİST SALDIRGANLIĞA VE OLİGARŞİNİN TERÖRÜNE KARŞI MÜCADELEYİ YÜKSELTELİM Ağustos 1990'da, Irak'ın Kuveyt'i işgal edişini bahane ederek Irak nezdinde Ortadoğu halklarına saldıran emperyalizm, aradan yedi yıl geçtikten sonra yine sahte bir gerekçeyle emperyalist savaşa start vermiş durumda. Tarihe "Körfez Krizi" diye geçen 1990 sürecindeki emperyalist saldırıyla binlerce Iraklıyı katleden, Arap halklarının ulusal onurlarını, haklarını ayaklar altına alan emperyalizm, tıpkı o dönemde olduğu gibi asıl amacını gizleme-perdeleme faaliyeti içinde savaş seferberliğini sürdürüyor. Gerek emperyalist ülkeler arasında gerekse de Ortadoğu'daki işbirlikçi iktidarlarla yoğun bir görüşme trafiği sürdürülüyor. Bu haksız savaşa destek sağlama turları, emperyalist saldırganlığa meşruiyet kazandırma amaçlı haber ve yayınlarla da güçlendirilerek tüm dünya ABD'ye göre düşünmeye ve davranmaya zorlanıyor. Bütün emperyalist medya tekelleri ve oların yerli işbirlikçileri, neredeyse 24 saat yaptıkları yayınlarda yalana, demagojiye ve spekülasyona dayalı haberler veriyorlar. Saddam'ın eli kanlı bir diktatör, bir cani olduğu, elinde bulunduğu iddia edilen biyolojik silahların tehlikeleri üzerine yapılan program ve haberleri, emperyalistlerin ne denli barış savunucusu olduğunu ispatlamaya çalışan yayınlar izliyor. Uluslararası tekelci medya emperyalist savaşı adeta kutsuyor. ABD emperyalizmi, Ortadoğu üzerine kurduğu planlarını bozan bir çıban başı durumundaki Irak'ı yola getirme hedefindedir. Emperyalizm Saddam'ın emperyalizme tam teslimiyeti reddeden tavrına tahammülsüzdür. İşte bunun için Irak halkının bir kez daha ölüm fermanının imzalanmasının nedeni, biyolojik silah meselesi değil, ABD'nin dünya egemenliğini sağlamlaştırma hedefidir. Ve tıpkı 1990 sürecinde olduğu gibi emperyalistler ve onların yıllardır böl-parçala yöntemiyle dağıtıp bağımlı birer uşak durumuna getirdiği gerici devletler de, ortaya çıkan bu bunalımdan en karlı nasıl çıkabileceklerinin hesabı içinde tavır belirliyorlar. İşte Türkiye... İşbirlikçi Mesut Yılmaz Hükümeti ABD politikaları ekseninde çoktan emperyalizmin Ortadoğu'daki bu hegemonya savaşma katılmış durumdadır. Emperyalist işbirlikçiliği tescilli iktidarın başka bir tavır göstermesi mümkün de değildir. Dünya alem biliyor ki, Türkiye ABD emperyalizminin savaş jandarmalarından biridir. İncirlik üssünün kullandırılıp kullandırılmayacağı tartışmaları, işbirlikçi iktidarın buna izin verip vermeyeceği üzerine koparılan fırtına bu nedenle sahtedir. Nitekim gelişmeler emperyalizmin istediği rotada seyretmekte, işbirlikçi iktidar, savaşı, içinde bulunduğu krizin daha fazla derinleşmesinin önüne geçebilmek için uygun bir fırsat olarak görmektedir. Daha şimdiden "Körfez Krizi"ni neden göstererek adımlar atmaya başladılar bile... İşbirlikçi iktidara göre Susurluk gibi, enflasyon gibi, ülkenin stratejik tesislerinin satışı gibi pek çok şeyi gündemden düşürmenin ya da perdelemenin, halk düşmanı politikaları ve uygulamaları hayata geçirmenin tam da zamanıdır. Savaşın Yükü Halka, Sefası Tekellere Bu savaş işçilerin, köylülerin, bir bütün olarak yoksul halkların savaşı değil, para babalarının, emperyalist tekellerin savaşıdır. Bu savaş, Ortadoğu zenginliklerini, petrolünü yağma ve talan savaşıdır. Dolayısıyla işbirlikçi Mesut Yılmaz Hükümeti'nin izleyeceği siyaset de aynı zihniyette olacaktır. Emperyalizm Irak halkını katlederken oligarşi içerde sömürü, terör ve katliamı arttıracak; açlık ve sefaleti daha da derinleştirecektir. Gelişmelerin bu yönde olacağının verileri şimdiden açıkça ortadadır. Bunun için işbirlikçi iktidarın son birkaç günde yaptığı açıklamalara bakmak bile yeterlidir. Bakın Mesut Yılmaz ne diyor: "Yaklaşan bir Körfez krizi var. Açık politikalarımıza, uygulamalarımıza uygun tedbirler alacağız... Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner de aynı ağızdan konuşuyor ve "Körfez'deki duruma göre ekonomiyi yeniden ayarlamak gerekecek" diyor. Petrol zammının otomatiğe bağlanmasının gerekçesi "körfez krizi nedeniyle petrol fiyatlarının artması" olarak açıklandı. Yani, emperyalist savaş para babalarının, tekellerin cebini dolduracak ve yeni savaş zenginleri yaratacak olduğu halde, bunun bedelini halka ödeteceklerini söylüyor Güneş Taner. "Körfez Krizi"ne alkış tutan başkaları da var elbette. Ege Sanayicileri ve İşadamları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı, "Krizden tüm sektörler olum- suz etkilenecek ve işten çıkarmalar başlayacaktır" diyerek, işçi sınıfını bekleyen saldırıların haberini veriyor. Kısacası, "Körfez Krizi", ekonomik, sosyal ve siyasal açmazlar içerisinde neredeyse boğulan işbirlikçi iktidarın bir anlamda imdadına yetişti. Daha bir hafta öncesinde yıllık enflasyon yüzde 101,6 olarak açıklandığında sözde şoka giren ve nasıl bir açıklama getireceğini bilemeyen Anasol-D Hükümeti, savaş gündeminin birinci sıraya yükselmesiyle aylardır çerçevesi netleştirilmeye çalışılan ekonomik saldırının son rötuşlarını yapıyor. Elbette amaçları, faiz ve rant yoluyla kendilerine büyük kazançlar sağlayan enflasyonu indirmek değildir. "Enflasyonla mücadele" adı altında, faşist devletin soygun ve talan düzeninin bekası için gerekli "reform"ları yasallaştıracak, asıl yükü "kemer sıkma" yalanıyla yoksul halkın sırtına bindireceklerdir. Ekonomik Terör ve Demagoji Atbaşı Sürüyor Tekelciler ve hükümetleri, ekonomik saldırıları tepki almadan hayata geçiremeyeceklerini biliyorlar. Bu nedenle, cumhurbaşkanına varıncaya dek tüm iktidar, tekelci patronlar, ekonomik saldırılar hayata geçirilirken "dengelerin gözetilmesi"nden söz ediyorlar. "Yoksul halkın sabrının sınırına vardığını biliyoruz" diyeninden, yoksulluğun getireceği çalkantılardan ve sosyal patlamalardan endişe edenine kadar hepsi enflasyonun herkesin sorunu olduğu yalanım söyleyip tüm kesimleri fedakarlığa davet ediyorlar. Davet ettikleri fedakarlığın anlamı, vergi "reformu"na, sosyal güvenlik "reformu"na, özelleştirme satışlarının hızlandırılmasına, zamlara, işten atmalara, grevlerin ertelenmesine, hatta yasaklanmasına vb. ses çıkartılmamasıdır. İşte "Körfez Krizi" tam da bu aranan "gerekçe" olmuştur. Örneğin "altı ay zam yok" diyenler şimdi "Eee, n'apalım mecburuz" diyorlar. Halkın muhtemel tepkilerini bertaraf edebilmek için de yoğun bir şekilde ideolojik propaganda sürdürüyorlar. Her şey ters yüz ediliyor. Örneğin, "enflasyonun temel nedeni bütçe açıklarıdır" diyor ve meseleyi emeklilik yaşına kadar getiriyorlar. Bu teoriye göre enflasyonun nedeni bütçe açığı; bütçe açığının 3'te l'i sos- yal güvenlik sistemine yapılan harcamalardan kaynaklanmaktadır, ve bunun temel nedeni ise emeklilik yaşının düşük olmasıdır... Var olan sisteme göre devlet emekliye 21 yıl maaş ödüyormuş. Oysa emeklilik yaşı 58-60 olsa, devlet böylesi bir yükten kurtulurmuş vs... Kısacası yıllarca emeğini ve alınterini sofrasına katık eden yoksul halkın ekmeğine gözlerini dikmiş, onların gözlerinin içine baka baka yalan söylüyor, uygulayacakları ekonomik terör için "ikna" etmeye çalışıyorlar. MGK sendikacıları Yine îş Başında Basın yayın yoluyla yapılan bu ikna ve fedakarlığa davet faaliyetinin bir de özel görevlileri var. Anasol-D Hükümeti'nin kuruluşunda da canla başla çalışan işçi ve patron örgütleri yine iş başındalar. Türk-İş, DİSK, TESK, TİSK, TÜSİAD, TOBB yeniden bir araya gelmenin hazırlığını yapıyorlar. MGK sendikacıları patronlarla kol kola "Yüksek enflasyonun sorumluluğu herkese aittir" yalanını söyleyen Refik Baydur'un izinden gidiyorlar. Refik Baydur misyonlarını bakın nasıl ifade ediyor: "Bu bizim son şansımız. İşçi, işveren, özel, kamu enflasyona karşı birleşmeliyiz. Artık işveren 'eh'ne yapayım piyasa koşulları böyle' diyerek zam yapmamalı, işçi ücretlerine zam isterken buna dikkat etmeli... şimdi tüm kesimler demokrasi, laiklik, rejim adına yaptığımız birleşmeyi enflasyonda da yapmalıyız..." Anlaşılan önümüzdeki günler Ekonomik Sosyal Konsey'de (ESK) bu işin karşılıklı pazarlıkları yapılacaktır. İşçi, memur, küçük esnaf ve zanaatkar gibi halkın tüm sınıf ve tabakalarını bire bir ilgilendiren konularda, halkın bu kesimlerine hiç sormadan kararlar alınacak ve bu kararlar halka dayatılmaya çalışılacaktır. Tüm bu gelişmeler, işbirlikçi iktidarın savaş gerginliğini kullanarak toplumsal muhalefeti nasıl sindiririm hesapları içerisinde olduğunu göstermektedir. Efendi Irak'a,Uşak Kendi Halkına Saldırıyor 1990 emperyalist savaş sürecinde "Bir koyup üç alacağız" diyen Turgut Özal ve işbirlikçi ANAP iktidarının, o dönemi fırsat bilip halka nasıl bir top- KURTULUŞ 4 yekûn savaş açtığı hala hatırlardadır. Olağanüstü hal hazırlıkları, savaş zamları, grev yasakları, üçlü vardiya ve seferberlik hazırlıklarıyla halk kuşatma altına alınmıştı. Ardı ardına yapılan savaş zamları ve peşi sıra gelen iflaslarla yoksul emekçi halkın sefaletinin daha bir boyutlandığı o günlerde, özetle baskı ve terör yoğunlaşmış, savaşa dönük politikalarla oligarşi krizini hafifletmeye çalışmıştı. Kürt halkına yönelik saldırılara hız verilmiş, karakollarda ve işkencehanelerde devrimciler, yurtseverler infaz edilmişti. Peş peşe yapılan baskınlarla dernekler ve parti binaları talan ve tahrip edilmiş, hemen tüm demokratik kurumlara yönelik yıldırma harekatı düzenlenmişti, iki ay süreyle ertelenen hatta yasaklanan grevler olmuş, yoksul gecekondu mahallelerine polis ve jandarma saldırıları yapılmıştı... Anti-terör Yasası yine bu dönemde gündeme gelmiş, tutsaklara yönelik tecrit etme ve teslim alma amaçlı "hücre tipi hapishane" saldırısı yine bu dönemde uygulamaya konulmuştu. İktidar, bu anlamda tarihi tekerrür ettiriyor. Adana'da Kurtuluş gazetesi Adana temsilcisi Mehmet Topa-loğlu ve iki DHKC gerillasının katledilmesinin ardından, neredeyse tüm basın açıklamalarına, protesto gösterilerine polisin silahlı müdahalesi oldu ve sadece istanbul'da 500'ü aşan gözaltılar yaşandı; istanbul Fatih'te iki PKK'lı katledilirken, HADEP Genel Merkezi'ne, İstanbul ve Ankara'daki ilçe örgütlerine, "arama" adı altında baskınlar düzenlendi, parti yöneticileri dahil pek çok kişi gözaltına alındı; sadece Bayrampaşa Hapishanesi önünde bir günde gözaltına alınan ziyaretçi sayısı 50'yi buldu, Kurtuluş Merkez bürosu basıldı, ve onlarca kişi gözaltına alındı; daha savaşın düğmesine basılmadan krizi fırsat bilen işbirlikçi iktidar, ABD'den aldığı açık çek sayesinde sınır ötesi harekatla tampon bölge oluşturup, Kürt halkına yönelik saldırılarını yoğunlaştırdı. Bunlara birçok örnek daha eklenebilir. Ama "Körfez Krizi"nin daha ilk günlerinde hemen göreve başlatılan "Kriz Koordinasyon Merkezi" de düşünüldüğünde, işbirlikçi iktidarın bu süreçten azami ölçüde yararlanmaya çalışacağı görülür. Gelişmeler beklenildiğinden de hızlı olacaktır. Mesut Yılmaz'ın televizyon ekranlarından yüksek sesle ilan ettiği ve enflasyona dayandırdığı "topyekün savaş" siyasi ve ekonomik terörün iç içe geçeceğinin ve boyutlanacağının bir göstergesidir. Demokratik haklara pervasızca saldırılacak, işten atılmalar hız kazanacak, gözaltılar, işkenceler sürdürülecek, zam üstüne zam yapılacaktır. Aslında bunlar bir öngörü de değil, zaten yaşanmakta olanlardır. Derinleşmesinin önüne bir türlü geçemediği, geçmek için umudunu emperyalist savaşa bağladığı kriz, oligarşiyi her geçen gün batağa sürükleyen politikaları uygulamaya yöneltecektir. Bu politikanın "halka karşı savaş" olduğu tartışmasızdır. Bu anlamda, sürecin devrimcilere ve yurtseverlere, insani değerlerini yitirmemiş herkese yüklediği görevler bellidir. Şu anda var olan koşullarda EMPERYALİZM dahi yaşadığı açlık, sefalet ve zulümle zaten dayanma sınırının sonuna gelmiş yoksul halk, tepkilerini çok değişik biçimlerde dile getirecektir. Bunlar örgütlü ya da kendiliğinden de ortaya çıkabilir. Bu çok da fazla önemli değildir. Önemli olan bu noktada, tüm halk kesimlerini içine alabilen, kendi içinde bir iradiliği, merkeziliği barındıran, kararlı ve sürekli bir direnişin örgütlenip örgütlenemeyeceğidir. Emperyalist saldırganlığa tavır almak ve beraberinde oligarşinin saldırı dalgasına set çekmek ve geri püskürtmek bugünün öncelikli görevleridir. Hayatın her alanında direniş örnekleri yaratmak, yaratılmış gelenekleri sürdürmek, bu görevin yerine getirilmesinin öncelikli koşuludur. Direnilmeden, süreci "ucuz atlatma" tespitleri yaparak saldırı göğüslenemez. içeride "Ne darbe, ne şeriat" deyip MGK ve 21 Şubat 1998 onun politikalarının, oligarşinin karşısına açıkça çıkmadan, uluslararası planda "Ne Sam, Ne Saddam" deyip tek hedef olarak emperyalizme yönelinmeden bu sürecin devrimcilere, demokratlara yüklediği görevlerin üstesinden gelinemez. Oligarşinin, tekellerin, Susurluk Devletinin ve emperyalizmin karşısında netlik, Türkiye halklarına yapılacak mücadele çağrısının tek doğru zeminidir. 21 Şubat 1998 5 EMPERYALİZM KURTULUŞ ORTADOĞU HALKLARI EMPERYALİZMİN ÖNÜNDE DİZ ÇÖKMEYECEK "Elinde acemice silah tutan bir kadının ABD'nin savaş makinası karşısında hiçbir gücü yok. Ancak savaşın karşı-propagandası için önemli..." Ekranda görülen eli silahlı Iraklı kadın için Star televizyonunun yaptığı yorum böyleydi. Buna benzer yorumlara televizyon kanalları ve gazete haberlerinde sıkça rastlıyoruz. Savaş çığırtkanlığı yapan burjuva medya, emperyalizmin silah gücü karşısında "direnmenin hiçbir anlamı yok", "teslim olmaktan başka çare yok" diyor. Ancak işte burada sorulması gereken soru şudur: Mademki, elinde acemice silah tutan kadının ABD'nin askeri teknolojisi karşısında hiçbir gücü yoktur, o zaman emperyalizmi korkutan nedir? Hiç kuşkusuz bu sorunun cevabı', Ortadoğu halklarının anti-emperyalist direncidir. Bunun bir başka cevabı yoktur. İşte bu nedenle emperyalizmin hedefi tek başına Saddam değildir. Onu asıl korkutan Ortadoğu halklarının boyun eğmeyişi, teslim olmayışıdır. Bütün bu saldırılar, tehditler, Irak halkının ve diğer Ortadoğu halklarının emperyalizme olan öfkesini daha da arttırıyor ve anti-emperyalist bilinci daha da perçinlemekten başka bir işe yaramıyor. Yarım asırdan fazladır emperyalizmin saldırılarına maruz kalan Ortadoğu halklarını bugün aynı saldırılarla karşı karşıya getiren de emperyalizme boyun eğmeyişleridir. Çocuğu ilaç ambargosu nedeniyle ölümle pençeleşen bir kadının, "Oğlum yaşayacak ve ABD'ye karşı savaşacak" sözleri bu bilincin en özlü ifadesidir. Bugün Ortadoğu ülkelerinin hemen hepsinde halklar emperyalizme duydukları öfkeyi dile getiriyorlar. Emperyalizmin teslim alamadığı Filistin halfanın gösterileri başta olmak üzere bütün Arap halkları emperyalist saldırıya karşı tavrını Amerikan bayraklarını yakarak gösteriyorlar. Halkların mücadelesi, emperyalizmin kurmak istediği dengeleri hiç istemediği süreçlerde alt üst ediyor. Emperyalizm saldırmaktan, Ortadoğu halkları da direnmekten vazgeçmiyorlar. Emperyalizm tüm teşhir olmuşluğuna, halkların nefretini kazanmasına rağmen kendisi için stratejik önemde olan bu bölgeden asla vazgeçmemektedir. 21. yüzyılın ayaklanmalar çağı olacağı tespitini yapan emperyalizm bu ayaklanmaların yaşanacağı bölgelerin başında Ortadoğu'yu gösteriyor. Asya, Afrika ve Avrupa gibi üç büyük kıtanın kesiştiği bölge olan Ortadoğu gerek jeopolitik ve stratejik açıdan, gerekse zengin petrol rezervlerine sahip olmasından dolayı emperyalizm için büyük öneme sahiptir. Bu nedenlerden dolayı Ortadoğu emperyalizmin kaybetmeye tahammül edemeyeceği bölgelerin başında geliyor. Emperyalistler 1. Paylaşım Savaşı'ndan bu yana pek çok yönteme başvurarak Ortadoğu'yu elinde tutmaya çalıştı. Bu yöntemlerin bir yanı halkları bölüp parçalamak, suni sınırlarla ayırmak, açık işgallerle teslim almak olurken, önemli bir diğer yanı da işbirlikçi iktidarlar ve kukla devletlerle bölgede hakimiyetini süreklileştirmek oldu. Bu coğrafyada ikili bir gerçek vardır. Bir yanda direnen.emperyalizme teslim olmayan halklar, diğer yanda emperyalizmin işbirlikçisi kukla rejimler ve devletler... Arap halklarının emperyalizme tavır alışlarında önderlikler hiç şüphesiz belirleyici olmuştur. Arap milliyetçiliği ve İslam radikalizmi etrafında gelişmiş olan anti-emperyalist bilinç önderliklerin niteliliğine göre kimi zaman zayıfladı, kimi zaman da emperyalizme radikal tavır alışları beraberinde getirdi. İşte emperyalizm bu noktada Ortadoğu'da işbirlikçiler yaratıp, ulusal kurtuluşçu ülke ve örgüt yönetimlerini halktan koparıp, halkları bölüp parçalayarak bölgedeki hakimiyetini pekiştirmeye çalıştı. 1940-'50'li yıllarda Ortadoğu'nun kaderini belirleyecek gelişmeler peşpeşe geldi. Emperyalizmin Ortadoğu'ya İsrail'i yerleştirmesinin ardından bölgede önemli değişimler oldu. Emperyalizm artık bölgede vurucu bir güce sahipti. Ama en az bunun kadar önemli bir başka gelişme sosyalizmin Ortadoğu üzerindeki etkisiydi. 2. Paylaşım Savaşı sonrasında dünyanın yeni efendisi ABD'nin karşısında sosyalist sistemin bir güç olarak ortaya çıkması ve halklar üzerindeki prestijinin de artmasıyla ulusal kurtuluş savaşları hız kazandı. Arap dünyasında gerici rejimler birbiri ardına devrilirken iktidarlara anti-emperyalist Arap milliyetçileri oturuyordu. Bu küçük burjuva iktidarların öne çıkanlarından biri de 1952 yılında Mısırda oluşturuldu. Cemal Abdül Nasır'ın önderliğindeki Hür Subaylar Örgütü Mısır Krallığı'nı devirdi. Nasır'ın emperyalizme karşı giderek gelişen, Filistin sorunuyla birlikte bölgedeki gerici ve işbirlikçilerle çatışmaya varan tavrı Arap dünyasında ve Arap halklarında derin etkiler yarattı. Arap dünyasını ileriye taşıyan bir diğer örgütlenme ise temelleri 1947 yılında Suriye'de atılan BAAS Partisi oldu. Suriye ve Irak'ta gerici iktidarları deviren BAAS Partisinin de amacı Nasırcılıktan pek farklı değildi. BAAS Partisi Arap dünyasını birleştirmeyi amaçlıyordu. Ancak küçük burjuva milliyetçi önderliklerin kendi iç çelişkileri yüzünden bu amaç gerçekleşemedi. Artık Ortadoğu'da Irak'tan Libya'ya, Suriye'den Yemen'e geniş bir anti-emperyalist cephe vardı. Emperyalizmin Ortadoğu halklarına yönelik saldırıları bu süreçlerle birlikte daha da arttı. Örneğin 1958'de Lübnan'daki ilerici gelişmeye karşı İncirlik üssünden hareket eden 10 bin Amerikan Deniz Piyadesi Lübnan'ı işgal etti. Aynı günlerde gelişen ilerici bir harekete karşı İngiliz paraşüt birlikleri Ürdün'e indi. Ancak bütün bunlar Arap halklarının emperyalizme karşı savaşma, boyun eğmeme geleneğinin de temellerini oluşturan önemli gelişmelerdi. Arap halklarının milliyetçi, ilerici temelde gelişen mücadelesini engellemek için hiçbir fırsatı kaçırmayan İsrail'e karşı da anti-Siyonist mücadele kök salmaya başladı.. önce silahlı mücadele temelinde, ardından taşlan ve şovlarıyla İsrail'e karşı savaşan Filistinliler emperyalizme ve siyonizme karşı boyun eğmeyişin simgesi haline geldiler. Filistin halkının emperyalizme karşı geriletilemeyen onurlu direnişi Ortadoğu halklarına önemli bir mesajdı. Arap halkları üzerinde giderek daha fazla sempati yaratan Filistin halkının direnişi, Ortadoğu'daki birçok çelişkinin ana halkalarından birini oluşturmaktaydı. Emperyalizmin bölgedeki jandarması İsrail'in saldırılarına karşı yalnızca Filistin halkı değil bölge devletleri de karşı koydu ve savaştı. Emperyalizm de saldırılarını İsrail aracılığıyla sürdürdü. Ortadoğu'da siyonizme karşı mücadele emperyalizme karşı mücadele demekti. Emperyalizm Ortadoğu'da elini kolunu sallayarak dolaşamayacağını defalarca gördü. Emperyalizme ve siyonizme karşi sayısız direnişler örgütlendi. Emperyalizmin Ortadoğu halklarına yönelen her saldırısı kendisini vuran silaha dönüştü. Ortadoğu emperyalizm için dikensiz gül bahçesi olmuyor, emperyalizm bölgede dikiş tutturamıyordu. Ta ki 1990'lara kadar. Bu yıllara gelindiğinde bölgedeki dengeler emperyalizmin lehine dönse de süreklilik taşımayacaktı. '9O'lı yıllarda Sovyetler Birliği'nin dağılmasından da güç alan emperyalizm bölgeyi kendisi ve işbirlikçisi İsrail için istikrarlı bir rotaya sokma politikasını, Irak'ın Kuveyt'i işgalini bahane göstererek uygulamaya koydu. Körfez Savaşını başlattı ve Irak halkının üzerine bombalar yağdırdı. Körfez Savaşma kadar anti-emperyalist söylemleri olan milliyetçi önderlikler Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte dayanak- sız kaldılar ve ABD'nin gücü karşısında yalpaladılar. ABD'ye karşı tavır geliştiremediler veya cılız tavır geliştirdiler. Bu süreçte emperyalizmin Irak'a saldırısı karşısında tavır alan Arafat yönetimindeki FKÖ ve diğer Filistin örgütleri oldu. Bunun yanında İslamcı örgütler de Irak halkının yanında olduklarını açıklayan bir tavır alış içerisinde oldular. Ancak tavır alışlarının ideolojik zemini güçlü olmadığından yaptırım güçleri de olmamıştır. Körfez Savaşını takiben özellikle FKÖ'nün Irak halkının yanında yer almasına tepki gösteren ABD emperyalizmi ve gerici Arap yönetimlerinin FKÖ'ye yönelik politikalarındaki tavır alışlar FKÖ'yü hemen geriletti ve bu süreç ABD emperyalizminin denetimindeki İsrail-FKÖ barışıyla sonuçlandı. Yine aynı süreçte, ABD emperyalizmi Filistin'den sonra bölgedeki ikinci önemli direniş odağını oluşturan Kürt sorununa yönelik manevralarını artırdı, bölgedeki Kürt önderliklerden Barzani ve Talabani büyük ölçüde emperyalizmin denetimi altına alındı. Ne var ki, hiçbir şey ABD'ye bölgede istediği mutlak hakimiyeti sağlayamadı. ABD emperyalizmi Ortadoğu'da son süreçte geliştirdiği politikaların bir gereği olarak Türkiye-İsrail yakınlaşmasını sağladı. Emperyalizm için askeri açıdan önemli bir adım olan bu gelişme, diğer yandan Arap ülkelerinin tepkisine neden olmuş, ABD siyasal açıdan bölgede daha zayıf duruma düşmüştür. İşte bu siyasal ortamda yeniden Irak'a saldırıyı gündeme getiren ABD, bölgede aradığı desteği bulamamıştır. Ortadoğu ülkelerinin bu tavrında bölgedeki yerel ve uluslararası çıkar çelişkileri de etkili olmakla beraber, bir diğer neden Arap rejimlerinin Ortadoğu halklarının emperyalizme olan tepkisinden çekinmeleridir. ABD askeri gücüyle yine Ortadoğu'ya bombalar yağdıracak. Ancak Ortadoğu halklarına yine diz çöktüremeyecektir. Zayıf ya da güçlü, tutarlı ya da tutarsız, bölgede hala ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesini sürdüren örgütlerin varlığı, bunların emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından yok edilememesi, emperyalizme şu ya da bu ölçüde tavır alan ülkelerin varlığı, emperyalizmin politikalarının başarısının önündeki engeldir. Yine görülen odur ki şimdiden başlayan emperyalizme karşı gösteriler ve Irak'a yönelik yapılacak bir saldırıyı protesto eden Arap halkları, yine emperyalizmin bölgede tam denetim kurmasını engelleyen faktörlerin başında yer almaya devam edecektir. KURTULUŞ 6 GELENEĞİMİZ ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELE BİR PARTİ CEPHE GELENEĞİDİR Halklarımızın kurtuluş mücadelesinin tarihi aynı zamanda emperyalizme karşı savaşın da tarihidir. Bu tarih; topraklarını emperyalist postallardan temizlemek uğruna cansiperane vuruBeşikteki bebeden, tarladaki köylüye kadar kene misali kanı emilen milyonlarca insanın emperyalizme karşı, yok olma pahasına mücadale etmesinin tarihidir. Bu tarih; Karayılan, Sütçüimam, Mehmet Sait, Demirci Mehmet Efe gibi halk kahramanı ve önderlerinin yaratmış olduğu nice değeri günümüze taşıyan, gelenek yaratan, anti-emperyalizmi bayrak edinen Parti-Cephe'nin tarihidir. Emperyalizm bugüne değin tüm dünya halklarına yönelik uyguladığı, katliam, sindirme ve baskı politikalarıyla milyonlarca insanın yaşamını yitirmesine neden olmuş, ilişkiye geçip sömürgesi haline getirdiği ülkelerin oligarşileriyle birlikte yaptığı daha birçok katliamın da altına imzasını atmıştır. Latin Amerika, Afrika, Asya ve özellikle de Ortadoğu emperyalizmin böl, parçala, yönet politikalarıyla sürekli denetimi altına almaya çalıştığı bölgeler olmuştur. Ortadoğu'nun zengin yeraltı ve yerüstü kaynakları emperyalistlerin karlarına kar katması için talan edilmiş ve kazanılacak yeni dolarlar, yeni sterlinler için türlü türlü vahşi yöntem denenmiştir. Ama ülkemiz ve dünya halkları emperyalizmin uyguladığı bu politikalarına karşın hiçbir zaman boyun eğmedi, emperyalizmin zulmüne karşı direnmeyi, savaşmayı tek çıkar yol gördü... Ülkemiz emperyalizme karşı savaşın ivme kazandığı, anti-emperyalist bilincin yaygınlaştığı ve pekiştiği bir mücadele tarihine sahiptir. Kuşku yok ki anti-emperyalist bir mücadele hattı izleyen Parti-Cephe de kökleri eskiye dayanan bu tarihin yazılmasında önemli roller üstlendi. Ülkemiz ve dünyadaki emperyalizm nedenli hiçbir gelişmeye sessiz kalmadı. Dünya halklarının arasındaki dayanışmayı geliştirmeyi ve güçlendirmeyi zorunlu bir görev olarak gördü. Enternasyonalist dayanışma bilinciyle hareket edip, emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı savaşan halkların mücadelesini destekledi. Emperyalist hedeflere yönelik gerçekleştirdiği eylemlerle halkların yanında olduğunu dosta ve düşmana defalarca kez gösterdi. Parti-Cephe Türkiye ve dünya halklarının haklı gururunu taşıyacağı, yarınlara miras olarak bırakacağı tarihin yazıcısıdır. Bu tarihin onur sayfalarını ise herkese ve herşeye rağmen yaratılan nice örnekler doldurmuştur. Açalım bu sayfaları... yeniden ve yeniden okuyalım... Açalım ki, okuduğumuz her satır günümüze ışık tutsun... bize yol göstersin. Açalım ki, bu tarihin bir tanığı da bizler olalım... "KAHROLSUN AMERİKAN EMPERYALİZMİ, YAŞASIN BAĞIMSIZ TÜRKİYE" Ülkemizdeki egemen sınıflar ve temsilcileri '50'li yıllarla birlikte emperyalizmle olan ilişkilerine resmi bir nitelik kazandırırlar ve gizli açık onlarca ikili anlaşmaya imza koyarlar... Bu anlaşmalarla birlikte Türkiye NATO, CENTO, IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist kurum ve kuruluşlarla yönetilmeye başlar. Ülke ekonomisinin direkt olarak emperyalizmin eline geçmesi, sürekli varolacak bir askeri tehdit daha fazla sömürü, daha fazla açlık, ulusal onur ve namusun ayaklar altına alınması anlamına gelen bu durum devrimci ve yurtseverlerce protesto edilir; bedeli ne olursa olsun denilerek emperyalizme karşı bir mücadele sürecine girilir. 1965 sonrası emperyalizmin ülkedeki ağırlığını daha fazla hissettirmesiyle birlikte "Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi, Yaşasın Bağımsız Türkiye" şiarıyla hareket edilir. Ve başta öğrenci gençlik olmak üzere işçi ve köylülerin anti-emperyalist mücadeleleri döneme damgasını vurur... 1965-1971 yıllan arasında dünyada emperyalizme karşı halkların mücadelesinde ivme kazanıldığı süreçtir. DEV-GENÇ, bu süreçte gerçekleşen tüm boykot, grev, toprak işgallerine anti-emperyalist bir nitelik kattı ve önderlik etti. DEV-GENÇ tüm bunların yanı sıra reformist ve oportünistlerin sahip oldukları tüm statükoları parçaladı ve bu siyasi anlayışların 50 yıllık geleneklerine de son noktayı koydu... "6. Filo'ya yönelik eylemler devrimci gençliğin öfkesini doğru hedeflere yöneltmesi anlamında dikkat çekicidir. DEV-GENÇ'in önderliğindeki devrimci gençlik İstanbul'a gelen 6. Filo'yu 15 Temmuz 1968'de Dolmabahçe rıhtımında karşıladılar... Gönderdeki bayrakları yarıya kadar indirdiler ve yakaladıkları her Amerikan askerini dövüp denize attılar. Ardından Taksim'e yürüyüşe geçen devrimci gençlik, bağımsızlık şiarını burada da haykırdı. Devrimci Gençlik, kitlesel eylemlilikler haricinde emperyalist kurumlara yönelik tahrip eylemleri de gerçekleştirdi... Ve süren pratik içinde ilk şehidi Vedat Demircioğlu'nu kaybetti. Devlet Vedat'ın ardından saldırılarını tırmandırdı, Mehmet'i, Battal'ı ve Taylanlar'ı katlederek emperyalizme karşı uşaklık rolünü devam ettirdi. Anti-emperyalist hatta gelişen mücadele gençlik dışında işçi ve köylüleri de kucaklayınca iyice pervasızlaşan devlet çareyi provokasyonlar yaratarak yeni katliamlar yapmakta buldu. Kanlı Pazar adıyla da anılan bu provokasyon da bağımsızlık istemiyle yürüyen ve Taksim'de toplanan 30 bin kişiye polis ve gerici faşistler birlikte saldırdılar. Saldırı sonucunda birçok kişi yaralandı ve iki işçi de yaşamını kaybetti. Şehitler veriliyor, bedeller ödeniyor, mücadele can pahasına sürdürülüyordu. ODTÜ'yü ziyaret eden Vietnam Kasabı Commer'in arabasının yakılması, eylem akabinde beş-altı bin üniversite öğrencisinin Ankara'ya doğru yürüyüşe geçmesi, İzmir, Malatya ve Samsun'da büyük anti-emperyalist mitinglerin yapılması, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi'nde başlayıp sonradan tüm fakültelere yayılan işgaller, Sıhhiye'deki Amerikan ikmal karargahı Tuslog'un basılıp tahrip edilmesi yine DEV-GENÇ'in önderliğinde gerçekleşen eylemlerdir. DEV-GENÇ yürüttüğü anti-emperyalist, anti-faşist mücadeleyi okul sınırlarının dışına taşırdı. Köylülerin toprak işgallerinin örgüt- lenmesinde, köylü miting ve gösterilerinde aktif görevler üstlendi. Bu sürecin tümü değerlendirildiğinde ortaya şu politik sonuç çıkıyor; Dev-Genç antiemperyalist mücadeleyi sadece öğrenci gençlikle sınırlı tutmayıp en geniş halk kesimlerine ulaştırdı. Halkın anti-emperyalist bilincinin yaratılmasında emek sarfedip emperyalizme olan tepkisini açığa çıkarttı ve bu çizgide halkın birleşik eylemliliğini örgütledi. 12 MART DARBESİ GELİŞEN ANTİEMPERYALİST ENGELLEMEYE YETMİYOR Oligarşi, 12 Mart Darbesiyle sistemli veya devrimcileri katletmeyi, mücadeleyi kesintiye uğratmayı başarsa da anti-emperyalist mücadele herşeye rağmen devam etti. THKP-C ve THKO'nun eylemleri başta olmak üzere emperyelist kurum ve kuruluşlara yönelik sayısız tahrip ve cezalandırma eylemi gerçekleşti. Efrahim Elrom'un THKP-C tarafından cezalandırılması emperyalizm ve siyonizmin ciddi bir şekilde darbe yemesine, 12 Mart faşizminin yüzünün halklarımız nezninde açığa çıkmasına neden oldu. Ülkede gelişen ve bütün halk kesimlerine ulaşan devrimci mücadele oligarşiyi yeni yollar aramaya itti. Sivil faşistler bu süreçte devletin imdadına bir cankurtaran gibi yetişerek devrimcilerin ve halkın karşısına çıkarıldı. Mücadele artık tarihsel bir noktaya ulaşmıştı. Anti-.faşizm, süregelen anti-emperyalist mücadeleye kadar ön plana çıktı ve 1975-1980 sürecindeki derinleşen çatışmalarla ağırlığını hissettirdi. Dev-Gençliler bu süreçte faşizme karşı mücadeleyi sürdürürken anti-emperyalist bilinçle hareket ettiler ve mücadeleyi doğrudan devletle emperyalizmi hedefler durumuna getirdiler. Dev-Genç'in NATO'YA HAYIR temelinde yürüttüğü kampanya darbe sonrasındaki en nitelikli kampanyalardan biridir. Nato'ya Hayır Kampanyasında "Halkların Baş Düşmanı ABD Emperyalizmi Ülkemizden Defol", "Nato Emperyalizmin Saldırgan Gücüdür", "Nato"ya Hayır" sloganları yapılan her eylemde yerini buldu ve İstanbul'un tüm semt ve sokakları onbinlerce afişle donatıldı. Dev-Genç'in bu süreçte "Nato'ya Hayır" kampanyası dışındaki diğer eylemlilikleride şöyle sıralanabilir. Nisan 1977... Şili Diktatörü Pinochet faşizminin işkence merkezlerinden biri olan Esmeralda isimli geminin İstanbul'a gelmesine karşı tavır alındı; Şili konsolosluğunun önünde kitlesel bir gösteri düzenleyerek konsolosluk tahrip edildi. Haziran 1977... Hollanda'nın Moluka gerillalarını katletmesi üzerine İstanbul Hollanda Başkonsolosluğu önünde kitlesel bir eylem gerçekleşti ve konsolosluk atılan patlayıcılarla tahrip edildi. Eylül 1977... Nato'nun yapacağı tatbikatlar için Boğazda demirli halde bekleyen ABD savaş gemileri örgütlenen bir kampanyayla protesto edildi. Bu kampanyada tüm İstanbul yazılamalarla ve afişlerle donatıldı. İTÜ Maden Fakültesi DEV-GENÇ tarafından işgal edüdi, onlarca kitlesel gösteriler düzenlendi. Kasım 1977... Mogadişu Havaalanına bir baskın düzenleyerek iki Filistinli gerillayı katleden Alman emperyalizmi, Alman Kültür 21 Şubat 1998 Merkezi önünde düzenlenen bir gösteri ve kültür merkezinin bombalanmasıyla protesto edildi. Haziran 1978 Fransa'nın Batı Sahra'nın kurtuluşu için mücadele eden Polisario'ya karşı harekata girişip uçaklardan attığı bombalarla katliam düzenlemesi Devrimci Sol Güçler (DSG) tarafından Fransa Konsolosluğu önünde yapılan kitlesel bir gösteri ve sonrasındaki konsolosluk bombalanmasıyla protesto edildi. Ağustos 1978... Faşist şah rejimine karşı İran halkının yanında yeralandı ve Iran Konsolosluğu önünde bir gösteri düzenlendi. Şah'ın maketinin yakıldığı eylemde aynı gün İran Havayolları'nın bombalanmasıyla tamamlandı. Kasım 1978... Belçika'nın Kangolu Kananga gerillarma yönelik yaptığı katliam DSG'nin konsolosluğu bombalanmasıyla lanetlendi. Kasım 1978... Filistin halkını katletmeye yönelik imzalanan Camp David anlaşması,, anlaşmaya imza koyan ABD, Mısır ve İsrail konsolosluklarının önünde aynı gün düzenlenen gösterilerle protesto edildi. Gösteride ülke bayrakları yakılırken, atılan patlayıcılarla konsolosluklar imha edildi. Aralık 1978... Ecevit Hükümetinin ABD üslerini yeniden açması yaygınlaştırılan eylemlerle protesto edildi. Binlerce afiş ve el ilanı ile birlikte kitlesel gösteriler, tahrip eylemleri de gerçekleşti. Pan-Am İstanbul Bürosu önünde lastikler yakılarak yangın yerine çevrilerek, yol kapatılarak büro taşlandı ve patlayıcılarla imha edildi. Eylem sonrasında ise ABD Kültür Ateşesinin yolu kesilerek, ateşe arabadan indirilerek kurşunlandı, bombalanarak imha edildi. IMF'nin 1978 Mart ve 1979 Haziran aylarında uygulamaya koyduğu "İstikrar Paketleri", "IMF'nin yönettiği değil Bağımsız Türkiye" şiarı çerçevesinde örgütlenen bir kampanyayla protesto edildi. Emperyalizm, emperyalist ve işbirlikçi tekeller hedefli eylemler gerçekleştirildi. Sayısız duvar yazılaması yapılırken, bombalı, bombasız pankartlar asıldı. Yüzbinlerce el ilanı dağıtıldı, pullamalar yapıldı. Ünilever adlı çok uluslu şirket ve Migros'a yönelik kamulaştırma eylemleri gerçekleşti. Emperyalist tekeller ve işbirlikçilere ait altı işyeri basıldı, bürolar tahrip edilerek anti-emperyalist içerikte yazılamalar büro duvarlarına yazıldı, pencerelere pankartlar asıldı. 24 Ocak Kararları'na karşı da bir kampanya yaşama geçirildi. Bu kampanya çerçevesinde tüm İstanbul'da esnafın kepenk kapatması sağlandı, beş Migros kamyonuna el konarak, içindeki malzemeler yoksul halka dağıtıldı. 10 Eylül 1980'de Edirne'de başlayan NATO Anvil Expres '80 tatbikatına karşı bir hafta sürecek protesto kampanyası başlatıldı. İki gün sonra gerçekleşen '80 darbesinin kampanyayı engellemesine rağmen tüm caddeler bombalı, bombasız yüzlerce pankartla donatılarak, yüzbinlerce el ilanı ve bildiri dağıtıldı. Darbe sonrasında da devam eden antiemperyalist mücadele geleneği Devrimci Sol Güçler faşist generallerin bütün "Yok Ettik, Bitirdik" demagojilerine rağmen gücü oranında dünyadaki gelişmelere karşı politikaları yaşama geçirdiler ve anti-emperyalist geleneği onurla taşımaya devam ettiler... ABD emperyalizminin Libya'yı bombalamasına karşı ilk eylem yine Devrimci Sol Güçler'den geldi. Tavrını Libya halfandan yana belirledi. Konuyla ilgili yaygın bir şekilde pankartlar asıldı. Bir ABD bankası bombalandı. 1987'de gerçekleşen Filistin intifadası karşısında Devrimci Sol Güçler Filistin halkının yanında yeralarak İsrail'i protesto ettiler. İstanbul ve Ankara'da yaygın bir şekilde pankartlamalar yapıldı. 1980 sonrasının ilk militan gösterileri Filistin halkıyla dayanışmak amacıyla düzenlendi. 21 Şubat 1998 Panama'nın ABD işgaline uğraması yine DSG'ce protesto edildi. Kitle gösterileri ve pankartlamalarm yanında ABD başkonsolosluğu önünde kitlesel bir protesto gösterisi düzenlendi. \ 24 Eylül 1990-HiramAbas 199O'lı yıllara gelindiğinde sosyalist blok emperyalizm kökenli üretilen politikalarla birlikte bir çözülüş sürecine girdi. Romanya da bu politikaların vahşice uygulandığı ülkelerden biri oldu... Romanya'da emperyalizm tarzında desteklenen, revizyonizm tarafından da senaryosu yazılan ve uygulanan bir karşı-devrim gerçekleşti. Devrimci Sol Güçler bu süreci değerlendirirken Çavuşesku ve yanındakilerin emperyalizm tarafından bir komployla karşı karşıya olduğunu ve devrimcilerin tüm eleştirilecek yönlerine rağmen Çavuşesku'yu desteklemesi gerektiğini belirterek yeni bir kampanya sürecine girdiler. Yapılan ajitasyon ve propagandalarla dünya halklarının Çavuşesku'nun yanında olması gerektiğini haykırdılar. Solun siyasi körlüğü bu süreçte de devam etti ve tavırsız kalmayı yeğ tuttu. 1990 Temmuz'unda tüm dünyanın gözleri yine Ortadoğu'ya çevrildi... ABD, Irak'ın Kuveyt'i ilhakını bahane ederek savaş naraları attı ve Irak'ı bombaladı. O dönemki Özal hükümeti de ABD'nin çıkarları doğrultusunda hareket etti, üslerini açarak halkların katledilmesine ortak oldu... Devrimci Sol ise "Ortadoğu Ortadoğu Halklarmmdır" şiarıyla anti-emperyalist bir tutum izleyerek yeni bir kampanya sürecine girdi. Örgütlü olduğu her alanda "Emperyalist Savaşa Hayır Komiteleri" kurarak Emperyalist Savaşa Hayır şiarını yükseltti. İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa başta olmak üzere Türkiye'nin dört bir yanında yüzlerce gösteri örgütlendi, milyonlarca bildiri ve el ilanı dağıtıldı, yine birçok ilde sık sık aralıklarla bombalı, bombasız pankart asıldı... Memurlardan, sanatçılardan, işçilerden gençliğe tüm halk kesimleri bu süreçte Devrimci Sol Güçler öncülüğünde emperyalist savaştan çıkarları olmadığını haykırdılar. Kampanya süresince yapılan askeri eylemlikleri ve cezalandırmalar emperyalizmin Türkiye oligarşisinin korkulu anlar yaşamasına neden oldu. İşte bazı eylemliliklerden örnekler; 27 Eylül 1990'da MİT Şefi, CIA ve MOSSAD işbirlikçisi Hiram Abas cezalandırıldı. 30 Ocak 1991'de Kürt Kasabı olarak tanınan eski Asayiş Birlikleri Komutanı emekli Korgeneral Hulusi Sayın SDB'ler tarafından cezalandırıldı. İstanbul Maslak'ta ABD'ye ait askeri lojistik amaçlı, ABD İncirlik Üssü bağlantılı MTMC Outpart, Tahtakale'de Türk Amerika Board Heyeti Bürosu, Kabataş Setüstü'nde Amerika Denizcilik Şirketi, Teşvikiye'de Avrasya Gözlemevi (CIA ile ilişkili), Mecidiyeköy'de Commercial Union sigorta şirketi, Beyoğlu'ndaki İtalyan Konsolosluğu; Adana'da Amerikan Konsolosluğu ile Türk-Amerika Derneği, Ankara'da Fransız Hava Yolları ile Suudi, Japonya, Kanada, Avusturya Hava Yollarının bulunduğu bina. İzmir'de Amerika Tuslog, Amerikan Kültür ile Fransız Kültür Binaları bomba ile tahrip edildi. 21 Ocak 1991 'de Beyoğlu Emniyet Amirliği bombalandı. 21 Mart 1991'de Tuslog Genel Müdürü John Gandy SDB'lerce ölümle cezalandırıldı. (NATO kuryesi VBR Genel Müdürü) Ankara İnterbank ile Amerikan IBM, Adana'da Türk Amerikan Kültür Merkezi ile Amerikan Life sigorta şirketi, İzmir'de ABD Araç Bakım Merkezi ile Amerikan General Motors, İstanbul'da Bank Of Boston, SKY Courier İntemationel-İNT-BSS adlı Amerikan şirketleri, Amerikan Neşriyat Merkezi, Pepsi Cola İdari Merkezi, Amerikan Sabancı ortaklığı Cinga-SA sigorta şirketleri ile Amerikan General Motors şirketleri de bombalanarak imha edildi. İzmir Çay Mahallesi Karakolu SDB'lerce bombalandı. Bu kampanya çerçevesinde İzmir'de yapılan bir askeri eylem sırasında Kahraman Altun elinde bomba patlaması sonucunda şehit düşerken Ali Rıza Ağdoğan'da Beyoğlu Emniyeti'nin üçüncü katından aşağıya atılarak katledildi. Ülkemizin ABD emperyalizmine bağımlılığının teslimiyete dönüştüğü bir dönemde anti-emperyalist mücadelenin bayrağı oldu Kahraman. O, hayatım mücadeleye adamış bir devrim hamalı. Daha çocuk yaştayken simitçilik, boyacılık yaparak ailesine yardım etmeye çalıştı. Onun yaşamı haksızlığa, zorbalığa olan öfkesiyle anılır. İşte bu öfkesiyle lise yıllarında Liseli Dev-Genç saflarında mücadeleye atıldı. Gelişmeye açık, samimi, dürüst yönü onu hep en öne attı. Ortadoğu halklarına yönelik bir saldın varken, emperyalistler savaş hazırlığındayken elbette sessiz kalamazdı. ABD Dışişleri Bakanı James Baker'a bir karşılama töreni hazırlığındaydılar. Dünya halklarının katillerine gereken cevap verilmeliydi. Kahraman, Mahirlerin, Denizlerin başlattığı anti-emperyalist mücadele geleneğinin '9O'lı yıllarda devamcısı oldu. Kahraman Altun devrimcilerin ülke topraklarını kanlarıyla sulayarak, şehitler vererek bağımsızlık bayrağını yukarı kaldırdığının bu uğurda Vedat'lar, Taylan'lar, Mehmet'ler, Battal'lar başta olmak üzere binlerce devrimcinin toprağa düştüğünün bilincindeydi. Kahraman, İstanbul Dolmabahçe'ye gelen Amerikan 6. Filo'nun erlerini denize döken, şehirde her gördükleri yerde conileri döven, "Bağımsız Türkiye", "Yankee Go Home" diye haykıran, Ankara'da ODTÜ'de Commer'in arabasını yakan, Amerikan Haber merkezi, Pan-Amerikan Havayolları ve Amerikan Kültür Merkezini molotoflayan ve daha onlarca anti-emperyalist eylem ve gösteri yapan Devrimci Gençlik geleneğinden geliyordu. O Devrimci Gençlik ki anti-emperyalist bayrağı hiç elinden düşürmemişti. Ve buna binlerce şehit eklenerek o günlere gelinmişti. Devrimci Gençlik anti-emperyalist mücadele geleneğini kan dökerek, can vererek yaratmıştı. Bu onurlu tarihin devamcısı olan Kahraman da anti emperyalist bir eylem hazırlığındayken bombanın elinde patlaması sonucu şehit düştü. Onun mücadele bayrağı şimdi parti-cephelilerin elinde. Evet 1960'h yıllardan başlayan 1990'lara dek süren bir tarih gözler önüne yeniden serildi. GELENEĞİMİZ 7 KURTULUŞ "EMPERYALİST SAVAŞA" HAYIR! Emperyalist savaş kapıda. ABD ve İngiliz emperyalizmi Körfez'e askeri yığmağım yaptı ve vurmayı bekliyor. Saldırının başlaması için artık günler sayılıyor. Belki bu yazı yayınlandığında emperyalizm saldırmış olacak. ABD, '91 Körfez Savaşı'ndaki gibi Irak halkına saldırarak dünyanın "tek efendisi" olduğunu ilan etmeye hazırlanıyor. Yine Irak Halkı'nın üzerine bombalar yağacak, binlerce Iraklı katledilecek. ABD Emperyalizmi, bunu fırsat bilip elindeki yeni silahlarını da deneyecek. Ortadoğu halkları öfkeli, tepkili. Ama parçalanmış. Halklarımızın emperyalizmi daha somut hissettiği, yakından gördüğü bir sürece girilmiş durumda. Aynı zamanda devrimcilerin, yurtseverlerin, ilericilerin ve demokratların da yakından görüleceği, sınavdan geçeceği bir süreç bu. Böylesi süreçler anti-emperyalist tavır ve enternasyonalizm gibi kavramların yerli yerine oturduğu, pratikte sınandığı dönemlerdir. Tıpkı sekiz yıl önce olduğu gibi. Emperyalist saldırganlık karşısında ülkemiz solu ne diyor? Çeşitli dergilerdeki başlıklara göz gezdiriyoruz: "Emperyalist Katliama İzin Verme"; "Halklar Boyun Eğmeyecek"; "Irak'a Emperyalist Müdahale Hazırlığı"; Hemen hepsi "Emperyalist Savaşa Hayır" diyor, emperyalist savaşa karşı çıkmaya çağırıyorlar. Esasında solun bir kesimi açısından bu başlıklar, öne çıkarılan vurgular sekiz yıl öncesinden farklıdır. Ama bu farklılığın ne ölçüde bir olumluluğa tekabül ettiğini kestirmek zordur. Çünkü, geçmişin, yani '91 'de ABD'nin körfezdeki vahşi saldırısı karşısındaki tavrın muhasebesini sağlıklı yapmadan bugün ya da yarın atacağı adımlar çok da sağlam olmayacaktır. Sol o zaman ne demişti? Körfez krizi, 1990 yılının yaz aylarında başlar. Emperyalizm Irak Halkı'na vurmaya hazırlanırken, Ortadoğu'da jandarmalık görevi verdiği Türkiye de bu savaşın içine sokulmak istenir. Bu savaş haksız bir savaştır ve gerçekler tüm çıplaklığıyla ortadadır. Saldırı, bugünkünden çok daha boyutludur ve emperyalist savaş, Özal iktidarının izlediği politikalar sonucu bugünkünden çok daha fazla Türkiye'nin "iç" sorunu, "günlük" sorunu haline getirilmiştir. Mücadele Dergisi'nde aylarca bu gelişmeler yorumlanır, aktarılır. Solun büyük çoğunluğu savaşın çıkacağına inanmaz, bu konuda herhangi bir öngörüleri de yoktur. Herşeye rağmen Devrimci Sol politikalar üretir ve hedef gösterir. Şiar nettir: "Emperyalist Savaşa Hayır!" Dergilerde, demokratik kitle örgütlerinde, sendikalarda, mahallelerde, okullarda, fabrikalarda tüm halka, sol kesimlere çağrı yapılır. Gün; emperyalizme karşı tavır alma, halkta oluşan tepkiyi örgütleme ve devrime kanalize etme günüdür. Yaşanan tarihi bir süreçtir. Devrimci Sol Güçlerin önerileri doğrultusunda, DKÖ'ler, Sendikalar Platformu, Dergiler Platformu güç ve eylem birliği için yan yana gelirler. Ne var ki, öncülüğü kaptırmak, erime kaygısı, küçük hesaplar emperyalist saldırganlığın, halkların çıkarlarının önüne geçmiş, enternasyonalizm, antı-emperyalist tavır alış grup çıkarlarına kurban edilmiştir. Öyle ki oportünist sol, "Bu sloganları önce siz attınız", "bu sloganlar, bu örgütlenmeler size maloldu, doğru olsa da değiştirmeliyiz''gibi gerekçeler ileri sürüp birlik bozgunculuğu yapacak kadar sürece duyarsızdır. Sözkonusu olan sloganlar ve örgütlenmeler nelerdir peki? "Emperyalist Savaşa Hayır", "Emperyalizm Kan-lı Ellerini Ortadoğu'dan Çek!" Önerilen örgütlenmeler nelerdir? "Emperyalist Savaşa Hayır Komiteleri". O gün ürettikleri ne bir slogan, ne bir örgütlenme modeli, ne de bir politika vardır. Tartışmalar tıkanır, birlikler dağılır. Hatta Dergiler Platformu'nda olduğu gibi, Mücadele dıştalanarak, bu sürecin yüklerinden kurtulmaya çalışılır. Ama oportünizmin en büyük açmazı, sloganlar, örgütlenme biçimleri falan değil, süreci tahlil edişidir. Sol o günkü durumu "İt Dalaşı" olarak nitelendirmekte, "Ne ABD, Ne Saddam", "Saddam kötü, emperyalistler saldırgan" deyip esasında tavırsızlığm teorisini yapmaktadır. Yani aynen bugün ÖDP'lüerin söylediği gibi "Ne Sam Ne Saddam" türü hedefi bulandıran bir tavır izlenmiştir. Sol, işi yüzde hesaplarına vurmaya kadar götürüp "ABD suçlu, Saddam da suçlu", "Yüzde 50 Saddam, yüzde 50 ABD" diyebilmiştir. Ve aradan sekiz yıl geçti. Dün kararsız olan sol, bugün hedefini emperyalizm olarak belirledi. Peki ne değişmiştir? O, ÖDP'nin bugünkü politikasını dün savunuyordu. Bugün seçtikleri sloganlar, vurgular ÖDP'den farklı. Peki farklılık ne? Bugün neden ÖDP gibi "Ne Sam, Ne Saddam" demiyorlar? Emperyalizm aynı emperyalizmdir. Geçmişte neyse, bugün de aynı hesaplar ve çıkarlar için halklara saldırıyor. Saddam da aynı diktatör Saddam'dır. Her şey yerli yerindedir ve aslında değişen bir şey yoktur. Sol, o günün tozu dumanı arasında, esen sağ rüzgarlar karşısında sağlam devrimci bir "duruş" sergileyememiştir. Emperyalizmin ideolojik bombardımanından, demagojilerinin etkisinden kendini kurtaramamıştır. Sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimci komploları emperyalizmin medyasına bakıp "halk devrimi" diye alkışlayan sol, beynini öylesine kaptırmıştır ki, Körfez krizinde de kendini CNN'nin etkisinden kurtaramamıştır. O gün olan budur. Tabii bugün herşey daha nettir. Devrimci Sol, emperyalizmin saldırılarına cepheden tavır alıp bu sürecin dünya çapında ve ülkemizde netleşmesini sağlayan bir güçtür. Sol bugün daha net görüyorsa bu, Parti-Cephe'nin ödediği bedeller ve kararlı anti-emperyalist tavrından bağımsız değildir. Artık herşey bu kadar açıkken "Ne Sam, Ne Saddam" diyebilmek için ÖDP gibi bir reformist, reformistler gibi yeni dünya düzenine teslim olmuş bir politikaya, bu tür politikacılar gibi emperyalizmden insan hakları, demokrasi bekleyen bir kafaya sahip olmak gerek. Bugünün anti-emperyalizminde dünün muhasebesi var mı? Oportünizmin cevabını vermesi gereken bir sorudur bu. Onun anti-emperyalist tavır alışını da, bu temelde kiminle nereye kadar birlikte yürüyebileceğini de belirleyecek olan budur. Anti-emperyâlizm, bugün tüm Ortadoğu halklarının birliği için, ülke içinde Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden halklarımızın birliği için, ilerici, devrimcî, demokrat, yurtsever tüm örgütlü halk güçlerinin birliği için en uygun ve en gerekli zeminlerden biridir. Bu zeminde mücadeleyi yükseltebilmenin asgari koşulu da, elbette net ve tutarlı bir anti-emperyalist çizgiye sahip olmaktır. KURTULUŞ 8 KÜRDİSTAN 21 Şubat 1998 HADEP Binaları Peş peşe Basıldı, Genel Merkez Yöneticileri Tutuklandı... OLİGARŞİNİN HADEP'İN "BARIŞ"INA BİLE TAHAMMÜLÜ YOK HADEP Yöneticileri Tutuklandı Son zamanlarda HADEP üzerinde yoğunlaşan baskılar ve tutuklamalar 28 Şubat'ın devamıdır. Refah Partisi'nin hükümetten düşürülmesi ve kapatılması için açılan davayla başlatılan partileri hizaya getirme operasyonu HADEP'le sürdürülmektedir. MGK 28 Şubat kararlarını uygulamaya soktuğunda canlanan reformiz'min ayağa kalkıp MGK'yı bir alkışlamadığı kalmıştı. Üzerinden epeyce zaman geçip umutlar sönmeye yüz tutmaya başlayınca bu defa gündeme Genelkurmay'ın "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi" geldi. O güne kadar başbakanlardan başka kimsenin bilgi sahibi olmadığı söylenen belgenin bir kısmı bu defa her nedense basına "sızdırıldı". "Sızdırma"nın bilinçli olarak Genelkurmay tarafından tezgahlandığı açıktı. Nitekim reformist ve yurtsever çevrelerce kontrgerillanın belgesine olmadık misyonlar biçildi. Belgenin içinden cımbızla çekilen bir iki kelimeye bakılarak bugüne kadar yaptığı faşist darbeler nedeniyle lanetle anılan orduda "ilericilik" bile keşfedildi. "Ordu aslında Kürt sorununu çözmekten yana, belgede bunun işaretleri var" yorumları yapıldı. Hatta daha da ileri gidilip "ordu siyasal çözüm için adım atmaktan yana, sivil yöneticilerde bu adımı atacak cesaret yok" değerlendirmeleri yapıldı. Oysa bu değerlendirmeler yapılırken bile Ordu Kürdistan'da bombalar yağdırıyor, katliamlarını sürdürüyor, Kuzey Irak'a o güne kadarki en büyük sınır ötesi operasyonları gerçekleştiriyordu. Ancak o günlerden bu yana özellikle son birkaç aylık gelişmeler görmek istemeyenlere de çok açık olarak gösteriyor ki "İMKANLAR" VE "İMKANSIZLIKLAR" Susurluk devletinde hiç bir değişiklik yoktur. Eskisi gibi iktidarını ve icraatlarını sürdürmektedir. 28 Şubat MGK kararlarıyla başlatılan sürecin amacı, kontrgerilla devletinin Susurluk'la aldığı yaraları sarmak, güç toplamak ve devleti iç savaşa göre yeniden organize ederek halka karşı çok daha azgınca bir saldırıya hazırlamaktı. Ama bunu farklı görmek isteyenler farklı değerlendirdiler ve boş hayallere kapıldılar. Son dönemde gerçekleştirilen saldırıların ilk amacının HADEP'i bulunduğu noktadan daha da geriletmek olduğu açıktır. Oligarşi bu saldırıları öncekiler gibi HADEP'İ sadece geriletmek, daha da düzen 21 Şubat 1998 içine çekmek için mi gerçekleştiriyor, yoksa tümden kapatıp işbirlikçi farklı oluşumların önünü açma manevrası mı yapıyor, bu da yakında görülecektir. Ancak üzerinde tartışılamayacak ve farklı yorumlar yapılamayacak kadar açık bir gerçek var ki, o da, oligarşi Kürt sorununda düzen ilişkileri içinde dahi herhangi bir çözüm arayışı içinde değildir. Çözüm olarak sunduğu tek seçenek, Kürt halkının ulusal haklarından vazgeçerek teslim olması, boyun eğmesidir. Oligarşi Kürt sorununu kendi açısından ezerek "çözmek" istiyor. On yıllardır sürdürülen bu politikada hiç bir değişiklik yok ve bu politikanın başını çeken de beklentilerin tersine "Kürtler Türktür" brifingleri düzenleyen, "Kürtleri Türk olduklarına ikna etmeliyiz" diyen, kendisinde ilericilik aranan ordudur. Görülüyor ki, oligarşi "ayrı devlet kurmak istemiyoruz" şeklinde verilen mesajlara, "barış" çağrılarına hiç mi hiç itibar etmiyor. Baştan beri Susurluk'un üzerini örtmek için elinden gelen gayreti gösterdiği bir süreçte oligarşiden başka bir yaklaşım beklemek de ham hayaldir zaten. MGK Kürt halkının taleplerini boğmak için kuşatma harekatı başlatmıştır. Kuşatma sadece Kürt halkının talepleriyle sınırlı değildir. Tüm Türkiye halklarına, devrimcilere, yurtseverlere yöneliktir. Adana, ardından Fatih'teki infaz, son aylarda Cephelilere yönelik yaygın gözaltı ve tutuklamalar, HADEP üzerinde yoğunlaşan baskılar, Kürdistan'da yoğunlaşan saldırılar kuşatmanın savaşan güçleri öncelikli hedef olarak önüne koyduğunu göstermektedir. HADEP'in bu kuşatmayı yarabilmesi için önünde tek yol vardır: Ayakta kalmak, Kürt halkının taleplerinin onurlu bir savunucusu olmak istiyorsa oligarşinin tüm baskılarına karşı icazet aramadan direnmek zorundadır. Bundan başka aranacak her yol teslimiyetle, tükenişle bitecek bir yoldur. Bunun örnekleri çoktur. HADEP "parti açık kalsın" kaygısıyla geçmişte düştüğü hatalara bir daha düşmemelidir. Direnmek, boyun eğmeyi reddetmek daha fazla bedel ödemeyi de birlikte getirecektir. Ancak daha fazla bedelin karşılığı Kürt halkının da Türk halkının da daha fazla desteğini almak olacaktır. 9 KÜRDİSTAN HADEP NE YAPACAK? NE YAPMALI? HADEP'e yönelik saldırı Kürt ulusalcı çevrelerde, egemen sınıfların bugünkü politikalarına biraz olsun daha gerçekçi bakabilmelerini sağlamış görünüyor. Ancak oligarşinin HADEP'e baskılarla işbirlikçi Kürtlerin önünü açmaya çalıştığını tahlil ederken bile, derin bir kafa karışıklığını yansıtıyorlar. Böyle bir karışıklık, son derece doğaldır. Çünkü daha dün TÜSİAD'ın politikalarına, ardından MGK'nın politikalarına ilişkin tahlilleri hayat tarafından açıkça yalanlanmıştır. Bugün MGK'ya ilişkin tersi tahliller yapmaktadırlar. Ama tahlillerdeki bu değişiklikler o kadar kısa aralıklarla yapılmaktadır ki, kafaların karışmaması mümkün değildir. MGK'nın 28 Şubat kararlarından ve de gizli siyaset belgesinden sonra Kürt milliyetçi çevreleri ve bir kısım reformist sol, MGK'nın Kürt meselesine karşı yumuşadığı, hatta çözmek istediği, sola karşı yumuşayacağı tespitleri yapmış ve hatta kimileri hızını alamayarak o süreçte tutuklu bulunan bazı HADEP'lilerin serbest bırakılmasını bile bu politikaya bağlamıştı. Ondan sonra bu yöndeki teorilerin, tahlillerin ardı arkası kesilmemişti. MGK'nın o güne kadar sola haksızlık yaptığını tespit ettiğinden, askerin Kürt sorununu çözmek istediği, ama sivillerin bunu yapacak çapta olmadığı gibi "orijinal" teoriler birbiri peşi sıra gazete, dergi sayfalarını doldurdu. Şimdi ise bu söylediklerini unutmuş, HADEP'lilerin tutuklanması, "oligarşinin Irak'ta Kürt federasyonuna karşı çıktığı anlamına geliyor" gibi anlamsız "tespit'ler yapıyorlar. Türkiye oligarşisi buna karşı olduğunu hiç saklamadı ki. Tam tersine, şu anda yaşanmakta olan sürecin başlangıcında ABD'nin Irak'a saldırısına destek verip vermemekteki ikircikli tavrın nedeni ABD'nin Irak'ta "Kürt devleti" kuracağı endişesiydi ve özellikle de Ecevit nezdinde dile getirilen bu endişe ABD, İngiltere gibi emperyalistler tarafından böyle bir şey olmayacağına dair güvence verilerek giderildi. Ve şimdi Türkiye '91'deki körfez krizinde olduğu gibi ABD'nin yanındadır. Türkiye oligarşisi ABD ile birliktedir. Bunun tartışması bitmiştir artık. Oligarşi bu birlikteliğe dayanarak Kuzey Irak'ta bir tampon bölge oluşturmaya çoktan girişmiştir bile. Bu da Kürt sorununda oligarşinin, MGK'nın politikasında bir değişiklik olmadığını, daha kısa süre önce, bir cümleden, birkaç kişinin bırakılmasından hareketle yapılan tespitlerin ne kadar sübjektif olduğunu göstermeye yeter. Güncel politika adına, taktik adına her gün bir şey söylemek, dün söylediğini unutmak devrimci politika olamaz. Devrimcilerin ciddi ve temel görüşleri, süreçlere ilişkin tespitleri, taktikleri her gün değişemez. Kürt milliyetçilerinin günü birlik söylediklerine, yazdıklarına bakacak olursak, oligarşi, MGK, bir hafta Kürt sorununun çözümünden yana, öbür hafta vazgeçiyor, bir kaç hafta "çözüm"cüler inisiyatifi ele geçiriyor, öbür haftalarda "özel savaş kliği"... Elbette böyle bir şey yoktur. Bunlar, egemen sınıflar arası ilişki ve çelişkileri doğru çözümleyemeyip yapılan yakıştırmalardan ibarettir. KURTULUŞ HADEP'e saldırı da farklı bir politikanın "köklü" bir şekilde değiştiğinin işareti, ifadesi değildir. Oligarşi, HADEP'e 28 Şubat kararlarının devamı, mantıki sonucu olarak saldırmaktadır. Refahtan sonra devrimcilere, özellikle de hareketimize ve HADEP'e yoğun saldırılar başlatmışlardır. MGK, HADEP'i kitleden soyutlamak, sindirmek ve giderek bütün düzen karşıtı güçleri sindirip arenada burjuva partileri ve burjuva partilerinden özde farklı olmayan bir iki reformist grubu yaşatmak istiyor... Bu reformistler ise demokrasicilik oyunu için, düzenin vitrini için gereklidir. Bunun dışındaki herkes şu veya bu ölçüde MGK'nın hedefidir. HADEP ve Kürt milliyetçi çevreleri ne devlet, ne de MGK gerçeğini henüz anlayamadıklarından ham hayaller peşindedirler. HADEP'in devrimcilerden sürekli kaçması, ÖDP'nin yanı başından ayrılmaması da onu kurtaramamıştır. Faşizm kime nasıl yaklaşacağını iyi bilmektedir. MGK'ya, orduya olmadık roller atfettikten sonra bugün farklı bir uç noktaya savrulunmakta ve derin tehlikelerden söz edilmektedir. Bu derin tehlikeler yeni değildir. Dün de bugün de Kürt ulusal hareketini zor yoluyla bitirmek, ardı sıra kısmi kültürel haklar ve yerel yönetimlerle sorunu çözmek gündemdeydi. Bunun için de onların deyimiyle "önce terörün bitirilmesi" gerekir. Bu çerçevedeki baskılar ve propagandalar sonucunda gerekli iç ve dış kamuoyu oluşturulduğunda bu tür uygulamalar da yapacaklardır. Ama bu politikada gerçekte söz konusu olan bir Kürt sorunu açısından, Kürt halkı açısından bir "çözüm" değildir. MGK açısından sorun Kürt meselesini çözmek değil, oligarşinin istikrarını yeniden sağlamak ve iktidarı sağlamlaştırmaktır. MGK bugün her türlü yöntemle bu sonuca ulaşmak istiyor. Mesele bu kadar basit ve açıktır. Ama, her hükümete, her MGK toplantısına ve neredeyse her MGK açıklamasına, burjuva politikacıların demeçlerine büyük misyonlar biçenler ve buna büyük politikalar diyenler yanıldıklarını tekrar ve tekrar göreceklerdir. Tüm bunlardan bir sonuç çıkarmak gerekmektedir. HADEP, eğer ki mevcut durumda MGK'nın tasfiyesine direnmek istiyorsa, reformist çalışma tarzından vazgeçmelidir. ÖDP'nin koltuk değneği olmaktan vazgeçmelidir. Faşizme karşı direnmenin başka biçimleri de olduğunu, sadece yasal sınırlar içerisinde mücadele edilemeyeceğini, Kürt halkının direnişinin yasalara sığdırılmayacağım bilmelidir. Bütün alanlar, sokaklar, binalar, her yer direniş alanıdır. HADEP merkez yöneticileri sessiz sedasız polis merkezine gitmek zorunda değillerdir. Kürt halkı öyle temsil edilemez. Direniş örnekleri yaratmalıdırlar. Bu, Kürt milliyetçilerinin demokratik alanda hatta parlamenter mücadelede nasıl var olunacağına ilişkin eski bir sorunudur. HADEP tarihini bu yanıyla tümden sorgulamalıdır. HADEP, ben partiyim, ben yasalara bağlı bir partiyim, ancak partilerle ittifak yaparım gibi reformist, icazetli düşüncelerden vazgeçip devrimcilerle birlikte olmalıdır. Direniş oradadır, aksi halde reformist yasalcı tarzını sürdürecektir ve bu tarzla da MGK'nın baskılarına karşı gerektiği gibi direnilemez. Devrimci bir hattan yürünecekse, ittifaklar, demokratikte çalışma tarzı, eylem tarzı her şey buna göre ele alınıp biçimlendirilecektir. Yok hayır, dünkü tarzda ısrar edilecekse, hala egemen sınıflardan beklentilerle zaman kaybedilecekse, mevcut koşullara, baskılara şu veya bu biçimde teslim olunacak demektir. Bu Kürt halkına da zaman ve enerji kaybettirmekten başka bir şey değildir. KURTULUŞ 10 REFORMİZM 21 Şubat 1998 MGK Solculuğunun Anti-Emperyalizmi: "Ne Sam, Ne Saddam" Elbette Saddam bir diktatör olarak başta Kürt halkı olmak üzere halkların kanını dökmüştür. Ancak bugün ÖDP gibilerinin sorunu burjuvazinin "Saddamcı" etiketinden kurtulmak isterken emperyalizmin kucağına düşmektir. Bu, emperyalizmin ideolojik etki alanına girmektir. İşte ÖDP'nin durumu tam da budur. Ama bu bilerek ve isteyerek yapılan bir tercihtir. Dün "Ne Refah-Yol, Ne Hazır Ol" diyerek MGK politikalarına güç veren ÖDP, bugün de "Ne Sam, Ne Saddam" diyerek emperyalist saldırganlığı meşrulaştırmaktadır. MGK solculuğunun "antiemperyalizmi" böyle oluyor. "Siyasi tarihleri boyunca öz güçlerine güvenmemiş, revizyonist ve oportünist komünist partilerin kucağında büyümüş bu sollar, bir kez daha emperyalizmin tüm vahşetiyle Irak Halkını katletme ve Irak'ı yerle bir etme saldırısına karşı açık ve net, ideolojik, pratik tavır almayarak, emperyalist saldırıya ortak olmuş ve suç ortaklığı yapmışlardır. 'İT DALAŞI', 'SADDAM KÖTÜ, EMPERYALİSTLER SALDIRGAN' şeklindeki bir değerlendirme ile emperyalizme tavır almamak, tam da emperyalizmin istediği bir tavırdır. Böylece emperyalizm kendisine yönelmesi gereken güçleri etkisizleştirmiş, saf dışı etmişti. Tarafsız bir konuma itmişti. Emperyalizme karşı mücadelede tarafsızlık olmaz. Bu tavır, emperyalizmi cüretlendiren, halkların mücadelesini zayıflatan bir tavırdı." (Dursun Karataş, Kongre Raporu) 1991 Körfez Savaşı sırasındaki solun tutumunu ortaya koyan bu alıntıdaki yaklaşım, bugün yine karşımızdadır. '91 'de emperyalizmin Ortadoğu halklarına yönelik saldırganlığı karşısında "İt Dalaşı" diyerek tavırsız ve tarafsız kalmayı seçenlerin bir kısmı bugün de benzer tavırlarını sürdürmektedirler. Bunların başında da ÖDP gelmektedir. ÖDP'liler geçtiğimiz hafta Ankara'dan Adana'ya bir yürüyüş yaptılar. Bu yürüyüş "Ne Sam, Ne Saddam" adını taşıyordu. Peki, "ABD'ye karşı" gibi görünen bu yürüyüşün adı neden böyle konulmuştu? Bugün, ABD Emperyalizmi savaş makinasını Ortadoğu'ya yığmış ve Or- tadoğu halklarına gözdağı vererek sindirmeye çalışmaktadır. Ortadoğu'da emperyalizmin sergilediği bu güç gösterisi aslında tüm dünya halklarına yöneliktir. Emperyalizmin mesajı kısa ve nettir: "Çıkarlarıma karşı çıkan her kim olursa olsun katlederim, ezerim" demektedir. Bu durum karşısında kendine sol, sosyalist vb. diyenlerin politikası ne olmalıdır? Bu sorunun cevabı da kısa ve nettir aslında. Muğlaklığa, hedef bulanıklaştırmaya, tarafsızlığa izin vermeyen kararlı bir anti-emperyalizm... Evet, sol olmanın ölçütü de budur. O halde sol olmanın bu ölçütüne göre ÖDP'nin "Ne Sam, Ne Saddanfcı anti-emperyalizmini nereye koyacağız? Öncelikle bu tavıra yön veren antiemperyalizm değildir. Nasıl ki, düzenin has adamı Bülent Ecevit'in sözde ABD karşıtı tavırları anti-emperyalizm değilse, ÖDP'nin bu tavrının da emperyalizme karşı olmakla bir ilgisi yoktur. Bülent Ecevit'in bile ABD'nin saldırı hazırlığına sözde karşı çıktığı günümüzde ÖDP'ye sessiz kalmak yakışmazdı(!) Ama ne yapacaklardı? Şöyle ya da böyle bir tavır almasalar olmazdı. Hem o zaman sol olduklarını halka nasıl anlatırlardı. Ancak emperyalizmin ve oligarşinin icazetinde politika yaptıkları için emperyalizme cepheden karşı çıkmaları da düşünülemezdi. Ayrıca emperyalizme karşı kararlı bir tavır alış bedel ödemeyi göze almayı gerektirirdi. Bedel kelimesi bile başlı başına ÖDP'liler için bir kabustu. Bu durumda MGK solculuğunun sloganını üretmekte gecikmediler: "Ne Sam, Ne Saddam." Bu sloganla, "Ne Sam" diyecek kadarlık anti-emperyalistliklerini hemen ardından "Ne Saddam" diyerek dengelemeye çalışmışlardır. Çünkü, ola ki yanlış anlaşılır ve Sam Amcaları ÖDP'nin kulağının çekilmesi kararını verebilirdi. Korkuları budur. Bu öyle bir korkudur ki, böyle "önemli ve ciddi" bir eylemin tanımlanmasında tüm savaş makinasıyla Ortadoğu'da terör estiren ABD emperyalizmine, "SAM AMCA" diyecek kadar ÖDP'lileri yumuşatmıştır. "Ne Sam, Ne Saddam"cı ÖDP, Emperyalist Saldırganlığı Görmezden Geliyor; MGK solculuğu nun temel karakteri "düzen içi" olmaktır. Bir diğer ifadeyle emperyalizmin ve oligarşinin icazetinde bir solculuktur bu. Hal böyle olunca emperyalizme söylem olarak dahi karşı çıkmak, teşhir etmek ve kitlelere hedef göstermek mümkün değildir. Bu yanıyla MGK solculuğu emperyalizmi ve emperyalist saldırganlığı meşru görür. Onların diliyle yazarsak "bu bir realitedir", yani emperyalizm güçlüdür, ona karşı çıkmanın anlamı yoktur. Bu teslimiyetçi düşüncenin sahipleri, ÖDP ve benzeri yasalcı reformistlerdir. Ve tümü birden MGK solcusudur. ÖDP, "Ne Sam, Ne Saddam" demek için parti meclisini toplamış ve oy çokluğuyla bu kararı almışlardır. Bu kararın akabinde ÖDP'liler ABD emperyalizmini "teşhir" amaçlı propagandalara hız vermişlerdir. Nasıl mı? "Ortadoğu macerası, gönül macerasına benzemez" diyerek Sam Amcalarını kendilerince teşhir etmeye başlamışlardır. Kuşkusuz bunda şaşıracak bir yan yoktur. Kendilerine "Aşkın Partisi" diyenler, emperyalizmi de ancak böyle teşhir edebilirlerdi. Peki tüm bunların anlamı nedir? Açıktır ki, emperyalist saldırganlık görmezden gelinerek meşru kabul edilmektedir. Bu yasalcı reformistlerin onur, ahlak ve vicdanları kalmamıştır. Sol adına hiçbir değeri savunacak cüretleri ve ahlakları yoktur. "Ortadoğu macerası gönül macerasına benzemez" derken bir yandan emperyalist saldırganlığı görmezden geliyorlar, bir yandan da adeta katledilecek olan Irak Halkıyla alay ediyorlar. İşte MGK solculuğu böyle bir alçalmanın adıdır. "Saddamcı"lık Yerine Sam Amcanın Uslu Çocuğu Olmak; ÖDP'nin başlattığı "Ne Sam, Ne Saddam" cı yürüyüş en nihayetinde Adana'da noktalandı. Burada yapılan mitingde işlenen ana tema "Üslerin bir oldu-bittiyle kullanılmasına karşı çıkmak" oldu. Bilindiği gibi ABD, kimi zaman çeşitli düzen partilerinin itirazlarına rağmen her daim İncirlik Üssü'nü bölge halklarına yönelik saldırı amaçlı kullanmıştır. Bugün "İncirlik Üssü bir oldu-bittiyle kullanılmasın" demek Deniz Baykal, Bülent Ecevit gibilerinin demagojik söylemleridir. Deniz Baykal, Bülent Ecevit biliniyor. Onlara ittifak gözüyle bakan ÖDP'ye sormak gerekiyor. Peki, bir oldu bittiyle kullanılmasın da, nasıl kullanılsın? Örneğin vatan hainlerinin oluşturduğu ve sizin de koltuklarında oturmayı düşlediğiniz meclis kanalıyla mı kullanılsın? Kısaca sorun, yasak savma anlamında "ABD İncirlik'i bir oldu bittiyle kullanmasın" demek değildir. Esas olan tutarlı bir anti-emperyalizmdir. Antiemperyalizm ise emperyalist savaşa ve emperyalizmin bölgedeki ve ülkemizdeki egemenliğine karşı savaşmaktan geçiyor. Kuşkusuz eski-tüfek ÖDP'liler de bunu bilirler. Ama bu söylem bile bedel ödemeyi gerektirdiğinden "ne şiş yansın ne kebap" mantığıyla "Ne Sam, Ne Saddam" diyerek emperyalist saldırganlığa soldan destek olmaktadırlar. Kuşkusuz uyanık ÖDP'liler "Ne Sam, Ne Saddam" diyerek burjuva medyanın emperyalist savaşa karşı çıkan herkese taktığı "Saddamcı" demagojisinden de kurtulmuş oluyorlar. Oy- sa sorun, "Saddameı" olup olmama sorunu değildir. '91'deki emperyalist savaş sırasında da oligarşi ve emperyalizmle birlikte çeşitli sol kesimler devrimcilere "Saddameı" demagojisiyle saldırmışlardı. Oysa sorun emperyalizmin bölgedeki hedeflerinin karşısına çıkmak ve emperyalist saldırganlığa karşı kararlı bir tavır almaktır. İşte bu noktada tarafsızlık olmaz. Kendine "devrimciyim, solum, sosyalistim" diyenlerin tarafı Ortadoğu halklarının yanıdır. Bu gerçekliğe rağmen "Ne Sam, Ne Saddam" gibi demagojilerle halkı kandırmaya çalışanların safı kaçınılmaz olarak emperyalizmin saflarıdır. Elbette Saddam bir diktatör olarak, başta Kürt Halkı olmak üzere halkların kanını dökmüştür. Ancak bugün ÖDP gibilerinin sorunu burjuvazinin "Saddameı" etiketinden kurtulmak isterken emperyalizmin kucağına düşmektir. Bu, emperyalizmin ideolojik etki alanına girmektir. İşte ÖDP'nin durumu tam da budur. Ama bu bilerek ve isteyerek yapılan bir tercihtir. Dün "Ne Refah-Yol, Ne Hazır Ol" diyerek MGK politikalarına güç veren ÖDP, bugün de "Ne Sam, Ne Saddam" diyerek emperyalist saldırganlığı meşrulaştırmaktadır. MGK solculuğunun "anti-emperyalizmi" böyle oluyor. Oysa "bu emperyalist vahşete ve zulme tavır almak için, Marksist-Leninist, sosyalist olmak da gerekmiyordu. Namuslu olmak, emperyalizme karşı olmak, halkların dostu olmak yeterliydi." İşte ÖDP'de ve ÖDP'nin politikalarını belirleyen yılgınlarda, yorgunlarda olmayan erdemler de bunlardır.* Kocaeli'den ABD'yi Protesto ABD emperyalizminin Irak özgülünde tüm Ortadoğu halklarına yönelik saldırı çabaları, gazetemizin Kocaeli temsilciliği tarafından 17 Şubat günü yazılı bir basın açııklaması yapılarak protesto edildi. Yapılan açııklamada ABD'nin 1991'deki saldırısında başarısızlığa uğradığı, tüm zulmüne karşın Ortadoğu'da tam hakimiyetini kuramadığı vurgulandı. Bugün de aynı amaçla çeşitli bahanelerle saldırıya hazırlandığı belirtilerek, emperyalizmin saldırıyla halkların kurtuluş mücadelesinin önüne geçemeyeceği söylenerek "ABD'nin emperyalist çıkarları uğruna Irak halkına saldırı girişimini kınıyor ve Irak halkının ABD emperyalizmine karşı direnişini destekliyoruz" denildi. DİRENİŞ 21 Şubat 1998 KURTULUŞ, NAMUSSUZLARA KARŞI SAVUNULAN VATANDIR Saldırdılar yine. Halkın onurlu sesi gazetemize saldırdılar. 22 arkadaşımızı işkencehaneye taşıdılar. Şu anda işkencede arkadaşlarımız, direniyorlar, zulme karşı direniyorlar, uyuşturucu taciri, namussuz leş kargalarına karşı direniyorlar. Tarih 17 Şubat'ı gösteriyordu. Mehmet'imizi katledeli daha 20 gün olmuştu. Acımız tazeydi, ancak öfkemiz, kinimiz de o derece büyüktü. Üç gün önce basın açıklaması yapan arkadaşlarımıza Kadıköy'de saldırmışlardı ve arkadaşlarımız işkence merkezindeydiler. Yine bir gün önce basın açıklamasına giden arkadaşlarımıza daha açıklama yerine varmadan saldırıp gözaltına almışlar, analarımızı da alçakça tartaklamalardı. O gün meydan okumuştuk çete artıklarına, "Yıldıramazsınız yarin yine açıklama yapacağız, göstereceğiz halkımızın bki nasıl sahiplendiğini onlara" demiştik. Saat 13.3ö'da açıklamamızı yapmıştık yüzlerle. Çevikleri, sivili, resmisiyle gelmişler ancak cesaret edememişlerdi "müdahele" etmeye. Açıklama sonrası bir süre daha beklemişler, özellikle orada bekleyen basın emekçilerine "Siz dağdın biz de gidelim" dedikten sonra kısa süreli çekilmişlerdi. Ama ne zaman sözlerini tutmuşlardı ki katil sürüleri, tabii ki bu sözlerini de tutmadılar. Saat 15.30'u bulurken dayandılar bü- “14 OCAK 98 KADIKÖY İSKELE MEYDANI" "Susurluk Devleti Katletmekle Bizleri Susturamayacak" Adana temsilcimiz Mehmet Topaloğlu'nun katledilmesiyle birlikte gazetemiz üzerindeki baskıları protesto etmek amacıyla 14 Şubat Cumartesi günü Kadıköy İskelesi önünde yaptığımız basın açıklamasında yine saldırı oldu. Saat 15.00'da başlayan basın açıklamasında "Evde ya- pılan incelemelerde bütün kurşun izleri gösteriyordu ki atışlar içeri girdikten sonra yapılmıştı. Kapı hiç kırılmadan açılmış ve bütün kilitler sağlamdı... Temsilcimiz Mehmet Topaloğlu ve DHKC savaşçıları Bülent Dil ve Besat Ayyıldız'ın üzerinde yapılan incelemelerde işkence izlerine rastlandı." "Halkın onurlu sesini katletmekle susturamayacaklar" denildi. Açıklamaların ardından "Kavganın Onurlu Sesi Susturulamaz." "Halkız Haklıyız Kazanacağız" sloganları atıldı. Daha sonra sivil ve resmi polisler açıklamayı yapan muhabirlerimize ve okuyucularımıza saldırdılar. Birinci romuzun kapısına. Ellerine aldıkları "işkence izni" ile. Devlet Güvenlik Mahkemesi adındaki kontrgerilla onay merkezinden aldıkları belgeyi göstererek girmek istiyorlardı. Ancak biz biliyorduk onların ne amaçla geldiğini, ne istediklerini!... "Aranan var kimlik kontrolü yapacağız" şeklindeki beyanları sahtekarlığın örtüsü olabilirdi ancak. Hatta bu konuda "namus" sözü veriyorlardı. Hemen barikatlarımızı kurarak direnişe geçtik işkencecilere karşı. Öyle ellerini kollarını sallayarak giremeyeceklerdi, giremezlerdi de. Daha önce olduğu gibi irademiz karşısında diz çökeceklerdi, bizim isteğimiz doğrultusunda hareket edeceklerdi. Acizlik içinde saldırıda muhabirimiz Nebahat Arslan ve Bektaş Özden, okurlarımızdan 3 kişi yerlerde sürüklenerek gözaltına alındılar. Daha sonra arkadaşlarını orada bırakmayacaklarını göstermek için pankart açan çalışanlarımız "Kahrolsun Faşizm Yaşasın Mücadelemiz" sloganını atarak "Halk İçin Kurtuluş Gazetesi" pankartını açtılar. Polisler tekrar saldırıya geçerek tek tek kopardıkları insanları gözaltına aldılar. Pervesızlığını sürdüren polis muhabirimizin görevini yapmasını engellemek için üzerdine saldırdı ve kamerasını kırdı. Basın emekçilerine de saldırmaktan geri durmayan polisler muhabirimizin halk tarafından sahiplenmesi üzerine gözaltına alamadılar. Okurlarımızın ve muhabirlerimizin gözaltına alınmasından sonra polis saldırılarına devam etti. Kadıköy'de bulunan Bülent Aydınel Dershanesi'ne girerek kantinde bulunan öğrencileri gözaltına aldı. Özlem Fidan ve iki demokrat öğrenciyide gözaltına aldılar. Gözaltına alınan muhabirlerimizden Nebahat Arslan ve Bekta'ş Özden 18 Şubat günü saat 17.00'da çıkarıldıkları mahkemede serbest bırakılırken okurlarımızdan 5 kişi ise tutuklandı. 11 KURTULUŞ yemin billah pazarlığa giriştiler. Barikatın arkasından şartlarımızı belirtirken bir yandan da kamuoyunu bilgilendiriyor, destek çağrılarında bulunuyorduk. Pencerelerden "Devrimci Gazetecileri Katlederek Tüketemezsiniz KURTULUŞ Susturulamaz" pankartımızı asmış, ellerinde "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür", "Gözaltındaki Arkadaşlarımız Serbest Bırakılsın", "KURTULUŞ Halkındır Susturulamaz", "Devrimci Basın Susturulamaz" dövizleriyle, zafer işaretleri ile arkadaşlarımız direnişi ilan ediyorlardı, basına; destek için gelen halkımıza, okurlarımıza. "Devrimci Basın Susturulamaz" sloganları daha da acizleştiriyor katil sürülerini. Bir de üniversiteli, liseli, işçisi, memuru, sanatçısı, kondulusu, halk meclisleriyle yaklaşık 100 kişi ellerinde "Onurun Sesi" gazetemizle gelmişlerdi, Kurtuluş emekçilerinin yanlarında olduklarını göstermek için. Sloganlardaki sesler birleşiyordu, yüreklerimizle beraber. Bir tarih daha yazılıyordu kavgamızın şehri istanbul'un, Cağaloğlu'sunda. Devrimci basın, militan gazetecilik cephesinden. O sırada avukatlarımız geldi, Halkın Hukuk Bürosundan Behiç Aşçı ve ÇHD'li Gülizar Tuncer. Pazarlık, Saldırı ve Direniş Coşkumuz, marşlarımızla, sloganlarımızla en üst boyuttaydı. Bizim coşkumuz yükselirken, küçülüyordu karanlığın bekçileri. Acizleştikçe verdikleri sözler daha da artıyor, avukatlarımıza yalvarıyorlardı adeta. Avukatlarımızın da araya girmesini le sadece kimlik kontrolü yapmak için güvenlik şubeden üç polisin avukatlarımızla birlikte içeri gireceği konusunda anlaşılarak barikat kaldırıldı. Ancak kapının açılmasıyla leş kargaları gibi içeri doldu katil sürüleri. Önce kimlik kontrolü ile arama yapmaya başlarken, bir süre sonra "GBT tesbiti için içeride bulunan herkesi güvenlik şubeye götüreceklerini" söylediler. Biraz önce yalvaran papazlar gitmiş, gerçek cellat yüzüyle karşımızdaydılar. Onların sözlerini de, ikiyüzlülüklerini de biliyorduk, onca insanın önünde verdikleri namus sözlerini bir anda gözardı ederek kişiliklerini ortaya koyuyorlardı. Gözaltına almak istiyorlardı. Tabii ki onlara boyun eğemezdik. Hiçbir şekilde gidilmeyeceği vurgulandı. Bunun üzerine saldıran faşist güruha karşı önce kenetlenilerek sloganlarla direnildi. Bu sırada Ufuk Doğubay, Banu Güdenoğlu, Zehra Kutay, Ceyhun Sertel, Bülent Tegün.Vahap Kaya, Barış Bayer, Yaşar Bilibay ve Kıymet Kılıç isimli çalışan ve misafirlerimiz diğer arkadşlarımızdan koparılıp vahşice dövülerek gözaltına alındılar. Kan revan içinde arkadaşlarımız arabaya götürülürken, Zehra Kutay adlı çalışanımız merdivenden aşağı atılarak katledilmeye çalışıldı. Arkadaşlarımızın bir bir gözaltına alınması üzerine bu çapulcu sürülerine karşı saldırıya geçerek arkadaşlarımıza kalkan ellerini kırmak için harekete geçtik. Ellerimizde hiç bir şey olmamasına rağmen bi- KURTULUŞ 12 linçimiz ve inancımızla gerçekleştirdiğimiz müdahale sonucunda adeta birbirini ezerek arkalarına bakmadan it sürüsü gibi kaçtılar. Odanın dışına kaçtılar. Biz bu katil sürülerini Ümraniye'de de, Buca'da da böyle püskürtmüştük. Katil sürülerini püskürttükten sonra büronun girişindeki bekleme salonuna barikat kurularak yeniden direnişe geçildi. Aynı esnada dışarıda da hareketlilik yaşanıyordu. Destek için gelen okurlarımız, arkadaşlarımızın kan revan içinde arabalara bindirilmesi üzerine faşist sürülerine karşı öfkelerini dile getirdiler ve bir çatışma başladı. Onlara da saldıran polis buradan da Saffet Ercan, Aydın Aktaş, Mahir Öncü Arslan, Yusuf Arıcı, Çayan Güner, Muzaffer Aslan, Nebiha Aracı, Ebru Türkoğlu, Tülin Soyhan, Nurhan Yılmaz ve Fevziye Kaya tartaklanarak gözaltına alındı. Orada bulunan yaklaşık 100 kişi de dağıtılırken, ikiye ayrılan gruptan yukarı Sultanahmet tarafına çıkanlar taşlarla saldırıya geçerek, işkencecileri püskürttüler. Bu defa kendilerini korumak telaşıyla kalkanlarının altına siniyorlardı. Bu sırada robocop denilen güruhun da geldiği gözlendi. Yine bu saldırıda Cumhuriyet ve Milliyet muhabirleri de yaralandı. Tabii bu arada polislerin de birçoğu yaralandı. Direniş yeni bir boyut kazandı. Coşku ve öfke daha dâ yükselmişti. Marşlar ve sloganlar daha yüksek atılıyordu şimdi. Sokak basın dahil boşaltılmıştı, çeviki, Robocopu, sivili, resmisi tümüyle polisle doluydu. Başlarında Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Arpacı ve Terörle Mücadeleden Sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Atilla Çınar'ın bulunduğu katiller bekliyordu. Saat 16.30 civarında ise Halkın Hukuk Bürosundan Metin Narin, ÇHD İstanbul Şube Başkanı Murat Çelik ile Several Demir, Oğuz Demir, Metin Fi- DİRENİŞ 17 Şubat MERKEZ BÜRO ÖNÜ Kontrgerilla devletinin halka, özelde de gazetemize yönelik saldırıları, Adana temsilcimiz Mehmet Topa-loğlu'nun katledilmesi sonrasındaki tepkilere çetelerin saldırıları, en son olarakta 14 Şubat Cumartesi günü Kadıköy İskele Meydanı'ndaki basın açıklamasına yapılan saldırı sonrasında ikisi büro çalışanı beş kişinin, daha sonra da 16 Şubat günü açıklama yapmaya giden beşi gazetemiz muhabiri 11 kişinin gözaltına alınmasını protesto etmek için bir basın açıklaması yapıldı. 17 Şubat Salı günü Cağaloğlu'nda bulunan merkez büronun önünde saat 13.30'da gazetemiz çalışanları, TAYAD'lı aileler, İYÖ-DER'li ve DLMK'lı öğrenciler, Halk Meclisi üyeleriyle gazetemiz okurlarından oluşan yaklaşık 150 kişi biraraya geldi. Ellerinde Mehmet Topa-loğlu ve irfan Ağdaş'ın resimleri, "Devrimci Basın Susturula-maz", "Halkın Onurlu Sesi Kurtuluş Susturulamaz" vb. dövizlerle, "Devrimci Gazetecileri Katlederek Tüketemezsiniz KURTULUŞ Susturulamaz" yazılı pankart açıldı. Yapılan açıklamadan lorinalı, Muhittin Köylüoğlu, Muharrem Çöpür ve Nurhayat İşyapan'dan oluşan avukatlar grubu gelmişti. Yeni bir pazarlık ve irade savaşı başlamıştı. Barikatın bir yanında I. Şahinlerin, M. Ağarların, Menzirlerin çömezleri, uyuşturucu taciri, daha birkaç dakika önce namus sözlerini hiç tereddütsüz yutan eli kanlı katiller, pisliğin bekçileri vardı. Diğer tarafta ise topu topu 20 metrekarelik bir alanda ise 14 devrimci, 14 direnişçi vardı. Ancak bu 20 metrekarede sadece 14 kişi yoktu, öncelikle Mehmet de vardı Çukurova'nın en ücra köşelerine sesimizi ulaştırmaya çalışan militan kişiliğiyle, irfan vardı "Halkın Sesi KURTULUŞ Yazıyoor." diyen gür ve coşkulu sesiyle, Rıfat vardı Sivas'ın şahanlar diyarının coşkusuyla, yüzler, binler, onbinler, milyonlarca ezilen sömürülen halk vardı. Zulme karşı başkaldırının tarihi vardı. O 20 metrekare özgür vatan toprağıydı artık zulmün karşısında savunulan. Barikat süresince Genel Yayın Yönetmenimiz, istanbul'a yayın yapan Çevre Radyo ile canlı te lefon bağlantısına girerek direnişin coşkusunu ve sesini tüm İstanbul'a ulaştırdı. Acizleşen halk düşmanları bir yandan yeni "namus-şeref" sözleriyle uzlaşmaya çalışırken, diğer yandan da gaz bombaları hazırlıyorlardı. İçeriden "Bedel öderken Kadıköy İskele Me ydanı'n da, Adana'da katledipaloğlu için 14 Şubat Cumartesi günü yapılan basın açıklamasına polis saldırdı ve zinde aralarında bulunduğu yedi arkadaşımız gözaltına alındı. Bu saldırıyı protesto etmek için 16 Şubat Pazartesi günü Gazeteciler Cemiyeti önünde yapılan basın açıklamasına gazetemiz çalışanları, TAYAD'lı Aileler ve gazetemiz okurları katıldılar. Polis daha basın açıklaması okunmadan ve hiç bir uyarıda bulunmadan saldırarak 11 arkadaşımızı gözaltına aldı. Sekiz saat gözaltında kalan arkadaşlarımız çıkartıldıkları Sultanahmet Adliyesi'nde mahkemeye sevk edilerek serbest bırakılmışlardır. 21 Şubat 1998 sonra ise sokak ortasında gazetemizi satarken katledilen irfan Ağdaş'ın yengesi Şükran Ağdaş bir konuşma yaptı. Şükran Ağdaş konuşmasında polislere hitaben "Irfan'ımın katilleri belki de aranızda, onun ciğerini söküp alacağım ve onun da anası ağlayacak, hepiniz hesap vereceksiniz!" diyerek katillerden hesap sordu. Daha sonra "Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak", "Halkın Onurlu Sesi Kurtuluş Susturulamaz", "Baskılar Bizleri Yıldıramaz", "Halkız Haklıyız Kazanacağız" sloganları atıldıktan sonra alkışlarla açıklama sona erdi. bedel de ödeteceğiz" kararlılığı onları daha da titretiyordu, amirleri konuşurken titriyordu artık. Orada bulunan 10'un üzerindeki avukatın yanında tekrar tekrar verilen şeref sözüyle sadece güvenlik şubesinde kimlik kontrolü yapılacağının belirtilmesi, çeşitli garantilerin de verilmesi üzerine barikat saat 21.00 civarında kaldırıldı. Ve büroda bulunan Hamdi Kayısı, Aynur Cihan Alak, Sevda Göktaş, Tunay Akan, Şengül Akkurt, Aynur Korucu, Yüksel Doğan, Mustafa Balcı, Şahin Erdoğan, Laser Fidan, Fethi Dolu, Mahmut Kı- nu ailelerin oluşturduğu 50-60 civarında insan destek için büroya gelmiş ancak polis tarafından içeri alınmamıştır. lılı, Ömer Tuncer ve Ecevit Ulavur gözaltına alınarak güvenlik şubesine götürüldüler. Polisler ise avukatlarla birlikte arama adı altında adeta talana başladılar. Zaten direniş esnasında diğer odalar talan edilmiş, şehit resimleri acizliklerinin bir göstergesi olarak kırılmıştı. Telefon santrali, telefon cihazları, fakslar, masalar, sandalyeler, güvenlik kamerası kırılırken, fotoğraf tab makinasına zarar verilmiş, bir bilgi sayar hard diski, gazetenin arşivleri ve birçok belge ve yazılı doküman götürülmüş, milyarlara varan zarar verilirken büro tek kelimeyle savaş alanına çevrilmişti. Saat 22.00 civarında avukatlarla birlikte polisler büroyu terk etmişlerdir. Bu arada arkadaşlarımız gözaltına alındıktan kısa bir süre sonra çoğunluğu- şubeye götürülürken, 18 Şubat günü destek için gelen ve oradan gözaltına alınan 11 kişi adliyeden serbest bırakıldı. Bürodan alınan 23 arkadaşımız ise Siyasi Şubenin işkencecilerine teslim edilerek işkence için ek süre alındı. 10'un üzerinde avukatın yanında namus, şeref sözü verenlerin namussuzluğu, şerefsizliklerine böylece birçok kimse de tanık oldu. Kendi raporlarında dahi uyuşturucu, kadın pazarlama işini yaptıkları her türlü alçaklığın, çürümenin temsilcisi oldukları bugün bir kez daha perçinlendi. Bu çürümüşlüğün, halk düşmanlarının saldırıları kendi bitişlerinin ilanıdır. Tüm çalışanlarımız gözaltına alınsa da, bürolarımız yerle bir edilse de Kurtuluş'umuzun sesini boğamayacaklar. Aksine, halklarımızla bağlarımız daha da güçlenecek sesimiz daha da gür çıkacak ve çıkıyor... Namussuzluğun Şerefsizliğin İkinci Kez Tasdik Ettirilmesi Gözaltına alınan arkadaşlarımız gece Haseki Hastanesine götürüldüler. Buraya giden avukatlarımızın gözlemine göre birçoğunun kolu, kafası, burnu kırılırken özellikle Zehra Kutay'ın baygın ve şuurunun büyük oranda kapalı olduğu belirtilmişti. Daha sonra arkadaşlarımız tekrar 21 Şubat 1998 BİZ ANALARIMIZIN GÖZYAŞLARIYIZ! GÖZYAŞLARINDAN AKAN ÖFKEYİZ,ACIYIZ, HASRETİZ! Kurtuluşumuzun sevdası düştü bir kez yüreğimize. Namussuzların, şerefsizlerin çizmesi altında ezilirken yurdumuz; onurumuzu ve ahlakımızı kuşanıp çıktık yola. Kızıldere'den, 12 Eylül zindanlarından, Çiftehavuzlar'dan, Bağcılar'dan günümüze dek şehitlerimizin dilinden dökülen son sözler hep Kurtuluş oldu... Yola çıkarken el ele, yan yana durduğumuz insanlarımızın son sözleri oldu Kurtuluş. Kıskançlıkla koruyacağımız bir mirasın imzaları oldu bizim için bu sözler, bu isimler. Ölesiye sahiplendik onları; hep bir adım ileriye taşımak için döktük terimizi. Bu İrfan'ımızm teriydi, kanıydı; Rıfat'ımızın, Ahmet'imizin, Senem'in, Muhammed'in, Mehmet'in emeği var bu terde, şehitlerimizin canı var bu kanda. Kıskançlıkla koruyoruz; çünkü emeği ve onuru yağmalananlara bir umuttur Kurtuluş. Bir dilim ekmeğe muhtaç edilmişlere, evleri başına yıkılmışlara, hastane kapılarında, emekli kuyruklarında düşenlere bir umuttur Kurtuluş. Koskoca bir hayatın sayfalara akışı değildir sadece Kurtuluş; yepyeni bir hayatı yaratmak için harcanan emektir. Namussuz, şerefsiz bir devlete karşı kıran kırana yürütülen bir savaşın adıdır. Baskılara, katliamlara karşı umudun soluğudur. Ev ev, kapı kapı dolaşan özgür, eşit, yaşanası bir hayatın adıdır; Kanla yazılan tarihtir... Şehirde, dağda gerillanın sesidir; grev yerindeki işçinin, pankartının ucuna sıkı sıkıya yapışmış düşmana teslim etmeyen direnen bir öğrencinin direncidir, halkın sesidir, özlemidir Kurtuluş. Analarımız şehit evlatlarının bayrağını vatan diye kucaklayıp her öptüğünde, yanaklarına akan gözyaşları oldu Kurtuluş. Dökülen her gözyaşında öfke vardır; hınç vardır, acı vardır, acılarla çelikleşen bedenlerimiz, irademiz vardır. Tüm bu değerleri, değerlerimizi, geleneklerimizi bağrımızda toplayıp halkımızın, kavganın onurlu sesi oldu Kurtuluş. İşte bu yüzden hedef olduk kan emicilere, halkın sırtına çöreklenmiş kenelere, sülüklere. Kaç kez gelip dayandılar kapılarımıza, kaç kez sürükleyerek götürdüler işkencehanelerine, kaç kez dar ettik inlerini onlara. Yine geldiler, yine dayandılar kapılarımıza. Yine kuduz bir köpek gibi kudurgan ve vahşiydiler, yine korkudan tir tir titriyorlardı ve yine yenileceklerdi. Yine dayanmışlardı kapılarımıza. Ve biz yine direndik. Yine sürdük ön cepheye barikatlarımızı. Yine türkülerimiz marşlarımız ve halklarımız vardı yanıbaşımızda. Penceremizden sarkan pankartımızla selamladık halkımızı, kapımızın önünde bizlerle beraber direnenleri selamladık. Birlikte direndik düşmana. Barikatların ardında Buca'daydık, barikatların ardında Ümraniye'deydik; barikatların ardında Mecit'e, Gültekin'e, Uğur'a, Yusuf'a bir selam yolladık. Barikatların ardında özgürdük. Namusu ve şerefi olmayan bir düşmana karşı savaşıyoruz. Bu devlete karşı barikat örmek, saldırmak, direnmek, vurmak herşeyiyle meşrudur. Meşru hakkımızı kullanıyoruz ve direniyoruz Namusu ve şerefi olmayan bir düşmana karşı savaşıyoruz. Bu namussuzlara karşı mevzilerimizin her karışını savunacak bir mangal gibi yüreğimiz var. Bu yürekte vatanımıza ve halkımıza duyduğumuz yürekten sevgi var, özgür vatana tutkumuz var; bu tutkunun ateşi namussuzların iktidarını yakacak! 13 DİRENİŞ KURTULUŞ NAMUSUN MESLEĞİ YOKTUR, HALKIN ADALETİNE HESAP VERMENİN DE... Doktorluk... Ne de çok önem verir halkımız bu mesleğe. Çocuğu, Tıp Fakültesi'nde okuyan ana-babalar, gururla kabartır göğsünü; "Oğlum Tıp okuyor", "Kızım doktor olacak", Ahlaklı ve onurlu bir meslektir çünkü doktorluk. Doktorlar, insan anatomisini çok iyi bilirler. Onurlu bir doktor, bu bilgisini sağlığı için kullanır. Hastalan iyileştirir, bir çok hayat kurtarır. Peki ya onursuzu, namussuzu? Onlarca yıldır, Hipokrat'ın kemikleri sızım sızım sızlıyor bu dünyada ve Türkiye'de. Nazi faşizminde tutsakları kobay olarak kullanan Mengele'den, 12 Eylül faşizminin derin araştırmalar (!) yapan işkencehanelerinde... Onurlu bir mesleğin tarihine kara bir leke gibi düşen insan müsveddeleri... 17 Şubat günü, gazetemizin merkez bürosuna, düzenin namus bekçileri zincirlerinden boşalırcasına saldırdı. Namus sözü vermişlerdi oysa, saldırmayacaklardı. Pekala biliyorduk oysa, Manııkyan'ın çocuklarının namustan, ahlaktan ne denli uzak olduklarını." Merdivenlerde sürüklenerek gözaltına alındı insanlarımız. Saldırı sırasında muhabirimiz Zehra Kutay, polisler tarafından merdivenlerden aşağı atılmasından dolayı baygınlık geçirdi. Zehra, işkenceden hastaneye götürülürken hala baygın durumdaydı. Haseki I lastanesi'ne gittiklerinde ise, bir başka namussuzla tanışacaklardı... Baygın durumdaki Zehra'yı "birşeyi yok" diyerek işkencehaneye geri gönderen doktor! Peki sen ne diyeceksin şimdi? Sende "Korktum" mu diyeceksin? yoksa "kariyerim mi"? Peki ya hipokrat yemini, meslek ahlakı, bilimsel namus? Tüm bunları bir yana bırak, halklarımızın erdem saydığı insani duygularından; namustan, onurdan, dürüstlükten zerrece eser kalmadı mı sende? Görüyoruz ki kalmamış. Sen de suçlusun!. Bir insanın hayatına kastetmekten suçlusun!. İnsandan yana olan ne varsa yüreğinin kapılarını onlara kapatanlar insanlık adına tek bir söz söyleyemezler. Sen de söyleyemezsin, açıklayamazsın suçlarını. Daha kaç kişiyi böyle pervasız yolladın işkencehanelere, daha kaç kişinin canına kastettin? Açıkla! Açıklayamazsın doktor bey, açıklayamazsın. Ve kabuslarına girecek olan o gün gelip çattığında da açıklayamayacaksın.... Baskı, terör, katliam... İşte, bu ülkenin on yıllardır değişmeyen gerçeği, fotoğrafı... Bugün halkın gerçekleri öğrenme hakkı büyük bedellerle; soruşturmalar, toplatmalar, gözaltı ve hapislikler, artarak devam eden cezalar ve katliamlarla anılmaktadır. Bu "büyük bedeller"in muhatapları olan devrimci basın emekçileri ise basın yayın alanında yeni bir gazeteci tipini yaratacak adımlar; baskılar karşısında militan bir hat (barikat) oluşturan, halkın gerçekleri öğrenme hakkını onur sayan bu onur için direnen, direncine yeni değerler katan bir gelenek yaratmaktadır. Bu gelenek giderek bütün basın emekçilerini kendi gerçekleriyle hesaplaşmaya itecek; basın meslek ahlakı ve ilkelerini halkın gerçeğiyle besleyecektir. Böylece edilgen, kendine güvensiz, halka yabancı bir gazetecilikten, yüzünü halka dönen, halkın gerçeğiyle dönüşen dahası plaza patronlarıyla ve onların ait olduğu sistemle dövüşen militan bir gazetecilik tipinin önü açılmış olacaktır. Bugün bu sürecin nüvelerini potansiyel gücünü devrimci basın emekçileri temsil etmektedir. Kimileri onları küçümseyebilir; yayın faaliyetlerine burun kıvırabilir, 'genç' hatta 'çocuk' dahi görebilir. Ancak bu yaklaşımların hiçbiri, onlann bugün erişmiş oldukları seviyeden ve bu seviyeden doğan sonuçtan, basın meslek ahlakı ve ilkelerini ayaklan yere basan bir gerçeğe niteliğe dönüştürdükleri militan karakterden alıkoyamaz. NASIL BİR ÜLKEDE NEDEN MİLİTAN GAZETECİLİK Yazımızın başında ülkemizin fotoğrafını üç ana gerçekle (baskı, terör, katliam) tanımladık. Yani; hak ve özgürlüklerinin artık tarifine bile gerek kalmayan Susurluk Devleti eliyle nasıl bir cendereye sokulduğunu; gelecek kaygısı taşıyan milyonlarca insanın umudarını, yaşama sevinçlerini yok etmeye çalışan; gecekondusunu başına yıkan, namusuna, onuruna tuzaklar kuran düzenin bekası ve esenliği için evlatlarını dağlarda, sokaklarda, evlerde kurşuna dizen, yerlerinden yurtlarından eden, ülkenin topraklarım emperyalistlere peşkeş çeken doğal zenginliklerimizi yağmalayıp talan eden bir sistemde gazeteci olmak, militanca bir duruşu dayatıyor. Bu demektir ki, bağımsız, demokratik bir ülke için emeğini halkın emeğiyle birleştiren; düşünce ve duygularını halkla paylaşan ve halkının istem ve taleplerine tercüman olan, bunun için mücadele eden, mücadelesiyle örgütleyen, örgütlenen bir gazetecilik gerekiyor... Bugün bu misyonu yeni değerlerle bir adım daha ileriye taşıyan; devrimci gazetecilik geleneğindeki yerleri dost, düşman herkes tarafından ilgiyle izlenen Kurtuluş Gazetesi temsil etmektedir. Bu temsil hakkı ne bahşedilmiş hak, ne de kendi kendine verilen ucuz bir payedir. Tam tersine bu teksil hakkı inatia dişe diş kanla, canla kazanılmış, dost düşman herkesin şaşkınlıkla ve sarsılarak izlediği ve dersler çıkaracağı bir tarihsellik taşımaktadır. Namussuzlara karşı namusumuz için direnmek geleneğimizdir. Bu gelenek Kurtuluş emekçilerinin direnişinde 'militan gazatecilik' tanımlamasını kan bedeli bir gerçeğe, onura dönüştürmüştür. Bu direniş, bu onur özgürlüğümüzdür. Özgürlüğün bedeli bir kez daha bedenlerimizde açılan derin yaralarla dile geldi. Kavganın onurlu sesi şimdi bir adım daha önde. Militanca direnmenin baş fotoğrafıdır. Bu fotoğraf elden ele dolaşacak militan gazeteciliğin simgesi olacaktır. O'nu onurla koruyacağız.* KURTULUŞ 14 DİRENİŞ Gazetemizin basılması sırasında başından sonuna kadar bulunan, olaylara tanık olan Halkın Hukuk Bürosu avukatlarından Behiç Aşçı'yla görüştük: SUSURLUK İKTİDARININ NAMUSU VE ŞEREFİ YOKTUR 17 Şubat günü Kurtuluş Gazetesi'nin merkez bürosu işkenceci polisler tarafından basıldı. DGM, Kurtuluş çalışanlarının gözaltına alınması ve işkenceye alınmaları için yazılı olarak izin vermişti. Mahkeme tarafin-dan verilen arama izninde gerekçe olarak şu gösterilmiştir: "Kurtuluş Gazetesi Merkez Bürosu'nda aranan kişiler bulunmaktadır. Ayrıca bu adreste her sayısı toplatılan Kurtuluş isimli gazete yayınlanmaktadır". Bağımsız ve Demokratik bir ülke mücadelesi veren kişi ve kurumlar böylesi durumlarda olduğu gibi yasallık ve meşruluğun karşı karşıya geldiği durumlarla karşılaşabilirler. Kurtuluş'a yapılan baskında görünüşte yasallık kılıfı hazırlanmaya çalışılmıştır. Aranan kişiler Kurtuluş gazetesinde barınmaktadırlar. Aranan kimdir? Kaç aranan kişi hangi zamanlarda, ne şekilde büroda, barınmaktadır? Bunlar belli değildir. Arama kararının gerekçesi dahi asıl amacın ne olduğunu göstermektedir. Yani mızrak çuvala sığmamaktadır. Bina önüne geldiğimizde işkenceciler tarafından hemen önümüze arama kararı getirildi. Bu arama kararıyla kendi yaptıklarının haklılığını kanıtlamaya çalışıyorlardı. Arama kararını getiren amirleri arama izninin Güvenlik Şube'ye tarafından alındığını, büroda sadece arama yapılacağını ve kimlik kontrolü yapılacağını belirterek barikatın kaldırılmasını istediler. Aramanın sadece güvenlik şubesi polislerince yapılacağına ve kimlik kontrolünün dışında herhangi bir işlem yapılmayacağına dair şeref ve namusları üzerine söz verilince Kurtuluş çalışanları tarafından barikat kaldırıldı. Ancak kapının açılmasıyla birlikte işkenceciler sürü halinde içeriye doluştular. Barikat kaldırılıp kapı açıldıktan sonra gerçek yüzlerini de gösterdiler. Büroda aranan kişi olup olmadığının kontrolünün mümkün olamayacağını, dolayısıyla da tüm çalışanların güvenlik şubesine götürülüp aranır durumda olup olmadıklarının kontrol edilmesi gerektiğini söylemeye başladılar. Daha da ileri giderek insanların ifadelerini alacaklarını söylemeye başladılar. İfade demenin ne anlama geldiğini hepimiz biliyoruz, ifade demek işkence demektir. Bu duruma itiraz ettik. Çünkü mahkeme kararı dahi sadece aramaya ilişkindi ve gözaltına alınmaya ilişkin herhangi bir talimat içermiyordu. Bu tartışmalar içinde güvenlik şubesinin yaptığı arama sona erdirildi. Amirleri daha da pervasızlaşarak tüm insanların gözaltına alınacağını, yapılacak işlemin gözaltı olduğunu, hukuki prosedürün kendisini ilgilen- 17 ŞUBAT DİRENİŞİMİZ VE BURJUVA BASIN 12 yıldır Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez tüm milliyetlerden ve inançlardan emekçi halklarımızın özgür, bağımsız, demokratik bir ülke taleplerine sayfalarımızda yer veriyor, 12 yıldır kavganın onurlu sesini ülkemizin en ücra köşelerine ulaştırmaya çalışıyoruz. Yayın hayatımıza başladığımız günden bu yana tüm sayılarımız toplatıldı, çalışanlarımız yüzlerce kez gözaltına alınarak işkencelerden geçirildi. Hakkımızda onlarca yıllık cezalar verildi, katledildik ama yine susmadık. Son olarak Adana temsilcimiz Mehmet TOPALOĞLU kontrgerilla devletinin kiralık katilleri tarafından katledildi, yine yılmadık. Mehmet'imizin kanının yerde kalmayacağını, katillerin er geç halkın adaletine hasap vereceklerini haykırdık. Mehmet'imizi sahiplenmemizden, katliamcı terörist yüzlerini teşhir etmemizden korktular, korktukları için de yine ağızlarında salyalarıyla saldırdılar. 17 Şubat günü akşam saatlerinde merkez büromuzu basarak çalışanla- rımızı döverek gözaltına aldılar. Yıllardır sayfalarında "demokrasiden, basın özgürlüğünden, halktan, adaletten" söz eden burjuva basın merkez büromuza yapılan baskının tümünü izlemesine ve çalışanlarımıza yapılan işkencelere şahit olmasına rağmen ertesi günkü sayfalarında Merkez büromuza yapılan baskına kerhen ya da gerçekleri çarpıtarak yer verdiler. Hemen hemen hergün basın özgürlüğünden yana olduğunu çarşaf çarşaf yazan Cumhuriyet Gazetesi baskın haberini bir fotoğraf ve bir sütunluk yazıyla geçiştirmiştir. Bir yazarın kontrgerilla devletinin katlettiği muhabirlerinin haber izlerken dövüldüğünü "Demokrat" olduğunu iddia eden Cumhuriyet'in başlığı "Polis, yine gazeteci dövdü, 50 kişi gözaltına alındı" idi. Haberde gazetemizin basıldığı ve çalışanlarımızın sürüklenerek gözaltına alındıkları ve çıkan çatışmada biri emniyet amiri ve iki polisinde bulunduğu çok sayıda 21 Şubat 1998 dirmediğini, bizlerin de istediğimiz yere şikayet edebileceğimizi söyledi. Artık tüm çirkin yüzleriyle ortada idiler. Kapının açılması ve barikatın kaldırılması için şeref ve namusları üzerine sözler verdiklerini hatırladık. Şeref, namus halkımızın uğruna öldüğü ve öldürdüğü saf ve temiz değerlerimizdi. Eğer ki bir insan şeref ve namusu üzerine söz vermişse her koşulda, halkımızın deyimiyle iki el kanda da olsa tutulacağını hepimiz biliriz. Öte yandan da polisleri hem biz, hem de Kurtuluş çalışanları tanımaktadır. Şerefleri ve namusları üzerine verdikleri sözlerini tutmayarak ne olduklarım da gösterdiler. Bir meslektaşımız bu durumu "şeref ve namusu olmayanların bu değerler üzerine rahatlıkla tutamayacakları sözler verebilecekleri" şeklinde değerlendirdi. Büroya Çevik Kuvvet Polisleri doluştuğunda artık pazarlıkta olmayacaktı. Hepimizin karşısında resmisi, sivili, çevik polis vardı. Bu polis parasız, demokratik, eğitini isteyen öğrencilere saldıran polisti, gecekondusunu koruyan yoksul halka saldıran polisti, örgütlenme mücadelesi veren işçi ve memurun kafasını kıran polisti. Bağımsız Demokratik bir ülke istediği için insanlarımızı katleden polisti. Ve Kurtuluş bu polisin karşısında halk olarak vardı. Kaskları, devasa korunaklı giysileriyle saldıran polisin karşısında tek silahları inançları idi. Çevik kuvvet polislerinin saldırısıyla birlikte sloganlar da patladı. İnsanlar birbirlerine kenetlenerek polis saldırısına karşı kendilerini korumaya çalıştılar. Bu arada sekiz kişi dövülerek, tekme ve tokatlarla gözaltına alındı. Kurtuluş çalışanları meşru haklarını kullanarak polislere karşı kendilerini savunmaya başladılar. İşte bu noktada da o kasklı robocopların aslında boş, ham ve kof olduklarını gördük. Altı-yedi saniye içinde odada bulunan onlarca polis birbirlerini ezerek odadan dışarı kendilerini zor attılar. Arkalarına dahi bakmaya korkuyorlardı. Odanın boşalmasıyla birlikte Kurtuluş çalışanları kapıyı kapatarak barikat kurdular. Odada bulu nan Kurtuluş çalışanları bir yandan içeride kendilerini gözaltına almaya çalışan polise insanın yaralandığı belirtilmiştir. Yine Cumhuriyet muhabirleri Bertan AĞANOĞLU ve Alper TURGUT, Milliyet'ten Dinç ÇOBAN'ın yaralandığı belirtilmiş. Başlığa dikkat ettiyseniz dövüldüğü belirtilen gazeteciler sadece Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinin muhabirleri. Gözaltına alınanlar onlara göre gazeteci değiller. Sanki kollan kırılarak, kafaları patlatılarak, zorla polis arabalarına doldurulanlar yoktur. Hatta onlar gazeteci bile değillerdir Cumhuriyet'e göre. Onlara göre gözaltına almanlar sadece kişidir. Meslekleri, kimlikleri yoktur onların. Mantık, düzen sınırlarının dışına çıkmayınca gözler kör, kulaklar sağır oluyor elbette. Yıllardır demokrasiden, insan haklarından, basın özgürlüğünden dem vuran, ancak bunun için hiç bir zaman düzene karşı cepheden bir karşı duruş sergilemeyen, yaptığı yayınlarla emekçi halklarımızı düzene yedeklemeye çalışan Cumhuriyet'e gazetecilik ve özgürlük anlayışı da bu kadar olacaktır. Onla- hak ettikleri dersi verirken, diğer yandan da binanın önünde bekleyen insanlara saldıran polise öfkelerini gösteriyorlardı. Yeni gelen emniyet amirleri, emniyet müdür yardımcısı Hüseyin Arpacı aynı isteklerle tekrar pazarlığa girmek istedi. Söyledikleri aynı idi. Kendilerine talimat verilmişti. Yapabilecekleri bir şey yoktu. İçeride bulunanlar sadece kimlik kontrolü ve aranır durumda olup olmadıklarının araştırılması için güvenlik şubesine götürülecekti. Bu konuda şeref ve namusları üzerine söz veriyorlardı. Kendileri bu sözün bizzat garantisi idiler. Üstelik şeref ve namusları üzerine de yemin ediyorlardı. Bu teklife Kurtuluş çalışanlarının yanıtı açık ve kısa oldu: "Bedel ödeyen değil, aynı zamanda bedel ödeten de olacağız. Polis araması meşru değildir. Arkadaşlarımızın nasıl dövülerek gözaltına alındığını gördük. Polis bizi böyle kolay alamayacak". Ayrıca kendileri ile yaptığımız görüşmelerde de kararlılıklarını da ifade ettiler. Yapılan görüşmelerde polis şeflerinin tekrar tekrar verdikleri şeref ve namus sözleri üzerine akşam saat 18.00'a de barikatı kaldırarak aşağıya indiler. Bütün polis şefleri gözaltına alınan kişilerin sadece güvenlik şubesine götürüleceği, gözaltı işleminin yapılmayacağı, aranan kişilerden olup olmadıklarının belirlenmesinden sonra da herkesin bırakılacağını tekrar tekrar şerefleri ve namusları üzerine yemin ederek garanti verdiler. Bu sözler üzerine Kurtuluş çalışanları barikatı kaldırarak aşağıya indiler, insanların aşağıya inmesinden sonra büroya Atilla Çınar yönetiminde siyasi şube polisleri doluştu. Şimdi de onlar arama yapacaklardı. Atilla Çınar aramaya avukatların nezaret etmesini özellikle isterken, emrindeki polisler başlarında bulunan avukatlara küfürler ediyor, tehditler yağdırıyordu. Yağmacı ve talana yüzlerini bir kez daha göstererek bütün büroyu talan ettiler. Büroda bulunan ve Kurtuluş'un teknik hazırlıklarının yapıldığı bir bilgisayara el koydular. Büronun girişinde bulunan güvenlik kamerası da polis teröründen nasibini aldı çünkü bu kamera polislerin çekimlerini ya- ra göre gazeteci sarı basın kartı olan, düzenle kolkola giren, her turlu üçkağıdı çevirenler gazetecidir ancak. Diğerleri yani dürüst ve onurlu basın emekçileri ile birlikte, tüm baskı ve işkencelere göğüs gererek mücadele eden sosyalist basın emekçileri ise sadece kişidir ve de önemsizdir. Dövülselerde, işkencelere maruz kalsalarda hatta katledilselerde onlar için önemli değillerdir . Bizden hatırlatması Kutlu Savaş'ın raporuyla katillere bir kez daha bizim, gibi düşünmeyenleri öldürün ama bunu elinize yüzünüze bulaştırmadan yapın denildi. Yani sözün kısası kontrgerilla devleti ve onun beslemesi kiralık katilleri hala iş başında ve icraatlarına bütün hızlarıyla devam ediyorlar. Yeni Yüzyıl'da gazetemize karşı yapılan saldırı, "Cağaloğlunda çatışma: Altı yaralı" başlığı ile verilmiş. Haberin alt başlığı şöyle devam ediyor; "Kurtuluş Gazetesi'nde arama yapmak isteyen polis, direnenleri zorla dışarı çıkardı. Bina önünde ise bir başka grup polisi taşladı. Olaylarda üçü polis, üçü gazeteci altı kişi yaralandı" denilerek baskın haberi veriliyor. Baskın sırasında yaralananlar yine polisler ve üç gazete- ci. Kurtuluş emekçileri onlara göre de gazeteci değiller. Gözaltına alınırken yaralanmadılar, işkence görmediler, polis arabalarına güle oynaya kendi istekleriyle bindiler. Saatlerce süren bir direniş sanki Cağaloğlu'nun göbeğinde yaşan madı. Haberde barikatı arkadaşlarımız tarafından kaldırılmadan önce polisin verdiği sözler de yok. Barikat polis tarafından sökülememiş, "Namusumuz, şerefimiz üzerine söz veriyoruz kimseyi gözaltına almayacağız, sadece verilen emri uygulayarak gideceğiz" sözlerine de yer verilmemiştir. Bunları yazmazlar. Yazarlarsa düzenle araları açılır, düzenin ni~ metlerinden mahrum kalırlar. Muhabirleri yazsa bile yazıişleri ve patronlar muhabirlerin haberini koymazlar sayfalarına. Çünkü hepsi bu düzenin birer parçası dırlar, ve varlıklarını bu düzene borçludurlar. Haberin devamında, "binanın dışında toplanan 20 kişilik grupta bina dışında önlem almaya çalışan polis ekiplerine saldırdı" deniliyor. Öncelikle belirtmek gerekir, dışarıda birikenler halktı, gazetemizin okurlarıydı. Baskın haberini duyar duymaz İstanbul'un dört bir yanından ge lerek gazetemizi sahiplenmişler. 21 Şubat 1998 pıyordu. Dolayısıyla da cezalandırılması gerekiyordu. Bunun için kamerayı kırdılar bağlantı kablolarını kestiler. Böylece kamera polislerin çekimini yapmasını hayatıyla ödedi. Kapının zili, fotoğraf tab makinesi, fotokopi makinesi polisin teröründen kaçamayan teknik cihazlardı. En büyük tahammülsüzlüklerini şehitlerin fotoğrafları karşısında gösterdiler. Fotoğrafları kesmek, küfürler etmek acizliklerinin göstergesi idi. Büroda arama ve diğer işlemler bitirildikten sonra akşam saat 22.00'de bürodan ayrıldık. Gözaltına alınan arkadaşlarımız Haseki Hastanesi'ne götürüldüğü için hemen oraya gittik, ilk gözaltına alınan sekiz kişinin hepsinde yaralar vardı. Kolu kırılan, kafası kınlan, burnu kırılan arkadaşlarımız vardı. Ama durumu en ağır olan Zehra Kutay idi. Zehra baygın durumda ve şuuru kapalı idi. Serviste, sedyede tutulmakta idi. Çıplak gözle bakıldığında dahi durumunun ağır olduğu anlaşılabiliyorken, doktor, polis baskısıyla Zehra'yı işkence yapılması için teslim etti. Burada da doktorluk mesleğinin anlamını düşündük. Bir yanda Ölüm Orucu direnişçilerini asker ve polise karşı bedenlerini siper ederek koruyan doktorlar vardı. Diğer yanda da bunun gibi doktorlar. Bir kez daha hatırlatmak gerekiyor, sadece Tıp Fakültesini bitirmekle, beyaz önlük giymekle doktor olunmuyor. İnsan yaşamını tüm teröristlere karşı koruma dürüstlüğünü göstermek gerekiyor. 18 Şubat günü polis müdürlerinin üzerlerine yeminler ettikleri şeref ve namuslarını gördük. Çünkü verilen sözlere rağmen sadece 11 arkadaşımız adliyeye getirildi. Bu 11 kişi Kurtuluş basılırken, destek amacıyla gelip polis tarafından gözaltına alınan insanlardı. Binadan gözaltına alınan bütün Kurtuluş çalışanları siyasi şubeye işkenceye götürüldü. Oysa böyle bir işlemin yapılmayacağına dair emniyet müdür yardımcıları şereflerini ve namuslarını ortaya koymuşlardı. Ve buna 15 kadar avukat da tanıktı. Adliyeye getirilen, 11 kişiden birinin burnu, bir diğerinin kolu, başka birinin de kafası kırılmıştı. Diğer arkadaşların da hemen hepsinde darp izleri ol- DİRENİŞ masına rağmen arkadaşlarımız polise mukavemet etmekten, toplantı ve gösteri yasasına muhalefetten yargılanmaya başlandılar. Adliyeye getirildiklerinde yapılan ilk duruşmalarında da tahliye edildiler. Şu an Kurtuluş'un tüm çalışanları siyasi şubede işkence görmektedir. Susurluk'ta iktidarın ortaya çıkmasından sonra kontrgerilla faaliyetlerine ara verildiğini görüyoruz. Çünkü halk Susurluk'un hesabını soruyordu, açıklama istiyordu, adalet istiyordu. Sürece kendini meşrulaştırarak müdahale eden MGK denetiminde Kutlu Savaş tarafından hazırlanan raporun açıklanmasından hemen sonra infazlara, katliamlara, işkencelere hız verildi. Çünkü rapor esas olarak faili meçhul cinayetleri, infazları, işkenceleri sorgulamıyor sadece "yapın ama usulüne uygun yapın, birbirinize girmeyin" diyordu. Öyle de yaptılar Adana'da, Kurtuluş Adana temsilcisi Mehmet Topaloğlu ile birlikte Besat Ayyıldız ve Bülent Dil'i "çatışma, kırdan eylem için geldiler" yalanlarıyla infaz ettiler. İstanbul Fatih'te 15 yaşmda bir konfeksiyon işçisini evinde infaz ettiler. Açıklama yine aynı idi. Örgüt üyesi idi çatışmaya girdi. Öldürüldü. Kadıköy'de basın açıklaması yapmak isteyen Kurtuluş çalışanları ve okurlarına polis saldırdı. Yedi kişi gözaltına alındı. Bu saldırıyı protesto etmek için basın açıklaması yapmak isteyen kitleye polis saldırdı. Yaşlı analarımızla birlikte onlarca insan gözaltına alındı. HADEP genel merkez yöneticileri provokasyon ve komplo ile tutuklandılar. Görülüyor ki siyasi iktidar halkın muhalefetine tahammül edemiyor, korkuyor ve bunun için de saldırılarının şiddetini artırıyor. Sözlük anlamıyla terör artıyor. Kurtuluş'un merkez bürosunun basılması da artan terörün parçasıdır. Bütün gazete çalışanları gözaltına alınarak yeni komplolar kurulmaya çalışılmaktadır. Sanılmaktadır ki Kurtuluş çalışanları gözaltına alınırsa gazete çıkmayacaktır. Oysa yanılıyorlar. Kurtuluş halkındır, hepimizindir. Zamanı geldiğinde yine raflardaki yerini alacaktır. 15 KURTULUŞ Merkez Büro Muhabirleri Nebahat Arslan ve Bektaş Özder yaşadıkları gözaltı sürecini anlattı; Bektaş Özder 28 Ocak 1998 tarihinde Adana Temsilcimiz Mehmet Topaloğlu'nun katledilmesi ve gazetemiz üzerindeki baskıları protesto etmek için Kadıköy İskele Meydanı'nda basın açıklaması yaptık. Açıklamayı okuduktan sonra işkenceciler vahşice saldırdılar ve beş kişiyi yerde sürükleyerek gözaltına aldı. Önce Kadıköy Karakolu'na ardından İçerenköy işkence merkezine onun ardından Aksaray'daki işkence merkezine götürüldük. Burada dört gün boyunca fiziki ve psikolojik işkenceye maruz kaldık ve işkencecilerin yazdıklarımıza bile ne kadar tahammülsüzlüğünü gördük. "Sürekli neden Kurtuluş niye başka bir gazete değil?" ve buna benzer korkularını ifade eden konuşmalarına tanık olduk. Çarşamba günü Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne çıktığımızda, da savcı da aynı korkaklığı göstererek gazetemiz okuru olan Deniz Parlak, Ali Haydar Parlak, Cemil Köymen, Emre Karadeniz, Ebru Taşdelen'i tutuklayarak Ümraniye Hapishanesi'ne gönderdi. Bu saldırılar Kavganın Onurlu Sesi Kurtuluşu susturamayacak. Doğruları halkımıza ulaştırmaya devam edeceğiz. KUR TUL UŞ 16 DİRENİŞ ""öğrendik. Ayrıca tutsaklar "Halkın" Sesi Kurtuluş Onurumuzdur, Susturulamaz" sloganıyla geldiler. Daha sonra tutsakları getiren jandarmalardan bir tanesi işkencecinin yanına geldi. Aralarında şöyle bir diyaloğa geçti. Jandarma: Kolay gelsin, bunlar siyasi Nasıl gözaltına alındınız? Neler yaşadınız anlatır mısınız? NebahatArslan - Bilindiği gibi 28 Ocak tarihinde gazetemizin Adana, temsilcisi Mehmet Topaloğlu Susurluk Devleti'nin eli kanlı katilleri tarafından katledildi. Mehmet kavganın onurlu sesi gazetemizi Anadolu'nun en ücra köşelerine kadar ulaştırdığı, devrimci gazeteci olduğu için katledildi. Bizler Mehmet'in katledilmesine asla sessiz kalamazdık. Bununla ilgili olarak çeşitli eylemlilikler yaptık. Son olarak, her hafta gazete dağıtımı için çıktığımız Kadıköy Meydanı'nda bir basın açıklaması yaptık. Açıklamamıza polis acizce saldırdı ve beş kişi gözaltına alınarak ilk önce Kadıköy Karakolu'na götürüldük. Basın açıklamasını yaklaşık otuz kişi yapmıştık. Ama it sürüleri o kadar korkmuşlardı ki şaşkın bir halde karakofun içinde bir o tarafa, bir bu tarafa koşturarak "Amirim 80 hatta 100 kişilerdi, slogan attılar", pankartı göstererek; "işte bu pankartı taşıyorlardı, kırmızı dövizler açmışlardı" sözleriyle korkularını açıkça gösteriyorlardı. Daha sonra İçerenköy Karakolu'na, oradan da Vatan Caddesi'nde işkencehaneye götürüldük. İşkencecilerin gözleri dönmüştü. Gider gitmez tekme tokat dövmeye başladılar. Ardından acizlikleri devam etti. İşkencecilerden bir tanesi "Kızım eğer bizim istediğimiz gibi olmazsanız her türlü yöntemi deneriz. Sizin deyiminizle işkence yaparız, katlederiz, bizim deyimimizle zor kullanırız" diyerek onlar gibi onursuz, namussuz, kişiliksiz olmamızı istiyordu. Bizden kendilerince olumsuz bir cevap alamayınca işkencelerine başladılar. Askı, cinsel taciz, tazyikli su, kaba dayak gibi insanlık dışı uygulamalarıyla "bırakacaksınız, bırakmazsanız sonunuz Senem gibi, Mehmet gibi olacak" diyerek tehditler yağdırıyorlardı. Arada yumuşak davranmaya çalışıyorlar fakat, onu da yapamayıp yine gerçek yüzlerini göstererek iğrenç küfürlerine, hakaretlerine devam ediyorlardı. İki gün boyunca işkenceleri devam etti. Daha sonra yalakalık yaparak işkenceci yüzlerini gizleme çabalarına girdiler. Yaralarımıza ilaçlar getiriyorlar "bir isteğiniz, ihtiyacınız varmı?" diye soruyorlardı. Gözaltının beşinci günü mahkemeye çıkarılmak üzere Beşiktaş DGM'ye götürüldük. Bekleme sırasında TİM l'in işkencecilerinden bir tanesi başımızda bekliyordu. Mahkemeye çıkarılmak üzere Sakarya Hapishanesi'nden tutsaklar da oraya getirilmişlerdi. Büromuzda yapılan saldırıyı ve direnişi tutsaklardan İşkenceci: Siyasi Jandarma: Senin memleketin neresi İşkenceci: (Gözlerimizin içine bakıp düşündükten sonra) İstanbul Jandarma: Ya bırak hem şehrim, zengin çocuklarının polis, asker olduğu nerde görülmüş. Sen İç Anadolulular'a benziyorsun. İşkenceci: Ya öyle de, (bizi göstererek) bunlar var söyleyemem. Sana bu konuda eğitim vermek lazım. Jandarma: Ne zamandır bu meslektesin hemşehrim? İşkenceci: (Yine çekingen bir tavırla gözlerimizin içine bakarak) İki senedir Jandarma: Ya bizim meslek zor iş. Bir sürü istifa eden var. Sizin meslek nasıl, istifa oluyor mu? İşkenceci: (Biraz kekeledikten sonra) Yok yok, bizim meslekte istifa pek olmuyor Jandarma: Öyle mi? İşkenceci: (Yine gözlerimizin içine bakarak, biraz da kendini kurtarma çabasıyla) Zaten ben birkaç ay sonra istifa edeceğim. Mesele para değil, iyi Jandarma: Daha sonra hangi meslekte çalışmayı düşünüyorsun? İşkenceci: (yine kekeleyerek) Birkaç tane iş teklifi var işte. Jandarma: Ne bu iş teklifleri? İşkenceci: Ya... bunlar gitsin ondan sonra konuşuruz... -Dialogdan da belli olduğu gibi, korkuyordu. Yaptığı sözde mesleğin onursuzluk olduğunu biliyor ve kendini biraz da affettirebileceğini zannediyordu. İfadelerimizi verdikten sonra serbest bırakıldık. Son olarak söylemek istediğiniz bir şey varmı? - Daha öncede defalarca gözaltına alındık. Yazı işleri müdürlerimiz, muhabirlerimiz tutuklandı. Büromuz bombalandı, dağıtımcımız, temsilcimiz katledildi. Bizler susmadık, susmayacağız. İşkencecilerin korkuları, halkın haklının onurlu sesi olmaya devam edeceğiz. * 105.7 ÇEVRE RADYO BERAAT ETTİ 1 Mayıs 1997 için Taksim Meydanı'na çağrı yaparak "halkı suça teşvik etmek" iddiasıyla haklarında dava açılan Çevre Radyo Genel Yayın Yönetmeni Ruhan Mavruk ve program yapımcısı Nilgün Mete beraat etti. 18 Şubat Çarşamba günü Şişli 2. Asli Ceza Mahkemesi'nde görülen duruşmaya Mavruk ve Mete'nin yanısıra Çevre Radyo'nun avukatlarından Ali Rıza Dizdar, TAYAD Genel Başkanı Mustafa Eryüksel, Yar Yayınları'ndan Osman Y. Çobanoğlu ve Emekli-Sen'den Avni Erakalm da katıldı. • HER ALANDAN AKACAĞIZ DAĞLARA... Besat, Bülent, Mehmet yoldaşlarımızla, bir kez daha Toroslar'da yankılandı gerillanın Artık ülkemizin bütün dağları bizim olacaktır. Kemal Askeri'lerin yerini General Cemler, Bahattin'lerin yerini Ali Haydar'lar, Nurettin'lerin yerini Cömertler, Tankların yerini Besatlar ve tüm şehit gerillalarımızın yerini yenileri doldurmuşsa, bütün dağlar bizim olacaktır. Dağlardan yükselen her isyan sesi, zaferi müjdeleyen bir savaş çağrısıdır halklarımıza, savaşa katılma çağrısıdır hapishanelerdeki tutsak yoldaşlarına... Yıllar boyu halkların zulme isyanlarının mekanı olan dağlar, Halk Kurtuluş Savaşımız'da da zaferimizin garantisi, güvencesi olan savaş alanlarının başında gelmektedir. Dağlar, gerilla demektir; ve gerillasız bir savaş, gerillasız bir zafer, gerillasız bir devrimi hayal etmek bile mümkün değildir. Çünkü gerilla kurtuluştur, halkın zulme, sömürüye, bağımlılığa başkaldırısıdır. Gerilla umuttur; vatan topraklarını özgürleştirmenin, Türkiye halklarının özgürce, insanca yaşayacağı bir geleceğin umududur. Gerilla güçtür; en güçlü silahlar, en güçlü düşman karşısında, vatan sevgisinin, halkların birliğinin, yaratıcılığının, cüretinin, kazanma azminin, silahlanmış halkın yenilmez gücüdür. Gerilla, vatan topraklarının özgürleşmesidır. Gerillanın adım attığı her yer, özgür vatan toprağıdır. Bugün ülkemizin Kürdistan dahil hemen tüm dağlarında emperyalizm uşağı ordunun, kontrgerillanın önemli oranda denetiminin olduğu söylenebilir. Bu güçler büyük bir zulmün, halklarımızın çektiği büyük acıların başlıca nedenidir. Öyle ki; geçmişten bu yana bu ordu, halklarımıza yönelik baskı ve katliamların, halkın onuruna, namusuna saldırının uygulayıcısı olmuştur. Özellikle ülkemizde emperyalizmin egemenliğinin iyice pekişmesinden sonra, adım attığı her yerde emperyalizmin halklarımız üzerindeki sömürüsünün güvencesi, emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin çıkarlarının temel savunucu gücü olmuş, halklarımız kendi topraklarımızda emperyalizmin egemenliğini en ücra köşelere varıncaya kadar hissetmiştir. Buna karşılık gerillamızın kırda, şehirde yürüttüğü savaş, halklarımıza daima umudun, onurlu bir yaşamın, bağımsızlığın, özgürlüğün taşıyıcısı olmuştur. Bunun içindir ki; ülkemizin dağlarını, şehirlerini adım adım savaşarak özgürleştirmek onurlu bir yaşamın, sömürü ve zulümden, emperyalizmden ve uşaklarından kurtuluşun tek yoludur. Gerilla olmanın, gerilla kültürüyle yaşamanın, gerilla gibi düşünmenin, gerilla gibi savaşmanın mekanı olmaz. Dağlara sevdalı yürekler, gerilla bilinciyle donanmış beyinleri hiçbir güç hapsedemez. Besatlar'a sözümüz, düşmanımızdan ise sorulacak hesabımız var. Gerilla yoldaşımız Besat'm "... irade savaşının zorluğu gerçeğinden, bir dayanıklılığın her alanda gerekli olduğunu öğrendik. İnancımızda, karnımızda, dizlerimizde... herşeyimizde bizi takatten düşürecek, düşmana prim verdirecek, düşmana zafer kazandıracak herşeyin 21 Şubat 1998 kendimizi tanımadaki eksiklikten ve kendimizi tanıyıp değiştirmedeki eksikliklerden kaynaklandığını öğrendik. Savaşı yaymak için başarmak zorunda olduğumuzu öğrendik..." dediği gibi şimdi hapishanelerde, Buca'da, Ümraniye'de, Ölüm Orucu'nda kazandığımız zaferleri daha da büyütmek için tartışıyor, sorguluyor ve yeni zaferlerin önünü açmayı amaçlıyoruz. Beynimizde ve yüreğimizde yoldaşlarımıza verdiğimiz sözü tutmanın bilinciyle dağlara sevdamızı büyütüyoruz. Saflarımızda bu bilincin, gerilla özleminin, dağlara çıkma, savaşma isteğinin oldukça üst düzeyde olduğunu söyleyebiliriz. Kuşkusuz, bu hapishaneler için de geçerlidir. Ancak gerçekte kafalarda şekillenen gerillanın ve buna bağlı olarak yaşamımızın, ne kadar gerilla tarzımızla, savaş gerçeğimizle uyum gösterdiği tartışılıp netleştirilmek durumundadır. Gerilla olmak, savaşmak, zaferler kazanmak, vatan topraklarının özgürleştirmek, tüm dünya halklarının özgürlüğünü hedeflemek büyük bir amaç, onurlu bir görevdir. Ancak doğaldır ki; bu görev belki her alanda olduğundan daha fazla yaratıcılığa, fedakarlığa, özveriye, örgütçülüğe, "yok'ları, "olmaz'ları "olur" kılmaya, inatçılığa; koşullar ve zorluklar ne olursa olsun yaratıcılıkta, fedakarlıkta, cesarette sınır tanımayarak düşmanı yenme hırsına ihtiyaç vardır. "Şimdi Hapishanelerde Yüzlerce Dağlara Sevdalı Yürek Yetişiyor"... Bu, şehit yol- daşlarımız başta olmak üzere önderimize, Parti-Cephemiz'e, halklarımıza verdiğimiz zaferi kazanma sözüdür. Bu sözün gereklerini yerine getirmeyi sadece dağlara çıkma, savaşma özlemi, tutkusu olarak kavramak yetersizdir. Bu sözü, zaferi kazanma sözü olarak algılamalıyız. Bu sözden, kendimizi dağlarda savaşmaya hazırlamanın yanında, esas olarak savaşın her türlü zorluklarına göğüs gerebilmeyi, dağlarda savaşıp şehit düşmek kadar, belki daha fazla dağlarda savaşın gerillayı ülkenin her yanına yayabilmenin geretaesini yerine getirmeyi anlamalıyız. Bu sözden, koşullarımız ve olanaklarımız ne olursa olsun düşmana darbeler vurmayı, adım adım düşmanı geriletmeyi, zorluklara teslim olmamayı, kısaca zafer kazanmayı, bunları başaracak bir kişilik yapısını hedefleyen tarzda kendimizi eğitmeyi anlamalıyız. Bunları başarmanın, kendi bireysel yaşamından başka birşey düşünmeyenlerin, nerede olursa olsun kendi yaşamının devamını temel alanların, ülke toprakları ve halklarımız emperyalizmin egemenliği altında ezilirken devrimciliği bıratap yurtdışında bireysel kurtuluş arayacak kadar, kendini "yurtdışına çıkıp maddi yardımda bulunurum'\a sınırlayacak kadar ulusal onur ve vatan sevgisinden yoksun olanların, yoldaşlık sevgisinden, halk sevgisinden yoksun olanların ya da kurallı, disiplinli, ilkeli bir yaşamı kaldıramayanların, asalak bir yaşamı, serseri bir kültürü dayatanların, en küçük bir işi dahi yaparken yokları ve olmazları partiye dayatanların... işi olmadığı, olamayacağı açıktır. Bu sözü yerine getirmek için, her şeyden önce bu olumsuzluklardan arınmaya, kişiliğimizi ve irademizi güçlendirmeye, şehit yoldaşlarımız kadar halk ve vatan sevgisine sahip olmaya ihtiyacımız vardır ve bunu başarmak istisnasız tüm yoldaşlarımızın görevidir. Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi Tutsaklar Örgütlenmesi RÖPORTAJLAR 21 Şubat 1998 Direniş sırasında gazetemizi sahiplenmeye gelen ÇHD'li avukatlarla yaşanan üzerine görüştük: MURAT Çelik (ÇHD İst. Şb. Başkanı) Operasyon başlamak üzere iken dergi bürosuna İst. Em. Md. Yrd. Hüseyin Arpacı geldi. Az sonra operasyonun başlayacağını, bizlerin binayı terk etmemiz gerektiğini söyledi. Kendisine o ana kadar olan gelişmelerden bahsettik. O da GBT'den sonra herkesin serbest bırakılacağı konusunda her türlü sözü verdi. Gazete çalışanlarının sadece güvenlik şubeye götürüleceği, siyasi şubeye götürülmeyeceği teminatını verdi. Bunun üzerine gazete çalışanları oda kapısını açarak dışarı çıktılar. Bizlerle birlikte bina dışına çıkıldı. Polis arabasına avukat arkadaşlarla birlikte binildi, ist. Em. Müd. Güvenlik Şubeye gelindi. Geç saatlere kadar bekledik. Yine birlikte sağlık kontrolü amacıyla Haseki Hastanesi'ne gidildi. Sağlık durumu kötü olan birçok kişiye acil müdahalede bulunuldu. Ertesi gün, DGM'den alınan izin ile bu kişilerin güvenlik şubeden siyasi şubeye götürülerek sorgulandıklarını öğrendik. Aldığımız duyumlara göre gözaltındakilere yoğun işkence uygulanmaktadır. Polis saldırısı sırasında hepsi çok ciddi yaralanmıştır. Öncelikle hastanede ciddi tedavilerinin yapılması gerekmektedir. Devletin muhalif güçlere baskısı infaz, kayıp, gözaltı ve işkenceler ile devam etmektedir. Son 20 gün içinde Adana'da aralarında Kurtuluş muhabiri Mehmet Topaloğlu'nun da bulunduğu üç kişi, İstanbul'da iki kişi yargısız infaz edilmişlerdir. HADEP Genel Merkezi'ne baskın yapılmış, başkan ve yöneticiler gözaltına alınarak keyfi biçimde tutuklanmıştır. Sonuç olarak Kurtuluş Gazetesi de bu baskılardan nasibini almıştır. Merkez büro "arama" adı altında talan edilmiş, çalışanlar verilen tüm sözlere rağmen keyfi biçimde gözaltına alınmıştır. Siyasi iktidar bir yandan demokratikleşme vaadinde bulunurken öbür yanda muhalif gördüklerine karşı acımasızca baskı ve şiddet uygulamaktadır. Buna karşı tavır almak, herkesin sorumluluğudur. Muharrem Çöpür .. olay yerine gelen Eminönü Emni yet Müdürü ile İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Arpacı içerdekilerin kılına dokunulmayacağını, onları TEM'e vermeyeceklerini, isterlerse hakime çıkın caya kadar avukatları ile yan yana buluna bileceklerini belirterek namus ve şeref sö zü verdiler. Bu sözler üzerine esas olarak eylemin başarıya ulaştığını gören dergi ça lışanları barikatları kaldırıp avukatlarının nezaretinde polis otosuna bindiler. Ancak bugün (18.2.1998) öğrendiğime göre gözaltına alınan Kurtuluş Gazetesi Merkez Büro çalışanları Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'ne teslim edilmişler. Burada bu sayın polis şeflerine sormak lazım. "Hani, TEM'e teslim etmeyecekleri konusunda namus, şeref sözü vermişti- niz... Devlet olma ciddiyeti bu mudur? Peki bundan sonra sizlere ve sözünüzü bizler nasıl güvenerek arabuluculuk yapacağız?" Aslında söylenecek çok şey var. Ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Devlet adamı olmak ciddiyet ister. Sözünün takipçisi olmayı gerektirir. Eğer yerine getiremeyecekseniz, ya o sözü vermeyin ya da hemen bugünden istifa ediniz. Söz vermeyeydiniz. Zira Robocop denilen polisleriniz, gaz maskelerini takmış saldırıya hazır bekliyordu. Hiç değilse hevesleri kursaklarında kalmazdı. Robocoplar birkaç kişiyi sakat bırakacak da olsa barikatları aşar, çalışanları gözaltına alabilirdi. Evet dostlar... Türkiye ciddi olduğu kadar da tehlikeli bir süreçten geçiyor. Bir yandan düzene karşı yığınların mücadelesi, diğer yansız saldırılar... Bu saldırılar ne ilk, ne de son olacaktır. Ama şunu dost düşman herkes iyi bilsin ki; sonuçta iyiyi güzeli savunanlar kazanacaktır. Sizlere "geçmiş olsun" diyemeyeceğim. Çünkü sizler onurlu ve onurlu olduğu kadar da zor bir mücadele veriyorsunuz. Sizler ne ilk, ne de son kez Terörle Mücadele ye gidiyorsunuz. Çok zorluklar çektiğinizi, işkence tezgahlarından geçtiğinizin tanığıyım. Bu nedenle sizlere değil sizlere ve bizlere söz verip de duramayanlara "geçmiş olsun" diyorum. Başarılarınızın devamını diliyorum. GülizarTuncer Son zamanlarda basına ve özellikle de Kurtuluş gazetesine yönelik açık saldırılar başladı ve 17 Şubat 1998 tarihinde yapılan baskınla gördük ki tamamiyle hukuksuzluğun, usulsüzlüğün ve keyfiliğin egemen olduğu çete devletinde verilen hiçbir söze güvenilmez. Basın özgürlüğünün değil, baskın özgürlüülkemizde, Kurtuluş Gazetesi'ne yönelik son derece kanlı bitecek bir operasyon yapması da çarpıcı bir gelişmeydi. Gazeteye destek için gelen insanların ve özelliklede gazete çalışanlarının komalık olacak derecede dövülmesi, eşyaların talan edilmesi, sivil ve resmi polislerin gazete binasında ve sokakta estirdikleri terör tam bir polis devleti vahşetiydi. Ve bu baskın İstanbul DGM'nin arama kararına dayandırılmış olsa da hukuki kılıf ve gerekçesi ne olursa olsun esas amacı toplatılmış yayın ve hakkında yakalama emri bulunan şahısları almak olmadığı, gözdağı vermek olduğunu göstermiştir. Herşeye rağmen Kurtuluş gazetesi çalışanlarının saatlerce süren direnişi olaya damgasını vurmuştur. Ve anlamlı olan da budur. 17 KURTULUŞ KURTULUŞ 18 Bizler Direniş Emekçileri olarak, Kurtuluş Gazetesi'ne yapılan baskını protesto ediyoruz. Bütün gücümüzle Kurtuluş'un yanındayız! Devlet, devrimci basına geri adım attırmayı şimdiye kadar başaramadı. Bizleri, onca bedel ödeyerek tutunduğumuz mevzilerimizden söküp atabilmeleri mümkün değildir. Özgür Basın Susturulamaz! Kurtuluş Susmayacak!" DİRENİŞ Son günlerde Kurtuluş Gazetesi nezdinde devrimci basın kurumlarına ve çalışanlarına yönelik faşist teröre karşı tüm devrimci, demokrat kurumları göreve çağırıyoruz. Yaşanan saldırı tüm hepimize yapılmıştır. Faşist kudurganlığı, militan ve kitlesel karşı kovuşla püskürtelim. E.K.K Alınteri Gazetesi Direnişinizde Sizlerleyiz!... Kurtuluş Gazetesi'ne saldırıyı tüm sınıf kinimizle lanetliyoruz. Barikatların arkasında yalnız değilsiniz. Faşist devletin bu saldırıları öfkemizi büyütüyor; tüm kinimizle yanınızdayız. Ve direnişinizi coşkuyla karşılıyoruz. Kurtuluş Gazetesi Yalnız Değildir! Yaşasın Devrimci Dayanışma! PARTİZAN ÖZGÜR GELECEK YENİ DEMOKRAT GENÇLİK Susurluk kazasıyla ortaya çıkan devlet içindeki çeteleşme, mafyalaşma ve organize suç örgütleri ülkemizi karanlık bir kaosun içine sürüklemektedir. Bu karanlık düzeni istemeyen, herhangi bir pisliğe bulaşmamış halkın en küçük bir tepkisini kaldıramayan çete düzeni özgürlük ve demokrasi isteyenleri susturmak istiyor. Haftalık Kurtuluş Dergisi İstanbul Temsilciliği'ne yapılan bu çirkin saldırıyı kınıyoruz, gözaltına alınan dergi çalışanlarının derhal serbest bırakılmasını istiyoruz. DURSUN SEVİM (ÖDP KOCAELİ İL ÖRGÜTÜ) Kurtuluş Gazetesi'ne yönelik saldırılar da devrimci muhalefete yönelik ezme hareketinin topyekün bu saldırıların uzantılarıdır. Topyekün bir saldırı ancak topyekün bir tepki ile püskürtülebilir. Bu pervasız saldırılar yanıtsız bırakıldığı takdirde saldırıların kapsamı ve dozajı gittikçe artacaktır. Sıranın kendisine gelmesini beklemeyen bir tarzda birleşik mücadele örmek yakıcı hale gelmiştir. Kurtuluş'a yönelik saldırılara karşı alınacak tutum ve sahiplenici tavrın böylesi ATILIM Gazetesi Faşizm saldırıyor. Halkın sesi direniyor. Bizler Demokratik Lise Mücadele TEPKİLER Komiteleri olarak Kurtuluş Gazetesi'ne yapılan bu keyfi baskını kınıyoruz. Arkadaşlarımız derhal serbest bırakılmalıdırlar. DEMOKRATİK LİSE İÇİN MÜCADELE KOMİTELERİ LİSELİ GENÇLİK DERGİSİ Kurtuluş Susmayacak, Susmayacağız; Halkın yanında ve halkın sesi olan Halk İçin Kurtuluş Gazetesi'ne yapılan baskınla Kurtuluş'u susturacaklarını zannettiler. Fakat Kurtuluş çalışanları içeride "Sonuna kadar direneceğiz. Bizi alamayacaklar" derken biz de gençlik olarak kapının önünde onlara sahip çıktık. Sloganlarımızla onları yalnız bırakmayacağımızı söyledik. Ne onlar, ne de biz susmadık susmayacağız! Devrimci Gençlik Dergisi TÖDEF/İYÖ-DER Baskılara ve saldırılara karşı, tüm sosyalist basın ve kendine "ben devrimci ve demokratım diyen" tüm halkımızı, bu saldırılar ve katliamlar karşısında susmak yerine inanç ve öfkeyle haykırmaya çağırıyoruz. Şunu bilmeliyiz ki, bu saldırılar ve baskılar sadece Kurtuluş Gazetesi'ne değil tüm sosyalist basına yapılan saldırıdır. Bizler sosyalist basın olarak bu tür saldırıları ve katliamları kınayarak sesimizi yükseltmeliyiz. Bu saldırı ve katliamları şiddetle kınamalıyız. Bizler Kurtuluş çalışanları olarak şunları söylüyoruz; baskıların ve katliamların bizleri yıldıramayacağını, mücadelemizi daha da yükselteceğimizi belirtiyoruz. Ve Kurtuluş hiçbir zaman susturulamaz diyoruz. DEVRİMCİ BASIN SUSTURULAMAZ! BEDEL ÖDEDİK BEDEL ÖDETECEĞİZ! HAKLIYIZ KAZANACAĞIZ HALK İÇİN KURTULUŞ GAZETESİ ADANA TEMSİLCİLİĞİ BU SESİ HİÇ KİMSE SUSTURAMAYACAK! Devlet Susurluk sürecinin ardından halka saldırmaya başlamış ve devletin ilerici gördüğü her kesim bu saldırılardan payını almıştır. Kurtuluş Gazetesi de halkın yanında yaptığı yayınla devletin bu saldırılarından en çok payını alan kesim olmuştur. ABD emperyalizminin Ortadoğu halklarına saldırmaya hazırlandığı şu günlerde onun kukla hükümeti de bu savaş hazırlıkları sırasında gördüğü ciddi ve diri muhalefeti kırmaya çalışıyor. Önce devrimcileri susturacak ve dilediğini rahatça hayata geçirecek. HAYIR! Buna müsaade etmeyeceğiz. Susmayacağız! Halkımızın onurlu sesi Kurtuluş'u baskılarla, gözaltılarla teslim alamayacaksınız! Kurtuluş her yerde halkın yanı başında olacak! HAKLAR VE ÖZGÜRLÜKLER PLATFORMU Son dönemlerde artan baskılar halk muhalefetini susturmayı hedeflemekte, bunun için parti merkezlerinin basılmasından tutuklamalara kadar hukukla bağdaşmayacak yöntemler kullanılmaktadır. Bunlar Susurluk uygulamalarının devam ettiğini göstermektedir. Bu saldırıları protesto ediyor, gözaltına alınanların derhal serbest bırakılmasını Veysi Ülgen SES Genel Başkanı Merkez Yönetim Kurulu Adına Bu ülkede artık herşey herkesin gözü önünde oluyor. Dün yine görüldü ki Kurtuluş Gazetesi tamamen keyfi ve vahşi bir biçimde basılıp çalışanları komaya sokularak gözaltına alındılar. Büroları tahrip edildi. Bu vahşeti görüntüleyen diğer basın emekçileri de bu vahşetten nasiplerini aldılar. Bu keyfi uyulamaları, bu vahşeti protesto ediyor. Tüm basın emekçilerinin yanında olduğumuzu İETT ÇALIŞANLARI DERNEĞİ GENEL MERKEZİ GENEL SEKRETER FUAT ÇELİK GENEL BAŞKAN ZEYNEL KILIÇ Yurdumuzda çok sık görülen, basın özgürlüğüne vurulmuş bir darbe daha. Yani, son derece düşündürücü, üzüntü verici, kınanması gereken bir davranış. Yani artık burası böyle. İnsanların dilediği yere, dilediği biçimde böyle baskın yapıp, arayıp tarayıp sorgulayacağı garip bir düzenin hakim olduğu günler yaşıyoruz. Üzüntü verici bu ne diyebilirim ki başka. Kaldı ki bir gerekçe de yok bildiğim kadarıyla. ZUHAL OLCAY (Sinema ve Tiyatro Sanatçısı) KURTULUŞ GAZETESİ HALKIN SESİDİR SUSTURULAMAZ Kurtuluş Gazetesi okurları direnişe, direnişle destek vererek gazeteye sahip çıkmıştır. Susurluk'un üstünü örtmeye çalışan devlet, kendini aklamak kaygısıyla demokratik örgütlülüklere saldırıyor. Emperyalist savaş öncesinde karşısında gördüğü ciddi muhalefet odaklarını sindirmeye 21 Şubat 1998 çalışıyor. Kurtuluş Gazetesine yapılan saldırılar bunun en açık örneğidir. Kurtuluş Gazetesi halkın onurlu sesidir. Bu sesi hiç kimse susturamaz. Anadolu ÖZGÜR-DER KURTULUŞ ÇALIŞANLARI İŞKENCECİLERE TESLİM EDİLDİ Görülüyor ki bu devletin halka verip tutacağı tek bir sözü yoktur. Bu devletin namusu, erdemi kalmamıştır. O'nun namusu, Susurluk'takilerdir. Onun namusunun göstergesi, ülkemizi fuhuş, eroin, uyuşturucu batağına çevirenlerdir. Susurluk Devleti namussuzdur! Bu namussuzlardan hesap sormak emeğini, onurunu savunan herkesin en doğal hakkıdır. Tüm vatanseverler, Kurtuluş Gazetesi'nde çalışan ve baskın sırasında gazete önünde destekleyen herkes bu meşru hakkını savunmuştur; namussuzların iktidarından hesap sorma hakkını kullanmıştır. Bu meşru hakkı biz de sahipleniyoruz. Kurtuluş'un balkonunda bir söz yankılandı: "GELİN BİZDE MANGAL GİBİ YÜREK VAR!" Bu yürek hepimizde var ve bu yürekte vatan sevgisi var, özgür vatana olan tutku var. Bu tutkunun ateşi namussuzların iktidarını da yakacak! BİZ HALKIZ! HALKI SUSTURAMAYACAKSINIZ! GRUP YORUM ÖZGÜRLÜK TÜRKÜSÜ AYŞE GÜLEN HALK SAHNESİ AYŞE NİL HALK KÜTÜPHANESİ FOTOĞRAF VE SİNEMA EMEKÇİLERİ(FOSEM) KÜLTÜR SANATTA TAVIR DERGİSİ OKMEYDANI HALK KÜLTÜR MERKEZİ İDİL KÜLTÜR MERKEZİ Susurluk raporuyla birlikte demokratikleşme, özgür basın gibi söylemlerde bulunan devlet gerçek yüzünü bir kez daha göstermekte gecikmedi. Bizler Eskişehir Kurtuluş Gazetesi Temsilciliği ve Kurtuluş Gazetesi okurları olarak yapılan saldırıları kınıyoruz. Üzerinde insanca ve eşitçe yaşayabileceğimiz bir ülke kurana dek bu ses hiç susmayacaktır. Kavganın onurlu sesi Kurtuluş susturulamaz Kurtuluş Gazetesi Eskişehir Temsilciliği Kavga dostlarımızın yanındayız. Böylesi bir süreçte devrimci dayanışma saldırıları önleyecektir. Sosyalizm Yolunda Kızıl Bayrak Gazetesi Devrimci-Sosyalist basın olarak çete devletinin saldırıları karşısında 21 Şubat 1998 yılmayacağımızı ve halklarımızdan aldığımız sonsuz güç ve destek doğrultusunda samimiyetle inandığımız yolda sebatla ilerleyeceğimizi bir kez daha dosta düşmana ilan ediyoruz. Kurtuluş Gazetesi'ne yapılan saldırıları protesto ediyor, maddi ve manevi her türlü desteğimizle Kurtuluş Gazetesi'nin yanında olduğumuzu bir kez daha belirtiyoruz. Halkın Günlüğü Haber Merkezi Buradan bir kez daha ilan ediyoruz ki hiçbir baskı ve katliam yöntemi bizi yıldıramayacak. Üzerimizdeki baskıları protesto ediyor, tüm ilerici demokrat kamuoyunu Susurluk Devleti'nin bu politikalarını boşa çıkarmak için dayanışmaya çağırıyoruz Kurtuluş Gazetesi Malatya Temsilciliği Devrimci Selam ve Dayanışma Duygularımızla Kurtuluş Gazetesi, çalışkanlık özveri ve direngenlik örneği gösteriyor. Öteki devrimci ve marksist basın-yayın faaliyetleri gibi, gazeteniz de kavgasında asla yalnız değildir. Anın görevi, işçi sınıfı ve emekçi halkların bölgemizdeki uyanış ve yönelişlerini doğru değerlendirerek tutarlı bir anti-emperyalist mücadele hattının ne anlama geldiğini bilince çıkartmaktır. Tekelci-militarist polis devletinin cenahımıza yönelttiği baskı, terör ve saldırılar, emperyalist tekelci hegemonların da isteğidir. Kapitalizm-emperyalizm bütün kışkırtma ve saldırılarıyla karşıtını da yaratıyor. Devrimci ve Marksist sol kadroların (herbirimizin) sorumluluğu işte burada sınanıyor. Hegemonların krizini derinleştirmek, oyunlarını açığa vurmak ve asla yeri doldurulamayacak değerli insanlarımızı, kurumlarımızı koruyup sahiplenmek görevlerimiz arasındadır. Sorun Yayınları Kollektif Çalışanları Adına Sırrı Öztürk Bizler, bağımsız, demokratik, ulusların ve halkların özgür olduğu, emeğin en yüce değer sayıldığı halkın yönettiği bir ülke için mücadelemize faşist saldırılar ve baskılardan yılmadan devam edeceğiz. Halk İçin Kurtuluş Gazetesi'ne yapılan bu saldırıları kınıyoruz. Halkız Haklıyız Kazanacağız. Kocaeli TÖDEF Kurtuluş Gazetesi'ne yönelik şiddet kampanyasının, Ortadoğu'ya emperyalist saldırı ile eş zamanlı oluşu dikkat çekicidir. Meşruiyet krizi içinde bulunan egemenlik sistemi hukuk ve yasa tanımazlığını kendi bürokratları aracılığıyla da TEPKİLER ilan etmiştir. Kurtuluş Gazetesi'ne ve olaylar esnasında görev yapan diğer gazetecilere yönelik saldırıyı kınıyorum. Av. Suat Parlar BASKILAR BİZLERİ YILDIRAMAZ Susurluk Devleti böyle gözaltılarla, katliamlarla bizleri yıldırmaya ve artan halk muhalefetini sindirmeye çalışmaktadır. Ancak şunu iyi biliyoruz ki faşist devletin bu uygulamalarına boyun eğmeyecek haklı mücadelemizi daha da genişletecek ve hesabını soracağız. SAKARYA TÖDEF Polis; Kurtuluş Gazetesi'ne illegal yayınmış gibi gelip basıyor. Kangren oldu. Neyin ne olduğunu bizler de bilemiyoruz. Hiç kimse hiçbir şeyin hesabını sormuyor. Ne ilk, ne de son olacak böyle giderse. Bu olaylar tam olarak kangren haline geldi. Gazeteciler dövülüyor, tutuklanıyor. Aytaç Arman (Sinema Sanatçısı) Emperyalizmin, Ortadoğu'da savaş çığlıkları attığı günümüzde, işbirlikçi tekelci burjuvazi, bir yandan savaş hukukunu kendince tahkim etmeye çalışarak, sömürü ve zulmünü sözde meşru zeminlere dayamaya, diğer yandan da halkın devrimci muhalefetini susturma ve etkisiz kılma operasyonlarını ağırlaştırmaya başladı. Bu doğrultuda devrimci halk muhalefetinin gür sesi Halk İçin Kurtuluş Gazetesi'ne saldırılmıştır. Kurtuluş Gazetesi ve HADEP'e yönelik saldırılar devrimci muhalefetin iki ana gövdesini etkisizleştirmeye yöneliktir. Yapılan saldırılar da göstermiştir ki, halkımızın doğal örgütlülükleri gelişen savaş konseptine göre yetersiz kalmakta, kitleler topyekun seferber edilememektedir. Her ne kadar son baskınlarda gerek HADEP'e, gerek Kurtuluş Gazetesi'ne toplu sahip çıkmalar olduysa da, bu tayin edici bir ' konuma gelememiştir. İşbirlikçi Tekelci Burjuvazinin, HADEP'e, devrimci demokrat basına ve Kurtuluş Gazetesi'ne saldırıp çalışanlarının pervasızca dövülerek gözaltına alınması tesadüfi değil, yeni savaş konseptinin bir ürünüdür. Toplumun çıkarı emperyalizm ve kapitalizmle çelişen bütün muhalif ve muaflık kesimleri daha büyük ve daha katı baskılara kendini hazırlayarak, mevcut örgütlülüklerini geliştirip birlikte mücadele etme gereğini iliklerinde hissederek, topyekun karşı koyma geleneğini yaratmak zorundadırlar. Süreç, bunu tüm halk kesimlerine dayatmaktadır.* Önce Kurtuluş Adana temsilcisi Mehmet Topaloğlu katledildi. Kurtuluş'u susturamadılar. Ardından katliamı protesto edenler saldırıya uğradı, gözaltına alındı susturamadılar. Okurları tek tek evlerinde gözaltına alındı, sokaklarda kurşunlandı, yine susŞimdi de Kurtuluş Merkez Büro'ya vahşice saldırdılar. Onlarca Kurtuluş çalışanının barikatlarıyla karşılaştılar. Kurtuluş çalışanları yerlerde sürüklenerek, dövülerek yaralandı, gözaltına alındı. Bu saldırılar ne ilkti, ne de son olacaktır. Yine susturamayacaklar. Susurluk'taki devletten hesap sormaya devam edeceğiz. Tahammülsüzler; bu tahammülsüzlükle saldırıyorlar. Çaresizler; çaresizliğin korkusuyla saldırıyorlar. Çünkü Kurtuluş halkın sesidir; onurlu mücadelenin sesidir. Kurtuluş işçinin, memurun, köylünün, yoksul gecekondulunun, öğrencinin, ülkesinin bağımsızlığı için, halkın kurtuluşu için savaşanların, biz tutsakların sesidir. Kurtuluş'a saldırı halka saldırıdır, tutsaklara saldırıdır. Halkın onurlu sesi Kurtuluş baskı, terör ve katletmekle susturulamaz. Halkımızın kurtuluş mücadelesi, bedeller üzerinde yükseliyor. Bizler, vatanımız ve onurumuz için bedel ödemeye her zaman hazırız. Bedel ödetenler de bedel ödemeye hazır olmalıdır. Kurtuluş halkımızın bedellerle kazandığı bir mevzidir. Bu mevzi hepimizindir. Biz Parti-Cepheli tutsaklar, yapılan bu saldırıyı protesto etmek için 18 Şubat 1998 tarihinde sayım vermeme eylemi yapıyoruz. Tüm halkımızı faşist saldırılara direnmeye, gazeteleri Kurtuluş'a sahip çıkmaya çağırıyoruz. Halkın Onurlu Sesi Kurtuluş Susturulamaz! Saldırıların Katliamların Hesabını Soracağız! DHKP-C Tutsaklar Örgütlenmesi Kurtuluş gazetesi emekçilerine Merhaba, Kurtuluş'u Bir Direniş Mevzisine Dönüştürenleri Selamlıyoruz! Mehmet Topaloğlu yoldaşınızı şehit verdiniz. Bu ilk şehidiniz de değildi. Onlarca emekçiniz tutsaklıklar yaşadı, faşist saldırılarda zulme uğradınız. Ama boyun eğmediniz. Halkın onurlu sesi susturulamadı... Kurtuluş susturulamaz! Halkla bütünleşmiş geleneği hiçbir güç yenemez! Faşizm halka karşı saldırılarını tırmandıracaktır. Kurtuluş gazetesine yapılan saldırı bunun bir parçası olarak halka karşı yapılmıştır. Halklarımızın KURTULUŞ' unu boğmaya çalışanlar BAŞARAMAYACAKLAR! Kurtuluş halkın sesidir, soluğudur susturulamaz! Saldırıların Katliamların Hesabını Mutlaka Soracağız! DHKP-C Tutsaklar Örgütlenmesi 19 KURTULUŞ Merhaba, Halkımızın onurlu sesi Kurtuluş asla susturulamayacak: Saldırıyorlar... Çaresizler... Korkuyorlar. Düzenleri sarsılıyor temellerinden, çünkü halkın öfkesiyle hergün daha da büyüyen Parti-Cephemiz var. Ve Parti-Cephemizle hergün daha da büyüyen onur, namus, adalet kavgamız var. Bu kavganın onurlu sesi olan Kurtuluşumuza tahammül edemiyorlar. Bulunduğumuz her yer bir direniş Katletmekle tüketemeyeceksiniz: Baskı ve terörle susturamayacaksınız: Bizimle karşılaştığınız her yerde Sabolar'ın, Edalar'ın, Mecitler'in, Orhanlar'ın kavga ve direniş sloganlarıyla karşılaşacaksınız Korkun: Mehmetlerimizin, yoldaşlarımızın akıttığınız her damla kanın hesabını soracağız. Dün olduğu gibi bugün de, yarın da düşlerinizde karabasan olmaya devam edeceğiz. Yiğitçe direnen Kurtuluş emekçileri; Gelenek sürüyor, sürdürüyorsunuz... Bu gurur hepimizindir. Direnişinizi selamlıyoruz. Kurtuluş Halktır, Halkı Yenemezler! Çanakkale Hapishanesi DHKP-C Tutsakları Kurtuluş gazetesi emekçilerine Merhaba, Kurtuluş'u Bir Direniş Mevzisine Dönüştürenleri Selamlıyoruz! Mehmet Topaloğlu yoldaşınızı şehit verdiniz. Bu ilk şehidiniz de değildi. Onlarca emekçiniz tutsaklıklar yaşadı, faşist saldırılarda zulme uğradınız. Ama boyun eğmediniz. Halkın onurlu sesi susturulamadı... Kurtuluş susturulamaz! Halkla bütünleşmiş geleneği hiçbir güç yenemez! Faşizm halka karşı saldırılarını tırmandıracaktır. Kurtuluş gazetesine yapılan saldırı bunun bir parçası olarak halka karşı yapılmıştır. Halklarımızın KURTULUŞ' unu boğmaya çalışanlar BAŞARAMAYACAKLAR; Kurtuluş halkın sesidir, soluğudur susturulamaz! Saldırıların Katliamların Hesabını Mutlaka Soracağız! DHKP-C Tutsaklar Örgütlenmesi Bu saldırı karşısında göstermiş olduğunuz direniş tavrı, demokratik alanın bütün kesimlerine örnek olup perspektif sunacak nitelikteydi. Bu çizginin sürdürüleceğine ve daha da yaygınlaşarak "gözaltı politikasını boşa çıkaracağına inanıyoruz. Saldırılar, sadece kurumlarımızın binalarını insanlarımızı değil, aynı zamanda bedeller ödeyerek yarattığımız meşruluğu da hedefliyorlar. Başaramayacaklar! Saldırıyı lanetliyor, çalışmalarımızda ve direnişlerinizde başarılar diliyoruz. Malatya Hapishanesi DHKP-C Tutsakları KURTULUŞ 20 TARİHİMİZDEN 21 Şubat 1998 22 Şubat 1995 - Ramazanı bahane eden KISA faşist çeteler, Marmara Üniversitesi KISA Göztepe Kampusu öğrencilerine saldırarak 11 öğrenciyi yaraladılar. İŞÇİLER DİRENİYOR Şubat'ın son haftası, '91'den bu yana hep direnişlere tanıklık etmiş. Elbette yalnız Şubat'ın son haftasına özgü bir şey değil bu. işçi sınıfı '87'lerden bu yana neredeyse sürekli direnişler içinde. 22-28 Şubat'ın "Bu Tarih"i de bunu gösteriyor yalnızca. Ve "Bu Tarih", işçi sınıfı içinde gerçekleştirilen direnişlerle, gerçekleştirilen devrimci örgütlenmeler arasında ne kadar büyük bir fark olduğunu, bu direnişlerin merkezileştirilmesi ve direnişlerden devrimci örgütlülükler yaratılması noktasında gerçekte sürecin ne kadar gerisinde kalındığını da gösteriyor. Bir direnişi ekonomik-demokratik açıdan kazanımla sonuçlandırmak kadar, o direnişten devrimci bir örgütlülük yaratmak da asla üzerinden atlanmaması gereken bir hedef olmalıdır. Ancak o zaman direnişlerimiz kadar yaygın devrimci örgütlülüklere de sahip olabiliriz. 25 Şubat 1991 Mağa Direnişi; Mağa Deri işçileri, ücret ve sosyal haklarının verilmemesi üzerine, 21 Ocak'ta greve çıkma kararı aldılar. Ancak aynı günlerde pek çok grev Bakanlar Kurulu kararıyla ertelendi. Mağa da ertelenen grevler kapsamındaydı. Hemen ardından Mağa patronu Ali Şen "zarar ediyorum, ücretlerini ödeyemeyeceğim" gerekçesiyle 535 işçiyi işten attı. İşçiler, tazminatları ve sosyal hakları için günlerce fabrika önünde beklediler. Sonunda, 25 Şubat'ta tazminatlarının ödeneceği sözü verildi. Ali Şen'in bu sözünde de durmaması üzerine işçiler, 25 Şubat'ta fabrikayı işgal ettiler. Direniş sürerken Ali Şen'e ait helikopterler Devrimci Sol tarafından bombalanarak tahrip edildi. Direniş boyunca ortada görünmeyen Ali Şen bu olaydan sonra sendika yöneticileriyle görüşmelere başladı. İşgal 75 gün sürdü ve işçilerin taleplerinin karşılanacağı anlaşmasıyla kazanımla bitirildi 23 Şubat 1993 - Petrol-İş'te Açlık Grevi; ibrahim Etem ilaç Fabrikası'nda sendikalaşma mücadelesi veren 22 işçinin işten çıkartılması yürüyüş ve viziteye çıkma gibi eylemlerle protesto edildi, işten atılan 22 işçi ve 3 şube yöneticisi, 23 Şubat'ta Petrol-İş Sendikası'nın istanbul Şubesi'nde süresiz açlık grevine başladılar. 25 Şubat 1993 - Kağıthane Direnişi'yle Dayanışma; Belediye-Iş Sendikası Beyoğlu Şubesi, 25 Şubat'ta "Kağıthane işçileriyle Dayanışma Mitingi" düzenledi. Mitinge Humanic işçileri ve BEM-SEN'liler de katıldılar. Hak Gasplarına Tavır 22 Şubat 1993 - Bursa Merinos Yün Fabrikası işçileri, sözleşme görüşmelerindeki tıkanıklığı protesto etmek için, 22 Şubat'ta fabrika bahçesinde oturma eylemi yaptılar. 23 Şubat 1994 - iki yıldır sosyal hakları gasp edilen, maaş farkları ödenmeyen Altındağ Belediye işçileri, 23 Şubat'ta süresiz iş bırakma eylemine başladılar. 24 Şubat 1994 - Gaziosmanpaşa Belediyesi işçileri, yedi aydır maaşlarını alamadıkları için 24 Şubat'ta, Fen işleri önünde yaklaşık 900 kişiyle bir protesto yürüyüşü gerçekleştirdiler. 22 Şubat 1994 - Memurlar İş Bıraktı; Kamu çalışanları, üretimden gelen güçlerini siyasi iktidara bir kez daha gösterdiler ve ülke genelinde iş bıraktılar. 24 Şubat 1995 - Tekstil'de Grev; Tekstil işkolunda çalışan 17 bin 500 işçi adına toplu sözleşme görüşmelerini sürdüren Tekstil ve Öz-Iplik iş Sendikaları, anlaşma sağlanamadığından dolayı 24 Şubat'ta istanbul, Adana, Bursa ve Yalova'da greve çıktılar. Greve çıkan DlSK Tekstil işçileri, grevi bir yürüyüşle ilan ettiler. 24 Şubat 1995 - Havaş'ta Grev; Havaş işçileri greve çıktılar. Grev, hava ulaşımına yönelik yer hizmetlerinde çalışan 2300 işçinin katılımıyla başladı ve Atatürk Hava Limanı'ndaki onlarca işyerine aynı anda "Bu işyerinde Grev Var - Hava-Iş" yazılı pankartlar asıldı. 26-27 Şubat 1995 - Kargo İşçilerine Saldırı; Küçükköy'deki Express Kargo'da işten çıkarmalara karşı çadır kurarak direnişe geçen işçilere 26 Şubat'ta polis saldırdı ve 60'a yakın işçiyi gözaltına aldı. 27 Şubat'ta da İzmir Express Kargo Şubeleri önünde işten atıldıkları için bekleyen işçilere polis saldırdı ve 20 işçiyi gözaltına aldı. Özelleştirme Saldırısına Karşı Eylemler 23 Şubat 1997 - Muğla Yatağan Termik Santrali ve Kömür Ocakları'nın özelleştirilmek istenmesine karşı, Maden-Iş ve Tes-iş tarafından, 23 Şubat'ta, Muğla Yatağan'da "Özelleştirmeye Hayır" mitingi düzenlendi. 25 Şubat 1997 - Hava-Iş Sendikası emekçileri hak gaspları, sürgün, gözaltı ve baskıları protesto etmek için 25 Şubat'ta Yeşilköy Havalimam'nda 4 bin işçinin katılımıyla bir yürüyüş yaptılar. 26 Şubat 1997 - Kartal Belediyesi'ne bağlı Kayapsan A.Ş'de, "işyeri zarar ediyor" bahanesiyle 9 işçinin işten çıkartılması üzerine işçiler, 26 Şubat'ta işleri durdurarak direnişe geçtiler. 24 Şubat 1995 - Marmara Üniversitesinde 22 Şubat'taki saldırıya katılan iki faşist, devrimci öğrenciler tarafından rehin alındılar. Polis, okulu kuşatarak faşistleri kurtarma operasyonu başlattı. Fakat öğrencilerin kurduğu barikatları aşamadı. Rehin alınan faşistlerin kitleye ve basına teşhir edilerek serbest bırakılmasından sonra öğrencilere saldıran polis, 150 kişiyi gözaltına aldı. 24 Şubat 1993 - Ege Üniversitesi öğrencileri, ikinci öğrenim dönemine paralı eğitime karşı kampanya ile başladılar. Kampanya boyunca 8 bin imza toplanırken, 24 Şubat'ta yaklaşık 700 kişinin katıldığı bir yürüyüş yapılarak paralı eğitim ve har(a)ç zamları protesto edildi. 26-27 Şubat 1993 - BEM-SEN 26 Şubat'ta Ankara Keçiören Kültür Merkezi'nde, SAĞLIK-SEN ise 27 Şubat'ta İstanbul La Bella Salonu'nda "Gelecek Ellerimizde" adını taşıyan birer gece düzenlediler. Gecelere, toplam 4000 kamu emekçisi katıldı. Av. Metin Can Dr. Hasan Kaya 27 Şubat 1993 - Kontrgerilla tarafından 21 Şubat'ta kaçırılan Av. Metin Can ve Dr. Hasan Kaya'nın cesetleri 27 Şubat'ta, Tuncpli'den 15 km. uzaklıktaki Dinar Köprüsü altında bulundu. Haberin Elazığ'a ulaşması üzerine, aynı gün Can ve Kaya'nın yakınlarıyla birlikte avukatlar, bazı SHP yetkilileri, IHD, EHADKAD, SAĞLIK-SEN'den temsilciler, Cumhuriyet ve Mücadele gazetesi muhabirlerinden oluşan bir grup, cesetlerin bulunduğu Dinar Köprüsü'ne gitti. Vücutlarında çok belirgin işkence izlerinin bulunduğu Can ve Kaya, elleri arkadan bakır tellerle bağlı ve başlarına birer kurşun sıkılarak katledilmişlerdi. 27 Şubat-6 Mart 1991 - Şırnak ve İdil'de, kömür ocaklarında halkın geçim kaynağı olan 600 katırın özel tim ve askerler tarafından taranarak öldürülmesi üzerine direnişe geçen halk, kömür ocaklarından 4 km. uzaktaki Şırnak Valiliği'ne doğru yürüyüşe geçtiler. Cizre-Şırnak yoluna geldiklerinde, özel timin ateş açmasıyla 2 kişi katledildi ve birçok kişi yaralandı. 28 Şubat 1994 - 25 Şubat'ta, Filistin'in El Halil kentindeki Hz. İbrahim Camii'nde cuma namazı kılan Filistinliler'in üzerine açılan ateşle 63 kişi katledildi, 200'e yakın Filistinli de yaralandı. Filistin'de yaşanan bu Siyonist katliamı protesto eden Devrimci Sol Güçler ve Filistinliler, Almanya'nın başkenti Bonn'da bulunan Arap Birliği binasını işgal ettiler. 28 Şubat 1995 - Yozgat Hapishanesi'nde, akşam sayımından yarım saat sonra DHKP-C tutsaklarının bulunduğu 11. Koğuşa idare tarafından yapılan saldırıda DHKP-C temsilcisi ve iki tutsak yaralandı. 21 Şubat 1998 "SOL" 21 KURTULUŞ Ordu mu İlerici, Yoksa Teorisyenler mi Kör? Türkiye'deki faşizm gerçeğini çözümleyemeyenler, ya da bunu bilip de düzen içi politika arayışında olanlar Susurluk'tan sonra yaşanan gelişmeleri bir türlü yerli yerine oturtamadılar. Pusulanın iyice şaşmaya başlamasının esas dönüm noktası ise MGK'nın 28 Şubat kararları oldu. Orduyu "laik-demokratik Türkiye'nin güvencesi" gören, hatta "ABD emperyalizmine tavır aldığını" söyleyerek anti-emperyalist ilan eden, esasında eskisinden farklı bir tutum da sergilemeyen, Genelkurmay'ın birinci elden sözcülüğünü yapan ve zaten sol içinde görmediğimiz karşı-devrimci İP'i bir kenara bırakıyoruz. Ancak bu süreç boyunca reformistlerin ve Kürt yurtseverlerinin ordu hakkında yaptığı öyle değerlendirmelere ve buna bağlı öyle tavır alışlara şahit olduk ki, kendileri şimdi ne düşünür bilemeyiz ama bugün bunları önüne alıp üzerinde biraz sağlıklı bir değerlendirme yapan birinin bu değerlendirme ve tavırların sol bir kafadan çıktığına inanması güç, hatta imkansızlık noktasında olacaktır. Öyle ki kontrgerilla devletinin tüm pisliklerinin ortaya serildiği ve bu kontrgerilla devletinin çekirdeğinde ordunun olduğu bilindiği ve daha da açığa çıktığı bir süreçte ortaya bir "MGK solculuğu" çıkmıştır. O güne kadar ordunun, genelkurmayın ne olup olmadığı, bugüne kadar yaptıkları adeta unutulmuş, 28 Şubat MGK kararlarına bakılarak orduda bir "ilericilik" aranmaya başlanmıştır. "Barış"ın, "demokrasinin" ordu eliyle sağlanabileceği hayalleri kurulmuş, hayalden de öteye bunlar teorileştirilerek büyük tespitler, politikalarmışçasına açıklanıp halkın kafası bulandırılmaya çalışılmıştır. Örnekleri çoktur. Ancak bu konudaki çarpık değerlendirmelerin genel mantığını yansıtan birkaç örnek üzerinden devam edelim. Bir dirseğini ÖDP'ye bir dirseğini PKK çevresine dayamış olan Yalçın Küçük'ün Mayıs 97 tarihli "hep ileri" dergisinin 2. sayısının ilk yazısında şöyle deniyor: "Hepileri'nin ilk sayısındaki 'Restorasyon' başlıklı yazı büyük dikkatle okunmalıdır. Bu yazıdan ordunun bir 'umut' olduğu sonucunu çıkarmak, en hafif deyimle okuduğunu anlamamak olacaktır." Hepileri'nin ilk sayısı MGK'nın 28 Şubat kararlarının hemen arkasından çıkmıştır. Arzu eden elbette bir kez daha "dikkatlice" okuyabilir. Ama ne kadar dikkatlice okunursa okunsun orada görülecek olan yine de ikinci sayıda söylenenin aksine "ordunun umut olduğu sonucu"dur. Böyle olduğu içindir ki yazılan yazıya gelen eleştiriler çerçevesinde ikinci sayıda savunmaya geçilmektedir. Eğer böyle bir sonuç çıkarılması istenmiyorsa ya yazıyı yazanların kafası gerçekten çok karışmıştır ne yaz- dıklarını kendileri de bilmiyorlardır ya da çok yeteneksizdirler düşündüklerini yazıya dökerken kalemlerinden çok daha farklı şeyler çıkıyorduk Ama öyle değildir. Öyle olmadığı savunma amacıyla yazılmış yazıda çok daha net olarak görülmektedir: "Söylenen şudur; 196O'lı yıllardan itibaren sol dalgadan ve 1980'li yıllarda Kürt yükselişinden ürküntüye kapılan Kemalist düzen, varlığını sürdürebilmek için, kendisini değiştirmeye başlamıştır. Dinci gericiliğin karanlığına sarılmıştır. Genelkurmay bunun başındadır, imam okullarının açılıp yayılmasında, bunlara bütün fakülte kapılarının açılmasında, hepsinde Genelkurmay'ın imzası vardır. 12 Eylül'den sonra sola eğilimli genç subay ve astsubaylar işkencelerden geçirilerek ordudan atılırken, dinci gericiliğin uzantılarına dokunulmamış, askeri gemilere bile mescidler açılmıştır. Bütün büyük garnizon şehirlerinin dinci gericiliğin kaleleri haline gelişi tesadüf olmamalıdır. Bunlar açıktır." Doğru, gerçekten de çok açıktır. Mesela, Cunta Şefi Genelkurmay Başkam Kenan Evren'in nutuklarına başlarken ayetler, sureler okuması, yurtdışındaki devlet görevlisi imamların maaşlarının Suudi kökenli gerici Rabıta tarafından Evren'in onayıyla ödendiği, sürecin cuntadan sonra da hızlanarak sürdüğü eklenebilir. Hatta çok daha yakın olarak Refah Partisi'nin Doğru Yol partisi ile koalisyon kurup hükümet olmasının Genelkurmay'ın onayıyla olduğu da eklenebilir. Devam edelim. "Ya ülkücü cinayet şebekeleri? Katil Çatlı ile polis Kocadağ'ın Siverek reisi Bucak'ın kalesini karargah olarak kullanmaları hiç kuşkusuz Genelkurmay'ın bilgisi altındadır. Katilleri Kürdistan'a taşıyan bunlardır." Yalnız bu kadar mı? 1952'de CIA ile birlikte Ankara'nın göbeğinde sözde Amerikan yardım kuruluşu, aslında CIA'nın faaliyet üssü olan binada kontrgerillayı (Özel Harp Dairesi) kuran Genelkurmay'dır. CIA'nın finanse ettiği bu halk düşmanı kuruluşu yıllarca parlamentodan, başbakanlardan saklayan Genelkurmay'dır. Darbeler yapıp cuntalar kurarak yüzbinlerce kişiyi işkencelerden geçiren, asan, kesen, hapishanelere dolduran ordu, Genelkurmay'dır. '90'dan bu yana binlerce devrimci, yurtsever, halktan insanları katleden, herkesin gözü önünde infazlar yapan, yüzlerce kayıbın, binlerce "faili meçhul"ün sorumlusu kontrgerillanm merkezi Özel Harp Dairesi, onun da yöneticisi Genelkurmay'dır, MGK'dır. Bunları bugün sıradan insanlar bile öğrenmiştir, bilmektedir. Ama bakın "Hep ileri"nin yazarı sonra nasıl "ileri" bir tespit daha yapıyor: "Ünlü hikayedir; bir hrıstiyan bir gün durup dururken yahudi komşusunun yakasına yapışır. Hırpalamaya başlar. Zavallı yahudi neye uğradığını anlayamaz. Hrıstiyan hem hırpalar hem de İsa'yı siz öldürdünüz'diye bağırır. Zavallı yahudi, 'ama ikibin yıl önceydi' der şaşkınlıkla. 'Olsun' der hrıstiyan, 'ben yeni öğrendim'. Genelkurmay'ın hikayeside budur. Dinci gericiliği ve cinayet şebekelerini yeni öğrenmiş gibidir. Bunlar bizim için açıktır." Vay canına şu yazılana bakın. Eğer bunlar bir Aydmlık'ta ya da kontrgerillayı aklamaya soyunmuş bir burjuva kalemşörünün kaleminden çıkmış olsaydı çok görülmezdi ama "sol", "sosyalistlik" iddiası taşıyan bir dergide yazılıyor bunlar. Çok açık, deniyor ki, geçmişte olan bitenden şimdiki Genelkurmay'ın haberi yok, herşeyi yeni öğrendi. Bugüne kadar halka en büyük zulmü yapan orduyu birisi eğer aklamak isteseydi bundan iyi bir senaryo üretemezdi herhalde. Bu kadar iddialı bir görüşü burjuva yazarlarının büyük çoğunluğu bile cesaret edip ileri süremedi. Peki bu düşünceye nasıl varıyor? O da yazının devamında açıklanıyor. "Ancak açık olan birşey daha vardır; bir mücadele başlamıştır. Başlamıştır, ama abartılmamalıdır. Yeni parti' henüz çok zayıftır. Hem güçsüzdür ve hem de korkaktır. Özellikle içeride çok zayıftır. Dinci gericiliğe cephe almıştır, ancak henüz sonuç alamamıştır... Cinayet şebekesine karşı ise tereddüt doludur. 'Kaza'dan hemen sonra Kırcı bütün televizyonlara çıkmış ve yaptıklarını saklamamıştır. Buna rağmen kayıplara karışmıştır. Yirmi yedi yaşında bir çocuk, Sedat Peker, İstanbul'un bütün 'polis' işlevlerini eline almıştır. Oral Çelik, sadece hakkındaki yazılanların soruşturması yıllarca sürebileceği halde, inanılmaz bir hızla serbest kalmıştır. Devlet silahı ve yeşil pasaport taşıyan ülkücü eskileri hala ortadadır." Pes vallahi! MGK'nın 28 Şubat'ta yaptığı manevrayla bu sözde solcuların kafasını nasıl bulandırdığını, kendisini onların nezdinde nasıl akladığını görebiliyor musunuz? Bir ağaç da değil, bir çöpü gözlerinin önüne koyarak koca bir ormanı görmelerini engelliyor. Bir "şeriat-irtica tehlikesi" yaratıp, Refah'a biraz tavır alarak, bir kaç kuran kursu kapatarak, zorunlu eğitimi sekiz yıla çıkararak, birkaç katil polisi, mafya çetesini içeri alıp bırakarak beyinleri teslim alıp MGK solcuları yarattılar, onların gözünde koskoca kontrgerilla devletini üç beş özel timci, bir-iki polis şefi, MÎT'çi, birkaç mafya çetesinden ibaret hale getirdiler. "Bir mücadele başlamıştır" deniyor. Halkın Susurluk devletine karşı başlattığı mücadeleden bahsedilmiyor. MGK'nm sözde "şeriat"a, çetelere karşı başlattığı "mücadeleyi" söylüyor. "Yeni parti" dediği MGK. Üstelikte henüz çok güçsüzmüş. Peşin peşi. Cuntalar kuran, hükümetler kurdurup düşüren, burjuva partilerini mum gibi bir hizaya dizen, susurluk devletini yaratan ve yöneten ordu henüz "hem çok güçsüz, hem de korkakmış." Böylece neden aylardır Susurluk'un üzerine gidilemediğini de açıklamış oluyor. Ordu, MGK istiyor ama güçsüz olduğu için üzerine gidemiyormuş. Şimdi bu söylenenlerden, yazılanlardan siz "ordunun bir umut olarak" görülmediğini mi anlıyorsunuz? Bugüne kadar orduda "ilericilik" arayan, "demokratikleşmeyi" ordudan bekleyenlerin tümündeki mantık üç aşağı beş yukarı bu şekilde çalışmıştır. Şimdi bir de bu büyük tespitlerin esas sahiplerinden Yalçın Küçük'ün söylediklerine bakalım. O da aynı derginin aynı sayısında "Yorgunlar Savaşı" başlıklı yazısında ne inciler dökü-yor. "Savaşın generallerin kendine güvenini kırdığını", bu işin artık "böyle gitmeyeceğini kafalarına kaktığını", "yorgun düştüklerini" ve ordunun Susurluk kazasından önce, ağustos ayından itibaren bir "değişim" sürecine girdiğini söylüyor. Elbette bu Küçük'e göre olumlu yönde bir değişimdir. "Peki? Bu yorgunlar savaşı şimdilik nereye gidiyor? Şimdilik gittiği yeri abartmamız mümkün değildir; şimdi görebildiğimiz, 'kirli olmayan bir savaşa doğru yol aldığıdır. (...) Ben sosyalist öğretide aşamalara inanmam: ancak, 'kirli savaş' aşamasını geride bırakmak üzereyiz, öyle görünüyor. Şimdi bizi 'kirşiz savaş' bekliyor". Demek ki Küçük'e göre savaş tümüyle sona ermese bile artık bundan sonra en azından infazlar, faili meçhuller, kayıplar olmayacak, köyler yakılıp yıkılmayacak, zorunlu göç dayatılmayacak. Söylenenlerin başka anlamı yoktur. Bu sonuca nasıl mı varıyor? Özel Tim Şefi İbrahim Şahin'in, itirafçıların bir bölümünün, bazı kurmay albaylar ve binbaşıların hapiste olmasından, Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman'ın "JİTEM yoktur" demesini "bundan sonra JİTEM'in olmayacağı anlamına geldiği" şeklinde yorumlayarak, "Yeşil'in, kırlının, hırlının kudurmuş katiller olduğu(nun) kabul ediliyor" olmasından. Bunları ordudaki KURTULUŞ 22 "değişimin" işaretleri olarak kabul ediyor. Yani kısacası Küçük de orduda "umut" ışığı keşfedenlerden. Tüm bunlar "solculuk" adına, "devrimcilik" adına, devrimcilikten uzak, sınıf perspektifinden uzak, burjuva politikacılığına özenen küçük burjuva pragmatizminin, burjuva politikalarına baka baka politika belirlerken burjuvazinin yönlendirmesine girmenin, dezenformasyonun etkisinde kalmanın sonuçlardır. Ama orduda "ışık" gören, "ilericilik" keşifleri yapan tek Yalçın Küçük gibileri, ÖDP gibileri değildi. Yıllardır faşist orduya karşı silahlı mücadele veren PKK'nın önderliği de bu "ileri" tespitlere pek çok kez katıldı. Çok daha yakında ordu Kuzey Irak'a bugüne kadar yaptığı operasyonların en büyüğünü yaparken, Kürdistan'da yakıp yıkmaya, bombalamaya devam ederken "ordunun siyasal çözüm için adım atmaya çalıştığı, ancak politikacıların çok korkak oldukları, bu adımı atacak cesareti gösteremedikleri"nden, özal'ın bu konudaki "girişimlerinden" övgüyle söz edilmesi oldukça ilginçti. Benzer söylemleri MGK'nı "milli siyaset belgesindeki bazı bölümlerin açıklanmasından sonra da gördük. Kontrgerilla belgesinde geçen "mahalli, bölgesel kültürel özellikler" kelimelerine atfen, dün ve bugün ne yaptığına bakmadan belgede geçen bu iki üç kelimeye bakarak ordunun Kürt sorununda siyasal çözüm arayışı içinde olduğu gibi zorlama, abartılı yorumlar çokça yapıldı. 28 Şubat'tan sonra reformizm ve Kürt yurtseverleri "barış" sloganına çok daha bir sıkı sarıldı. Sık sık "barış", "uzlaşma" çağrıları yapıldı. Peki sonuç? Bugün gelinen nokta kimsenin reddedemeyeceği kadar çok açıktır. MGK oyununu ustaca oynamış, soldan da belli çevreleri kendine yedeklemiş, "değişim" beklentileri yaratarak oyalamış, bu arada güç toplamış, ölüm mangalarına moral vererek tekrar organize etmiş ve tekrar halka saldırıya geçmiştir. Ordu aynı ordu, genelkurmay aynı genelkurmaydır. Yakın zamana kadar "ilericilik" keşifleri yapılan, siyasal çözüm arayışından yana olduğu tespitleri yapılan ordu, Susurluk öncesinden de daha geriye giderek brifingler düzenleyip "Kürtlerin Türk olduğunu" anlatmakta, "Kürtlerin Türk olduklarına inandırılması gerektiğinden" söz etmektedir. İbrahim Şahin, Mehmet Ağar, Çiller, Mehmet Eymür, Korkut Eken, Çatlı, Yeşil yok şimdi. Raporlarda isimleri geçen, üzerinde çok tantanalar çıkarılan isimlerin neredeyse tamamı "teslim" oldu. Şöyle bir hapishanede geçici olarak misafir edilip hepsi bırakıldı. Numunelik biri bile kalmadı içerde. Ama işkence, infazlar, kayıplar, koruculuk dayatmaları artarak sürüyor. Kontrgerilla Adana'nın, İstanbul'un göbeğinde herkesin gözü önünde pervasızca infazlarına devam ediyor. Demokratik kurumlar, partiler basılıyor. Operasyonlarda yüzlerce kişi birden gözaltına alınıp işkenceden geçiriliyor. Veli Küçük, o hapiste olduğu sanı- DÜZENÎN AHLAKI Övünün İşte Ahlakınız 21 Şubat 1998 Ağar'ın yurtdışından gelen heyetlere pazarladığı dansözler yer almıştı. Susurluk Kazası'nda ölenlerden Gonca Us'un, Çatlı'nın dostu olduğu günlerce tartışıldı durdu. Bu devletin bütün kadroları uyuşturucu, fuhuş, kara para aklayıcılığı, kaçakçılık pisliğine bulaşmıştır. Tüm bu pis işlerin organizasyonunu yapmaktadırlar. Yani, Susurluk Devleti'nin kadroları bu pislikle yoğrulmaktadır. Bu devletin tepesindekilere ne de güzel sesleniyordu şehitlerimiz "Sizin babanız Bush, ananız Manukyandır" diyerek. Bu devletin namusu Clinton'dan, Bush'tan, Manukyan'dan sorulur. Bu devletin namus (suzluğ) unu Manukyanlar, Ağarlar, Çatlılar, Şahinler, Evrenler, Yusuf Kenan Doğanlar temsil ediyor. Övünsünler işte ahlakları budur! Namusu ve şerefi olmayan bir düşmana karşı namus ve şeref bayrağına sıkı sıkıya sarılarak savaşıyoruz. Halkın namusuyuz. Temsilcilerimiz şehitlerimizdir. Temsilcilerimiz Sabolar, Esmalar, işkencede ser verip sır vermeyenlerimiz Birtan, Baki, İbrahim Yalçın Arkan, Recai Dinçel, Hamiyet, Berdan, İdil gibi yüzlerce şehidimizdir. Devrime yürüyen milyonlarca insanımızdır. Bu ülkede halkın ahlakını, namusunu ve şerefini, adaletini bizler temsil ediyoruz, devrimciler temsil ediyor. "Bu da Türk Fermuar-gate!" "Fermuar-gate Mahkemelik. Adalet Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Kenan Doğan..." "Eski manken Hülya Arık'in üç yaşındaki kızının babasının Hüseyin Kocadağ olduğu belirtildi." Gazetelerin sayfalarında, manşetlerde günlerdir oligarşinin bekçilerinin yediği haltlar yeralıyor. Ölümünün üzerinden 1,5 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen eli kanlı katil Hüseyin Kocadağ'm yeni yeni pislikleri çıkıyor ortaya. Geçtiğimiz günlerde bir bankayı sadece dikkat çekmek için soymak istediğini söyleyen Gazi Koçkaya isimli bir kişi şu anda evli bulunduğu eski bir manken olan Hülya Arık'ın, Hüseyin Kocadağ'dan çocuğunun olduğunu söyledi. Şimdi olayın doğruluğunu araştırmak için Kocadağ'ın mezarı açılacak ve kemikleri üzeı inden DNA Testi yapılmaya hazırlanılıyor. Bir başka haberde ise Adalet Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Kenan Doğan'in yetkisini kullanarak onlarca bayan memura tacizde bulunduğu, birçoğuyla ahlaksız bir ilişkiye girdiği belirtiliyor. Yusuf Kenan Doğan, bunun bir komplo olduğunu söylerken iddiaların yeraldığı raporu hazırlayan müfettiş, Doğan hakkında dava açıyor. Kimdir bu Yusuf Kenan Doğan? O'nun adı Hüseyin Kocadağ kadar ünlü değil belki ama O'da en az onun kadar suçludur. Ülkemizdeki devrimci tutsaklar, tutsak yakınları iyi tanır Y. Kenan Doğan'ı. En az Kocadağ kadar suça ve devrimci kanına bulaşmıştır eli. Buca'daki, Ümraniye'deki katliamlarda birinci dereceden suçludur. Şimdi de adı, kendi kişiliğine layık bir skandala karıştı. Bu devlet tüm birimleriyle, yöneticileriyle pisliğe bulaşmıştır, çürümüştür. Susurluk Devleti'nin yönetememe krizi sadece siyasi değildir. Ahlak olarak da tamamen çürümüş ve pisliğe bulanmış bir devlete karşı savaşıyoruz. Yusuf Kenan Doğan ve Hüseyin Kocadağ bu çürümüş düzenin sadece iki temsilcisidir. Bu devletin içinde ırz düşmanı olan, pislikle haşır neşir olan daha nice Kocadağlar ve Doğanlar vardır. Hatırlarsınız bir önceki sayımızda Susurluk Raporu'ndan alman bir bölümü aktarmıştık sizlere. Bu yazıda Hadi Özcan ve bir MlT'çi arasındaki konuşmalar yer alıyordu. Hadi Özcan "İzmit'te kadın satmak serbest ama tombalaya izin çıkmıyor" diye yakınıyordu. Veli Küçük için kadın satmak bu kadar doğalken tombalaya neden izin verilmiyordu? Bunlar çıkarları için sadece kadınlarımızı, kızlarımızı değil vatanımızı da emperyalistlere pazarlıyorlar. Küçük bir çıkar çatışması Veli Küçük'ün de pisliğin tam ortasında olduğunu belgeliyordu. Peki tüm bu yaşananlara karşı devlet ne yapıyor, nasıl önlem alıyor? Hiçbir şey yapmıyor. Çünkü bu devlet bekçilerine "devrimcileri yok et, bitir ne yaparsan yap, nasıl yaşarsan yaşa, hangi pis işe bulaşırsan bulaş hiç önemli değil" diyerek olanak sağlıyor. Susurluk Devleti'nin ahlakı ve namusu yoktur; bu yeni açığa çıkan birşey de değildir. 12 Eylül sürecinin MİT raporlarında Necdet Üruğ'un dost hayatı yaşadığı kişiler, Mehmet Ahlaksız, düşkünleşmiş ve çürümüş bir düşmana karşı savaşıyoruz. Bu düşmanı yenmek boynumuzun borcudur. Bu düşmanı yenmek için çok güçlü silahlarımız var. İnancımız, ahlaki değerlerimiz, şerefimiz var. Düşmanımızın tankı topu bombaları var ama onda bizim silahlarımızın zerresi yok. Bunun için BİZ KAZANACAĞIZ!* lan kurmay albaylar falan da görevlerinin başında. "Kirli" savaşı daha da yaymak için yeni görevlerle ödüllendiriliyorlar. Dün Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu'na gitmeyen Teoman Koman televizyona çıkıp Susurluk devletini savunuyor. Hiçte ne "yorgun", ne de kendine "güvensiz" görünüyor. Adeta karşısındaki gazetecilerle, halkla alay ediyor. JİTEM diye bir kuruluşun resmi olarak olmadığını söylerken aslında gayri resmi olarak var olduğunu kabul ediyor. Veli Küçük hakkındaki bilgilerin, belgelerin onu suçlamaya yetmeyeceğini söylüyor. "Faili meçhul"ler, infazlar için "doyuma ulaşıldı, sıra masumlara geldi demeyeceğim" diyerek, infazların, "faili meçhuF'lerin devam edeceğini ima ederek tehditlerini sürdürüyor. "Gericiliğe cephe aldığı" söylenen ordu, dini kullanmaya devam ediyor. En büyük tarikatlardan birinin hocası Fethullah Gülen'le ilişkiler geliştiriliyor. Cumhurbaşkanı, Fethullah Gülen Hoca'nın elinden ödül alırken bunu herhalde Genelkurmay'dan bağımsız kendi başına karar verip yapmıyor. Ramazanda harp okulları gazetecilere toplu olarak ziyarete açılıyor. Günlerce burjuva gazetelerinde subayların yarısına yakınının oruç tuttuğundan, isteyenin istediği gibi ibadetini yerine getirdiğinden, kışlalardaki camilerden, mescidlerden bahseden yazılar yazılıyor. Kısacası kontrgerilla, ordu, MGK işbaşında, Susurluk'tan önceki gibi icraatlarını sürdürüyor. Ama tüm bunlar karşısında halk sokaklarda "Susurluk'u ancak halk yargılayabilir" derken, Susurluk devleti ile orduyu birbirinden ayrı görmezken, MGK solculuğuna soyunanların, orduda "değişim", "ilericilik" tespiti yapanların da halka söyleyecekleri birşeyler olmalı. Ordu içinde bizim göremediğimiz bir darbe olup kontrgerillacılar tekrar iktidara mı gelmişlerdir yoksa kendileri mi yanılmıştır, bunun hesabı halka verilmek durumundadır. Bu çürümüş, ahlaksızların hüküm sürdüğü düzeni yıkacak olan ve yerine tertemiz bir iktidarı, halkın iktidarım kuracak olan da devrimcilerdir. Akılları uçkurlarında her türlü pisliğe bulaşmış bu halk düşmanlarının, halkımızın kanını emmesine biz son vereceğiz, devrimciler son verecek. ŞEHİTLERİMİZ 21 Şubat 1998 1956 yılında Sivas Divriği'de doğdu. Cezaevinde gördüğü işkencelerle hastalığının ilerlemesi ve tedavi ettirilmemesi sonucu 26 Şubat 1983'te aramızdan ayrıldı. İstanbul Şehremini' de çalıştığı inşaatta sivil faşistler tarafından katledildi. 1957 doğumluydu. Beşiktaş Mimarlık Yüksekokulu'nu basan sivil faşistler tarafından katledildi. Sivas Zara doğumluydu. DevGenç örgütlenmesi içinde yer alıyordu. 1992'de Hacettepe Tıp Fakültesi'nde tedavi görürken Karadeniz Devrimci Sol operasyonunda işkenceciler tarafından hasta yatağına zincirlendi. Tedavisi tamamlanmadan tutuklandı. İlerleyen hastalığı nedeniyle tahliye olduktan sonra doğum yeri olan Rize'de yaşamını yitirdi. 26 Şubat 1983 23 KURTULUŞ ŞEHİTLERİMİZ,CENAZELERİMİZ DÜŞMANI KORKUTUYOR Düşman şehitlerimizden dahi korkuyor. Bunu bugüne kadar pek çok kez gördük. Sonuncusu ise Adana'da üç Cephelinin kontrgerilla çeteleri tarafından infaz edilmesinde yaşandı. Katliamın üzerinden daha bir kaç gün geçmişti ki polis iki yoldaşımızın cenazesini morgdan kaçırarak alelacele kimsesizler mezarlığına gömdü. Kontra basını "cenazelere sahip çıkılmadı" diye haber yaptı. Oysa cenazelerin yasal olarak morgda 15 gün bekletilme süresi bile Benzerlerini bugüne kadar hemen her katliam sonrasında, cenazeleri kaçırmaya çalışma, ailelere baskı yaparak tören yapılmasından caydırma, cenazelere katılımı fiili olarak engelleme gibi çok çeşitli biçimlerde yaşadık. Düşmanın korkusunun bir yanı katliamcı yüzünün, işlediği suçların, vahşetinin açığa çıkmasıdır, ama ondan daha önemlisi şehitlerin sahiplenilmesine olan tahammülsüzlüğü, cenazelere katılanların öfkesinden duyduğu korkudur. Düşmanın korkusunu daha da büyütmeliyiz. Bunun için şehitlerimize çok daha güçlü olarak sahip çıkıp cenazelerimizi şehitlerimize çok daha layık bir biçimde gömmeliyiz. Bu konuda yarattığımız gelenekler ısrarla, kararlılıkla savunulmalı, değerlerimiz kıskançlıkla korunmalıdır. İnfaz haberini duyar duymaz olay mahalline koşmalıyız. Çok kez yazılmış, söylenmiştir, gerek kuşatmanın, infazın yapıldığı yere gitmek, gerekse cenazeye katılmak için ne bir talimat beklemeye, ne de bir yere danışmaya gerek yoktur. Elbette bir Cepheli'nin şehidimizin cenazesi karşısındaki görevi, sadece kendisinin katılımını sağlamakla sınırlı olamaz. Cepheli gerek biriminde en geniş katılımı sağlamak, gerekse de ulaşabileceği tüm ilişkilerinin, tanıdıklarının da katılımını sağlamakla görevlidir. Derhal şehit ailesine, yakınlarına ulaşmaya çalışmalıyız. Şehitlerin sahiplenilmesinde, cenazelerin alınması için bir takım yasal prosedürlerin yerine getirilmesinde polisin, çeşitli devlet kurumlarının şehidin ailesinin, olmamasını gerekçe gösterdiğini biliyoruz. Bu engellemeleri ortadan kaldırmak, en aza indirmek için vakit kaybetmeden ailelere ulaşmak için çaba harcamak, bunun için iradi olarak görevlendirmeler yapmalıyız. Kaldı ki şehit ailesine biran önce haber vermek hem şehidimize hem ailesine bir saygı, vefa borcudur. Aynı şekilde avukatlara da öncelikle haber vererek olaya müdahale etmelerini sağlamalıyız. Cenazelerin kaçırılmasına engel olmalıyız. Bunun için gerekirse gruplar halinde ya da kitlesel olarak morg önünde veya cenaze evde ise cenaze evinde nöbet tutmak dahil her türlü önlemi almalıyız. Otopsi yapılmasını sağlayıp Adli Tıp raporu alarak katliamı, işkenceyi belgelemeliyiz. Şehit ailesiyle, yakınlarıyla önceden konuşmalıyız. Özelikle devrimci mücadelenin dışında kalmış, devrimcileri yeterince tanımayan, geleneklerimizi bilmeyen ailelerin polisin baskısından etkilenmesini engellemek, oynayabileceği oyunlara karşı uyarmak, cenazede çıkabilecek olumsuz tutumların önceden önüne geçmek için bu mutlaka yapılmalıdır. Ailenin hem acısını paylaşmalı, hem de şehidimizin geleneklerimize göre gömülmesi için ikna etmeliyiz. Dini kuralların yerine getirilmesi, eğer şehit düşen yoldaşımızın bu konuda özel bir vasiyeti yoksa cenazenin cami ya da cemevinden kaldırılması, mezar başında dua okutulması gibi konularda ailenin kararına saygı gösterilmelidir. Ancak bunda da inisiyatifli davranarak, bu konuda yapılacakların kitlenin motivasyonunu düşürecek, cenazeyi dini tören havasına sokacak kadar uzatılmasının önüne geçilmelidir. Bunun için de dini gerekleri yerine getiren imam, dede vb. ile önceden konuşulmalıdır. Şehitlerimizi bayrağa sarma geleneğimiz korunmalıdır. Şehitlerimizin tabutunu PartiCephe bayrağına sararak taşıma, en azından gömerken bayrağa sarma artık yerleşmiş bir geleneğimizdir. Bu geleneğimizi titizlikle korumalıyız. Çıkabilecek olumsuzlukları önceden düşünüp önlemini almalıyız. Şehitlerimizin mezarlarına özen göstermeliyiz. Şehidimizin gömülmesinden sonra en kısa zamanda yapılacak ilk iş mezar yapımı olmalıdır. Şehit ailesiyle konuşarak, maddi olanakları elverişsizse gerekli masrafı üstlenerek bu görevimizi yerine getirmeliyiz. Zaman zaman kontrol ederek ailesiyle ilişki kurarak mezarın korunmasını, bakımını yapmalıyız. Şehit anmalarını ihmal etmemeliyiz. Şehitlerimizin özellikle yoğunlaştığı kentlerde ayrı ayrı anmalar düzenlemek her zaman için mümkün olmayabilir. Ancak büyük şehirlerde özellikle belli yıldönümlerinde çok daha büyük anmalarla bunu telafi etmeliyiz. Anadolu'da ise anmalar çok daha büyük bir önem taşır. Her Cepheli bulunduğu ilde, ilçede, bölgede bulunan şehitlerimizin mezarlarının yerlerini bilmelidir. Şehitlerimizin ölüm yıldönümlerinde mezarları başında olmak, Cepheliler için hem siyasi, hem ahlaki bir borçtur. Şehitlerimize sahip çıkmak tarihimize sahip çıkmaktır. Şehitlerimize sahip çıkmak mücadeleye, devrimci harekete sahip çıkmaktır. Şehitlerimize sahip çıkmak vatana, geleceğimize, devrime sahip çıkmaktır. Daha güçlü sahip çıkalım. Düşmanın korkusunu daha çok büyütelim. KURTULUŞ E 24 mperyalizm yüzyıldır Ortadoğu'da. Öyle ki Ortadoğu'nun bugünkü sınırları emperyalistler tarafından çizilmiş, pek çok ülkedeki yönetimler emperyalistler tarafından işbaşına getirilmiş veya desteklenmektedirler. ABD'nin emperyalist saldırganlığının yeni bir örneğini gösterdiği Irak'a saldırı hazırlıkları Ortadoğu'yu tekrar dünya gündemine çıkardı. Dünya kamuoyu "kim halkı" diye tartışıyor. Böyle tartışması isteniyor. Sorunun, "Saddam'ın saraylarının denetime açılıp açılmaması" olmadığı açıktır. Herkes bilmektedir ki bu ABD'nin saldırganlığını, zorbalığını gizlemek için uydurulmuş koca bir yalandır. Yalnızca, emperyalizmin Ortadoğu'daki bu yüzyıllık tarihine bakıldığında bile, emperyalizmin Ortadoğu'ya ayak basmasının tek bir defaya mahsus bile olsa, halklar yararına olmadığı görülecektir. Emperyalizmin her ayak basışında, her müdahalesinde, geriya Ortadoğu halklarına kan, acı, gözyaşı ve yoksulluk kalmıştır. Irak halkına yönelen ABD saldırısı aynı zamanda tüm Ortadoğu halklarına yöneliktir. ABD emperyalizminin saldırısının altında Ortadoğu'nun önemi ve ABD'nin bölgeye ilişkin emperyalist planları yatmaktadır. Bu saldırganlığı Ortadoğu halkları EMPERYALİZM tarihleri boyunca yaşamışlardır. Ortadoğu'nun yeraltı zenginlikleri emperyalizmin hep iştahını kabartmış ve yüzyıl boyunca emperyalizmin saldırılarına hedef olmuştur. Ortadoğu'da "Böl ve Yönet" Politikaları Dünyanın en eski yerleşim bölgelerinden biri olan Ortadoğu yüzyıllar boyunca çeşitli halklara ev sahipliği yapmış ve çok milliyetli ve çok dinli bir merkez olagelmiştir. Müslümanlığın burada ortaya çıkması ve buradan yayılmasıyla birlikte din savaşları görünümü altında bitmek bilmeyen egemenlik savaşları yaşanmıştır. Savaşlar Ortadoğu'da yaşayan • halkların yerleşimini de en çok etkileyen faktör oldu. Yedinci yüzyılda Müslüman Araplar Suriye'yi ele geçirirler. (O zamanlar bu bölge; Lübnan, Filistin ve günümüz Suriye'sini kapsıyordu.) Daha sonra Müslüman kabileleri Bizans saldırılarını püskürtmek için bu bölgelere yerleştirildiler. Daha önce bu bölgede yaşayan ve yerlerinden atılan Hristiyanlar ise Lübnan'ın dağlık kesimlerine yerleştiler. Haçlı Seferleri farklı dini gruplara mensup olan kavimlerin yerlerinden edilmesine yol açtı. Daha sonra bu bölgeye Osmanlıların müdahalesi oldu. 21 Şubat 1998 EMPERY ORTADOĞU "Böl ve yönet" politikası ile halkları birbirine kırdırarak on yıllarca sürecek savaşların başlatıcısı da oldular. Sınırlar öylesine sorun yaratacak tarzda çizildi ki, emperyalistlere karşı çıkması gereken halklar, yaratılan suni düşmanlıklarla birbirlerini kırdılar. Paramparça, zayıf, güçsüz ve emperyalistlere muhtaç hale getirilen kukla devletler, kolayca emperyalistlere teslim oldular. Ürdün, Lübnan, Katar, Kuveyt, Bahreyn gibi pek çok küçük devlet emperyalistlerin parçalama ve bölme politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Yine emperyalistler Ortadoğu'da güvenilir ve sağlam bir üs oluşturmak amacıyla İsrail'i de bu dönemde yarattılar. Fransız ve İngiliz emperyalistleri Yüzyıllardır aynı coğrafi sınırlar "hasta adam" diye nitelendirdikleri içerisinde yaşamış, aynı kaderi Osmanlıyı bölgeden tümüyle tasfiye paylaşmış, pek çok ortak özelliğe etmek amacıyla planlar yaptılar. Bölge sahip olan halklar arasında, halklarının Osmanlıya karşı olan milliyetleri, dinleri kullanarak ortak memnuniyetsizliğini körükleyerek bir cephenin, kardeşliğin Ortadoğu halklarının "bağımsızlığının" kurulmasının önüne geçtiler. destekçisi pozlarına hüründüler. Böylece, Türk, Kürt, Arap, Filistin, 1916 yılında Fransız ve İngiliz Acem, Dürzi, tüm Ortadoğu emperyalistleri "Sykes-Picot" halklarının emperyalizme ve yerli Anlaşmasıyla Ortadoğu'yu aralarında işbirlikçilerine karşı mücadelesi paylaşarak egemenlik alanlarını engellenmeye çalışıldı. belirlediler. Ancak tüm bunlara karşın Birinci Paylaşım Savaşı sonrası Alman emperyalizmin hesaplarını bozan, emperyalistlerinin yenilmesi, ona darbeler vuran önemli gelişmeler Osmanlı'nın parçalanması sonucunda de oldu. Ortadoğu'daki Fransız ve İngiliz Bir yandan Sovyetler Birliği'nin egemenliği daha da pekişti. desteğinde" ilerici" bir blok İkinci Paylaşım Savaşı sırasında oluşturulurken, öte yandan İkinci emperyalistler arasındaki pazar Paylaşım Savaşı'nda güçten düşen kavgasında Alman faşizminin göz diktiği İngiliz ve Fransız emperyalizminin bölgeler arasında Ortadoğu da vardı. Ortadoğu'daki pazarına dünyanın Bölgeyi ele geçirmek, Fransız ve jandarmalığına soyunan ABD de göz İngilizlere bırakmak istemeyen Alman dikecek ve bölgeye yerleşmeye emperyalizmi binlerce tankını Mısır'a başlayacaktır. Artık bundan sonra soktu. bölgede ağırlıklı olarak ABD politikalarına, saldırılarına göre İkinci Paylaşım Savaşı sonrası biçimlenecek bir süreç yaşanacaktı. emperyalistler coğrafi ve siyasi olarak parçalanmış bir Ortadoğu haritası Ortadoğu ve Emperyalist Yağma yaratmak için seferber oldular. "Böl ve Ortadoğu, emperyalizm açısından yönet" politikası ile yaratılan kukla sıradan bir pazar değildir. devletler, işbirlikçi yönetimler Bu kadar özel önem verilmesinin emperyalistlerin de en yakın müttefiki nedeni dünya üzerinde bulunduğu oldular. Jeo-politik ve stratejik konumu ve Bu kukla yönetimlerle emperyalistler zengin petrol kaynaklarına sahip hem bölgeyi uzun vadeli çıkarlarını koruyabilecek hale getirdiler, hem de Coğrafi olarak üç kıtanın birleştiği bölgede kalıcı olmanın koşullarını bir merkez üzerinde bulunmaktadır. oluşturdular. Dünyanın en önemli ulaşım yolları bu Osmanlı Padişahı birinci Selim, Memlüklüleri (Suriye ve Mısır'ın hakimleri) 1516 yılında Suriye'de yenilgiye uğratıp buraları da vergiye bağlar. Osmanlı'nın buralarda uzun sayılabilecek bir egemenliği oldu. Ancak, buraları sürekli elde tutacak ekonomik ve siyasi güce sahip değildi. Özellikle çöküş döneminde denetimi elinden çıkacak ve devreye Alman emperyalizmi girecekti. Yüzyılın başından itibaren Alman emperyalizmi büyük bir ekonomik potansiyele ve stratejik öneme sahip olan Ortadoğu'yu ele geçirmek için adımlar attı. Bu amaçla Osmanlılara yaklaştı ve Ortadoğu'da nüfuz bölgeleri ele geçirmeye başladı. Ancak bölgeye ilişkin hesapları olan sadece Almanya değildi. EMPERYALİZM 21 Şubat 1998 ALİZMİN UÇ DOSYASI" bölgeden geçmektedir. Jeo-stratejik önemini artıran bu avantajlar başta petrol olmak üzere zengin yeraltı kaynakları, ekonomik potansiyel ve çeşitli olanaklarla da birleşince emperyalizmin asla vazgeçemeyeceği önemde bir bölge haline gelmektedir. Bunun içindir ki, Doğu Akdeniz, tarihteki en önemli uygarlıkların beşiği olmuş, belli başlı dinler bu bölgede ortaya çıkmıştır. İpek Yolu ve Hindistan-Avrupa Yolu, buraları denetlemek isteyen imparatorluklar arasında savaşlara sebep olmuştur. Tüm emperyalistler için hayati önem taşıyan dünyadaki petrol rezervlerinin büyük bir kısmı bu topraklardadır. Japonya petrol tüketiminin %75'ini, Avrupa yarısına yakınını, ABD ise %20'sini Ortadoğu'dan karşılamaktadır. Yine önemli bir su kanalı olan ve Uzakdoğu ile Avrupa arasındaki deniz ulaşımında önemli bir kolaylık sağlayan stratejik önemdeki Süveyş Kanalı buradadır.Ortadoğu, emperyalist silah tekellerinin at oynattığı, vazgeçilmez bir silah pazarıdır da aynı zamanda. Halkları birbirine karşı düşman ederek silahlandıranlar, böylelikle bu pazarı da canlı tutmaktadırlar. Sosyalizmin prestijinin yüksek olduğu dönemlerde Ortadoğu'da bir çok kurtuluş hareketi ve ilerici Arap yönetimleri bundan etkilenerek Sovyetler Birliği ile dostluk kurmuştur. Bu durum emperyalistleri telaşlandırmış, "Sovyetlerin sıcak denizlere inmesini önleme" politikası adı altında Ortadoğu'daki gerici Arap rejimlerini besleyerek onları güçlendirmişlerdir.Kısacası tüm bu özellikleriyle Ortadoğu, geri bıraktırılmış yapısıyla, yeni-sömürge ülkeleriyle emperyalist tekellerin yağmadan pay kapmak için birbirleriyle kavga ettikleri önemli bir pazardır ABD'nin Ortadoğu'daki Varlığı Yağma, Sömürü ve Saldırı Demektir İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında yeni güç dengeleri oluşurken Ortadoğu halkları açısından değişen bir şey olmamıştı. Değişen sadece dünyada ve Ortadoğu'da ABD etkinliğinin artmasıydı. ABD'nin İkinci Paylaşım Savaşı'nda kazançlı çıkmasının ve dünyanın jandarması olmasının yanında Ortadoğu'da egemenlik kurmasında ve bunu pekiştirmesinde Siyonist İsrail devleti ayrıca önemli bir rol oynamıştır. Kuruluş çalışmaları İngiliz emperyalizmi tarafından yürütülen ve yine onun desteği ile 1948 Mayıs'ında kurulan Siyonist İsrail devleti Ortadoğu halklarına karşı ABD'nin vurucu gücü ve önemli üssü olacaktı. İsrail, emperyalizmin desteğiyle sağladığı varlığım kabul ettirmek için işgaller dahil her yolu denedi. Emperyalizmin bölgede halkların mücadelesini bastırmak ve sömürüsünü sürdürmek için uyguladığı terörün temel dayanağı da İsrail olmuştur. Bunun karşılığı olarak da emperyalistlerden en büyük askeri ve ekonomik yardımı alan ülkelerden birisi İsrail olmuştur. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası sosyalizmin bir güç odağı olması, dünyanın yaklaşık üçte birinin emperyalizmin yönetim ve sömürü ağı dışına çıkması, üçüncü bunalım dönemi ile birlikte ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarının gelişmesi, bu dönemde emperyalizmi tehdit eden başlıca gelişmeler olarak öne çıktı. Bu korkuyla başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler "Soğuk Savaş" diye niteledikleri antikomünist, antiSovyetik kampanyayı başlattılar. Güya halkları "Komünizmden Korumak" adına olmadık saldırılar ve katliamlar yaptılar. Eisenhovver Doktrini, Ortadoğu'da çeşitli ülkelerde özel üs ve karakol noktalarının artırılması başlıca adımlardı. CENTO adını alan Bağdat Paktı'nın kurulması da bu politikanın bir sonucudur. Emperyalizm Ortadoğu'daki tüm saldırılarını, darbelerini, işgallerini "Komünizme karşı savaş"mak adına yaptı. Yağma, talan ve sömürüsünü bununla gizleme yoluna gitti. İran'da 1950'li yılların başlarında iktidara gelen Musaddık ilk iş olarak emperyalistlerce yağmalanan İran petrollerini millileştirdi. İran'ın ulusal çıkarlarını ön planda tutan Musaddık bu nedenle CIA patentli bir darbe ile iktidardan devrildi. Bu kez bir başka örnek 1956 yılında Mısır'da yaşandı. Küçük burjuva Arap milliyetçisi bir çizgi izleyen ve anti-emperyalist radikal tavırlar alan Nasır da emperyalizmin hoşuna gitmedi. 1956 yılında Nasır'in İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin denetiminde olan Süveyş Kanalını millileştirmesi üzerine bunu bahane eden emperyalistler devreye İsrail'i sokarak saldırdılar. Artık emperyalizm Ortadoğu'da açık bir saldırganlık politikası izliyordu. Mısır'dan sonra hedefte Lübnan vardı. ABD emperyalizmi Lübnan'da ilericilere karşı işbirlikçi Falanjistleri desteklemek için deniz piyadeleri ile Lübnan'ı işgal etti. Lübnan'a yapılan bu saldırıda ABD'yi destekleyenlerden biri de işbirlikçi Menderes Hükümeti olmuştur. Aynı sıralarda İngilizler de Kıbrıs üzerinden paraşütçülerini Ürdün'e indirdi. 1960-70 döneminde emperyalizm açısından başlıca tehlikeler Mısır'da Nasır, Irak'da BAAS yönetimlerinde odaklanan radikal, küçük-burjuva milliyetçi akımlardı. Ve yine 1965 yılında ilk silahlı eylemini örgütlü tarzda gerçekleştirerek ortaya çıkan silahlı Filistin Kurtuluş Hareketi idi. Nitekim bu kesitte de ABD, Arap halklarına ve anti-emperyalist ilerici güçlere karşı İsrail saldırısı için yeşil ışık yaktı. 1967 yılında İsrail, Suriye ve Mısır'a ait bazı bölgeleri işgal etti. Ürdün, Mısır gibi "kararsız" yönetimleri Arap dünyasından koparıp İsrail ile anlaşmalar yaptırarak Arap dünyasını zayıflatmak 25 KURTULUŞ için ittifaklar oluşturdu. 1970 sonrasında ABD ve israil saldırıları Ortadoğu'da devam etti. 1991 yılına gelindiğinde ABD, Irak'ın Kuvveyt'i işgal etmesini gerekçi göstererek Irak'a saldırdı. Binlerce askerini, dev savaş aygıtını Ortadoğu'ya yığarak binlerce Iraklıyı katletti. ABD, bu saldırıyla birlikte dünya ve Ortadoğu halklarına gözdağı veriyor, onları sindirmeyi amaçlıyordu. Bu nedenle saldırı sadece Irak'a yönelik değildi. Arap'ı, Acem'i, Kürt'ü, Türk'üyle tüm Ortadoğu halkları hedefti. Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde Ortadoğu'ya yeniden bir şekil vermeye çalışan ABD, bölgede bulunan ilerici ülkeleri ve örgütleri tehdit ediyordu. Gerçekten de emperyalizm, bu saldırısında ne kadar vahşi olabileceğini, ne kadar yıkıcı, öldürücü silahlara sahip olduğunu gösterdi dünyaya. Irak'ı Kuveyt'ten çıkartıp, Irak'ın de önemli bir bölgesini kendi denetimine aldı. Ama bu kadarla kaldı. Ortadoğu'ya ilişkin bunun dışındaki amaçlarına ulaşamadı emperyalizm. Çeşitli milliyetçi güçleri şu veya bu ölçüde etkiledi ama, ne Irak yönetimini, ne Irak halkını, ne de Ortadoğu halklarını teslim alamadı. '91'deki saldırı, emperyalizmin Ortadoğu'daki suç dosyasına eklenen en kalın sayfalardan biri olarak tarihteki yerini aldı. Emperyalizm bugün bu dosyasına yeni sayfalar eklemektedir. Yine amaçladıklarına ulaşamayacaktır. Ancak bundan öncekilerde olduğu gibi, bu saldırganlığı Az. onun suç dosyasına eklenecek, ve bu dosyanın hesabı bir gün Ortadoğu halkları tarafından sorulacaktır. Emperyalizmin devasa askeri gücü kendisini halklar mahkemesinde sanık sandalyesine oturmaktan kurtaramayacaktır. KURTULUŞ 26 Savaş sürüyor. Kontrgerilla devleti halka açtığı savaşı katliamlar, kayıplar, gözaltılar, işkence ve hapishanelerle sürdürüyor. Susurluk Devleti, Adana'daki katliamın üzerinden çok geçmeden İstanbul'da bir katliam daha gerçekleştirdi. Saldırılarında giderek daha da pervasızlaşıyor. Bu bizim için sürpriz değil. Çok daha öncesinden kontrgerillanın saldırılarının bir ölçüde yavaşladığı Susurluk sürecinin bittiğim, bundan sonra oligarşinin saldırılarını artırarak sürdüreceğini biliyor ve söylüyorduk. Savaş ülke topraklarının dışında tüm Ortadoğu'ya yayılacak gibi görünüyor. Emperyalizm, Irak Halkı'na saldırmak için bölgeye habire askeri yığınak yapıyor. Oligarşinin katliamları, emperyalizmin Irak'a salara hazırlıkları... Aslında hiçbiri birbirinden bağımsız değil. Aynı sömürü, zulüm zincirinin halkaları. Türkiye halklarının da, Irak ve Ortadoğu halklarının da düşmanları aynı; emperyalizm ve işbirlikçileri. Tüm sömürü, zulüm, işkence ve katliamların arkasında onların çıkarları var. Tabii halkların bu ortak düşmanına karşı halkların birliğini, dayanışmasını sağlamak, emperyalist savaşın eli kulağında olduğu bu günlerde çok daha büyük önem taşıyor. ABD Emperyalizmi'nin saldırısı hepimize yöneliktir. Biz de bu çerçevede mahallemizde hem emperyalizme hem de ona destek veren işbirlikçisi oligarşiye karşı bir çalışma başlattık. Halkımız bu konuda aslında epeyce bilinçli de. '90'daki Körfez krizi '91 'deki emperyalist savaş ve o gündenbu yana yaşanan gelişmelerden emperyalizmin ne yapmak istediğini, en azından Saddam'ın elindeki kimyasal silahlar senaryosunun bahane olduğunu biliyor. Sorun; bu bilinci tepkiye, eyleme dönüştürebilmekte. Çalışmalarımız daha çok bu yönde, çeşitli protesto eylemleri örgütlemeye çalışıyoruz. — Evet arkadaşlar, daha sonra yapacaklarımızı tartışmaya devam ederiz. Şimdi dersimize geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim. Lenin, emperyalizmin can çekişen kapitalizm olduğunu, başka bir ifadeyle em- EĞİTİM peryalist dönemin proleter devrimler çağını başlattığını söylüyor. Konuya bu noktalardan devam edelim. Evet Selma, Lenin neden emperyalizme can çekişen kapitalizm demiş? — Geçen derslerimizde kapitalizmin em peryalist aşamaya ulaşmasıyla, artık üretici güçleri geliştiren yeni bir üretim ilişkisi ol maktan çıktığım, üretimde çok büyük bir toplumsallaşma yaşanmasına rağmen üre tim araçlarının özel mülkiyetinin çok küçük bir azınlığın elinde toplandığını, bunun da üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel oluşturmaya başladığım, yani kapitalizmin artık eskidiğini, çürümeye başladığını söyle miştik. Yine kapitalizmin eski devrevi buna lımlarının emperyalizmde çok sık tekrarla nan sürekli bir genel bunalıma dönüştüğünü anlatmıştık. Ortaya çıkardığı başka sonuçlar la birlikte tüm bunlar, emperyalizm döne minde kapitalizmin daha önce de var olan çelişkilerinin alabildiğince derinleşmesine neden olur. — Hangi çelişkiler bunlar peki? — Çok çeşitli tabii, ama içlerinde en önemli ve belirleyici olanları l)Emek ile ser maye arasındaki çelişki, 2)Emperyalist güç ler arasındaki çelişki, 3)Emperyalizm ile sö mürge ve bağımlı ülkelerin halklan arasın daki çelişkidir. Emperyalizm, emekçi sınıfların çok daha yoğun bir şekilde sömürülmesine ve yoksullaşmasına yol açar. Tabii bu durum, ister istemez sınıf çelişkilerinin yani burjuvaziyle sömürülen emekçi sınıfların arasındaki çelişkinin keskinleşmesini de beraberinde getirir, işçi sınıfı, ekonomik ve parlamenter mücadele yöntemleriyle durumunda iyileştirmeler -sağlayamaz hale gelir. Bu durumda devrim baskı ve sömürüden kurtulabilmenin tek yolu haline gelir, işçi sınıfı, kurtuluşu için devrime yönelir. Tekeller, karlarım artırmak amacıyla birbirlerinin pazarlarım, sahip oldukları hammadde kaynaklarını, toprakları ele geçirmek için birbirleriyle rekabet halindedir. Bu reka- bet ister istemez bir çatışmaya, çatışmalar emperyalist savaşlara yol açar. Bu çatışmalar ve emperyalist savaşlar, bir bütün olarak kapitalizmin gücünü zayıflatan işlev görür. Dolayısıyla bu, devrimi kolaylaştıran ve yaklaştıran bir sonuca da yol açar. Sömürgelerin emperyalizm tarafından işgali, buralarda gelişmeye başlayan kapitalizm, ulusal bilincin gelişmesine ve emperyalizme karşı kurtuluş hareketlerinin güçlenmesine yol açar. işte tüm bu çelişkilerin derinleşmesi, emperyalizmin sonunu hazırlayan nedenlerdir. Tabii bu çelişkiler derinleşti diye emperyalizm kendi kendine yok olacak değildir. Bunu sağlayacak olan halkların mücadelesi, devrimler, ulusal kurtuluş hareketlerinin kazanacağı zaferlerdir. Halklar, sömürgeler emperyalizmin sömürü ağından kurtuldukça, emperyalizm güçten düşecek, zayıflayacak ve çöküşe yaklaşacaktır. Lenin, bu nedenle emperyalizm can çekişen kapitalizm derken bunu proleter devrimlerin artık sadece emperyalist ülkeler için değil, kapitalizmin çok daha az gelişmiş olduğu tek tek sömürge ve bağımlı ülkeler için de geçerli olduğu anlamında ele alır. — Bu noktayı biraz açalım istersen Sel— Daha önce sözetmiştik. Marks ve Engels'in tekel öncesi kapitalizm dönemine iliş kin devrim kuramı, devrimin kapitalizmin en gelişmiş olduğu, işçi sınıfının nüfusun ço ğunluğunu oluşturduğu bir ya da bir kaç ül kede birden başlayacağı ve bunun diğer kapi talist ülkelerin tümüne, en azından büyük çoğunluğuna yayılarak aynı zaman dilimi içinde gerçekleşecek bir dünya devrimiyle başarıya ulaşabileceği şeklindedir. Ancak emperyalizmle birlikte bu görüş, yeni döne min ortaya çıkardığı özellikler nedeniyle ge çerliliğini yitirir. Lenin, aynı süreçte her ülke deki kapitalizmin gelişiminin ve devrimin ol gunlaşmasının bir olmadığı gerçeğinden ha reketle, devrimin tüm kapitalist ülkelerde ya da çoğunluğunda birden aynı anda başlama sının ve zafere ulaşmasının mümkün olama yacağı sonucuna varır. Ama aynı zamanda "Ekonomik ve politik gelişmenin eşitsizliği, kapitalizmin mutlak yasasıdır. Bundan şu sonuç çıkar ki, sosyalizmin zaferi ilk olarak az sayıda kapitalist ülkede ya da hatta tek başına bir ülkede bile mümkündür" der. Çünkü emperyalizmle birlikte kapitalizm bir dünya sistemi haline, sömürge ve bağımlı ülkeler de bu sistemin birer parçası haline gelirler. Dolayısıyla bu tek sistem içerisinde yer alan ülkelerin tümünde devrimin objektif koşullan oluşur. Sömürge ve bağımlı ülkelerde kapitalizmin az gelişmiş, geri düzeyde olması, devrimin önünde engel değildir. Bu ülkelerde devrimci bir partiye sahip olan proletarya, köylülükle ittifak kurarak, emekçi halkları bayrağı altında toplayarak devrimi gerçekleştirebilir. Emperyalizmin bunalımı, sömürü ve baskısı bu ülkelerde çok daha fazla hissedilir. Bu ülkeler dünya sistemine dönüşen emperyalizmin yumuşak karnı, en zayıf halkaları durumundadır. Dolayısıyla sömürge ve bağımlı ülkeler, devrime emperyalist ülkelerden daha yakın durumdadır. Evet, Lenin özet olarak bunları tespit etmişti. Sonraki gelişmeleri biliyorsunuz, Rusya'da ve daha sonra Çin, Doğu Avrupa ülkeleri, Vietnam, Kore, Küba, Nikaragua gibi ve Afrika'da bir dizi ülkede gerçekleşen devrimler, Lenin'in tespitlerinin ne kadar yerinde ve doğru olduğunu ortaya koydu Yanı somut olarak kapitalizm emperyalizme dönüşmesiyle esasında ömrünü tamamlamıştır. Ama tabii ölmemek için direniyor. Elinden gelen herşeyi yapıyor. Dünya halklarını daha çok sömürerek, yeni sömürü yöntemleri geliştire- 21 Şubat 1998 rek varlığını sürdürmeye çalışıyor. — Aslında pek çok eski sosyalist ülkede kapitalizme geri dönüşler ve sosyalist siste min dağılması gerçekten kötü oldu. Emper yalizm sömürecek yeni pazarlar elde etmiş oldu. — Doğru, bu ona biraz daha can verdi, ömrünü uzatmasına yol açtı. Ama bakın, ye ni pazarlar bulması bile bunalımını sona er dirmiyor. Gerek geri dönüşü yaşayan ülkeler de gerekse yeni-sömürgelerde, hatta emper yalist ülkelerin kendisinde halkların mücade lesi yükseliyor. Sosyalist sistemin dağılması ve geriye dönüşler moral açıdan emperyaliz me üstünlük sağlamıştı, artık onun etkileri de kayboluyor. Sosyalizmin öldüğü, kapitaliz min tek seçenek olduğu şeklindeki emperya list propagandalar artık eskisi gibi itibar gör müyor. Halkların kurtuluşu için devrimlerin ve sosyalizmin tek seçenek olduğu gerçeği emperyalizmin aksi yöndeki tüm propagan dalarına rağmen giderek kendini daha çok kabullendiriyor. Yani emperyalizm, ne yapıp ederse etsin, sonuçta yok olmaya mahkum. — Evet arkadaşlar şimdi, emperyalist sa vaşlardan başlayarak günümüze gelelim is terseniz. Bu bölüme sen hazırlanacaktın Ömer. — Okuldaki tarih kitaplarında 1. Dünya Savaşı diye geçen 1. Paylaşım Savaşı'nın, em peryalist ülkeler arasındaki pazar kavgasın dan çıktığını biliyoruz. Daha önce kapitaliz min her ülkede eşit düzeyde gelişmediğini, dolayısıyla kapitalizmden emperyalist aşa maya geçişin de her ülkede aynı zamanda gerçekleşmediğini anlatmıştık. Bu durum emperyalist aşamaya ulaşmış yeni ülkelerle eski emperyalist ülkeler arasında çelişkilerin, çatışmaların çıkmasına neden olur. Çünkü yeni emperyalist ülkenin pazarları daha dar dır, sömürgeleri yoktur ya da çok azdır, bu nedenle yeni pazarlara ihtiyacı artar, bu da pazarları ele geçirme mücadelesini kızıştırır ve emperyalist devletler arasında savaşlara yol açar. Gelişme Lenin'in de öngördüğü gibi bu yönde oldu. Avrupa'da İngiltere ve Fransa ilk büyük emperyalist devletler olarak ortaya çıktı. Ancak kapitalist gelişmenin daha geç başladığı Almanya hızlı, sıçramak bir gelişme gösterdi ve 1900'lü yılların başında İngiltere ve Fransa'yı geçerek Avrupa'nın 1., dünyanın 2. büyük gücü haline geldi. Tabii onlann pazarlarına da el attı. ingiltere ve Fransa'nın sömürgelerinin bir bölümünü ele geçirirken, İngiltere'nin denizlerdeki egemenliğine son vermek, Ortadoğu'dan ingiltere'yi kovarak tüm Ortadoğu ve Güney Avrupa'yı ele geçirmek, Çarlık Rusyası'nın elinden de Ukrayna, Polonya ve Balük bölgesini almak istiyordu. İngiltere ise, Almanya'nın pazarlarını ele geçirme çabasını geri püskürtmek, Ortadoğu ve Afrika kıtasını tamamen egemenliği altına almak amacındaydı. Fransa da Almanya'nın 1870'de işgal ettiği Alsas-Loren'i geri almak ve Starr bölgesini ele geçirmek için uğraşırken, zaten pek çok sömürgeye sahip Çarlık Rusyası ise, sömürgelerini korumak ve sınırlarını genişletmek çabasındaydı. Tabii diğer emperyalistleşen ülkeler de pazar kavgasından pay almak peşindeydi, işte ekonomik dengelerin değişmesiyle kızışan bu pazar kavgası içinde İngiltere ve Fransa ile Almanya arasında dünyanın yeniden paylaşımı uğruna savaş patlak verdi. Savaş onlarla da sınırlı kalmadı. ABD, Japonya gibi büyük emperyalist devletleri ve başka bir dizi ülkeyi de içine alarak bir dünya savaşma dönüştü. Tabii bundan sonra da milyonlarca halkın katledilmesi, ülkelerin işgal ve işgal edilen toprakların yağmalanması başladı. 70 milyon kişinin silah altına alındığı savaşta 10 milyon kişi ölürken 20 milyondan fazla insan 21 Şubat 1998 sakat kaldı. Milyonlarca insan da açlıktan ve salgın hastalıklardan öldü. Emperyalist savaş halklar için kân, gözyaşı, acı, tam bir yıkım ve yoksulluk olurken tekellerse karlarına kar kattılar. Savaş sırasında daha da güçlendiler, devletler üzerinde daha etkili bir güç haline geldiler. — Peki nasıl olmuş bu? Hem bir yanda savaş yıkım, halkın yoksullaşması var, hem de diğer yanda üstelik savaşa giren ülkelerde ki tekellerin daha çok kar etmesi, daha çok güçlenmesi. — Nasıl olmasın ki, bir kere burjuvazi gi dip savaşmıyor. O kendi canım malını, mül künü emniyete alıp sonra da yeni mülkler ediniyor. Mesela İngiltere, Fransa, İtalya, Çar lık Rusyası gibi emperyalist güçler hatta kapi talist gelişme yolundaki Yunanistan bile bok böcekleri gibi üşüşüp dört bir yandan yarısömürge durumundaki Türkiye'yi işgal etti ler. Her biri ülkenin bir parçasını ele geçirip sömürgeleştirmek amacındaydı. Şimdi, işgal etmek için gelip savaşanlar herhalde burju vazi değildi. İşgal için gelen askerler de em peryalist ülkelerin yoksul halkından insanlar dı. Emperyalist tekeller çıkarları, sömürüleri için halkları birbirine kırdırıyorlar. Sonra da işgal ettikleri toprakları yağmalayarak, bura daki halkları da sömürerek karlarına kar katı yorlar. Tabii savaş sırasındaki büyük karlarını sadece sömürgelerden, işgal ettikleri yerlerden sağlamıyorlar, "savaş hali" deyip kendi halklarım da daha çok sömürme gerekçesi yaratıyorlar. Yükselen enflasyonun yardımıyla gerçek ücretleri iyice düşürüyorlar. Grevler, gösteriler yasaklanıyor. Günlük çalışma Süreleri uzatılıyor. Yiyecek karneye bağlanıp halk açlıktan, yoksulluktan kıvranırken zorunlu çalışma uygulamaları başlatılıyor. Ama esas karlarım savaş giderlerinden elde ediyorlar. Savaşa giren devlet, halkı soyup soğana çevirerek oluşturduğu bütçenin büyük bölümünü askeri malzeme, araç gereç, silah ve diğer bir sürü malzemeyi üreten tekellere aktarıyor. Tekelci burjuvazi, "fırsat bu fırsattır deyip muazzam karlar ediyor. Savaş içindeki devlet de ister istemez tekellere daha bağımlı hale geliyor. Savaş koşullarında küçük ve orta işletmelerin büyük bir bölümü iflas ediyor ya da zorla kapatılıyor, meydan hepten büyük patronlara, tekellere kalıyor. 1. Paylaşım Savaşı'ndan en karlı çıkan ise, savaşı doğrudan kendi topraklarında yaşamayan ABD Emperyalizmi oldu. ABD tekellerinin 1917'deki karları 1914'deki karlarının üç-dört katı tutuyordu. Beş yıl süren savaş boyunca ABD'nin büyük tekelleri önceki döneme göre 10-20 hatta daha fazla katıyla kar ettiler. — Tekeller savaştan büyük karlarla çıkı yorlar ama bu arada Sovyet Devrimi'yle dün yanın altıda biri büyüklüğündeki bir pazarı da kaybettiler. — Doğru. Emperyalistler açısından pay laşım savaşlarının bir de böyle emperyalizmi zayıflatan, güçten düşüren bir çıkmazı var. Paylaşım savaşlarının olduğu dönemler aynı zamanda bazı ülkeler özelinde ulusal, sosyal kurtuluş hareketleri için, devrimler için de daha uygun koşullar demektir. Emperyalizm le birlikte sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi, proletaryanın mücadelesinin yükselmesi, emperyalist güçler arasında savaşlara yol açan çatışmalar, sömürgelerdeki halkların kurtuluş mücadelelerinin yükselmesi, tüm bunlar, emperyalist sistemi zayıflatan, kapi talizmi dünya çapında genel bir bunalıma sürükleyen nedenlerdir. Bu hem ekonomik, hem de politik bir genel bunalımdır. Emper yalist ve sömürge ülkelerin tümünü etkisi al tına alır. Sömürgelerdeki etkisi daha da yıkıcı, ağır olur ve tek tek ülkelerin sistemden kop- 27 Kurtuluş EĞİTİM malarına yol açar. 1. Paylaşım Savaşı, işte bu bunalımın sonucu olarak ortaya çıktı ve bu aynı zamanda emperyalizmin 1. Bunalım Dönemi olarak ifade edilir. Savaş ise bu bunalımı sona erdiremedi, aksine Sovyet Devrimi'yle büyük bir pazarın kaybedilmesi, Sovyet Devrimi'nin halklar üzerinde yarattığı motivasyonun da büyük etkisiyle savaştan sonra emperyalist ülkelerde ve sömürgelerdeki halkların mücadelesinin yükselmesi bunalımın daha da derinleşerek sürmesine neden oldu. Pazar sorunu ve işsizlik, artık kronik bir vakadır. Halkların daha da yoksullaştırılması, tüketim olanaklarının daha da kısıtlanması demekti, ki bu tekellerin pazar problemini daha da büyüttü. Daha önce serbest rekabetçi kapitalizmin sadece kriz dönemlerinde görülen sanayi işletmelerinin mevcut üretim kapasitesinin altında çalıştırılması, artık sürekli bir hale geldi. Bu, kapitalizmin genel bunalımının ortaya çıkardığı en belirgin ve önemli özelliğidir. 1. Paylaşım Savaşı'ndan önce 8-12 senede bir görülen kriz dönemleri, artık çok daha sık aralıklarla, çok daha şiddetli ve uzun süreli olarak yaşanmaya başlandı. Mesela, 1920-21 yılları arası böyle bir dönemdir. 1924'te kriz hafifler, 1925 yılıyla birlikte ise ekonomide beUi bir rahatlama dönemi başlar. Bu yıllarda emperyalist, kapitalist ülkelerin çoğunda işçi sınıfının mücadelesi de geri çekilir, sımf çelişkilerinde bir yumuşama görülür. Ancak çok geçmeden 1929'da yeni ve bu kez daha derin bir kriz daha baş gösterir ve 1933'e kadar sürer. Bunu 1937-38 krizi takip eder. Bu kısa aralıklarla yaşanan derin kriz dönemleri ile kapitalizmin genel bunalımı birbirlerini karşılıklı olarak etkiler. Krizler genel bunalımın bir nedeni olarak ortaya çıkar ama ortaya çıktıktan sonra da kapitalizmin genel bunalımım daha da ağırlaştıran ve hızlandıran bir etkide bulunur. Bu arada 1. Paylaşım Savaşı'ndan yenilgiyle çıkan Almanya, aldığı dış yardımlarla ağır sanayisini tekrar kurarak hızlı bir sanayileşme atağı başlatmıştı. Kısa bir süre sonra eski gücüne tekrar ulaştı ve tabii yine pazar sorunu gelişiminin önüne büyük bir engel olarak çıktı. Tekrar dünya pazarlarına göz dikti. Kapitalizmin bunalımların sonucu olarak ortaya çıkan durgunluk, istikrarsızlık ortamında sömürüsünü artırmak, göz koydukları dünya pazarındaki paylarını büyütmek isteyen ve ağır ekonomik krizlerin sınıf çelişkilerini keskinleştirdiği koşullarda iktidarlarını kaybetmekten korkan tekeller, Almanya, İtalya, Japonya'da faşizmi iktidar yaparak eski parlamenter ve burjuva demokrasisi yönetim biçimlerine son verdiler. Yalnız bu ülkelerde faşizm, iktidara gelirken arkalarına kitle desteği almayı da başardı. Faşist partiler, ekonomik krizlerin halk üzerinde yarattığı bıkkınlığı kendi leylilerine iyi değerlendirdiler. İktidara geldiklerinde halka eşitlik, refah, daha fazla haklar vaad ettiler. Yani demagoji ve yalanlarla, milliyetçiliği de kullanarak halkın önemli bir kesimini kandırıp yanlarına almayı başardılar. Bunda bu ülkelerdeki sosyalist, sol partilerin de tehlikeyi önceden görememeleri, faşizme karşı direnişi geliştirmede zaafa düşmeleri de önemli rol oynadı. Tabii faşizm iktidar olduktan sonra da tüm sol, demokrat, ilerici güçler ezilmeye başlandı. Faşizme karşı gelen herkes düşman ilan edildi. Bu arada silahlanmaya hız vererek savaş hazırlıklarını artırdılar. Almanya pazardan pay istemeye başladı. Aynı şekilde İtalya da çeşitli sömürgeler üzerinde hak iddia ederken, Japon emperyalizmi ise Çin'e saldırdı. Sonuçta 2. Paylaşım Savaşı, Almanya, İtalya, Japonya'nın oluşturduğu faşist devletler ittifakı tarafından başlatıldı. Karşısında ise ABD, İngiltere, Fransa emperyalist devletleri yer aldı. ABD çevresinde oluşan ittifak, Hitler faşizmini mümkün olduğunca yıkılmasını arzu ettikleri Sovyetler Birliği üzerine yöneltmeye çalıştılar. Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırmasıyla Sovyet Halkı da emperyalist savaşın bir yanında yer almak zorunda kaldı. Ve faşizmin yenilgiye uğratılmasında belirleyici rol oynadı. Ancak Japonya ABD limanlarına, Almanya İngiltere'ye doğrudan saldırdıktan sonradır ki, ABD ve İngiltere faşizme karşı savaşta aktif olarak yer alıp müdahalede bulunmaya başladılar. ABD'nin Avrupa'daki savaşa fiili olarak müdahalesi ise, neredeyse artık faşizmin kesin yenilgisi belli olduktan sonradır. Onu bu kadarına bile yönlendiren, esas olarak savaş sonrasında yapılacak antlaşmalarda söz sahibi olmak, ağırlığım koymak içindir. Sonuçta, savaş faşizmin yenilgisiyle sona erdi ama halklar açısından ortaya çıkardığı bilanço 1. Paylaşım Savaşı'ndan çok daha büyük oldu. Sadece Sovyet Halkının savaşta verdiği şehit 20 milyonu buldu. SBKP iki milyona yakın parti üyesini faşizme karşı direnişte kaybetti. 6 milyondan fazla yahudi ve komünist, faşizm tarafından toplama kamplarında ve gaz odalarında katledildi. Toplam 30 milyon insan ölürken, 35 milyon insan geriye sakat olarak kaldı. — Halk milyonlarla katledilirken, açlık ve yoksulluktan kıvranırken tekeller yine savaş tan karlı çıkıyorlar ama. — Evet, savaş sonrasında Almanya, İtalya ve Japonya askeri olarak çökertildi, ancak, sa vaş sırasında yenüen ülkelerin de, yenen ül kelerin de tekelleri korkunç karlar etti. Ama en çok da, yine Amerikan tekelleri bu savaş tan karlı çıktı. 1938 yılında 3,3 milyar dolar olan karları 1941'de 17 milyar dolara, 1942'de 21 milyara, 1943'de 25 milyar dolara, 1944'de ise 24 milyar dolara yükseldi. ABD tekelleri dünya çapında da güçlerini ve etkilerini bü yüttüler. — Vay canına korkunç bir şey bu! Bir avuç tekel kar edecek diye milyonlarca insan katlediliyor, dünyanın altı üstüne getiriliyor, halklar birbirine düşman ediliyor ama onlar habire kasalarım dolduruyorlar. Hiçbir şey olmamış gibi el ele verip savaştan sonra da dünyayı sömürmeye devam ediyorlar. — Doğru, tekeller karlarını büyütüyorlar ama, her büyük savaştan sonra da sömürge lerinin bir bölümünü kaybediyorlar. 2. Payla şım Savaşı'nda da bu sefer dünya pazarının daha da büyük bir bölümünü kaybettiler. Fa şizmi yenen Sovyet Kızıl Ordusu'nun da ver diği destekle Polonya, Çekoslovakya, Maca ristan, Romanya, Bulgaristan ve Arnavut luk'ta gerici ve faşist iktidarlar yıkılarak bura larda demokratik halk cumhuriyetleri kurul du. Emperyalist Almanya ise ikiye bölünerek doğusunda Demokratik Almanya kuruldu. OKUMA PARÇASI: "Kapitalizmin Genel Bunalımı En büyük kapitalist devletlerin, dünyanın yeniden paylaşımı uğruna emperyalist mücadelesi, birinci emperyalist dünya savaşma (1914-1918) yol açtı. Bu savaş dünya kapitalizminin tüm sistemini sarstı ve böylece onun genel bunalım dönemini başlattı. Savaş, savaşan ülkelerin tüm ulusal ekonomisini kendi hizmetine zorladı, devlet kapitalizminin demir yumruğunu yarattı, üretken olmayan harcamaları baş döndürücü bir yüksekliğe çıkarttı, muazzam miktarlarda üretim aracını ve canlı işgücünü yok etti, nüfusun geniş tabakalarını perişan etti ve sanayi işçilerinin, köylülerin ve sö- Yine hemen savaşı izleyen yıllarda Asya kıtasında Çin gibi dev bir ülke, devrimle emperyalist sistemden koptu. Emperyalizm toplam olarak dünyanın üçte birini kaybetmişti. Karşısında artık sadece Sovyetler Birliği değil, sosyalist bir blok vardı. Elbette bu durum, emperyalist ülkelerin gelecek kaygılarını da oldukça büyüttü. Çıkardıkları her savaştan sonra daha büyük bîr pazarı kaybediyorlardı. Yani savaşlarla bunalımlarına çare ararlarken kendi sonlarını daha da yakınlaştırmış oluyorlardı. işte büyüyen bu tehlike karşısında emperyalist ülkeler, aralarında zorunlu bir entegrasyona gittiler. Üstelik giderek geliştirdikleri nükleer ve diğer imha silahları bundan sonra birbirleriyle yapacakları savaşlarda kendilerinin de tümden yok olmaları, bir daha ayağa kalkamayacak kadar ağır bir yıkıma uğramaları riskini çok büyük ölçüde artırıyordu. Bu nedenle emperyalist ülkeler ve tekeller arasındaki rekabet sona ermedi ama kendi aralarındaki çelişkileri birbirleriyle doğrudan savaşmadan çözmeye yöneldiler. Karşılarında önemli bir tehlike olarak gördükleri sosyalist ülkelere ve sömürgelerdeki kurtuluş savaşlarına karşı ortak bir cephe oluşturmaya başladılar. Yeni strateji ve taktikler geliştirdiler. Aralarında ekonomik ve askeri antlaşmalar yapıp güçlerini birleştirme yoluna gittiler. Mesela emperyalist devletlerin ortak askeri bir gücü olarak NATO böyle oluştu. Daha sonra bunun çerçevesini genişleterek bazı yeni sömürgeleri de dahil ettiler. Ekonomik anlamda IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar emperyalizmin ekonomik çıkarlarını korumak ve yeni yöntemlerle sömürüsünü sürdürmek, sömürge ve yeni sömürge ülkelerin ekonomisini denetim altına almak, yönlendirmek için kuruldu. Bunun yanında kıtalar, bölgeler düzeyinde, birkaç ülke arasında veya ikili olarak birçok askeri ekonomik anlaşmalar, paktlar gündeme getirildi. Tabii tüm bu emperyalist kuruluşlarda, yapılan anlaşmalarda emperyalist sistemin en büyük gücü haline gelmiş olan ve emperyalizmin jandarmalığına soyunan ABD'nin ağırlığı, inisiyatifi vardır. İşte bu dönem de 3. Bunalım Dönemi'dir. Elbette bu yeni dönemdeki yani emperyalizmin girdiği 3. bunalım dönemindeki değişiklikler sadece bunlar değildir. Önemli değişikliklerden biri emperyalist işgallere ve sömürgeciliğe karşı dünyanın hemen her tarafında ulusal kurtuluş hareketlerinin ortaya çıkması nedeniyle sömürgecilik ilişkilerinde de yeni yöntemler geliştirilmesi, bir diğeri ise emperyalist ülke ekonomilerinin askerileştirilmesidir. — Burada kesip, bu konuları da haftaya işleyelim isterseniz arkadaşlar. Şimdi biraz ara verelim sonra mahalledeki işlerimizi konuşmaya devam ederiz.* mürge halklarının sırtına ölçüsüz yükler bindirdi. Açık devrimci kitle eylemlerine ve iç savaşa dönüşen sınıf mücadelesini keskinleştirdi. Emperyalist cephe en zayıf noktasından -Çarlık Rusyası' nda yarıldı. 1917 yılındaki Şubat Devrimi feodal mutlakıyeti devirdi; Elcim Devrimi ise burjuvaziyi. Bu muzaffer proleter devrimi, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirdi. üretim araçlarını burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin elinden çekti aldı; ve insanlık tarihinde ilk kez, dev bir ülkede proletarya diktatörlüğünü kurdu ve pekiştirdi, yeni bir devlet tipini, Sovyet Devleti'ni yarattı ve böylece uluslararası proleter devrimini başlattı." (J. Stalin, Leninizmin Sorunları, Cilt II) KURTULUŞ 28 GÖREVİNİ YAKMANIN SADELİĞİ BESAT AYYILDIZ 1991 yılının ilk-haftasıydı. Devrimci Sol tutsakları olarak Ankara Merkez Kapalı Hapishanesinin 4. koğuşunda kalıyoruz. Yılbaşı öncesinde dışarıda gençlik alanına yönelik operesyon olmuştu. Gözaltında DEV-GENÇ'li arkadaşların olduğu haberi geldi. İçlerinde tutuklanan olur mu diye beklerken, 9 Ocak günü temsilci arkadaş idareye çağrıldı. Aradan fazla bir zaman geçmedi ki, yanında zayıf, elbiselerin içinde kaybolmuş sessiz bir arkadaşla çıkıp geldi. İçimizden tanıyanlar vardı. Hemen yöneldiler, boynuna sarılıp kucaklaştık. İlk dikkatimi çeken zayıflığı ve sessizliğiydi. Aramıza katılan bu arkadaşımız Ankara Dil Tarih'ten Besat'tı. Kış günüydü. Koğuşun içindeki sobanın etrafında kümelenmiştik. Bir yandan da banyo yapabilmesi için hazırlıklar yapıldı. Şubeden, işkenceden gelmenin bir yorgunluğu vardı üzerinde. Bundan da öte işkenceciler ellerini şubede kızgın kalorifer peteklerinin arasına sıkıştırıp yakmışlardı. Olayın ayrıntılarını anlattı daha sonra. Besat'ı, yılbaşı öncesi Ankara'daki korsan gösterilerimizden birinden sonra gözaltına alıyor polis. Şubeye götürür götürmez başlıyorlar işkenceye. Bir, iki, üç... hangi yöntemi denerlerse denesinler bir sonuç alamıyorlar. Besat kararlı, tavizsiz direnişi karşısında işkenceciler kuduruyorlar. İşkence aralarında koridorda ayakta bekletiyorlar. Uyutmuyorlar, ama bir türlü istediklerini alamıyorlar. Yıllardır yaratılan DAL fobisine, korkusuna bir tekmede Besat vuruyor. DAL'a giren konuşmadan çıkamaz propagandasının Besat üzerinde sonuç vermediğini görünce kuduruyor işkenceciler ve bir gece yine ayakta bekletirken iki işkenceci zorla ellerini iki kalorifer peteğinin arasına sokup yakıyorlar. Bununla da kalmıyorlar. Yanık ellerini bu defa da çiğniyorlar. Tuz basıyorlar yaralarına Besat'ın. Ama hiçbirinden sonuç alamıyorlar. Besat DEV-GENÇ'e yaraşır direniş tavrını sonuna kadar sürdürüyor. Besat'a günlük yaşamda ilk zamanlar Besat demeye dilimiz dönmedi. Çoğu zaman "Behsat" dedik. Banyo yaptırırken ellerini güzelce sarardık. Ellerini iyileşene kadar yemeğini bizler yedirdik. Bir çocuk doğallığı ve saflığı taşıyordu. Yoldaşlarının arasında olmanın mutluluğunu anlatırdı. Günlük yaşamda çok sessizdi. Ama çalışkandı. Üretkendi. Okumayı, araştırmayı severdi. Direnişçi kişiliği, koğuş içindeki yaşantısıyla örnek insanlarımızdandı. O dönem DAL'dan direnerek çıkma, ifade vermeme geleneğimiz yeni yeni oturuyordu. Besat misyonunun farkında hareket ederdi. O aralar tutuklanıp gelen başka öğrenci arkadaşlarımız da vardı. Besat'ın davasını da onlarla birleştirdiler. Yasadışı DEV-GENÇ üyesi olmaktan haklarında dava açılmıştı. Dört ay birlikte kaldık Besat'la. Ona takılırdık; "Ya Besat, Yozgat'tan pek devrimci çıkmaz. Sen nasıl bulaştın bu işle- EĞİTİM re" diye. "Öyle demeyin" derdi. "Yozgat'ta da devrimci potansiyel var. Sorun bizim bulup çıkarmamızda" der ve başlar bize Yozgat'ın durumunu anlatmaya. '80 öncesi hangi ilçesinde hangi siyasetlerin devrimci çalışması olduğunu tek tek anlatmaya. Şahiti de hazırdı: Kasım amca. Kasım Yılmaz amcamız da Yozgat'ın Akdağmadeni ilçesinin köylerinden birinde muhtardı. Polisin komplosu sonucu tutuklanıp hapishaneye gelince bizimle kaldı. Besat'ı da hemşehrisi olarak çok severdi. Yozgat'a; Yozgatlılara birisi birşey söylese hemen Besat'ı örnek gösterirdi. Kasım amcamız tahliyesinden kısa bir süre sonra trafik kazasında hayatını yitirdi. "Hemşehri"sinin sonraki devrimci yaşantısına tanık olamadı. Ama o Besat'a hep güvenmiş, onunla gurur duymuştu. Besat'ta o devrimci inanç, o başeğmezlik, o savaşma azmi olduğu sürece sonuna kadar yürüyeceğine inanıyordu. Besat'ta elde silah Amanoslar'ı mesken tutarak, onu sevenlerin göğsünü kabarttı. Parti-Cepheli halk kurtuluş savaşımızın büyütülmesinde bedel ödemekte tereddüt etmedi. Mücadelesi, yaşamı, mütevazılığı, kararlılığı, doğallığı örnektir bizlere. Devrimci selamlar Besat Yoldaş, Devrimci selamlar olsun sizlere Adana şehitlerimiz... BİZ DURURSAK DÜNYA DURUR BESAT AYYILDIZ 1992 senesiydi. Örgütlü ilişkiler içine gireli daha birkaç ay olmuştu. Sorumlum olan yoldaşım, artık başka bir yoldaşımızla ilişki sürdüreceğimi, kendisiyle bir daha görüşemeyeceğimi söylemişti. Bir yandan sorumlumla bir daha görüşemeyeceğimize üzülürken yeni gelen yoldaşımızın kim, nasıl biri olacağını merak etmekten kendimi alamamıştım. Bu haberi öğrendikten birkaç gün sonra, randevu yerine gidip, gelecek olan yoldaşımızı beklemeye başladık. Birkaç dakika sonra yoldaşımız gülümseyerek yanımıza geldi. Gelen Besat'tı. Yapmacık tavır, davranışlardan, gösterişten, abartıdan uzak, sakin, mütevazı... Ve O ilk anda nasılsa hep öyleydi. Sağa-sola savrulmayan tavır davranışları ile, oturmuş kişiliği, soyutluktan, gereksiz fazlalıklardan uzak, düşünce ve konuşmalarıyla somut, sade, anlaşılır olmasıyla hep örnek oldu. Bir gün olsa "bu yeni insandır" diyerek gereksiz kaygılara kapılmamış, tüm eksik ve zaaflarıma müdahale etmiş, ama asla sekter olmamıştır. Zaaflı, yanlış tavır ve davranışlarımın, düşüncelerimizin neden yanlış ve eksik olduğunu bitap usanmadan anlatmış, yorulmamış, tahammülsüz davranmamıştı. Bir yönetici olarak her zaman üzerinde taşıdığı sorumluluğun bilinciyle hareket etmiş, bu sorumluluğun gereğini yerine getirmişti. Yalnızca görev verip "yap-et" demek, sonradan verdiği görevin nasıl yapılıp-yapılmadığını denetlememek bir yönetici olarak onun yanından bile geçmemişti. 21 Şubat 1998 Halk Meclisleri EMPERYALİZMİ ORTADAN KALDIRACAĞIZ VE YERİNE HALKIN İKTİDARINI KURACAĞIZ Her pazar günü Bakırköy özgürlük Meydanı'nda biraaya gelen Halk Meclislerinin bu haftaki konusu ABD emperyalizmi idi. 15 Şubat Pazar günü saat 13.00'de alkışlar, zılgıtlarla meydana gelen Halk Meclisleri "ABD Emperyalizmi Ortadoğu Halklarını Teslim Alamaz-Halk Meclisleri" pankartının yanı sıra "ABD Emperyalizmi Ortadoğu'dan Defol", "Yaşasın Halkların Kardeşliği", "Halkız Haklıyız Kazanacağız" dövizlerinin açılmasıyla eylemlerine başladılar. Coşkulu bir şekilde halayların çekildiği, türkülerin söylendiği eylem daha sonra basın açıklamasıyla devam etti. Açıklamada; "Emperyalizmin uşaklığını yapan Susurluk devleti kendi halklarına yaptıkları yetmiyormuşçasına bugün emperyalizmin Irak nezdinde Ortadoğu halklarına yönelik saldırı hazırlığının içinde emperyalizmin TC devletine verdiği görevleri yerine getiriyor. Ortadoğu'da bugün emperyalist bir savaşın hiçbir dünya halkına yararı yoktur. Aksine Ortadoğu'daki savaş Ortadoğu halklarına yüzlerce, binlerce şehitten başka birşey sağlamayacaktır. Biz emperyalizmin saldırısı karşısında Saddam'ı değil yoksul Irak halkını savunuyoruz. Çünkü bu saldırı Irak halkı nezdinde tüm Ortadoğu halklarına ve emperyalizme karşı savaşan tüm dünya halklarına yönelik bir gözdağıdır" denildi. Emperyalizmin kanlı yüzünün bir kez daha açığa çıktığını belirten Halk Meclisleri getirilen temsili ABD füzesini yakarak "Emperyalist Savaşa Hayır" dedi. Ayrıca Haklar ve Özgürlükler Platformu sözcüsü Oya Gökbayrak 1991 yılında emperyalist savaşa karşı çıktığı için gözaltına alınarak Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü'nün dördüncü katından aşağı atılarak katledilen Ali Rıza Ağdoğan'ın Sütlüce Mezarlığında yapılacak olan anmasına çağrıda bulundu. Bir görev verirken nasıl yapacağımı ayrıntılarıyla, kavradığıma ikna oluncaya kadar sabırla anlatmıştır. Görev bittikten sonra "yaptın mı?" diye sormakla yetinmemiş, yapılan işleri yerinde denetlemiş, eksikliklerimi ortaya koymuş, daha iyisinin nasıl yapılabileceğini yeniden kavratmaya çalışmıştı. Besat bir yönetici, bir yoldaş olarak her zaman, her yerde güven vermiştir. Hareketimizin kimliğini, kendi kişiliğinde somutlamış, bizlere her zaman, hareketimizin yanı başımızda olduğunu hissettirmiştir. Çabalarıyla hareketimize duyduğumuz bağlılık, sevgi, saygı daha da büyümüş, hareketimizin bir parçası olduğumuzu hissettirmişti. Yeni insan olmama, birçok olum- suzluğu üzerimde taşıyor olmama rağmen, farkında olmadığım halde, kendi eksikliklerini ortaya koymaktan hiç çekinmemiş, bunlarıda kendisi için olduğu kadar benim içinde bir eğitime dönüştürmeye çalışmıştır. Mütevazılığını hep korumuş, yoldaşlarına karşı hep güven duymuş, en küçük emeğimize bile değer vermiştir. Yoldaşım, bir gün "biz durursak dünya durur" demiştin. Sen hiç durmadın. Bir kez daha örnek, yol gösterici oldun. Senin mücadele dolu yaşamından çok şey öğrendik, öğrenmeye devam ediyoruz. Senin yürüdüğün yolda, senin gibi yürüyecek, senin gibi olacak, sana layık olacağız. 29 EĞİTİM 21 Şubat 1998 KURTULUŞ EĞİTİM TARZIMIZ "Eğitim, her şeyden önce bir coşku, inanç, ruh olayıdır. İnanmayan, hissetmeyen anlatamaz, eğitemez. Donuk, cansız bir eğitim ikna edemez. Katılacağı eğitim çalışmasına iyi hazırlanmayan, emek sarf etmeyen bir yönetici, anlatamaz, inandırıcı olamaz, etkileyici olamaz. Dahası, eğitimin önemi, gereği üzerine tüm söylenenleri bizzat pratiğiyle yadsıyor demektir. Onun eğitiminin kitlelere vereceği hiçbir şey yoktur; tersine eğitimin önemsenmemesi noktasında o ancak kötü, olumsuz bir örnek olabilir." Eğitim; insanları yeniden şekillendirmek, yönlendirmek ve yeni insanı yaratmaktır. Eğitim; psikoloji, kültür, tarih vb. birçok dalı da kapsayan geniş bir kayranıdır. Devrimci eğitimin teorisine ve pratiğine Önemli katkılarda bulunan devrimci önderlerden Kalinin, eğitimi "öğrencinin psikolojik ve manevi yönünü etkilemek, öğrenimi süresince onu belli yönde ve insan olarak biçimlendirmektir" diye tanımlamıştır. Yani eğitim doğru bir şekilde hayata geçirildiğinde, eğitme sanatı verimli bir şekilde ele alındığında, elimizdeki önemli bir güçtür. Daha ayrıntılı söylersek, doğanın ve toplumun gelişme yasalarının öğretilmesi, belli bir dünya görüşünün, bir ahlakın, toplum kurallarının kavratılması ve benimsetilmesi, karakterin ve iradenin, belli bedensel niteliklerin geliştirilmesi, eğitimin içeriğini oluşturur. Özü, öğrenme, öğretme ve yeniden şekillendirmedir. Eğitim, kurum olarak da, sonuçları açısından da, sınıflar mücadelesinde bir güçtür. Bu gücü burjuvazi oldukça başarılı kullanmaktadır. Elindeki birçok olanakla kitlelere ulaşmakta, yönlendirmektedir. İnsan, doğumundan ölümüne kadar, hayatının her saniyesinde burjuvazinin çeşitli biçimlerdeki yönlendirmeleriyle iç içedir. Burjuvazi eğitimi sınıflarüstü bir olgu, bir faaliyet olarak gösterir. Oysa ki sınıflarüstü bir eğitim yoktur; mevcut düzende eğitim, egemenlerin ideolojisine göre şekillenir. Tek hedefi, kendi sistemini güçlendirmektir. Bu nedenledir ki; halka gerçek tarihi öğretmez, doğanın, toplumun gerçek gelişme yasalarını öğretmez, bunun yerine kafaları hurafelerle, anti-bilimsel gerçeklerle doldurur, halkın yüreklilik, mertlik, dayanışma vb. niteliklerini geliştirmek istemez; yerine bireyciliği kutsayan bir ideolojiyi öğretir. Devrimci eğitim ise kitlelerin bilinçlerini köreltmek için değil, aksine siyasal bilinçlerinin, kültürel özelliklerinin gelişmesine ve yaratıcılıklarının, inisiyatiflerinin yükselmesine hizmet eder. Eğitim, kitlelerin kendi özgücünün farkına varmasını, düşmanını tanımasını sağlar. Bunun içindir ki; kitleleri güçlü kılmak istiyorsak eğitimi özel olarak ele almalı, geniş kitleleri bu eğitim faaliyetine katabilmeyi hedeflemeliyiz. Eğitimimizdeki temel nokta; yürüttüğümüz devrimci mücadeledir. Kullanılan her yöntem, eğitimin programı, hedefleri bu temel çerçevesinde belirlenir. Eğitimin genel muhtevası üzerine daha pek çok şey söylenebilir; ancak bugün asıl olarak öne çıkan, bunun pratikte nasıl biçimlendirileceği sorunudur. Bu pratikte eğitenlerin ve eğitilenlerin üzerine düşen görevlerin netleştirilmesi, çalışmanın hangi temeller üzerine geliştirileceğinin netleştirilmesi, eğitimi sürecimize uygun bir tarzda yürütebilmenin ön koşulu durumundadır. İLK ADIM, EĞİTİCİLERİN KENDİNİ EĞİTMESİDİR Eğitim faaliyetinin başarısı, verimi, her şeyden önce o alanda, birimde eğitimin önemi ve gerekliliğinin kavranmış olmasına, bu önem ve gereğe uygun bir pratiğin ısrarla örgütlenmesine bağlıdır. Elbette ki bu noktada alanın yönetici, sorumlu kadroları belirleyici bir roldedir. Eğitim faaliyetindeki ısrarın, ciddiyetin takipçisi olacak olan, her şeyden önce onlardır. Ne var ki, bu görev de "yapın, edin" talimatlarıyla yerine getirilemez. Sorumlu, yönetici kadrolar, bizzat o eğitim çalışmasının içinde yer almalıdırlar. Eğitime verilen önemi, bizzat kendileri çalışma içinde göstermelidirler. Bunun pratikteki ifadesi, öncelikle iki noktada somutlanmalıdır: Bir; her kadronun mutlaka içinde bizzat yer aldığı bir eğitim grubu olmalıdır. Doğrudan eğittiği insanlar olmayan, eğitim faaliyetindeki yeri yalnızca dışarıdan talimatlar vermekle sınırlı olan bir yönetici, sorumlu görevini yerine getirmiyor demektir. İki; Eğitim, her şeyden önce bir coşku, inanç, ruh olayıdır. İnanmayan, hissetmeyen anlatamaz, eğitemez. Donuk, cansız bir eğitim ikna edemez. Katılacağı eğitim çalışmasına iyi hazırlanmayan, emek sarf etmeyen bir yönetici, anlata- maz, inandırıcı olamaz, etkileyici olamaz. Dahası, eğitimin önemi, gereği üzerine tüm söylenenleri bizzat pratiğiyle yadsıyor demektir. Onun eğitiminin kitlelere vereceği hiçbir şey yoktur; tersine eğitimin önemsenmemesi noktasında o ancak kötü, olumsuz bir örnek olabilir. Dolayısıyla eğitim, öğrenmekten ve öğretmekten zevk alan, bunu devrimci bir görev ve coşku verici bir iş olarak kavrayan yöneticilerin işidir. Kendisi okumayan, araştırmayan, öğrenmeyen, tartışmayan bir yönetici, bunları altındakilere yaptırabilir mi? Kendisi okumayan, araştırmayan bir yönetici, bu eksikliğini gizlemek için eğitim çalışmalarına katılmamak, bir eğitim grubunun sorumluluğunu üstlenmemek için kırk dereden su getirecek, gerekçeler bulacaktır. Ama bu ne kendisini, ne birimini geliştirmez, tersine kaçışının asıl gerekçesi şu veya bu biçimde açığa çıkacak, altındaki insanlar onun tembelliğini görecek ve onun konumu tartışılır bir konum haline gelecektir. Eğitim, zor olan işlerden biridir. Özellikle sorumlu, yönetici durumunda olanların sürekli kafa yormasını, yaratıcılığım, sürekli gelişimini gerekli kılar. Onların gelişiminin durduğu noktada eğitim de sürekli, verimli olamaz. Kaldı ki eğitim, yalnızca üç-beş kişilik grupların eğitimiyle sınırlı değildir. Biz aynı zamanda kitlelerin eğitiminden bahsediyoruz. Eğitimi sadece birkaç kişilik grup çalışması olarak düşündüğümüzde faaliyetimizi baştan kısırlaştırmış, tek düzeliğe hapsetmiş, dahası sürecin temel görevlerinden birini yadsımış oluruz. Eğitim, sürecin ihtiyaçlarına, kitlelerin özelliklerine göre biçimlenmeli, gelişmelidir. Her süreçte aynı söylemlerle, aynı programla hareket ettiğimizde eğitimin kapsamını daraltmış, etki alanını küçültmüş oluruz. Elimizdeki gücü kullanamadığımızda kitleleri burjuvazinin etki alanından çıkarmamız mümkün değildir. Sürece göre biçimlendirebilmek-se, öncelikle belirttiğimiz gibi kadroların sürecin görevlerini, özelliklerini doğru kavramasıyla, politik bir üretkenlik içinde olmalarıyla, kendilerini teorik, politik sürekli geliştirmeleriyle mümkündür. Bir eğitmen teorik, politik olarak kitlelerin önünde olmalıdır. Ancak, bunu kitlelere "çok bilmiş"ce, "ukalaca" da aktarmaya kalkmamalıdır. Böyle bir üslup, onu eğittiği kitleden koparır. İnandırıcılığı, ikna ediciliği bu defa bu noktadan zedelenir. Politik birikimini kişiliğine olgunluk, mütevazilik olarak yansıtan bir öğretmen başarıya ulaşır ve kitleler tarafından sahiplenilir. Bu, Parti-Cephe politikalarını kitlelere kavratabilmemizde kendim gösterecektir. Öğretirken öğrenmesini bilen, öğrendiklerini devrimci bir tarzda kitlelere ulaştırabilen, kitlelerle bütünleşmiş öğretmenler bu başarıların altına imza atacaklardır. EĞİTİMDE VERİM ALMANIN KOŞULU, KİTLEYİ TANIMAKTIR Halkın öfkeyle ve özlemle dopdolu olduğu, Gazi Ayaklanması'ndan, 1 Mayıs'lara, ışık eylemlerine kadar pek çok örnekte onbinlerle alanlara çıkıp kavgaya girebildiği bir ortamda, geniş kitlelere seslenmek, onları dönüştürmek ve devrim mücadelesine akmasını sağlamak, önemli bir görev olarak karşımıza çıkıyor. Bugün eğitimi, dar grup çalışmalarının yanı sıra, yüzlere, binlere seslenen, binleri yönlendiren bir muhtevada, buna uygun biçimler ve yöntemlerle ele almalıyız. Eğitim, kitlelerle aramızdaki bağı güçlendirecek, belli bir temele oturtacak en önemli faaliyetlerden biridir. Bu bağ elbette onların geri yanlarına seslenmekle, onlarla birlikte sorunların çokluğundan bahsetmekle kurulmayacaktır. Bu şekilde başlangıçta kolay ilişki kurulabilir belki ama kitlelerde hiçbir iz bırakmayan, hiçbir dönüştürücü işlevi olmayan bir bağ gelişir. Bizim kitlelerle aramızdaki bağ yönlendirici, geliştirici ve ileriye taşıyıcı olmak durumundadır. Bu bağ güçlendikçe halkın kadrolaşması, kitlelerin başkaldırısı güçlenecektir. "Kitleleri nasıl yönlendireceği?? Nasıl eğiteceğiz?" sorularına vereceğimiz cevaplar, aslında yıllarca söylediğimiz kitle çalışmasının bütünüdür. Eğitim, kitle çalışmasının temel bir parçasıdır. Kitleleri tanımak birinci adımdır. Onlarla aramızdaki bağın biçimi de, içeriği de buna göre şekillenecektir. Seslendiğimiz, eğitmeyi hedeflediğimiz kitlenin niteliği birçok şeyi belirleyendir. Seslendiğimiz kitlenin geçmişten günümüze mücadele tarihi, bu tarihin içinde oluşan kültürel gelenekleri, eğitim düzeyi, devletle yaşadığı çelişkilerin boyutu, sorunları, beklentileri vb. birçok özellik kitlenin ruhsal şekillenmesini oluşturmaktadır. Bütün bunları öğrenmeyi ve tekrar devrimci düşüncelerle yoğurup kitlelerle bütünleştirmeyi sağladığımızda eğitimimiz daha işlevsel ve verimli olacaktır. Kitlelerin eğitimine, kitlelerin öğrencisi olmakla başlayan böyle bir tarz, kitlelerle doğrudan bağ kurmamızı, onları hissetmemizi ve düşünce sistematiğini, davranışlarının nedenini daha kolay kavramamızı sağlayacaktır. Bu, bize aynı zamanda ajitasyon-propaganda çalışmamızda önemli malzemeler verecektir. Örneğin halkın kurtuluş savaşındaki kahramanlıkların bilinçli, sistemli bir tarzda işlenmesi, o halkın savaşçı niteliklerine daha kolay ulaşmamızı sağlamaz mı? Veya geleneklerde var olan dayanışmayı ön plana çıkararak, yaşamda, KURTULUŞ 30 "Eğitimi hayatın içine yaydığımızda görürüz ki, her örgütlülük aynı zamanda bir eğitim zeminidir. Örneğin her komitemiz aynı zamanda bir eğitim gurubudur. Örneğin her Meclis, kitlesel eğitim kurumlarıdır... Kitleler içindeki bu yaygın eğitim, halk kültürünün geliştiği, yeniden üretildiği, her insanın halka karşı, mücadeleye karşı sorumluluğunun geliştiği, düşmanı tanıdığı, sistemi çözümlediği, halk iktidarına yöneldiği ve daha güçlü nasıl yürüyeceğini öğrendiği bir muhtevaya sahip olabildiği ölçüde savaşın gelişmesini ve halklaşmasını hızlandıran bir rol oynayacaktır." alışkanlıklarda bir ortaklaşmayı sağlamak daha kolay ve etkili olmaz mı? Halk, eğitimin içinde kendini buldukça daha fazla yer alacak, üretecek, tartışacaktır. Yani halkın eğitime gönüllü katılımı, eğitimi düzendeki gibi tek yanlı bir faaliyet olmaktan çıkaracak, halkın sahiplendiği, geliştirdiği," birebir eğitimciyle bütünleştiği bir faaliyete dönüştürecektir. Soyut, güncel ihtiyaçlara cevap vermeyen bir programla eğitimi ele aldığımızda, belki programı hayata geçiririz ama bunun adı eğitim olmaz, işlevi de devrimci mücadeleyi geliştirmek değildir. Bu, olsa olsa düzenin eğitim anlayışının kötü bir kopyası olur. Eğitimin başarısı, kitlelerle Parti-Cephe'yi buluşturabilmesi, savaşı daha ileriye taşıyabilmesindedir. EĞİTİM İkinci bir nokta; kitleleri tanıma sadece tarihsel, kültürel vb. özelliklerin bilinmesi değildir. Kitlelerden söz ederken doğal ki bu kitlelerin içinde çocuğu, genci, kadını, erkeği vb. birçok kesim vardır. Aynı anda tüm bu kesimlere aynı kelimelerle, aynı cümlelerle nasıl seslenebileceğiz? Hepsi açısından can alıcı noktalara değinebilmek ve hepsinin nabzını elimizde tutmak, aramızdaki ilişkiyi daha canlı kılacak, dinamik! estirecektir. Bu da kitlelerin birbirinden farklı özelliklerini devrim mücadelesi açısından kendi özgün yerine oturtabilmekle mümkündür. Yani örneğin, çocuğun çocukluğuna, saflığına, temizliğine, gencin atılganlığına, gözüpekliğine, yaşlının deney ve tecrübesine, görmüş geçirmişliğine, kadının evi tek başına çekip çevirmesine seslenebiliriz. Amacımız bu özelliklere halk hareketi içinde devrimci bir misyon kazandırabilmektir. EĞİTİMDE DİSİPLİN, BAŞARIYA GİDEN İKİNCİ ADIMDIR Eğitimde disiplin, hangi konuyu ne mak, her koşul altında bu programı hayata geçirmede ısrarlı olmak ve en iyi şekilde uygulamaktır. Bu genel bir tanım olarak her zaman söylediğimiz, çoğu zaman da çevremize kavratmaya çalıştığımız bir tanımdır. Ancak bu genel doğruyu hayata geçirirken farklı uygulamalarla karşılaşırız. Program çıkarıp hayata geçiririz belki ama, bu tek başına eğitimde yeten'i verimi almamıza yetmez. Kitlenin ihtiyaçlarına cevap verecek, sürece göre şekillenecek, koşullara göre esneklik taşıyacak bir eğitim programı bizi istediğimiz disipline götürecektir. Bir çalışmadan istediğimiz verimi alabiliyorsak, bu başarıdır ve o çalışma belli bir disiplin içinde gitmiş demektir. Eğitimin başarısı eğitim faaliyetine katılan eğitimci ve eğitilen arasındaki bağın da güçlenmesidir. Bu bağ aynı zamanda ikili bir denetimi sağlayacaktır. Disiplin asıl olarak verimli, herkesin öğrenmenin hazzını yaşadığı bir çalışmada mümkündür. Kitlelere seslendiğimizde kafalarındaki soru işaretleri cevaplanıyorsa, anlatılan, söylenen şeyleri günlük yaşamında bulup somutlayabiliyorlarsa, işte o zaman katılım aktif ve di- siplinli bir katılıma dönüşecektir. Disiplin, karşılıklı bir alış-verişin adı ve denetimin kendisi olacaktır. Kitleler bilinçli ve istekli olmadığı sürece programlar kağıt üzerinde kalır ve istenilen verim alınamaz. Eğitimde disiplinin temel noktası, kitlenin gönüllü, istekli katılımıdır. Kitlelerin moral gücünü canlı tuttuğumuzda, bunun disipline yansıması da görülecektir. Başarabileceğini gören, gücünün farkına varan, öğrenmenin, gelişip dönüşmenin sonuçlarını alan kitle daha fazlasını isteyecektir. Bu durumda koşullar ne olursa olsun eğitim kitlenin sahiplenmesi ve yaratıcılığıyla sistemli bir eğitime dönüşecektir. EĞİTİM, HAYATIN BÜTÜNÜNE CEVAP VERMELİDİR Eğitim gruplarında, oluşturabildiğimiz ölçüde halk sınıfı, halk okulu ve parti okullarında ve kitlesel eğitimin her biçiminde, halkın ve devrimin ihtiyacı olan bilgilerin kazanılmasıyla, mücadele içinde uzmanlaşma sağlanması amacımızdır. Eğitim bu anlamda halk savaşının kadrolarını yetiştirecek faaliyetin adıdır. Bina olarak, biçim olarak okullarımız olmayabilir; ama eğitimi giderek okullaştırmalıyız. Okul, bir eğitim yöntemi olarak, eğitimin sistemli, düzenli ve disiplinli bir hale sokulmasıdır. Biz bunu, bugün bilinen biçimdeki okullar olmadan da başarabiliriz. Örneğin; hapishanelerin bir okul olma esprisinin en önemli ayaklarından biri, orada eğitimin sistemli, düzenli ve disiplinli bir hale sokulmuş olmasındandır. Eğitimimiz, bilgiyle günlük yaşamı birbirinden koparmayacak, öğrendiğimiz her şey günlük yaşamda pratikte uygulayabilme olanağını yaratacaktır. Biz savaşta uzmanlaşmış, yetkinleşmiş ve kendi sorunlarının çözüm yöntemlerini bulan bir halk istiyoruz. Halk kitlelerine nasıl en iyi şekilde savaşacağını öğretmek, eğitimin sadece bir parçası olacaktır. Diğer bir parçası ise; yaşam içinde karşılaştığı her türlü sorunun devrimci bir tarzda çözümünü öğretmektir. Bu iki parçayı birleştiremediğimizde, eğitimimiz monotonlaşacak, "ihtiyaçlara cevap" olmaktan uzaklaşacaktır. "Eğer halkı, sadece savaşı yürütmek için seferber eder ve başka hiçbir şeyi yapmazsak, düşmanı yenmeyi başarabilir miyiz? Elbette hayır(.. kitlelerin günlük hayatındaki bütün pratik sorunlara önem vermeliyiz. Eğer bu sorunlarla ilgilenir, bunları çözer ve kitlelerin ihtiyaçlarını karşılarsak, kitlelerin refahını gerçekten sağlarız. Ve onlar da gerçekten bizim yanımızda saf tutar ve bizi içtenlikle desteklerler."(Mao) Savaşçı bir halk kendi sorunlarını devrimci bir tarzda çözümleyebilen bir halktır. Kendi alternatiflerini, kendi örgütlülüklerini yaratan ve geliştiren bir halktır. Eğitim çalışmaları, gerek kitlesel düzeyde, gerekse de dar, grupsal düzeyde, yanlışları, eksiklikleri de ortaya koyan, sorgulayan bir muhtevada olmalıdır. Ne kitlesel eğitimde yalnızca halkın olumlu özelliklerine övgü dizmek, ne de dar çalışmalarda yalnızca soyut teoriyle uğraşmak, bir eğitim faaliyetinden beklenen sonucun alınmasına engel olur. Yaşanılanları olduğu gibi anlatmak, doğruları koymak her zaman bize kazandırır. Eveleyip-gevelemeden, yanlışlara, eksiklikleri, olumsuzluklara göz yum- 21 Şubat 1998 madan yürüteceğimiz çalışma kitlelere doğal geleceği gibi, sorgulatıcı da olacaktır. Yanlışlarımızı ve hatalarımızı da ortaya koymaktan kaçınmamalıyız. Bunları da bir eğitim aracına dönüştürmek, bizim asıl başarımız olacaktır. Eğitimi hayatın içine yaydığımızda görürüz ki, her örgütlülük aynı zamanda bir eğitim zeminidir. Örneğin her komitemiz aynı zamanda bir eğitim gurubudur. Örneğin her Meclis, kitlesel eğitim kurumlarıdır. Kitlesel eğitimde bugün önemli bir araca sahibiz. Halk Meclisleri, halkın iradesini esas alan örgütlülükler olarak bugün hızla gelişmektedir. Bu gelişimin içinde bir okul olma, kitle eğitiminin önemli bir zemini olma işlevini de üstlenmektedir. Halkın planlayacağı, şekillendireceği, belli bir zaman aralığında tamamlanacak, eğitim, öğretim faaliyeti halk meclislerinin de dönüşümünü, gelişimini sağlayacak bir rol üstlenir. Halk Meclisleri bir iradeyi temsil ediyorsa, bir güçse; bu zeminde kurumlaştırılacak halk eğitimi veya halk okulları da o gücü tamamlayan, o iradeyi sağlamlaştıran bir işleve sahip olacaktır. Düzenin eğitim sistemine alternatif bir güç olacaktır. Kitleler içindeki bu yaygın eğitim, halk kültürünün geliştiği, yeniden üretildiği, her insanın halka karşı, mücadeleye karşı sorumluluğunun geliştiği, düşmanı tanıdığı, sistemi çözümlediği, halk iktidarına yöneldiği ve daha güçlü nasıl yürüyeceğini öğrendiği bir muhtevaya sahip olabildiği ölçüde savaşın gelişmesini ve halklaşmasını hızlandıran bir rol oynayacaktır. Eğitimin ve bu doğrultuda oluşturacağımız kurumların önemli bir başka işlevi; ideolojimizin, devrimci yaşamın, Parti-Cephe kültürünün kurumlaşmasını ifade etmesidir. Bu kurumlaşma her sürecin, ihtiyacına göre şekillenecek, sürekli olarak halk kadrolarının yetişmesini ve aynı zamanda halk içinde kök salmamızı sağlayacaktır. AJİTASYON-PROPAGANDA EĞİTİMİN BİR PARÇASIDIR Hayatın içinde bir eğitim oluşturmak, eğitimi belli zaman aralıklarıyla sınırlı tutmak değil, 24 saate yaymaktır. ' İçinde bulunduğumuz her türlü faaliyeti, eğitimin bir parçası olarak ele almaktır. Faşizmin saldırılarının her geçen gün boyutlandığı koşullarda eğitim de bu koşullara uygun bir biçimde sürdürülebilir. Her zaman bir mekan, eğitime ayrılmış bir zaman vb. yaratma olanakları olmayabilir. Bu koşullarda birçok gerekçe sıralamak, işin kolayı olacaktır. Ama eğitim "haklı" gerekçelerle üstünden atlanabilecek bir faaliyet değildir. Kaldı ki iktidara yürümek, devrimi yapmak iddiasındaki bir parti için önemi de tartışılmazdır. Bu nedenle eğitim olayı, büyük bir zenginlik ve ustalık istiyor. İstediğimiz koşullan beklemek, kitlelerin savaşa katılımını "en uygun koşullara" yaymak lüksüne sahip değiliz. Bu nedenle de bizi kitlelere ulaştıran, bağ kurmamızı sağlayan her yöntem en verimli, en pratik şekilde kullanılmalıdır. Bu, ajitasyon-propaganda çalışmalarımızda daha net somutlanır. Ajitasyonpropaganda, kitleleri eğitmenin pratik yaşamdaki en önemli parçalarından biridir. Özellikle toplu eğitim faaliyetlerini 21 Şubat 1998 örgütleyemediğimiz koşullarda, ajirasyon-propaganda çalışmaları daha da önem kazanır. Örgütlülüğümüzün güçlü olduğu, eğitim faaliyetinin az-çok sistemli, sürekli hale geldiği yerlerde de eğitimi destekleyen, tamamlayan bir yandır. Bir bildiri, kuşlama, duvar yazısı, kahve konuşmaları, bu nedenle kesinlikle baştan savma, kalıplardan ibaret olmamalı, her somut durumda kitleleri eğiten bir muhteva taşımalıdır. Ajitasyon-propagandanın böyle bir işlevi yerine getirebilmesi, onun muhtevası ve biçiminin doğruluğuna bağlıdır. Dikkat edeceğimiz birinci nokta, ajitasyon-propagandanın içinde yaşadığımız çevreye, koşullara uygun olması gerektiğidir. İkincisi; ajitasyon-propaganda her süreçte o sürece özgü bir muhtevaya sahip olmalıdır. Süreçlerdeki, koşullardaki değişiklikler dikkate alınmadan yapılan her çalışma sonuçlan açısından soyut, sürecin gerisinde olacaktır. Örneğin bir Susurluk öncesi ile yaygın kitle eylemlerinin yaşandığı sonrası sürecin propaganda ve ajitasyonu kuşkusuz birbirinden farklı olmak zorundadır. Bu gelişme ve değişmeyi yakalayamadığımızda kitlelerin taleplerinin gerisinde kalmış olacağız ki, bu da kitle gücünü kullanmamızın önünde engel olacaktır. Halka yönelen saldırıların yoğunlaştığı ve giderek sistemli bir baskının yeniden organize edilmeye çalışıldığı bugünlerde, sürecin ihtiyacı, bu saldırılar karşısında güçlü duruşların ötgütlenebilmesidir. Bu görev, doğallıkla ajitasyonumuza ve eğitimimize de yansımalıdır. Bu noktada yürütülecek ajitasyonpropagândada, eğitimde tarihimiz, yarattığımız gelenekler ve kitleler üzerindeki etkisi, en önemli eğitim materyalimizdir. Mesela; bir 16-17 Nisan'da yarattığımız direniş, yıllarca yazılıp-söyle-nenleri saatlere sığdırmıştır. "Cesaretiniz Varsa Gelin" şiarı halkın bilincine kazınmıştır. Bütün bu direnişlerin Gazi gibi ayaklanmaları yaratmada çok belirleyici bir etkisi olmuştur. O halde kitlelerin cüretli adımlar atması, kahramanlıkların altına imza atması, kuşatmalarda direnebilmesi, kendine güven duyabilmesi için tarihimizi her Parti-Cephe'linin, her eğitmenin çok iyi bilmesi ve eğitimin bir parçası olarak aktarması asla ihmal edilmeyecek bir yandır. Burada dikkat edeceğimiz nokta ise tarihimizi olduğu gibi anlatabilmektir. Abartılardan ve gereksiz mütevazılıklardan kaçınmalıyız. Bu, halkın güvenini kazanmamızı sağlayacaktır. Aynı zamanda bu, yaşanılanların etki gücünü azaltmadan kitlelere ulaştırmak anlamına gelir. Sade, yalın, anlaşılır olmak eğitimimizde bize güç verecek özelliklerdir. Tarihimizi böyle ortaya koyduğumuzda, kitleler kendilerinin de kahramanlıklar yaratabileceğini görecek, hissedecektir. Bu kavramları onların ulaşamayacağı erdemler haline getirmemeli, tersine tüm bu tavırların halkın direnişinin parçası olduğunu, halkın aynı yoldan yürüyebileceğini ve yürümesi gerektiğini kavratabilmeliyiz. Bunun başarılması, düşmanın her türlü saldırısı karşısında başkaldıran, kahramanlıklar yaratan bir halk demektir. Eğitim ve eğitmen, ancak bu sonuç ortaya çıktığında, tarihsel, örgütsel rolünü yerine getirmiş olur. 31 EĞİTİM Emperyalist-kapitalist düzen, çarkları arasında insanları azgınca sömürürken, onların her türde olumlu değerlerini, kültürlerini de o çarklar içinde öğütür. Kendi karşısında yalnızlaşmış, dayanacak hiçbir şeyi olmayan "bireyler ister. Bunun için tüketici, bencil, "Her koyun kendi bacağından asılır", "Gemisini kurtaran kaptan" felsefesiyle hareket eden insan tipleri yaratmayı amaçlar. Bağlılığın, emeğin, sadakatin olmadığı, başkalarının omuzlarına basarak yükselmenin "başarı" sayıldığı, düşene bir tekme daha vurulduğu, köşeyi dönmenin tek amaç haline geldiği çıkarlar dünyasıdır bu. Halklar, emperyalizmin insani değerlere yönelik saldırıları karşısında ancak geçmişten taşıdığı değerleri, gelenekleri ve kültürüyle direnmeye çalışmaktadır. Anadolu halklarının geçmişten bugüne taşıdığı güçlü geleneklerinden biri de kan bağı, yani günlük dildeki karşılığıyla akrabalıktır. Akrabalık ilişkileri; aynen aile ilişkilerinde olduğu gibi, içinde olumsuzlukları ve olumlulukları birlikte taşır. Dayanışma, paylaşma, çıkarsız bir bağlılık, bu ilişkideki olumlu yandır. Ne vaı ki; kapitalist kültür ve ilişkiler ağı, bugün geniş halk kitleleri içinde bu ilişkileri zayıflatabilmiş, dejenerasyona uğratabilmiştir. Akrabalığın öne çıkan en önemli özelliklerinden biri, sahiplenmektir, kendi kanından olan insanları kötülüklere, olumsuzluklara, tehlikelere karşı korumak, onun yanında yer almaktır. Oysa bugün, bunun tam tersi örnekler hiç de azımsanmayacak derecede yaşanabilmektedir. Yine büyük bir kesim içerisinde akrabalık bağı geçmiş kültürün etkisiyle tümden yok sayılmasa dasözde kalmakta, sahiplenme, kötü gününde yanında olma gibi olumluluklar yok olmaya yüz tutmaktadır. "Amca babanın yarısıdır" denir. Oysa yaşananlar, çoğunlukla bunun uzağındadır. Bir insan ekonomik olarak zor durumdadır. Amcasından yardım ister. Bırakalım yardım almayı, bir tekme de amcası vurur. Amcası yaşlanır, elden ayaktan düşer, yeğeni dönüp bakmaz bile. İlişkilere yön veren menfaatlerdir, çıkarlardır. Düşenin kim olduğu, neden düştüğü önemli değildir. Sorun nedir? Bencilliktir, kapitalizmin insanı insana yabancılaştırmasıdır. Öyle ki; birinci dereceden akraba olmak da dahil, birçok akrabasını tanımayan, yüzünü bile görmemiş insanlar vardır. Güven yanıyla olsun, bağlılık yanıyla olsun, birçok boyutuyla akrabalık duygusu kapitalist kültüre karşı bir olumluluktur. Özü itibarıyla duygularında sahtecilik, çıkarcılık, bencillik taşımaz. Ve düzen ilişkileri içerisinde, ailesinden sonra insana en yakın olan kesim de akraba çevresidir. Eğer kapitalizmin saldırıları karşısında ayakta kalabilmişse, büyük bir yozlaş- maya uğramamışsa akrabalar düşünülür, sahip çıkılır. Özellikle insani boyutuyla, insan için en önemli olan, duyguların en yoğun yaşandığı anlarda ilk akla gelenlerin başında akrabalar vardır. Cenaze, düğün, bayram gibi önemli zamanlarda, akrabalar ellerinden gelen her türlü maddi-manevi yardımı gerçekleştirerek sahiplenirler. Bu noktada fedakarlıktan, özveriden kaçınılmaz. Böylesi zamanlarda akrabalık bağı daha güçlü yaşanır. Acılar, sevinçler, üzüntüler, mutluluklar onlarla da paylaşılır. Akraba içerisinde bir cenaze varsa, aynı süreçte düğün de varsa, düğün ertelenir. Bunlar olumlu, insani değerlerdir. insanın insana verdiği değerin bir göstergesidir. Akrabalık ilişkileri, devrimci mücadele içerisine de çok farklı biçimlerde yansımaktadır. Olumlu örnekler olduğu gibi, olumsuzluklar da yaşanabilmektedir. Bir- AKRABALIK çok şehit, tutsak yakını, özellikle cenazelerin kaldırılacağı ya da hapishanelerde direniş yaşandığı süreçte akrabalarını sahiplenmekte, duyarlılık göstermekte ve eylemlere katılmaktadır. Ancak bunun tersi örnekler daha çoktur. Kuşkusuz ki, bunda birçok etken vardır, korkular, kaygılar, düzen beklentileri bunda etkili olmakta, bunlar akrabalık duygularının önüne çıkmaktadır. Eğer faşist değilse, karşı-devrimci saflarda yer almıyorsa, akrabaların böylesi durumlarda güçlü sanedeni budur diyebiliriz. Akrabalık ilişkileri veya çevresi, çeşitli açılardan ailenin misyonunu üstlenmekte, örneğin akrabalık ilişkilerini kullanarak yakınının devrimci mücadeleye girmesini engellemeye, bunun önüne geçmeye çalışabilmektedirler. Bu çoğu kez "başına gelebileceklerden koruma" olarak, onu sevme olarak ifade edilir. Oysa ona yön veren gerçekten koruma, sahiplenme, sevgi olsa, öncelikle insani değerleri yok eden kapitalizme karşı, zalime ve zorbalığa karşı olurdu. Tabii bu durumda öğütlenen de boyun eğmemek, mücadele etmek, özgür bir vatan kurma kavgasına katılmak olurdu. Mücadeleyi birlikte omuzlamak olurdu. Birçok akraba bu duygularını ifade ederken, kuşkusuz ki art niyetli değildir. Ama ya bildikleri halde korkularından böyle davranmaktadırlar ya da gerçeği yanlış kavramışlardır. Feodal bir kültür olan akrabalığın olumsuz yanları günlük davranışlarda da KURTULUŞ karşımıza çıkabilir. Örneğin sahiplenme, bağlılık gibi duygular olumsuzlukları büyüten bir rol de oynayabilir. Sahiplenme, olumsuzluğu, yanlışı sahiplenme biçiminde de kendini gösterebilir. Ya da ilişkilerinde akrabalarına öncelik tanıyarak, eşitsizlik, adaletsizlik yapabilir. Akrabalığın bağrında taşıdığı bu yanlar, devrimci saflarda değiştirilmediği, dönüştürülmediği sürece mücadele içerisinde engelleyici rol oynar. Devrimci saflarda bu olumsuzluklarda biçim değişse de, öz aynıdır. Mesela akraba çevresinin baskısıyla mücadeleden kopar. En azından akrabalarını devrimci saflara kazanmayı, onlarla birlikte mücadeleyi büyütmeyi düşünmez, akrabalarını kavganın dışında görür. Onlarla kavganın güzelliklerini, emeği, fedakarlığı paylaşmaz. Veya akrabasıyla birlikte devrimci mücadele içerisindedir. Akrabası mücadeleyi bıraktığında, olumsuzluğa düştüğünde o da saflardan kopar, olumsuzluğu büyütür. Devrimci bir tavır alış içerisine girmez. Orada duygularına yön veren düzen bağlarıdır. Çünkü olması gereken tavrı aldığında "ailem, akraba çevrem ne der" diye düşünür ya da devrimciliği akrabalığı kadardır. "Olması gereken" üzerine Bağcılar şehidimiz Özlem Kılıç'ın tavrı örnektir. Özlem Kılıç, amcasına son derece bağlıdır. O'nu örnek alır. O'na devrimciliği öğreten bir yerde O'dur. Amcasıyla gurur duyar. Ancak O'nun bu duygulan devrimci özle bütünleşmiştir. Amcası darbeci olduğunda, devrime ve devrimci harekete ihanet ettiğinde tereddütsüz tavır alır. En ufak bir ikirciklenme göstermez. "Amcam"dır demez ve yapılması gerekeni en önde kendisi yapar. Akrabalık bağları, olumluluklarını büyüttüğümüz, olumsuzluklarını ortadan kaldırdığımız sürece ilerletici bir ilişkinin zemini de olabilir. Saflarımızda pek çok akraba vardır. Bu, işte bu zeminde doğan bir devrimcileşmedir. Ama elbette devrimciliğin ayakları bu zeminde kalmamalıdır. Feodal, körü körüne bir sahiplenme vb. değil, mücadeleyle, geleceği birlikte yaratma umuduyla bütünleştiğinde örgütlenmemizi, en azından çeşitli alanlarda ilişkilerimizi yaygınlaştıran bir özellik kazanır. Ailemizi devrimcileştirmeliyiz, devrimci mücadeleye katmalıyız diyoruz. Bu halkayı biraz daha genişletip akrabalarımızı devrimci saflara kazanabilmeliyiz. Geçmişten gelen bu kültürümüzdeki sahiplenmeyi, bağlılığı devrimci ilişkilere, devrimin ilişkilerine dönüştürmeyi hedeflemeliyiz. Bu bakış açısıyla akraba çevremize dönüp baktığımızda göreceğiz ki; karşımızda hem devrim için belli olanaklar ve ilişkiler yaratmak açısından, hem de kapitalizmin insanı tüketen kültürü karşısında insani değerlerin, halkın paylaşımcı kültürünün yaşatılması açısından geniş bir potansiyel durmaktadır. Bu potansiyeli değerlendirebildiğimizde, demek ki hem örgütsel, hem kültürel anlamda iki cephede birden kazanan biz olacağız, halkımız olacaktır. KURTULUŞ 32 ARAŞTIRMA-İNCELEME Şubat'ta bu sayı 200'e yaklaşmıştı. Sonraki aylar ise artık rakamlar 300'le ifade ediliyordu. Polisin katliamları da aynı şekilde her geçen gün tırmandırıldı. Polis veya asker tarafından katledilenlerin sayısı, açık tespit edilebildiği kadarıyla Ocak'ta 13, Şubat'ta 18, Mart'ta 17, Nisan'da 38 olmuştu. Ancak terörün böylesine azgınlaştığı koşullarda bile oligarşi istediği sonucu elde edemedi. Çünkü bu saldırılar cevapsız bırakılmıyor, halkın direnişi sürüyordu. TARİŞ'İN FAŞİSTLEŞTİRİLMESİ VE DİRENİŞ 1980; SİVİL FAŞİST TERÖRLE DEVLET TERÖRÜ BİRLEŞTİ! 1978, 79 boyunca sivil faşist çeteler devletin desteğinde kitle katliamları düzenlemiş, her türlü provokasyona başvurmuş, ama halk hareketini teslim almak, devrimci mücadeleyi geriletmek bir yana, pek çok alanda gerileyen kendileri olmuştu. Oligarşi sadece sivil faşist çetelerle sonuç alamayacağını gördükçe de polisini, askerini, MiT'ini, kontrgerillasını daha fazla devreye soktu. 1980 sivil faşist terörle devlet terörünün içice geçtiği ve giderek de devlet terörünün daha öne çıktığı bir süreçtir. Sivili resmisiyle faşist terörün amacı netti: "Bitmek bilmeyen tutuklama, katla halkın sindirilmesi ve faşist demagoji altına sokulması... işte bu amaçla AP faşist hükümeti en hızlı bir biçimde tüm bürokrat kademelerini yenilemiş ve planlı faşist devlet terörüyle saldırıya geçmiştir." (Devrimci Sol, S. 2, Mayıs 1980) Elbette devlet terörünün açıkça öne çıkması, sivil faşist çetelerin cinayetlerden, katliamlardan vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Saldırı çok boyutlanmıştı gerçekten. 1980'in Ocak ayında 150'yi aşkın devrimci, demokrat, halktan insan katledildi. 1. MC Hükümeti'yle birlikte pek çok devlet işletmesinde olduğu gibi, TARiŞ'te de yoğun bir faşistleştirme politikası yürütülmüş, işletmeye MHP'li faşistler doldurulmuştu. Tariş'i faşistlerin arpalığı ve bir saldırı üssü haline getirilmesi operasyonu '80'de tamamlanacaktı. 22 Ocak günü "arama" bahanesiyle yüzlerce polis ve jandarma panzerlerle, kariyerlerle TARiŞ'e baskın yaptılar. Çeşitli işletmelerde bu baskınlara karşı direnişler gerçekleştirildi. Olay kısa sürede yayıldı. İzmir'in, özellikle de TARİŞ işçilerinin oturduğu Çimentepe, Gültepe gibi gecekondu bölgelerinde halk sokağa döküldü. Ege Üniversitesi öğrencileri üniversiteyi işgal ederek, TARİŞ direnişini desteklediler Hem gecekondu semtlerinde, hem üniversitede polisle çatışmalar oldu, yüzlerce öğrenci ve gecekondulu gözaltına alındı. 7 Şubat günü polis tekrar Tariş'e saldırdı. İşçiler işletmelerde barikatlar kurarak polisi içeri sokmadılar. İşçiler günlerce barikatlarda direndiler. Gecekondulardaki direnişler de devam etti, İzmir genelinde pek çok destek eylemi yapıldı, İzmir AP İl binası Devrimci Sol tarafından basıldı. Polis tek tek işletmelerdeki direnişleri kırıp yüzlerce işçiyi gözaltına aldı. En son direnişe devam eden İplik fabrikası işçilerine karşı 10 Şubat'ta bir operasyon başlatıldı. Sabaha karşı onbine yakın asker, polis, kariyerlerle, helikopterlerle fabrikaya baskın düzenlediler. Olaylardan sonra işçilerin çoğunluğunun işlerine son verildi ve yerlerine MHP'li faşist militanlar dolduruldu. Tariş direnişi halkın faşist teröre karşı militanca direnmeye hazır olduğunun bir göstergesi olurken, reformist, revizyonist siyasetlerin faşist terör karşısında izledikleri uzlaşmacı çizginin, faşist terörü geriletmekten uzak olduğu da bir kez daha görüldü. TEPKİLER, CİNAYETLER, KATLİAMLAR... DİSK 26 Ocak 1980'de İzmir'de, 9 Şubat'ta Antalya'da, 23 Şubat'ta Ordu'da, 22 Mart'ta İzmit'te "İşçi Kıyımına, Zamlara, Pahalılığa, Sürgünlere, AntiDemokratik Baskı ve Uygulamalara, Faşist Saldırılara Karşı Demokrasi Mitingleri" yaptı. Bu mitinglere onbinlerce emekçi katıldı. Faşist hareket aydınlara yönelik saldırılarını 1980'de de sürdürdü. 11 21 Şubat 1998 Nisan 1980'de araştırmacı-yazar Ümit Kaftancıoğlu katledildi. Kaftancıoğlu'nun öldürüleceğini Türkeş bir gün önce ilan etmişti. Türkeş televizyonda verdiği bir demecinde "MHP'lilere dönük yalan ve iftira kampanyasını CHP'li yöneticilerle birlikte komünist bir yazarın bir senaryo halinde sahneye koyarak bazı gazeteleri alet ettiklerini" belirterek Kaftancıoğlu'nu suçlamış, ardından da Kaftancıoğlu faşistler tarafından katledilmişti. 11 Kasım '80'de yakalanan Ahmet Mustafa Kıvılcım isimli bir faşist katliam emrini İstanbul ÜGD Başkanı Hasan Küçük'ten aldığını itiraf etti. 23 Nisan günü, Tarsus'ta AdanaMersin karayolunda 15 yaşındaki bir kız çocuğu kamyon altında kalarak öldü. Halk bu yolda daha önce de 24 kurban vermiş, önlem alınması için sayısız defa yetkili mercilere başvurmuş, ama sonuç alamamıştı. 23 Nisan'da küçük kızın ölümünden sonra civarda yaşayan halk kaza yerinde toplanarak yola barikat kurdu ve gösteri yaptı. Çok geçmeden polis ve jandarma halkın çevresini kuşattı. Jandarmayla tartışma sürerken, bir subayın ateş emri vermesi üzerine jandarma ateş açtı. Halktan 10 kişi katledildi. GÜN SAZAK CEZALANDIRILIYOR Kahramanmaraş katliamının planlayıcılarından, II. MC iktidarı döneminde MHP'den Gümrük ve Tekel Bakanlığı yapmış olan ve bu görevi sırasında oluşturduğu "Denetçi Gruplarla Türkiye genelinde sivil faşist örgütlenmeyi organize eden faşist şef Gün SAZAK, MHP'nin yeni kitlesel katliamlar planladığı bir dönemde, 27 Mayıs '80'de DEVRİMCİ SOL tarafından cezalandırıldı. Faşistler bu cezalandırmayla büyük bir darbe yediler. Bunun etkisiyle bir çok yerde saldırılara giriştiler. Ancak bu saldırılar plansızdı ve faşistler istedikleri sonucu alamadılar. MHP'nin devlet destekli Çorum katliamı planının erken doğum yapması ve başarısızlığa uğraması, bunun göstergesi olmuştur. Ardından faşistler bir daha önemli bîr saldırıya yeltenememişlerdir. Sivil faşist hareket bu kesitte saldırılarını alt düzeyde sürdürmüş, fakat bunların da devrimcilerce göğüslenmesiyle hüsrana uğramışlardır. Sivil faşistlerin yeni katliam planlan ve girişimleri, daha başından direniş gösterilmesi nedeniyle boşa çıkarılmıştır. Gün SAZAK eylemiyle birlikte faşist saflarda panik, korku ve geri çekilme eğilimi hakim olmuştur ki, bu, DEVRİMCÎ SOL' un beklediği eylem sonuçlarından biridir. Devrimci Sol bu eylemin hemen ardından da faşist saldırı karşısında geri çekilmemiş, bulunduğu yerlerde halkın direnişini örgütlerken, faşistlere vuruşlara da devam etmiştir. Solun bütününde böyle bir yönelme olsaydı, faşist saflardaki panik ve geri çekilme daha da derinleştirilebilirdi kuşkusuz, ancak solun antifaşist mücadeledeki çarpık yaklaşımları bu görevi görmelerini de, böyle bir savaşı geliştirmelerini de engellemiş- 21 Şubat 1998 tir. Halkta ve devrimci saflarda coşku yaratan bu eylem, oportünist-revizyonist saflarda şaşkınlıkla karşılanmıştır. Faşistlerin topyekün saldırıya geçeceğinden ve devrimcilerin bunu göğüs leyemeyeceğinden korkan revizyonist-oportünist sol, üstelik bunu önlemek için de hiç bir şey yapmayıp tersine çoğu ortalıktan çekilmeyi tercih etmiştir. ÇORUM'DA KATLİAM GİRİŞİMİ VE DİRENİŞ Faşistlerin Sazak'ın cezalandırılmasından sonra gerçekleştirdiği saldırılardan en büyüğü Çorum'da olmuş, ancak bu saldırıdan da istedikleri sonucu alamamışlardır. Faşistler Çorum'da Mayıs ayında Pol-Bir'li faşist polislerin de desteğini - alarak halka saldırdılar. Dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Gülcügil bu olayların ardından "Çorum'da devleti yıkmak isteyen solun karşısına devlete destek fikrinden hareket eden sağ çıktı" şeklindeki açıklamayla iktidarın bu saldırıda faşistlere açıktan destek verdiğini ortaya koymuştu. Tahrikler ve saldırılar '80 yılının Temmuz ayında doruk noktasına ulaştı. Faşistler Çorum'u ikinci Maraş yapmak istediler. Katliamın zemini zaten daha önceden yaratılmıştı. Haziran ayı içerisinde Alevi ve Sünniler azınlıkta oldukları yerlerden göçedip kendi mezheplerinden olanların mahallelerine yerleşmeye başladılar. Bu arada Çorum merkeze bağlı köylerde de gerginlik sürüyordu. Yine Haziran ayı içerisinde Alevi köylerinde dört kişi tarlada öldürülmüş olarak bulundu. Bir çok Alevi köylü kaybedildi. Bunun üzerine artık köylüler tarlada çalışmamaya başladılar. Faşistler de Sünni köylerinde Alevilerin "Müslümanları nasıl'kestikleri" propagandasını yapıyor "Çorum'u Maraş'a çevireceklerini" söylüyorlardı. Faşistler 30 Haziran'da CHP'lilerin ve devrimcilerin ağırlıklı olduğu semtlerde ateş açarak saldırıyı başlattılar. 1 Temmuz'da da Sünni köylerinde ve faşistlerin üslendiği SSK hastanesi çevresinde halkı cihada çağıran bildiriler dağıtıldı. Aynı gün akşam saatlerinde de saldırılar Pol-Bir'li polislerin de desteğiyle tırmandırıldı. Faşist polisler Mayıs ayında yaşanan çatışmalarda 3 Pol-Bir'li polisin cezalandırılması üzerine daha da saldırganlaşmalardı. Polis bir yandan keyfi bir şekilde Alevilerin önde gelenlerini ve devrimcileri tutuklarken bir yandan da faşistler Alevilerin yaşadığı Terlemez Evleri ve Üçevler mahallelerini yüksek binalardan ateş açarak taradılar. Ardından da yüzlerce evi ateşe verdiler. İtfaiyenin olay yerine ulaşmasını da barikat kurarak engellediler. Bu olaylarda 4 kişi katledildi. Ertesi gün sokağa çıkma yasağı ilan edilse de bu fiilen gerçekleşmedi. Pazar için çevre köylerden Çorum'a gelen Alevi'ler faşistler tarafından dövüldü, eşyaları yağmalandı. Ertesi gün yani 3 Temmuz, nispeten olaysız geçti. Ancak sessizlik büyük olayların da habercisi gibiydi ve ertesi gün "cuma"ydı. 4 Temmuz'da hedef faşistlere karşı direnişin odağı olan Milönü Mahallesiydi. İlk önce 33 ARAŞTIRMA-İNCELEME polis panzerlerle mahalleye gelerek direnişin önde gelenlerini tutuklamaya başladı. Faşistler de bu arada etkisi altında bıraktıkları Sünni köylerden yüzlerce silahlı insanı ve Yozgat'tan getirdikleri faşistleri Çorum'a yığmışlardı. Cuma namazı sırasında faşistler Çorum'un bütün camilerinde "komünistler Alaaddin Camiini ateşe verdi" diyerek kitleyi galeyana getirdiler. Kitle camiden çıktığında saldırı için kamyonlardan kendilerine sopa ve silah dağıtıldı. Bu faşist güruh ilk önce Ulu Camiinin yanında para bozduran bir Alevi'yi katletti. Ardından da Milönü Mahallesinin girişinde bulunan Alaaddin Camiinin hoparlöründen "Allah Allah" sesleri duyulmaya başlandı. Bunun mahallelerine yönelik bir saldırı olduğunu düşünen Milönü halkı camiye doğru koşmaya başladı. Ancak tam bu sırada caminin yanındaki inşaattan ve polis panzerlerinden halkın üzerine ateş açılmaya başlandı. Polis, jandarma ve faşistler birlikte halka ateş açıyorlardı. Bu ateş sırasında çok sayıda insan katledildi. Faşistler Alevi mahallelerinden rehin olarak aldıkları 10 kişiyi MHP il başkanı İsmail Taştan ve Çorum ÜYD başkanı Seydi Esenyel'in emriyle tıpkı Maraş'taki gibi şişleyerek, kafalarını baltayla parçalayarak, yakarak katlettiler. Çorum olayları sırasında Demirel "Çorum'u bırakın Fatsa'ya bakın" diyor, ardından da olaylara yol açan tahriklerin başında komünistlerin olduğunu iddia ediyordu. Çorum'da Mayıs-Temmuz olaylarında 50'ye yakın insan faşistler tarafından katledildi. Yüze yakın insan yaralandı. Binalar yakılıp yıkıldı. Ancak Çorum yine de bir Maraş olmadı. Milönü'de yaşanan direniş çok çeşitli açılardan oldukça öğreticidir. Devrimciler faşistlerin ne yapmak istediklerini önceden görmüş, buna göre halkı örgütlemişlerdir. 29 Mayıs'ta üç koldan gelen saldırılara karşı halk direndi, polis bazı devrimcileri almak istese de halk devrimcileri polise vermedi. Yine aynı gece mahallede barikatlar kuruldu. Milönü halkı direnişiyle diğer Alevi köylerine de örnek oluyor, onlara moral veriyordu. Çevre köylerde de halk köy girişlerine barikatlar kurdular. Çok sayıda insan Milönü'ye destek vermek için silahlanıp traktörlerle kente indiler. "Çorum mahallelerinde bütün siyasal eğilimlerin de katılımıyla 40 tane komite oluşturuldu. Bunlar üç ana komitede merkezileşerek direniş boyunca nöbet, mühimmat ve para sorunlarını çözmeye çalıştılar. Komiteler kiraları iki bin lira civarında dondurduktan sonra, ihtiyacı olanların para ve yiyecek sorunlarını üstlendi. Örneğin çatışmalardan sonra bir yardım kampanyası açıldı ve 4 Temmuz'da faşistlerin bölgesinde sabaha kadar direndikten sonra köylere çekilmek zorunda kalan 30-40 aileye ev ve gerekli ev eşyası sağlandı. Öte yandan Nurettin Paşa Caddesinde faşistlerce yakılan yüz kadar dükkan el birliğiyle onarıldı ve burada KURTULUŞ kurulan bir esnaf komitesi dükkanların yeniden açılması işini devraldı. Komiteler ayrıca devrimcilerin denetimi altındaki bölgelerde bağnaz Alevilerin baskısıyla göç etmek isteyen Sünnileri ikna etmeye çalıştılar ve bağnaz Alevilere karşı bir mücadele başlattılar." ÇORUM DİRENİŞİ ÜLKE ÇAPINDA SAHİPLENİLİYOR Faşistlerin Gün Sazak'ın cezalandırılmasından sonra ülke çapında geliştirdiği terörün halkı teslim alamadığının en iyi göstergesi Çorum direnişiydi, ama bunun da ötesinde aynı süreç ülke genelinde faşizme karşı öfkenin açığa çıktığı, halk kitlelerinin faşizme karşı mücadelede cezalandırmalarla moral bulduğu bir süreçtir. Faşistlerin halka karşı uyguladığı terör İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerin yanısıra Zonguldak, Mersin, Antalya, Tunceli, Tarsus, Suluova, Havza, Gümüşhacıköy, Bursa, Edirne, Samsun, Trabzon, Rize, Artvin vb gibi yerlerde düzenlenen grev, korsan gösteri ve yürüyüşlerle protesto edildi. "KENDİNDEN OLMAYAN HERKESE..." CHP'lilere yönelik saldırılar 1980 yılında da sürdü. '80'in ilk yarısında 50'ye yakın CHP yöneticisi faşistler tarafından katledildi. Bunlardan biri de Nevşehir il başkanı ve eski milletvekili Zeki Tekinel'di. Tekinel'in katledilmesinden sonra kentte gerginlik uzun süre devam etti. 18 Haziran'da da CHP KURTULUŞUN YOLU FAŞİZME KARŞI DEVRİMCİ ŞİDDETTEN GEÇER!... KURTULUŞ 34 ARAŞTIRMA-İNCELEME BAHÇELİEVLER POLİS KARAKOLU VE MHP BİNASININ TAHRİBİ Çorum halkına saldıran faşistler, halkın w devrimcilerin direnişi} lc karşılaştı. Saldırılar püskürtüldü. Çorum olayları bir kez daha gösterdi ki, resmi ve sivil faşist güçler, faşist saldırıların ve katliamın suç ortaklarıydılar. Çorum halkının faşist katillere karşı direnişini desteklemek ve resmi faşist güçlerle sivil faşistlerin suç ortaklıklarını açığa çıkarmak için, DEVRİMCİ SOL'un yürüttüğü kampanya çerçevesinde yapılan devrimci şiddet eylemlerinden birisi de Bahçelievler polis karakolu ile MHP binasına aynı anda bîr saldırı düzenlenmesiydi. Bakırköy- Bahçelievler'de polis karakolu ile MHP aynı yerdeydi. Faşistler ve polisler bölge halkına ve devrimcilere karşı terör estiriyorlardı. Faşistler karakolla yanyana olmalarına rağmen silahlı nöbet tutuyor, devriye geziyor, yoldan geçenlere zor kullanıyor, terör estirerek bölgede egemenlik kurmaya çalışıyorlardı. Eylem üçerli iki ekip tarafından gerçekleştirildi. Birinci grup esas hedef olan MHP binasını kurşun yağmuruna tuttu. Binadaki faşistleri silahlarını kullanmaya fırsat bulamadılar. Devrimci Sol savaşçıları MHP binasının önüne "ÇORUM KATLİAMININ SORUMLUSU MHP'Lİ FAŞİSTLER VE FAŞİST DEVLETTİR/ DEVRİMCİ SOL" yazılı pankartı astılar. Bu arada ikinci ekiptekiler de polis karakolunu ateş altında tuttular. Eylemin tamamlanmasından sonra, savaşçılar geri çekildiler. Eylemde bir faşist Ölümle cezalandırılmış, biri polis olmak üzere dört faşist de yaralanmıştı.* Genel Başkanı Bülent Ecevit ve birçok milletvekilinin bulunduğu cenaze kortejine faşistler ateş açtılar. Ateş sonucu bir çok insan yaralandı. Ecevit ve yanındakiler Vali konağına sığındılar. Faşist saldırının ardından İçişleri Bakanı Orhan Eren "olaylarda sadece taş atıldığını" söylüyordu. CHP'lilere olan saldırılar Haziran ve Temmuz aylarında da sürdü. 15 Temmuz'da CHP İstanbul milletvekili Abdurrahman Kök-saloğlu işyerinde öldürüldü. 22 Temmuz 1980'de DİSK Genel Başkanı Kemal Türker faşistler tarafından katledildi. Bir gün sonra Türker'in katledilmesini protesto etmek amacıyla yüzbinlerce işçi iş bıraktı. 25 Temmuz'da yapılan cenaze törenine katılan bir milyon kişilik bir kitle faşist saldırıyı lanetledi. Faşistlerin önde gelen isimlerinden Yılma Durak ve Celal Adan (ki şu anda DYP İstanbul İl Başkanıdır) cuntadan sonraki ifadelerinde cinayet emrini Türkeş'in verdiğini itiraf ettiler. Buna göre Tür-keş, "Yakacık'taki köşkünde kendisini ziyaret eden Adan ve Durak'a 'DİSK komünist hareketin kaynağı olduğunu' söylemiş, Durak'ın 'Kemal Türker'i öldürelim mi?'diye sorması üzerine eliyle ot biçer gibi bir hareket yapmıştı." Bunun üzerine başka cinayetlerden de aranan faşist katil Ünal Osmanağaoğlu yönetimindeki bir gruba bu görev verilmişti. "ÇUVAL CİNAYETLERİ" Faşist terör halkı sindirmek için her geçen gün daha da boyutlanıyor, vahşileşiyordu. 1980'de yılın ilk altı ayında faşistler kaçırdıkları 33 kişiyi naylon ip veya telle boğma, tecavüz etme, cinsel organlarına sert cisimler sokma gibi çeşitli işkencelerle katlettiler. Faşistler işkenceyle katlettikleri insanları torbaların ve televizyon kutularının içine koyarak çeşitli yerlere bırakıyorlardı. 21 Temmuz'da Demokrat Gazetesi muhabirlerinden Recai Ünal faşistler tarafından kaçırıldıktan sonra işkenceyle katledildi. Ünal'ın cesedinden işkence yapıldığı açıkça anlaşılıyordu. Ceset sigara yanıklarıyla doluydu. İstanbul 2 No'lu Askeri Mahkemesinde görülen MHP davasında yargıla- yapıyorlardı. Sorgulama sonucu alınan bilgiler değerlendirildikten sonra da bu kişiler boğma teli veya naylon iple, çoğu zaman da komando düğümü atılarak boğulmaya bırakılır, bir battaniye, televizyon kutusu ya da çuvala sarılarak, içerisine de genellikle "Şeriatçı İntikam Tugayı" bildirileriyle komünistlerin hakim olduğu bölgelerden birine bırakılırdı." Ancak sivil faşist çeteler her geçen gün kitleler nezdinde teşhir de oluyorlardı. Öyle ki, faşist basın teşhir olmanın telaşıyla artık herkesin bildiği faşist katilleri kendileriyle ilgisiz gibi göstermeye girişmişti. Hergün gibi faşist gazeteler faşist katillerden Veli Can Oduncu'yu sara hastası, Cengiz Ayhan'ı komünist, Ferhat Tüysüz ve Cengizhan Cengiz'i de akıl hastası gibi göstererek MHP'yi aklama telaşındaydı. Ama bu boşuna bir çabaydı. GEMLİK, AYBASTI... ANTİ-FAŞİST MÜCADELEDE MEVZİ SAVAŞLARI Gemlik ve Aybastı, uzun süren anti-faşist mücadeleden sonra faşistlerden büyük ölçüde temizlenen ilçelerdendir. Devrimci hareketin anti-faşist mücadele perspektifinin uygulandığı bu ilçelerde şehitler verilmesi pahasına faşistler etkisizleştirilmiştir. Buralardaki mücadele ve alınan sonuç, diğer sol gruplarla Devrimci Sol'un mücadele anlayışının farkının oldukça net görülebildiği bir pratik süreç olmuştur. Sivil faşist hareketin Gemlik'teki örgütlenme planları DEVRİMCİ SOL tarafından bozulmuş, engellenmiş ve 21 Şubat 1998 Benzer bir süreç ve benzer eylemler Aybastı'da da yaşanır. Faşistler Kabataş kasabasına düzenledikleri baskın sonucu, devrimcilerle ilişkisi olan Fatma ÖZÇELİK, Yusuf TECİM ve Adem TECİM'i katlettiler. Bu kişiler Devrimci Hareketin üyesi değil, devrimcilere sempati duyan, yakın çevreleri devrimci olan halktan insanlardı. Faşistler devrimcilere uzanamayacaklarını, yoksa gerekli dersi alacaklarını bildikleri için, kasaba sınırındaki eve saldırmışlar, daha sonra da telaşla kaçmışlardı. Halka yönelik bu saldırının hesabının sorulması gerekiyordu. Kasaba içinde faaliyet gösteren devrimcilerin, faşistleri takip etmelerinin olanağı yoktu. Dolayısıyla bu görev Aybastı yöresindeki Devrimci Sol yarı-gerilla ekibine düşüyordu. Ekip elemanları, ormanlık bir bölgede yaşayan faşistlerin yerini tespit etti ve kaldıkları ev sarıldı. Hedef alınan faşist cezalandırılarak, faşistlere yaptıkları hiç bir şeyin karşılıksız kalmayacağı bir kez daha gösterildi. Anadolu'daki anti-faşist mücadelenin yol göstericisi büyük ölçüde İstanbul pratiğiydi. İstanbul'da yürütülen mücadele, elde ettiği somut ve kalıcı başarılarla; doğru bir mücadele çizgisine sahip olunması, kararlılık ve cesaretle bu çizginin hayata giçirilmesi koşulu yla- faşist çetelerin geriletilmesinin hiçte zor olmadığın göstermiş, Türkiye genelinde derin bir sempati yaratmıştır. Anti-faşist mücadeleyi kısırlıktan ve tek düzelikten kurtararak, sol'daki kaos perdesini ortadan kaldırarak her türlü revizyonist ve oportünistlerin faşizme karşı teslimiyetçiliklerini pratik ideolojik olarak açıkça ortaya koymuştur. HALKIN DİRENİŞİ SÜRÜYOR, OLİGARŞİ CUNTAYA HAZIRLANIYOR Tüm tehditlere, oligarşinin özellikle kentleri, meydanlarını adeta işgal etmesine rağmen 1 Mayıs'ta ülke çapında yaygın gösteriler yapıldı. Faşizme karşı iş bırakmalar, gösteriler, mitingler, Mayıs ayı boyunca da sürdü. nan ve yıllar sonra kamuoyunun karşısına "Mafya babası" olarak çıkan Nurullah Tevfik Ağansoy'un itiraflarında bu olaylar şöyle anlatılıyordu; "... Solu bir yandan şikayet ederken bir yandan da temizlik hareketi yürütülüyordu. İl başkanlıklarının talimatına göre, bölgedeki bazı militanlar, öldürülmesi gereken komünistleri cadde ortasında vurmak yerine, silah tehdidiyle kaçırarak, parti veya dernek binasına getiriyorlar, sonra bunları işkenceye tabi tutarak, sorgulamalarını MHP ilçe binasını bir daha açmamak üzere kapatmak zorunda kalmışlardır. Kalan faşistler, saldırarak birkez daha şanslarını denerler. 23 Haziran 1980'de çıkan çatışmada Devrimci Sol militanı Recep SİNAN'ı katlederler. Recep SİNAN'ın hesabı sorulmalıdır. Gemlik MHP ilçe Başkanı Erol PINAR'ın cezalandırılması kararı alınır. Ve yaklaşık bir ay sonra da 3 Ağustos'ta Erol Pınar cezalandırılır. Misilleme etkisini gösterir ve faşistler bir daha ortalarda gözükemezler. 12 Haziran 1980... İzmir İnciraltı Yurtlarında Üniversite sınavları öncesi öğrencilerin düzenlediği moral gecesi, polis ve jandarma tarafından basılıyor. Ortada bir şenlikten başka birşey yok. Ama burada polisin, jandarmanın namlularından çıkan kurşunlarla altı öğrenci katlediliyor, onlarcası yaralanıyor. Süreç artık devlet terörünün alabildiğine tırmandırıldığı bir süreçtir. Fatsa'da, Aybastı'da gerçekleştirilen faşist saldırılar ve operasyonlar, sürecin gelişiminde önemli bir gösterge niteliğindeydiler. Fatsa'ya düzenlenen "Nokta Operasyonları" oligarşi açısından hem halka karşı açık bir tehdit ve hem cuntaya doğru bir hazırlık niteliğindeydi. Faşistler, bu operasyonlara doğrudan polis ve askerle birlikte katıldılar. Operasyonlar öncesi Ordu Valiliği'ne, Türkeş'e gönderdiği "Başbuğum" diye başlayan mektuplarıyla 21 Şubat 1998 tanınan MHP'li Reşat Akkaya atanm ıştı . Ata ma e mr i ni ver e n Demirel'di. Reşat Akkaya, Ordu Emniyet Müdürlüğü'ne, Amasya'da halktan birinin ölümüne yol açan MHP militanı Z. Abidin Aksoy'u, Milli Eğitim Müdürlüğü'ne de yine Ülkü Ocakları kurucusu Celal Şahin'i atayarak saldırı hazırlıklarını tamamlar. Sivil faşistler bu dönemde Ordu ve ilçelerinde elini kolunu sallayarak halka saldırmaya, gözdağı vermeye başladılar. Haziranın son günlerinde Aybastı yolu üzerinde yaptıkları katliamda beş kişiyi öldürdüler. Temmuz başında Fatsa'da bir esnaf faşistler tarafından dükkanının önünde öldürüldü. Fatsa'da Devrimci Yol'un "meşruluğu" uzlaşmada arayan çizgisi nedeniyle bu saldırılar ve "nokta operasyonları" karşısında halkın direnişi örgütlenemezken, Aybastı'da süreç farklı gelişti. Faşist saldırılar cevapsız kalmadı. Aybastı'daki katliamdan sonra, halkın faşistlere karşı kitlesel silahlı direnişleri başladı. Ülke genelinde de çatışmalar Ağustos ayının başından 12 Eylül'e kadar geçen 42 günlük süre İçinde meydana gelen olaylarda 571 kişi hayatını kaybetmişti. Gazeteler hergün büyük şehirlerin dışında Gaziantep'ten Kayseri'ye, Adana'dan Konya'ya, Samsun'dan Tarsus'a kadar ülkenin her ilinden, kasabasından çatışına haberleriyle doluydu. Faşistlerle çatışmalar sürüyor, ancak artık sık sık polis "müdahalelerinde" halktan ve devrimcilerden insanlar katlediliyordu. ANTİ-OLİGARŞÎK MÜCADELE ÖNE ÇIKIYOR Devrimci şiddet bu süreçte giderek doğrudan devlet terörüne yöneldi. Oligarşinin karakolları, işkenceci polisler artık öncelikli hedeflerdi. Sivil faşist çetelerin saldırılarının pek çok yerde püskürtülerek gitgide önemini kaybetmesiyle, mücadele anti-oligarşik içerik kazanarak boyutlanmış, asıl hedefe yönelmektedir. Halkın direnişi ve devrimci mücadelenin doğrudan devleti hedefleyerek gelişimi karşısında artık oligarşi açısından mevcut politikalarla sonuç alma, halkı sindirme imkanı kalmamıştı. Ordunun elinde zaten her zaman hazır durumda bulunan darbe planı artık yürürlüğe konulacaktır. İşte bu günlerde Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanlarını çağırarak daha sonra kamuoyuna yansıyacak olan şu hareket emrini uzatır: "BÜTÜN ORDU KOMUTANLARINA: BAYRAK PLANININ UYGULAMAYA GİRİŞ GÜNÜ 11 TEMMUZ, SAATİ İSE 04.00'DÜR." Bu emrin adı "Bayrak planı"ydı. Cunta çeşitli neden-. lerle emirde belirtildiği gibi 11 Temmuz'da değil, iki ay gecikmeli olarak 12 Eylül'de yapıldı, ama artık sürecin niteliği belirlenmişti.* ARAŞTIRMA-İNCELEME FAŞİST TERÖRE KARŞI DEVRİMCİ MÜCADELEDE İKİ TAKTİK 35 KURTULUŞ KURTULUŞ YIKIMLAR 36 21 Şubat 1998 "Dolapdere-Piyalepaşa İmar Planı" Susurluk Devletinin Yıkım Saldırışıdır Oligarşinin gözü doymak bilmiyor. Çeşitli gecekondu mahallelerini türlü gerekçelerle boşaltma amaçlı saldırılarından sonra, şimdi de Okmeydanı ve çevresi halkının evlerini elinden almaya çalışıyor. Bunun bahanesi de hazır: "Dolapdere-Piyalepaşa İmar Planı"... Yani yıkım. Bu plana göre; Okmeydanı, Hasköy ve Kasımpaşa'da büyük bir yıkım olacak. Hacıhüsrev tamamen yok edilerek yerine gökdelenler ve iş merkezleri inşa edilecek. DolapderePiyalepaşa ulaşım arteri 30 metreye çıkarılacak. Kasımpaşa Çarşısı'ndan yol geçecek. Okmeydanındaki Fatih Sultan Mehmet Caddesi genişletilerek E5'e bağlanacak. Yol genişletme çalışmalarına bağlı olarak, bölgesel iş alanlarının açılmasından dolayı en az iki bin konut yıkılacak. Peki, neden yıkılacak bu konutlar? Söylendiği gibi halkın daha rahat yaşaması ve ulaşım sorununun çözülmesi için mi bunca ev yıkılacak?... Kesinlikle hayır! Susurluk Devleti'nin halkı düşünmediği artık herkes tarafından biliniyor, "imar planı" adı altındaki bu yıkım saldırısına gerekçe olan nedenlerin birer aldatmaca olduğu açıktır. Amaç; direnen, mücadele eden bir semti fiziken tasfiye ederken, artık şehrin merkezinde kalan bu bölgenin tekellere peşkeş çekilerek "iş merkezi" haline getirilmesidir. Bilindiği gibi Okmeydanı, Hasköy, Kasımpaşa mahalleleri, istanbul'un giderek büyümesiyle birlikte artık "şehrin merkezinde" sayılabilecek bir konumdadırlar. Bu yanıyla uzun bir süredir, sözkonusu bölge, tekellerin iştahını kabartmaktadır. Bu nedenle bölgenin ele geçirilmesi için öncelikle burada yaşayan halkın tasfiyesi gerekmektedir. Bu amaçla sözkonusu yıkım planı çeşitli partilere mensup Belediye Başkanları aracılığıyla uzun süredir uygulanmak istenmektedir. Bu amaçla, ilk olarak 1989 yılında dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ANAP'lı Bedrettin Dalan tarafından "Dolapdere-Piyalepaşa imar Planı" hazırlandı. Ancak imar planı kağıt üzerinde kalır, devlet planı hayata geçiremez. Belediye Başkanları değişir. ANAP'lı Dalan'ın yerini SHP'li Nurettin Sözen alır. Ancak devletin yıkım planı değişmez. Bu sefer planı uygulamak görevi Nurettin Sözen'indir. Sözen, halkın tepkisini dikkate alarak imar planında kısmi değişikliklere giderek revizyona uğratır. Ancak plan yine uygulanamaz. Devlet, halka karşı saldırısında ısrarlıdır. 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde "Adil Düzen" sloganlarıyla gelen, ama çok geçmeden maskesi düşen takiyyeci RP'li Erdoğan, aradan yaklaşık mıştır. Sözkonusu "imar planı" Büyükşehir Belediye Meclisi'nden geçmiş, yine RP'li olan Beyoğlu Belediye Meclisi'nde de kabul edilmiştir. Hatta son günlerde yöre halkının evlerine "evinizi boşaltın" yazılı resmi tebligatlar gönderilmeye başlanmıştır. Kısacası halkın kapısına, evlerine yıkım araçlarının dayanmasından önceki yasal prosedür göstermelik olarak tamamlanmıştır. Yıkım için geriye sayımın başladığını Büyükşehir Belediyesi Basın Danışmanı RP'li Hüseyin Beşli açıklamıştır. Beşli, kendisiyle yapılan bir röportajda 'Okmeydanı Dikilitaş etrafında bir düzenleme' yapıyoruz. Tapusuz gecekondular yıkılacak. Onlara aynı bölgede imarlı daireler verilecek" diyerek gerçek niyetlerini göstermiştir. "Gecekondular Yıkılacak, Daireler Verilecek" Yalanı on yıl geçmesine rağmen bu yıkım planım biraz daha revizyona uğratıp tekrar halkın karşısına çıkardı. Burada dikkat edilmesi gereken yan; bu yıkım ve tasfiye planının, Belediye Başkanlarının tasarrufundan öte, doğrudan Susurluk Devleti'nin bir saldırısı olduğudur. Zira, 1989'dan bu yana sırasıyla ANAP, SHP-CHP ve Refah Partisi, belediye yönetimine gelmiş ancak bu yıkım planı hiç değişmemiştir. Çünkü bu yıkım planının arkasında yağmacı, talana Susurluk Devleti vardır. Oligarşinin Maşası RP'li Belediye Başkanı, TayyipErdoğanı Oligarşinin bu yıkım planım bu kez RP'li Belediye Başkam Tayyip Erdoğan uygulamak istemektedir. Ancak "imar planı" adı altındaki yıkım saldırısını açıkladıkları ilk günden itibaren halkın tepkisiyle karşılaşan RP'li Belediye Başkanı, hemen manevralarına da başlamıştır. Takiyyeci Tayyip Erdoğan, çeşitli demagojilerle halkın tepkilerini nötralize etmeye çalışmaktadır. Bu amaçla "Hacı Hüsrev'in yıkılmasının sözkonusu olmadığını, bu yöndeki beyanların yanlış anlaşıldığını" söylemeye başladı. Kuşkusuz Tayyip Erdoğan'ın bu ve benzeri açıklamaları halkın öfkesini nötralize etme ve tepki gösteren yöre halkını bölme amaçlıdır. Yıkım saldırısının muhatabı olan yöre halkını kandırmaya çalışan Tayyip Erdoğan, aslında yıkım planını onayla- "İmar Projesi" diyerek YIKIM SALDIRlSl'nı gizlemeye çalışan RP'li Belediye Başkanı, halkın tepkileri karşısında boş umutlar yaratacak demagoji ve yalanlara başvurmaktadır. "Tapusuz gecekondular yıkılacak, yerine imarlı daireler verilecek" yalanı, halkın direndiği, direneceğinin bilindiği her yıkım öncesi söylenen koca bir palavradır. Bölgeyi yağmalamayı hedefleyen Susurluk devleti ve onun belediyelerinin niyetinin halka "imarlı daire" vb. vermek olmadığı herkesçe bilinmektedir. Ancak bu konuda çok daha değişik yalan ve demagojilere de başvurabilirler. Zira yalan, demagoji ve komplo kurmakta Susurluk devleti yaratıcıdır. Örneğin yağmalanacak bölgedeki ev sahiplerine arsa, para, iş yeri vb. dahi teklif edebilirler. Tüm yalan vaadler, halkı bölüp parçalamak içindir. Böylece kandırılan, bölünen halk güçten düşürülecek, yıkım planı adım adım hayata geçirilecek ve sonuçta halkın evleri başına yıkılacaktır. Yıkım Saldırısını Boşa Çıkartmak İçin Birleşmeliyiz Karşımızda halk düşmanı bir devlet vardır. Karşımızda karlarından başka birşey düşünmeyen tekeller vardır. Devlet bu bölgeyi tekellere peşkeş çekmek için yağmalamaya hazırlanmaktadır. Bu amaçla bir yandan yıkımın yasal alt yapısını hazırlamakta, bir yandan boş vaatlerle halkı bölecek manevralara girişmekte, bir yandan da "evinizi boşaltın" tebligatlarıyla halka gözdağı vermektedir. Kısacası yıkım saldırısı boyutlu ve kapsamlıdır. Bu nedenle saldırı ciddiye alınmaz ve gerekli hazırlıklar şimdiden yapılmazsa soyguncular, talancılar daha da pervasızlaşacaktır. Ve bir gün yıkım araçları, polisler, zabıtalar, dozerler ka- pılara dayanacaktır. Bu nedenle saldırıyı püskürtmek için en temel şart birlikte hareket etmek, birlik olmaktır. Kürdüyle, Türküyle, alevisi, sünnisiyle, işçisi, memuru, esnafıyla, genci yaşlısıyla yöre halkı birlik olduğunda, birlikte harekete geçtiğinde saldırıyı püskürtmek mümkündür. Yıkıma karşı direnişi başarıya götürecek olan, halfan birlikte mücadelesini örgütlemektir. Bu sadece Okmeydanı ve çevresinde yaşayan halfan sorunu olarak da görülmemelidir. Devlet, burada yıkımları başarırsa diğer gecekondu mahallelerine de şu veya bu gerekçeyle yıkım için saldıracaktır. Bu yüzden değişik mahallelerdeki halk güçleri Okmeydanı, Kasımpaşa halfana destek olmalı, kendini bu direnişin bir parçası olarak görmelidir. Yıkım Saldırısını Boşa Çıkartmak İçin Örgütlenmeliyiz Evet, yıkım saldırılarına karşı direnmek için örgütlenmek zorunludur. Örgütsüz bir direniş başarı kazanamaz. Dahası, bir süre sonra etkisini yitirerek sona erer. Oysa, oligarşinin bölge ve bölge halfa üzerindeki planlarını, yıkım saldırılarını boşa çıkartacak olan örgütlü bir direniş hattıdır. Bunun zemini bölgede her zamankinden daha çok vardır. Yıkım herkesin birleşebileceği bir zemindir. Hiç kimse evinin başına yıkılmasını istemez. Karda, faşta, soğukta evsiz, barksız sokakta kalmak istemez. İki yakasını zar zor bir araya getiren işçisi, memuru, esnafı kısaca herkes, yıkıma karşı direniş içinde yer alacaktır. Birçok gelişmeye duyarsız kalan bir aile bile yıkıma karşı direnişe "evet" der. Çünkü artık soygun, talan devleti kapısına dayanmıştır. İşte bu durum, yıkıma karşı direnişin maddi zeminidir. Ancak bu noktada direnişin nasıl olacağı önem kazanıyor. Bilinmelidir fa; üç-beş basın açıklaması, bir kaç yürüyüşle, protestoyla bu saldırı boşa çıkartılamaz. Aslolan; halk örgütlülükleridir, saldırının karşısına halfan öz örgütlülükleri ile çıkmaktır. Kısacası yıkım saldırısına karşı direnişi örgütleyecek ve boşa çıkartacak olan Halk Meclisleri'dir. Düzen solcusu, reformist parti ya da oportünist kesimlerin yıkım saldırısına karşı direniş hattının sürekliliğini, kalıcılığını ve birliğini sağlamaktan uzak reklamcı tavırlarıyla böylesi saldırılar alt edilemez. Gecekondu Halkının Direniş Tarihi Bugüne Işık Tutuyor Bu ve benzeri yıkımların nasıl boşa çıkartılacağının cevabı, yine gecekondu 21 Şubat 1998 Cayan Mahallesi'nin tarihinden farklı değildir. Halk, yine halk komitelerinde örgütlenir. Demokratik bir işleyişe sahip olan komitelerde halkın inisiyatifi geliştirilir, kendine güveni sağlanır. Yıkımlara karşı direnilir, saldırılar püskürtülür. '80 sonrası yıkım denildiğinde ilk akla gelen Küçükarmutlu olur. Düşmanın medyasıyla, polisiyle yıkmak için sürekli saldırdığı bir yerdir Küçükarmutlu. "Terör yuvası", "Armutlu'ya devlet giremiyor" türünden yalan ve provokatif haberler medyadan hiç eksik olmamış, kah "yasadışı yapılaşma" kah "Boğazın güvenliği için uçaksavar yerleştirmek" bahaneleriyle sürekli saldınlmıştır. Buna rağmen Armutlu, yıkımlara karşı direndi, saldırıları bir bir püskürttü. Tüm gecekondu mahallelerinde yıkını gündeme geldiğinde Armutlu örnek alındı. Bu mahallelerde yapılan her evin harcında, temelinde, örülen her tuğlasında Devrimci Solcular'ın emeği, alınteri vardır. Polisin, zabıtanın eşliğin- "Siyanürlü Şirket Türkiye'yi Terk Et" Eurogald'a karşı direnişlerini sürdüren Bergama köylüleri bir kez daha İstanbul'dan seslerini duyurdular. Geçen yılda İstanbul'a gelip Boğaz Köprüsü'nde eylem yapan Bergama köylüleri 14 Şubat'ta Eurogold'u, yani siyanürcü şirketi. Sekiz yıldır Bergama halkının sağlığıyla oynayan, ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürmeye, yok etmeye çalışan o lanet şirketi. Ancak izin vermedi Bergama'da direnen 17 köy. Yıllardır sürdürdüler mücadelelerini siyanürcü şirkete karşı. Emperyalist sömürüye, geleceklerinin olmak için mücadele ettiler. Birçok eylem yaptılar. Susmadılar. Bereketli Ege toprağını, küle çevirmelerine, cehenneme yine İstanbul'daydılar. Polisi yanıltmakta ustalaşan Bergama köylüleri önce el altından Vatan Caddesi'nde yürüyeceklerini yaydılar. Bunu duyan İstanbul polisi Vatan Caddesi'nde önlem aldığı sırada köylüler İstiklal Caddesi'nde yürümeye başladılar. Önce Tünel'e sonra da Taksim'e doğru yürüyen kadınlı erkekli köylüler sık sık "Halkız Haklıyız Kazanacağız", "Siyanürlü Şirket Türkiye'yi Terket" gibi sloganları haykırdılar. Yanlarında taşıdıkları ekmekleride kendilerini destekleyen ve alkışlayan İstanbul halkıyla bölüşen Bergama köylüleri Taksim Meydanı'nda yaptıkları konuşmalardan sonra eylemlerini bitirdiler. Evet Bergama köylüleri bıkmadan, usanmadan haklı davalarına sahip çıkıp Eurogold şirketine karşı direnişlerini hepimiz yakından tanıyoruz 37 YIKIMLAR mahallelerinin direniş tarihindedir. Bugün yıkım tehditi altında olan Okmeydanı'nın hemen yakınındaki Çayan Mahallesi (Nurtepe)'nin yıkımlara karşı geçmişte nasıl bir direniş sergilediği bu güne de ışık tutmaktadır. Nurtepe, '80 öncesinde vakıf ve büyük şirketlerin arazilerine Devrimci Solcular'ın halkla birlikte el koyarak gecekonduların yapılmasıyla kurulur. Mahalle, DevGenç'li mimar ve mühendislerin yoldan suya, elektriğe kadar tüm alt yapısıyla projesi çıkartılarak, halkla birlikte inşa edilir. Devlet, askeri, polisiyle yıkmak için Çayan Mahallesi'ne saldırır. Ancak saldırılar püskürtülür. Devrimci Sol'un önderliğinde oluşturulan halk komitelerinde halk örgütlenir ve yıkıma karşı direnilir. Halkla birlikte kararlar alınır, halkla birlikte uygulanır. Halkla birlikte silahlı nöbetler tutulur, yeri geldiğinde yıkıma karşı silahlı çatışmalar yaşanır ve direnişler örgütlenir. Zira, 1 Mayıs Mahallesi'nin tarihi de vermediler. Kararlıydılar. Hiçbir zorluk karşısında yılmadılar ve haykırdılar "Siyanürcü Şirket Bergama'mı Terket" diye. Eurogold'da boş durmadı bu süre içinde. Binbir türlü oyuna başvurdu. Bergama'da direnen 17 köyü susturmak için "Koca Devleti" arkasına aldı. Jandarmayı polisi kullandı. Devlet her türlü zemini hazırladı siyanürcüler için. Ama yılmadı 17 köy. Önce 17 köydüler. Sonra tüm Türkiye oldular. Her yeri mücadele alanına çevirdiler. Herkese anlattılar Bergama Ovacık'ta yapılmak istenenleri. Emperyalizmin insanlık dışı, halk düşmanı, insanlık düşmanı, çevre düşmanı yüzünü gösterdiler. Ve artık yalnız değiller. Bütün halk yanlarındaydı. Artık daha da güçlenmişlerdi. Bergama denildi mi onlar geliyor akıllara; mücadele, kararlılık geliyor.. de gelen yıkım ekipleri şiddetli çatışmalar, direnişler, barikatlarla karşılanmıştır. Halk, örgütlendirilmiş, birlikte tartışılmış, ortak kararlar alınmış ve saldırılar halkın direnişleriyle püskürtülmüştür. Yıkım Saldırılarına Karşı Halk Medisleri'ni Güçlendirelim Yıkıma Karşı Mücadele Komiteleri'ni Örgütleyelim Bu gün yıkım saldırısına maruz kalan Okmeydanı, Piyalepaşa, Kaptanpaşa, Hasköy, Kasımpaşa mahalleleri, barındırdıkları devrimci-demokrat potansiyelle ve Cephe'nin on yıllardır halkla kurduğu güçlü bağlardan dolayı direniş için son derece uygundur. Bu mahallelerde yaşayan halkımız yıllardır kendi içinden çıkardığı evlatlarını Cephe'ye, gerillaya, savaşa yollamıştır. Şehitler vermiştir. Birçok evladı hapishanelerde tutsaktır. Kısacası bu KURTULUŞ mahallelerde yaşayan hemen herkes şu ya da bu şekilde halkın mücadelesiyle ilgilidir. Ve en önemlisi bir süredir kurulmuş olan Okmeydanı Halk Meclisi vardır. Duyarlılığı ve örnek etkinlikleriyle öne çıkan Okmeydanı Halk Meclisi, Susurluk Devleti'nin yıkım saldırısına karşı halkın direnişinin örgütleneceği tek mevzidir. Yıkım saldırısına karşı evini, onurunu korumak isteyenlerin bir araya gelip direnişlerini güçlendirecekleri bir örgütlülüktür. Yıkım saldırısına karşı Meclis bünyesindeki Yıkıma Karşı Mücadele Komiteleri, direnişi örgütleyecek ve Susurluk Devleti'nin bu saldırısını boşa çıkartacaktır. Halk Meclisi'nde yıkım saldırısına karşı alınan direniş kararları, bizzat bu komiteler tarafından hayata geçirilecektir. Halk Meclisi'nde tartışarak ortak karar alan yöre halkı, Susurluk Devleti'nin karşısına çıkarak düşmanın "yıkım kararlılığını" bozacak ve saldırıyı püskürtecektir. * Okmeydanı Halk Meclisi Batakhanelere Karşı Eylemlerine İnatla Devam Ediyor EYLEMİMİZ NE İLKTİ, NE DE SON OLACAK, OKMEYDANI'NDA BATAKHANE KALMAYACAK Görülen odur ki canımızın, namusumuzun hiçbir güvenliği kalmamıştır diyen Okmeydanı halkı Okmeydanı Halk Meclisi nin öncülüğünde; düzen tarafından bilinçli bir şekilde desteklenen pislik yuvalarından halkın adaletiyle hesap soruyor. İnsanları yozlaştırmanın, ahlaki, namusu değerlerini unutturmanın ve ülke gerçeğinden uzaklaştırmanın bir başka yöntemi olan bar, pavyon, birahanelere karşı Okmeydanı Halk Meclisi'nin eylemleri devam ediyor. Artık her hafta bir başka batakhaneyi basarak Okbar, pavyon, birahaneleri kaldırmaya kararlı olan Okmeydanı halkı 14 Şubat Cumartesi günü saat 21.00'de Okmeydanı Halk Meclisi binasında yapılan bir toplantının ardından binadan çıkarak sloganlarla yürüyüşe geçtiler. Yiırüvüş öncesinde batakhanelerin etrafında biriken sekiz çevik otobüsü pislik yuvalarını halktan korumaya çalıştılar. Açıkça görülen bu görüntü batakhanelerin kimler tarafından açıldığını ve kimlerin çıkarma olduğunu gösteriyordu. "Okmeydanı'nda Bar, Pavyon, Birahane İstemiyoruz" pankartının yanı sıra "Okmeydanı Batakhane Olmayacak", "Fuhuşa Son", "Okmeydanı Beyoğlu Olmayacak" vb. dövizleri taşıyan Halk Meclisleri Anadolu Kahvesi'ne gelerek batakhaneleri "İşte Burası Pislik Yuvası" sloganıyla tek tek teşhir ettiler. Halk Meclisinin geldiğini gören birkaç batakhane sahibi ahlaksızlıklarından korkarak kepenklerini kapatıp kaçarken aileler ellerinde sopalarıyla "Babanın Yeri" isimli batakhaneyi bastı. Aileler içeride bulunanlara"... çoluğunuz, çocuğunuz, eşleriniz evde aç; siz burada pislik yapıyorsunuz... bir daha sizi burada görmeyeceğiz, bizler ekmek parası bulamıyoruz sizler batakhanelerde gönül eğlendiriyorsunuz. Bunlara izin vermeyeceğiz, Okmeydanı'nda batakhane kalmayacak" diyerek hesap sordular. Batakhane sahiplerinden halkın adaletiyle hesap soran Halk Meclisleri daha sonra Anadolu Kahvesi'nin önünde bir basın açıklaması yaptılar. Açıklamada " Okmeydanı'nda bir süreden beri sistemli bir çürütme ve ahlaksızlaştırma politikası sürdürülmektedir. Halkın ileri değerleri ve ahlakı ayaklar altına alınarak ahlaki çürüme ve yozlaşma hayatımıza sokulmaya çalışılmaktadır. Bunun bir parçası da semtimizde giderek artan ve polis taralından da el altından desteklenen bar, pavyon ve batakhanelerdir. Artık sokak aralarına giren ve aileleri tedirgin etmeye başlayan bu pislik yuvaları yüzünden semtimizde fuhuş, kumar, adam yaralama ve haraç kesme olayları artmıştır. İşe, eve ve okulumuza giderken de görülen odur ki canımımızın ve namusumuzun hiçbir güvenliği kalmamıştır" dediler. Düzenin Okmeydanı'nın demokrat yapısını kırmak için desteklediği bilinçli bir şekilde yapılan bu ah-laksızlaştırma politikasına karşı eylemimiz ne ilktir, ne de son olacaktır diyen Okmeydanı Halk Meclisi bundan sonra her hafta eylemlerini yapacaklarını ve batakhaneler kaldırılıncaya kadar inatla eylemlerini devam ettireceklerini belirttiler. 150'yi aşkın insanın katıldığı eylem saat 21.40'da basın açıklamasının okunmasının ardından "Bar Pavyon Birahane İstemiyoruz", "Ne İstiyoruz Adalet, Kim İçin Halk İçin, Yaşasın Halkın Adaleti" sloganlarının atılmasıyla sona erdi.* KURTULUŞ 38 BATAKHANELER 21 Şubat 1998 Halkın Değerlerini Savunuyorum Diyenler, Kumara, Fuhuşa, Uyuşturucuya Karşıyım Diyenler, Hani Neredesiniz? Kumar, uyuşturucu, fuhuş, meyhane, bar, pavyon... hemen herkes biliyor ki hızla yaygınlaşıp giderek halkın çok daha geniş kesimlerini zehirleyen bu illet alışkanlıklar ve mekanlar toplumdaki yozlaşmamn, ahlaki dejenerasyonun, çürümenin önemli nedenlerinden ve göstergelerinden biridir. Halkı zehirleyen, yozlaştıran sırf bu alışkanlıklar, pislik yuvalan yüzünden nice evler yıkılıyor, yuvalar dağılıyor, ailelerin bitmek bilmeyen huzursuzluğunun, kavgalarının nedeni oluyor. Alkolle, uyuşturucuyla genç bedenler zehirlenerek eriyor. Bu pis alışkanlıklar yüzünden onbinlercesi vakitsiz, genç yaşta ölümle tanışıyor. Evet halk zehirleniyor, uyuşturuluyor ama birileride bu zehirlenmenin, yozlaşmanın, pislik yuvalarının üzerinden milyarlar, trilyonlar kazanıyor. Sömürü, zulüm düzeninin sürmesinde çıkarı olanların, egemen sınıfla- "OKMEYDANI'NDA OLANLAR Son iki haftadır İstanbul'un Okmeydanı semtinde cereyan eden olaylar ilgi çekicidir ve üzerinde durulmaya değer. Buradaki anneler, babalar, delikanlılar, genç kızlar ve hatta çocuklar ellerine pankartlar alarak yürüyüş yapıyorlar ve mahallelerinde açılmış olan "bar, pavyon, meyhane, birahane" gibi yerlerin varlığını protesto ediyor, kapanmasını istiyorlar. Bazı kereler yaşmaklı anneler ve gençler bu yerlere girip masaları itiyor ve içki kadehlerini boşaltıp kırıyorlar. Bu anneler, babalar ve gençler ne istiyorlar, neyi savunuyorlar? Mesele çok açık: Mahallelerinde böyle pavyon, meyhane türü yerler faaliyet gösterdikçe genç çocuklarının, oğlanları ve kızlarının geleceklerinden korkuyorlar, buraların onlara zarar vereceklerinden çekiniyorlar, mahallelerinde huzur ve temizlik istiyorlar. Savundukları ise bu ülkenin gençleri, ailesi ve sağlıklı bir toplum. İstiyorlar ki sosyal doku bozulmasın, çözülmesin ve çürümesin. Bundan daha haklı ne olabilir? Olay, gerçekte daha da manalı. Türkiye'nin İstanbul şehrinde bir semtin sakinleri aslında "sosyal devletin fonksiyonlarım savunuyorlar. O kadar yerinde ki gazeteciler bu işyerlerinin sahiplerine bu protestoları sorunca onlar "haklıdırlar" diyorlar ve ancak yetkili makamların kararı ile kapanabileceklerini de söylüyorlar. İşte o zaman sorumlu kamu görevlilerine sormak gerekiyor: "Böyle sosyal yapıyı korumak isteyen, gelecek nesillerini düşünen bir halkı nerede bulacaksınız, niçin bu mahallelerin "bar, pavyon, meyhanelerle dolmasına izin verdiniz? Neden şimdi hareket edip görevinizi yerine getirmiyorsunuz? İlla "ihkak-ı hak" olaylarının baş gösterip kanunsuzluğun kural haline gelmesini mi beklemek gerekiyor? Halkın haklı sesini dinleyelim." (17 Şubat 1998, Türkiye, Nevzat Yalçıntaş) rın işine geliyor bu. Hem havadan büyük kazançlar sağlıyorlar, hem de halk hakkını arayacağına, sömürü, zulüm düzenine karşı çıkıp başkaldıracağına varsın zehirlensin, uyuşsun, düşkünleşsin istiyorlar. Susurluk devletinin kendisi en büyük mafya babalığım, uyuşturucu tacirliğim, pezevenkliği yapıyor. Parlamentosundan, polisine, ordusuna kadar devletin tüm kurumları bu pisliğe ortaktır. Bunun yanında sol'un hemen her kesimi, öte yandan özellikle islamcı kesimler toplumdaki bu kötü alışkanlıklardan, yozlaşmadan, çürümeden, ahlaki dejenerasyondan senelerdir sık sık bahseder. Sözde herkes karşıdır çürümeye, yozlaşmaya. Ama hep sözde kalır. Yanıbaşlarında olup bitenlere, yaşananlara seyircidirler. Hatta teoride karşı gibi gözüküp, pratiğiyle, yaşamıyla bu yozlaşmaya ortak olanlar da az değildir. HALK MECLİSLERİ'nde gücünü birleşteren halk seyirci kalmıyor bunlara. Sorununa sahip çıkıyor. Sahip çıkışını sözde bırakmıyor. Örneğin, Okmeydanı Halk Meclisi bir seneyi aşkın süredir mahallelerinde fuhuşa, kumara, alkole, uyuşturucuya karşı mücadele ediyor. Yürüyüşler, gösteriler düzenliyor. Halk barları, pavyonları basıp halkı zehirleyenleri bundan vazgeçmeleri için uyarıyor. Ve bunları da hemen herkes görüyor. Uzunca bir süredir burjuva medyamn TV ekranlarından, gazete sayfalarına kadar bile yansıyor olup bitenler. Düzenin savunucusu burjuva medya haber boyutuyla bile olsa bir biçimiyle ilgisiz kalmazken, yozlaşmaya, çürümeye karşıyız diyenlerden nedense ses çıkmıyor. Evet neden ses çıkmıyor? Memnunmusunuz yoksa yaşananlardan? Halka verdiği zararlar bir yana, inançları gereği için bile olsa karşı çıkmaları, mücadele etmeleri gereken islamcılar; Fuhuşa, kumara, uyuşturucuya, bara, pavyona karşıyız diyenler; Namus ve ahlakım kaybetmemiş olanlar; Madem karşısınız, neden verilen müca- ANKARA'DA OTURMA EYLEMİNDE 12. HAFTA Her hafta Cumartesi günü Yüksel Caddesi İnsan 1 lakları anın önünde yapılan oturma eylemi bu hafta 20()'ü aşkın kişinin katılımıyla gerçekleşti. 12. haftasına giren eyleme Ankara I laklar ve Özgürlükler Platformu, HADEP, İHD katıldı. Eylem her hafta olduğu gibi saat 12.30'da başladı. İHD Genel Başkanı Akın Birdal bir konuşma yaptı. Konuşmada; HADEP'in basılmasını protesto ettiklerini, Susurluk Raporunun açıklanmasından hemen sonra Adana, Batman ve İstanbul'da yedi kişinin yargısız infazların yapıldığını belirten Âkın Birdal "Haklar ve Özgürlüklere kavuşuncaya kadar sesimizi yükseltmeye devam edeceğiz" diyerek konuşmasını bitirdi. Akın Birdal'dan sonra HADEP Ankara 11 Başkanı bir basın açıklaması okudu. Açıklamada; HADEP Genel Merkezinin ve Ankara il Başkanının keyfi olarak basılmasını ve yöneticilerinden yedi kişinin gözaltına alınmasını kınadıklarını belirtti. Daha sonra Halkın Hukuk Bürosu Avukatlarından Zeki Rüzgar; Adana'da yaşanan katliamla ilgili bir açıklama yaptı. Açıklamada "Kontrgcrillanın faaliyetlerine devam ettiği, Adana'da yaşanan olayın çatışma değil bir infaz olduğunun ortaya çıktığının, Bülent Dil'in cenazesi üzerinde yapılan incelemede sağ olarak yakalandığı daha sonra boynu kırılarak ya da sıkılarak yoğun işkenceler sonucu öldürüldüğünü belirtti. Bülent Dil'in fotoğraflarını basma dağıtan avukat Zeki Rüzgar "Ellerinde bulunan fotoğrafta görüldüğü gibi, koltuk altındaki derinin tamamen yüzülmüş olduğu, sağ dirseğinin kırılmış ve dirseğinin parçalanmış olduğunu, omuza yağ ya da asit dökülerek yakıldığı, vücudunda sigara yanıklarının tespit edildiğinin ve bu fotoğraflarla suçüstü yakalandığını belirtti. Eylemde; "Katiller Halka Hesap Verecek", "Zindanlar Boşalsın Tutsaklara Özgürlük", "Yaşasın Halkların Kardeşliği", "Çeteler Mecliste Devrimciler Hapiste" sloganları sık sık atıldı. Eylem boyunca Adana şehitlerinin resimleri taşındı. Yaklaşık yarım saat süren eylem alkışlarla sona erdi. deleye katılmıyorsunuz? Neden destek vermiyorsunuz? Halkın değerlerini savunduğunu söyleyen Can Dündar ve onun gibiler; ilerici, demokrat olduğunu iddia edenler; halktan yana gözüken ÖDP ve benzerleri, siz neredesiniz, neden yoksunuz? Bize ne mi diyorsunuz? Herkesin bireysel sorunudur mu diyorsunuz? Yoksa bunlar o çok özendiğiniz Avrupa'da da var, bizde de olsa ne olur, dünya mı batar diyorsusunuz? Ama şunu bilesiniz ki bir gün sizinde bulunduğunuz, hiç kalkmadığınız barlara gelip oraları da yıkacağız. O zaman sakın ola ki biz ilericiyiz, bize, bizim mekanımıza dokunmayın demeyin. Bu mücadeleye katılmayanlar bar, pavyon, kumarı, bu düzeni, bu düzenin pisliklerini savunuyor demektir. Çürümeye, yozlaşmaya ortak oluyorlar demektir. Halfan değerlerinin, çıkarlarının karşısındadırlar. Pislik Yuvalarına karşı Mücadele Edelim Kimse bana ne, beni ilgilendirmiyor diyemez. Halkı zehirleyen pislik yuvalan, uyuşturucu, kumar, fuhuş her geçen gün yaygınlaşırken, mahallelerimize, okullarımıza kadar girerken, ben, benim ailem, benim çocuklarım bundan etkilenmez, pislik bize bulaşmaz diye Bulaşır. Duyuyoruz, görüyoruz, okuyoruz. Böyle düşünen pek çok kimse, pek çok aile, hiç ummadığı, beklemediği bir anda acı gerçeklerle yüz yüze kalıyor. Çürüme bir kere başladı mı, mücadele edilmediğinde, mikroplar temizlenmediğinde, yılan zehirini akıtmaya devam edecek, zehir tüm bünyeyi saracak bizi de içine alacak demektir. Halkı yozlaştıran kumara, fuhuşa, uyuşturucuya, bara, pavyona karşı mücadele etmeyenler halkını sevmiyor, ona değer vermiyor demektir. Doğrudan veya dolaylı olarak bunlardan yanadır, ahlaksızlıktan yanadır, halkın çürümesinden yanadır. Halkı zehirlemek, yozlaştırmak suçtur. Suçun işlenmesine seyirci kalmak, suça ortak olmaktır. Halkımızı, kendimizi, ailemizi, çocuklarımızın geleceğini düşünüyorsak, bar, pavyon, içki ve kumarın yaygın olduğu her mahallede bu pislik yuvalarına karşı mücadele edelim. Örgütlenelim, gücümüzü birleştirelim, pislik yuvalarını temizleyerek yaşamasına izin vermeyelim. Galatasaray'da 144. Oturma Eylemi Kayıpların hesabını sormak ve katillerin cezalandırılması amacıyla her Cumartesi Galatasaray lisesi önünde gerçekleşen oturma eylemi 144. haftasında. Saat 12.00'de başlayan eyleme DLMK, TÖDEF/İYÖ-DER ve TAYAD'h aileler kızıl bantlarıyla katıldılar. Eylemin 144. haftasında üç yıl önce 12 Şubat 1995 tarihinde kaybedilen Cüneyt Aydınlar anıldı. Kayıp ve tutsak aileleri adına yapılan açıklamada "Gözaltında kayıplar, hukuksuzluğun tescilidir. Gözaltında kayıplar yasaların gerçekle işlendiğinin kanıtıdır. Kayıplar konusunda bir ilerleme sağlamak her türlü anti demokratik uygulamanın devam edeceğinin itirafıdır" denildi. "Eylem Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak" sloganıyla sona erdi. 21 Şubat 1998 HABER-YORUM GAZİ DAVASI 39 KURTULUŞ MERSİN'DE, BASIN AÇIKLAMASI ENGELLENDİ GAZİ DAVASINA SAHİP ÇIKALIM KATİLLLERİN AKLANMASINA İZİN VERMEYELİM Susurluk kazası sonrasında halkın sokaklarda, meydanlarda katillerden, çetelerden ve Susurluk Devleti'nden hesap sormak için, adalete özlemlerini binler, onbinlerle dile getirmesi sonucu, Gazi Katliamı Davası'nda da bazı kazanımlarımız oldu. Katillerden birkaç tanesi katliam için emir aldığı yerden, aldığı başka emir ile teslim oldular. Şu anda sekiz tutuklu polisten ikisi tahliye edildi. Bu durum bir süredir savunmada olan Susurluk Devleti'nin savunmadan çekildiğini ve saldırıya geçtiğini gösteriyor. Bizler bunu Trabzon'da bizzat vali ve emniyet müdürünün organize ettiği saldırılarla yaşayarak görüyoruz. Mahallemizde bir süreden beri sıkça yaşanmakta olan ev baskınları, kitlesel gözaltılar ve tehditlerle her gün yaşıyoruz. Ama her şeye rağmen Gazi Halkı olarak yapılan tüm baskılara rağmen katillerden hesap sormaya devam edeceğiz. Susurluk Devleti kendi çetelerine, tetikçilerine sahip çıkacak ve onları kendi mahkemelerinde aklamaya çalışacaklardır, çalışıyor da... Trabzon'da görüşmeye giderken bizleri engelleyen Emniyet Müdür Yardımcısı kitlesel bir sahiplenmenin yarattığı hırçınlıkla "Orada bizim arkadaşlarımız yargılanıyor, size yargılatmayacağız" diyordu. Dördüncü duruşmada kısmen daha iyi sayılabilecek bir katılım oldu. Özellikle Ankara'da HÖP'ün çabaları bunda etkili oldu ve iki otobüs insan bizlerle birlikte Trabzon'daydı. Bu duruşmaya daha kitlesel katılmalıyız. Susurluk Devleti'nin bir bütün olarak yargılandığı bu dava, çetelerden hesap sormak isteyen, haksızlıklara, adaletsizliklere boyun eğmeyen, onuruyla özgür ve başı dik yaşamak isteyen herkesin katılması gereken bir dava Gazi Katliamı Davası... GâZİ Davası'nı Sahiplenmek Onurdur Gazi Davasi'ni Sahiplenmek Fedakarlıktır Gazi Davası'nı Sahiplenmek Halkımızın üzerinde estirilmeye çalışılan terör politikalarına karşı çıkmak baskılara boyun eğmemektir Bir kez daha söylüyoruz Gazi Davası'nı her türlü baskıya rağmen sahipleneceğiz. Katillerin aklanmasına izin vermeyeceğiz. Gazi Halk Meclisi Mersin'de, Adana katliamının protesto edilmesi engellendi. Adana'da, 28 Ocak günü gerçekleştirilen katliam ve gazetemiz üzerindeki baskıları protesto etmek için 18 Şubat günü Mersin'de bir basın açıklaması yapılmak istendi. Gazetemizin Mersin temsilciliğince Taş Bina önüne gelen çalışan ve okurlarımıza müdahale eden polis basın açıklaması, dövizler ve gazetelerimize zorla el koydu. Daha sonra da, kitle tehditle ve zorla dağıtıldı.* "SABANCI'YI ASLA UNUTMAYACAĞIZ" Sabancı Center baskını ile ilgili dava 17 Şubat günü İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde yapıldı. Sabancı Center'in 25. katına çıkan Halk Kurtuluş Savaşçılan oligarşiyi beyninden vurmuştu. Bunun yankısı iki yılı geçmesine rağmen hala devam ediyor. Bu konuyla ilgili her dava kamuoyunda yankısını da bulmakta çünkü her duruşma ezenlerle, zalimlerle halkın bir hesaplaşmasına dönüşmekte. 17 Şubat günü de istanbul DGM'de yine Sabancı davası vardı. Duruşmaya Ercan Kartal, Ferhan Taş, Mehmet Gökmen, Ejder Güngör, Murtaza Deveci ile tutuksuz yargılanan Av. Metin Narin katılırken itirafçı hain Mustafa Duyar gelmedi. Duruşmaya yine ilgi yoğundu, halktan birçok insan davayı izledi. Davada Ercan Kartal üç tane dilekçe okudu. Dilekçenin birisi Sakıp Sabancı'ya hitabendi. Burada Sabancı'nın ülkemizde işlenen tüm infaz ve katliamların, işkencelerin sorumlusu olduğu, bu yüzden de er geç halkın adaletine hesap vereceği, Sakıp Sabancı'nın asla affedilmeyeceğini vurguladı. Diğer dilekçede ise Susurluk'ta ortaya çıkan pis ilişkiler ve Kutlu Savaş'ın Susurluk Raporu sonrasındaki gelişmeler değerlendirildi. Daha sonra söz alan Av. Behiç Aşçı ise Sakıp Sabancı hakkında suç duyurusunda bulunarak, dava açılmasını ve suç işlemedeki istikran göz önüne alınarak tutuklanmasını talep etti. Gerekçe olarakta Sabancı'nın sürmekte olan bir davaya yönelik beyanatlar vererek davayı etkilediği ve TCK'nın 232. maddesini ihlal ettiğini belirtti. Sabancı'nın baskından bu yana sürekli konuştuğu ve onun her konuşmasından sonra yüzlerce insanın gözaltına alındığı, Halkın Hukuk Bürosu'nun da bu süreçte hedef alınarak basıldığı, çalışanlannın gözaltına alındığı da örnek olarak gösterildi. Konuşmalan sürdüğü müddetçe yaşlı tutsak analannın işkenceden geçirildiği, gecekondulann basıldığı, yoksul halkın işkencelere götürüldüğünü vurgulayan Av. Aşçı "Sabancı artık konuşmuyor fetva veriyor, asın burdan" diyor dedikten sonra bu talebe cevap Sabancı'nın Avukatı Vehbi Kahveciden geldi. Ve sanki Sabancı'dan aldığı güçle savunmanlığı bir kenara bırakarak yargılanan devrimcilere ve avukatlara saldırdı. Ara verildikten sonra Sabancı'nın avukatına cevap verilmesine izin verilmeden duruşma ertelendi. Konu hakkında görüştüğümüz Av. Behiç Aşçı, Sabancı'nın avukatının kendisini savunmanlık sınırında tutmayarak, Sabancı'yla kendisini özdeşleştirdiğini vurgulayarak, "önce aynı davada yargılanan Av. Metin Narin için 'Metin Narin adlı kişi' diye bahsederek avukatlık kanununa göre suç işledi. Daha sonra da Sakıp Sabancı'nın yargılanması ve tutuklanmasına ilişkin talebimizi "ertesi gün basında çıkması için şov yapıyorsunuz" diye tanımladı, işte bu iki durum, bu avukatın savunmanlık mesleğinin sınırları dışına çıkarak artık Sabancı'laştığını gösteriyor. Yoksul insanlar, halkımız evini korumak istediğinde, işini korumak istediğinde, vatanını korumak istediğinde hemen gözaltına alınıyor, işkence görüp tutuklanıyor. Ama Sakıp Ağa tüm iktidarın kendisi için çalıştığını bildiğinden rahatlıkla yasaları çiğnemekten çekilmiyor. Nasıl olsa iktidar onun için çalışıyorken yasaların ona karşı işletilmesi mümkün değil. Mahkeme Başkanı olacaklan tahmin ettiği için olsa gerek bizim yanıt vermemize fırsat bırakmadan celseyi kapattı. Tabi ki gelecek celse söylememiz gerekenleri söyleyeceğiz" dedi.* CEYHAN HAPİSHANESİNDE BASKILAR SÜRÜYOR ALİ RIZA AYDOĞAN MEZARI BAŞINDA ANILDI. ABD emperyalizminin Ortadoğu üzerine yaptığı baskıyı protesto ederken 1991 yılında gözaltına alman ve götürüldüğü Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü'nün üçüncü katından atılarak katledilen Ali Rıza Ağdoğan 15 Şubat Pazartesi günü Sütlüce'deki mezarı başında anıldı. Haklar ve Özgürlükler Platformu, Halk Meclisleri, TÖDEF ve DLMK'lı öğrencilerin katıldığı anmada "Ali Rıza Ağdoğan Katliamını Unutmadık, Unutmayacağız" pankartı açılarak başlandı. Anmaya 'Anaların Öfkesi Katilleri Boğacak", "Kahrolsun ABD Emperyalizmi" dövizleri açılarak ve devrim şehitleri için yapılan saygı duruşuyla devam edildi. Ardından mezara karanfiller bırakılarak marşlar söylendi. Daha sonra Haklar ve Özgürlükler Platformu Sözcüsü Oya Gökbayrak Ali Rıza'nın katledilişini anlatan bir metin okudu. Metinde, "katleden devlettir fakat hesabı halk soracaktır" denildi. Çeşminaz Ağdoğan'in oğlu için yaktığı Kürtçe ağıtlardan sonra marşlar söylenerek anma bitirildi. Ceyhan Hapishanesi'ndeki devrimci tutsaklar uygulanmaya çalışılan çeşitli baskılara karşı 13 Şubat günü yazdı bir açıklama yaparak kamuoyunu duyarlılığa davet ettiler. Hemen tüm hapishanelerde özellikle hücre tipi ağırlığında devrimci tutsaklara yönelik geliştirilen saldırılar sürüyor. Ceyhan Hapishanesi'nde bulunan DHKP-C, TKP(ML), TİKB, EKİM, TKP/ML davası tutsakları 13 Şubat günü yazılı bir açıklama yaparak kamuoyunu duyarlılığa davet ettiler. Açıklamada diğer hapishanelerde gerçekleşen saldırıların yanında kendi özgüllerinde de tahliye olan arkadaşlarının hapishaneden çıkmadan itirafçılık dayatmasıyla karşılaştıkları, yine ziyaretçilerin gözaltına alınıp, işkenceye tabi tutulduğu, ziyaretçilerin getirdiği birçok eşyanın içeri alınmadığı, DGM hücrelerinde kelepçelerin çıkarılmadığı bu konular için birçok defa görüşülmesine rağmen yetkililerce bu sorunların çözülmediği belirtildi. Ve bu saldırıların, kendilerini yıldırmayacağı, direnişle kazandıkları haklarından asla ödün vermeyecekleri vurgulanarak, kamuoyu duyarlılığa çağrıldı.* ADANA KATLİAMINA DKÖ'LERDEN ORTAK TEPKİ Adana katliamı konusunda Mersin'de bir araya gelen çeşitli DKÖ'ler katliam yapılan evde incelemelerde bulunduktan sonra yazılı bir basın açıklaması yaptılar. Mersin'de, Haklar ve Özgürlükler Platformu'nun çağrısıyla Liman-Iş, İHD, MKM, HADEP İl Örgütü, TAY-DER, Emeğin Partisi İl Örgütü ve Alınteri tarafından bir araya gelen heyet Adana'ya giderek katliam yapılan evde incelemelerde bulunduktan sonra yazılı bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada Susurluk Raporu açıklanarak "Susurluk'u çözüyoruz" denilerek halkın kandırılmaya çalışıldığı vurgulanıyor. Bunun kanıtının da Adana'daki katliam olduğu anlatılıyor. Ev ve çatışma konusundaki senaryoların sahteliği hakkındaki gözlemler açıklandıktan sonra yapılanın açık bir infaz olduğu belirtilerek "Bu zamana kadar adaleti sağlama diye bir sorun yoktur. Gazi Davası'nda, Metin Göktepe Davası'nda, 16-17 Nisan katliamlarının davasında olduğu gibi bu katliamın da hesabını biz soracağız. Hesabı halk soracak. Halkın adaleti soracak" denilerek açıklama bitirildi.* KURTULUŞ 40 İŞÇİ/MEMUR 21 Şubat 1998 Devrimci Memur Hareketi'nin KESK GYK Değerlendirmesi KESK 3. Olağanüstü Genel Yönetim Kurulu toplantısı 7-8 Şubat tarihlerinde Ankara'da bulunan Genel-İş Sendikası'nm Genel merkez toplantı salonunda gerçekleştirildi. Toplantının iki gün boyunca; TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nun görüşüp kabul ederek, meclis genel kuruluna sunulmak üzere mecliste bekletilen "Kamu Görevlileri Sendikaları Yasa Tasarısı" ve bu Başbakan Mesut Yılmaz 9 Şubat tarihinde DİSK'i ziyaret ederek yasaya karşı KESK'in alacağı tavır tartışıldı. Anasol-D hükümetinin kurulmasına verdiği destek için DlSK'e Hükümetin kamu emekçilerinin teşekkür etti. mücadelesini engellemek ve Kamu Başbakan Mesut Yılmaz'a "enflasyon %100 iken işçilerin Emekçilerinin kendi mücadeleleri sonucu nemalarına neden %17 faiz ödediniz?" diye soranlara Yılmaz'dan önce kurduğu sendikalarını yok etmeyi amaçlayan DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak atıldı ve cevap verdi: "Bu konuda yasa tasarısının tartışıldığı bir süreçte KESK başbakanın bir kabahati yok sayın başbakana sormanıza gerek de Genel Yönetim Kurulu'nun toplanarak bir yok biz zaten mahkemeye başvurduk". Böylece hem Başbakan Mesut tavır belirlemek istemesi tüm Kamu Yılmaz'ı zor durumdan kurtardı, hem de hükümete desteğinin hala Emekçilerinin ilgisinin bu toplantıya devam ettiğinin işaretini verdi. çevrilmesine neden olmuştu. Bunun için İşçiler adına hesap sormak yerine MGK sendikacıları işyerlerinde ve sendikalarda bu yasaya karşı başbakandan bir ricada bulundular. Birleşik Metal-İş sendikasının şu bakış açısı ile alınması gereken tutumlar tartışılarak kararlara dönüştürülüp, çıkan anda grevde olduğu Makine Kalıp işyeri için Yılmaz'dan sonuçlar sendikaların sonuçları olarak Genel arabuluculuk yapmasını istediler. Yönetim Kurulu'na sunulacak bu doğrultuda Yılmaz bunu memnuniyetle kabul etti ve hemen yanındaki kararlar alınması istenecekti. Çünkü bu yasa bakanlardan birisini bu işle görevlendirdi. Bu durum DİSK'li her şeyin sonu değildi, ancak dokuz yıllık yöneticileri memnun etti onlara göre bu bir başarıydı. mücadele sonucu gelinen noktada ödünler Birleşik Metal İş sendikası şu anda DİSK'in en büyük verilerek en başa dönmek anlamına sendikasıdır.DİSK genel kurulunda Rıdvan Budak'ı desteklemişti. geliyordu. Toplantı çağrısının olağanüstü Rıdvan Budak'a destek vermelerinin nedenini şöyle açıklamışlardı: yapılması ilk anda KESK'e hakim anlayışında Bizim Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası MESS'le grup bu gelişmeleri ciddi olarak bu yönde bir tavır sözleşmemiz var, Rıdvan Budak'ın hem işverenlerle, hem de takınacağını düşündürtüyordu. Ancak bunun hükümetle arası iyi olduğu için bize yardıma olacaktır. böyle olmadığı gerek toplantının gündem Bugün Mesut Yılmaz'dan aracı olmasını isterken Rıdvan Budak önceliklerinin tartışılmasında, gereksede görevini yerine getirmenin mutluluğunu yaşıyordu. süreç değerlendirmeleri ve toplantıyı sabote Nedir arabuluculuk? Aslında işçi sendikası ya da işçi etme davranışlarında ortaya çıkacaktı. KESK konfederasyonu taraflara arabuluculuk yapması kendisini inkar Genel Başkanı Siyami Erdem toplantıyı etmesi demektir. Bir işçi sendikası işçi ile işveren arasında açarken yaptığı konuşmada ağırlığı TBMM'de arabuluculuk yapıyorsa işçi sendikası misyonunu kaybetmiş yaptıkları görüşmeler ve bu görüşmelerin ne demektir. Sendika ve sözleşme mevzuatında bir arabuluculuk kadar etkili olduğunu ve bu görüşmelerin kurumu vardır. Taraflar yani sendika ile işveren toplu sözleşme bundan sonra daha ciddi pazarlığında anlaşamadıkları takdirde anlaşmazlık konularını sürdürülmesine ayırması bu sürece belirten bir tutanak tutarak çalışma bakanlığından bir arabulucu talebinde bulunurlar. Arabulucuda tarafları uzlaştırmazsa işçilerin ve yaklaşımdaki farklılığı ortaya koyuyordu. işçi sendikasının grev hakkı doğar ve işçiler greve çıkarlar. Artık greve Verilen mesaj açıktı. Teslimiyet ve uzlaşma. Konuşmasının bir bölümünde de geçmiş çıktıktan sonra işçi sendikasının bir arabulucu araması yararsızdır. Bu her şeyden önce işçilerin dolayısıyla sendikanın güçsüz olduğunu dönemlerde hükümet ortaklığı yapmış bir siyasi partinin tavrındaki değişikliği sanki bu gösterir. Madem ki arabulucu arayacaktın neden greve çıktın demez partinin emek dostu bir parti olduğu mi işveren? yönünde mesaj vermeye çalışarak bu parti ile Ama ülkemizde Türk-İş tarafından yerleştirilen gelenek hep bunun tersi olmuştur. Masada sözde keskin tavırlar, işçilere gösteriş ÖDP'ni seçim ittifakı çabalanmnda ipuçlarını da veriyordu. Bu partiye puan kazandırmak olsun diye masaya yumruk vurmalar ama greve çıktıktan sonra için hedef şu anda hükümette bulunan ve grevden en fazla korkanda kendileridir. Bu nedenle Türk-İş sendikacılığı ne işçilerde samimi bulunmuş, ne de işveren bu blöfleri kendisine sol maskesi takan siyasi partinin teşhiri hedefleniyordu. ciddiye almıştır. Nitekim hep öyle olmuş kazara Türk-İş'e bağlı bir Asıl gündeme yönelik sendikaların yazılı sendika greve gitmişse arkasından grevin bitirilmesi için görüşleri sendika genel başkanları tarafından hükümetlerin, bakanların kapısında arabulucu olmaları için sunulduğunda, görüşlerin büyük oranda bu yalvarmıştır. Bunun nedeni işçilere ve greve inanmadığı içindir. yasa tasarısının kabul edilmesinin mümkün Greve çıkması inandığı için değil mecbur kalmasından ötürüdür. olmadığını ve bu yasa tasarısının geri Pişmanlık duyması bundandır. 1987 MİGROS grevinde Koç'a çekilmesi için gerektiğinde her türlü bedelin yaranmak için ne kadar ilgili ilgisiz kişi varsa arabulucu olmak için araya girmişti. İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, Çalışma ve göze alınarak, yapılabilinecek her türlü eylem ve etkinliğin hayata geçirilmesi gerektiğiydi. Sosyal Güvenlik Bakanı İmren Aykut, Türk-İş Genel Başkanı Şevket Yılmaz.'Devlet bakanı ve Özal'ın başdanışmanı Adnan Kahveci. Hatta Bunun için uzun yürüyüşler, işyeri işgalleri ve uzun süreli grev vb. birçok öneri getiriliyordu. Adnan Kahveci Şube başkanı Aynur Karaaslan'ı ziyaret ederek Toplantının ilk günü üç kişilik bir komisyon "Başkan sen bana ne yapacağımı söyle ben işi hallederim" demişti. oluşturularak sendikaların sunmuş oldukları Ama manevralar reddedilmişti, hayır demişti sendika başkanı yazılı önerilerde ortaklaşanların yazılı hale arabulucuya ne gerek var biz işvereni işveren bizi biliyor biz kendi getirip ikinci günkü toplantıya sunulması göbeğimizi kendimiz keseriz demiş ve sonunda büyük bir zafer kararı ile bitirildi. kazanmışlardı Migros işçileri. Toplantının ikinci günü komisyonun Bugün DİSK'in Mesut Yılmaz'dan arabuluculuk talep etmesi yeni hazırlamış olduğu raporun okunmasıyla bir şey değildir. Yıllardır Türk-İş'in başvurduğu bir yöntemdir. DİSK yöneticileri sadece Türk-İş'in ilkelerini değil onun yalakalıklarını ve başlandı. Rapor kısmende olsa ortaya bir profil çıkarmıştı. Beklenen GYK üyelerinin diyalog yöntemlerini de DİSK'e taşımıştır. Arabuluculuk Ve DİSK bunun üzerindeki görüşlerini somut olarak sunup bu önerileri daha da zenginleştirmeleri idi. Bunun içinde her GYK üyesine beş dakikalık bir konuşma süresi belirlendi. Konuşmak isteyen konuşmacıların (GYK üyeleri) isimleri alınarak toplantı başladı. Zaman ilerledikçe konuşmacı sayısı azalacağına çoğalıyor, konuşma süreleri uzuyor, toplantı her iki-üç konuşmacının konuşmasından sonra beş dakikalık sigara molası denilerek yarım saati aşan aralar veriliyordu. Bu da özellikle ÖDP çevresinin toplantıyı geç saate bırakarak, toplantıdan somut eylem kararlarının çıkmasını engellemek ve kararı MYK'ya bırakarak sorumluluktan da kurtulmak amaçlı bilinçli bir tavrı idi. Defalarca kürsüden yaptığımız uyarılar dikkate alınmıyor, sözde yine demokrasiye sığınılıyordu. Toplantıda bulunup konuşma hakkı istemeyen ÖDP'li hemen hemen yok gibidir. Hepsi konuştuğu gibi kendilerininde bu yasayı kabullenmediklerini, bunun için ne yapılması gerekiyorsa yapılmasını ancak eylem takviminin MYK'ya bırakılmasını belirtiyor ve gündemle hiç ilgisi olmayan konular hakkında nutuklar atıyorlardı. ÖDP'liler bu defa yalnızlaştırılmıştı. Çünkü EMEP ve yurtsever çevrelerde takvimlendirmenin GYK'ca yapılmasını istiyordu. Yaptıkları görüşmeler ve kulislerde ortaklaşamamışlardı. Bunun için taktik ve yöntem geliştiriyorlardı. Konuşmalarımızda sık sık sürecin kamu emekçileri açısından tarihi bir süreç olduğunu, tüm kamu emekçilerinin doğal olarak bu toplantıdan bir sonuç beklediğini, GYK'nın sorumluluğunu bir başka organa devrederek bu sorumluluktan kaçamayacağını ve yaşanacak olumsuzlukları kamu emekçileri ile değerlendireceğimize vurgu yapmamız ve yalnız kalmalarından dolayı ÖDP'liler zamanın da kalmaması ile birlikte yeni bir tavır almak zorunda kaldılar. Bu tavırda toplantıda sayısal çoğunluğa sahip olmalarına rağmen kamu emekçileri nezdinde daha fazla teşhir olmamak için kararlara azınlık olarak karşı olduklarını belirtip toplantıyı bitirmeleri idi. Sonuçta uzlaşmacı ve reformist anlayış toplantıdan sağlıklı sonuçlar çıkarılmasını engelledi. Gerçi GYK'nin mevcut yapısıyla sağlıklı karar almanın çok zor olduğu ortada. Ancak sürecin geldiği nokta açısından bakıldığında daha farklı bir tavır almanın zorunluluğunu gören çevrelerdeki yönelimle yeni eylem tarzları geliştirilebilirdi. Fakat bu olmadı. Sonuçta GYK 3. olağanüstü toplantısı da daha öncekilerde olduğu gibi bir yandan mücadeleden kaçmanın teorileri ile birlikte, görüntüyü kurtarma amaçlı birkaç bürokratik görüşme, ne amaçla yapılacağı belli olmayan bir kadro yürüyüşü ve kimin nasıl katılacağı belli olmayan adına iş bırakma denilip basın açıklamasına dönüştürülmek istenen ve yine toplantıda olduğu gibi bu eylemlerinde sağlıklı hayata geçmesini engelleyecek olan çevre böylece ne kadar haklı olduğunu kanıtlamaya çalışacak. Gelişmelerin gösterdiği görev yine yıllardır olduğu gibi en ağır bedelleri ödeme pahasına mücadelenin yükünü omuzlayan devrimci memurlar ve Devrimci Memur Hareketi'ne düşmektedir. 21 Şubat I998 Eminönü Belediyesinde Kamu Emekçileri Eylemde Nemaların ödenmemesini protesto eden kamu emekçileri 18 Şubat günün Eminönü Belediyesi önünde basın açıklaması yaptı. 1994'de yerel yönetim seçimleriyle Eminönü Belediye başkanlığına seçilen Ahmet Çetinsaya yönetime geldiğinden bugüne Eminönü çalışanları üzerinde her türlü baskıyı uygulamış ve uygulamaya Kamu emekçileri üzerinde faşizan bir baskı kuran Çetinsaya birçok kamu emekçisine soruşturmalar açmış, sicillerini bozmuş, hatta açığa almıştır. Bu uygulamalarıyla çalışanlardan bir tepki gelmemesi yönünde de kullanmaya çalışmıştır. Çetinsaya emekçilere bu tür baskılar uygulanırken diğer yandan emekçilerin ücretlerinden kesilen Nema ücretlerini bankaya yatırmayarak çalışanların paralarını gasp etmektedir. Ayda milyarlarca parayı kendi çevresinde bulunan mütahitlere aktaran Çetinsaya çalışanların nemalarını ödemeyerek suç işlemeye devam etmektedir. Nemaları gasp edilen Eminönü Belediyesi çalışanları Bem-Sen işyeri temsilciliği ve T.Bel-Sen işyeri temsilciliği öncülüğünde bir süre önce bir dizi eylem kararı almışlardır. Yemekhanede her öğlen slogan atma ve masalara vurma eylemi, akşam işyeri çıkışı servis araçlarına toplu olarak sloganlı yürüme eylemlerini hayata geçiren çalışanlar Çetinsaya'nın yeni bir baskısıyla karşılaştılar. 13 Şubat'tan bu yana Kamu Emekçilerinin servislerini kaldıran Çetinsaya baskılarını ve eylemi kırmak için her türlü yöntemi denemektedir. Bu baskıları kınamak ve nemaların bankaya yatırılmasını isteyen Eminönü çalışanları örgütlü bulundukları Bem-Sen istanbul 1 No'lu Şb. ve T.Bel-Sen 1 No'lu Şb. öncülüğünde 18 Şubat 1998 tarihinde Eminönü belediyesi önünde bir basın açıklaması yaptılar. Basın açıklamasında Çetinsaya'nın yolsuzluklarından, Nemaların nasıl gasp edilip kimlere peşkeş çekildiğini vurgulayan Kamu emekçileri Nemaların derhal faiizleriyle birlikte ödenmesini istediler. Yaklaşık iki yüz kamu emekçisinin katıldığı açıklamaya çeşitli kitle örgütü ve siyasi partilerde desteklerini sundular. KAMU EMEKÇİLERİ KÖLELİK YASASINI DAYATAN İKTİDAR PARTİLERİNİ PROTESTO EDİYOR 41 İŞÇİ/MEMUR KESK'in Reformist Önderliği Meşru Değildir, Devrimci Sendikacılığı Hayata Geçirelim Sahte sendika hızla yol alıyor. Plan ve Bütçe Komisyonu'nda kabul edildikten sonra Meclis İnsan Hakları Komisyonu'nda görüşülmek üzere gündeme alındı. Yasa bu günlerde komisyonda da görüşülecek ve Meclise sunulacak. Meclis'e geldiğinde 45 gün içerisinde görüşülüp sonuca bağlanması öngörülüyordu. KESK, bu puslu ortamda oldukça gamsız ve rahat bir tablo çiziyor. Arasıra verilen basın demeçleri ve çıkardıkları bir-iki bildiri dışında oldukça fazla bir rehavet gözleniyor. Bir de 24 Ocak'ta yapılan Ankara basın açıklamasını unutmayalım. Bu hava altında 7-8 Şubat'ta KESK Genel Yönetim Kurulu toplantısı yapıldı. Tabandaki dinamikleri üst boyuta sıçratma yerine, baskı altına alma ve düzenle uzlaşma üzerine kurulu KESK bürokratik yapısının en üst karar organı olan Genel Yönetim Kurulu'nda doğaldı ki direnme ve düzenle çatışma noktasında bir program üretebilecek cesarette ve nitelikte unsurlar ya hiç olmayacak, olsa da dinlenilmeyecekti. Devrimci unsurların etkili olduğu birkaç sendika aracılığıyla gelen önerilerin böyle hastalıklı bir ortamda kabul görmesi imkansızdır. Pekala ne önerilmiş, ne karar alınmıştır? Bunları özet olarak karşılaştıralım. Devrimci Memur Hareketi bir önceki Kurtuluş Gazetesi sayısında da yayınlanan tüm basın ve sendikalara fakslanan eylem programı önerisi ile birlikte, SES Genel Merkez, SES Merkez Temsilciler Kurulu Şubelerinin birçoğu, Enerji Yapı Yol-Sen Genel Merkez, BEM-SEN Genel Merkez, Tüm MaliyeSen 1 No'lu, Konya Haber-Sen, İzmir Tarım GıdaSen ve birçok sendika şubesi, sendika yöneticileri tarafından önerilen aralarında küçük farklar olmakla birlikte esasında hak alıcı genel bir direniş hattını içeren program önerileri şu başlıklarla toplanıyordu. "Meclise sunulan yasanın hiçbir koşulda kabul edilmeyeceğinden yola çıkarak, hiç zaman kaybetmeksizin; - Tüm illerden Ankara'ya kadro düzeyinde 1015 günlük yürüyüş - Parti, çalışma bakanlığı, işyeri işgalleri - Süresiz iş bırakma - Meclis yürüyüşü ve bu önerilere parelel olarak pek çok etkinlik, miting, oturma eylemleri, kokart, bildiri, halkla bütünleşme çalışmaları ile zenginleştirme önerileri" Devrimci Memur Hareketi önerileri doğrultusunda gelişen ve pek çok sendikada ve kamu emekçilerinde yankısını bulan bu önermeler KESK Genel Yönetim Kurulu'na değişik kanallarla taşınmış, ayrıca KESK Genel Yönetim Kurulu'na Devrimci Memur Hareketi bizzat katılarak hem konuşma, hem de bildiri şeklinde Genel Yönetim Kurulu üyelerine bizzat ulaşılmıştır. Genel Yönetim Kurulu toplantısında süren KURTULUŞ tartışmaların hikayesine girmeden sonuçlara şöyle bir bakalım ve değerlendirelim; Siyasi partilerin Genel merkez ve İl Örgütlerine siyah çelenk bırakma ve oturma eylemi, Değişik kollardan Ankara yürüyüşü ve 4-5 Mart'ta iki günlük iş bırakma Oturma eylemleri, telgraf, mektup gönderme vb. etkinlikler Bir de bu kararlara "Merkez Yönetim Kurulu bu kararlan sürece göre değiştirebilir, zenginleştirilebilir" şeklinde bir bölüm konulmuş ve Merkez Yönetim Kurulu, Genel Yönetim Kurulu toplantısında alınan bu kararlarıda budamış bulunmaktadır. Merkez Yönetim kurulu üyelerinin oybirliğiyle alman (içlerinde muhalif olduğunu savunan anlayışlarda var) budanmış kararlar şunlar; - Partilerin önlerine çelenk bırakma - Milletvekillerine telgraf ve mektup gönderme - Bir saatlik oturma eylemi Yine her zaman olduğu gibi "yasa bir meclise gelsin, bakın neler yapacağız" türünden kuru tehditler. "Siz bu tehditinizle kuşları bile güldürürsünüz" sözü oldukça yerinde olsa gerek" Devletin çok yönlü saldırısı karşısında sürekliliği olmayan ve gerilimi yükseltmeyen bir program olmadıkça başarı elde edileceğine inanmak ancak reformistlerin işidir. Şu sorular bile KESK'in reformist önderliğinin yüzünü teşhir etmeye yetecektir. - En ufak hak kırıntılarının bile büyük bedellerle kazanıldığı bir ülkede, bir varoluşyok oluş durumuna denk düşen bu kararlar hangi akla hizmettir? - 20 Aralık'ı, 16-17 Nisan'ı ve yakın bir tarih olan 11 Aralık'ı yaratan Kamu Emekçileri size daha ne zaman haklarını almadaki kararlılığım göstereceklerdir? -15-16 Haziran'ı DlSK'li işçilerin yine yasal bir saldırıya karşı başlattığını hiç mi duymadınız, okumadınız? Sendikalarımızın dokuz yıllık büyük bedellerle geldiği durum hiç iç açıcı durumda değildir. KESK'in icazetçi reformist önderliği sarı sendikacılık yolunda hızla ilerlemekle, devrimci dinamiklerin tabanın önerilerine kulak tıkamaktadır. KESK'in reformist önderliği kaderi değildir. Bunu kitlelere anlatmak, göstermek Devrimci Memur Hareketi'nin omuzlarındadır. Uzun zamandır reformist, oportünist kesimlerle fazla çatışmadan uyum içinde olma ve birbirini idare etme anlayışı bizden değildir. Görevimiz icazet kokan kararlan aşmak, militan bir sendikacılık anlayışıyla kitlelere öncülük etmektir. Devrimci Memur Hareketi olarak sunduğumuz eylem programını gücümüz yettiğince fiili olarak hayata geçirme çabasında olacağız. Bunun için gerek düzenle, gerekse reformist oportünist kesimlerle çatışmaktan çekinmeyeceğiz. Yaptıklarımızı kitlelere mutlaka anlatmalı, reformizmi kitlelere teşhir etmeli ve kitlelerle birlikte hareket etme zemini yaratmalıyız. Memur Meclisleri'ni kurmak şimdi her zamankinden daha acil bir görev olarak karşımızda duruyor. Devrimci Memur Hareketi gücünü tarihinden, değerlerinden almaktadır. Bu güce tüm devrimci memurlar güvenmeli, bu güvenle hareket etmelidir. Devrimci değerlere ve politikalarımıza dört elle sarılalım. KURTULUŞ 42 GENÇLİK GENÇLİK VE ANTİ-EMPERYALİZM Birçok şehrimizin "Kurtuluş" günleri vardır. 1. Paylaşım Savaşında vatanımız düşmanlarca işgal edilmiş ve halk olarak silahlanıp, onları atmışızdır. İşte şehrimizin kurtuluş günü, "düşman işgalinden kurtuluş günü"dür. Kimlerden kurtulduk peki? Düşmandan... Düşmanlar kimlerdir? Emperyalistler... Çok duyarız emperyalizm sözcüğünü. Hatta okul kitaplarında bile çok geçer. Nedir emperyalizm, kimdir? Ülkemize neden gelmişler ve neden bunca zulüm uygulamışlardır? "Gavur"dur halkın dilinde adları. Vatanımızın tüm güzelliklerini, yeraltı-yerüstü tüm kaynaklarını sömürmek için tankları, toplan ve yüzbinlerce ordusuyla işgal etmişlerdir. Gavur sözcüğü kötüdür, küfürdür, bugün. Çünkü ölüm kusmuşlardır vatanımıza. Kurtuluş Savaşı'yla attık onları. Peki anlaşma yapıyor, çeşitli düzeylerde ekonomik, askeri, sosyal ve kültürel ilişkilere giriliyor. Aklımıza geliyor mu acaba; "Biz bu ülkelerle o zaman savaşmıştık, yüzbinlerce insanımız bunlarla savaşırken öldüler, peki o zaman nedir bunlarla yürütülen ilişkilerin özü? Bu ülkeler-emperyalistler ne düşünüyorlar bizim için?..." Evet gelmeli. Bunları düşünmeliyiz. Neden mi? Çünkü aydınız. Halkın aydını olabilmek, vatanımızı sevmeyi, halkımızı sevmeyi gerektirir. '68'i hatırlayın. 6. Filo'nun (ABD donanması) askerlerinin Dolmabahçe önlerinde denize dökülüşü, "Bağımsız Türkiye" sloganlarının ülkenin dört bir yanından göklere yükselişini hatırlayın, işte bu anti-emperyalist bilinçtir. Kurtuluş savaşında "gavur" a karşı dizginsiz öfkenin, bugün çok değişik biçimlerde vatanımızı tekrar işgal eden emperyalizme karşı oluşan anlayış tarzı olarak ifadesidir bu. Öncülüğü de gençlik yürütmektedir. Bugün sadece bize saldırmıyor emperyalizm. İşte yanı başımızdaki bir ülkeyi, Irak'ı bombalamak üzere... '91 yılında yoksul Irak Halkının üzerine yağdırdıkları bombaların çok daha fazlasını yüklüyorlar bugün uçaklarına, bekliyorlar Clinton'un... Ölümdür emperyalizm, kandır, vahşettir... Azgınca sömürmektir halkları. Resmi tarih kitaplarında bile gizlenemeyen bir şekilde öyle tanımlanmak zorunda kalınan "emperyalizmin pazar kavgaları" daha fazla kar hırsı yüzünden çıkan iki paylaşım savaşında ölen, sakat kalan milyonlarca yoksul halkın hesabını da taşıyor emperyalizm. Vietnam'daki napalm bombalarıyla yanan yüzbinlerin; Cezayir'de çöl sıcağında Fransızların kurşunlarıyla ölenlerin; Sovyetler Birliği'nde Alman faşizmine direnen milyonların; Japon işgaline direnen milyonlarca Çinli'nin; uzağa gitmeye gerek yok, Kurtuluş savaşında emperyalistlerin işgaline karşı 7'den 70'e direnen, ölen yüzbinlerce Türkün, Kürdün, Lazın, Çerkesin ve daha sayamayacağımız, gerçekte sayılamayacak çoğunlukta insanların kanı var ellerinde emperyalizmin... Artık askeriyle, topuyla, tankıyla saldırmıyor belki. Gerçi gerek gördüğünde ('91 yılında Irak'ta olduğu gibi) onu da yapıyor. Ancak bugün sömürüsünü farklı biçimlerde hayata geçiriyor. Çıkın bakın İstiklal Caddesi'ne, Yüksel Caddesi'ne, Alsancak'a, Kızılay'a, Taksim'e... okumakta, telafuz etmekte güçlük çekeceğiniz yüzlerce marka görürsünüz. Üstünüze giydiğiniz pantolona, ayağınıza taktığınız ayakkabılarınıza bir bakın. Gördüğünüz markalar yine aynı değil mi? Kimindir bunlar? Nereden gelmişlerdir? Sabancı'nın sonlarına "SA" eklediği şirketler, Mercedesler, Renaultlar, FİAT'lar, Fordlar kimlerdir? İşte bunlardır Vietnam'a ölüm kusanlar. İşte bunlardır Irak'ı kan gölüne çevirenler. İşte bunlardır Anadolu'yu işgal edip, halkımızı katledenler. Ne kadar "masum" görünüyorlar değil mi? Ama halkı iliklerine kadar sömürenler onlardır. Ölüm kusan silahlan imal eden ve satan onlardır. Uyuşturucu üreten, pazarlayan, gençliği pençesinden kurtulamayacağı bir batağa sürükleyen onlardır. "Daha fazla tüket, azgınca tüket" diyen, "kendinden başkasını düşünme" öğütlerini sıralayan onlardır. Şili'de, Arjantin'de, İspanya'da, Portekiz'de ve daha pek çok ülkede faşist darbeler tezgahlayan, kanlı diktatörlükler kuran, onları besleyen onlardır. Faşizmle yönetilen ülkelerin diktatörlerini, cuntacılarını, işkencecilerini, orûusunu, polisini kendi okullarında "eğiten", "yetiştiren" nasıl sömüreceklerini, halkı nasıl susturacaklarını, insanlara nasıl işkence yapacaklarını gösteren yine onlardır. Onlardır tüm dünyadaki baskıların, işkencelerin, zulmün, sömürünün kaynağı. Hiçbiri masum değildir. Hiçbiri suçsuz değildir. Ve tarih sahnesinden silinene kadar bütün pislikleri üreten halk düşmanı politikalarını uygulayacak/uygulatacak olan yine onlardır. Dedik ya "gavur"dur isimleri, emperyalizmdir. Ve bu ülkede onlara karşı mücadelenin onurlu bir geçmişi vardır. Anti-emperyalizm denilince de akla gençlik ve DEVGENÇ gelir. DEV-GENÇ'in tarihi emperyalizme karşı mücadelenin onurlu örnekleriyle doludur. Yani bir miras vardır bugüne aktarılan. Bu mirasa sahip çıkmalıyız. Niye mi? En başta insan olduğumuz, aydın olduğumuz için. Herkesten önce bizim sorumluluğumuz olduğu için. Ne mi yapmalıyız? Yapacaklarımız hiç de zor değil. Yanıbaşımızda daha dün tonlarca bomba yağdırılan bir ülke var: IRAK... Kimdi bu bombaları halkın üzerine yağdıran? ABD'ydi, İngiltere'ydi, Fransa'ydı, Almanya'ydı. Emperyalizmdi. İşte bu gerçeği kavrayacağız önce. Bu gerçeği bilincimize kazıyacak ve anti-emperyalist gerçeği kavratacağız tüm halka. Peki çok mu zor bu bilinci kazanmak? Hayır. Anti-emperyalist bilinç; bugün "Katil ABD Ortadoğu'dan Defol" diyebilmek, Irak'a yağdırılacak olan, ölüm kusan bombalarının önüne geçmek, bu haksız savaşı lanetlemektir. Anti-emperyalist bilinç; bugün kan, vahşet getirecek olan bambaların. silahların önünde bedeninle, yüreğinle, sloğanlarınla 21 Şubat 1998 öfke ve kininle siper olabilmektir. Anti-emperyalist bilinç; bugün Irak halkının yedi yıldır çektiği açlığın, yoksulluğun, ilaçsızlıktan yaşamlarını kaybeden binlerce üslerin vatanımızdan defolmasını haykırabilmektir. Anti emperyalist bilinç; bugün Vietnam'ı, Cezayir'i, Somali'yi, Kurtuluş Savaşı'nı, Stalingrad önünde yaşamlarını kaybeden 20 milyon Sovyet halkını unutmamak, hesabını sorumlularından sorabilmektir. Anti-emparyalist bilinç; bugün İncirlik üssünü emperyalizmin kullanımına açarak, yüzbinlerce Iraklının katledilmesine ortak olan bu faşist düzene ve onun beslemesi olan sivil faşistlere yaşam hakkı tanımamaktır. Anti-emparyalist bilinç; bugün okullarda, yurtlarda devrimcilerin, demokratların üzerine azgınca saldıran sivil faşistlere karşı Faşizme Karşı Savunma ve Mücadele Komiteleri'nde örgütlenmek, onlara karşı mücadelenin aynı zamanda emperyalizme de darbe vuracağı bilincine sahip olmaktır. Çünkü anti-emperyalizmin bir gereğidir anti-faşist olmak. Anti-emperyalist bilinç; bugün bir Amerikan bayrağını yakanlara bir çakmak verebilmek, ağız dolusu "Kahrolsun ABD Emperyalizmi" sloganını haykırabilmektir. Anti-emperyalist bilinç; direnmek, savaşmak, mücadele etmektir. Anti-emperyalist bilinç; insan olmaktır. Anti-emparyalist bilinç; kendi ülkende bağımsızlık, demokrasi ve demokratik halk iktidarı mücadelesinin bir parçası olabilmektir. Gençlik bu bilinci kazanacaktır/kazanmalıdır. Bu güce, inanca sahiptir. Gençlik aydındır, sorunlarına, halkın sorunlarına duyarlıdır. Gençlik, emperyalizme öfkeyi, kini büyütmelidir. Bu, herkesten fazla gençliğin görevidir. 21 Şubat 1998 Kalinin, Sovyet Devrimi'nin önder kadrolarından biridir. 25 yıl boyunca Parti'nin verdiği görevleri canla başla yerine getirmeye çalışmış, devrime önemli katkılarda bulunmuştur. Lenin'in önerisiyle Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesi Başkanlığı yapmış, Sovyet delegesi olmuş ve Prezidyum Başkanlığı'na seçilmiştir. Kendini uzmanlaştırdığı alan, eğitim alanıdır. Kalinin, gençliğe ve gençliğin siyasal eğitim sorununa özel bir önem vermiştir. Eğitim, öğretim, yöntem, örgütlenme, ajitasyon ve propaganda üzerine teorik ve pratik katkılarıyla genç devrimcilere yol göstermiştir. Hayat deneyimini, tecrübesini, içtenliğini ve yalınlığını konuşmalarına, söylevlerine ve yazılarına aktarmıştır. Bu kitap, O'nun konuşma ve yazılarının bir araya getirilmesi ile hazırlanmıştır. Kalinin'in gençliğe aşılamaya çalıştığı kültür, devrimci kültürün algılanması ve kavranması gereken temel noktalarını oluşturur. İşte bu nedenle bu söylev ve yazılardaki vurgular, bugün de özellikle üzerinde durmamız gereken noktalardır. Bunlardan bazılarını burada kısaca aktarmaya çalışacağız. Ancak elbette bütüne vakıf olunabilmesi için kitabın okunmasını öneriyoruz. Kalinin, günlük hayat içerisinde önüne çıkan sorunları çözüp aşamayan bir insanın ufkunun daralacağını, sosyalizm ve komünizm davasından uzaklaşacağını vurguluyor ve şöyle diyor: "Partili işçi için en önemli şey, sıradan günlük çalışmayı başarabilmesi, pratik hayatın her gün, her saat önüne çıkardığı, onun yükselişini engelleyen şeyleri şevkle aşabilmesidir. Bu gündelik işlerin çirkin engelleri onun azmini geliştirmeli ve güçlendirmelidir ki; gündelik sıradan işlerde bile nihai hedefi görebilsin ve komünizm uğruna savaştığını asla gözden kaçırmasın..." Kalinin, davaya kendini adamış bir insanın aşamayacağı hiçbir sorun olmayacağını özellikle vurguluyor: "Sosyalizm davası için yaşamak isteyen yaratır, hayatı değiştirir, savaşı yürütür, eskiyi yıkıp döker, yeniyi yaratıp kurar." "Ailevi sorunlar" konusunda da çok yerinde bir belirleme yapıyor Kalinin: "Gerçek sosyalistin özel yaşamı ikinci plandadır. Ailende herhangi bir tatsızlık varsa, bu çok üzücü bir şeydir. Ancak, sosyalizm bundan zarar görmemeli. Açıktır ki sen yalnız kendini ve yavuklunu düşünürsen gerçek sosyalist olamazsın." Kalinin, Marksizm-Leninizmi pratik yaşam içinde tüm sorunlarımıza karşı düşünme ve çözümleme yeteneğini kazandıran bir "anahtar" olarak görüyor: "(...) Marksizm-Leninizm bize şu ya da bu sorunu çözümleme olanağı veren KÜLTÜR-SANAT bir anahtardır. O, sadece sorunlara doğru olarak yaklaşma ve çözümleme konusunda olanaklar sağlar, çözmez. Ancak bu, hayattaki tüm olaylar için hazır bir reçete değildir. Gerçek bir Bolşevik-Marksist'in kim olduğu, ezbercinin ve metinlere saplananın kim olduğu özellikle gündelik yaşama ilişkin sorunların çözümünde, bunlara yaklaşımda kendini gösterir." Kalinin, hitap ve insanlara yaklaşımın bulunulan, yaşanılan ortamın özgünlüğüne göre şekillenmesi gerektiğini ve insanları ancak bu sayede etkileyip onları geliştirebileceğimizi özellikle vurguluyor. Hazır cümlelerden kaçınmamızı, kendi cümlelerimizi ve doğallığımızı kullanmamızı öğütlüyor. "Hazır cümlelerle konuşmak düşüncenin değil, yalnızca dilin çalıştığını gösterir. Siz hazır cümlelerle insanların dikkatini çekemezsiniz. Çünkü onlar bu sözleri, siz söylemeseniz de bilmektedirler. Siz kendinize özgü cümlelere başvurduğunuzda, bunun gerektiği kadar güzel olmayacağından korkuyorsunuz. Oysa böyle düşünmekle aldanıyorsunuz. Sizin kendi sözünüz her zaman daha iyi dinlenecek ve daha yerinde olacaktır." Yine öğretmenlere hitaben yaptığı bir konuşmada Kalinin, genç Sovyet öğretmenlerinden sadece öğrencilerine öğretmenlik yapmalarım değil, aynı zamanda hayattan, yaşamdan ve bilimden sürekli öğrenmelerini ve iyi bir öğrenci olmalarını, kendilerini sürekli geliştirmelerini istiyor. Ancak, gelişen öğretmenlerin yeni nesilleri ve kendilerini geleceğe hazırlayabileceğini söylüyor: "Öğretmen enerjisini, kanını, kendisi için değerli olan her şeyi öğrencilerine, halka verir. Fakat yoldaşlar, eğer siz sahip olduğunuz her şeyi verir, bu arada kendinizi yenilemezseniz, sizde de bir-şey kalmaz. Öğretmen bir yandan verir, diğer yandan sünger gibi emer. Halktan, hayattan ve bilimden en iyi olan her şeyi alır. Bu en iyileri tekrar çocuklara verir." Kalinin bir eğitimcide, bir devrimcide bulunması gereken vasıfları ortaya koyarken, en önemli vasıflardan biri olarak da devrimci ahlakı vurguluyor. Devrimci ahlakın kişiyi motive eden, ileriye götüren, kahramanlıklar yaratmasına neden olan manevi güç olduğunu söylerken devrim için mücadele etmenin bu ahlakı sahiplenmek olduğunu söylüyor. "... Lenin-Stalin partisinin ahlakı, halkımızın ahlakıdır. Bu ahlak, ... çok büyük bir direnç gücü vermektedir. Bu ahlak ... emekçileri esinlendirmekte, cephedeki kahramanlıkları kitlesel hale getirmektedir. Bu ahlak zaferin en önemli öğelerinden biridir." Kitap bir bütün olarak ajitasyon, eğitim ve ahlak hakkında okuyana çok değerli bilgiler sunmakta, onlara yöntem önermekte, kişinin ufkunu ve düşünce sistematiğini geliştirmektedir. Kalinin bu kitapta, on yılların tecrübe ve birikimiyle eğitim ve öğretimde yapılması gerekenleri yalın ve sade bir dille ortaya koyuyor. 43 KURTULUŞ HALK SAHNESİ Tiyatro Atelyesi, Kayıtlarına Başladı. Genel Sanat Yönetmenliği'ni tiyatro sanatçısı Yiğit Tuncay'ın üstlendiği Halk Sahnesi-Tiyatro Atelyesi'ne katılmak için İdil Kültür Merkezi'nden temin edilebilecek olan başvuru formlarının 1 Mart Pazar günü saat 12.00'de yapılacak olan elemelere, başvuru sahibinin kendisi tarafından getirilmesi gerekmektedir. Tiyatro Atelyesi, çalışmalarını îdil Kültür Merkezi'nde sürdürecektir. İDİL KÜLTÜR MERKEZİ Dereboyu Cad. No: 110/55 Ortaköy Tel: (0212) 261 32 19 AYŞE NİL HALK KÜTÜPHANESİ 22 Şubat Pazar 16.00 Film: "Fatih Pelle" 28 Şubat Cumartesi 15.00 Belgesel Film: "Gazi Belgeseli" 16.00 Söyleşi ve Dinleti: "Özgürlük Türküsü" kısa kısa... - İstanbul'da uluslararası kitap fuarı. İstanbul'da ilk defa gerçekleşecek olan uluslararası kitap fuarı CNR Fuar Merkezi'nde 20-29 Mart tarihleri arasında görülebilecek. Fuarda, yurtiçi ve yurtdışından birçok yazar ve yayıncı biraraya gelecek. Fuarda gerçekleşecek olan etkinliklerden birkaçı ise şöyle: * Kübalı Fotoğrafçı Alberto Korda' nın Che Guevera fotoğrafları sergisi * 250 kitap ve posterden oluşan Bertol Brecht Koleksiyonu Sergisi 22 Şubat'98 KONSER 16.00 özgürlük turkusu idil kültür merkezi dereboyu cad. no: 110/55 ortaköy tel: (212) 261 32 19 -1001 Belgesel Film Festivali başladı. 18 Şubat'ta başlayan, 6 Mart'a kadar devam edecek olan Belgesel Film Festivali, 2. Belgesel Sinemacılar Ulusal Konferansı ile sona erecek. Festival kapsamındaki film gösterimleri, her gün 11.00-19.00 arasında Belgesel Evi ve Evrensel Sanatlar Müzik Merkezi'yle, İstanbul, İstanbul Teknik, Galatasaray, Boğaziçi Üniversiteleri'nde, Mimar Sinan Güzel Sanatlarda yapılacak. Amatör, profesyonel, yerli, yabancı 200'ün üzerinde filmin gösterileceği festivalde tüm etkinlikler ücretsiz. KURTULUŞ 44 MİZAH 21 Şubat 1998 Gavurun ekmeğini yiyen, gavurun kılıcını sallar (Emperyalizm şakşakçılarının durumunu açıklayıcı bir halk deyişi) SUÇ DUYURUSU Yargıtay Sivas davasıyla ilgili gerekçeli kararında sanıklara neden "idam" verildiğini şöyle açıklamış: Sanıkların sabit eylemleri vahimdir... 35 kişiyi yakarak öldürmüşlerdir. Sanıkların yanan kişilerin "Bizi kurtarın" çığlıklarına rağmen, bırakın kutdarmayı, güçenlik kuvvetlerinin ve itfaiyenin yanan kişileri kurtarma teşebbüs'üne bile engel olmuşlardır. Yanan kişilerin ölüm çığlıkları karşısında kılları bile kıpırdamamış, ölmelerini şeriat yanlısı slogan atarak zevkle izlemişlerdir..." Katliamı kılları bile kıpırdamadan izleyen başkaları da vardır. Katliam girişimi kendilerine bildirildiği halde hiçbir şey yapmamış, yapılmasına engel olmuş ve büyük ihtimalle sözkonusu sanıklarla AYNI ZEVKİ duymuşlardır. Onlar hakkında da aynı kararın verilmesi gerektiğini belirterek suç duyurusunda bulunuyoruz. Çoğu Ankara'da görevli bu şahısların isimleri aşağıda belirtilmiştir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Tansu Çiller, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, Sıvas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu, RP üyesi Cafer Erçakmak, Emniyet Müdürü Doğukan Öner, Vali Ahmet Karabilgin. 18 Şubat 1998 tarihli Hürriyet'te İsmet Solak yazıyor: "Kiralık tetikçileri, Sapanca yakınında atış talimi yapabiliyor. Yörede, daha önce Kürt kökenli işadamları öldürtülmüştü. Hala kontrol yok. Alaattin Çakıcı, daha önce bazı gazetecileri de tehdit etmişti, üstelik, insanın tüylerini diken diken eden senaryolar çizerek... Bu kez, hedefte Cavit Çağlar var.... Benim şaşıp kaldığım nedir biliyor musunuz? Çakıcı ite şimdiki Devlet Bakanı Eyüp Aşık konuşmuştu. Hatırladınız mı? Bir bakan mafya lideri ile görüşüp konuşur mu? Nasıl iş arkadaş? Devlet, Devlet Bakanı'nın konuştuğu birini bulup da yakalayamaz mı? bu ülkede insanlar kime güvenecek? (...) Devletimi istiyorum, devletimi." İsmet Solak yanılıyor. Onun aradığı devlet zaten başındaki DİSK öyle işler yapmaya başladı, MGK sendikacılığında işi o kadar ileriye götürdü ki, artık burjuva basında bile bu kadarına hayret edilir oldu. İşte bunlardan biri: Hürriyet'ten Zeynep Atikkan, Tansu Çilleri siyaset sahnesine sokan Yalım Erez'in şimdi demokrasi savunucusu, değişimci kesilmesine şaşırıyor: "Hangi ülkede, sicilinde Tansu Çiller'in pazarlamacısı yazan bir siyasetçiden hesap sorulmaz? Hangi ülkede, Tansu Çiller'in bir zamanlar en yakınındaki bir insanın değişim çizimlerine umut bağlanır?" Ama onu daha da fazla şaşırtan şey DİSK'in tavrı: "Bütün bu olup bitenlerin bence en ilginç ve de umut kırıcı olan yönü ise Yalım Erez'in değişim hamlelerinin DÎSK başkanı tarafından da desteklenmesi. Yanı, 5 Nisan 1994 kararlarıyla, işçilerin geliri yarı yarıya düşerken Tansu Çiller'in fikir babası olan Erez'e bugün işçi kesimin de destek vermesi. Verebilmesi. 5 Nisan kararlarının hesabı sorulmadığı için sorumluları alınları açık bugün ortada dolaşabiliyorlar. Dünya siyasi tarihinde hele de işçi hareketi tarihinde eşine rastlanmayacak gariplikte bir gelişme bu..." (17 Şubat 1998, Hürriyet)* DURUMA GÖRE DEMOKRAT! Duyduk duymadık demeyin, bundan böyle 16 Şubat "Tatvan'ın Kurtuluş Günü" olarak kutlanacakmış. Bu da nereden çıktı demeyin. Güya, ilki 80 yıl önce 16 Şubat'ta kutlanmışmış. Peki o zamandan bugüne kadar niye kutlanmamış derseniz, Genelkurmay, ona açık bir cevap veriyor: UNUTULMUŞ! RP Genel Başkanı Erbakan, HADEP merkezine yapılan saldırıyı "tecavüz" olarak nitelendirmiş. Oysa aynı Erbakan DEP'liler, HADEP'liler Meclis'ten yakapaça götürülüp tutuklanırken, HEP; DEP sırayla kapatılırken hiç oralı değildi. Şimdi kendi partisi de kapatılınca demokrat kesiliyor. Düzen kendisini kabul edince, o da düzenin tüm katliamlarını, baskılarını kabul edip onaylıyor, hatta bizzat uygulayıcısı oluyor. Düzen kendini kabul etmeyince bu defa "demokrat" oluyor. Tabii bu siyasetin adı da siyasi literatürde RİYAKARLIK oluyor. Şimdi kendi KKTC'de Nakşibendi Tarikatı lideri Şeyh Nazım Kıbrısi'nin müridleri "Bizim Parti" adıyla yeni bir siyasi parti kurmuş. Bu Şeyh Nazım Türkiye'deki islamcı çevrelerin pek çoğunda da "muteber" bir kişidir. Şeyh'in kurdurduğu Bizim Parti'nin programında partinin amaçları arasında şöyle bir madde var mesela: "- Polis heybetini gösterecek. 2 metrelik kaplan gibi gözüpek, tokadı yenmez, şakaya gelmez genç polisler istihdam edilecek. Polis döveceği kişiyi içeride dövmeyecek. Bunun faydası azdır. Polis suçluya suçu işlediği yerde Öyle bir Osmanlı tokadı vuracak ki pişman olsun ve seyredenlerin ilikleri donsun..." Bugünlerde demokrasi savunucusu kesilen RP'liler bu partiye ve programına ne derler acaba? 21 Şubat 1998 YURTDIŞI Bülent Dil ve Besat Ayyıldız'ı Yeniden Gerillaya Yolladık 14 Şubat Cumartesi günü Almanya'nın Dortmund şehrinde Avrupa'dan gerillaya uğurlanan yoldaşlarımız Bülent Dil ve Besat Ayyıldız ile Adana Kurtuluş bürosu temsilcimiz Mehmet Topaloğlu anıldı. Anma Toros Şahanları Bülent, Besat ve Mehmet ve tüm dünya devrim şehitleri için yapılan bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. Ardından oynanan bir tiyatro oyunu ile 28 Ocak 1998'de Adana Kiremithane'de gerçekleşen çatışma canlandırıldı. Yapılan konuşmada o gün orada Bülent ve Besat'ın düğününü kutlamak için biraraya geldiği vurgulandı. Bu günün matem günü olmadığı, Bülent'in ve Besat'ın Avrupa'da yaşayan Cephelilere yol gösterdiği onların izinden gidilmesi gerektiği söylendi. Her Avrupa'da yaşayan Cephelinin artık birer Bülent, birer Besat olup ülkeden, vatandan kaç kilometre uzakta olunursa olunsun, ora ile iç içe yaşanması gerektiği, Bülent'in ve Besat'ın bu konuda öğretmen oldukları vurgulandı. Onlar için ağlamak yerine onların silahını kuşanıp yoldaşların verdiği cesaret ile, kin ile, öfke ile düşmana daha güçlü vurulması gerektiği vurgulandı. Anma bir anamızın Besat'ı anlatması ve "Bülentler ölmedi! Besatlar ölmedi! Onlar aramızda! Onlar Yaşıyor! Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!" demesinin ve kendileri anmaya katılamadıkları için Bülent'i ve Besat'ı yazılı olarak anlatanların yazılarının okunmasından sonra Bülent Dil'in kendisine ait olan şiirler okundu. Dayanışma amacıyla katılan yöresel bir sanatçının verdiği dinletiyle devam etti. Verilen bir aradan sonra anmanın ikinci bölümü Bülent'in, Besat'ın ve Mehmet'in görüntülerinin yer aldığı bir sinevizyon gösterildi. Anma söylenen marşlar ve halayların ardından devrim andı ile son buldu. Ayrıca anmada dikkat çeken bir başka nokta sahnede üzeri Cephe bayrağı örtülmüş ve karanfillerle süslenmiş bir katafalkın başında ellerinde meşaleler ile nöbet tutan iki 45 KURTULUŞ temsili gerillanın bulunması idi. Bülent Dil'in 30 Ocak 1996'da Sivas'ta şehit düşenler için yazdığı bir şiir: SİVAS ŞAHANLARIN Bugün bir başka gece Karanlık herşeyini gizliyor Açarken yedi kardelen çiçeği Düşmanlar pusu kurmuş izliyor Kanıyor Sivas Haykırıyor Sivas Her damla kanda Yeni kardelenler açıyor Kardelenler büyüyor Buca oluyor Ümraniye oluyor PARTİ-CEPHE oluyor Yedi Halk Kurtuluş Savaşçısı Yedi kır çiçeği Sularken kanlarıyla toprağı Ateş olup karanlığı yakıyor Titriyor Küçülüyor düşmanlar Kalmayacak kanları yerde Hesabı sorulacak Korkacak halk düşmanları Her 30 Ocak'ta Yeniden açacak kardelenler Yaşayacak SİVAS ŞAHANLARI 18 ŞUBAT 1996 Bülent Dil* Şehitleri, hepimiz için özel bir önem ve anlam taşıyor. Yaşamları, davaya bağlılıkları, sevdaları, özlemleri; herşeyleriyle örnek oluyor. Onlarla büyüyoruz. Besat ve Bülent'in şehitlikleri yurtdışında bulunan bizler için bir parça daha özelleştiriyor bu anlamı. Çünkü aramızda olan, içimizde olan insanlardı onlar. Daha önce de yazıp söylediğimiz gibi, ekmeğimizi, çayımızı, türkülerimizi ve halaylarımızı, yani birçok şeyimizi pay-laştıklarımızdı. Ve üstüne üstlük, Avrupa gibi çürümenin had safhada olduğu bir alanda, bu çürümeyi reddeden, kendilerim aşan, bu düzenin kendilerine verdiklerini ellerininin tersiyle iten insanlardı. Koşullar aynıdır, ortam aynıdır; peki Bülent'i ve Besat'ı bu alanda bulunup da çürümüş, diğerlerinde ayrı kılan, farklı kılan şey nedir? Bu davaya olan bağlılıkları, inançları, özlemleri yüksek halk sevgileridir Vatanlarından ister bin, ister beşbin kilometre, isterse de kıtalar boyu uzakta olsunlar, bu vatan bilinci ve bu kurtuluş sözlemiyle yanıp tutuşmalarıdır. Onları farklı kılan Parti-Cepheli olmaları, örgütlü olmaları, inançlarını ve ideallerini herşeyin üzerinde tutmalarıdır.Onları örnek alıyoruz. Anmalarımızdaki sloganlarda yazdığımız gibi, burada halklarından öğrenen, gittikleri yerde de halkları için ölenlerdir. Bu yüzden öğretmen oldular. Öğretmek ve öğrenmek mücadelemizin vazgeçilmezleridir. Fintöz Dikme'lerin, Ahmet Başçavuşların kervanına katılan Bülent ve Besat öğrenen ve öğreten olmuşlardır.* KURTULUŞ 46 Londra'dan Adana Şehitlerine Anma 13 Şubat 1998 Cuma günü Londra şehrinde Adanaüa katledilen DHKC savaşçıla-n Bülent Dil ve Beşat Ayyıldız ile Kurtuluş Adana temsilcisi Mehmet Topaloğlu için bir anma yapıldı. Salonu donatmış "Onlar İçin Ana Kucağı Vatandı, Halkları Çağırdı Gittiler, Savaştılar, Şehit Düştüler", "Dediler ki; Gettoların Zavallı eşleri olmayacağız. Kurtuluş Ateşlerinin Yandığı Dağların Çocuklarıyız Biz.", "Kurtuluşa Kadar Savaş", "Haklıyız Kazanacağız", "Cephemizle Zafere Yürüyoruz." yazılı pankartların yanısıra Cephe bayrağı ve Kurtuluş pankartı asılı sahnenin yanına karafiller içerisine Bülent Dil'in resmi Cephe bayrağı ve sazı bulunuyor. Anma iki kişinin Bülent'in fotoğrafını selamlamasının ardından saygı duruşu ile başladı. Hep birlikte haykırılan "Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!" sloganının ardından Londra Halklar Kültür Merkezi semah ekibinin gösterisi ile devam etti. Adana operasyonunun canlandırıldığı Londra Halk Sahnesi'nin sunduğu tiyatro sırasında izleyicilerin duygusallığı öfkeleriyle biledikleri gözleniyor. Bülent Dil ve Besat Ayyıldız hakkında yapılan konuşmada "onlar Avrupa'nın kültürüyle yaşamı reddedip ülkemizin bağımsızlığı, kurtuluşu için gittiler. Bu anlamda Bülent, Besat bizim yol göstericimiz, öğretmenimizdir. Bülent'in gözleri üzerimizde ve eğer bu rejimin yıkılmasını istiyorsak bizlerde her şeyimizi vermek zorundayız. Bülentleri anmak yaşamımızın içinde olmalı ve ancak o zaman ona olan sevgimizi yaşama geçirmiş olacağız. Bülentleri anmak şehitlerimizin taşıdığı saflığı, dürüstlüğü, coşkuyu taşımak ve yaşatmak demektir. Onlar öyle yaşadı, bizler de onlara layık olacağız. Toroslarda, Amanoslarda, Tokatlarda... Dadaloğlularm, Pir Sultanların torunları olacağız. Toros Şehitleri Hamburg'da da Anıldı 15 Şubat 1998 Pazar günü Almanya'da Hamburg Halk Kültürevi'nde Adana'da katledilen DHKC Akdeniz Bölge Komutanlığı Kır Silahlı Propaganda Birliği savaşçıları Bülent Dil ve Besat Ayyıldız ile Kurtuluş Gazetesi Adana temsilcisi Mehmet Topaloğlu için bir anma düzenlendi. Yaklaşık dört saat süren anma boyunca temsili olarak düzenlenmiş olan katafalkın önünde dönüşümlü olarak saygı nöbeti tutuldu. Cephe bayrağına sanlı katafalkı iki meşale aydınlatıyordu. Kültürevi'nin hemen her yeri şehitlerimizin resimleri YURTDIŞI Tarihimiz, dökülen kanımız, bedellerimiz var. Her birimiz yeni Bülent, Besat, Mehmet olacağız. Mehmetler, Besatlar, Bülentler ölümsüzdür, devrim şehitleri ölümsüzdür." dendi. Cemevi'nden bir kişinin konuşmasının ardından Bülent ile birçok ortak anılan olan Devrimci Halk Güçleri onun kişiliğini, Parti'ye olan bağlılığını, coşkusunu anlattı. Bülent'in de bir zamanlar elemanı olduğu Grup Nisan Bülent'in sevdiği türküler ve marşlarla kitlenin coşmasının ardından şiirler okundu. Gösterilen sinevizyon-da Bülent'in İngiltere'de kaldığı süre içerisinde katıldığı etkinliklerden görüntüleri sergilendi. Sinevizyon gösterimi esnasında ve anma boyunca "Umudun Adı DHKP-C", "Mahir, Hüseyin, Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş", "Kurtuluş Kavgada Zafer Cephe'de", "Parti Cephe Gerillaları Ölümsüzdür", "Yaşasın Devrimci Halk Kurtuluş Cephesi" sloganları atıldı. Yaklaşık 600 kişinin katıldığı anma Grup Nisan'm söylediği marşlar ve halaylar ile sona erdi. ve çeşitli sloganların yazıldığı dövizler ile donatılmıştı. Anma bir dakikalık saygı duruşunun ardından yapılan bir açılış konuşması ile başladı. Konuşma sonrası DHKC Basın Bürosu'nun olay ve şehitlerimizle ilgili açıklaması okundu. Ardından iki kişinin şiir dinletisi vermesinden sonra Devrimci Sol ve DHKC şehitlerinin resimlerinin bulunduğu dia gösterisi sunuldu. Verilen kısa bir aradan sonra Almanya'nın Kiel şehrinden gelen Dev-Genç Halk Müzik Grubu kitleye bir müzik dinletisi sundu. Anma tüm kitlenin katıldığı söyleşi ile son buldu. Anmada ayrıca Bülent Dil'in yakınlan da hazır bulundular. 21 Şubat 1998