aşırı birikim

advertisement
Ekonomik Yaklaşım, Cilt : 21, Sayı : 77, ss. 1-48
AŞIRI BİRİKİM - FİNANSALLAŞMA
İLİŞKİSİNİN 2008 KRİZİ BAĞLAMINDA ANALİZİ
Mustafa DURMUŞ 
Özet
2008 krizi, kapitalizmin tarihinde Büyük Depresyon’dan bu yana görülmüş
en derin krizdir. Nisan 2009’dan bu yana zayıf da olsa toparlanma işaretleri mevcut
olsa da yığınsal işsizlik, devasa bütçe açıkları, kamu borç stoklarındaki büyük çapta
artışlar, finansal sektördeki kredi kurumasının henüz tamamen çözülememiş olması
ve türev araçların barındırdığı risklerin devam etmesi gibi faktörler toparlanmanın
önünde ciddi engeller oluşturmaktadır.
Mevcut krizin diğer krizlerden ayrılan en önemli yanı, finansallaşmanın bu
krizin tetiklenmesinde oynadığı roldür. Teminatlı Borç Yükümlülükleri (CDO)
biçimindeki menkul kıymetleştirme, Kredi Riski Swap’ları (CDS) gibi yeni türev
araçlar ve hedge fonlar, hem çok büyük risklerin oluşmasında, hem de bu riskin
transfer edilerek dünya çapında yaygınlaşmasında çok etkili olmuştur.
Diğer taraftan, finansal krizi gerçekte bir semptom olarak görmek gerekir.
Finansal kriz, 1960’ ların sonlarından bu yana, giderek büyüyen kapitalist aşırı
birikim, aşırı kapasite yatırımları, aşırı üretim ve beraberinde kâr oranlarının
giderek düşmesinin ve uzatılmış bir durgunluğun bir sonucudur. Giderek
finansallaşan ABD ekonomisinin canlılığını koruyabilmesi için 2000 yılındaki Wall
Street borsa balonu ve mortgage balonu gibi balonlar yaratılması gerekli olmuş ve
akabinde bu son balonun patlaması krize yol açmıştır.
Anahtar sözcükler: Kriz, finansallaşma, aşırı birikim, kar oranı, türev
araçlar
JEL Sınıflaması: E44, E69, G01, H12, O10.

Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, İ.İ.B.F., Maliye Bölümü.
Mustafa DURMUŞ
2
The Analysis of Overaccumulation-Financialisation Relationship in
Context of the 2008 Financial Crisis
Abstract
2008 crisis is the deepest crisis of capitalism since Great Depression.
Although there have been some signs of weak recovery since April 2009, huge
unemployment levels, tremendous budget deficits, remarkable increases in public
debt stocks, continuing credit crunch problems and existing risks of derivatives
threaten any economic recovery that might actually begin.
The distinctive character of the current crisis is the triggering role of
financialisation in this crisis process. New derivatives instruments of securitisation
like collateralized debt obligations (CDO), credit default swaps (CDS) have created
huge risks and then so-called hedge funds have spreaded these risks globally.
However the current crisis is only a symptom. In fact, current financial crisis
is the unavoidable result of the excess accumulation of capital, excess capacity
investments, over production and associating diminishing profit rates and
stagnation that have prevailed in most capitalist economies since the end of 1960s.
Thus, it was necessary to create bubbles like 2000 Wall Street Stock bubble and
2008 housing bubble to keep the American economy going. However, the crash of
the housing bubble after a while has led the collapse of the subprime mortgage
market then a global crisis.
Keywords:
derivatives
Crisis,
financialisation,
over
accumulation,
profit
rate,
JEL Classification: E44, E69, G01, H12, O10.
Giriş
2008 krizi, 1929–1933 küresel krizinden bu yana görülmüş en derin krizdir.
Kapitalizmin merkezi Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkmış ve sadece üç
hafta içinde başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya yayılmış, finansal sektörü
bütünüyle çökertmiş, dünya bankacılık sistemini felç etmiş ve daha önce
görülmemiş boyutta bir kredi kuruması yaşanmasına neden olmuştur (Durmuş,
2010a: 11).
Finansal sektörde başlayan kriz hızla reel sektöre sıçramış ve kapitalist
dünyayı, Büyük Depresyon’dan bu yana görülen en derin resesyona sürüklemiştir.
Gelişmiş ve az gelişmiş tüm kapitalist ülkelerde ekonomik büyüme oranları hızla
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
3
düşmüş, işsizlik devasa boyutlara ulaşmış, insanlık genel olarak ciddi bir refah
kaybına uğrarken, yoksulluk hızla artmıştır. İnsanlar sadece işlerini değil, çöken
finansal piyasaların aracı haline getirilmiş olan evlerini ve sosyal güvenlikleri
bağlamında geleceklerini de kaybetmişlerdir. Fannie Mae, Freddie Mac ve AIG gibi
dev kredi kuruluşları, bankalar ve sigorta şirketleri devlet müdahaleleriyle iflastan
kurtarılırken, Lehman Brothers, Bear Stearns’a ait iki adet hedge fon batmış ve
başta menkul kıymetler borsası olmak üzere sermaye piyasaları çökmüştür. Öyle ki,
birkaç yüz milyar ABD doları olarak hesaplanan ABD eşik altı kredi ve menkul
kıymetler piyasası riskinin, dünya çapında trilyonlarca ABD doları büyüklüğünde
bir reel hâsıla kaybı ve borsa çöküşüne neden olduğu bilinmektedir. Bu hesaba 2010
Mayıs’ından bu yana kriz nedeniyle ortaya çıkan kamu gelirlerindeki azalma ve
krize karşı uygulanmakta olan mali ve finansal teşviklerin neden olduğu bütçe
açıkları ve kamu borç stoklarındaki artışların neden olduğu ilave riskler dâhil
edilmemiştir (Durmuş, 2010a: 78–83).
2009 yılının ikinci çeyreğinde ortaya çıkan bazı göstergeler krizden yavaş
yavaş da olsa çıkılmakta olduğu yönünde iyimser görüşlerin dillendirilmesine neden
olmuştur. Bu iyimserliğin nedeni, dünya borsalarındaki yukarı doğru çıkış, bazı
bankaların açıkladığı yüksek karlar, kapasite kullanım oranlarında önceki çeyreğe
göre küçük iyileşmeler ve ABD’deki işsizlik artışının yavaşlamakta olmasıydı.
Diğer bazı göstergeler ise toparlanmanın yavaş ve tembel olacağını, yüksek bir
enflasyon riskini ve hatta çift dipli (W biçimli) bir gelişim yaşanabileceğine işaret
etmekteydi. Bir çok ana akım iktisatçısına göre istikrarlı, hızlı bir toparlanma henüz
bir hayaldi ve bu kriz sonrasında, 1929 krizindeki gibi bir depresyona gidilmeksizin
toparlanma sürecine girilmesinin nedeni metropol kapitalist ülkelerin uygulamakta
oldukları büyük çaptaki finansal kurtarma paketleri, teşvik paketleri ve bugüne
kadar görülmemiş düzeyde piyasalara likidite aktarmalarıydı. Ancak böyle bir
müdahalenin büyük bir bedeli olacaktı. Kriz nedeniyle kamu gelirlerinin (temelde
vergi gelirleri) ciddi oranda düştüğü bir anda, özel sektörün riski devlet
müdahaleleriyle toplumsallaştırıldığında, özel sektörün çöküşünü önlemek mümkün
olsa da, bu bir bütün olarak ulusu iflas tehlikesiyle karşı karşıya kalabilecekti.
Kasım 2009’ da Dubai’de ve ardından 2010 baharında Yunanistan’da olanlar
bu durumu teyit etmektedir. AB ülkeleri ve IMF sağlayacakları 110 milyar avroluk
destek karşılığında hali hazırda beşte biri yoksulluk sınırının altında geçimini
sürdüren Yunan emekçilerini çok ağır kemer sıkma politikalarıyla karşı karşıya
bırakmıştır. Yabancı kreditörler, ancak böyle kemer sıkma politikaları uygularsa
Yunanistan’ın borçlarını çevirebileceğini açıklamışlardır. Yani, Yunanistan geçmişte
üçüncü dünya ülkelerinin ödedikleri bedeli ödemeye başlamıştır. Buna rağmen,
Yunanistan’ın kurtarılmasıyla konu kapanmamıştır. Bugün Avrupa bankalarının
4
Mustafa DURMUŞ
Avrupa’nın bazı çeper ülkelerindeki yüksek düzeyde riskli alacaklarından yola
çıkılarak Portekiz, İspanya ve İrlanda ekonomilerinin çökme tehlikesinden söz
edilmektedir. Ayrıca, bu ülkelerdeki kamu borç stoku düzeyinin %100’lere
ulaşması tehlikenin boyutlarını daha da büyütmektedir.
Avrupa bölgesinin dışındaki metropol kapitalist ekonomiler ise teknik olarak
resesyondan çıkmış, ya da çıkmakta olsalar da, sözü edilen toparlanma zayıf, hassas
ve istikrarsız bir niteliktedir (Choonara, 2010). Öyle ki, Krugman (2010), mevcut
durumun bir iktisadi toparlanmadan ziyade kalıcı bir durgunluk ve yüksek işsizlik
durumu olduğunun ve ABD’ deki durgunluğun uzun süreli bir hal alacağının ve
Japonya’da yaşanandan daha kötü olacağının altını çizmektedir.
Aşırı birikim – aşırı üretim ve finansallaşma ve kriz ilişkisinin 2008 krizi
üzerinden analiz edildiği bu çalışmanın birinci bölümünde aşırı birikim, aşırı
kapasite yatırımları ve azalan kâr oranları eğilimi sorunsalından hareketle, krizin
kapitalist üretim tarzından kaynaklanan nedenleri, Marxist “Azalan Kâr Oranları
Eğilimi Yasası çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu bölümde ayrıca Neo-Marxist
“Durgunluk Tezi” ile ilişkilendirilmiş bir biçimde durgunluğu aşmada finansallaşma
çözümü ve bunun neden olduğu finansal istikrarsızlık tartışılmaktadır.
İkinci bölümde, kapitalizmin finansallaşması ele alınmakta, bu bağlamda
19.yy’daki finans sermaye ile günümüzdeki finans sermaye arasındaki farklılıklar
irdelenmektedir. Bu bağlamda, finansallaşmanın ölçütleri ve bugünkü boyutları,
finansallaşma ve onun özgün bir yanı olarak menkul kıymetleştirme ve türev
piyasaların gelişimi ile 2008 krizi arasındaki bağlantı incelenmektedir. Böylece,
finansallaşma olgusu; tanımı, tarihsel gelişimi, nedenleri, ölçütleri vb. boyutlarıyla
ele alınmaktadır.
Üçüncü bölümde bir finansallaşma balonu olarak ABD’deki eşik altı konut
kredilerinin (mortgage) menkul kıymetleştirme şeklindeki türev araçlarla 2008
krizini nasıl tetiklediği irdelenmektedir.
Sonuç bölümünde ise, karlılık-kriz-sermaye yitimi bağlamında çalışmanın
ana bulguları özetlenmektedir.
I- 2008 Finansal Çöküşünün Ardındaki Gerçek: Kapitalist Aşırı
Birikim- Düşen Kâr Oranları ve Durgunluk
2008 yılında kendisini kredi kuruması olarak gösteren finansal kriz ya da
çöküş, aslında bir semptomdur. Bu kriz, mal ve hizmetlerin üretimi ve bölüşümüne
kalıcı ve yok edici çatışmalar dokuyan bir ekonomik sistemin kendi bağrında
bulundurduğu uzlaşmaz çelişkilerinin bir semptomudur (Durmuş, 2010a: 173).
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
5
Çünkü kapitalist üretimin kâr için rekabetçi yapısı, üretimde anarşiye neden olur.
Genişletilmiş yeniden üretim olarak pazara çıkıldığında, böyle bir üretim anarşisine
bu kez de pazar anarşisi eklenir. Bu üretim ve pazarlama süreci sürekli genişlemek
durumundadır, zira artı değeri realize etmek ve böylece de kârı ve sonrasında yeni
yatırımları gerçekleştirmek gereklidir. Zira artı değer kârın, kâr da genişletilmiş
kapitalist üretimi sürdürmek için gerekli olan yeni yatırımların, dolayısıyla da
sermaye birikiminin temel kaynağıdır. Diğer yandan, bu gelişme sermaye
yoğunluğunun artmasına (sermayenin organik bileşimi) ve böylece kâr oranlarının
azalma eğilimine girmesine neden olur ki, bu da üretim – tüketim dengesini bozar ve
bir aşırı üretim durumu ortaya çıkar (Marx, 1863; 505–522).
A. Kapitalist aşırı birikim-kâr oranları krizi
2008 finansal krizi patlak verdiği sırada ABD’de otomotiv sektöründe,
özellikle de sektörün üç büyüklerinden General Motors (GM) şirketi ile ilgili olarak
ortaya çıkan gelişmeler, bu krizin sadece reel üretim üzerinde önemli etkileri
olmadığını, aynı zamanda reel üretimden kaynaklanan çok ciddi nedenleri olduğunu
ortaya koymuştur.
General Motors şirketi, kapitalizmin geçtiğimiz 70 – 80 yılının dünyadaki en
büyük otomotiv tekelidir. Mart 2009 tarihi itibariyle 80 milyar ABD dolarını aşan
varlık değeri ile ABD’nin tarihi boyunca en büyük sınaî tekeli ve şu ana kadar iflas
eden en büyük dördüncü şirketidir. Bu dev tekelin iflas başvurusunda bulunması ve
ABD Hükümetinin vakit geçirmeksizin bu dünya devini kurtarabilmek için 60
milyar ABD dolarlık bir müdahale planı ile bu şirketi batmaktan kurtarması,
kapitalist devletlerin sınıfsal temelleri konusunda olduğu kadar, yaşadığımız krizin
kapitalist üretim tarzının uzlaşmaz çelişkileri ile ilgili gerçekleri gözler önüne
sermektedir.
Gerçekte otomotiv sanayi krizi sürpriz değildir. 2008 finansal çöküşü ve
kredi kuruması krizi tetiklemiş olsa da, aslında otomotiv sanayi gibi bazı sanayiler
uzunca bir zamandır aşırı sermaye birikiminden, aşırı kapasite yatırımlarından,
dolayısıyla da aşırı üretimden kaynaklanan bir kâr oranları azalması sorunu
yaşamaktaydı. Örneğin, GM’nin kriz öncesi borcu 174 milyar ABD dolarını
bulmuştu. Sadece 2007 yılındaki zararı 39 milyar ABD dolarıydı. Yıllardır satışları
düşüyordu. Sadece 2008 yılında bu satışlar % 40 civarında azalmıştı (PWC, 2008).
Diğer bir dev tekel olan Chrysler’ in ise toplam 17 milyar ABD dolarlık kısa vadeli
borcu vardı ve satışları 2008 yılında % 50 dolayında düşmüştü (Durmuş 2010a:
191–193). Aşırı üretim sorunu sadece ABD ile de sınırlı değildir. Resmi verilere
göre dünya otomotiv sektöründe 20 milyon araçlık bir atıl kapasite, yani aşırı
6
Mustafa DURMUŞ
sermaye yatırımı mevcuttur. Bu dünya çapında % 40’ lık bir atıl kapasite demektir
(PWC, 2009: 8).
Dünyadaki her dört otomobilden birinin üretildiği Kuzey Amerika’da son on
yılda, dev tekeller daha fazla kâr için aralarında sürdürdükleri sert rekabet nedeniyle,
aşırı kapasite yatırımları yapmaya yöneldiler. Bu, Marx’ın öngördüğü gibi,
kullandıkları işgücüne (değişken sermaye) göre sabit sermaye oranının – sermayenin
organik bileşiminin artmasına ve beraberinde de kâr oranlarının azalmasına neden
oldu. Son krizde bu firmalar % 30-40’lar gibi çok düşük fiili kapasite kullanım
oranlarıyla üretim yapmak durumunda kaldılar.
Marksist kriz teorileri perspektifinden aşırı sermaye birikimi - aşırı sermaye
yatırımları ve aşırı üretim kriz ilişkisi
Kapitalist sistemde üretim, insan ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade, kâr için
yapılmaktadır. Bu nedenle, eğer kârlı değilse kanser ve AIDS araştırmaları ya da
sanatsal faaliyetler gibi insan ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli üretim
yapılmazken (Stiglitz, 2000; 76) silah ya da mücevher gibi insanların gerçekte
ihtiyacı olmayan, ancak kârlı olan pek çok şey üretilir. Üretimin çok büyük kısmını
kontrol eden dev çok uluslu tekellerin kâr için aralarındaki sert rekabete girişmeleri
bu şirketleri plansız bir biçimde aşırı kapasite yatırımları yapmaya yöneltir
(Durmuş,2010a: 173).
Yani, kapitalistlerin, kalite ve fiyat riskleri nedenleriyle hiçbir zaman
teknolojik olarak sanayi normlarının gerisinde kalmak istememeleri, kapitalist
işletmelerde düzenli olarak, emek tasarrufu sağlayan makineler ve en yeni
teknolojilerin istihdamına, dolayısıyla da aşırı kapasite yatırımlarına yönelmeye yol
açar. Bu gelişme, işletmelerin kullandıkları işgücüne göre sabit sermaye oranının
(sermayenin organik bileşiminin / otomasyonun) artmasına neden olur. İşçi başına
daha fazla sermaye kullanılması anlamına gelen bu durum, sermayenin yoğunlaşıp
merkezileşmesiyle gerçekleşirken, sermaye yoğun teknolojik gelişmeler ve
kapitalistler arasındaki rekabetle bu eğilim daha da tetiklenir.
Sermayenin organik bileşimindeki artış ise, sömürü oranı artırılamıyorsa,
uzun dönemde kâr oranlarının düşme eğilimine girmesine neden olur1. Bu düşüşün
önüne geçebilmek için artı-değerin artırılması gereklidir.
1
Marx, sermayeyi değişken sermaye (işgücü: v) ve sabit sermaye (fiziki yatırım malları: c) olarak ayırır.
Karın (s) kaynağı ise sadece artık-değerdir. İşçinin ücreti anlamına da gelen (v) işgücünün kendisini
yeniden üretmesi için gerekli olan asgari geçimlik düzeyince belirlenirken, artı-değerin (s) tek kaynağı
emektir. Artı-değer, işçi başına üretilen değer/hâsıla ile geçimlik-asgari ücret arasındaki fark olarak
hesaplanır ve karın da tek kaynağıdır. Marx buradan yola çıkarak sömürü oranını artı değerin ücret
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
7
Kârın tek kaynağının artı-değer yaratan emek olması, buna karşılık
otomasyon biçiminde sermaye artışının üretimde kullanılan işçi sayısını azaltması
emek üzerinden yaratılan artı-değerin ya da kâr fırsatının azalması demektir.
Kârlılığı azalan kapitalist diğer kapitalistlerden gelen rekabet karşısında işçisini daha
verimli çalıştıracak ve işgücü maliyetlerini düşürecek yeni teknolojilere yönelmek
zorunda kalır. Bu ise üretim kapasitesinin, tüketici piyasalarının fiilen
emebileceğinin çok üstüne çıkmasına yol açar (atıl kapasite) (Bond, 2009). Diğer
yandan maliyetleri düşürmek için, bir yandan işçi çıkartılırken, diğer yandan ücretler
baskılanır. Bu da bir kısır döngü yaratır: İşsiz kalan ve/veya ücretleri baskılanan
işçiler piyasaya çıkan malları yeterince satın alamaz. Kâr sadece satışla realize
edilebildiğinden, kâr için üretim yapan kapitalist işletmeler kâr oranları giderek
azaldığında giderek daha az reel yatırım yaparlar. 1929 ve 2008 krizleri sırasında
olduğu gibi çok düşük fiili kapasite kullanım oranlarıyla üretim yapmak durumunda
kalırlar. Bu durum, vardiyaların iptal edilmesine, fabrikaların kapanmasına, ürün
genişletme planlarının ertelenmesine ve yeni yatırımların iptal edilmesine, kitlesel
işçi çıkarımlarına neden olur. İktisadi büyüme yavaşlar, hatta ekonomiler fiilen
küçülür ve resesyona girerler.
Bu süreci yavaşlatan eğilimler de söz konusudur. Bu eğilimlerden başlıcaları
sermayenin kendisini çevirme hızındaki artış, otomasyonun iş sürecini
hızlandırması, finansallaşmanın derinleşmesi, hızlanması ve kredi sisteminin
genişlemesidir. Ancak bütün bu karşı eğilimler, belirleyici durumdaki dinamikleri
sürekli olarak engelleyemez. Ayrıca tüketici kredileri biçiminde tüketicilerin
borçlandırılmasının da bir üst sınırı mevcuttur. Bu tespit son 40 yıldır gelişmiş
kapitalist ekonomilerdeki kâr oranlarındaki gelişim ile doğrulanabilir. Aşağıdaki
Grafik 1 özellikle 1950’li yılların sonundan itibaren başta ABD’de olmak üzere
gelişmiş kapitalist ülkelerde kâr oranlarının düşmekte olduğunu ve son 40 yıldır bu
oranların 1960’lar düzeyini yakalayamadığını ortaya koymaktadır.
Ayrıca, Kliman (2009)’a bakıldığında, Büyük Depresyon boyunca süratle
düşen, ardından 2. Dünya Savaşı yıllarında toparlanan kâr oranlarının, 1941 -1956
döneminde ortalama % 28 civarında olduğu görülür. 1958–1980 döneminde bu oran
ortalama % 20’lere, 1981 – 1984 döneminde % 14’e ve 2001 yılına gelindiğinde %
12’ye kadar gerilemiştir. 2001–2008 arasında yükseliş olsa da (2006’ da % 25),
bunun nedeni sürdürülebilir bir kârlılık değil, varlık balonları olmuştur. 2008 yılında
ise bu oranlar % 18’e düşmüştür. 2000’lerdeki kârlılık sıçramalarına rağmen ABD
kurumsal sektöründe gerçekte bir sürdürülebilir kâr toparlanması yaşanmamıştır.
içindeki payı olarak hesaplar (s/v) (Marx, 1867) . Böylece, özel yatırımların belirleyicisi ve kapitalist
ekonominin barometresi durumundaki kar oranı şöyle formüle edilebilir: r = (s / v) / 1 + (c / v).
Mustafa DURMUŞ
8
Grafik 1: ABD ve Avrupa’da Kâr Oranlarının Gelişimi
30
28
26
24
22
20
18
16
14
12
10
1950 1955
1960
1965 1970
1975
1980 1985
Kaynak: Michel Husson,
(July 2010). “ The
http://internationalviewpoint.org, (Erişim tarihi: 18. 07 2010).
1990
debate
1995 2000
on
the
2005
rate
of
profit”,
Aşırı kapasite yatırımı, aşırı üretim ve kâr oranlarının düşmesi sorunu sadece
2008 kriziyle ortaya çıkmış bir sorun değildir. Örneğin hem 1870’lerde başlayıp
19.yy’ın sonuna kadar aralıklı olarak devam eden ilk küresel kriz ve 1929–33 krizi
bu tür yapısal sorunlarla ortaya çıkmış krizlerdir. O dönemde yapılan araştırmalara
göre, kriz öncesinde aşırı birikim ve aşırı üretim durumu, ekonominin temel
sektörlerinde ciddi bir biçimde ortaya çıkmıştı:
“Nisan 1929’da ABD’ deki otomobil firmalarının üretim kapasitesi yılda 8
milyon araçtı. O günden beri kapasiteler artırıldı. Mamafih 1929 yılında tüm
dünyada satılan araç sayısı sadece 6.295.000 adet yeni araç oldu. Amerikan
ayakkabı fabrikaları yılda 900.000.000 ayakkabı üretebilecek bir kapasiteye göre
donandılar, buna karşılık biz yılda sadece 300.000.000 civarında satın alıp
kullanıyoruz (yani kişi başına 2,5 çift ayakkabı). Savaş dönemi boyunca ülkenin her
tarafında kömür madenleri açıldı, öyle ki yılda 600.000.000 ton civarında bir talep
vardı. Savaş sonrasında ise bu talep 100.000.000 tona düştü.
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
9
Kayan talep ve beraberinde gelen atıl kapasite nedeniyle, sanayi devriminin
beşiği İngiltere’de 15 Haziran 1930 tarihindeki (kriz sırasındaki) durum şöyleydi:
200.000 kömür ocağı işçisi işsiz kaldı (ülke bütününde 2 milyon insan işsiz).
Almanya’daki işsiz sayısı 2,8 milyon ve yeni yıla kadar bu 5 milyonu bulacak.
Avusturya gibi küçük bir ülkede dahi işsiz sayısı 300.000 dolayında. Bunun tek
istisnası Fransa idi. Fransa kitle üretimine, büyük sınaî tesislere bel bağlamadı,
küçük işletmeler, köylülük, el emeğinin yaygınlığı onun aşırı üretim sorunuyla
karşılaşmasını önledi. ABD’ de ise otomotiv üretimi 1929’a göre % 33 düştü ve
fabrikalar çok küçük kapasitelerle çalışıyorlar. ABD’ de günde 4 milyon varillik bir
talebin olmasına karşın, hali hazırda günde 5.950.000 varil üretilmektedir. New
Jersey’deki Standart Oil Co.’nun açıklamasına göre bu % 48 atıl kapasite demektir.
Öyle bir atıl kapasite mevcut ki petrol stokları 300.000.000 varil civarında. Tabi ki
bu da fiyatların dolayısıyla da karların azalmasına neden olmaktadır. Ortalama %
3,5 kar marjı ile çalışan petrol sektörünün karı 1927 yılında % 1’ e geriledi. Yün
üretim kapasitesi 656 milyon ABD dolarlık bir fiili üretime karşılık 1,7 milyar ABD
dolarlık bir yatırımla donatıldı” (Case, 2009).
B. Uzun süreli durgunluk (stagnasyon) tezi
Finansal krizlerin ardında yatan etmenin, kapitalist üretim tarzının çelişkileri
olduğundan hareket eden, böylece de finansallaşmayı, hem kapitalizmin krize yol
açan sorunlarına karşı bir çözüm, hem de kriz yaratan bir aşama olarak niteleyen bir
diğer tez Neo-Marksist Durgunluk Tezi’dir.
Bu tezin bakış açısıyla, uzun dönemli tarihsel perspektiften 2008 kriziyle
ortaya çıkan olaylar genel bir finansallaşma krizinin semptomu olarak ele alınabilir.
Finansallaşmanın ardındaki faktör ise uzun süreli durgunluk olgusudur. Pek çok
yorumcuya göre, ABD ekonomisi dev bir ucuz kredi balonundan oluşmakta ve bu
balonlar birbirini izlemektedir. Hane halkı borcu, harcanabilir şahsi gelirin %
133’üne çıkarken, finansal kurumların borçları tavan yapmıştır. Ayrıca finans dışı
kurumsal sektör ve kamu kesiminin borçları de giderek artmaktadır (Roach, 2007).
GSYH’nın % 300’ünün üzerine çıkan bu toplam (kurumsal-bireysel ve kamusal)
borç stoku bir yandan ekonomiyi canlı tutarken, diğer yandan da istikrarsızlığı
artırmıştır. Görüldüğü gibi, bu bakış açısından bugünkü aşama, kapitalizmin
finansallaşması aşamasıdır ve finansal sermaye üretime hizmet eden ikincil bir
pozisyondan, onu belirleyen birincil bir pozisyona geçiş yapmıştır.
Sermaye birikim sürecinin bu şekilde finansallaşması konusu, ilk olarak
Büyük Depresyona karşı bir yanıt biçiminde ‘Durgunluk (Stagnasyon) Tezi’ adı
altında A. Hansen tarafından irdelenmiş ve daha sonra, 1966 yılında Baran ve
Mustafa DURMUŞ
10
Sweezy tarafından, yazarların Monopoly Capital (Tekelci Sermaye) adlı eserlerinde
ele alınmıştır (Magdoff, 1967; 148). Yazarlara göre finansallaşma, reel ekonomideki
durgunluğa karşı bir yanıttı, modern sanayinin ekonomik artık üreten kapasitesini
dengelemeye yarıyordu ve hem istihdam üzerindeki doğrudan etkileri, hem de varlık
değerlemesiyle yaratılan talep üzerindeki teşvik edici etkisiyle (servet etkisi:
finansallaşma sayesinde artan varlık fiyatları nedeniyle gelirden bağımsız olarak
tüketim eğiliminin artması) dolaylı olarak durgunluğun giderilmesine yardımcı
oluyordu.
Dikkat edilirse bu tez, ekonomik durgunluğun, sadece döngüsel, ancak kendi
kendini düzeltici bir olgu olduğu ve er ya da geç tam bir toparlanma şeklinde
kendisini göstereceği ve büyümenin normal yörüngesine gireceği şeklindeki
ortodoks görüşü reddetmektedir. Tam tersine, yazarlara göre, ABD, Japonya,
Avrupa gibi olgun ekonomilerin normal görüngüsü hızlı büyümeden ziyade uzun
süreli durgunluk halidir. Bu perspektiften, bugünkü periyodik krizler, kapitalizmin
hızlı gelişimindeki geçici duraksamalardan ziyade, sermaye birikimi üzerindeki
ciddi olarak artmakta olan uzun dönemli kısıtları işaret etmektedir.
Teze göre, kapitalist ekonomiler büyümeyi sürdürebilmek için, sürekli
artmakta olan ekonomik artığı emebilecek yeni talep kaynakları bulmak
zorundadırlar, yoksa büyüyemezler. Diğer taraftan artan verimliliklerle sürekli
büyüyen bu ekonomik artığın yeni karlı yatırım alanlarına yöneltilmesi, yeni yatırım
alanları bulmanın güçlüklerinden dolayı, giderek zorlaşır. Baran, Sweezy ve
Magdoff 2. Dünya Savaşı sonrasında yaptıkları çalışmalarda, kapitalist ekonomilerin
ekonomik artığı yeniden üretim alanlarına yönlendirmesindeki yetersizliklerinin
nedenlerini şöyle açıklamaktadırlar:
-
Olgun ekonomilerde, temel sınaî yapının yeni baştan kurulmasına gerek
yoktur, sadece yıpranan kısımlar yenileme yatırımlarıyla tamir edilir.
-
Otomobil gibi çığır açıcı, ekonomiyi ciddi dönüşümlere uğratabilen yeni
gelişmeler her zaman mümkün değildir. Öyle ki bilgisayarlar ve internet
dahi önceki dönüştürücü teknoloji gibi ekonomi üzerinde yeterince teşvik
edici bir etkiye sahip olamamıştır.
-
Gelir ve servet eşitsizliğinin daha da büyümesi ve bu eğilimin giderek
artması yoksulların tüketim taleplerini kısarken, zenginlerin fonlarını reel
mal ve hizmetler sektöründen giderek daha spekülatif faaliyetlere
yatırmalarına, bu da atıl kapasitenin büyümesine ve yeni yatırımların
azalmasına neden olmaktadır.
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
-
11
Tekelleşme (oligopolleşme) süreci kapitalist sistemin dinamizminin ve
esnekliğinin temeli olduğu kabul edilen fiyat rekabetinin zayıflamasına
hatta giderek yok olmasına neden olmaktadır (Foster, 2008).
Geçmişte, kapitalist ekonomilerin temel sürükleyicisi, özel sektörce yapılan
net sabit sermaye yatırımlarıydı, çünkü bunlar ekonomik artığı emiyorlardı.
1960’ların Altın Çağ’ını yaratan ve koruyan şey askeri nitelikteki kamu
harcamalarının yanı sıra net özel sabit sermaye yatırımlarının yüksek düzeyi idi.
1970’ler, 1980’ler başı ve 1990’ların sonu gibi istisnalar dışındaki dönemlerde bu
tür yatırımlar net bir şekilde azalmıştır. Bu da yeni kârlı yatırım arayışı içindeki
ekonomik artığın emilmesi konusundaki yetersizliğin bir göstergesidir. Bu düşüş
aynı zamanda reel sektördeki derinleşen resesyonun da bir belirtisidir.
Özel sektör net sabit sermaye yatırımlarının yetersizliği ve bir kaç on yıldır
kamunun sivil harcamalarının düşüklüğü bağlamında işlerin daha da kötüleşmesini
önleyen şey dev gibi büyüyen finans sektörü (FIRE) olmuştur. Finans sektörü
ekonomik fonların değerlenebilmesi açısından ciddi bir imkân yaratmıştır. Ayrıca,
ekonominin bu üretken olmayan sektöründe yaratılan yeni istihdam imkânları ve
varlık değerlemesi dolaylı olarak efektif talebin artmasına katkıda bulunmuştur.
“Finansın eski günlerinde finans, reel üretim sektörünün mütevazı bir
yardımcısıydı. İş döngüsünün son aşamasında spekülatif fazlalar yaratırdı. Kural
olarak da bu son aşamalar kısadır ve ekonominin işleyişi üzerinde ve yapısında
kalıcı etkilere sahip olmaz. Tam tersine, son yıllarda, finansal sektör
bağımsızlaşmaya başladı ve bu aşırı canlanma (overheating) döneminde değil,
yüksek durgunluk döneminde oldu. Bu yüksek durgunluk aşaması, askeri
harcamalara yönelmiş kamu ekonomisinin neden olduğu bir özel sektör
yatırımlarındaki gerçek bir durgunluk aşamasıdır. Yani bu aşamada özel sektör hala
kârlıdır, ama genişlemek için artık bir güdüye sahip değildir. Ancak, şirket
sahiplerinin işleri gayet iyi olduğundan ve bu sermayedarlar her zaman
sermayelerini büyütme arzusu içinde olduklarından, paralarını finansal piyasalara
akıttılar. Buna finansal sektörün yanıtı, bu büyük miktarları karşılayabilecek, çekici
finansal araçlar sunmak oldu. Bu süreç 1970’lerde başladı ve 1980’lerde kalkışa
geçti. 1980’lerin sonunda, üretim sistemi ve onun mütevazı yardımcısından oluşan
eski ekonomik yapı ortadan kalkmaya ve yerini devasa büyüyüp, giderek özerkleşen
bir finansal sermayenin üretim sisteminin üzerine oturması ve onu yönlendirmesi
biçiminde yeni bir yapılanmaya bıraktı” (Sweezy, 1995; 8–9).
Bu bakış açısından, tekelci finans sermaye aşamasındaki kapitalizm,
durgunluğun en kötü yönlerinden kaçınabilmek için giderek kredi – borç balonları
yaratmaya bağımlı bir hale gelmiştir. Daha önemlisi, finansallaşma sürecindeki
hiçbir şey bu fasit daireden kurtulabilmek için bir çıkış yolu sunmamaktadır. Bugün
12
Mustafa DURMUŞ
kapitalist sistemin merkezi ABD’de, yedi yılda üst üste ortaya çıkan iki balon
patlağı, ardında derin bir durgunluğun yattığı bir finansallaşma krizine işaret ediyor,
ama bu tuzaktan açık bir çıkış da mevcut değildir, hatta daha şişirilmek için başka
balonlar önümüzde beklemektedir.
Bir başka anlatımla, giderek finansallaşan kapitalist rejimde, ekonomi esas
olarak varlık balonlarıyla ayakta durur (Bellofiore ve Halevi, 2009). Kapitalizmin
küresel olarak finansallaşmasının gelişimindeki liderlik rolü; hem böyle balonlar
yaratma gücü hem de 1980’lerden itibaren dünya efektif talebi için katalizör
konumuna gelmesi ve ABD dolarının rezerv para olması nedeniyle, ABD’ye aitti.
Ancak böyle bir finansallaşmış büyüme tarzı, sürdürülebilir nitelikte hızlı bir
ekonomik büyüme yaratamazdı ve finansallaşma periyodik olarak patlayan,
durgunluğu da giderek su yüzüne çıkartan daha büyük balonlara neden olmuştur.
Diğer taraftan, Finansallaşma Tezi adı altında Palley, finansallaşmanın,
yarattığı iş döngüsünün istikrarsızlığından hareketle, uzatılmış bir durgunluğa neden
olabileceğini ileri sürer. Reel ücretlerin baskılanması ve artan gelir dağılımı
adaletsizliğinin nedeni ise finansal sektörün yarattığı yeniden bölüşüm ilişkileridir.
Borç finansmanına tapınma, ekonomiyi, finansal balonlardan gelecek olan olumsuz
etkilere daha da açacaktır. Finansallaşma ekonomiyi borç deflasyonuna ve uzatılmış
resesyona sürükleyebilir (Palley, 2007; 8–11). Nitekim 1990 yılında Japonya’ da
gayrimenkul – borsa piyasası varlık balonu patladığında bu gerçekleşmiştir.
Ancak, finansallaşmanın bu denli önemli hale gelmesi bizi yanıltmamalıdır.
Gerçek sorun, üretimden kaynaklanan bir sınıfsal sömürüde yatmaktadır. Bu
bağlamda finansallaşma yalnızca sermaye birikimini olumsuz etkileyen hastalığa
karşı bir tazmin etme yoludur. Marx, Kapital’ de bunu şöyle ifade eder: “ Politik
ekonominin yüzeyselliği, kredi genişlemesi ve daralmasını sınaî döngünün periyodik
düzeltmelerinin bir nedeni olarak görmesinde ortaya çıkar. Oysa finansallaşma, sınaî
döngüdeki gelişmelerin sadece bir semptomudur” (Foster, 2008).
C. Kapitalist aşırı birikim sorununa karşı çözümler: Küreselleşme,
askeri harcamalar ve finansallaşma
Aşırı kapasite yatırımlarının yapıldığı, bu nedenle de malların piyasalara
yeterince kârlı bir biçimde ve fiyatta ulaştırılamadığı, sermayenin sektörel
darboğazlar ya da spekülatif mahreçlerde, çıkış noktalarında takılıp kaldığı, yeni
üretken yatırımlara döndürülemediği, fabrikaların, makine ve ekipmanın atıl
durumda çalıştırıldığı, büyük çaplı stokların oluştuğu, kâr oranlarının giderek
azaldığı ve bütün bunların sonucunda yüksek düzeyde işsizliğin ortaya çıktığı bir
durumu anlatan aşırı birikimin sorunları, kapitalistlerce geçtiğimiz yirmi – otuz
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
13
yılda, işgücü verimliliklerini artırarak, ücretleri düşürerek, çalışma saatlerini
artırarak aşmaya çalışıldı. Küreselleşmeyle birlikte üretimin dünyanın ucuz işgücüne
sahip bölgelerine kaydırılması buna hizmet etti.
Nitekim ABD ve diğer metropoller üretim mekânlarını (örneğin çok sayıda
otomobil fabrikasını) işgücünün çok daha ucuz olduğu Latin Amerika ve Doğu
Avrupa ülkeleri ve Türkiye gibi ülkelere taşıdılar. Yıllık 70 milyon araçlık küresel
otomotiv üretimin 9–10 milyonunun Çin, 3 milyonunun Brezilya, 2,1 milyonunun
Meksika, 2,3 milyonunun Hindistan, 4 milyonunun G. Kore ve 1,3 milyonunun
Türkiye (OICA, 2009) gibi işçilerin göreli olarak düşük ücretlerle ve esnek istihdam
koşullarında çalıştırıldığı ülkelerde ürettirilmesi tesadüf değildir.
Yani, küreselleşme düşen kâr oranlarına karşı kapitalizmin bir çözüm
arayışıydı, ama yeni kurulan sanayiler dünyadaki işbölümünün bir tamamlayıcısı
olmaktan ziyade, kendileri aşırı üretim merkezlerine dönüştüklerinden düşük kârlılık
sorunu devam etti. Yani, küresel üretim, kapitalist sistemin sorunlarını kısa vadede
çözerken, uzun vadede daha da ağırlaştırdı. Aşırı birikim ve aşırı üretim sorunu
küreselleşme ile birlikte daha da hız kazandı ve Çin örneğinde olduğu gibi giderek
azgelişmiş ülkeleri de içine alacak bir biçimde küresel imalat sanayi
kapasitelerindeki aşırı büyüme eğilimi süreklilik kazandı (Brenner, 2009).
Sorunu aşmanın ikinci yolu savaş harcamalarının artırılması olmuştur.
Nitekim 1991 ve 2003 Irak işgalleri sırasında milyarlarca dolarlık askeri harcama
yapılmıştır. Gazeteci Chalmers Johnson’ın yazdığına göre: “2008 yılında ABD
Savunma Bakanlığı’nın planlanmış harcamaları diğer tüm ulusların toplam askeri
harcama bütçesinden fazladır. Irak ve Afganistan savaşları için Pentagon bütçesi
dışında düzenlenen ek bütçe, Rusya ve Çin’ in birlikte askeri bütçelerinden daha
büyüktür. 2008 yılında askeri harcamalar ilk kez 1 trilyon ABD dolarını aşacaktır.
1990’ların ortalarından bu yana savunma harcamaları ikiye katlanmış durumdadır ve
2008 mali yılı savunma harcama bütçesi 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük
bütçedir” (Johnsen, 2008).
Bu bağlamda, Nisan 2010’dan itibaren ekonomisi çökme noktasına gelen
Yunanistan’daki krizin nedenlerinden birisi de, bu ülkenin Batılı metropol
ülkelerden yaptığı büyük çaplı silah alımlarıdır. 2000–2008 döneminde yaptığı 8,9
milyar ABD dolarlık silah alımıyla bu ülke Çin, Hindistan ve G. Kore’den sonra
dünyanın en büyük dördüncü silah ithalatçısı konumundadır (Türkiye 6,2 milyar
ABD dolarlık alımla altıncı sırada). Silah alımlarının % 31’i Almanya, % 24’ü
ABD, % 24’ü Fransa’dan gerçekleştirildiğinden (Sipri) bu alımlar metropol
ülkelerin sorununun çözümüne yardım ederken Yunanistan’ın kendisini krize
sürüklemiştir.
Mustafa DURMUŞ
14
Bu verileri New York Times gazetesinin haberiyle birlikte okuduğumuzda
tablo netleşmektedir: “Dünya toplam silah ihracatının % 68’ini ABD yapmaktadır.
ABD, 2008’ de silah ihracatını % 50 artırarak 38 milyar ABD dolarına çıkartmıştır
ve bu ihracatın % 70’i (30 milyar ABD doları) az gelişmiş ülkelere yapılmaktadır”
(New York Times, 07.09.2009).
Sanayideki uzun dönemli aşırı sermaye birikimi krizi ve aşırı üretim ve uzun
süreli durgunluk, üçüncü bir yol olarak, 1990’lı yıllardan itibaren finansallaşmanın
hızlandırılmasıyla da aşılmaya çalışılmıştır. Yani, 1960’lı yıllardan beri bir türlü
toparlanamayan kâr oranlarının bu düşüşünü önleyebilmek ve aşırı üretimle
piyasaya sunulan ürünleri sattırabilmek için çeşitli finansal araçlar devreye
sokulmuştur. Bunlar, bankalar, sigorta şirketleri, hedge fonlar aracılığıyla ticareti
yapılan CDO’lar, CDS’ler ve diğer türev araçlar gibi pek çoğu 1990’ların
ortalarından itibaren çok büyük boyutlara ulaşan finans sermaye araçlarıydı ve asıl
olarak da ücretlerindeki azalma nedeniyle satın alma gücü düşen düşük gelirli
emekçileri bireysel kredilerle borçlandırarak ürünlerin satılmasını amaçlıyordu. Bu
amaçla finansallaşan kapitalizm borsa, internet ve konut sektörlerindeki spekülatif
köpükler ya da balonlar ile yürüdü. Spekülatif canlılık altında alt- orta sınıfa sunulan
ucuz faizli krediler otomobile ve konutlara olan talebi artırdı. Sanayi sermayesi de
bu yolla hem mallarını sattı ve artı-değeri realize etti, hem de bankacılık sistemi
aracılığıyla tüketici kredisi olarak kullandırttığı kredilerden çok yüksek faiz gelirleri
elde etti.
II- Kapitalizmin Finansallaşmasının Hızlanması
Küresel kapitalizmin son otuz yıllık gelişimine bakıldığında, en önemli
değişimin finans alanında gerçekleştiği görülür. Çünkü bu dönem boyunca;
— Finansal işlemlerin hem ölçeği hem de önemi ciddi olarak artmıştır.
— Finansal piyasaların ve ajanların genel ekonomi içindeki payı artmıştır.
— Türev araçlar gibi yeni finansal araçlar ortaya çıkmış ve bu araçlar
belirleyici hale gelmiştir.
— Finansal sektörün ölçeği ve karlılığı artmıştır.
— Finansal sektör gelirleri, finans dışı sektör gelirlerine göre artmıştır.
— Ekonomideki toplam borçlanma düzeyi artmıştır.
— Artık finansal piyasalar ve kurumlar, finans dışı şirketlerin karar alma
süreçlerine daha fazla müdahale edebilmektedirler.
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
15
— Finans dışı şirketler (FDŞ) finansal varlıklara giderek daha fazla yatırım
yaparak ve finansal şubeler açarak, finans işine daha fazla girmekte,
ellerindeki fonlarını giderek daha fazla miktarda finansal piyasalarda
değerlendirmektedirler.
Bu değişimin bir kısmı ya da tamamı bazı yazarlarca finansallaşma olarak
tanımlanmaktadır. Terim, finansal piyasaların küreselleşmesini, finansal
piyasalardaki yükselişi, kurumsal yönetişim teorileri ve “hisse değeri” hareketi ya
da bununla ilgili değişikliklerdeki yükseliş gibi geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır
(Orhangazi, 2008; 3–6).
Buna rağmen, finansallaşmanın tanımı ve önemi üzerinde tam bir anlaşma
söz konusu değildir. Bu bağlamda Krippner, terimin tarihi ve değişik tanımlarıyla
ilgili olarak kapsamlı bilgi sunmaktadır. Buna göre, bazı yazarlar kavramı, kurumsal
yönetişim modeli olarak hisse senetlerinin değerinin hegemonyası anlamında;
bazıları sermaye piyasası esaslı finansal sistemin banka esaslı finansal sisteme olan
artan egemenliği anlamında; diğer bazıları Hilferding geleneğini sürdürerek terimi
belli bir sınıf kümesinin (rantiye sınıfının) giderek artan politik ve ekonomik gücü
anlamında kullanırlar. Bazılarına göre ise, finansallaşma terimi çok sayıda yeni
finansal araç kullanılmasıyla finansal ticaretin patlamasıdır. Krippner’in kendisine
göre ise, terim aslında karın ticaret ya da meta üretimi sırasında elde edilmesinden
ziyade giderek artan bir şekilde finansal kanallar aracılığıyla elde edildiği bir
sermaye birikimi kalıbıdır (Krippner, 2004; 20 ve Krippner, 2005; 174).
Baker, Epstein ve Pollin finansallaşma kavramının; finansal teşviklerin,
finansal piyasaların, finansal aktörlerin ve kurumların ulusal ve uluslararası
ekonomik faaliyetlerdeki artan rolünü anlatan bir kavram olduğuna dikkat çekerken
(Baker v.d.,1998 : Bl.1);
Dore, kurumsal değişikliklerin altını çizer ve
finansallaşmayı; finans endüstrisinin toplam ekonomik faaliyetler içindeki; finansçı
yöneticilerin kurumsal yönetişim içindeki; finansal varlıkların toplam varlıklar,
menkul değerler ve hisse senetleri içindeki payındaki artış; finansal varlıklar içinde,
kamu stratejilerinin belirlenmesinde kurumsal denetimin piyasası olarak hisse senedi
piyasasının artan başatlığı ve iş döngülerinin belirleyicisi olarak hisse senedi
piyasasındaki dalgalanmalardaki artışlar olarak tanımlar (Dore, 2002; 116-117).
Finansallaşmayı,“para hareketleri, menkul kıymet yönetimi, kurumsal
reorganizasyon, varlık menkul kıymetleştirilmesi, türev araç ticareti ve diğer
finansal paketlemenin, şeyleri üretme, büyütme ve nakletme eylemindeki yerini
alma süreci” olarak ve “1980’lerden bu yana ABD’nin finansallaşmasının – ki
banka mevduatlarının yatırım fonlarına kayması, finansal araçlara odaklanma,
finansal sanayinin devleşmesi, şirket yöneticilerinin üretim hattı yerine hisse
senetlerine yoğunlaşması biçiminde görülmüştür– ABD’ deki ekonomik
Mustafa DURMUŞ
16
kutuplaşmanın temel faktörü” olarak görenler (Philips, 2002a, 2002b) ve “finansal
sektörün sadece finansal profesyoneller için iş yaratan, toplumun gerçek
ihtiyaçlarıyla ilgilenmeyen bir eğilime girmesi” olarak tanımlayanlar da mevcuttur
(Philips, 2006).
Bir başka perspektiften, finansallaşmayı “servet sahiplerinin çıkarlarına
hizmet eden bir kurumsal kenetlenme ve normatif uyum sıkılaştırması, milli gelirin
maaş ve ücretlerden sermaye sahiplerine doğru hızlı yeniden bölüşümü ve milli
gelirin en tepedeki %10 ve %1’e doğru hızlı bir yeniden bölüştürülmesi şeklinde
ortaya çıkan, finansal sektörün ekonominin bütünü içindeki artan başatlığı” olarak
tanımlayanlar da söz konusudur (Wade, 2005; 4 ve Orhangazi, 2008; 4–5).
Dumenil ve Levy için finansallaşma “finansal girişimlerin büyümesi, finans
dışı şirketlerin finansal faaliyetlere daha fazla girmesi, hane halklarının giderek daha
fazla hisse senedi ve menkul kıymete yönelmesi ile nitelenen 1980 sonrasındaki
yapısal değişikliği” anlatan bir kavramdır (Dumenil ve Levy, 2004; 82). Benzer bir
tanım Schockhauer ’ de mevcuttur: “Finansallaşma, finans dışı kurumların, finans
sektörüne giderek daha fazla angaje olmalarıdır” (Orhangazi, 2008; 5–6).
Dodd ise finansallaşmayı son dönemlerde artan türev araç kullanımı ile
ilişkilendirir ve bu araçların neden olduğu sorunlara dikkat çeker. Bu araçlar,
özellikle de 2008 krizinde tetikleyici rol oynayan sorunlardır. Bu sorunlar şöyle
sıralanabilir;
-
Türev araçlar risk almayı mümkün hale getirdiği gibi kolaylaştırıp,
ucuzlatmaktadır,
-
Bu
araçlar
yasalardan
kullanılabilmektedirler,
-
Fiyat oluşum sürecini saptırabilmektedirler,
-
Muhasebe kurallarını manipüle etmede kullanılabilmektedirler (Dodd,
2005; 149–180).
ve
düzenlemelerden
kaçınmada
Son olarak, Orhangazi, kavramı geniş ve dar anlamda olmak üzere iki
biçimde kullanır. Geniş anlamda finansallaşma; finansal piyasaların, işlemlerin ve
kurumların ölçeği ve önemlerindeki artış iken; dar anlamda, finansal sektör ile
finans dışı sektör arasındaki ilişkinin biçiminde yaşanmakta olan bir değişimdir. Bu
değişiklikler kendisini; finans dışı şirketlerin finansal yatırımlarda ve finansal
gelirlerindeki artışta ve finans dışı şirket yönetiminde finansal piyasaların baskısının
artışında gösterir (Orhangazi, 2008; 5–6).
Yukarıda özetlenen tanımların iki ortak noktası mevcuttur. İlk olarak, dünya
ekonomisinin çok büyük bir kısmında finansal olgular giderek önemli bir hale
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
17
gelmiştir. 1970’lerin ortalarından itibaren birçok ülkede ortaya çıkan önemli yapısal
değişikliklerin sonucunda finansal işlem hacmi artmış (örneğin BIS’e göre, dövizli
işlem hacmi 1989 yılında günlük 570 milyar ABD dolarından, 2004 yılında 1,9
trilyon dolara çıktı. Dünya ihracatı içindeki yüzde payı cinsinden uluslar arası
piyasalarda elde edilen fonların payı 1950’de % 5’ten 1996’da %20’ye yükseldi)
(Baker vd., 1998; 10); reel faiz oranları yükselmiş, finansal kurumların karlılığı ve
finansal varlıklardan elde edilen gelirlerin ulusal gelir içindeki payı hızlı bir şekilde
artmıştır. Bu olgular seti dünya ekonomisindeki finansallaşma sürecinin bir
kanıtıdır.
İkinci olarak, neo-liberalleşme ve küreselleşmeyle uyumlu olarak
finansallaşma, dünyada emek gelirlerine göre, finansal varlıkların sahiplerinin
gelirlerini hızla yükselttiği; finansal istikrarsızlıkları arttırdığı; iktisadi büyümeyi
yavaşlattığı ve kalkınmayı gerilettiği için çok sayıda insan üzerinde ciddi zarar
verici etkilere neden olmuş ve finansallaşmanın bu olumsuz etkilerinin nasıl
azaltılacağı konusu önemli olmuştur.
A. Tarihsel süreçte finans sermayenin gelişimi
Finansallaşmanın tarihsel gelişimine baktığımızda geçirdiği büyük evrim ve
dönüşümü görmek mümkündür. Modern finans 19.yy’ın sonlarında ortaya çıkmıştır.
Bunun öncesinde finansal faaliyetlerin büyük bir kısmının kamusal harcamaların
finansmanıyla ilişkili olduğu söylenebilir. Sermayeyi analiz ederken Marx kredi
sermayeden (loan capital) hem kredi açıcı hem de hissedar anlamında söz eder ve
19.yy’daki egemen sınıfların büyük kesimlerini irdelerken de finansörlerle, toprak
sahiplerini ve sanayicileri ayırır, bunları karşı karşıya koyar (Marx, 1894).
20.yy’a geçilirken önemli bir değişiklik gerçekleşmiş ve ekonomiyle
yakından ilişkili yeni bir finansal çerçeve oluşmuştur. Bu dönüşüm 19.yy’ın
sonlarındaki (1873–1898) yapısal kriz boyunca oluşmuştur. Bu temel istikrarsızlık
ve kriz dönemi Marx’ın teknolojik değişme olarak adlandırdığı, onlarca yıl süren ve
işgücü verimliliğindeki artışla sonuçlanan ve sermayenin organik bileşiminin
artmasından dolayı kar oranlarının düşme eğilimine girmesine neden olan uzunca bir
dönemin ardından gelmişti. Bu koşullar altında ciddi bir rekabet krizi gerçekleşmiş
ve bu da kartel ve tröstlerin oluşumuna yol açmıştı.
19.yy’ın sonlarında gerçekleşen iki yasal yenilik ekonomi üzerinde önemli
etkilere neden olmuştur. Sherman Yasası (1890) ile ilk federal anti-tröst mevzuat
oluşturulurken, ikinci bir düzenleme ile holding şirketlerin kurulmasına izin
verilmiştir. Fiiliyatta yasa, pazar paylaşımı ve karın bir havuzda toplanması gibi tek
tek firmaların konsolidasyon faaliyetlerini yasaklasa da doğrudan şirket evliliklerine
18
Mustafa DURMUŞ
/ birleşmelerine izin veriyordu. Böylece, 1890’ların krizini takiben çok büyük çaplı
bir birleşme (merger) dalgası oluşmuş, bu da kapitalist kurumların yeni çerçevesini
ortaya çıkartmıştır. Bu dönüşüm iki yeni kavramla açıklanmaktadır: Kurumsal
devrim (corporate revolution) ve yönetsel devrim (managerial revolution ) (Dumenil
ve Levy, 2005; 20).
Bunlardan ilki, finans tarafından desteklenen ve denetlenen büyük şirketlerin
oluşumunu anlatır. “Finans ve daha önceki sanayiciler arasında bir birleşme mi
vardı, yoksa sanayi finans tarafından mı ele geçirilmişti” konusu tartışmalı olsa da
finans, yeni ekonominin merkezindeydi ve borsaya sıkıca bağlı bulunan kredi
mekanizmasını ve para arzını kontrol ediyordu. 20.yy’ın ilk onlu yıllarında parasal
ve finansal mekanizmaların gelişimi çok çarpıcıydı. Diğer taraftan yönetsel devrim
terimi, profesyoneller tarafından yönetilen firmaları anlatmaktadır.
Üretim
düzeyinde, bu yeni yönetim prosedürü olan Taylorist ve Fordist örgütlenmeyle
ilgilidir, ama bu prosedür kurumun faaliyetlerinin tüm yönlerini (üretim dışında,
ticaret, stok yönetimi, likidite ve personel) etkilemiştir. İşçilerle onların kullandığı
üretim araçları arasındaki mesafe tekrar artmış, görevler diğer ücretli personel
tarafından tanımlanmıştır. Mamafih, yönetsel devrim aynı zamanda yeni, daha lehte
teknolojik trendlerin de önünü açmıştır (Dumenil ve Levy, 2005; 20).
Böylece, 19.yy’ın sonlarında, kapitalizmin yeni bir konfigürasyonu
oluşmuştur. Bu durumun temel yönü şirket sahipliği ile yönetiminin ayrışması ve
finansal kurumların yeni rolüydü. Bu yeni varlığın finans olarak tanımlanması
konusunda bir belirsizlik olsa da, finans bu yeni konfigürasyonun vazgeçilemez
unsuruydu. Bu noktadan itibaren, büyük şirketlerin gelişimiyle bağlantılı olarak
finans kapital tanımı kullanılmaya başlanmıştır. Hilferding’in özgün tanımıyla, bu
terim sanayi sermayesi ile banka sermayesi arasındaki sıkı ve hiyerarşik ilişkiyi
(Hilferding, 1981) anlatmaktadır. Bugünkü anlamı ise daha ziyade, finans dışı çok
uluslu şirketler ile uluslar arası finansal holding şirketleri arasındaki ilişkidir.
1929–1933 Büyük Depresyonu, finansın yüz yılın başında kurmaya başladığı
bu egemenliğini geçici olarak kaybetmesine neden olmuştur. 1970’lerin ortalarına
kadar uygulanan Keynesyen iktisat ve maliye politikaları (reel tüketim ve yatırım
harcamalarını artırmayı, böylece de efektif talebi artırmayı hedefleyen genişletici
maliye ve düşük faiz politikaları) ile kapitalist ekonominin, reel dengeler üzerinde
yeniden büyütülmesi ve sermaye birikiminin hızlandırılması amaçlanmıştır.
Diğer taraftan, 1970’lerde başlayan ve 2008 yılına kadar ertelenmiş olan
yapısal krizin, finans sermayenin egemenliğini yeniden kuran koşulları yarattığı ileri
sürülebilir. Bu kriz de 19.yy. boyunca geçerli olan ve ana kapitalist ülkelerde kar
oranlarının azalması biçiminde gözüken koşullara benzer bir trend tarafından
yaratılmıştır. Bu bağlamda birçok araştırma finans sermayenin (finans kapital) bu
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
19
yükselişini bilinçli ve çok organize bir hareket olarak kaydetmektedir (Van der Pijl,
1984).
Bu yeni dönemin başındaki ana gelişme (1979 Monetarist darbesiyle gelen)
para politikasının, işsizliği önleme aracı olarak kullanılmaktan vazgeçilmesi ve
spesifik olarak fiyat istikrarını hedeflemesi biçimindeki yeniden tanımlanışı
olmuştur. Hükümetler ve para otoriteleri bu anlamda etkin bir politika
oluşturabilmek için Keynesyen araç ve kurumları kullandılar. Bu araç, diğer
araçlarla desteklenerek kombine bir sete dönüştürülmüştür. Bu araçlar; deregülasyon, emek hareketi ve sendikaların yok edilmesi ya da etkisiz hale
getirilmesi, büyük şirket birleşmeleri lehine bir politika ve hissedarların çıkarlarına
hizmet eden yeni bir kurumsal yönetim idi. Bu gelişme bazı yazarlarca kapitalizmin
yeni bir aşamaya girmesi ve finans sermayenin egemenliğini geri almasının bir
işareti olan neo-liberalizmdi.
Bu nedenle de finansın, çağdaş kapitalizmin temel bazı yönlerini yeniden
şekillendirmesi normaldir. Yani, finansın yeniden egemenliğini oluşturması,
sermayenin uluslararasılaşması ve piyasaların küreselleşmesi ile başarılmış olsa da,
bu değişkenler arasındaki ilişkiyi yanlış yorumlamamak gerekir: “Kapitalizmin
mevcut evrimi için baş edilemez gerekliliği yaratan şey küreselleşme ya da
uluslararasılaşma değil, uluslar arasılaşmanın bu yeni aşamasının içeriğini ve
biçimini dikte eden şey finanstır” (Dumenil ve Levy, 2005; 17) .
Böylece, Dumenil ve Levy’e göre, mevcut dünya ekonomisini niteleyen en az
üç birlikte süreç mevcuttur: Neo-liberalizm, küreselleşme ve finansallaşma. Ancak,
bunların içinde başat olan finans olup, neo-liberalizm ve küreselleşme finansın bir
ifadesidir. Büyük Depresyon boyunca finansın çöküşünün ve refah devletinin
yükseliş dönemlerinin ardından, 1970’lerden itibaren finansal egemenliğin yeniden
kurulmasıyla da, bugüne kadar yaşanmış olan çok sayıda finansal istikrarsızlığın önü
açılmıştır (Dumenil ve Levy, 2005; 18). Çünkü finans sermaye bakış açısıyla, fon
yatırımları, her an tersine çevrilebilir nitelikte olmalıdırlar. Belli bir alana
yatırıldıktan sonra her zaman ve hızlı bir biçimde ve en az masrafla buralardan geri
çekilebilmelidirler. Sermayenin bu özgür hareketinin iki yönü mevcuttur: Bir yatırım
alanına girmek ve çıkmak hakkı ve bir alandan diğer bir alana hareket edebilmesinin
garantilenmesi. Tarihsel olarak finans kapital, düzenli bir biçimde bu hareket
serbestîsi için gerekli olan kurumları inşa etmektedir. Menkul kıymetler borsası
bunun en bariz örneğini oluşturur. Diğer parasal ve finansal piyasalar da benzer
durumdadır. Elinde bir menkul değer ya da döviz tutan birisi bunu istediği zaman
alıp satabilmelidir. Bu bağlamda neo-liberalizm bu mekanizmayı sonuna kadar
zorlamış ve tüm düzenleyici kuralları ortadan kaldırmıştır.
Mustafa DURMUŞ
20
Anlaşılacağı üzere, kapitalizmin özellikle de 1980’li yıllardan itibaren
içinden geçtiği bu finansallaşma süreci, yapısal olarak zaten krize yatkın bir
sistemde, ilave olarak para ve finansal mekanizmaların merkezi bir rol oynadığı
krizlerin de önünü açmıştır. Bu etkileri hem 1994, 1997–1998, 2000–2001 yerel
krizleri hem de 2008 küresel krizinde yeterince görebilmek mümkündür.
Ancak, istikrarsızlık yaratma konusunda finans sermayenin önemli bir rolü
olsa da, özellikle de 2008 krizi gibi küresel bir krizin tamamından finans sermaye ve
finansallaşma olgusu sorumlu tutulamaz. Yapısal kriz aslında reel faiz oranlarının
artmasından ve 1979 politika değişikliklerinden çok önce başlamıştı. II. Dünya
Savaşı’nın ardından geçen ilk onlu yıllarda ana kapitalist ülkelerdeki refah artışını
sağlayan faktörlerden birisi olan teknolojik ilerlemeler vb lehteki faktörler ortadan
kaybolmaya başlayınca aşırı sermaye birikiminin kaçınılmaz olarak neden olduğu
aşırı üretim ve kar oranları düşüşü 1970’lerden bu yana krizi oluşturan koşulları
yaratmaktaydı.
B. Finansallaşma göstergeleri
ABD’ deki finansallaşmanın boyutlarını ortaya koyan temel araştırmalar,
Krippner(2005), Crotty (2005) ve Orhangazi (2008)’nin çalışmalarıdır. Fransa’daki
finansallaşmanın düzeyi ise (ABD ile birlikte) Dumenil and Levy (2005) tarafından
irdelenmiştir. Bu çalışmalar üç önemli olguyu ortaya koymaktadır: Finans dışı
şirketler, reel yatırımlarıyla kıyaslandığında, finansal yatırımlarını giderek
artırmışlardır. Bu şirketlerin karlarının daha büyük kısmı finansal faaliyetlerinden
elde edilmiştir. Diğer yandan, bu şirketlerin kazançlarının çok önemli bir kısmı, faiz
ödemeleri, kar payı ve hisse geri alımları biçiminde finansal piyasalara aktarılmıştır.
Bu bağlamda aşağıdaki veriler özellikle 1980’li yıllardan bu yana başta ABD olmak
üzere dünyadaki kapitalist ülkelerdeki finansallaşmanın boyutlarını ortaya
koymaktadır.
İlk olarak, 1980’li yıllardan bu yana, dünya finans piyasaları çok hızlı
büyümektedir. Bunu, hisse senetleri, kamu ve özel sektör bono ve tahvilleri ve
banka mevduatlarından oluşan toplam mali varlık stokunun değerindeki gelişmeyi
gösteren tablodan görebilmek mümkündür.
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
21
Tablo 1. Küresel Mali Stok (Mevduat, Hisse Senedi, Borçlanma Senetleri)
1980
1990
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
GSYH
(Trilyon
ABD doları)
10
22
32
32
33
37
42
45
49
55
Mali Stok
(Trilyon
ABD doları)
12
43
94
92
96
117
134
142
167
196
Derinlik
(MS/GSYH,
%)
120
195
294
288
291
316
319
316
341
356
Kaynak: MGI Mapping the Global Capital Market, Fifth Annual Report, Ekim 2008, s.9
http://www.mckinsey.com (Erişim tarihi: 27.01.2009).
Görüldüğü gibi, dünya mali stok hacmi, 1980’ de 12 trilyon ABD dolarından,
1990’da 43 trilyon ABD dolarına; 2000’ de 94 trilyon ABD dolarından, 2006’ da
167 trilyon ABD dolarına ve 2007 yılında 196 trilyon ABD dolarına fırlamıştır. Bu
stokların dünya GSYH’sı içindeki payları (derinlik) ise 1980 yılında % 120’den, üç
kat artarak, 2007 yılında % 356’ ya çıkmıştır. Bu rakamlar sadece temel finansal
varlıkları içermekte, diğer türler dâhil edildiğinde bu rakamlar ve rasyolar daha da
büyümektedir.
Aşağıdaki tablolar ise, spesifik olarak 2008 krizini tetikleyen unsur olan
menkul kıymetleştirme uygulamaları ve tezgah üstü türev piyasaların büyüklüğünü
vermektedir.
Tablo 2. ABD ve Avrupa’da Menkul Kıymetleştirme Uygulamaları (Milyar ABD doları)
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009/6
ABD
1.088
2.308
2.592
2.914
1.956
2.650
2.455
2.147
934
733
Avrupa
78
153
158
217
244
327
481
454
711
204
Toplam
1.166
2.461
2.750
3.131
2.200
2.977
2.936
2.601
1.645
937
Kaynak: ESF, European Securitisation Forum Data Report Q2:2009,
http://www.europeansecuritisation.com (Erişim Tarihi: 06.08.2010).
Mustafa DURMUŞ
22
Görüldüğü gibi özellikle ABD ekonomisinin “Yeni Ekonomi” dönemi olarak
adlandırılan dönemin sona erdiği, resesyonla yüz yüze kaldığı 2000 yılından
Lehman Brothers’in battığı yıla kadar, menkul kıymetleştirme uygulamaları iki
katına çıkmıştır.
İleride ele alınacağı üzere, 2008 krizinin tetikleyicisi ipotekli konut kredisi
uygulamasının en önemli bölümlerinden birisi bu kredilerin menkul
kıymetleştirilmesidir. Bu işlem ile farklı varlık türleri finansal kuruluşlar tarafından
bir havuzda toplanır. Bu havuzdaki varlıkların gelirlerine bağlı olarak menkul
kıymet ihraç edilir. İhraç edilen menkul kıymetlerin geliri varlıkların sahibi finansal
kuruluşa veya şirkete, havuzdaki varlıkların geliri ise menkul kıymet yatırımcılarına
aktarılır. Menkul kıymetleştirme ilk olarak, 1970’li yıllarda ABD’de mortgage
kredilerinin menkul kıymetleştirilmesi ile başlamış, daha sonra 1980’li yıllardan
itibaren diğer varlıklar da havuza dâhil edilmiştir (Andreas,2008).
Tablo 3. Tezgâh üstü Türev Piyasaların Büyüklüğü (Trilyon ABD doları)
2006/12
2007/6
2007/12
2008/6
2008/12
Döviz Sözleşmeleri
40,3
48,7
56,2
63,0
49,8
Faiz Sözleşmeleri
291,6
347,3
393,1
458,3
418,7
Hisse Senedi Sözleşmeleri
7,5
8,6
8,5
10,2
6,5
Emtia Sözleşmeleri
7,1
7,5
8,4
13,2
4,4
Kredi Riski Swapları
28,7
42,6
57,9
57,3
41,9
Diğer
43,0
61,7
71,1
81,7
70,7
Toplam
418,1
516,4
595,3
683,7
592,0
Kaynak: BIS, Quarterly Review, Haziran 2009, http://www.bis.org (Erişim tarihi:
18.08.2009).
Dünya GSH’sının 55–60 trilyon ABD doları olduğu bir dönemde, tezgâh üstü
türev araçların büyüklüğü, bunun on katıdır. Krizin doruğa ulaştığı 2008 yazında bu
tutar 684 trilyon ABD dolarını bulmuş, eşik altı ipotekli konut krediler üzerinden
çıkartılan menkul kıymetlerin riskinin transferinde önemli rol oynayan Kredi Riski
Swap’ları (CDS)’nın değeri ise 57 trilyon ABD dolarını aşmıştır.
Türev Araçlar (derivatives), getirileri (değerleri) başka bir türev araca veya
menkul kıymete bağlı olan finansal araçlardır. Faize, dövize, hisse senetlerine, emtia
fiyatlarına, kredi alacaklarına ve hatta hava durumuna dayalı olarak
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
23
düzenlenebilmektedir. Dayalı olduğu varlığın değerindeki değişmeye bağlı olarak
türev aracın değeri de değişmekte ve bunun sonucunda kar veya zarar edilmektedir.
Türev araçlarının kullanımının iki temel amacı riskten korunmak (hedging)
ve spekülasyon sonucu kazanç elde etmektir. Riskten korunmak gelecekte ortaya
çıkacak beklenmeyen fiyat hareketlerine karşı bugünden önlem alınmasını,
spekülasyon ise farklı beklentiler sonucunda yüksek kaldıraç kullanarak kazanç elde
edilmesinin amaçlanmasını ifade eder (Fitzgerald, 1993; 4).
Gelecekte ortaya çıkacak beklenmeyen fiyat hareketlerine karşı önlem
alınması, sözleşmeye konu varlığın fiyatının ileri bir vade için sabitlenmesini içerir.
Örneğin gelecekte ABD dolarının değer kazanmasını bekleyen ve bu para cinsinden
yükümlülüğü olan bir şirket, bir vadeli işlem sözleşmesine taraf olarak kuru
sabitleyebilir ve beklenmeyen fiyat hareketlerine karşı korunmuş olur.
Finansal türev araçların ortaya çıkışını, kapitalizmin gelişiminde yeni bir
aşama olarak gören Dick Bryan, paranın giderek türev araçlar ve menkul değerler
biçimini aldığının altını çizer. Ona göre, para bir anlamda metalaşmış risk alanına
doğru kaymaktadır. Bunu anlamak için de tarihe bakmak yeterlidir. Eskiden,
devletler parasal sistemin istikrarından sorumlu olup, bugünü geleceğe bağlar, faiz
oranlarını döviz kurlarını ve zirai ürün fiyatlarını denetlerlerdi. Devletler bu
alanlardan çekilince bireyler ve finansal piyasalar çok sayıda risk ve belirsizlikle
karşı karşıya kaldılar. Bunun sonucunda, devlet garantisinin boşluğunu
doldurabilmek için bir dizi yeni ürün ortaya çıktı. Bunlar; futures options ve swaps
gibi, devletin daha önce yaptıklarına piyasaların sunduğu alternatif araçlardı.
Böylece bu araçlar faiz oranları ve döviz kurları ile ilgili finansal risklere (ipotekli
mortgage kredilerinin menkul kıymetleştirilmesi de dâhil) karşı sigortalamak
amacıyla geliştirilmişlerdi (Bryan, 2008).
Dört ana kategori altında sınıflandırılan (Forward Sözleşmeler, Future
Sözleşmeler, Opsiyonlar ve Swap Sözleşmeleri ) türev araçların finansal krizin
derinleşmesinde önemli rol oynamalarının nedenlerinden birisi de bunların
spekülatörlere yüksek kaldıraç kullanma imkânı vermesidir. Örneğin bir hisse
senedine yapılacak yatırımın onda biri ile aynı hisse senedine dayalı türev araca
yatırım yapılabilmekte ve bu hisse senedinin değerindeki değişimden kaynaklanan
kar veya zarar aynı tutarda elde edilebilmektedir. Bu spekülasyon saiki ile işlem
yapanların risk iştahını artırmakta ve çok büyük riskler üstlenilmesine yol
açmaktadır. Kriz öncesinde ABD’ de kaldıraç oranlarının % 300’ leri aşması aslında
türev araç-kaldıraç ve kriz ilişkisini netleştirmektedir.
İkinci olarak, finans sektörünün, milli gelirden aldığı pay 1980 yılından
bu yana hızla artmaktadır (finansallaşma göstergelerine ilişkin bundan sonra
24
Mustafa DURMUŞ
sunulacak olan veriler ağırlıklı olarak Orhangazi [2008: 12 – 21]’de yer alan
grafiklerden derlenmiştir). Öyle ki;
— 1952- 1980 döneminde bu pay ortalama % 12–14 dolayında iken, 2000’
de % 20’ ye çıkmıştır. Bu artışın nedeni finansal sektörün karlılığındaki artıştır.
— Bu rasyo özellikle 1990’ larda iyice yükselmiş ve 2000’e kadar finans dışı
şirketlere (FDŞ) göre finans şirketlerinde (FŞ) bir kar patlaması yaşanmıştır. Öyle ki
1980 yılında, FŞ’nin karları, FDŞ’nin karlarının sadece % 8–9’ u civarındayken,
2002’ de bu oran % 75–78’ lere çıkmış, bu tarihten sonra bir miktar inişe geçmiş
olsa da % 40’ larda tutunmuştur. Bu nispi düşüşün nedeni finansal şirketlerin
karlılığındaki azalmadan ziyade, FDŞ’in karlarındaki güçlü artışlar olmuştur.
—Ticari bankaların karları da benzer bir şekilde artmıştır. 1980’ lerin
sonlarında, toplam varlıklar içindeki yüzdesel payları cinsinden bu pay % 01’lerde
iken, 1990’lı yıllarda bu pay % 1,1–1,3 ‘ e kadar yükselmiştir.
Üçüncü olarak, finans sektöründe çalışan sayısındaki ve bunlara yapılan
ödeme miktarındaki artışlar çarpıcı düzeydedir.
— Toplam istihdam içinde finans sektörünün payı, 1952’ de % 3 iken,
1980’lerin sonlarından itibaren % 4-5’lere çıkmıştır.
—Finans sektör çalışanlarına yapılan ödemeler de önemli ölçüde artmıştır.
Tüm çalışanlara yapılan toplam ödemeler içinde finans çalışanlarına yapılan
ödemelerin payı 1952’ de % 3 iken, 1987’ de % 6 ve 2006’ da % 7,8 olmuştur.
1980- 2005 arasında bu oran ikiye katlanmıştır. Hem çalışan sayısındaki, hem de
çalışanlara yapılan ödemelerdeki artışlar, finans sektörünün 1980’den bu yana
ekonomiden daha fazla kaynak kullandığını ve daha fazla gelir elde ettiğini ortaya
koymaktadır.
Dördüncü olarak, rantiye geliri payındaki artış benzer bir eğilim
göstermektedir. Bu gelir, bankalar, borsa ve sigorta şirketlerinin finansal
piyasalardaki faaliyetlerinden elde ettikleri karlar ve FD özel şirketlerin sağladıkları
faiz gelirleri toplamının GSMH içindeki payı olarak tanımlanır. Rantiye payı 1960–
1999 döneminde ikiye katlanmış ve 1960’ larda % 17’ den 1990’larda % 35’ in
üzerine çıkmıştır. Aşağıdaki grafikte 1960–2009 döneminde ABD’ de toplam iç
karlar içerisindeki payı cinsinden finansal karlardaki gelişim gösterilmektedir
(Foster ve Holleman, 2010).
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
25
Grafik 2: ABD’de Finansal Karların Toplam Yurtiçi Karlar İçerisindeki Payı
(%)
Kaynak: John Bellamy Foster ve Hannah Holleman (2010) The Financial Power Elite,
http://www.monthlyreview.org (Erişim Tarihi: 11.10.2009).
Grafikten de görüleceği üzere, finansal karların toplam iç karlar içindeki payı
1960’da % 17’den 2002 yılında % 44’ e yükselmiştir. Bu pay 2007’de % 27’ye
gerilemiş olsa da, banka kurtarmaları sayesinde 2009 yılının ilk çeyreği itibariyle %
31’ e çıkmıştır.
Beşinci olarak, finansal işlem hacmi ciddi bir biçimde artmıştır. Örneğin,
New York Menkul Kıymetler Borsası (NYSE)’nda, günlük işlem hacmi 1960’ da 3
milyon hisseden, 1980’ de 45 milyon hisseye çıkmıştı. 1980’lerin sonlarında bu sayı
ortalama 200 milyon iken, 1990’ ların sonlarına doğru sayı milyondan milyar hisse
düzeyine çıkmıştır. Daha belirgin bir artış ise NASDAQ’ da görülmüştür.
—NYSE’ deki hisselerin el değiştirme oranı (turnover), 2000’ lerde, 1960 ve
1970’lerdekinin ortalama beş katıydı ( % 20’lerden % 100’lerin biraz üzerine çıktı).
Bu rakam sadece borsada artan işlemleri anlatmamakta, aynı zamanda hisse
sahiplerinin hisselerini giderek çok daha kısa sürelerde alıp-sattıklarını da ortaya
koymaktadır. Benzer bir devir hızı diğer finansal araçlar için de söz konusudur.
ABD Hazine bonolarının günlük ortalama alım satım hacmi 1992’ de 95,7 milyar
26
Mustafa DURMUŞ
ABD dolarından, 2004’ te 498 milyar ABD dolarına fırlamış ve günlük devir oranı
2000’ de % 6’ dan, 2004’ te % 12’ ye çıkmıştır.
Altıncı olarak, temel bir diğer değişiklik finans sektörü ile finans dışı
sektörler arasındaki ilişkilerde yaşanmaktadır. Bir yandan, FDŞ’ ler giderek daha
fazla finansal faaliyet ve yatırımlara yönelirken, diğer yandan elde ettikleri
gelirlerinin giderek daha fazla kısmını finansal piyasalara akıtmaktadırlar. Öyle ki;
—Finans dışı şirketlerin (FDŞ), finansal varlıklarının maddi varlıklar ve bu
finansal varlıkların FDŞ toplam varlıkları içindeki payları 1980’ lere kadar
neredeyse sabit kalmışken, bu tarihten itibaren çok ciddi bir artış yaşanmıştır. 2000
yılında FDŞ’nin finansal varlıkları, maddi varlıklarının toplam tutarına eşitlenmiştir.
Bu finansal varlıkların yarısı “ çeşitli-muhtelif” varlıklar olarak
sınıflandırılmaktadır. Yani FDŞ’ ler giderek iyi tanımlanmamış, çeşitli finansal
varlıklara yönelmektedirler. Bu tür tanımlanmamış varlıkların, toplam finansal
varlıklar içindeki payları 1952’ de % 14 dolayındayken, 1980’ de % 50’ lere ve
2000’li yıllarda % 70’ lere çıkmıştır. Fed ekonomistleri dahi bunların neler
olduklarını tam olarak bilememektedirler (Crotty, 2005; 104).
—Finans dışı şirketlerin finansal yatırımlarındaki artış, bu yatırımlardan elde
edilen finansal gelirlere de yansımıştır. Gayri safi katma değerin yüzdesi olarak
şirketlerin bu faiz ve kar payları gelirleri önemli bir göstergedir. Her ne kadar
şirketlerin bu yatırımlarından elde ettikleri gelirleri tam olarak gösteren veriler
mevcut olmasa da, bu gelirlerin bütünündeki artışlar önemli bir göstergedir. Bu oran
1958–1972 arasında % 2–3 iken, 1974’ te % 4,8’ e, 1984’ te % 6,5 ‘e ve sonrasında
% 7 ‘lere kadar çıkmıştır. Wall Street Journal gazetesinde yer alan bir habere göre,
Amerikan Sears Holdings Co’nun 2008 son çeyreğindeki gelirlerinin yarısından
fazlası egzotik yatırım araçlarından sağlanmıştır (Covert ve MacWilliams, 2006) .
Bu trend, IMF (2006)’ya göre, Kanada, Almanya, İngiltere ve Japonya’da da
geçerlidir.
—Finans dışı şirketlerin yaptıkları finansal ödemelerin miktarları ciddi olarak
artmıştır. 1980–2000 dönemindeki gayri safi faiz ödemeleri özellikle yüksek
düzeydedir. FDŞ gayri safi katma değeri içinde faiz ödemelerinin yüzdesel payı
1952- 1970 döneminde % 2–6 arasında iken, 1980- 2000 döneminde % 11,7- 8
arasında olmuştur. Bu dönemde reel faiz oranlarının çok daha yüksek olduğu dikkate
alındığında bu sonuç sürpriz değildir. 2000’li yıllarda faiz oranlarındaki düşme,
FDŞ’ lerin ödedikleri faizlerde bir düşüşe neden olsa da 2004’ te faiz oranlarının
yükselmesi bu ödemeleri de muhtemelen artıracaktır.
— Finans dışı şirketlerin hissedarlarına yaptıkları ödemeler de artmıştır.
Özellikle 1990’larda kar payı ödemeleri artarken, 1980’lerden itibaren FDŞ’ler,
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
27
kazançlarını hissedarlarına dağıtmak için hisse geri alım yolunu kullanmışlardır.
1990’ ların istisnai durumu dışında, borsa, artık sermaye temin etmenin değil,
gelirleri değerlendirmenin bir yeri olarak işlev görmektedir.
— Son olarak, kapitalist sınıfın finansallaşması da önemli bir gösterge
olarak karşımıza çıkmaktadır. 1980 yılından bu yana düzenlenen Forbes 400, ABD’
nin en zengin 400 insanını yayınlamaktadır. Son yıllara ait veriler ABD’ deki finans
sektöründe faaliyet gösteren spekülatör kapitalistlerin giderek başat bir hale
gelirken, sanayici ve petrol zenginlerinin ikinci plana düştüğünü ortaya
koymaktadır. Bu durum aşağıdaki tablo 5’te gösterilmektedir. Buna göre, 1982
yılında, petrol ve gaz zenginleri en zengin 400 kişi arasında % 22,8 ile ilk sırada,
sanayiciler % 15,3 ile ikinci sırada yer alırken finans % 9 ile alt sıralardaydı. FIRE,
yani finans, sigorta ve gayrimenkul’ün payı % 24 idi. Sadece 10 yıl sonra, finans
tüm alanların önüne geçerek % 17’ye ulaştı (gayrimenkul ile birlikte % 25). Aynı yıl
petrol ve gaz zenginlerinin payı % 8,8’ e ve sanayicilerin payı % 14,8’ geriledi.
Krizin hemen öncesinde 2007 yılında finansın tek başına payı % 27,3’ e fırlarken
(gayrimenkul ile birlikte % 34), sanayi % 9,5’e gerilemiştir (Foster ve Holleman,
2010).
Özetle, tüm bu veriler artan finansallaşma ile birlikte finans sektörünün
kapitalist ekonomilerde ciddi bir biçimde farklı ve önemli bir yer tuttuğunu ortaya
koymaktadır. Bu dönem, finansal karların artması, tüm açılardan finans sektörünün
ölçeğinin belirgin bir biçimde büyümesi, finansal işlem hacminin patlaması ve
FDŞ’lerin giderek artan finansallaşmasıyla karakterize edilir.
III- Finansallaşma Balonu / Eşik Altı Konut Kredileri
Amerika Birleşik Devletleri’nde 2000 sonrası yedi yılda, iki ana finansal
balonun (önce 2000 menkul kıymetler borsası, ardından ipotekli konut kredisi
piyasası) patlaması, 2008 krizinin, kapitalizmin tarihinde daha önce görülmüş kredi
kuruması biçiminde ortaya çıkan krizlerden daha farklı özelliklere sahip bir kriz
olduğunun işaretlerini vermekte ve bu anlamda da krizin analizinde bu döneme
özgü, artan finansallaşmanın bir biçimi olan menkul kıymetleştirme ve türev
araçlara dikkatleri çekmektedir.
Lehman Brothers’ in batışının ardından, “eşik altı ipotekli konut kredisi ya da
eşik altı mortgage balonu” olarak da bilinen balonun patlamasıyla finansal kriz
başlamış ve haftalar içinde tüm dünyaya yayılmıştı. Diğer yandan, kriz öncesi yıllar,
“Büyük Moderasyon” olarak bilinen kapitalist dünya ekonomisinin güçlü bir
performansına tanıklık eden bir dönemi anlatmaktadır. 2001 küresel yavaşlamasının
28
Mustafa DURMUŞ
ardından, dünya ekonomisi 2004, 2005 ve 2006 yıllarında önemli sayılabilecek
gelişmeler yaşamış bu nedenle de bu döneme bu ad verilmiştir.
Bu dönemde sırasıyla; (i) dünya milli hâsılası büyümeyi sürdürürken,
enflasyon oranları ılımlı bir seyir izlemiş; (ii) küresel bir likidite bolluğu yaşanmış,
faiz oranlarının düşmesi sonucunda iç kredilendirme hacminde ciddi artışlar
görülmüş; (iii) şirketler düşük faizle aşırı bir biçimde borçlanarak büyümüş ve
böylece özel sektörün borçluluk düzeyi artmış; (iv) konut fiyatları çok hızlı bir
şekilde artarken, emtia ve varlık fiyatları da yükselmiştir (Durmuş, 2010a; 101–
106).
A. Krizi öteleme mekanizması: Eşik altı ipotekli konut kredileri balonu
şişirildi (2001–2007):
2000 yılındaki büyük çaplı borsa düşüşü (ilk balonun patlaması) ciddi bir
resesyonun habercisiydi. Nitekim Mart 2001’de ABD ekonomisinin durgunluğa
girmeye başlaması ve 11 Eylül saldırılarının tüketici ve yatırımcının ekonomiye olan
güvenini sarsması, finansal bir çöküşle birlikte büyük çaplı bir ekonomik çalkantı
yaşanabileceği endişesiyle ikinci bir balonunun şişirilme ihtiyacını ortaya çıkardı.
Yani, borsa balonundaki patlama, gayrimenkul piyasasındaki yeni spekülatif balonla
telafi edilirken, 2001’de sadece küçük çaplı bir resesyonla durum kurtarılarak kriz
ötelendi.
Bu süreçte, Fed hızla kısa vadeli faiz oranlarını düşürmeye başladı ve faiz
oranları % 6,5 düzeylerinden % 1,75’e kadar indirildi. Faiz indirimleri ile canlanan
ekonomi ve dünya ekonomisinde 2003–2006 arasında gerçekleşen yüksek kârlar
likidite bolluğunu daha da artırdı (The Federal Reserve, 2009), balon daha da
büyütüldü. Bu durum düşük faizli-kolay borçlanmayı mümkün kıldı. Tüketici
kredilerindeki oluşacak patlamanın startı da böylece verilmiş oldu.
ABD kapitalizmi, borçlandırma aracılığıyla; (i) tüketim ve yatırım
harcamalarını (özellikle konut ve otomotiv sektöründeki) patlatarak efektif talebi
artıracak, böylece yaklaşan resesyonu öteleyecekti, (ii) reel sektördeki kâr sıkışıklığı
aşılacak ve sermaye finansal sektör üzerinden yeniden değerlenecekti, (iii) devasa
boyutlu, giderek özerkleşmiş finansal sermayenin kâr hırsı tatmin edilecekti
(Durmuş, 2010a; 107).
Bu balonla birlikte, düşük faiz oranları ve aşağıya çekilmiş karşılık
oranlarıyla teşvik edilen sermaye konut piyasasına aktı, mortgage kredileri patladı,
konut fiyatları arttı ve ardından bir hiper spekülasyon gelişti. Nitekim 1990’larda
yılda % 9,2 oranında artan mortgage kredileri, 2000–2005 döneminde yılda % 16,6
oranında arttı. Konut kredileri öyle hazırdı ki normalde kredi başvurusu
reddedilecek olanlar (subprime) bu krediyi rahatça alabiliyorlardı. Tüm bunlar konut
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
29
fiyatlarını birden yükseltti ve 2000–2005 döneminde fiyatlar iki kat arttı (Kliman,
2008).
Faiz oranlarındaki keskin düşüş ve konut fiyatlarındaki hızlı yükseliş sonrası
ise, C. Kindleberger ve Aliber’in (2005 ) tasnifi ile, sırasıyla beş aşamalı bir süreçti:
Yeni bir sunum (novel offering), kredi genişlemesi (credit expansion), spekülatif
çılgınlık (specülative mania), stres-gerginlik (distress) ve çöküntü-panik (crash).
Düşük gelirli (eşik altı –subprime) Amerikalıların konut ihtiyacı ABD’de
uzun zamandır finansal sistemin iştahını kabartıyordu. Diğer yandan, bu kesimin
riskli olduğu da açıktı. Çünkü ellerinde yeterince ön ödeme yapacak birikimleri
yoktu, kredilendirme ile ilgili geçmişleri bulunmamaktaydı ya da kötü bir geçmişe
sahiptiler, gelir kayıtları yetersizdi ve haklarında yeterince ve doğru bilgi mevcut
değildi. Bu kesimler son 12–24 ay içerisinde borç ödemelerinde temerrüde
düşmüşlerdi ya da son senelerde iflas etmişlerdi (Gorton, 2008; 2).
Buradaki önemli nokta, riskli özelliklerine rağmen bu eşik altı grubun hem
toplam ipotekli konut kredileri hem de yeni ikrazatlar içindeki payının kriz
öncesindeki dört beş yılda devasa büyümesidir. Mevcut eşik altı ve Alt-A
kredilerinin birleşik miktarı 2005–2007 yıllarındaki (ilk çeyrek itibariyle) 6 trilyon
ABD dolarlık ipotek kredisi piyasasının dörtte birini oluşturmaktaydı. 2000–2007
döneminde Fannie Mae ve Freddie Mac gibi acentelerin ipotekleri sadece % 200
artarken, eşik altı kredileri % 800 arttı. 2005–2006 yılları itibariyle eşik altı ve AltA ipotekli kredi ikrazatı neredeyse ipotek pazarının % 30’nu kapsıyordu. 2000
yılından itibaren eşik altı ve Alt-A ipoteklerin pazar payı artarken, acente
kredilerinin payı ortalama olarak % 80’den, % 50 (ikrazat) ve % 67’ye geriledi
(Gorton, 2008; 3).
Bir başka anlatımla, mortgage balonu şişirilirken, gerçekte olduklarından çok
daha az riskli olarak görülen varlıklar yaratılmış, alınıp satılmıştır. Oysa daha sonra
faiz oranları yükselip, konut fiyatları düştüğünde, konutun fiyatına kıyasla ona
verilen kredinin değeri yüksek kalmış, bu da temerrütlere ve hacizlere neden
olmuştur.
Blanchard, eşik altı kredi riskinin düşük fiyatlaması ya da algılamasını iki
nedene bağlamaktadır: İlk neden genel niteliktedir. Geçmişte, sağlıklı ekonomik
ortamlar genellikle kredi patlamalarına, marjinal varlıkların yaratılmasına ve
marjinal kredilerin ihracına neden olmuştur. Kredi alanlar ve verenler getirilerin
yakın geçmişteki dağılımına bakarlar ve gelecekteki getirilere yönelik iyimser –
hatta oldukça iyimser – beklentiler oluştururlar. Sürdürülebilir bir büyüme ve düşük
faiz oranları ile birlikte 2000’li yıllardaki ekonomik ortam, dünyanın büyük bir
bölümü için gerçekten de sağlıklıydı. ABD konut fiyatları özeline bakıldığında, hem
30
Mustafa DURMUŞ
kredi alanlar hem de verenler, konut fiyatlarının 1991’den bu yana artmakta
olduğuna ve bunun 2001 resesyonunda da bu şekilde devam ettiğine vurgu
yaparlardı.
İkinci neden ise, karmaşık gibi görünen fakat etkili bir sigortalama politikası
olan “Kredi Riski Swap’ları (Credit Default Swaps, bundan sonra CDS) ile ilgilidir.
Bu araçlar birçok riske karşı ihraç edilmişlerdi. Firmalar ve kurumlar, düşük bir
prim karşılığında ister bir firma, ister bir kuruluş, isterse de ülke kaynaklı olsun
kendilerini geri ödememe riski gibi spesifik risklere karşı sigortalayabiliyorlardı.
Dahası CDS’leri ihraç edenler de bu düşük primlerden memnundular; zira bunları
ödemek zorunda kalma ihtimalinin, göz önünde bulundurmaya değmeyecek kadar
düşük olacağını varsayıyorlardı. Bu da eşik altı riskinin gereğinin altında
değerlendirilmesine neden oluyordu (Blanchard, 2009; 5–6).
Eşit altı kredilerinin aşağıda ele alınan tasarım özellikleri, bir yandan balon
şişirilirken çok yüksek getiriler sağlanmasını mümkün kılarken, diğer yandan da
finansal sistem için çok ciddi risklerin oluşmasına yol açmıştır.
İlk olarak, faiz vade yapılandırması anlamında, en yaygın uygulanan eşik
altı ipotek türleri, 2–28 veya 3–27 olarak bilinen melez yapılı ayarlanabilir faiz
oranlı ipotekler olmuştur (ARMs). Bu, ilk iki ya da üç yıl sabit faiz sonrasında
değişken faiz uygulaması demektir. İlk iki - üç yıl sonrasında faiz oranlarının
yükselmesi kredi faizi geri ödemelerini de artıracağından böyle bir uygulama
risklidir. Nitekim 2004 yılından itibaren faiz oranlarının yükselmesi sonucunda
konut kredisi alanların büyük bir kısmı geri ödeme güçlüğüne düşmüştür. Eşik altı konut ipotek kredilerinin başka bir önemli karakteristiği, peşin
ödeme cezalarının boyutu ve yaygınlığıdır. Fanny Mae’nin tahminine göre subprime
ipoteklerinin % 80’inde peşin ödeme cezaları varken, normal prime ipoteklerinin
sadece % 2’sinde bu tür cezalar söz konusuydu (Zigas ve Weech, 2002). Böyle bir
ceza uygulaması konut sahibinin herhangi bir biçimde paraya kavuşması (örneğin
miras yoluyla) halinde dahi peşin ödeme yapıp kredi borcunun kapatılmasını
caydırmaktaydı.
İkinci olarak, röfinansman imkânı altında, konut fiyatındaki artışa bağlı
olarak ipotek kredisi, kısa vadeli başka bir ipoteğe dönüşebilmektedir. Yani, evin
değerindeki artış, her iki-üç yılda bir röfinansman imkânı sağlamaktadır. Böylece,
eşik altı ipotek kredilerinin sırasıyla; kısa sürede borçluya verilmesi, ilk dönemin
sonunda uygulanan kredilendirme oranlarının yüksekliği ve peşin ödeme cezalarının
varlığı röfinansman yapılmasını teşvik etmektedir.
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
31
Kredi sunucusu için, röfinansman, çok önemlidir. Borçlular çoğunlukla ilk
kredi veren kuruluşa bağlı kalırlar. Bu durum, ev fiyatları her arttığında kredi
sunucusunun röfinansman aracılığıyla daha fazla kredi vermesi, verdiği kredi
üzerinden daha fazla menkul kıymet çıkarması, yani daha fazla kazanması anlamına
gelmektedir. Nitekim kriz patlak verene kadar kredilerin % 50 – 80’i ilk beş yılda
röfinanse edildi. Bu yolla ev sahipleri sistemde kaldı, hatta ikinci evlerini aldılar
(Bhardwaj ve Sengupta, 2008).
Düşük faiz oranları, bol likidite ve röfinansman hem uzunca bir süredir
krizde olan otomotiv firmalarının tüketici kredileri aracılığıyla satışlarını
sürdürmelerine böylece de ciddi sıkıntılarını aşmalarına yardımcı olurken, hem de
mortgage balonu ile bu kez konut satışları patladığından, fiyatları giderek artsa da,
ekonomik büyüme sürdürülebiliyordu. Ancak böyle bir gelişim ekonominin hızla
parasallaşmasına ve borç stokunun da artmasına neden oluyordu. Bu da beraberinde
ciddi riskler taşımaktaydı.
2006 yılında sadece toplam birikmiş konut ipotek kredisi tutarı 3 trilyon
ABD doları civarındaydı. Bunlara diğer tüketici kredileri de ilave edildiğinde toplam
tüketici kredileri trilyonlarca ABD dolarını buluyordu. Bir süre finans kurumları,
tüketici borçlarının geri ödeneceği umuduyla perakendecilerle birlikte işbirliği
yaparak her kesime gold ve platinyum kart yağdırıp bankalara ödedikleri % 3-4’lük
faiz oranından sağladıkları krediyi kendi müşterilerine yıllık %18–20 oranında
kullandırttılar. Bu yüksek faiz getirisi, bankaların kefilsiz borç vermelerine yol açtı
(Durmuş, 2010a; 111).
Fed’e göre, Amerikan ekonomisinde toplam borç oranı 1997 yılında
GSYH’nın % 255,3’ü iken 2007 yılında % 352,6’ya yükselmiştir. Borç artışı, en
fazla hane halkı ve finans sektöründe gerçekleşmiştir. Hane halkı borçları 2006–
2007 döneminde GSYH’nın % 66,1’inden % 99,9’una çıkmıştır. Fakat en fazla borç
artışı yaşayan sektörler 1997’de borçluluk oranları GSYH’nın % 63,8 iken 2007
yılında GSYH’nın %113,8’ine çıkan bankalar ve finans kurumları olmuştur. Yani,
eşik altı ipotek kredileriyle sürekli şişirilen varlık balonu borçlardaki büyümeyi
körüklemiş, sistemdeki riskleri de artırmıştır (Blackburn, 2008; 66).
Aslında, Anglo-Amerikan ülkelerinde, sermaye piyasasının tüketici
borçlanmasındaki önemi, hem popüler medya hem de politika yapıcılar tarafından
genellikle bilinmekteydi. The Economist Dergisi’nin 2003 ve 2005 yıllarında dünya
ekonomisindeki stres üzerine yayımladığı araştırmalarında, dünya ekonomisindeki
büyümenin büyük oranda ABD hükümeti ve tüketicilerinin harcama ve borçlanma
alışkanlıklarına dayalı hale geldiği ifade edilmektedir. ABD’deki borçlanma balonu,
İngiltere’deki cari işlemler açığının etkisi ile ortaya çıkan Anglo – Amerikan
balonunun ortaya çıkması ve sürmesi Almanya, petrol ihraç eden ülkeler ve başta
32
Mustafa DURMUŞ
Japonya ve Çin olmak üzere Asya ülkelerinden gelen sermaye hareketleri sayesinde
mümkün olabilmektedir. IMF 2004 yılında, ABD’ye yönelik bu sermaye
hareketlerinde bir dalgalanma olmasının küresel finansal istikrarı tehdit edeceği
uyarısında bulunmuştur. Yani, Tüketici kredisi ağlarındaki dönüşüm sayesinde
küresel sermaye hareketleri sermaye piyasaları aracılığıyla, bu kredi balonunu
finanse etmiştir (Langley, 2008; 135).
Üçüncü olarak, adına Teminatlı Borç Yükümlülükleri (Collateralized Debt
Obligations bundan sonra CDO) denilen yeni bir finansal enstrüman ile mortgage
kredileri menkul kıymetleştirilmiştir. Bu kısım aslında 2008 krizinin tetikleyicisi
olan ipotekli konut kredisi uygulamasının en önemli kısmıdır. Bu işlem ile farklı
varlık türleri, finansal kuruluşlar tarafından bir havuzda toplanır. Bu havuzdaki
varlıkların gelirlerine bağlı olarak menkul kıymet ihraç edilir. İhraç edilen menkul
kıymetlerin geliri varlıkların sahibi finansal kuruluşa veya şirkete, havuzdaki
varlıkların geliri ise menkul kıymet yatırımcılarına aktarılır (Jobst, 2008).
Küresel kriz sürecinde menkul kıymetleştirmenin merkezi bir rol
oynamasının arkasında bu işlemin temel bir özelliği yatmaktadır. Menkul
kıymetleştirme işlemi ile farklı risk düzeylerindeki varlıklar bir havuzda
toplandığından, yatırımcılara kolayca satılamayacak yüksek riskli varlıklar, düşük
risk taşıyan varlıklar ile birlikte pazarlanabilmektedir. 2008 krizi öncesinde de
özellikle yüksek riskli subprime ve Alt-A krediler, diğer düşük riskli krediler ile bir
havuzda toplanarak yatırımcılara satıldı, bu işlem sonucunda elde edilen gelirler ile
yeni krediler verildi ve kredi hacmi önemli oranda genişledi. Subprime ve Alt-A
kredilerin geri ödenmesinde problemler yaşanması ile birlikte, bunların dâhil olduğu
varlık havuzlarında ve dolayısıyla bunlara dayalı olarak çıkarılan menkul
kıymetlerin değerinde önemli oranda düşüşler yaşandı ve böylece bu menkul
kıymetlere yatırım yapan şirketler, finansal kuruluşlar ve yatırım fonları önemli
oranda zarar ettiler (Durmuş, 2010a; 112).
Yani, menkul kıymetler türev biçimlerdir ve bir menkul kıymette bu türev
niteliği çok kritik bir öneme sahiptir. İpotekli konut kredisine dayalı olarak çıkartılan
menkul kıymetlerle piyasada alınıp satılan ipotekli kredinin kendisi değil, bu
ipotekli konut kredisinden sağlanan gelir akımına ilişkin hak edişlerdir. Bu türev
araçlar, ana varlığa sahip olunmaksızın, varlık için finansal risk oluştururlar.
Dick Bryan bu riski bir örnekle şöyle açıklar: “Petrol ile ilgili bir vadeli
işlem (futures)yaptığınızda, petrolün kendisine sahip olmaksızın fiyatındaki
dalgalanmalar anlamında bir riskle karşı karşıyasınızdır. Böylece de, ipotekli konut
kredisine dayalı menkul kıymetler durumunda ipotekli konutun kendisine sahip
olmaksızın bir grup ipoteğin performansına bağlı bir risk durumuna açık hale
gelirsiniz” (Bryan, 2009).
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
33
Böyle bir ayrıştırma çok önemlidir. Çünkü, 20–30 yıl sürdüğünden ipotekli
konut kredisinin kendisi likit değildir, ancak bunun üzerinden çıkartılan menkul
kıymetler likittir: Diğer başka tür menkul kıymetlerle birlikte yeniden
paketlenebilirler, çekici ürünlere dönüştürülebilirler ve tekrar tekrar satılabilirler.
Daha da önemlisi, bu araçların türev yönü, yani, varlığın sahibi olmak ile varlığın
performansına bağlı olan bir konumda olmak arasındaki fark eşik altı mortgage
kredilendirmesini çok karlı kılan şeydi (devam edebildiği sürece). Finansal piyasalar
mortgage performansı ile konut fiyatlarının performansını birbirinden ayrıştırabilir
ve birinciyi satıp ikinciyi elde tutabilirlerdi.
İşte, mortgage sunucularının kredi borçlarını geriye ödeyemeyecekleri hemen
hemen kesin olmasına rağmen, konut alanlara (konutların değerindeki artışın sürekli
olacağı beklentisi içinde) verdikleri kredileri artırarak sürdürmelerinin nedeni de
budur: Konut fiyatlarıyla ilgili riski kontrol altında tutup, mortgage geri ödeme
riskine göz yummak mümkündü. Konut fiyatları düşmediği sürece, sermaye için
böyle bir strateji çok işe yararlı bir stratejiydi” (Bryan, 2009).
Menkul kıymetleştirmenin ulaştığı boyuta bakıldığında; 2005 ve 2006
yıllarında toplam mortgage kredisi (eşik altı + normal) tutarının yaklaşık olarak 1,2
trilyon ABD doları iken bu tutarın % 20’sinin eşik altı niteliğinde olduğu, bunun da
% 80’inin menkul kıymet haline getirildiği görülür. Oysa bu oran 2001 yılında % 50
idi. Yani finansal sektör giderek eşik altı ipotekli konut kredileri ağırlıklı olmak
üzere ipotek kredilerini menkul kıymet haline getirmiştir (Durmuş, 2010a; 112).
Bunun temel nedeni, ipoteklerin hızla röfinanse edilmesinin, menkul
kıymetleştirme işlemi için gerekli olan nakit parayı sağlayabilmesiydi. Çünkü
röfinansmanla birlikte nakit girişi hızlandıkça menkul kıymetleştirme de
hızlanıyordu. Bu süreç tabiî ki böyle bir menkul kıymetleştirmeyi diğer türlerden
ayırıyor ve riski kalıcı kılıyordu. Yani ipotekli konut kredisi menkul
kıymetleştirmesi röfinansmana, o da ev fiyatlarının yükselmesine bağlıydı.
Bu menkul kıymetleştirilmiş krediler bir sonraki aşamada Teminatlı
Mortgage Yükümlülükleri (Collateralized Mortgage Obligations /CMO) biçiminde
yeniden paketleniyorlardı. Bu CMO’lar trançlar ya da bölümlere ayrılmış mortgage
kredilerinden elde edilen gelir akışına göre yapılan gruplandırmalardan oluşuyor ve
böylece öncelikle en yüksek grubun anaparasının ödenmesine dayalı bir borç
anaparası ödenmesi mümkün olabiliyordu. 1990’ ların sonlarından itibaren bankalar,
düşük-orta ve yüksek riskli (subprime) mortgage kredilerini diğer kredi türleriyle
karıştırıp birleştiren CDO’ lar yaratmaya başlamışlardı.
Üç ana kredilendirme kuruluşu, bu gruplandırılmış CDO’ları, en yüksek
grubu AAA ve diğerlerini daha düşük nottan kredilendirdiler. Böylece yüksek riskli,
34
Mustafa DURMUŞ
düşük trançta yer alan CDO’lar da diğerlerinin arasında, dağıtımın bölgesel ve
sektörel yaygınlığından faydalanarak yedirilmiş oldu. Tüm bu faaliyetler mortgage
kredileri için büyük çaplı bir piyasa oluşturdu. Bu kısa sürede düşük gelirli, kredi
geçmişleri olmayan eşik altı kesimleri kuşatmaya başladı. Çıkardıkları araçlar
yüksek düzeyde kredi notu elde edince, bu menkul kıymetlerin yaratıcısı olan
bankalar, bu menkul kıymetleri yeni küresel finansal piyasalarda kolayca ellerinden
çıkardılar (Foster, 2008) .
Dördüncü olarak, sistemdeki risklerin transferi ve dağıtılması önemliydi.
Nitekim menkul kıymetleştirmeye olan ilginin bir diğer nedeni de bunun risk
dağıtımında büyük bir gelişme olarak görülmesiydi. Ortaya çıkacak bir şok, bir kaç
finansal kuruluş yerine, çok sayıda yatırımcı tarafından absorbe edilebilecekti
(Blanchard, 2009) .
II. Dünya Savaşı sonrasında, bankalar mortgage ve diğer tüketici kredilerini
bilânçolarında izliyor, krediler varlık; bunların karşısında tasarruflar ve sermaye
yükümlülük olarak duruyordu. Tüketici kredisi ağlarındaki dönüşüm ile bankaların
bilânçolarındaki varlıkları oluşturan krediler de bir risk unsuru olarak görülmeye ve
finansal piyasaların konusu olmaya başladı. Tüketici kredisi balonunda, ödememe
riskini transfer etme aracı, başta kredi türevleri olmak üzere menkul kıymetleştirme
işlemi ve ödememe riskine dayalı finansal araçların likit piyasalarda işlem görmesi
olmuştur (Langley, 2008) .
Hem konut balonunun şişirilebilmesi, hem de ortaya çıkan riskin
dağıtılabilmesi ve transfer edilebilmesi için bankalar tarafından bilânço dışı
kanalların oluşturulması ya da gölge bankacılık yapılması gerekliydi. Bu kanallara,
Yapılandırılmış Yatırım Araçları (Structured Investment Vehicles, bundan sonra
SIV) adı veriliyordu ve bunlar CDO’ları tutmak için tasarlanmışlardı. Bu özel
kanallarla CDO’ların tezgâh altından satın alınması mümkün olabiliyordu. Yani,
varlığa dayalı ticari kâğıtlar aracılığıyla kısa vadeli fon kullanılıp, bu fonlar uzun
vadeli menkul kıymetlere yatırılıyordu.
Böylece CDO’lar, varlıkların izole edildiği, yeniden paketlendiği ve sermaye
piyasaları aracılığıyla satıldığı ve bunun sonucu olarak yükümlülüklerin azaldığı,
bilânço dışı muhasebeleştirmenin tipik bir örneğini oluşturmaktadırlar. Bankaların
kredi kartı işlemlerini diğer operasyonlarından ayırabilmesi de bu bilânço dışı
izleme yöntemi ile mümkün olabilmektedir. Varlıkların bu şekilde bilânço dışına
çıkarılabilmesi kredi kartı ve tüketici kredisi verenlere düşük bir sermaye ile daha
fazla borç verme imkânı vermektedir. Örneğin, ana İngiltere bankalarında tüketici
fonlama açığı, tüketici mevduatı tarafından finanse edilmeyen tüketici kredisi oranı,
2001 yılından 2005 yılına %11 oranında artmıştır (Langley, 2008).
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
35
Varlıkların bilânço dışına çıkarılarak SIV’lere devredilmesi ve CDO ihraç
edilmesi bir risk yönetme stratejisi olmanın yanı sıra, vergiden kaçınma aracı olarak
da kullanılmaktaydı. CDO ihraçları vergi cennetlerine kayıt edilerek,
vergilendirmeden kaçınma imkânı vermektedir.
Riskin dağıtılmasında son halka ise CDS’lerdi. Bankalar türev araçlara
yatırım yapanları, bu araçların değer kaybetme ya da ödenmeme riskine karşı
sigortalanmasını sağlamak amacıyla CDS sözleşmesi imzalamaya yönlendiriyordu.
Diğer yandan, bankalar bu kâğıtları başkalarına devredebilme olanağına sahip
bulunsalar da, tüm bu süreç bankaları potansiyel olarak riske maruz bırakıyordu.
Sözü edilen bu CDS’lerin 2008 yılının ilk yarısındaki toplam tutarı 55 trilyon ABD
dolarıdır. 2007 yılı sonunda bu rakam 62 trilyon ABD dolarıydı (ISDA).
“Yarat–Paketle-Dağıt” (originate-to-distribute) olarak da tanımlanan böyle
bir menkul kıymetleştirmeyle oluşan risklerin transferinde, yoğun bir şekilde yatırım
fonları, hedge fonlar ve sigorta şirketleri rol aldı. Giderek artan bir şekilde, yaratılan
krediyi elde tutmak yerine, kredi kuruluşları bu kredileri yeniden paketledikten
sonra finansal piyasalarda sattılar (Frankel, 2006; 67–68). Diğer taraftan Mishkin’in
vurguladığı gibi, bu model başta literatürde “vekâlet problemi” olarak da
adlandırılan ciddi sorunlara yol açtı (Gorton, 2008; 28). Bu da köpüğü büyütürken,
riskin kontrolden tamamen çıkmasına neden oldu.
Blanchard’a göre ise riskin en önemli unsuru, türev araçların karmaşık
yapılarının opaklığa (bulanıklığa) sebep olmasıydı. Basit mortgage havuzlarının
değerlerinin belirlenmesi mümkün iken CDO’ların değerinin belirlenmesi daha
güçtür. Dolayısıyla, orijinal ipotekli konut kredilerine ilişkin kaygılar, türev
varlıkların değerlerine yönelik büyük bir belirsizliğe dönüşmüştür. Söz konusu
menkul kıymetlerin çok sayıda finansal kurum tarafından elde tutuluyor olduğu
gerçeği, bu büyük belirsizliğin ekonomide çok sayıdaki bilânçoyu olumsuz
etkilediği anlamana gelmektedir (Blanchard, 2009).
Finansal krizin, adı geçen türev araçlar üzerinden küresel bir hale gelmesinin
nedenlerinden birisi kuşkusuz, neo-liberal uygulamalar ve sermaye serbestîsi ile
birlikte yürüyen küreselleşmenin menkul kıymetleştirmeyi tüm dünya finansal
piyasalarına hızla ulaştırabilmesi olmuştur. Nitekim beş büyük gelişmiş ülkede yer
alan bankaların, yabancı ülkelerdeki alacakları 2000 yılındaki 6,3 trilyon ABD
doları seviyesinden 2008 Haziran’ında 22 trilyon ABD doları seviyesine ulaşmış
olup, bu bankaların, sadece gelişen piyasa ekonomilerindeki alacakları 4 trilyon
ABD dolarını aşmıştır. Herhangi bir sebepten dolayı bu bankaların yabancı risklere
olan açıklığı giderme kararı aldıklarında bunun ne anlama geleceğini açıktır
(Blanchard, 2009).
Mustafa DURMUŞ
36
Eşik altı ipotek kredisi balonu şişirilirken ABD ekonomisindeki borçluluk
düzeyi ya da şirketlerin kaldıraç kullanma oranı da ciddi biçimde artmış, bu da krizi
tetikleyici bir etken olmuştur. Bir başka deyimle, finansal kuruluşlar portföylerini
gittikçe azalan bir oranda kendi sermayeleri ile finanse etmişler ve böylece de
sermayelerinin getiri oranını artırmışlardır. Yüksek kaldıraç kullanmaya yönelmenin
nedenlerinden birisi iyimserlik ve risk değerinin düşük hesaplanması olmuştur.
Diğer bir önemli faktör ise regülasyonlardaki boşluklardı. Örneğin,
bankaların, varlıklarını bilânçolarından çıkartıp, yapılandırılmış yatırım araçlarına
taşıyarak, sermaye yeterliliklerini düşürmelerine izin verilmiştir. Öyle ki, 2006
yılında, Citigroup’un 2,1 trilyon ABD dolarlık bilânço dışı varlıklarının değeri, 1,8
trilyon ABD dolarlık bilânço içi varlık değerini aşmıştı. Aslında, sorun bankacılık
sektörünün çok ötesine geçmişti. Öyle ki, 2006 yılı sonunda, düzenlemelerin dışında
faaliyet gösteren tek hat (monoline) sigortacılarının (yerel yönetimlerce ihraç edilen
kâğıtların geri ödememe riski gibi özel bir riske karşı sigorta sunan sigortacılar) 3
trilyon ABD dolarından fazla varlıklarına karşılık olarak bunu destekleyebilecek,
sadece 34 milyar ABD dolarlık sermayeleri vardı (Blanchard, 2009).
Sebebi ne olursa olsun, yüksek kaldıraç oranının kriz üzerindeki etkileri
açıktır. Herhangi bir nedenden ötürü, eğer varlıkların değeri düşer ya da daha da
belirsizleşirse, kaldıraç daha fazla yükselecek, daha fazla sermayenin kaybolması
riski ve kurumların borçlarını ödeyemez duruma gelme ihtimalleri artacaktı. Nitekim
bugünkü toparlanmanın önündeki en büyük engellerden birisi de kurumların kredi
anapara ve faiz borçlarını ödeyemez durumda olmasıdır.
Bir kısım iktisatçıya göre bu durum bir “Minsky Anı”’dır (Mosley, 2008). Bu
bir çeşit kontrolden çıkmış borç deflasyonu halidir. Kapitalizmde uzun süren bir
canlılık döneminin ardından ekonomideki finansal yapılar hızla istikrarsız yapılar
olan hedging, spekülasyon ve Ponzi Finansmanı’na dönüşmektedir. Canlılık
dönemlerinde yatırımcılar risk alırlar. Canlılık dönemi ne denli uzarsa alınan risk de
o denli artar. Bu durum, borçlanma yoluyla sahip oldukları varlıkların nakit getirisi
bu varlıkları satın alabilmek için aldıkları kredi borçlarını ödemeye yeterli olmadığı
noktaya kadar sürer. Bu anda spekülatif varlıkların zarar ettiğini gören kreditör
kuruluşlar kredilerinin derhal geri ödenmesini isterler. Bu da paniğe yol açar ve
borçlarını kapatmak için varlıklarını satışa çıkaran yatırımcıların varlıkları bir anda
değer kaybeder. Satışlar zorlandıkça, piyasalar kilitlenir ve nakde hücum başlar.
B. Eşik altı ipotekli konut kredileri balonu patladı
İpotekli konut kredilerine dayalı olarak şişirilen balon ancak röfinansmanla,
bu da konut fiyatlarındaki artışın devam etmesiyle sürdürülebilirdi. Diğer yandan,
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
37
konut fiyatlarında o dönemde görülen bu yükselme, üretimden sağlanan değer
artışlarının çok üzerindeydi. Birçok analiste göre, konut fiyatları yükselmeyi
sürdürebilseydi, ipotekli konut kredisi geri ödemelerinde zora düşen konut sahipleri
konutlarının artan değerleri karşılığında gerekli fon kadar borçlanabilirdi ve kriz
ortaya çıkmayabilirdi.
Konut fiyatlarındaki değişmeyi gösteren Case Schiller Endeksi’ne göre, 2007
Haziran ayına kadar yükseliş gösteren endeks (dolayısıyla da yılda % 7,5 civarında
artış gösteren konut fiyatları) Ağustos ve Eylül aylarında sabitlenmiş ve bu aylardan
itibaren de Endeksin değeri düşmeye başlamıştır. Öyle ki, 2006 yılının üçüncü
çeyreğine göre 2007 yılının üçüncü çeyreğinde Endeks, 1988 yılından bu yana en
hızlı düşüşe (% 4,5) tanık olmuştur. Buna uygun olarak da konut fiyatları 20
metropoliten kentte % 4,9 düşmüştür. Tapma, Miami gibi kentlerde bu oran % 1112’lere ulaşmıştır. Ekim 2007’de ise ABD genelinde konut fiyatlarındaki düşüş bir
önceki yıla göre % 6,7 olmuştur (Gorton, 2008; 20).
Konut fiyatlarının düşmesine neden olan temel faktör, ABD dolarının diğer
sağlam paralar karşısında değerinin düşüşünü ve giderek artmakta olan enflasyonu
önlemek amacıyla faiz oranlarının yükseltilmesidir. Öyle ki, 2004’te % 2,25 olan
faiz oranları, 2006 Aralık ayında % 5,25 oldu. 2001 yılında ise bu oran sadece %
1,75’ti (The Federal Reserve, 2009). Bu da kredi kurumasını tetikleyen faktör
olmuştur. Çünkü eşik altı ipotekli konut kredisi alanlar 2006’nin son çeyreği ve
2007’nin başında geri ödeme zorlukları ile yüz yüze kaldılar.
Nitekim faiz oranları 2004 yılından itibaren giderek yükselmeye başlayınca
konut sahipleri ilk iki-üç yıldan itibaren kredi faizlerini geri ödemede zorlandılar ve
sonuçta fiilen ödeyemez duruma düştüler. Bu durum bankaların konutlara el
koyması ve piyasada bunları satarak nakde çevirme gayretiyle sonuçlandı ve konut
fiyatları aniden düşmeye başladı. Konut fiyatları da düşünce borçlular yeniden
borçlanamadılar. Yani sistemin temel araçlarından birisi olan röfinansman
yapılamadı.
2006- 2007’de, önce konut sektörü, sonra Temmuz 2007’den itibaren bu
konutların değeri üzerinden menkul kıymet yaratıp satanlar, ticaretini yapanlar,
riskini sigortalayanlar, yani tüm finansal sektör çöktü. Riskin nerede olduğu tam
olarak bilinemediğinden finansal aracılar işlem yapmayı durdurdular. Borçlanma
fiilen olanaksız hale gelirken, mevcut borçlanma maliyetleri de aniden yükseldi ve
finansal sistem kilitlendi.
Balonun bu son aşaması, çöküş ve panik olarak bilinen, varlıkların hızla
nakde dönüştürüldüğü aşamadır. Nakit bu aşamada tekrar tahta oturur. İlk sarsıntı
2007 Temmuzunda, portföyünde 10 milyar ABD dolarlık mortgage destekli menkul
38
Mustafa DURMUŞ
kıymet bulunduran iki adet Bear Stears hedge fonunun iflas etmesiyle yaşandı. Bu
fonlardan birisi tamamen erirken, diğeri varlıklarının % 90’ını kaybetti. Bu fonların,
bünyelerindeki kâğıtların gerçek değerlerini tam olarak bilemedikleri ortaya çıkınca,
Avrupa, Asya ve ABD’ deki çok sayıda banka, bu eşik altı ipotekli konut
kredileriyle ilgili büyük riskler altında olduklarını kabul etmek zorunda kaldılar.
Hiçbir kurum elinde ne kadar riskli varlık tuttuğunu tam olarak bilemediğinden,
finansal kurumlar arasında korku yayılmaya, bu da kredi kurumasına neden oldu.
Kredi kurumasının ticari değerli kâğıt piyasasına doğru sızıntıları SIV’ lerin
fonlanma kaynaklarını kesti. Bu bazı büyük bankaları, CDS’ lerden gelen ciddi
risklerle karşı karşıya bıraktı. Yıkıcı darbeyi vuran olay İngiliz mortgage sağlayıcısı
Northern Rock’ın Eylül 2007’ de çöküşü ve ardından da devletleştirilmesi oldu.
Mevduat sahipleri paralarını geri alabilmek için banka şubelerine yığıldılar.
Ardından ABD’ li tahvil – bono sigortalayanlar çöküşe girdi. Bu gelişmeler sermaye
açısından çok kötüydü, zira bu sigortacılar mortgage destekli menkul kıymetlerin
üzerinden çıkartılan CDS’ lerin temel güvence kaynaklarıydı (Foster, 2008).
Paniğin tüm dünyaya yayılması, dünya çapında yatırımcıların ABD mortgage
destekli menkul kıymetlere olan bağımlılıklarını ortaya koymuştur. Nitekim dünya
ekonomisinin küçüleceği ya da resesyona gireceği yönündeki tahminler korkuları
artırmıştır. Korkunun en önemli kısmı küresel finansal piyasalarda oluşmuştu, zira
sistem çok karmaşıktı, şeffaf değildi. Öyle ki, finansal toksik varlıkların nerede
gömülü olduğunu kimse bilmiyordu. Bu durum, ABD Hazine bonolarında bir paniğe
ve ardından da kredilendirmede ciddi bir azalmaya neden oldu. Öyle ki, 19 Ocak
2008 tarihinde the Wall Street Journal, açıkça finansal sistemin “panik aşamasına”
girdiğini yazdı.
Süreci özetlemek gerekirse, finansal çöküş bazı aşamalardan geçmiştir.
Bunlar; eşik altı piyasada düşen konut fiyatları ve artan geri ödeme zorlukları
nedeniyle oluşan kredi riskinin yeniden fiyatlandırılması şeklindeki ilk aşama; borç
kaldıraçlı satın almaların yarattığı borçluluk sıkıntısı, yapılandırılmış ürünlerin
(CDO) değer kaybı ve sıkıntıdaki hedge fonların zarar ettiği haberlerinin piyasaları
daha da paniğe sürüklemesi aşaması; finansal yatırım araçları piyasasının ve likit
fonlamasının daralması aşaması; Interbank piyasasındaki ve bazı kredi
kurumlarındaki ciddi sıkıntılar aşaması ve reel ekonomi ile ilgili kötümser
bekleyişlerin varlık değerlerini daha da düşürmesinin yarattığı endişelerin giderek
arttığı aşama.
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
39
C. Aşırı birikim sermayenin değer yitimine neden oldu
Küreselleşme, finansallaşma ya da askeri harcamalar gibi yollarla, uzun
zamandır ertelenen aşırı birikim sorunu ortadan kaldırılamadığı için, 2008 krizi
kaçınılmaz hale gelmiştir. Çünkü kapitalist ekonomiler belli bir aşırı birikim
düzeyine eriştiğinde, tüm kaynakları karlı bir biçimde dağıtmak, tahsis etmek
mümkün olmamaktadır. Sistemin aşırı birikim krizini aşabilmek, yeni bir sermaye
birikiminin önünü açabilmek anlamında gerçekçi tek çözüm, geniş çaplı bir sermaye
değer yitimi olduğundan, krizle, aşırı sermayenin yığınsal olarak yok olmasıyla
çözümlenebilecektir. Aslında krizden bu yana yaşananlar bunu anlatmaktadır.
Değer yitimi, ekonomik olarak ölü olan sermayeyi temizlemek ya da aşırı
olan sermayeyi ortadan kaldırmak demektir. Bu, resesyon ya da depresyon sırasında
bankaların, borsanın, büyük şirketlerin batması fabrikaların kapanması şeklinde
fiziki ve beşeri sermayenin aşırı kısmını yok ederek veya çıkartılan düzeltici
savaşlar aracılığıyla gerçekleşebilir. Değer yitimi sürecinde, modası geçmiş
makineler ve gereksiz işçiler zorunlu olarak emekli edilir, işten çıkartılır, kamu
harcamaları talep yaratacak silahlanma gibi yeni alanlara yönlendirilir.
Bu bağlamda 2008 krizi, 1930’dan bu yana hem finansal hem de reel
sektörde en büyük sermaye yitimine yol açmıştır. Örneğin, ABD’ de Temmuz 2007
ve Mart 2008 arasında Wall Street’in yatırım bankaları ve brokerlarının 175 milyar
ABD dolarlık sermayesi hızla eridi. ABD’nin beşinci büyük bankası Bear Stearns
Mart ayında FED’in 29 milyar ABD dolarlık garantisi ile yok pahasına JP Morgan
tarafından satın alınarak ‘kurtarıldı’. Lehman Brothers battı (Blackburn, 2008; 50).
Dünyanın en büyük mortgage sağlayıcılarından olan Fannie Mae ve Freddie Mac
devletleştirildi. Dünyanın en büyük sigorta şirketi, finansal piyasalardaki riskleri
sigortalayan AIG kamulaştırıldı. 200 milyon müşterisi ve neredeyse İngiltere’nin
GSMH’ na yakın bir toplam aktife sahip Citigroup 20 milyar ABD dolarlık likidite
karşılığında kısmen devletleştirildi ve gruba 306 milyar ABD dolarını bulan toksik
kâğıt zararının karşılanacağı sözü verildi ve karşılığında ABD Hükümeti’nce altın
hisse alındı (League for the Fifth International, 2008a). Ülkenin en büyük mortgage
sağlayıcısı Washington Mutual satıldı. Wachovia adındaki büyük ticari banka, bir
zamanlar 50 milyar ABD doları değerine sahipken, 1,8 milyar ABD dolarına satıldı
(League for the Fifth International, 2008b).
Benzer gelişmeler Avrupa ülkelerinde de görülmüştür. Örneğin İngiltere’ de
Bradford & Bingley devletleştirildi, bu kurumun toksik borçları vergi mükelleflerine
yüklenirken, varlıkları da – tasarruf hesapları dâhil- Spanish Bank of Santander’e
satıldı. Northern Rock krize girdi, ardından önce İngiltere Hükümeti tarafından
bankaya 60 milyar poundluk bir borç ve garanti verildi, sonrasında da banka
devletleştirildi (Blackburn, 2008; 63). İngiltere Hükümeti, büyük bankaların
40
Mustafa DURMUŞ
sermaye yapılarını güçlendirmek için, hisse karşılığında onlara 50 milyar poundluk
borç vermeyi tasarladı ve ilk olarak Royal Bank of Soutland, Lloyds, TSB ve
HBOS’a 37 milyar poundluk para enjekte etti (League for the Fifth International,
2008a).
Risk Magazine tarafından yılın en başarılı finans kuruluşlarından birisi olarak
seçilen Fransa’nın en büyük ikinci bankası olan Societe Generale, 7 milyar ABD
dolarından fazla zarara uğradığını açıkladı (Blackburn, 2008; 63–64).
Hollanda, Lüksemburg ve Belçika, Fortis Bankasını kamulaştırmak için ortak
bir hareket izledi. Alman bankası Hypo Real Estate değerinin % 75’ini kaybetti ve
bir konsorsiyum tarafından kefalet ile satın alınmak zorunda kaldı. İzlanda bankası
Glitnir tüm fon kaynaklarını tüketti ve kamulaştırılmak zorunda kaldı (League for
the Fifth International, 2008b).
Krizin patlak vermesinin hemen ardından, New York Menkul Kıymetler
Borsası (NYSE) birkaç gün içinde 1,3 trilyon ABD doları değer kaybetti (1987’deki
çöküşten bu yana ki en büyük düşüş). S&P 500, NASDAQ, Britanya’da FTSE ve
Asya ve Avrupa’daki borsalar ciddi zarara uğradılar. Bu borsalarda kote edilmiş
olan banka hisseleri, özellikle de Royal Bank of Scotland, Halifax Bank of Scotland,
HSBC ve Barclays Bank’ın hisseleri çakıldı. Ayrıca, finans dışı firmaların hisse
senetlerinin değeri de aniden düştü (League for the Fifth International, 2008b).
Son olarak Detroit Üçlüsü olarak da bilinen General Motors, Chrysler ve
Ford Motor Co. milyarlarca ABD dolarlık devlet desteğiyle kurtarıldı.
Blackstone firmasına göre (Reuters, 2009), küresel kriz dünyada servetin %
45’ini yok etmiştir. Keza, Fortune Dergisi’nin 500 en büyük firma anketi de
sermayenin nasıl imha edilebildiğini ortaya koymaktadır: 2006 yılında en büyük 500
firmanın toplam karı 785 milyar $ iken, 2008 yılında bu rakam % 87’lik bir düşüşle
98,9 milyara gerilemiştir. Bir başka anlatımla 2006 yılında yapılan her 1 ABD
dolarlık kara karşılık 2008 yılında sadece 13 centlik kar elde edilmiştir (Fortune,
18.05.2009).
Bu zararın bir kısmı reel sermaye kaybı şeklinde, yani satılamayan mallar,
kapanan fabrikalar ve işsiz kalan insanlar biçiminde ortaya çıkarken, asıl büyük
zarar gerçek değere doğru inişe geçen nominal değer kaybından olmuştur. En büyük
zararı bankalar, mortgage şirketleri gibi finansal şirketler yaşamıştır. Öyle ki, 2006
yılında 500 en büyük firma içinde yer alan finans şirketleri 257 milyar ABD doları
kar yazarken (500 firmanın toplam karının yaklaşık üçte biri), 2008 yılında bu
şirketler 213,4 milyar ABD doları zarar yazdılar (League for the Fifth International,
2009).
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
41
Yani, sistemin temel sorunu olan karlılık sorununu çözebilmek için, sistemin
uzun zamandır ertelemekte olduğu bir krize gereksinim vardı. Sorun, borç
yığılmasıyla daha da kötüleşen bir aşırı kapasite sorunu olduğundan, kapitalizm için
gerekli olan şey sistemden yüksek maliyetli-düşük karlı firmaların çıkartılması,
bunun beraberinde üretim araçlarının ucuzlatılması ve işgücünün fiyatının
düşürülmesiydi. Bu, kapitalizmin, kar oranlarını tarihsel olarak restore etme biçimi
ve daha dinamik bir sermaye birikimi için gerekli koşulların oluşturulmasının temel
yoludur. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde krizden sakınıldı, ancak bunun bedeli
karlılığın restore edilememesi şeklinde ödendi ve bu da daha kötü bir durgunluğa yol
açtı. Mevcut kriz, taşların yerine oturması ya da oturmaması ile ilgilidir.
Sonuç
1929 Büyük Bunalımı’ndan bu yana görülen en derin kriz niteliğini taşıyan
2008 Krizi, kapitalist üretim tarzı altında aşırı birikim / üretim- yeni türev araçlarla
ve menkul kıymetleştirmelerle derinleşen finansallaşma arasındaki yakın ilişkinin
kanıtlandığı bir kriz olmuştur.
Büyük boyutta kredi kurumasına neden olan 2008 kriziyle birlikte, finansal
krizlerin ya da çöküşlerin aslında kapitalizmin kendi bağrında bulundurduğu
uzlaşmaz çelişkilerinin bir semptomu olduğu ve finansal krizin ardındaki gerçeğin
kapitalist aşırı birikim- aşırı kapasite yatırımları ve beraberinde gelen kâr oranlarının
düşme eğilimine girmesi ve uzun süreli durgunluk olduğu bir kez daha ortaya
çıkmıştır. Nitekim krizin öncesinde ABD otomotiv sektöründe, özellikle de sektörün
üç büyükleri olan General Motors (GM), Chrysler ve Ford Motor tekellerinin
yaşamakta olduğu aşırı kapasite yatırımları, satış ve kârların azalması gibi sorunlar
bu savı doğrulamaktadır.
1970’lerin ortalarından bu yana kâr oranlarının düşme eğilimine girmesi,
büyüme hızlarının yavaşlaması ile ortaya çıkan sermaye birikim sürecindeki
tıkanıklık 1980’lerin başlarından itibaren, üretim ve finansın küreselleşmesi, askeri
harcamaların ve bölgesel savaşların yoğunlaştırılması, özelleştirme, de-regülasyon
ve liberalleşme gibi neo-liberal uygulamalar ve hızlanan finansallaşmayla aşılmaya
çalışılmıştır.
Finansallaşma, paradoksal biçimde bir yandan kapitalizmin yapısal
sorunlarına karşı bir çözüm olarak gündeme gelirken, diğer yandan da bizatihi kriz
nedeni bir olgu olarak sistemin karşısına çıkmış ve bugün hâlâ içinden çıkılamayan
bir sürecin de temel tetikleyicisi olmuştur.
Amerika Birleşik Devletleri gibi metropol kapitalist ülkelerde, iktisadi
durgunluktan çıkabilmek ve kâr oranlarındaki azalmayı telafi ederek sermaye
42
Mustafa DURMUŞ
birikim sürecini hızlandırabilmek için, kapitalizm finansallaşma üzerinden giderek
kredi – borç balonları yaratmaya bağımlı bir hale gelmiştir. Hızla finansallaşan
kapitalist bir sistemde, ekonominin esas olarak varlık balonlarıyla ayakta durduğu
gerçeğinden hareketle, ABD’ de 2000–2007 döneminde iki kez varlık balonu
şişirilmiş ve bu balonlar patlamıştır. Birçok ana akım iktisatçıya göre durgunlukbalon biçimindeki fasit daireden kurtulabilmek için sistem önümüzdeki dönemde
yeni balonlar şişirmeye devam edecektir.
Özellikle 2000 sonrasında finansal piyasalarda ortaya çıkan gelişmeler 2008
krizinin önceki finansal krizlerden ayırıcı bir yönüne, finansallaşmanın giderek
menkul kıymetleştirme ve yeni türev araçlar biçiminde ilerlemesine, dikkat
çekmektedir. Bu süreçte Teminatlı Borç Yükümlülükleri (CDO) olarak adlandırılan
yeni bir finansal enstrüman ile mortgage kredileri menkul kıymetleştirilmiştir. Bu
işlem ile farklı varlık türleri, finansal kuruluşlar tarafından bir havuzda toplanarak,
havuzdaki varlıkların gelirlerine bağlı olarak milyarlarca ABD doları tutarında
menkul kıymet ihraç edilmiş, böylece yatırımcılara kolayca satılamayacak yüksek
riskli varlıklar (subprime ve Alt-A krediler) düşük risk taşıyan varlıklar ile birlikte
pazarlanabilmiş ve kredi hacmi görülmemiş ölçüde genişletilmiştir.
Bu türev araçlar, ana varlığa sahip olunamadığından dolayı, varlık için
finansal bir risk oluşturduğundan, sistemde oluşan bu risklerin transferi ve
dağıtılması önemli olmuş ve hem konut balonunun daha da şişirilebilmesi, hem de
ortaya çıkan riskin dağıtılabilmesi ve transfer edilebilmesi için bankalar tarafından
bilânço dışı kanallar yaratılmış (SIV) ve bankalar tarafından türev araçlara yatırım
yapanları, bu araçların değer kaybetme ya da ödenmeme riskine karşı sigortalamak
amacıyla CDS sözleşmeleri devreye sokulmuştur.
Yeni türev araçlar üzerinden yapılan menkul kıymetleştirmeyle oluşan
risklerin transferinde, esas olarak uluslar arası yatırım fonları, hedge fonlar ve
sigorta şirketleri rol almışlardır. Bu da balonu daha da büyütürken, riskin kontrolden
tamamen çıkmasına neden olmuş, sürecin ilk halkası olan Subprime ve Alt-A
kredilerinin geri ödenmesinde problemler yaşanması ile birlikte, bunların dâhil
olduğu varlık havuzlarında ve dolayısıyla bunlara dayalı olarak çıkarılan menkul
kıymetlerin değerinde önemli oranda düşüşler yaşanmış ve böylece bu menkul
kıymetlere yatırım yapan şirketler, finansal kuruluşlar ve yatırım fonları önemli
oranda zarar etmişler, bu da derin bir borç deflasyonu (Minsky Anı) yaşanmasına
neden olmuştur. Bu anda spekülatif varlıkların zarar ettiğini gören bankalar
kredilerinin derhal geri ödenmesini istemişler, bu da paniğe yol açmıştır. Borçlarını
kapatabilmek için varlıklarını satışa çıkaran yatırımcıların varlıkları bir anda değer
kaybetmeye başlamış ve satışlar zorlandıkça, piyasalar kilitlenmiş ve nakde hücum
başlamıştır.
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
43
Sonuçta, başta askeri harcamalar ve bölgesel savaşlar, işgaller, küreselleşme
ve finansallaşma gibi yollarla, 1970’lerin ortalarından bu yana ertelenen aşırı
birikim sorunu ortadan kaldırılamadığı için, geriye tek bir yol kalmış, 2008 krizi
kaçınılmaz hale gelmiştir. Sistemin aşırı birikim krizini aşabilmenin, kâr oranlarını
restore edebilmenin ve böylece de dinamik bir sermaye birikiminin yolunu yeniden
açabilmenin gerçekçi yegâne çözümü iktisadi olarak ölü-verimsiz olan sermayeyi
temizlemek ya da aşırı olan sermayeyi ortadan kaldırmak olmuştur. Bu da, finansal
krizle derinleşen resesyon sırasında bazı büyük bankaların iflas etmesi, borsanın ani
olarak çökmesi, yüksek maliyetli-düşük kârlı firmaların sistemden çıkartılması,
şirketlerin batması, fabrikaların kapanması şeklinde gerçekleştirilmektedir. Bu
süreçte, sadece verimsiz fabrikalar kapatılmamakta ve modası geçmiş makinelerin
kullanımına son verilmemekte, aynı zamanda işgücünün fiyatı düşürülmekte,
gereksiz işgücü zorunlu olarak emekli edilmekte, işten çıkartılmaktadır. Ve bu süreç
bir miktar hız kesse de hala devam etmektedir.
Kaynakça
ANDREAS, Jobst (2008), “What is Securitization”, Finance & Development, C. 45,
S. 3, September, 48–49.
BAKER, Dean, EPSTEIN, Gerald ve POLLIN, Robert N. (1998), “Introduction”,
Globalisation and Progressive Economic Policy, (Baker D, G.Epstein and
R.Pollin edt.), Cambridge University Press.
BELLOFIORE, Riccardo ve HALEVI, Joseph (2009), “A Minsky Moment? The
Suprime Crisis and the New Capitalism”, International Economic Policy
Institute (IEPI) Working Paper 2009–04.
BIS (2009), Quarterly Review, June 2009, http://www.bis.org (Erişim tarihi:
18.08.2009).
BHARDWAJ, Geetesh ve SENGUPTA, Rajdeep (2008), “ Prepaying Subprime
Mortgages”, Federal Reserve Bank of St. Louis Working Paper.
BLACKBURN, Robin (2008),“The Subprime Crisis”, New Left Review, S. 50, 63–
106
BLANCARD, Olivier (2009), “The Crisis: Basic Mechanisms, and Appropriate
Policies”, IMF Working Paper Series, WP/09/80.
BOND,
Patrick
(2009),
“What
is
crisis
of
http://www.marxmail.org, (Erişim tarihi:10.7.2009).
overproduction”,
BRENNER, Robert (2009), “The Economy in a World of Trouble”,
http://www.workersliberty.org, (Erişim tarihleri: 28.04.2009, 07.07.2009).
44
Mustafa DURMUŞ
BRYAN, Dick (2008), “The Inventiveness of Capital”, Workers’ Liberty,
http://www.workersliberty.org, ( Erişim tarihi: 13.06.2008).
BRYAN, Dick (2009), “The Underlying Contradictions of Capitalist Finance”,
http://www.workersliberty.org, (Erişim tarihi: 30.6.2009).
CASE,
Stuart (2009), “The Enemy of Prosperity: Overproduction”,
http://www.harpers.org/archive/1930, (Erişim tarihi: 23.06.2009).
CHOONARA, Joseph (2010), “The crisis: over or just beginning?”,
http://www.socialistreview.org.uk, (Erişim Tarihi: 17.09.2010).
COVERT, J., MACWILLIAMS, G. (2006), “At Sears, investing-not real-drive
profit”, Wall Street Journal, C. 17, November.
CROTTY, James (2005), “The Neoliberal Paradox: The Impact of Destructive
Product Market Competition and “modern” Financial Markets on Non–
financial Corporation Performance in the Neoliberal Era”, Financialization
and the World Economy, Edward Elgar.
DODD, Randall (2005), “Derivatives Markets: Sources of Vulnerability in US
Financial Markets”, Financialization and the World Economy, (Gerald A.
Epstein edt), Edward Elgar, s.149-180 içinde.
DORE, R.(2002), “Stock market capitalism and its diffusion,” New Political
Economy, C. 7, S. 1, 115–121.
DUMENIL Gerald, ve LEVY, Dominique (2004), “ The real and financial
components of profitability (USA 1952-2000)”, Review of Radical Political
Economics, C. 36, S. 1, 82-110.
DUMENIL Gerald, LEVY, Dominique (2005), “Costs and Benefits of
Neoliberalism: A Class Analysis”, Financialization and the World
Economy, (Gerald A. Epstein edt.) Edward Elgar s.17-45.
DURMUŞ, Mustafa (2010a), Kapitalizmin Krizi, 2008 Krizinin Eleştirel Bir
Değerlendirilmesi, Genişletilmiş ikinci baskı, Tan yayınevi, Ankara.
DURMUŞ, Mustafa (2010b), “Küresel Kapitalizm Krizden Çıkıyor mu?”, Mülkiye
Dergisi, Bahar 2010, C. 34, S. 266.
EICHENGREEN, Barry ve O’ROURKE Kevin H. (2010) , “What do the new data
tell us?”, 08.03.2010, http://www.voxeu.org .(Erişim Tarihi: 13.11.2010).
ESF
(2009), European Securitisation Forum Data Report Q2:2009,
http://www.europeansecuritisation.com. (Erişim Tarihi: 06.08.2010).
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
45
EPSTEIN, Gerald A. (2005), Financialization and the World Economy, Edward
Elgar s.77-110 içinde.
FITZGERALD, M. Desmond (1993), Financial Futures, London: Euromoney
Books, 2. Baskı.
FORTUNE, 18.05.2009, http://money.cnn.com/magazines/fortune (Erişim tarihi:
11.8.2010).
FOSTER, Bellamy J. (2008), “The Financialization of Capital and Crisis”,
http://www.monthlyreview.org, (April) (Erişim Tarihi: 11.10.2009).
FOSTER John Bellamy ve HOLLEMAN Hannah (2010) The Financial Power Elite,
http://www.monthlyreview.org, (Erişim Tarihi: 10.12.2010).
GORTON, Gary B. (2008), “The Subprime Panic”, NBER Working Paper Series,
No.14398.
HILFERDING, Rudolf (1981), Finance Capital: A Study of Latest Phase of
Capitalist Development (1910), London,UK and Boston,MA: Routledge
and Kegan.
HUSSON Michel, (2010), “The debate on the rate of
http://internationalviewpoint.org, (Erişim tarihi: 18.07.2010).
profit”,
http://armstrade.sipri.org/armstrade/page/toplist.php (Erişim tarihi: 10.11.2009).
http://www.reuters.com, 03.10.2009 ( Erişim tarihi: 12.11.2010).
IMF (2006), World Economic Outlook, (April 2006).
JOHNSON, Chalmers (2008), “Why the Us has really gone broke”, Le Monde
Diplomatique, 05.02.2008, http://mondediplo.com (Erişim tarihi: 16.
11.2010).
KINDLEBERGER, Charles P., ALIBER, Robert, Z., (2005), Manias, Panics and
Crashes, Hokoben, New Jersey, John Wilwy and Sons.
KLIMAN, Andrew (2008), “Trying to Save Capitalism from
http://www.marxisthumanismtoday.org, (Erişim tarihi:25.4.2008).
itself”,
KLIMAN, Andrew (2009), “The Persistent Fall in Profitability Underlying the
Current Crisis: New Temporalist Evidence”, 1st (incomplete) draft,
(October 14, 2009).
KRIPPNER, Greta (2004), “What is Financialization?”, Mimeo, Department of
Sociology, UCLA, 2004.
KRIPPNER, Greta (2005), “The financialization of the American Economy”, SocioEconomic Review, C. 3, S. 2, 173–208.
Mustafa DURMUŞ
46
KRUGMAN, Paul (2010), “This is not a recovery”, http://www.nytimes.com,
26.08.2010, (Erişim tarihi: 07.09.2010).
LANGLEY, Paul (2008), “Financialization and the Consumer Boom”, Competition
and Change, C. 12, S. 2 (June), 133–147.
LEAGUE FOR THE FIFTH INTERNATIONAL (2008a), “From Global Credit
Crunch to Global Recession: After the Thunder Comes the Rain”,
03.12.2008, www.fifthinternational.org, (Erişim tarihi: 05.05.2010).
LEAGUE FOR THE FIFTH INTERNATIONAL (2008b), “The Great Bank Crisis
of 2008”,
02.09.2008, www.fifthinternational.org, (Erişim tarihi:
05.05.2010).
LEAGUE
FOR
THE
FIFTH
INTERNATIONAL,
www.fifthinternational.org, (Erişim tarihi: 05.05.2010).
31.07.2009
LEVENTIS, Andrew (2007), “A Note on the Differences between the OFHEO and
S&P / Case-Shiller House Prices Indexes” Office of Federal Housing
Enterprise Oversight Working Paper.
MAGDOFF, Harry (1967), “Monopoly Capital” (review), Economic Development
and Cultural Change, C. 16, S.1 (October).
MARX,
Karl
(1863),
Theories
of
Surples
http://www.marxists.org/archive/marx/works/1885,
10.10.2010).
Value,
Part
I,
(Erişim
Tarihi:
MARX, Karl, Grundisse (Outlines of the Critique of Political Economy), Economic
Work of Karl Marx 1857- 1861,
http://www.marxists.org/archive/marx/works, (Erişim Tarihi: 10.10.210).
MARX, Karl (1894), Capital, Volume 3, The Process of Capitalist Production as a
whole, (Edited by F. Engels),
http://www.marxists.org/archive/marx/works, (Erişim Tarihi: 10.10.2010).
MARX, Karl (1867), Capital, A Critique of Political Economy, (English edt. 1887),
http://www.marxists.org/archive/marx/works, (Erişim Tarihi: 10.10.2010).
MGI (2008), Mapping the Global Capital Market, Fifth Annual Report, October
2008, www.mckinsey.com (Erişim tarihi: 27.01.2009).
MOSELEY, Fred (2008), “The Long Trends of Profits”, Workers’ Liberty,
19.03.2008, www.workersliberty.org, (Erişim tarihi: 15.05.2008).
NEW YORK TIMES, 07.09.2009, http://www.nytimes.com, (Erişim Tarihi:
08.07.2010).
Aşırı Birikim – Finansallaşma İlişkisinin 2008 Krizi Bağlamında Analizi
47
OICA (2009), The International Organization of Motor Vehicle Manufacturers,
http:// www.oica.net (Erişim tarihi: 23.06.2009).
ORHANGAZİ, Özgür (2008), Financialization and the US Economy, Edward Elgar.
PALLEY, Thomas I. (2007), “Financialization: What It Is and Why It Matters”,
Political Economy Research Institute Working Paper Series, No. 153,
(November).
PHILIPS, Kevin (2002a), “The Cycles of Financial Scandal”, New York Times,
(17.09.2002), (Erişim Tarihi: 05.08. 2009).
PHLIPS, Kevin (2002b), “Dynasties”, The Nation, (08.07.2002) (Erişim Tarihi:
05.08.2009).
PHILIPS, Kevin (2006), American Theocracy, New York: Viking.
PWC (PwC Automotive Institute) (2009), “Drive Value, Automotive M&A Insights
2008, Automotive Review Report 2009, www.pwc.com/auto (Erişim tarihi:
25.02.2010).
ROACH, Steve (2007), “America’s Inflated Asset Prices Must Fall” ve “ You Can
Almost Hear It Pop”, New York Times, (16.12.2007) (Erişim Tarihi:
03.11.2009).
ROUBINI, Nouriel (2009), A Phantom Economic Recovery, RGE EconoMonitors
(16.8.2009), www.rgemonitor.com (Erişim tarihi: 10.09.2009).
STIGLITZ, Joseph A. (2000), Economics of the Public Sector, 3. Baskı, New York:
W.W.Norton & Company.
STIGLITZ, Joseph, E. (2010), “Can the Euro be Saved?”, www.projectsyndicate.org,(Erişim Tarihi: 11.10.2010).
SWEEZY, Paul M. (1995), “Economic Reminiscenses”, Monthly Review 47, S.1
(Erişim Tarihi: 05.08.2009).
THE
FEDERAL
RESERVE
(2009),
Open
Market
Operations,
www.federalreserve.gov/fomc/fundsrate.htm (Erişim tarihi: 06.08.2009).
THOMSON, William R. (2008), “Global Financial Crisis Worst Since 1930's
Depression”, The Market Oracle, Stock-Markets / Credit Crisis,
http://www.marketoracle.co.uk/Article5533.html
(Erişim
tarihi:
20.06.2008).
VAN DER PIJL, K. (1984), The Making of Atlantic Ruling Class, London and New
York: Verso.
48
Mustafa DURMUŞ
WADE, H. Robert (2005), “The March of neoliberaliszm and what to do about it” in
Özgür Orhangazi (2008), Financialization and the US Economy, Edward
Elgar, s. 4-5.
WOLFF, Rick (2010), Greece, Again: Demystifying
http://www.rdwolff.org, (Erişim tarihi: 27.04.2010).
"National
Debt",
ZIGAS, Barry, C. ve WEECH, Paul (2002), “The Rise of Subprime Lending:
Causes, Implications and Proposals”, Fannie Mae Working Paper.
Download