HEDEFLER İÇİNDEKİLER ESKİ DÜNYADA VE CAHİLİYEYE KADAR ARABİSTAN’DA SİYASET VE DİNİ HAYAT • Eski Dünyada Siyaset ve Dini Hayat • Mezopotamya uygarlıkları • Cahiliyeye Kadar Arabistan'da Siyaset ve Dini Hayat • Güney Arabistan • Kuzey Arabistan • Orta Arabistan (Hicaz) • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Eski uygarlıkların siyasi ve kültür tarihini kavrayabilecek • Geçmişle bugün arasında köprü oluşturan medeniyetlerin tarihi süreçleri ve insanlığa katkıları hakkında daha sağlıklı değerlendirmelerde bulunabilecek • İslam dininin ortaya çıktığı ve yayıldığı merkezlerin sosyo kültürel ve dini yapılarını analiz etmiş olacak. İLK DÖNEM İSLAM TARİHİ ÜNİTE 1 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat GİRİŞ Tarih birbirinden bağımsız olmayan olgulardan meydana gelir. Hadiseler, zincirin halkaları misali birbiri ile bağlantılı olup sebep ve sonuç ilişkileri ile hayatiyet kazanabilir. Dolayısıyla tarihin bir bölümünü cımbızla çekip öncesi ve sonrasından bağımsız olarak değerlendirmek muhatabını hiçbir zaman sağlıklı bir neticeye ulaştırmayacaktır. Semavi dinlerin birbirinin devamı ve tamamlayıcısı olduğu düşünüldüğünde en son din olan İslam’ın ortaya çıktığı şartları ve etkilediği toplum yapısını tetkik için hem İslam dininin doğduğu Arap Yarımadası’nın geçmiş tarihinin ve hem de ona komşu olan diğer medeniyetlerin siyasi ve dini yapılarının açıklığa kavuşturulması bir zorunluluktur. İşte bu kaygı ile İslam dininin doğuş merkezi olan Arap Yarımadası’nın siyasi ve dini yapısı, taşıdığı şartlar hakkında bilgi vermeden önce Araplara komşu olan kadim/eski dünya devletlerini tanımak faydalı olacaktır. ESKİ DÜNYADA VE CAHİLİYEYE KADAR ARABİSTAN’DA SİYASET VE DİNİ HAYAT ESKİ DÜNYADA SİYASET VE DİNİ HAYAT MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI Mezopotamya, Araplar tarafından “siyah” anlamına gelen “Sevâd”, Sâsânîler ise ülkenin kalbi anlamına gelen Dîl-i İranşehr olarak isimlendirilmiştir. Tarihi kaynakların bazılarına göre burası Hz. Nuh’un tufandan sonra yerleştiği ve insan neslinin çoğaldığı bölgedir. Medeniyetin beşiği sayılan ve çoğunluğu sulanabilen alüvyonlu topraklarla kaplı Mezopotamya’nın sınırlarını Fırat ve Dicle nehirleri tayin etmektedir. Kuzey’de bugün Irak şehri olan Tikrit’ten, güneyde Basra körfezine, doğuda Hulvan şehrinden başlayarak batıda Kadisiye’ye kadar uzanmaktadır. Fırat ve Dicle nehirlerinin taşması sonucu oluşan bu verimli topraklar insanlık tarihinin başlangıcından itibaren çok önemli medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkan tarihi bulgular bölgedeki hareketliliğin M.Ö. 6000 yılına kadar uzandığına tanıklık etmektedir. Sümerler, Akadlar, Babilliler, Asurlular bölgenin en eski sakinleri olarak kabul edilir. Hz. Ömer döneminde fethedilen bu topraklar İslam kültürünün şekillenmesinde de önemli pay sahibi olmuştur. Kültürel etkileşimin tarihi temellerini iyi analiz edebilmek için bu topraklar üzerinde kurulan önemli medeniyetleri kısaca da olsa tanımak gerekecektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Sümerler ve Akadlar Sümerler yazıyı ve tekerleği icat etmeleri, tarım sektöründe devrim niteliğindeki yenilikleri ile şöhret kazanmışlardır. M.Ö. 3500 yıllarında Mezopotamya’da ortaya çıkan bu kadim uygarlık tarım sektörüne bağlı bir gelişim göstermiştir. Bölgenin ilk yerli halkı olarak tanınmaktadırlar. Bakır madenini ilk keşfeden ve sanayide ilk defa kullanarak insanlığın hizmetine sunanlar da Sümerler’dir. Deri işlemeciliği, demircilik, taş oymacılığı gibi zanaat dallarında çığır açmışlardır. Tarım ve sanayi toplumu olmanın zorunlu bir sonucu olarak Sümerler yerleşik hayatı benimsemiş ve etrafı muhkem surlarla çevrili sayıları otuzu aşkın şehir kurmuşlardır. Larsa, Ur, Uruk, Kiş Umma bunların en meşhurlarındandır. Ayrıca, Sümerce ismi Kadingirra olan Babil’in ilk sakinlerinin de Sümerler olduğu bilinmektedir. Şehir devletlerine ayrılan Sümerler krallar tarafından yönetilmekte olup zaman zaman şehirlerin idari yapılanmaları tekelde toplanmaktaydı. Toplum din adamları, askerler, halk ve köleler olmak üzere dört gruba ayrılmaktaydı. Toplumun aristokrat sınıfını daha ziyade din adamları oluşturmaktaydı. Şehrin baş rahibi aynı zamanda yönetici konumundaydı. Çok tanrılı bir inanca sahip olan Sümerler kerpiçten yapılan Ziggurat adıyla bilinen tapınaklarda ibadet etmekteydi. Yedi kattan oluşan mabetler; depo, okul ve rasathane olarak kullanılmaktaydı. Tanrıları insan şeklinde olup ölümsüz olduğuna inanılırdı. Anu, Enlil, Enki, Nimnah, Ecem, İnanna tanrılarına verdikleri adlardan bazılarıdır. Şehir devletleri arasındaki siyasi çekişmeler devletin zayıflamasına neden olmuş, önce Elamlılar ve daha sonra Sami tarihinin ilk büyük ismi olan Akad imparatorluğunun kurucusu Sargon tarafından sürdürülen saldırılar sonucu yıkılmıştır. Sümer çivi yazısı Sümerler’in hâkimiyetinde olan Kiş şehri kralının muhasebecisi olan Sargon darbe sonucu iktidarı ele geçirmiş ve onun soyundan gelen hanedanlar yaklaşık bir asır boyunca şehirleri birleştirerek ele geçirdiği bu topraklarda varlığını sürdürmüştür. Şehir devletinden merkezi devlet anlayışına geçen Akadlar 200 yıl iktidarlarını devam ettirmişlerdir. Mezopotamya’nın tamamına hâkim olan ilk devlet olma unvanına sahiptirler. Sümer kültürünü, kendi kültürleriyle harmanlayan Akadlar, büyük bir medeniyetin oluşmasında önemli rol oynamışlardır. Akadlılar, Sargon’dan sonra en ihtişamlı dönemini torunu Naram-Sin döneminde yaşamıştır. o dönemde Akadca bütün Mezopotamya’da kullanılan ortak dil hâline gelmiştir. Akadlar arasında gök tanrı inancının yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Güneş, Ay, Venüs en fazla tapılan tanrılar arasındaydı. Meşhur kral Naram-Sin, kendisini tanrı ilan eden ilk kral olmakla kalmamış dünya krallığına soyunmuştur. Bu güçlü Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat kralın ölümü sonrası Akadlar zayıflamış ve “dağ canavarları” olarak isimlendirilen Gutiler tarafından yıkılmıştır. Babil Krallığı (Amurrular-Keldaniler) Babil’in asma bahçeleri Krallık ismini Akadca Tanrının Kapısı anlamına gelen Babil şehrinden almaktadır. Dünyanın yedi harikasından biri olan asma bahçelerine ev sahipliği yapan ve kulesi ile ünlü Babil şehri Tevrat’a göre (Tekvin 10/10) Nemrud’un krallık yaptığı dört önemli şehirden biridir. Hz. İbrahim de Peygamber olarak bu coğrafyaya gönderilmiştir. Hz. İbrahim Nemrud’a karşı sürdürdüğü mücadeleden sonra inananlarla birlikte önce Harran’a oradan Kenan İli’ne geçmiştir. Babil krallığı Sümer ve Akad topraklarını içine alan büyük bir imparatorluktur. Babilliler, M.Ö. 4000 yılından itibaren bölgedeki kültürlerin tüm izlerini taşımaktadır. Akadca yazılan ve 282 maddeden oluşan kanunları ile tanınan Hammurabi, devletin en kudretli hükümdarıdır. Mezopotamya’da yeniden siyasi birliği kuran Hammurabi eski töreleri bir araya toplayıp yeniden düzenlemiş ve ilk kanun yapıcı olarak ün salmıştır. Onun ölümü ile beraber eski Babil krallığı zayıflamış ve 1595’te Hititler’in saldırısı sonucu yıkılmıştır. Uzun süre Asur egemenliği altında kalan Babil’liler başkent valisi Nabupolassar’ın öncülüğünde M.Ö. 612 yılında Yeni Babil Krallığını (KaldelilerKeldaniler) kurdular. Devlet Nabupolassar’ın oğlu Buhtunnasr (Nabukadnezar) döneminde en parlak dönemini yaşamıştır. Suriye, Filistin/Kudüs M.Ö.587 yılında egemenlik altına alınmış ve Mısır ordusu mağlup edilmiştir. Devlet Persler tarafından M.Ö. 338 yılında ortadan kaldırılmıştır. Bundan sonraki süreçte Mezopotamya Krallıkları sona ermiş, bölgeye sırasıyla Persler, Helenler ve Romalılar hâkim olmuştur. Döneme ilişkin önemli bilgiler: Yahudiler Yeni Babil devleti döneminde sürgün edilmiştir. Hammurabi kanunları ilk yazılı anayasa niteliğindedir. Babil şehri, imparatorluğun dünya harikası asma bahçeleri ile tarihe damgasını vurmuş başkentidir. Dini devlet yapılanmasından seküler bir devlet yapısına geçiş sağlanmıştır. Asurlar Asurlular, Kuzey Irak bölgesinde Aşur veya Asur şehri çevresinde yaşayan Sami ırka mensup bir topluluktur. Ticari alandaki başarıları sayesinde topraklarını genişletmeyi başarmışlardır. Aynı zamanda savaşçı özelliğe sahip olan Asurlular, M.Ö. 1200 yılında Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Mısır’ı hâkimiyetleri altına Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat almışlardır. Başkentleri Ninova’dır. İlkçağda Ortadoğunun en geniş sınırlara sahip imparatorluğunu kurmuşlardır. Anadolu’ya yazıyı taşıyanlar da Asurlular’dır. Aşırı lüks düşkünlüğü ve savaşlar devletin zayıflamasına yol açmış ve M.Ö. 1208’den itibaren gerileme dönemine girmişlerdir. İmparatorluğun ikinci kurucusu kabul edilen III. Tiglat Pileser (M.Ö. 745-727) birliği sağlamış ve Yeni Asur Krallığı’nın temellerini atmıştır. Asurlular Kur’an’da adı geçen Semud, Medyen ve Sebe kavimleri başta olmak üzere Arap toplulukları üzerine dokuza yakın sefer düzenlemişlerdir. Sanatta büyük bir gelişme sağlayan Asurlular M.Ö. 612-609 yılları arasında bölgeye Keldaniler ve Medler tarafından düzenlenen saldırılar sonucunda yıkılmıştır. Diğer halklar arasında eriyip gittikleri ifade edilmekle birlikte bugün Süryani toplulukların Asurluların soyundan geldikleri de iddia edilmektedir. İbraniler (İsrailoğulları) İsrailoğulları, Sümerler ve Akadlar’ın son dönemlerinde tarih sahnesine çıkmışlardır. Sami kökenli bu topluluk hakkındaki bilgiler daha ziyade kutsal kitaplara dayanmaktadır. İsrailoğullarının atası olarak kabul edilen İbrahim Ur şehrinde doğmuş daha sonra Harran’a oradan da Kenan diyarına yani, Beyt-i Makdis’in bulunduğu bölgeye yerleşmiştir. Burada da kuraklık baş göstermesi nedeniyle verimli arazilerden oluşan Nil deltasına göçmüştür. İsrailoğulları Kenan iline yerleşene kadar İbranî olarak tanınmaktadır. İbrahim’in 12 oğlu ve onların soylarından gelenler ise İsrailoğulları olarak adlandırılmaktadır. Mısır’a köle olarak satılan ve sarayda üst kademelere yükselen Yusuf, akrabalarını da yanına alarak M.Ö. 1700’lü yıllarda Mısır’a yerleşmiştir. Firavunlar ailesinin iş başına gelmesi ile İsrailoğullarının buradaki düzeni bozulmuş ve ağır inşaat işlerinde çalıştırılmaya başlanmıştır. İşçileri elinden kaçırmak istemeyen Firavun II. Ramses’in tüm çabalarına rağmen Hz. Musa’nın önderliğinde İsrailoğulları Mısır’dan çıkmayı başarmışlardır. Bir süre sonra Musa’nın yol göstericiliğini kabul etmeyip sapkınlık içerisine düşmüşler ve kırk yıl Sina çölünde kalmışlardır. Peygamber olduğuna inanılan Yeşû veya Yuşâ öncülüğünde toparlanan İsraoğulları Kur’an’da Talut diğer kaynaklarda ise Saul olarak bilinen şahsın krallığına kadar birlik ve beraberlik içerisinde olamamışlardır. Talut’un başarılarına rağmen asıl birlik Hz. Davud döneminde sağlanmıştır. M.Ö. 1400 yılında Sion olarak bilinen Kudüs’ü ele geçirdikten sonra merkezi burası olan büyük bir krallık kurulmuştur. Kırk yıllık iktidar sonrası yerine oğlu Süleyman geçmiştir. Babası gibi Peygamber olan Hz. Süleyman döneminde İsrailoğulları altın çağını yaşamış ve Süleyman Mabedi olarak bilinen Beyt-i Makdis inşa edilmiştir. Böylelikle Kudüs Yahudilerin dini merkezi olmuştur. Hz. Süleyman sonrası birliği bozulan devlet kuzey ve güney olmak üzere iki kısma ayrılmış ve M.Ö. 722 yılında Asurlar tarafından yıkılmıştır. M.Ö. 587 yılında ise Babil kralı Buhtunnasr tarafından Kuzey Yahuda krallığı ortadan kaldırılmış ve daha önce ifade edildiği gibi Yahudiler Babil’e sürülmüştür. Pers Hükümdarının Babil Krallığını ortadan kaldırması sonrası Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat İsrailoğullarından bir kısmı Kudüs’e dönmüş ve kutsal mabet başta olmak üzere şehri yeniden inşa etmişlerdir. Pers hâkimiyeti Büyük İskender’in bölgeyi ele geçirmesine kadar devam etmiştir. Bölge, Müslümanların fethi öncesi sırasıyla Helenler ve Romalılar tarafından ele geçirilmiştir. İran İran tarihine ilişkin bilgiler M.Ö. IX. asra kadar dayanmaktadır. Urmiye gölünün batısında oturan Persler bölgeye Avrupa’dan gelen Medler’le ittifak kurarak Mezopotamya uygarlıklarının sonunu hazırlamışlardır. Medlerin hâkimiyetine son veren Ahameniler M.Ö. 525’te Mısır’a kadar uzanan büyük bir bölgeyi ele geçirdi. Suriye ve Mısır’a hâkim olduktan sonra İran’a yönelen Büyük İskender Ahameni İmparatorluğu’nu sonlandırdı. Büyük İskender, İran’ı valisi Selevkos’a bıraktıktan sonra bölgeden çekilmiştir. M.Ö. 141 yılında Partlar Seleuko Krallığını ortadan kaldırarak imparatorluk hâline gelmiştir. M.Ö. 53 yılından itibaren Romalılar’la sürdürdükleri savaşlarda zayıflayan Partlar M.S. 224 yılında yıkılmıştır. Ateşgede muhafızı olan Sâsân isimli şahıs M.S. 226 yılında Sâsânî İmparatorluğu’nu kurmuştur. Bizans imparatoru Konstantinos ve Sâsânîler’e komşu olan Ermeniler Hıristiyanlığı kabul edince, Sâsânî topraklarındaki Hıristiyanlar bu ülkelerle ittifak içerisine girmişlerdir. Bu sıkıntılı süreci aşmak için ek vergiler konmuş, dini alanda reformlar yapılmıştır. Her şeye rağmen bir türlü başarı elde edilemeyince I. Hüsrev (Enûşirvan), ‘Şehinşah’ unvanıyla yönetime el koyarak Sâsânî Devleti’ne en parlak dönemini yaşatmıştır. Hz. Peygamber’in doğum tarihine tekabül eden yıllarda Arabistan’ın Güney bölgesini yani Yemen’i Sâsânî topraklarına katmıştır. Yönetimi ele alan oğlu IV. Hürmüz döneminde Bizans ile şiddetli savaşlar yaşandı. Gözlerine mil çekilerek öldürülen Hürmüz’ün yerine oğlu II. Hüsrev tahta geçti. Başlangıçta Bizans’a karşı üstün başarılar elde etse de Bizans İmparatoru Herakleios’un ordularına mağlup oldu ve bir ayaklanmada öldürüldü. II. Hüsrev Hz. Peygamber’in elçi göndererek kendisini İslam’a davet ettiği Sâsânî kralıdır. Sâsânî imparatorluğu Müslüman ordularınca son Sâsânî hükümdarı III. Yezdücerd’in 651 yılında öldürülmesi ile son bulmuştur. Zerdüşt Tapınağı (Ateşgede) Eski İran topraklarında adını kurucusundan alan Zerdüştîlik ya da Mecusîlik dini yaygındı. En büyük tanrı kabul edilen Ahura Mazda’ya nispetle Zerdüştîliğe Mazdeizim adı da verilmiştir. İyilik-kötülük, karanlık-aydınlık ikilemi üzerine kurgulanan bu dinî inanışa göre ateş saflığı ve temizliği sembolize etmektedir. İbadet mahallerine, merkezinde ateş yakıldığı için ateşgede denmiştir. İnanışa göre öldükten sonra ruh bedenden ayrıldığı için kirli sayıldığından vahşi hayvanlara terk edilmekte, geriye kalan kemikler ise yakılmaktaydı. I. Şapur döneminde devletin resmi dini hâline gelen ve kurucusu Mani’den (216-276) ismini alan diğer bir din ise Maniheizimdir. Sabiiliğin etkisi ile ortaya çıkan bu inanç biçiminin yaygınlık kazanması Mecusi din adamlarını rahatsız etmiş ve baskılar sonucu Mani, Kral I. Behram tarafından işkence ile öldürülmüştür. İran’da M. V. asırda bir başka dinî Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat hareket daha ortaya çıkmıştır. Bu günkü anlamda komünist sistemin temelini de oluşturduğu iddia edilen ve Mazdekiyye olarak isimlendirilen inanç biçimi mülkte ve kadında eşitlik temeline dayanmaktaydı. Bu anlayış, çatışmaların temeli olan kıskançlığı ortadan kaldırmıştır. Mazdek dinine en fazla karşı çıkanlar aristokratlar olmuştur. Enuşirvan bozulan ekonomik ve sosyal yapıyı düzene sokmak için Mazdek dinini yasaklamış taraftarlarını ağır işkencelere maruz bırakmıştır. Eski İran topraklarında izah etmiş olduğumuz dinler yanında Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi semavi din mensuplarının varlığı da bilinmektedir. Çin Çin Seddi Çin, tarihi oldukça eskilere dayanan köklü bir medeniyete sahiptir. İslam’ın ilk ortaya çıktığı Arap yarımadasına uzak bir mesafede oluşu nedeniyle İran ve Bizans tarihi kadar Müslümanların dikkatini çekmemiş görünse de, aslında en az ilk fetihlerin gerçekleştiği komşu medeniyetler kadar İslam toplumu üzerinde etkinliğinin olduğu söylenebilir. Çin tarihi Konfüçyüs (M.Ö. 551-479) ile özdeşleşmiş ve onunla birlikte Çin, altın çağını yaşamıştır. Konfüçyanizm, daha sonraki dönemlerde Çin medeniyetinin temel dinamiklerini oluşturmuştur. Bu günkü isimle anılan Çin hanedanlığı Konfüçyüs sonrası kurulmuştur. Baskıcı bir yönetim şekli benimseyen halkı ağır işlerde çalışmaya zorlayan bu yönetim anlayışı kısa sürmüş ve yıkılarak yerine Han hanedanlığı kurulmuştur. Han hanedanlığının yıkılması ile birlikte dört asır devam edecek parçalanma dönemi başlamıştır. İslam’ın ilk ortaya çıktığı dönemlerde Çin’i Sui hanedanlığı yönetmekteydi. Daha sonra kurulan Tang hanedanlığı ise Konfüçyanizm’i yeniden canlandırmıştır. Tangler döneminde İslam dini Asya’ya doğru yayılmaya başlamıştır. Hz. Peygamber’in “İlim Çin’de de olsa gidip onu arayınız” şeklindeki ifadesinin aslında uzaklık ile ilim arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmaya matuf söylenmediği, Çin kültür ve medeniyeti incelendiğinde daha iyi anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’in Uman bölgesine yaptığı ziyarette Çinliler’le karşılaşması sebebiyle, onların kültür ve sanat alanında ne denli ileri olduklarına vakıf olması kuvvetle muhtemeldir. Çinliler’in matematik, astronomi, müzik, fizik, kimya, coğrafya gibi, bilim dallarında oldukça ileri bir seviyede olmaları, bunun en açık göstergesidir. Ortaçağ İslam dünyasının altın çağını yaşamasında önemli bir faktör olan kağıdın yaygın kullanımı ise yine Çinliler kanalıyla olmuştur. Çin’de bir inanç birlikteliğinden bahsetme imkânı yoktur. M.S. tüccarlar kanalıyla Çin’e Budizm ulaşmış ve çok sayıda taraftar bulmuştur. Bir süre sonra Budizm’e karşı Taoculuk yaygınlaşmış ancak Sui hanedanlığı ile birlikte yeniden Konfüçyüsçülük kabul görmeye başlamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Hindistan Hindistan Farsça Hind ülkesi anlamına gelmektedir. Hindu kelimesi ise eski Sanskritçedeki nehir anlamına gelen ‘Sindhu’dan alınma bir kelimedir Bu nedenle Arapça kaynaklarda bölge, çoğunlukla Sind olarak adlandırılmaktadır. Güney kısmında Hint okyanusu, batısında Umman denizi, doğusunda Bengal körfezi ile çevrili büyük bir üçgeni andıran yarımada şeklindeki Hindistan köklü bir tarih ve kültüre sahiptir. Tarihi boyunca parçalanmış görüntü arz eden, yer üstü ve yer altı zenginlikleri ile diğer kıtaların cazibe merkezi olan eski Hindistan bu gün Hindistan, Pakistan, Bengladeş, Myanmar ve Sri Lanka arasında paylaşılmış olan genişçe bir toprak parçasına sahiptir. Taş devrinden sonra bölgede insan topluluklarının varlığı bilinmekle beraber ilk uygarlık belirtilerinin M.Ö. 5000-1700 yılları arasında İndus medeniyeti ile ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Harappa uygarlığı olarak da bilinen bu kadim topluluğun icat etmiş olduğu yazı bugün dahi çözülememiştir. Muhteşem bir şehircilik örneği de ortaya koyan bu medeniyet Ariler tarafından M.Ö. 1500 yılında ortadan kaldırılmıştır. İranlılar’la akraba olan Ariler Hindistan’da M.Ö.1500-1000 yılları arasında Ganj medeniyetini oluşturmuşlardır. Hindular’a ait kutsal metinler ve kast sistemi bu dönemde ortaya çıkmıştır. Zaten farklı etnik yapılanmalara sahip olan Hint halkı kast sisteminin zorunlu bir sonucu olarak; din adamları (Brahmanlar), aristokratlar (Kşatriyalar), çifçiler, sanatkârlar, tüccarlar (Vaisyalar), İşçiler (Sudralar) olmak üzere dört ayrı sınıfa ayrılmıştır. Bu sınıfsal ayrım Ganj uygarlığının sonunu hazırlamış, M.Ö. VI. yüzyılda Magadhalar bölgede kontrolü sağlamıştır. M.Ö. 518 yılında Persler bölgeyi istila etmişler ve Büyük İskender’in bölgeyi zaptına kadar hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Büyük İskender ve takipçileri ile birlikte kurulan koloniler sayesinde Greko-Hint medeniyeti olmuş ve böylelikle İslam kültürünü de etkileyecek olan Helenizm akımı başlamıştır. İskender’in bölgeye intikali ile Magadha krallığı yıkılmış ve M.Ö. 185 yılına kadar varlığını devam ettiren Maurya imparatorluğu kurulmuştur. Bu imparatorluğun yıkılması sonrasında birçok küçük devletçikler ortaya çıkmıştır. M.S. 330 yılında kurulup 540 yılında yıkılan Gupta imparatorluğu döneminde Hint medeniyeti en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Akhunların saldırısı ile yıkılan Guptalar sonrası tekrar siyasi istikrarsızlık baş göstermiş, bağımsız devletler doğmuştur. İslamiyetin ortaya çıktığı ve yayıldığı dönemlerde (606-647) Kral Harşa bölgede yeniden birliği sağlamıştır. Bu dönem aynı zamanda Hinduizm’in başlangıcı sayılmıştır. Kral Harşa sonrasında birçok bölgesel krallıklar kurulmuş, X. yüzyıldan sonra ise bölge Türkler’in ve Afganlılar’ın saldırılarına maruz kalmıştır. İslamiyet bölgeye 710-711 yıllarında Emevi devletinin Sind bölgesi komutanlarından Muhammed b. Kasım’ın gerçekleştirdiği fetihlerle ulaşmıştır. Ariler döneminde dini inanış olarak kast sistemini önceleyen Brahmanizm, bir başka ismiyle Vedizm ortaya çıkmıştı. M.Ö. IV. yüzyılda Brahmanizm’e karşı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Budizm ağırlığını hissettirmeye başlamış Brahmanizm daha ziyade kırsal bölgelere çekilmiştir. M.Ö. 600-850 yılları arasında ise Brahmanizm’in değiştirilmiş şekli olan Hinduizm resmi din olarak kabul edilmiştir. Jainizm ve Sihizm de Hindistan kökenli dinlerdir. Yine diğer medeniyetlerde olduğu gibi Zerdüştlük, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi bölgeye intikal eden diğer dinlere mensup tebaa ile de karşılaşmak mümkündür. Bölgenin en yaygın dini olan Hinduizm hiçbir ayrıma gitmeden çeşitli ibadet ve inanç sistemlerini de bünyesinde topladığından yaygın bir kabul görmüştür. Türkistan/Orta Asya Türkler’in eski tarihlerine ilişkin bilgilere Çin vakayinamelerinden (kronolojik cetvel) ve arkeolojik kazılardan ulaşılmaktadır. Tarihi geçmişlerinin M.Ö. 9000 yılına kadar ulaştığı bilinmekle beraber bazı tarihçilere göre Türk tarihinin başlangıcı ilk defa aslı Türük olan Türk isminin kullanıldığı M.S. 545 yılına dayandırılmaktadır. Bazı topluluklar Türklerin yaşadıkları bölgeleri Turan olarak da isimlendirmişlerdir. Türkler, Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasında kalan Orta Asya diye tanınan bölgede yaşamaktaydı. Hayvancılıkla uğraşan göçebe bir topluluk olan Türkler, sahip oldukları atlı birliklerle komşuları Çin üzerine akınlar düzenlemişler ve bu bölgede hâkimiyet kurmuşlardır. Türk Savaşçılar Türklerin ilk kurdukları devlet Hun İmparatorluğudur (M.Ö. 220). Bugünkü Moğolistan bölgesine hâkim olan Hunlar, yaptıkları saldırılarla Çinlileri, Çin Seddi olarak ün yapan muhkem surları yapmaya mecbur bırakmıştır. İlk Hun hükümdarı Türk birliğini gerçekleştiren Teoman Yabgu’dur. Oğlu Metehan döneminde ise Hunlar en parlak dönemini yaşamış, imparatorluğun sınırları Japon Denizi’nden Hazar Denizi’ne kadar uzanmıştır. Mete Han’dan sonra gerilemeye başlayan devlet önce ikiye ayrılmış ve M.S. II. yüzyılda yıkılmıştır. Devletin parçalanması ve yaşam koşullarının zorlaşması nedeniyle, tarihte “Kavimler Göçü” olarak bilinen büyük göç Avrupa içlerine kadar uzanmıştır. Batı Roma imparatorluğu Hunlarla anlaşmak zorunda kalmıştır. Doğuda ise Anadolu içlerine kadar ilerleme sağlamış ve Bizans İmparatorluğu, Türklere vergi öder duruma gelmiştir. Hunluları Orta Asya’da mağlup eden Tabgaçlar kendi kültürlerini koruyamayıp Çinlilerin arasında eriyip gitmişlerdir. M.S. 552-745 yılları arasında varlığını sürdüren, Türk ismiyle anılan ve bir süre sonra doğu ve batı olmak üzere iki kısma ayrılan Göktürkler döneminde İslam dini bireysel olarak Türkler arasında yayılmaya başlamıştır. Göktürk devletinin yıkılması sonucu Uygurlar ve Karluklar bölgeye hâkim olmuşlar ve doğal olarak da bölgede fetih gerçekleştiren Müslüman Araplarla karşı karşıya gelmişlerdir. 751 yılında Araplarla ittifak kurarak Çinlilere karşı düzenlenen savaşta Çinliler mağlup edilmiş, bu da Türkler’in İslamlaşma sürecini hızlandırmıştır. Türkler’in din olarak tek tanrılı ya da çok tanrılı bir dine sahip olduklarına dair farklı görüşler mevcuttur. Türkler yaşam koşulları gereği basit bir dini inanışa Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat sahipti. Dolayısıyla yerleşik hayatı benimseyen toplumlara göre hızlı din değiştirmişlerdir. Birçok tarih kaynağında Türkler’in Şaman oldukları ifade edilir. Türkler, Şaman yerine “tabiatüstü varlıklarla irtibata geçen insan” anlamında Kam ifadesini de kullanmaktadırlar. Türkler “Tengri” denen bir yaratıcıya inanıyorlardı. Her şeyi o yaratmış olup göğün dokuzuncu katında oturmaktaydı. Tabiat kuvvetlerinin ruhu olduklarına inanır, gökyüzüne ve güneşe saygı duyarlardı. Göktürkler zamanında Teoculuk ve Budizm yayılma eğilimi göstermiştir. Uygurlar, Mani dinini kabul etmiş, bir kısmı ise Budist olmuşlardır. Avrupa’ya göçen Türkler ise Yahudi ve Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Roma-Bizans İmparatorluğu Roma İmparatorluğunun hâkim olduğu toprak parçasını gösteren bir harita. Roma imparatorluğu, ismini İtalya’nın başkenti Roma’dan almakla birlikte aslında bu şehrin veya civar vilayetlerin ahalisinden müteşekkil olmayıp bütün İtalya ve Akdeniz topluluklarının ortak ismi olarak kullanılmıştır. Mezopotamya uygarlıklarının en parlak dönemlerinde (M.Ö. VIII. yy) Roma’nın varlığı bile bilinmemekteydi. Zira bu şehir, köylüler ve çobanlar tarafından henüz kurulma aşamasındaydı. Sayıları otuzu bulan çoban grupları hayvan yetiştirerek ve harp ederek güvenli dağ yamaçlarında köy grupları hâlinde yaşamaktaydı. Bu yerler kendilerine kabile kralları tarafından verilmişti. Aslında Roma’nın kuruluşuna ilişkin kaynaklarda birçok efsaneye yer verilmiştir. Bu anlatılan efsanelerin tarih sahnesinde yer almış diğer medeniyetlerin kuruluş efsaneleri ile benzerlik göstermesi aslında imparatorluğu mitolojik temele dayandırma teşebbüsünün insanlığın eski bir alışkanlığı olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Roma devlet olma hüviyetini M.Ö. IV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren göstermiştir. Yavaş yol kat eden, fakat azim ve kararlılıkla devam eden bu ilerleyiş İtalya üzerinde ilk siyasi birliğin kurulmasını sağlamıştır. Devlet M.Ö. 200’de Akdeniz’in batı kısmını, daha sonra doğusunu ele geçirerek imparatorluk hâline gelmiştir. Roma, kuruluşundan altı asır sonra Atlantik’ten Fırat havzasına kadar uzanan ve adından söz ettiren bir devlet olmuştur. Kuruluşu temel alınırsa on bir asır devam edecek bir tarihi sürece imza atmıştır. Buna Roma imparatorluğunun devamı olarak kabul edilen Bizans’ı da ilave ettiğimizde bir on asırlık dönemden daha bahsetmek gerekecektir. Roma imparatorluğu bu uzunca hâkimiyetinden daha çok bırakmış olduğu hukuk ve kültür mirası ile kendinden söz ettirmiştir. Şehir devletinden cihan hâkimiyetine giden yolda etnisiteyi bir kenara atarak ülkü ve dil birlikteliği oluşturmuştur. Bu yönüyle kültürel mirası üzerine kurulan batı toplumuna bugün dahi esas kabul edilen hukuk nizamını bırakmıştır. Ayrıca Roma birbirinden farklı doğu ve batı toplumlarını ilk defa tek bir toplum hâline getirme yönünde önemli adımlar atmıştır. Kökenleri ve İtalya’ya gelişleri hakkında farklı görüşler bulunmakla birlikte örf, adet, gelenek ve inançları irdelendiğinde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Anadolu’dan göç etikleri kanaati kuvvetle muhtemel olan Etrüskler’in Roma imparatorluğunun doğu ve batı arasındaki birliği sağlamada önemli bir kültürel alt yapı oluşturdukları ihtimalini ciddiye almak gerekir. Krallık dönemlerinde kralların görev süresi ölünceye kadar devam ederdi. Ölüm sonrasında krallık babadan oğla geçmez, ölmeden kral yerine geçecek kişiyi belirlerdi. Şayet tayini gerçekleştirmeden ölürse şehir meclisi konumundaki senato tarafından kral tespit edilirdi. Roma nüfusu üç ayrı gruptan oluşmaktaydı. Bunlardan ilki toplumun seçkinleri olan Gensler’di. Bu aristokrat grubun hizmetinde bulunan ve onlara sürekli bağlılığını bildiren ikinci gruba Clientes, küçük zanaatkâr ve çiftçilerden oluşan gruba ise Plebler denmekteydi. Halk devlet yönetimine Comita’lar aracılığı ile iştirak ederdi. Comitalar’ın salahiyetleri siyasi alanlardan öte sosyal içerikli idi. Romalılar ilkel düzeyde çok tanrılı dinlere inanmaktaydı. Bir şahıs rahatlıkla birden fazla dine girebilirdi. En büyük tanrıları kazandıkları zaferlerden sonra büyük törenlerle önünde eğildikleri Mars isimli tanrı idi. Diğer tanrılardan bazıları Jüpiter, Ianus, Saturnus, Quirunus, Juno, Minerva ve Vesta’dır. Bu tanrılardan bazıları Greklerden alınmış ve zaman geçtikçe artış göstermiştir. Romalıya göre tanrı görünmez bir kudrete sahip olup, onun bütün hayatını kuşatmaktaydı. O, gerçekleştirdiği her işte kendisine karışan başka bir tanrının olduğunu düşünürdü. Bu anlayış, onları olabildiğince dindarlaştırmıştı. Romalılar’ın Circus ve Saturnalia adında iki dini bayramları mevcuttu. Özellikle cumhuriyet döneminde bu bayramlar dini özelliklerini yitirmişlerdir. Falamines ve Augurlar adıyla devlet tarafından atanan rahipler din işlerini yürütürlerdi. İmparatorluk iç ve dış etkenler nedeniyle M.S. III. asırdan itibaren zayıflamaya başlamış ve çöküş süreci içerisine girmiştir. Tahammül edilemez Germen saldırıları başkent Roma’yı güvensiz hâle getirmiş ve yeni başkent arayışlarına girilmiştir. İmparator Konstantinos bu gereklilik üzerine siyasi, askeri ve coğrafi konumu itibariyle doğu ve batı arasında köprü olan İstanbul’u seçmiş, inşasına M.S. 324 yılında başladığı yeni baş şehri 330 yılında muhteşem bir açılışla Roma’ya kazandırmış ve ona nispetle Kostantinopolis olarak adlandırılmıştır. Artık bu aşamadan sonra kökeni doğuya dayanan Hıristiyanlık devletin resmi dini hâline gelmiştir. Yeni kurulan askeri sistem ve malî politikalardaki reformlar eski Roma’dan Bizans’a geçisin habercisi idi. Doğu ve Batı Roma’yı bir arada tutan son hükümdar Theodosios’dur. Onun zamanında Hıristiyanlık artık tam anlamıyla resmiyet kazanmıştır. Ölümüyle Roma oğulları arasında doğu ve batı olmak üzere iki kısma ayrılmış ve bir daha da hiç birleşememiştir. Bizansın resmi dini hâlini alan Hıristiyanlık kendi içinde birliği sağlayamamış; daha ilk İznik konsilinde (325) muhalif görüşlerle ortaya çıkan rahip Arius reddedilmiştir. İstanbul’da toplanan ikinci konsilde ise aforoz edilerek imparatorluk topraklarını terk etmek zorunda bırakılmıştır. Efes’teki üçüncü konsilde bu defa Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Nesturiliğin görüşleri reddedilerek tabileri Harran bölgesine göç etmek zorunda kalmıştır. 476 yılında Germen saldırıları sonrasında Batı Roma yıkılmış, doğu ise saldırılar ve mezhepsel çatışmalara rağmen yeni imparator Anastasios’un önlemleri sayesinde kurtulmuştur. I. Lustinianos döneminde imparatorluk yeniden şahlanmış; batıda elden çıkan topraklar yeniden kazanılmıştır. VI. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden parlak dönem, İtalya’nın işgali, Avarlar’ın balkanlar üzerine saldırıları, İran’ın batıya doğru genişleme politikaları ile son bulmaya başladı. İslam fetihlerinin başladığı dönemlerde Bizans İmparatorluğu’nu yeniden toparlamaya başlayan Herakleios devletin başındaydı. Anadolu’da gerçekleştirmiş olduğu askeri reformlar ve devleti yeniden canlandırma çabaları olumlu sonuçlar vermiş; İran’ı Anadolu’dan püskürtmüş, Suriye, Filistin ve Mısır’ı geri almıştır. Herakleios İran’a karşı göstermiş olduğu başarıyı bir zamanlar ciddiye dahi almadıkları çölün derinliklerinden kopup gelen Müslüman Araplara karşı tekrarlayamamış, üst üste aldığı mağlubiyetler sonucu Doğu Akdeniz, Cezire ve Kuzey Afrika’dan çekilmek zorunda kalmıştır. Asırlar boyunca devam eden bu mücadele İstanbul’un fethi ile birlikte son bulmuştur. CAHİLİYEYE KADAR ARABİSTAN’DA SİYASET VE DİNÎ HAYAT İslam tarihi kaynaklarında “cahiliye dönemi” olarak isimlendirilen zaman diliminin başlangıç ve bitişine ilişkin birçok farklı görüşler ortaya atılmıştır. Ahzab Suresi 33. Âyet-i kerime’de geçen “ilk cahiliye” tanımlamasından yola çıkarak cahiliye dönemini ilk ve ikinci olmak üzere iki kısma ayıranlar dahi olmuştur. Ancak cahiliye dönemi denildiğinde şöhrete kavuşmuş hâliyle daha ziyade peygamberlik öncesi Arapların putperestlik dönemi akla gelmektedir. Dolayısıyla ‘Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat ’ başlığı altında Miladi, V. yüzyıla kadar Arabistan yarımadasının dini ve siyasi tarihi incelenecektir. Arabistan’ın yerli halkı olan Araplar Sami ırka mensup olup dilleri Sami dillerin en zengini olan Arapçadır. Arap kelimesinin kökeni ve ilk kullanıldığı dönem hakkında tarihçiler arasında ortak bir görüş mevcut değildir. Bir kısmı tarafından ilk defa Arap kelimesinin Fırat’ın batısındaki toplumlar için kullanıldığı ifade edilirken, diğer bir kısmı göçebe toplumları ifade etmek için “çöl insanı” anlamında İbranice dilinde kullanılan arabha veya erebhe kelimesinden türediğini iddia etmişlerdir. Arapların tarihteki yaşam biçimleri göz önüne alındığında ikinci görüşün daha isabetli olduğu söylenebilir. Arap Yarımadasının eski tarihini gösteren harita Her ne kadar bazı görüş ayrılıkları olmuş olsa da Arapların anayurtlarının Arabistan olduğu hususu genel bir kabul hâline gelmiştir. Arap yurdunun orijinal kullanımı “Şibhu Cezireti’l-Arab”dır. Arap yarımadası anlamında bu isim kullanılırken zamanla Ceziretü’l-Arab/Arap Adası veya Cezire/Ada olarak da adlandırılmıştır. Ülkenin yarımada olmasına rağmen ada olarak isimlendirilmesini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat bazı tarihçiler kuzey sınır hattının çöllerle çevrili olmasına bağlamaktadırlar. Hz. Peygamber’in bu topraklarda dünyaya gözünü açmış olması ve burada vefat etmesi, İslam dininin buradan yayılmış olması, yine Kâbe gibi önemli bir merkezin burada bulunması nedeniyle büyük bir şöhrete kavuşan yarımadanın aslında eski tarihi hakkında, kesin verilere dayalı sonuçlara ulaşma imkânı yok denecek kadar azdır. Üç milyon metrekareyi aşan geniş bir toprak parçasına sahip olan yarımada, geniş bir dikdörtgeni andırmaktadır. Yarımadanın doğusunda, Uman ve Basra körfezi, güneyde, Hint okyanusu, batıda, Kızıldeniz, kuzeyde ‘Münbit Hilal’ olarak adlandırılan Mezopotamya/Irak, Suriye ve Filistin bulunmaktadır. Kara parçasıyla çevrili olan ülkenin Kuzey sınırının nereye kadar dayandığı hususu tartışmalı olduğu için kaynaklarda yarımadanın yüzölçümüne dair farklı rakamlar verilmiştir. Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birleşme noktası olan Arabistan, Yemen bölgesi dışında tarıma elverişsiz olup daha ziyade çöllerle kaplıdır. Bu çöllerden Kuzeydeki Nüfûd, ve güneydeki Rub’u’l-hâli (Ahkâf olarak da isimlendirilen bölge “boş çeyrek” anlamındır), ülke yüzölçümünün büyük bir kısmını içermektedir. Güney sahil şeridi volkanik dağlardan ve derin vadilerden oluşmaktadır. Batı kısmında Kızıldeniz sahili boyunca uzanan şeridi (Tihâme), zaman zaman yüksekliği 3000 metreyi aşan yüksek dağlarla iç kesimlerden ayrılmaktadır. Arabistan’ın üçüncü bölümü ise merkezinde Necid adı verilen bir platodan oluşmaktadır. Bu coğrafi malumatlar, ortaçağ insanlık tarihine damgasını vuracak olan Arapların nasıl izole bir topluluk olduğunun ve bölgenin jeopolitik konumunun anlaşılması açısından önemlidir. Ayrıca bölgelerarası nüfus kaymaları, yarımadanın eski demografik yapısının tespitine yönelik rivayetlerin tetkiki için de fiziki haritanın zihinlerde canlandırılması gerekmektedir. Yazılı tarihin bize sunmuş olduğu verilere dayalı olarak bugün olduğu gibi geçmişte de, Arap yarımadasının belirli bölgeleri dışında çoğunlukla kurak, tarıma elverişsiz, nüfus yoğunluğu az olan bir yapıda olduğu belirtilmektedir. Caitani, P. K. Hitti başta olmak üzere bazı araştırmacılar Arabistan yarımadasının eski tarihine dair nazariyeler ortaya atmışlardır. Bu görüşe göre ‘Sami ırkın ana yurdu Arabistan’dır. Aslında bu coğrafya, tarihin eski devirlerinde Anadolu’da olduğu gibi buzullarla kaplı olmayıp, ılıman iklime sahip, sürekli yağış alan verimli arazilerden oluşmaktaydı. Eski Mezopotamya uygarlıklarına mensup Babilliler Asurlular, Fenikeliler, İbranilerin anayurdu burası olup, aşırı kuraklık ve buna bağlı olarak bölgenin çölleşmesi ile halk Mezopotamya’ya göçmüştür.’ Henüz bu görüşü mutlak anlamda doğrulayacak tarihi malumatlara ulaşılamamıştır. Göç nazariyesini ortaya atanların en temel dayanağı, bölgedeki kadim medeniyetlerin kullanmış oldukları diller arasındaki benzeşmedir. Çivi yazısının deşifre edilmesinden sonra eski Mezopotamya uygarlıklarının kullanmış olduğu diller ile Arapça arasındaki benzerlik, bu dillerin aynı temele dayandığı, dolayısıyla bu toplulukların da aynı kökten geldiği görüşünün yaygınlaşmasına neden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat olmuştur. Örneğin fiil kökleri, bu dillerin hepsinde sülasi, yani üç harflidir. Geçmiş (mazi) ve şimdiki zaman (muzari) fiil çekimleri aynıdır. Bazı isimler ve şahıs zamirleri yakın benzerlik göstermektedir. Her şeye rağmen bu görüşler detaylı ve uzun soluklu arkeolojik çalışmalarla desteklenmediği sürece, kesin bir yargıda bulunmamıza imkan olmeyacaktır. Zira Sami ırkın aslında anayurdunun Güney Mezopotamya olduğu, oradan dağıldığı veya Afrika ve Anadolu’dan Arap yarımadasına geldikleri gibi farklı görüşleri benimseyenler de olmuştur. Coğrafi bölge olarak üç ayrı kısımda ele aldığımız Arap yarımadası siyasi tarih açısından da Kuzey, Güney ve Hicaz (Orta Arabistan) olmak üzere üç ayrı kategoride değerlendirilecektir. Mekke, Medine ve Taif gibi orta Arabistan bölgesinde yaşayanlar, Kuzey Arapları olarak tanımlanmakla birlikte, siyasi ve kültürel olarak daha kuzey bölgedeki Araplardan farklıdır. Bu ayrışma her üç toplumun dil ve kültürel farklılığına dayanmaktadır. Daha ziyade kutsal kitaplarda bahsi geçen Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın soyundan gelenlerin, bölgeye iki ayrı koldan yayılması sonucu kuzey ve güney Arapları’nın teşekkül ettiği görüşü, soy bilimciler (Etnologlar) tarafından henüz doğrulanamadığı için inanç boyutuyla sınırlı kalmıştır. Yine özellikle Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen Ad ve Semud gibi topluluklar için Arabı Bâide (helak olan Araplar), günümüzde varlığını sürdüren Araplar için ise, Arab-ı Bakiye tanımlamasında bulunan tarihçiler, Arap tarihini iki ayrı kısma ayırmışlardır. İkincisi yaygın ve çok kabul gören bir tasnif değildir. Literatürde Arap tarihi daha ziyade Güney, Kuzey, Orta (Hicaz) olmak üzere üç kısımda incelenmiştir. Güney Arabistan/Yemeniler/ Kahtaniler Güney Arabistan, dar bir şekilde uzanan Kızıldeniz sahil şeridinin Hint okyanusuyla buluştuğu, bereket anlamındaki “yümn” kelimesinden türemiş Yemen olarak isimlendirilen bölgedir. Güney Arabistan denildiğinde her ne kadar ilk akla gelen Yemen bölgesi olsa da, tarihçiler tarafından farklı bölümlere ayrılmıştır. Örneğin, coğrafyacıların bölgenin taksimatına ilişkin görüşlerini değerlendirenler, Necran, Yemen, Hadramevt ve Uman olmak üzere Güney Arabistan’ı dört ayrı bölgeye ayırmıştır. Verimli arazilere sahip, ayrıca iç bölgelerden gelen deve kervanları ile deniz filolarının kesişme noktası olan güney Arabistan, değerli ticaret ürünlerinin sergilendiği fuar alanını andırmaktadır. İhtiyaç fazlası mal toplumun zenginleşmesine, buna paralel olarak sosyal tabaka içerisinde sınıfsal farklılıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ayrıca bölgenin ticari bir kavşak noktası olması, karma toplumların oluşmasını da zorunlu hâle getirmiştir. Suriyelinin, Hindistanlının, Habeşistanlının gelip Yemen’de bir Arap’la evlenmesi veya ticaret amaçlı farklı bölgelere giden Arap tüccarların o bölge halkları ile izdivacı, bölgeyi çeşitli din ve ırkların bir arada yaşadığı panayır hâline getirmiştir. Bütün bu ekonomik ve sosyal farklılaşmalar bölgeyi Arap yarımadasının diğer kısımlarından farklı bir konuma yükseltmiştir. Sermayeye dayalı güç, siyasi olarak da kendini göstermiş; aristokrat sınıf, yönetimi eline almış ve güçlü kraliyetler oluşturmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Bunlardan bir kısmı yıkılmış ve beylikler oluşarak çözülme yaşanmış, ancak bir süre sonra ortaya çıkan güçlü şahsiyetler yeniden birliği sağlamayı başarmıştır. Güney Arabistan hareketli bir bölge olmasına rağmen ilk devirlere ilişkin bilgiler oldukça sınırlıdır. Bölgede kısmi kalıntıları bulunan ilk devletin Maan veya Mainliler tarafından kurulduğu ifade edilmektedir. M.Ö. 1200’lü yıllarda ortaya çıktığı anlaşılan bu devlet, bölgenin ürünleri ile uzak doğu, kuzey Afrika ve Ortadoğu mallarının ticaretle değişimini sağlayan önemli bir işlev üstlenmekteydi. Elde etmiş olduğu gelirlerle zenginleşen Mainliler M.Ö. 750-650 yılları arasında tarih sahnesinden çekilmiştir. Mainlilerin muasırı olan Kataban ve Hadramevt devletleri hakkında ise yine detaylı bir bilgi mevcut değildir. Başkentleri Şebve olan Hadramevt devleti, M.Ö. V. Asırda kurulmuş ve miladi ilk asrın sonlarına kadar hüküm sürmüştür. Yıkılıncaya kadar Sebe Devleti hâkimiyetine girmişlerdir. Güney Arabistan’da kurulan ve diğer iki devlete nazaran daha ön plana çıkan Sebe/Saba/Seba ile Himyeri Devletleridir. Sebe Devleti Sebe Devleti, Güney Arabistan’da kurulan en eski krallıklardandır. İlk kuruluş sürecine ilişkin fazla bir tarihi bilgi yoktur. Sebe devleti, Tevrat’ta ve Kur’an’ı Kerim’de (Neml/27: 24-44) bahsi geçen Sebe kraliçesi Belkıs ve Hz. Süleyman arasındaki olayla şöhrete kavuşmuştur. Sebe Devleti, Mainlileri ortadan kaldırdıktan sonra güçlenmiş, başkent olarak Ma’rib şehrini seçmişlerdir. Sebe Devletini tarihte ön plana çıkartan diğer bir husus da, ziraat alanında yapmış oldukları reformlardır. Ticaret yanında zirai alanda da verimliliği artırmak için birçok baraj inşa etmişlerdir. Bunların en önemlisi Kur’an da bahsi geçen (Sebe/34: 15-19) Ma’rib Seddi’dir. Kur’an’da bir sureye de ismini veren Sebeliler, yağışlı mevsimlerde yağan yağmur sularının boşa gitmemesi ve bu suların arazilere kanalize edilmesi için vadilerin dar bölgelerini, geliştirdikleri inşaat teknikleri ile tutmuşlar ve başta Ma’rib olmak üzere önemli barajlar inşa etmişlerdi. Bu setler hem sel baskınlarına mani oluyor, hem de arazileri sulayarak yılda iki defa ürün alınmasını sağlıyordu. Aslında Sebe devletinin refah düzeyini zirveye çıkaran bu atılım, diğer tali faktörlerle beraber devletin yıkılmasına ve halkın büyük çoğunluğunun kuzeye göçmesine de yol açmıştır. Me’rib Barajı kalıntıları Afrika ve Akdeniz ülkeleri başta olmak üzere geniş bir bölgenin ticari koordinasyonunu sağlayan Sebe Krallığı, milattan önceki tarihlerde özellikle Afrika’da sömürgeciliği yaygınlaştırmıştır. Hz. Peygamber döneminde önemli bir rol üstlenecek olan Habeş krallığının kuruluşu da bu saikle gerçekleşmiştir. Devlet M.Ö. V. yüzyılda en ihtişamlı dönemini yaşamıştır. Bir taraftan Mısırlılar’ın Kızıldeniz üzerindeki hedeflerini büyütmeleri ve Güney Arabistan kıyılarına keşif ve ticari amaçlı seferler düzenlemeleri, diğer taraftan devletin ekonomik anlamda güçlenmesinde en önemli rolü oynayan barajların bakımsızlık nedeni ile yılmaya Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat yüz tutması, devletin zayıflamasına ve çökmesine neden olmuştur. Sebe Suresinde belirtildiğine göre devletin çöküşü yine birçok kavim örneğinde olduğu gibi ilahi cezalandırmayla gerçekleşmiştir. Elbette ki bu ceza doğrudan bir müdahâle ile değil herhangi bir doğa olayına bağlı olarak vuku bulmuştur. “Seylü’l-Arim=Arim Seli” olarak isimlendirilen felaket sonrasında, barajların patladığı, bağ ve bahçelerin sular altında kaldığı anlaşılmaktadır. Halk yaşanamaz hâle gelen bölgeyi terk ederek daha korunaklı Kuzey Arabistan’a göçmüş ve böylece M.Ö. 115 yılında Sebe Devleti yıkılmıştır. Tarihçiler Ma’rib seddinin yıkılışının M.S. Himyeriler döneminde gerçekleştiğini ifade etmektedirler. Himyerî Devleti Kahtanî Arapları’na mensup olan Himyerîler ismini ataları Himyer b. Yeşcub’dan almaktadır. Anayurtları Güney Arabistan’ın yüksek stepleri olan Himyeriler, zamanla Cened şehrini merkez seçmişlerdir. Sebe devletinin yukarıda saydığımız nedenlerle zayıflamasıyla birlikte Himyerî kabileleri Yemen’i egemenlikleri altına almaya başlamışlardır. Yeniden barajları ıslah etmiş ve ticarete canlılık kazandırmışlardır. Başkent olarak ise, daha sonraları Zafâr veya Kataban olarak isimlendirilen Reydân’ı seçmişlerdir. Hâlen bu şehrin günümüzde harabeleri mevcuttur. Savaşçı bir yapıya sahip olan Himyeriler, kısa sürede Güney Arabistan’ın tamamını ele geçirdikleri gibi İranlılar’la mücadele edecek hâle gelmişler ve Arabistan’ın en güçlü devleti olmuşlardır. Kuruluş tarihi olan M.Ö. 115 yılından M.S. IV. yüzyıla kadar olan süreç, Himyerler’in birinci hâkimiyet dönemidir. Bu dönemde feodal bir yapı göze çarpmaktadır. Geniş yetikleri elinde bulunduran hükümdar, mülkün sahibidir. Kendi üstünlüğünü sembolize eden altın, gümüş ve bakır paralar bastırmıştır. Ne ilginçtir ki, elde edilen bu madeni paralardaki figürler Bizans ve Sâsânî etkisini yansıtmaktadır. Himyeri devletinin birinci döneminde ekonomik anlamda sıçrama yapması ve Büyük İskender’in Dicle-Fırat havzasındaki ticaret güzergâhlarını tehdit altında tutması, güney deniz yolunu canlandırmış; Himyerî devleti, bundan büyük kâr sağlamıştır. Ticaretin yoğunlaşması nedeniyle baharat üretimi yapmayan Yemen, baharat ülkesi olarak tanımlanır olmuştur. Ancak Mısır’ın güney denizlerde hâkimiyet kurması ve daha sonra Mısır’ı ele geçiren Romalılar’ın aynı siyaseti devam ettirmesi Himyerî devletinin ticari anlamda sonu olmuş, siyaseten zayıflamışlardır. Ebrehe’nin yaptırdığı Kulleys kilisesi M.S. IV. ve V. asırlar arasında Himyeri Devleti ‘Tebabia’ olarak da isimlendirilen ikinci dönemini yaşamıştır. “Tubba” hükümdarlık ünvanı olarak kullanılmıştır. Ancak sadece Hadramevt bölgesini ele geçirenler için bu unvan kullanılmıştır. İkinci dönemde Himyeriler, yabancı din ve milletlerin baskısı altına girmişledir. Yemen, Roma ve Sâsânîler’in rekabet alanı hâline gelmiştir. Bu rekabet ortamında Doğu Romanın önemli merkezlerinden biri olan Suriye topraklarından Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat buralara gelen Hıristiyan misyonerler, bölgede faaliyet yürütmeye başlamışlar ve etkinliklerini artırmışlardır. M.S. 500’lü yıllarda Necran bölgesinde Hıristiyanlık toplu olarak kabul edilmeye başlamış ve kiliseler inşa edilmiştir. Bizans ve yine Hıristiyan olan Habeşliler’in baskısı, Himyeri hükümdarları tarafından tepkiyle karşılanmış ve onları Yahudiliği kabule itmiştir. M.S. 70’li yıllarda bölgede yayılma sürecine giren Yahudilik, son Tebabia kralı Zûnuvâs tarafından kabul edilerek devletin resmi dini hâline getirilmiş ve halk da bu dini kabule zorlanmıştır. Hıristiyanları, Habeş yandaşı olarak gören kral onları hainlikle suçlayarak ateş çukurlarına atıp yaktırmıştır. Kur’an’da ‘Ashâbu’l-Uhdûd’ (Burûc/85: 4-7) olarak isimlendirilenlerin, Zûnuvâs tarafından ateş çukuruna atılanlar olduğu düşünülmektedir. Bazı araştırmacılar ise bu olayın, Zûnuvasla alakalı olmadığını, putperest bir kralın işi olduğunu ifade etmektedirler. Bu katliamdan canını kurtaran bir kişi, olanları Bizans kralı I. Justinianos’a aktarmış, kral derhal Habeşistan hükümdarı Necaşi’ye (Kaleb Ela Esbaha) mektup göndererek Yemen’e müdahale etmesini istemiştir. Büyük bir ordu ile Yemen’e geçen Necaşi, Zûnuvas’ı mağlup etmiş (523) ve böylelikle Himyeri Devleti yıkılarak ülke Habeşistan’ın hâkimiyetine girmiştir. Himyeri Devleti üzerine büyük bir orduyla gelip onları mağlup eden başkomutan Habeşli Aryat’la, yardımcısı Ebrehe arasında anlaşmazlık çıkmış ve Ebrehe hile ile Aryat’ı öldürerek iktidarı ele geçirmiştir. Hz. Peygamber’in dedesi Abdulamuttalib’in Mekke lideri olduğu dönemde Yemen’in hâkimi Ebrehe idi. Hz. Peygamber’in doğum yılında (570) gerçekleşen Fil Vak’ası, Ebrehe öncülüğünde gerçekleşmiştir. Sana şehrinde Kulleys olarak isimlendirilen tapınağı inşa eden Ebrehe, Kâbe’nin itibarını aşağı çekmek istemekteydi. Bunu başaramayacağını anladığında fillerle donattığı ordusuyla Kâbe’ye saldırmış, fakat sonu bilindiği gibi hüsran olmuştur. Habeşliler’in idaredeki zafiyetleri ve halka karşı katı tutumları Himyeri sülalesini yeniden harekete geçirmiş, Bizans’a karşı İran desteğini arkalarına alarak iktidarı ele geçirmişlerdir. Hükümdar olan Seyf’i tebrik amacıyla Mekke lideri Abdulamuttalib öncülüğünde bir grubun Yemen’e kadar geldiği tarih kaynaklarında yer almaktadır. Bölgede sürekli emelleri olan İran, Yemen’e kendi desteği ile kral tayin ettiği Seyf b. Zîyezen’in ölmesiyle birlikte yeniden bölgeye çıkarma yapmış ve İslam fetihlerine kadar (629) Yemen İran’ın hâkimiyeti altında kalmıştır. Son İran valisi Bazan ise İslam’ı kabul etmiş ve Müslümanların valisi olarak görevine devam etmiştir. Ziraat ve ticarette Arap yarımadasının en gelişmiş bölgesi olan Güney Arabistan’da kurulan devletler, yarımadanın iç bölgelerinden siyasi, sosyal ve kültürel açıdan çok farklı özelliklere sahiptir. Bölgenin İran, Bizans, Habeşistan, Hindistan gibi muasırı olan devletlerle ticari bağları olduğu gibi, siyasi açıdan da sürekli bir rekabet süreci yaşanmıştır. Habeşlilerden ve Sâsânîlerden binlerce asker Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Yemenli kızlarla evlenmiş ve bunun sonucu olarak farklı bir sınıf ortaya çıkmıştır. Ticaret güzergâhlarındaki farklılaşma ve verimlilik ile zirai gelişmişlik düzeyleri, devletlerin bekası için belirleyici olmuştur. Diğer bölgelerdeki Araplarla olan dil farklılığı ve din farklılığı, daha ötesi yaşam farklılığı bölgenin jeopolitik konumuyla ilgilidir. Yarımadanın bu bölümünde kutsal kitaplara konu olacak kadar tarihi olayların yaşanmış olması, zaten Güney Arabistan’ın insanlık tarihi ve özellikle İslam tarihi içerisindeki önemini ortaya koymaktadır. Din ilk çağlardan itibaren bölgede belirleyici unsur olmuş, rekabetin merkezi hâline gelmiştir. Arap yarımadasının, daha doğrusu bütün Sami ırk mensuplarının dini inanışlarında benzerlik vardır. Güney, Kuzey ve Orta Arabistan inanç biçimleri, ileriki sayfalarda değerlendirilecektir. Kuzey Arabistan Petra şehrinde tapınak binası Güneyle mukayese edildiğinde bu bölge tarihi hakkındaki bilgiler daha sınırlıdır. Yeterli arkeolojik çalışmalar yapılmadığı için özellikle ilk çağlara ilişkin elde edilen bilgilere kutsal kitaplardan, Asuri, İbrani, Sâsânî kaynaklarından ulaşmaktayız. Zamanla Helen kültürünün Suriye üzerinden Arabistan’ın iç bölgelerine intikali ile birlikte yeni devletlerin kurulması bölgeye canlılık kazandırmıştır. Güneyden kuzeye uzanan deniz yollarındaki uluslararası ilişkilere bağlı olarak ortaya çıkan güvenlik problemleri, orta Arabistan’dan Suriye’ye uzanan kara yolunu canlandırmış çöllerin derinliklerinde yarı medeni topluluklar oluşmuştur. Güneyde meydana gelen siyasi, sosyal ve ekonomik değişim halkı kuzeye ve yarımadanın orta kısımlarına göçe zorlamış bu da bölgede yeni iskânları beraberinde getirmiştir. Daha önce bahsettiğimiz göç nazariyesi kabul edilecek olursa Arap yarımadasındaki iklimsel ve buna bağlı coğrafi farklılaşma nüfus yapısı üzerinde gelgitlere sebep olmuştur. Komşu köklü medeniyetler, kültürlerinin muhafazası açısından kuzeydeki Araplara olumsuz etkiler yapmıştır. Orta Arabistan’da kurulan küçük çaplı devletler ise kendilerini her açıdan izole etmeyi başarmışlardır. Ekonomik girdileri ağırlıklı olarak ticarete dayanan kuzey ülkeleri, güneyde olduğu gibi salt askeri yapılanmalar üzerine tesis edilmemiştir. Kuzey yerleşim bölgeleri güneye göre daha geniş, metrekareye düşen kişi sayısı ise daha azdır. Düzensiz bir siyasi hayata sahip kuzey Arapları homojen hâle getiren unsur, onların etnik kökenleridir. Bütün iç ve dış etkilere rağmen Arap olarak kalmayı başarmışlardır. Çöl hayatını benimseyen göçebelerle sulak arazilerdeki yerleşik halk, bir arada yaşama geleneğini asırlar boyunca devam ettirmişlerdir. Aslında vahalarda şehirler oluşturan Araplar, geçmişin göçebe toplulukları idi. Münbit Hilal olarak tanımlanan Suriye, Filistin, Irak topraklarına sınır bölgelerde ticaret güzergâhları üzerinde kurulan Arap devletlerinin gelişim trendi doğrudan KuzeyGüney arasındaki ticaret potansiyelindeki değişime bağlı kalmıştır. Kuzey Arabistanda kurulan devletlerin beklide en önemli ortak yanı tam bir bağımsızlık zevkini hiçbir zaman tadamamış olmalarıdır. Daima etraftaki güçlü imparatorluklar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat siyasi ve ekonomik anlamda belirleyici olmuşlardır. Hireliler, Sâsânî; Nabatiler, Helen ve Roma; Tedmürler, Sâsânî; Gassaniler, Bizans egemenliği altında kalmışlardır. Nabatîler Akabe körfezinden Akdeniz’e kadar uzanan bir sahada hâkimiyetini sürdüren Nabatîler, Kuzey Arabistan’da M.Ö. IV.yüzyılın sonlarında kurulduğu tahmin edilen ilk önemli Arap devletidir. Kitabelere göre devletin ilk kralı Haris (Araethas) ve başkenti de, bugün Ürdün sınırları içerisinde bulunan Petra (Arabia Patria) şehridir. Tamamen taştan oyma olan bu şehir hâlen bütün ihtişamıyla ayakta durmaktadır. Nabatilerin kökenine dair farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bazıları onların Arap bazıları ise, Aramî kökenli olduklarını ifade etmişlerdir. Ağırlıklı olan görüş, Nabatiler acemlerle karışmış olsalar da aslen Arap oldukları yönündedir. Nabatiler başlangıçta çöllerde hayvancılıkla uğraşan göçebe bir topluluktu. Vurkaç taktikleri ile civar yerleşkelere saldırılar düzenlerler, kendilerine bir saldırı olduğunda ise çöl içlerine saklanarak hasımlarına pusu kurarlardı. Çöl yaşamının belirgin özelliği olan asi ruha sahip Nabatiler, Buhtunnasr tarafından Yahudiler Babil’e zorunlu göçe zorlandığı dönemde onlarla birlikte göçebe yaşamı terk ederek Petra şehri civarına yerleşip kayaları oymuşlar ve kendileri için güvenli bir şehir inşa etmişlerdi. Muhteşem kale görüntüsü arz eden ve daracık bir geçitten girişi olan şehirde sizi ilk karşılayan tapınak olacaktır. Bütün yapılar estetik ön planda tutularak kayalar oyulmak suretiyle yapılmıştır. Saraylar, depolar, mahkeme binaları, su kanalları, ziyaretçilerine M.Ö. kurulmuş bu krallığın nedenli siyasi ve ekonomik güce sahip olduğunu anlatmaya yetecektir. Arap yazısının ilk basamağını oluşturan Nabat yazısıyla bezenmiş kitabeleri, şehrin yüksek kesimlerinde görmek mümkündür. M.Ö. 312 yılında Büyük İskender’in Suriye valisi Nabatiler üzerine saldırıya geçmiş ancak mağlup olmuştur. Nabatiler sonraki dönemlerde Roma ile işbirliği içerine girmiş Arabistan’ın iç kısımlarına ortak seferler düzenlemişlerdir. III. Haris döneminde Romalılar’la irtibat daha da güçlendirilmiştir. II. Ubeyde döneminde Arabistan içlerine Romalılarla birlikte tekrar bir askeri müdahalede bulunulmuştur. Nabatiler en parlak dönemlerini M.S. I. asırda IV. Haris döneminde yaşamıştır ki, bu da onun Hz. İsa’nın muasırı olduğunu göstermektedir. Şam’ı kendilerine bağlayarak vali atamışlar, söz konusu bu vali, öğretileri ile Hıristiyanlığın ikinci kurucusu sayılan Aziz Pavlos’u yakalamaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Petra Şehrinin girişi Petra merkezli Nabati devletinin hızlı yükselişinden tedirgin olan Roma, siyasi ve ekonomik anlamda birtakım önlemlere başvurmuştur. Nabatilerin en önemli geçim kaynağı olan doğu-batı arasındaki ticaret güzergâhını kuzeydeki deniz yoluna kaydırarak onların zayıflamasına sebep olmuş, buna karşılık Tedmür devletinin yıldızının parlamasına katkı sağlamıştır. Bununla da yetinmeyen Roma Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Petra şehrinden bir görünüm 19 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat imparatoru Traianus saldırıya geçerek Petra şehrini ele geçirmiş ve M.S. 106 yılında Nabati devletine son vermiştir. Yıkılışları sonrası daha önce hâkim oldukları bölgelerde dağınık bir hâlde varlıklarını devam ettirmişledir. Tarihçi Belazurî, Müslümanların Suriye topraklarına gerçekleştirdikleri fetihler esnasında Nabati toplulukları ile karşılaşıldığından bahsetmektedir. Hatta Hz. Peygamber döneminde Nabati tüccarlarının Medine ile ticari alışveriş içerisinde oldukları rivayetler arasındadır. Nabatilerin orta Arabistan Arapları arasında iyi bir imaj bırakmadığını, Arapların, aşağılamaya çalıştıkları kişiler için ‘Nabat’ ismini kullanmalarından anlamaktayız. Hz. Ömer’in uzak bölgelere göndermiş olduğu askerlere ve komutanlara söylemiş olduğu “Nabatlaşmayın” ifadesi, İslami dönemde Nabatların Araplar arasında iyi tanınmadığının bir başka kanıtıdır. Tedmür/Palmira En eski Sami dilinde Tadmor olarak bilinen, Yunanlar’ın Palmira olarak isimlendirdikleri Suriye’nin başkenti Şam’ın Kuzey doğusunda çöl içerisindeki bir vahada kurulmuş olan şehrin tarihinin M.Ö. 1000’li yıllara dayandığı sanılmaktadır. Bölge doğu ile Şam arasındaki ticaret güzergâhı üzerinde bulunmaktadır. Şehrin çölle kaplı bir alanda kurulmasına rağmen ticari merkez hâlini alması, şöhretini gün geçtikçe artırmıştır. Bölgenin önemli iki gücü Sâsânî ve Roma arasında dengeli politika izlemeye çalışan Tedmür halkı bunun karşılığını görmüş, her iki devletin de desteğini arkasına almıştır. Tedmür’ün yıldızı M.S. I. yüzyıldan itibaren parlamaya başlamıştır. Romalılar’ın Hindistan’a kadar uzanan deniz ve kara yolundaki değişimi Tedmür’ü güçlendirirken Nabatilerin zayıflamasına sebep olmuştur. Artık Romalılar ticaret yollarını daha kuzeye yani Tedmür üzerine kaydırmış, bu da şehrin yakın doğunun en zengin şehri olmasını sağlamıştır. Şehrin kalıntılarının ihtişamlı görüntüsü tarihçileri de etkilemiş olacak ki, İbnü’l-Esir başta olmak üzere birçok Arap tarihçi Hz. Süleyman’ın cinlere inşa ettirdiği şehrin burası olduğunu iddia etmiştir. Tedmür’ün M.S. I. asırda Roma himayesi altına girdiği ancak tam anlamıyla bağımsızlığını kaybetmediği görülmektedir. M.S. 130-270 yılları arasında devlet en parlak dönemlerini yaşamıştır. Roma ile gerçekleştirilen ittifak İran hükümdarı I. Şapur’u kızdırmış, kendisine uzatılan barış elini kabul etmemiş ve Suriye topraklarını ele geçirmeye başlamıştır. O zamanlar devletin başında bulunan Uzayne (Odenathus) daha önce savaş alanlarında boy göstermemiş olan ordularıyla saldırıları püskürtmüş, 295 yılında da Sâsânîleri ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Bu başarısının sonucu olarak Roma imparatoru tarafından kendisine Doğu İmparatoru nişanesi verilmiştir. Bu başarı devletin şanını yüceltse de birkaç yıl sonra Romalılar tarafından suikast sonucu öldürülmesine neden olmuştur. Yerine güzelliği ile ünlü, Arap efsanelerine konu olan karısı Zeyneb (Zenobia-Zebba) tahta geçmiştir. Zaferden zafere koşan doğunun imparatoriçesi Zeyneb, Mısır ve Anadolu’nun büyük bir kısmını ele geçirmiş, Kadıköy önlerine kadar dayanmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Bizans kralı Aurelian bu ilerleyişi durdurmak için bölgeye sefer düzenlemiştir. Hıms şehri yakınlarındaki savaşı kazanarak Kraliçenin oturduğu Tedmür’e girmiştir. Kraliçe şehri terk edip hecin devesi ile çölün derinliklerine doğru kaçtığı esnada yakalanmış ve altın zincirlere vurularak Roma’ya götürülmüştür. Şehirde tekrar bir ayaklanmanın baş gösterdiğini duyan Aurelian geri dönerek Tedmür’ü tahrip edip harabe hâline getirmiştir. Böylelikle Tedmür devleti yıkılmış oldu. Şehir Müslümanların fethine kadar Bizans’ın hâkimiyetinde kaldı. Tedmür’de oluşan medeniyet Yunan, Suriye ve Fars medeniyetinin karışımından teşekkül etmiştir. Batı Arami dilini kullanmalarına rağmen, sıkça geçen Arapça kelimeler onların Arap ırkından olduklarının en önemli kanıtları arasında sayılmıştır. Petra gibi Tedmür şehri de Kuzeydeki çöl Araplarının ulaştığı medeniyet seviyesinin en önemli kanıtıdır. Ticari girdilerle refah düzeylerini artıran bu devletlerin yıkılışı ticaret yollarının değişimi sonrası gerçekleşmiştir. Gassaniler Nabat ve Tedmür krallıklarının yıkılması sonrası Arap çölünün derinliklerinden gelen saldırılar, hem Bizans hem de Sâsânîler’i sıkıntıya sokmaktaydı. Yapılan hücumlar sonrasında elde ettikleri ile birlikte çöle çekilen Arapları takip imkânı da yoktu. Bu gerekçeyle Bizans ve Sâsânîler tampon bölge oluşturmak amacıyla sınır bölgelerinde Arap toplumlarından oluşan yarı bağımsız devletler oluşturma çabasına girmişleridir. Bu devletlerin ortaya çıkışında Sâsânî ve Bizans arasındaki rekabetin de payının olduğunu ifade etmek gerekir. Güney Arabistan’da kurulan Sebe veya Himyeri devletlerinin inşa ettikleri barajların yıkılması sonucu bölgenin sular altında kalmasıyla, halkı kuzeye göçmüş ve bunlardan bir kısmı Suriye topraklarına yerleşmişti. M. III. yüzyılda Kahtanilerin Kehlan koluna mensup Güney Arabistan kabilesi reisi Amr Müzeykıya’nın oğlu Cefne önderliğinde Gassani devleti kurulmuştur. Kurucusuna nispetle bu devlete Cefneoğulları adı da verilmiştir. Gassaniler, göç sonrasında bir süre Selihoğulları kabilesinin himayesi altında kalmışlardır. Güçlenen Gassaniler, Selihoğullarını bölgeden sürerek Şam ve Tedmür bölgelerinin hâkimi oldular. Roma, Gassanilerin güçlendiğini gördüğünde bunu kabul etti ve Kralı onlardan seçti. Miladi V. asırda tam olarak Bizans’a bağımlı hâle gelen devlet Arap saldırılarına karşı koyan tampon ülke konumundaydı. Devlet II. Haris zamanında (529-569) en ihtişamlı dönemini yaşadı. Haris, Bizans’a karşı yapmış olduğu hizmetlerden dolayı “en büyük hükümdar/Patricius” unvanını almıştır. ‘Topal veya Aksak Haris’ olarak da tanınan bu kral döneminde Bizans hiçbir savaşta mağlup olmamıştır. Soydaşları olan Hireliler’e karşı birçok savaş kazanmasına rağmen 544 yılında Hire kralı III. Münzir ile yaptığı savaşta oğlu esir alınmış ve Münzir tarafından en büyük put olan Uzza’ya kurban edilmiştir. Aradan geçen on yıl sonunda gücünü toplayan Haris tekrar Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Lahmiler/Hireliler üzerine yürümüş ve Arapların “Halime Günü” olarak isimlendirdikleri savaşta düşmanları ağır bir hezimete uğramıştır. Elde etmiş olduğu başarıları taçlandıran olay ise 563 yılında Bizans hükümdarı I. Jüstinye’nin, Haris’i başkent Kostantineye’ye çağırmasıdır. Burada düzenlenen tören sonrasında Urfa başpiskoposluğuna getirilen Yakub el-Bardaî Arapların başpiskoposu kabul edildi. Monofizit mezhebe mensup Urfa başpiskoposluğu ile ona muhalif olan Bizans başkenti arasında uzlaştırıcı görevi II. Haris üstlendi ve aranın yumuşamasına katkı sağladı. Haris’in bu diyalog ağırlıklı politikası Hıristiyan olmayan diğer Arap kabilelerine karşı desteğinde de göze çarpmaktadır. Haris’in ölümü sonrası yerine oğlu Münzir geçmiştir. Aşırı Monofizit olması nedeniyle Münzir’in Bizans’la arası açılmıştır. Aynı zamanda Hireliler saldırılarını yoğunlaştırmış, ancak Gassani hükümdarı Münzir onları ağır bir yenilgiye uğratmıştır. Bu başarı Bizans hükümdarının gözüne girmeye yetmemiş, tam tersine kendisine suikast düzenlenmiş, Münzir bu suikasttan kurtulmayı başarmıştır. Bir süre Bizans ile ilişkileri askıya alan Münzir, Bizans imparatorunun yakınlaşma arzusu karşısında uzlaşma yoluna gitmiştir. Başkente çağrılan Münzir’e taç giydirilmiş ve ‘Arapların Kralı’ namıyla anılır olmuştur. Dönüşte Hire başkentine saldırmış ve şehri tahrip etmiştir. Bütün bunlara rağmen Bizans’ın Gassani içindeki temsilcileri Münzir hakkında aleyhte propaganda yürütmüş ve o esir alınıp Kostantiniye’ye götürülerek hapsedilmiştir. Tahta geçen Münzir’in oğlu Numan babasının intikamını almak maksadıyla Anadolu içlerine seferler düzenlese de, o da yakalanıp Bizans’a götürülmüştür. Numan sonrasında Gassani ülkesinde büyük bir çalkantı başlamış her kabile kendi bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu fırsatı iyi değerlendiren Sâsânî hükümdarı Hüsrev Perviz Gassani hâkimiyetine son vermiştir. Bizans’ta iktidara Herakleios’un geçmesi sonrası Sâsânîler’den kaybedilen topraklar tekrar geri alınmıştır. Gasaniler Bizans’ın bölgedeki hâkimiyeti sağlaması sonrası onlarla ittifakını sürdürmeye devam etmiştir. Söz konusu dönemde Gasaniler’in başında Cebele b. Eyhem’in bulunduğu anlaşılmaktadır. Cebele Yermuk savaşında 12.000 kişi ile Bizans ordusu içerisinde yer almış, savaş sonunda cizye vermeyi kabul etmediği için kabile mensupları ile birlikte Bizans’a sığınmıştır. Hz. Peygamber döneminde dağınık hâlde bulunan Gassaniler’e liderleri vasıtasıyla İslam’a davet mektubu gönderildiği bilinmektedir. Gassaniler’in kendilerine gelen elçileri öldürmeleri sonrası Müslümanlarla Gassani birlikleri Mute savaşında karşı karşıya gelmiştir. Gassaniler’in Medine üzerindeki tehditleri son bulmamış olacak ki, Hz. Peygamber Tebuk bölgesine büyük bir ordu gönderme zarureti hissetmiştir. Gassaniler’in bölgedeki kalıntılarının İslami dönemde bazı fetih hareketlerine iştirak ettikleri rivayet edilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Gassaniler’in bölgede ulaştıkları medeniyet seviyesi soydaşları olan diğer Arap devletlerinden daha üst düzeyde idi. Suriye’de harabeleri bulunan çok sayıdaki Gassani şehri ve kasabaları bunun kanıtıdır. Gassani saraylarında ağırlanan ünlü şairler, edebiyatçılar, İslam öncesi dönemde Yunan ve Suriye kültürü yanında Arap kültürünün de canlı tutulmaya çalışıldığını göstermektedir. Hireliler/Lahmiler Gasaniler gibi Hireliler de Güney Arabistan’dan göçen Araplardan oluşmaktaydı. Kahtani soyundan gelen Lahm b. Adi b. Haris’e dayandırıldığı için Lahmiler olarak isimlendirilmişlerdir. Lahmiler Başkentleri Hire olduğu için Hireliler, kurucularına nispetle Amr b. Adioğulları, üç hükümdarlarının ismi Münzir olduğu için Menâzire adlarıyla da anılmıştır. Hire devletinin kurulmasında İran’ın içerisinde bulunduğu siyasi durumun önemli etkisi olmuştur. Büyük İskender’in İran’da tohumlarını attığı eyalet sistemine bağlı yönetim biçimi milattan sonraki dönemlere kadar devam etmiş, bu da güneyden göçen Arapların yarı bağımsız bir devlet kurmalarını kolaylaştırmıştır. Gassaniler nasıl Bizans sınırında tampon görevi yürütmekteydilerse, Hireliler de Sâsânîler için aynı görevi görmekteydiler. Fırat nehri kenarında, Kufe’ye yakın bir bölgede tarihi kökenleri M.Ö. 600’lü yıllara kadar götürülen Hire şehrinde kurulan Arap devletinin ilk hükümdarı Amr. b. Adî’dir. Amr, İran’da Erdeşir b. Babek’in birliği sağlaması sonucu Sâsânî devletini kurdu (230). Hire’ye bedevi ve Bizans tehlikesine karşı özel bir statü verdi. Hireliler’in en meşhur hükümdarı ise İmruulkays’tır (288-328). Hıristiyan olduğu için Bizans’la da iyi ilişkiler içerisinde bulunmuş, Suriye üzerine düzenlediği sefer esnasında ölmüştür. Zamanla Hireliler Sâsânîler’in iç işlerine karışacak kadar güç kazanmıştır. Örneğin, Numan el-A’ver başkent Medâin’i basarak hükümdar değişikliği yapacak kadar ileri gitmiştir. III.Münzir VI. yüzyıl içerisinde hükümdar olduğunda Bizans’la olan mücadeleler hız kazanmış ve Bizans mağlup edilerek barış imzalamak zorunda kalmıştır. Münzir, Gassaniler’le girdiği savaşta öldürülmüş ve yerine geçen oğlu Bizans-Sâsânî arasındaki barış gereği çatışmadan uzak durmuştur. Hire’nin son hükümdarlarından biri olan III. Numan b. Münzir döneminde Hire’de Arap hâkimiyeti pekişmiştir. Siyasi başarılar yanında devlet kültür ve sanat alanında da zirve dönemlerinden birini yaşamıştır. Kızıyla evlenmek isteyen Sâsânî kralına ret cevabı veren Münzir, kralın huzuruna çağrılmıştır. Mecburen başkent Medâin’e giden Münzir yakalanarak hapsedilmiş ve daha sonra öldürülmüş ve böylece Hire devleti yıkılmıştır. Fırat kenarında bereketli topraklarda hâkimiyetini sürdüren Hireliler tarım, hayvancılık ve ticaretle meşgul olmuşlardır. Düzenlenen panayırlar bölgeyi ticari merkez hâline getirmiştir. Siyasi anlamda Bizans-Sâsânî ilişkisinde denge görevi gören her iki Arap devleti, bölgenin İslamlaşma sürecinde Arap topluluklarının adaptasyon sürecini hızlandırmış ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemi ile birlikte iç siyaseti Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat belirleyen kabile dengelerinde Kuzeyli-Güneyli çekişmelerinin merkezinde yer almıştır. Orta Arabistan (Hicaz) Hicaz, incelediğimiz dönemde siyasi ve ekonomik gelişmişlik düzeyi açısından Arap yarımadasının en geri bölgesi olmasına rağmen bu gün tarihi geçmişi açısından en fazla dikkat çeken bir merkez olmuştur. Elbette İslam dininin Mekke’den yayılmış olması bunun temel nedenidir. Güney ve kuzeyde kurulan; şehirleri, büyük imparatorluklarla ittifakları, sermaye birikimleri ile ün yapmış Arap devletlerinin aksine, orta Arabistan kurak, tarıma elverişsiz arazilerle kaplı halkın daha ziyade göçebe yaşam tarzını benimsediği bir merkezdi. Bu durum dünya imparatorluğu kuran ve Güney Arabistan bölgesine kadar inen Büyük İskender dahil olmak üzere güçlü devletlerin dikkatinin bu bölgeye yönelmemesine neden olmuştur. Önemli siyasi olayların yaşanmadığı, içe kapalı bir bölgenin geçmiş tarihi hakkındaki bilgiler de elbette sınırlı olacaktır. Bununla birlikte İslam tarihi kaynaklarında cahiliye dönemi adı altında teyide muhtaç birçok bilgi ile karşılaşmak mümkündür. Bunun asıl nedeni insanlık tarihi açısından dönüm noktası olan Hz. Peygamber’in burada doğması ve İslam’ın buradan yayılmaya başlamasıdır. Her şeye rağmen yazıdan çok sözlü edebiyata önem veren çöl Arapları, bizlere tarihi aydınlatacak vesikalar bırakmadığı ve İslam öncesi Hicaz bölgesi hakkında çok sınırlı bilgilere sahip olunduğu bilinmelidir. Bağımsızlığına düşkün insanların bir arada yaşadığı Hicaz; İran, Bizans, Habeşistan gibi güçlü devletlerin boyunduruğu altına hiç girmemiş, kültürel anlamda safiyetini korumuşlardır. Onların sahip oldukları en büyük zenginlik merkezlerinde barındırmış oldukları kutsal Kâbe idi. Orta Arabistan denildiğinde üç önemli şehir akla gelmektedir. Bunlar; Mekke, Medine ve Taif’dir. Pek tabiidir ki, Mekke bunlar arasında tarihi açıdan ayrı bir yere sahiptir. Aslında Hicaz denildiği zaman ilk akla gelen önce Mekke sonra Medine’dir. Mekke, etrafı üç yüzü aşkın dağlarla çevrili, Kur’an’ın ifadesiyle ‘hiçbir ziraatın yapılmadığı’ verimsiz arazilerle kaplı bölgedir. Şehre otuzdan fazla isim atfedilmektedir. Bugün de yaygın olarak kullanılan ‘Mekke’, bunların en fazla bilinenidir. Kur’an’da zikri geçen ‘Bekke’ kelimesinin aynı anlamda olduğu, dilcilerin ağırlıkla kabul ettikleri bir görüştür. Mekke tarihine ilişkin birçok farklı görüşler ortaya atılmıştır. Mekke şehrinin Hz. İbrahim tarafından kurulduğunu iddia edenler olduğu gibi, çok daha önce Hz. Hud ve Hz. Salih’in burada yaşadıkları, şehir tarihinin onlarla başladığı da ifade edilmektedir. Hatta İslami inanışa göre Kâbe’nin ilk temelleri Hz. Adem tarafından atılmış, tufandan sonra yıkılan binayı Hz. İbrahim ile oğlu İsmail yeniden yapmıştır. Mekke’nin ilk sakinleri Hz. Nuh’tan itibaren burada yaşadıklarına inanılan Amâlika’dır. Bunların Kuzeyden yani Mezopotamya bölgesinden geldikleri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Mekke’nin tepeden görünümü belirtilmektedir. Kalablık bir kabile olan Amâlika bugün Kâbe’nin bulunduğu bölgede değil, suyun daha bol olduğu civar bölgelerde yaşamaktaydı. Bir süre sonra Cürhümlüler Mekke’ye hâkim olmuşlardır. Cürhümlüler’in gelişinden kısa bir süre sonra (M.Ö. 2000) Hz. İbrahim’in eşi Hacer ve oğlu İsmail’i buraya yerleştirdiği rivayet edilmektedir. Mekke yakınlarındaki Faran dağına bırakılan Hz. İsmail’in, bu esnada bazılarına göre henüz bebek, diğer bazılarına göre ise 12-13 yaşında olduğu iddia edilmiştir. Dikenlik ve çalılıklarla kaplı olan Harem bölgesinde suyun çıkması sonucu Amalika ve Cürhümlüler bu bölgede toplanmışlardır. Şehirleşmenin başladığı tarihten itibaren Cürhüm kabilesinden bir kızla evlenen Hz. İsmail’in soyu Araplaşmaya (Arab-ı Mustaribe) başlamıştır. Güney Arabistan’dan bölgeye göçen Cürhümlüler’in hâkimiyeti M. 200’lü yıllara kadar devam etmiştir. Yine Yemen’den buraya gelen Huzâa kabilesi Cürhümlüleri Mekke’den çıkartarak şehre hâkim olmuşlardır. Huzalılar’ın iktidarı 300 yıl kadar sürmüştür. Kureyş kabilesi bu dönemde yavaş yavaş güçlenmeye başlamış, Hz. Peygamber’in dördüncü göbekten dedesi Kusay b. Kilâb Mekke idaresini ele geçirmiştir (M. 440). Huzaalıları Mekke’den sürgün eden Kusay’ın etkinliği daha da fazla artmış, itibar kazanmanın en önemli aracı olan Kâbe görevlerini (Sifaret (Elçilik) - Hicabet (Perdedarlık) - Liva (Sancaktarlık) - Sikâyet (Hacılara su dağıtımı) - Rifadet (yemek dağıtımı) - Nizaret (malların kontrol görevi), Nedve (Meclis başkanlığı) uhdesine almış ve şehir meclisinin toplandığı Daru’n-Nedve’yi yaptırmıştır. Kusay, Kinaneoğulları’ndan olup, kökenleri ise Adnan’a ve ondan Hz. İsmail’e kadar uzanmaktaydı. M. 540 yılına gelindiğinde, Mekke hâkimi Kusay’ın torunlarından Abdulmuttalib idi. Zaten popüler bir kişiliği olan Kureyş lideri Abdülmuttalib’in ününü bir kat daha artıran olay, Ebrehe ile olan karşılaşması ve Ebrehe ordularının Kur’an’ın Fil Suresinde aktarıldığı şekliyle ağır bir hezimete uğraması olmuştur. Bu olayın olduğu yıl, Arab yarımadasının kaderini değiştirecek olan Resulullah’ın (s) doğum yılıdır. Bundan sonra Mekke’de, daha ötesi Arabistan’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Mekke’nin, Kur’an vahyin indiği şehir olması ve vahyin iniş merkezi olarak buranın seçilmesinin tesadüflere bağlı olmayıp birçok gerekçesinin olduğu ifade edilmektedir. Gerçekten Mekke’nin kuruluşundan itibaren tarihi süreci incelendiğinde, dinî merkez olarak seçilmesinin hiç de tesadüfü olamayacağı anlaşılacaktır. Muhammed Hamidullah, Mekke’nin merkez olarak seçilmesinin coğrafi, sosyolojik, psikolojik ve filolojik sebeplere bağlı olduğunu ifade etmiş ve bunları başlıklar hâlinde inceleyerek temellendirmeye çalışmıştır. Mina, Zü’lMecaz, Mecenne, Ukaz adındaki dört önemli fuar alanı, senenin dört ayının Haram Aylar (Eşhuru’l-Hurum) olarak ilan edilmesi ve hiçbir bölgede olmayan güvenli bir ortamın oluşturulması, buna bağlı olarak Kur’an’da ‘kış ve yaz seferleri’ (Kureyş/106: 1-4) olarak isimlendirilen ve yılda iki defa tertip edilen büyük ticaret filolarının buradan hareket etmesi, Mekke’yi dini olduğu kadar ticaret merkezi hâline de getirmiştir. Bu nedenle Mekke Şehirlerin Anası (Ummu’l-Kura) olarak isimlendirilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Mekke dışında verimli arazileri ve sularının bolluğu ile tanınan Medine (Yesrib) ve Taif şehirleri de, Hicaz’ın’ın diğer iki önemli merkezlerindendi. Mekke’nin 500 km. kuzeyinde yer alan, Yemen’le Suriye’yi birleştiren baharat yolu üzerindeki Yesrib şehri, daha sonraları Aramice ‘Medine’ ismiyle anılır olmuştur. Şehrin eski sakinlerinden olan Yahudi kabileleri hurma yetiştiriciliğine önem vererek bölgeyi ziraat merkezi hâline getirmişlerdir. Yahudilerin buraya Filistin’in Romalılar tarafından işgali sonrası gelip yerleştikleri sanılmaktadır. Yahudiler dışında şehrin diğer sakinleri ise Kuzey’e göçen Araplarla aynı kökene sahip Yemenli Evs ve Hazrec kabilesidir. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretine kadar kozmopolit yapıya sahip Medine Yahudi ağırlıklı bir siyasi yapılanma ile varlığını sürdürmüştür. Aynı kökene sahip Evs ve Hazrec ise, yıllardır süren savaşlara tutuşarak barışı temin edecek bir kurtarıcı bekler hâle gelmişlerdir. Medine hurma bahçeleri Taif, Mekke’den 150 km. uzaklıkta olmasına rağmen denizden yüksekliği 1000 m. civarında olup serin ve yağış alan bir şehirdir. Oldukça eski yerleşke alanı olan Taif’te yağmur sularını tutan ve tarihi çok eskilere dayanan su bendi kalıntıları, bölgenin geçmişte de önemli bir tarım şehri olduğunu göstermektedir. Taif, yarımadanın nar, gül, incir, üzüm ve bademi ile ünlü bir şehridir. Halen tarihteki bu özelliğini korumaktadır. Serin olması nedeniyle Mekke zenginleri tarafından sayfiye olarak kullanılmaktaydı. Hz. Peygamber’in Taif kuşatması esnasında şehrin surlarla çevrili olduğu görüldüğünde, doğal zenginliği nedeniyle şehrin saldırıya açık olduğu düşünülebilir. Taif’ten tarihe damgasını vurmuş önemli komutanlar çıkmıştır. Haşimi-Umeyye çekişmesinde, bölge kabilesi olan Sakifliler önemli rol oynamıştır. Orta Arabistan’ın eski tarihi hakkında bilgilerin birçoğuna, ‘eyyâmu’l-Arab’ olarak isimlendirilen kabileler arası savaş hatıralarından ulaşılmaktadır. Sınır anlaşmazlığı, otlak ve su paylaşımındaki çekişmeler gibi hususlardan ortaya çıkan savaşlar, Arap çöl hayatının vazgeçilmezi hâline gelmiştir. Medine’li Hazrec ve Evs kabileleri arasındaki Yevmu’l-Buâs, Kureyş ile Hevazin arasındaki Yevmü’l-Ficâr bunlardan bazılarıdır. Bölgedeki göçebe Araplarda, ortak mülkiyet söz konusudur. Kabile yönetimi erkek egemen bir anlayışa dayanmaktadır. Özgürlüğüne düşkün Araplar tek adam idaresini benimsemezler. Kabilenin en yaşlısı olan ve halkın itibar ettiği kişi yönetici konumdadır. Kabile reisi seyyid, şeyh, arif gibi isimlerle anılmakta olup, görevi kabile içinde hakemlik yapmaktır. Düzenli bir orduları olmadığı gibi vergi mükellefiyetleri de yoktu. Yerleşik hayatı tercih edenler ise şehirlerde oturmakta ve hayatlarını ziraat ve ticaretle sürdürmektedirler. Çok eşle evlilik ve kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi sanıldığı gibi yaygın değildi. Kabile rekabetlerinde propaganda aracı olarak kullanılan şiir, bugünkü anlamda medya gücünü temsil etmekte ve toplumda belirleyici bir rol oynamaktaydı. Şairler ülke ülke gezmekte ve hünerleri karşılığında taltif edilmekteydi. Hicaz bölgesinde okuma yazma oranı yok denecek kadar düşüktü. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Yaşam koşulları gereği gök cisimlerinin hareketleri ve bunların yeryüzüne etkileri konusunda uzmanlaşmışlardı. Araplar ayrıca çok iyi iz sürmekteydi. İz sürmekle kalmaz ayak izlerinden şahısları tanıyacak kadar uzmanlaşırlardı. Asabiyet (kabilecilik) anlayışının zorunlu bir sonucu olarak İlmu’l-Ensâb (soy ilmi) konusunda oldukça mahirdiler. Ağırlıklı olarak göçebe yaşamı benimsemiş olan Hicaz Arapları dünya medeniyetlerinin en az etkileyebildiği kendine özgü bir yaşam biçimi benimsemiş işlenmeye hazır bir hammadde görüntüsündeydi. Arap toplumun dünya tarihinde söz sahibi olması son dinin temsilcileri olmalarına bağlıdır. Yukarıda izah ettiğimiz gibi kuzey ve güneyde güçlü devletlerin boyunduruğu altında olan, iç kesimlerde ise medeni bir toplum olma özelliğinden uzak kabile anlayışını benimsemiş Arapların İslam’ı kabulleri, medeniyet hazinelerine ulaşan kapıları açan anahtar olmuştur. Bu açıdan bakıldığında İslam öncesi Arapların dini durumları önem arz etmektedir. Aslında sanıldığının aksine, Arapların eski dini yaşantıları hakkında elimizde bol materyal mevcut değildir. Kitabeler, diğer milletlerden kalma eserler ve kutsal kitaplardan Arapların dinleri hakkında bilgiye ulaşabilmekteyiz. İslami kaynaklarda Arapların en eski dinlerinin tevhit esaslı olduğu ifade edilmektedir. Özellikle güney Arapları tarafından Rahmân ve Allah ifadelerinin kullanıldığı görülmektedir. Allah kelimesi diğer putlardan ayrı olarak en yüce yaratıcı için kullanılmaktaydı. Cahiliye şiirleri, onların Allah’ı tanıdıklarını ve ona daha üstün sıfatlar atfettiklerini göstermektedir. Kur’an’ı Kerim bazı ayetlerle bunu teyit eder. (Ankebut/29: 61-65, Lokman/31: 25, 32). Araplar zamanla Allah inancını kabulle beraber ona “evsân”, ensâb” adlarıyla aracı putlar edinmeye başlamışlardır. Putperestliği Arap yarımadasına getiren ilk kişinin Amr b. Luhay olduğu rivayet edilmektedir. Çok tanrılı inancın yaygınlaştığı dönemlerde dahi Haniflik olarak isimlendirilen İbrahimî dinin bazı inanç ve ibadetlerinin mevcut olduğu bilinmektedir. Haklarında çok fazla bilgi olmayan Hanifler bir birlik oluşturamadan bireysel olarak dinlerini yaşamaya çalışmışlardır. Güney Arabistan’da Ay, Güneş, Zühre yıldızı üçlüsü tanrı olarak kabul edilmiştir. Bu inancın Mezopotamya’dan bölgeye intikal ettiği düşünülmektedir. Ay en büyük Tanrıdır ve adı Almakah veya Vedd’dir. Vedd isminin kuzey Arabistan kitabelerinde ve Kur’an’da Nuh Suresinde bahsi geçmesi (Nuh/71: 23), bu ismin, kuzeyde tanındığını göstermektedir. Ay kadar Güneş’e tapınma geleneği de yaygındır. Güneyde Güneş, dişi; kuzeyde ise, erkek tanrı olarak bilinirdi. ‘Abduşems’ (güneşin kulu) isminin şahıslar için kullanılması, Lat, Menat, Uzza gibi putların güneş tanrıçası olarak addedilmesi, bölgede güneşin tanrılaştırıldığının kanıtıdır. Zühre yıldızı, eski Mezopotamya medeniyetlerinin Tanrılarından biri olan Aster’i andırmaktadır. Cinsiyet farkı olsa da güneyde ve kuzeyde tanınan bir tanrıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Mekke’de her evde bir put bulunmaktaydı. Lat, Menat, Uzza ve Hübel putları dışında başka isimlerle anılan birçok put mevcuttur. Kur’an‘da da ismi geçen Yeuk, Yegus, Suva, Nesr, İsaf, Naile bunlardan bazılarıdır. Üç yüz altmışa yakın put bulunan Kâbe merkez olup, ayrıca imkânı olanlar evlerinde de put edinmekteydiler. Kâbe dışında tapındıkları mahallere de bazen aynı ismi (Kâbe) vermişlerdir. Güneyde Himyeriler’in putlarla bezenmiş Riyem adlı tapınakları vardı. Özellikle Kâbeyi hac eden Araplar, kendi putları önünde durarak onlara saygı gösterirdi. Putperestlerde tam bir ahiret inancı yoktu Putlar’ın temsili görünümü Araplardan bazılarının ticari ilişki içerisinde bulundukları Yahudilerle münasebetleri sonrası onların dinini kabul ettikleri, Himyeri kralını etkisi altına alan iki Yahudi din adamının Himyerileri ikna edip Yahudileştirdiği, yine Evs ve Hazrec kabilelerinden bir kısmının Medine’ye geldikten sonra bu dine katıldıkları rivayet edilmektedir. Arap yarımadasında varlığı bilinen bu dine çok farklı teveccüh gösterilmediği anlaşılmaktadır. Baskı altına alındıkları Filistin başta olmak üzere farklı bölgelerden sığınmacı olarak Arabistan’a gelen Yahudilerle Arapların arası hiç düzelmemiştir. Hıristiyanlığın Araplar üzerindeki etkinliği çok fazla olmuş ve birçok Arap kabilesi Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Örneğin kuzey Araplarından Hireliler ve Gassaniler, Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmiştir. Bunlar dışında Hıristiyan misyonerlerin çabalarıyla Arap yarımadasında yaşayan kabilelerin birçoğu da Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Hz. Peygamber’in doğumuna yakın Ebrehe’nin Kulleys adında Yemen’de ihtişamlı bir kilise yaptırması, bölgede Hıristiyanlığın gücünü göstermektedir. Putperestliğin Arap yarımadasının bütün bölgelerinde yaygın olduğu, diğer semavi dinlerin de azımsanamayacak taraftarı bulunduğu bir süreçte, bütün bu inanç sistemlerini boşa çıkarmak hedefiyle gönderilen İslam dini, Arap ülkesinin kalbi Mekke’den doğmuş, Arab’ın tek çatı altında toplanarak dünya medeniyeti kurmasında başat rol oynamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Özet Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat •Yeryüzünde insanlık tarihinin başlangıcından itibaren düşünen sosyal bir varlık olma özelliğine sahip insanoğlu, güvenlik barınma ve iaşe temini için en müsait ortamlarda varlığını sürdürmeyi tercih etmiş ve türdeşleri ile acımasız mücadelelere girişmiştir. Devletlerin siyasi ve kültürel anlamda kalkınmışlığı ile ekonomik gelişmişliklerinin paralellik arz ettiği bilinmektedir. Daha ziyade tarıma ve hayvancılığa dayalı medeniyetlerde vazgeçilmez olan verimli ve sulak arazilerdir. Elde edilen üründeki artış sanayinin oluşmasına ve ihracatın gelişmesine yol açmıştır. Buradan yola çıktığımızda eski çağlarda Mezopotamya ve Mısır’da nehirlerin taşması sonucu oluşan deltalar güçlü medeniyetlerin oluşumuna zemin hazırlamıştır. •Mezopotamya’da kurulmuş en eski medeniyetlerden ilki M.Ö. 4000’li yıllara dayanan Sümerlerdir. Tekerleğin ve yazının mucidi olmakla ünlenen bu uygarlık, madenleri eriterek insanların hizmetinde kullanmaya başlamış ve bölgede önemli şehir merkezleri inşa etmişlerdir. Şehir devletlerine ayrılan ve zayıflayan Sümerleri yıkan Akadlar, bölgede 200 yıl iktidarlarını devam ettirmişler ve büyük bir imparatorluk kurmuşlardır. Dünyanın yedi harikasından biri olan asma bahçeleri ile ünlü Babil şehri sakinleri, en önemli kralları Hammurabi zamanında oluşturdukları kanunlarla ulaştıkları medeniyet seviyesini ortaya koymuşlardır. Ninova merkezli kurulan ve Suriye, Filistin, Mısır’ı ele geçiren Asurlular, göçebe çöl Arapları üzerine bir çok sefer düzenlemiş, sanatta büyük gelişmeler sağlamıştır. •Sami ırka mensup İsrailoğulları, yakın tarihlerindeki görünümlerinden farksız olarak hep çatışmanın merkezinde yer almış, defalarca yurtlarından sürülmüş, her şeye rağmen varlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir. •Arapların İslam öncesi ve sonrasında en fazla irtibat içersinde oldukları ve etkilendikleri kadim medeniyet Sasânilerdir. En önemli rakipleri olan Bizans’la mücadelelerinde taraftarı olan Kuzey Araplarını hedeflerini gerçekleştirmek için kullanmaktan geri durmamıştır. •Kast sistemine bağlı farklı sınıfsal yapıların bulunduğu Hindistan-Yunan kültürü transferi ile karma bir medeniyetin oluşumunda önemli rol oynamıştır. •Tanrı ve Altay dağları arasında at sırtında hayatını sürdüren savaşçı Türkler Hun imparatorluğu ile ulaştıkları siyasi gücü kavimler göçü sonrası Avrupa’dan Anadolu’ya birçok coğrafyaya taşımışlar ve tarihe adını yazdıran imparatorluklar kurmuşlardır. •İsmini İtalya’nın başkenti Roma’dan alan büyük Roma imparatorluğu batıdaki tesirinden çok doğunun önemli merkezlerindeki baskın konumları ile tanınmıştır. Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldıktan ve Hıristiyanlığı resmi din olarak tanıdıktan sonra Arap sınırlarında baskın bir güç olmuş, yarımadanın bazı bölgelerinin Hıristiyanlaşmasına katkı sağlamıştır. İmparatorluğun İslam’ın yayılma sürecindeki siyasi buhranı, müttefiki olan Kuzey Arapları’nın desteğini asgari düzeye indirmiş ve bölge kolay bir şekilde İslamlaşmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Özet Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat •Büyük kısmı çöllerle ve verimsiz arazilerle kaplı Arap yarımadası, coğrafi koşulların aksine mümbit bir manevi iklime sahiptir. Arap yarımadası dendiğinde her ne kadar akla ilk gelen Orta Arabistan, yani Hicaz bölgesi ise de, yarımadanın kuzey ve güney kısımlarının önemli bir yere sahip olduğunu unutmamak gerekir. Kuzey bölgesi Arapları güneydeki olağanüstü gerçekleşen doğa olayları sonrasında zorunlu olarak bölgeye göçen Araplardan oluşmaktadır. Güney ise sahil, şeridi verimli arazilerle kaplı dört ayrı bölgeye ayrılan Sebe ve Himyer devletlerine ev sahipliği yapmış Arap yurdudur. Önemli limanları ile dünya ticaretinde söz sahibi olmuş bölge, aynı zamanda ziraat alanındaki reformları ile ekonomik olarak şaşırtıcı boyutlara ulaşmıştır. Bu zirve dönemi ticaret yollarındaki değişim, barajların bakımsızlık sonucu yıkılması ile yerini kıtlık ve zorunlu göçe bırakmıştır. Orta ve Kuzey Arabistan’a göçen Arap kabileleri yeni bölgelerine komşu olan gelişmiş devletlerin siyasi ve kültürel etkileri altına girmişlerdir. Buna rağmen onları bir arada tutan Arap asabiyeti asimile olmalarına mani olmuştur. Kurdukları Petra ve Tedmür gibi hala insanı şaşırtacak bir ihtişama sahip başkentler, kuzeydeki Arap devletlerinin gücünü tescil etmektedir. Bizans ve Sasani uydusu durumunda olan Gassani ve Hire devletleri, rollerini iyi oynamışlar ve bölgenin İslamlaşma sürecine kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir. •Dünyanın mensubiyet itibarı ile en büyük dinlerinden biri olan İslam’ın ortaya çıktığı, medeniyet düzeyi düşük Hicaz bölgesinin tarihi hakkında çok az bilgi olsa da, üzerinde en çok konuşulan ve tanınmaya çalışılan bölge olmuştur. Hiçbir ziraatın yapılmadığı bu bölgeyi ilk hareketlendiren olay, yine buraya gelen ve kutsal Kâbe’yi inşa eden Peygamberler olmuştur. Güney-Kuzey ticaret hattının konaklama yeri olması da eklendiğinde, Mekke ve Medine tanınan bir mahal olmuş, fakat hiçbir dış gücün istilasına değer dahi bulunmamıştır. Putperestliği ile ünlü Arap toplumu tek bir dine mensup olamayıp diğer semavi dinlere de kapısını açmıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi eski Mezopotamya uygarlıkları arasında değildir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Akadlar b) Himyeriler c) Sümerler d) Asurlar e) Babiller 2. İsrailoğulları Hz. Davud sonrası altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde iktidarda hangi hükümdar vardı? a) Talut b) Calut c) Buhtunasr d) Süleyman e) Kenan 3. Aşağıdakilerden hangisi eski Çin medeniyeti için söylenemez? a) Konfüçyüs’le birlikte Çin altın çağını yaşamıştır. b) Çin’de bir inanç birlikteliğinden bahsedilemez c) Hz. Peygamber Çin’i tanımaktadır. d) Çin beşeri bilimler alanında çağın en gerisinde kalmış bir ülkedir. e) Çin zaman zaman parçalanma içerisine girmiştir. 4. Roma imparatorluğu insanlık tarihine önemli katkılarda bulunmuştur. Aşağıdakilerden hangisi bunlar arasında sayılmaz? a) Etnisiteyi bir kenara bırakarak ülke ve dil birlikteliği oluşturmuştur. b) Güçlü kültür mirası bırakmıştır. c) İnsanlık tarihine köklü bir hukuk nizamı hediye etmiştir. d) Doğu ve batı toplumlarını tek bir toplum hâline getirmiştir. e) Bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasını sağlamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat 5. Nabat krallığının başkenti aşağıdakilerden hangisidir? a) b) c) d) e) Tedmür Dimeşk Petra Babil Sana Cevap Anahtarı: 1. b 2.d 3.d 4.e 5.c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 32 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Ağırakça, Ahmet, (1996), ‘Gassaniler’, DİA, İst. Ağrakça, Ahmet, (2006), ‘Nabatîler’ DİA, İst. Ahmed Hilmi, Şehbenderzâde, (2005), Filibeli, İslam Tarihi, İst. Algül, Hüseyin, (1998), ‘Himyeriler’ DİA, İst. Atlan, Sabahat, (1970), Roma Tarihi’nin Ana Hatları, İst. Barthold, V.V., (1990), Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Hazırlayan, H. Dursun Yıldız, İst. Bekrî, Ebû Ubeyd, (1998), Cahiliye Arapları, Çev. Levent Öztürk, İst. Brockelmann, Carl, (1964), İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, Çev. Neşet Çağatay, Ankara. Buhl, Fr., (1974), ‘Tedmür’ İ.A., İst. Cevad Ali, (1976), El-Mufassal fî Târîhi’l-ArabKablel İslâm, Beyrut. Çağatay, Neşet, (1982), İslam Öncesi Arap Traihi ve Cahiliye Çağı, Ankara. Çandarlıoğlu, Gülçin, (1993), ‘Çin’, DİA, İst. VIII, 321-323. Çelikkol, Yaşar, (2003), İslam Öncesi Mekke, Ankara. Demirkent, Işın, (1992), ‘Bizans’, DİA, İst. VI, 230-244. Demricioğlu, Halil, (1998), Roma Tarihi, Ankara. Eberhard, Wolfram, (1995), Çin Tarihi, Ankara. Erdem, Sargon, (1991) ‘Babil’, DiA, İst., IV, 392-395. Fayda, Musta, (1982), İslamiyetin Güney Arabistan’a Yyaılışı, Ankara. Goiteın, S.D., (2004), Yahudiler Ve Arapla, Çev. Nuh Arslantaş, İst. Gumilöv, L.N., (1999), Eski Türkler, Çev. Ahsen Batur, İst. Güngör, Erol, (1993), Tarihte Türkler, İst. Hamidullah, Muhammed, (1993), İslam Peygamberi, Çev. Salih Tuğİst. Hasanh, İbrahim, (1985), Siyasi Kültürel İslam Tarihi, Çev. İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş, İst. Hdogson, M.G.S., (1993), İslam’ın Serüveni, Çev. Heyet, İst. Herodotos, (1973), Herodot Tarihi, Çev. Müntekim Ökmen, İst. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 33 Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat Heyet, (1986), Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör, H. Dursun Yıldız, İst. Heyet, (1997), İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, Çev. Heyet, İst. Heyet, (2006), Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, edt. Vecdi Akyüz, Hitti, Philip K., (1995), Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Çev. Salih Tuğ, İst. Honigman, Ernst, (1970), Bizans Devletinin Doğu Sınırı, Çev. Fikret Işıltan, İst. İbnmü’l-Esîr, (1989), İzzuddin Ebu’l-Hasen, el-Kâmil fi’t-Tarih, çev. Abdullah Köşe, İst. İnana, Afet, (1992), Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti, Ankara. Kapar, M. Ali, (2003), ‘Lahmiler’ DİA, Ankara. Lewis, Bernard, (1979), Tarihte Araplar, Çev. Hakkı dursun Yıldız, İst. Mansel, Arif Müfid, (1971), Ege ve Yunana Tarihi, Ankara. Naskali, Esko, (2000), ‘İran’ DİA, İst., XXII, 394-395. Ostragorsky, Georg, (1981), Bizans Devleti Tarihi, Ankara. Özcan, Azmi, (1998), ‘Hindistan’, DİA, İst. Öztuna, Yılmaz (1969), Türk Tarihinden Yapraklar, İst. Taberî, Muhammed b. Cerir, (1964), Tarîhu’r-Rusulve’l-Muluk, Kahire Turan, Ömer, (tsz.) , Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, İst. Yıldız, Hakkı Dursun, (1991), ‘Arabistan’, DİA, İst. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 34