SAYFA 1 yeni:Layout 3 16.09.2013 10:38 Sayfa 1 Tecrübelerini meslektaşları ile paylaştı Akciğer yüksek tansiyonuna GENKÖK'te çare arıyorlar A lmanya Justus-Liebig Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Kalp-Damar Cerrahisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hakan Akıntürk, Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nde 5 gün boyunca ameliyatlara girerek, tecrübelerini meslektaşları ile paylaştı. Prof. Dr. Akıntürk, Kayseri’de büyük bir Çocuk Kalp Hastalıkları Merkezi kurulması için yeterli potansiyelin bulunduğunu kaydetti. (Sayfa 5’de) Ö lümcül akciğer yüksek tansiyonu (pulmoner hipertansiyon) hastalığının nedeninin ve tedavisinin belirlenmesine yönelik Türkiye'deki ilk deneysel çalışma, Erciyes Üniversitesi Genom ve Kök Hücre Merkezinde (GENKÖK) başladı. (Sayfa 5’de) HASTANELERİMİZDE “İLK KEZ” BİR YABANCI HASTAYA ORGAN NAKLİ YAPILDI Biyogüvenlik Seviye 3 Laboratuvarı akredite oldu E rciyes Üniversitesi bünyesinde doğrudan üniversite imkanlarıyla kurulan Biyogüvenlik Seviye 3 (BSL3), Hayvan Biyogüvenlik Seviye 3 Laboratuvarı (ABSL3) ve Biyogüvenlik Seviye 2 (BSL2) laboratuvarları 2013 yılı Ağustos Ayı itibariyle TÜV SÜD Cleancert GbmH tarafından denetlenerek sertifikalandırıldı. (Sayfa 4’te) Ev tozu akarlarından en çok gecekondular etkileniyor E rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Parazitoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Yazar'ın danışmanlığını yaptığı araştırmada, sobalı evlerin yüzde 67,5'inde, kaloriferli evlerin ise yüzde 78,7'sinde akar olduğu ortaya çıktı. (Sayfa 2’de) E Sessiz kalp krizine dikkat ! rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Abdurrahman Oğuzhan, aralarında şeker hastalarının da bulunduğu bazı hasta gruplarının ağrı hissetmeden “sessiz kalp krizi” geçirebildiklerini söyledi. (Sayfa 9’da) Hastanemizde “Fizyoterapistler Günü” Sayfa etkinliği düzenlendi 9’da Burkina Faso’dan gelen hasta şifayı Erciyes Üniversitesi Hastaneleri’nde buldu E rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nde “ilk kez” bir yabancı hastaya organ nakli yapıldı. Batı Afrika ülkesi Burkina Faso’dan Kayseri’ye gelen 44 yaşındaki böbrek hastası Kadısso Guiro Gassambe’ye, 42 yaşındaki erkek kardeşi Hamidou Gassambe’nin bağışladığı böbrek, başarılı bir operasyonla nakledildi. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Organ Nakli Sorumlusu Prof. Dr. Zeki Yılmaz, “Organ nakli konusunda, hastane olarak her türlü imkan ve deneyimli personele sahibiz. Tek eksiğimiz nakil için organ bulmak" dedi. (Sayfa 3’te) Hastanelerimizde engellilere yönelik düzenlemeler yapıldı Vücudunda beni olanlar Hastanemizde ücretsiz muayeneden geçirildi E rciyes Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezinde engelli kişilere yönelik düzenlemeler yapıldı. Konu ile ilgili açıklama yapan Tıp Fakültesi Hastaneler Başhekimi Prof. Dr. Kudret Doğru, “Engelli kişilere yönelik sağlık hizmetlerinin sunumuna ilişkin genelge doğ- E rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nde, tüm Euro Bölgesi ülkeler ve Türkiye’de deri kanserinin erken teşhisine yönelik başlatılan “Fark et, Yok et!’ kampanyası çerçevesinde, vatandaşlar ücretsiz ‘ben’ muayenesinden geçirildi. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Borlu, özellikle güneş ışığına yoğun şekilde maruz kalan insanlarda deri kanseri görülme sıklığının her geçen yıl arttığına dikkat çekti. (Sayfa 3’te) rultusunda engelli kişilerin sağlık hizmeti talep ve beklentilerini karşılamak, talepte bulunan engelli kişileri bu ihtiyaçlarına uygun ortamlar sağlayarak, hızlı ve verimli bir şekilde hizmet almalarını kolaylaştırmak için çalışmalar yaptıklarını” söyledi. (Sayfa 6’da) Şeker hastaları göz sağlığına dikkat! E rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayşe Öztürk Öner, şeker hastalarında diyabetin göze olan etkisi tedavi edilmediği durumlarda gözde körlük ortaya çıktığını kaydetti. (Sayfa 10’da) Prof. Dr. Salih Özgöçmen Omurganın İltihaplı Romatizmal Hastalığı 2’de Prof. Dr. Gülin Güler Ağrı 4’te Prof. Dr. Fulya Tahan Arı Allerjisi 6’da Prof. Dr. Füsun Ferda Erdoğan Prof. Dr. Zübeyde Gündüz Dirençli Epilepsiler ve Tedavisi 7’de Ailesel Akdeniz Ateşi 8’de Yrd. Doç. Dr. Halit Karaca Kanserde Erken Tanını Önemi 9’da sayfaaa 2:Layout 3 16.09.2013 10:42 Sayfa 1 Bülten Erciyes TIP ANKİLOZAN SPONDİLİT; OMURGANIN İLTİHAPLI ROMATİZMAL HASTALIĞI Prof. Dr. Salih ÖZGÖÇMEN döküntüler, el veya ayak parmaklarında sosisi andıran şekilde şişlik, basmakla hassas vücut çıkıntılarının (entezit, kas, tendon veya bağların kemiklere yapıştığı bölgelerin iltihabı) bulunmasıdır. FTR-Romatoloji Bilim Dalı Başkanı sozgocmen*erciyes.edu.tr A nkilozan spondilit yada kısaltılmış şekliyle AS, başta omurga ve leğen kemiği eklemlerini tutan ve ileri dönemlerde hastalarda kamburlaşma ve çeşitli omurga eğriliklerine neden olabilen bir iltihaplı romatizmal hastalıktır. Hastalık uzun yıllardır bilinmektedir ve bazı Mısır mumyalarından elde edilen veriler hastalığın çok uzun bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Ankilozan spondilit, spondiloartropatiler diye isimlendirilen bir hastalık grubunun en sık rastlanılan önemli bir elemanıdır ve bu grupbun tüm özellikleri içinde barındırır. Spondiloartropatiler grubu içerisinde AS'den başka sedef hastalığıyla ilişkili artritler (eklem iltihabı), çocukluk çağında başlayan (16 yaşından önce başlamış) artritler, Crohn veya ülseratif kolitli hastalarda görülen bağırsak hastalığıyla ilişkili artritler gibi hastalıklar mevcuttur. S Hastalığın Görülme Sıklığı ve Risk Faktörleri anılanın aksine AS oldukça sık rastlanılan bir romatizmal hastalık olup toplumda her 200 kişide 1 kişinin hastalığa yakalanma olasılığı vardır. Hastalık ailesel yatkınlık gösteren bir hastalık olup, yakın aile bireylerinden birisinde AS olması kişinin AS'ye yakalanma olasılığını artırmaktadır. Hastalık 20-30'lu yaşlarda başlamakta ve daha çok erkek cinsiyette (kadınlara göre 2 veya 3 kat daha fazla) görülmektedir. Ancak son yıllarda artan tanı olanaklarıyla daha atipik seyreden ve erken safhada olan kadın hastalarada erken tanı konulabilmektedir. 1973 yılında yapılan bir keşifle AS'li hastaların çok büyük bir çoğunluğunun HLA B27 diye adlandırılan bir doku tipine sahip oldukları gösterilmiştir. Bu doku tipi farklı ırklardaki AS'li hastalarda farklı oranlarda pozitif olabilmektedir. Çeşitli kuzey Avrupa ülkelerinde her 100 AS'li hastadan 90-95'i bu doku tipine sahipken, ülkemizde tahminen bu doku tipi pozitifliği her 100 AS'li hastada 70-80 kadardır. HLA B27 pozitif olan hastaların daha fazla omurga dışındaki ek organlarda tutuluma maruz kalacağı (örneğin gözde üveit denilen iltihablı durum) ve çocuklarında hastalığın daha yüksek oranda görülebilme ihtimali olduğu söylenebilir. Her ne kadar tam olarak kanıtlanmış olmasa da hastalığın başlamasına neden olarak çeşitli tetik çekici mekanizmalar öne sürülmüştür. Bunlardan en önemlileri genital organlar/idrar yollarının enfeksiyonları veya bağırsak enfeksiyonu veya bağırsak florasındaki değişikliklerdir. A Ankilozan Spondilitin Bulguları ve Tanı nkilozan spondilitli hastaların büyük çoğunluğunda ilk bulgu kronik bel ağrısıdır. Bel ağrısı toplumda yaygın görülen bir durumdur ve kronik (süreğen) olması şikayetlerin en az 3 aydır devam ettiği anlamını taşır. Kronik bel ağrısının AS'nin bulgusu olarak kabul edilebilmesi için bazı kriterlerin pozitif olması gerekir (Tablo 1). Bazı hastalarda farklı bulgular hastalığın ilk bulgusu olarak ortaya çıkabilir ve bel/omurga ağrısı daha sonra görülür. Bunlardan en önemlileri üveit, iltihaplı bağırsak hastalığı, sedef hastalığına bağlı E Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Parazitoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Yazar'ın danışmanlığını yaptığı araştırmada, sobalı evlerin yüzde 67,5'inde, kaloriferli evlerin ise yüzde 78,7'sinde akar olduğu ortaya çıktı. rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Parazitoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Yazar, konutların zeminlerinde bulunan ev tozlarının, önemli ölçüde akar içerdiğini söyledi. Prof. Dr. Yazar, akarların; vücutlarında baş, göğüs ve karın kısımları ayrı olmayan antensiz eklem bacaklılar sınıfında yer aldığını söyledi. Ankilozan spondilit tanısında en önemli yardımcı unsur hastaların yukarıda sayılan bulgularının olması, dikkatli yapılan sorgulama ve klinik muayenedir. Kesin tanıda hastaların leğen kemiği eklemlerinin iltihabı olarak tanımlanan "sakroiliitin" görülmesi çok önemli bir bulgudur. Son 10 yılda AS'nin tanısında da oldukça önemli gelişmeler sağlanmıştır. Direk radyografilerde sakroiliitin görülmesi yıllarca hastalığın kesin tanısı için en önemli şart olarak görülmüştür. Halbuki radyografide sakroiliitin görülmesi için hastalığın başlangıç bulgularından sonra ortalama 5-6 yıl geçmesi gerekmektedir ve buda tanıyı geciktirmektedir. Erken evrede olan ancak radyografilerde görülmeyen sakroiliitin manyetik rezonans ile detaylı ve çok erken saptanabilmesi artık mümkündür. Yeni leğen kemiğinin MR ile incelenmesi, erken evredeki bir çok hastaya daha hastalık ilerlemeden ve deformiteleri oluşmadan tanı koyma olanağı sağlamıştır. Erken tanı konulması, omurgada ve eklemlerde ilerleyici deformitelere ve sakatlığa neden olan hastalığın kötü etkilerinin erken başlanılan tedavi ve rehabi-litasyon ile azaltılması anlamını taşımaktadır. Günümüzün Modern ve Etkili Tedavileri 2 S on 10 yılda romatizmal hastalıkların edavisi konusunda olağanüstü gelişmeler yaşanmıştır. Bazı hastalar düzenli ve uygun dozda aldıkları anti-romatizmal ilaçlarla uzun süreli remisyon (hastalığın inaktif olduğu dönem) sağlayabilmektedir. Ancak bir çok hastada hastalığın ilerlemesi durmamakta ve ataklar halinde ağrılı dönemler devam etmektedir. Ataklar ve sürekli inflamasyon hastaların omurga ve eklemlerinde hızlı ilerleyici kireçlenme ve hareket kısıtlılıklarına neden olmakta ayrıca kalp, böbrekler ve damar sistemi gibi organlarda iltihaplanmayla birlikte hastalığın kötü etkileri devam etmektedir. Artık romatoid artrit, ankilozan spondilit, sedef artriti, Crohn ve ülseratif kolite bağlı romatizmal tutulumlar, Behçet, Alevi Akdeniz Ateşi (diğer adıyla FMF), bağ dokusu hastalıkları gibi bir çok hastalıkta biyolojik ajanlar olarak adlandırılan tedaviler başarıyla uygulanmaktadır. Bu ilaçlar moleküler ve ileri teknolojiler kullanılarak üretilmekte, hastalığın oluşum ve ilerlemesine neden olan bazı moleküllerin inaktif hale getirilmesi prensibiyle işlev görmektedir. Biyolojik ajanlar yüksek maliyetleri ve oldukça önemli yan etkilerine rağmen saydığımız bir çok hastalıkta bugüne kadar uygulanan en etkili tedaviler olarak görülmektedir. Ankilozan spondilitte onaylanmış biyolojik tedaviler anti-TNF ajanlar olarak adlandırılmakta ve hastalığın bulgularını ve ilerlemesini durdurabilmektedir. Omurgada süregelen inflamasyonu çok etkili bir şekilde baskılayarak, hastaların dayanılmaz ağrılarını ve üveit atakları, bağırsak inflamasyonu, cilt bulguları gibi diğer organ tutulumlarıyla ilgili bulgularını düzeltebilmektedir. Bel ağrısı inflamatuar bel ağrısı olabilir mi? Eğer; 1 - Sinsi başlayan bel ağrısı Tablo 1 Ankilozan spondilitin 2 - Geceleri uyandıran (yataktan kalkma ihtiyacı doğuran bel ağrısı) olası bulguları 3 - 40 yaşın altında başlamış olan 4 - Egzersiz ve hareket ile düzelen 5 - İstirahat edildiğinde dinmeyen/düzelmeyen Yukarıdaki 5 maddeden herhangi dört tanesi mevcut ise büyük olasılıkla inflamatuar tarzda bel ağrınız mevcut demektir. Ankilozan spondilit düşündüren diğer önemli bulgular: 8 - Yüksek CRP düzeyi (kanda yüksek iltihap belirteçleri) 1 - Daktilit (el veya ayak parmağında sosisi andıran şişlik) 9 - Üveit 2 - Sedef hastalığı 10 - HLA B27 pozitif olması 3- Aile bireylerinde AS veya diğer spondiloartrit öyküsü 4 - Non-steroid anti-inflamatuar ilaçlara olumlu yanıt alınması 5 - Entezit (örneğin topuk ağrısı) 6 - Artrit (eklem iltihabı) 7 - İltihaplı bağırsak hastalığının varlığı (Crohn-ülseratif kolit) Ev tozu akarlarından en çok gecekondular etkileniyor Prof. Dr. Yazar, ”Akarlar, sanılanın aksine böceklerden farklı yapıdadırlar. Bu nedenle böcek öldürücü ilaçlar akarlar üzerinde etkili değildir. Yoğun olarak ormanlık ve çayırlıklarda bulunurlar. Yaklaşık 48 bin türü bulunmaktadır. En iri olanları kenelerdir. Bazı akarlar ev tozlarında yaşayarak çeşitli hastalıklara sebep olduklarından, bunlara ev tozu akarı denilmiştir. Çoğunlukla döşemelerde, tekstil ürünlerinde, yatak, şilte ve halılarda bulunan bu doğal ev arkadaşlarımız, deri döküntülerinin yanı sıra hububat, küf, bakteri ve mantarlarla da beslenir. Gelişebilmeleri için en uygun ortam yüzde 70-80 nispi nem ile 25-27 derece sıcaklıktır.' Yüksek lisans öğrencisi Kadriye Hasgül'ün araştırması kapsamında, şehrin 6 farklı ilçe, belde ve mahallesinden rastgele seçilen 114 evin çeşitli kısımlarından toz örnekleri toplandığını ve laboratuvarda farklı yöntemlerle incelendiğini ifade eden Yazar, bulunan akarların kayıt altına alındığını ve verilerin istatistiksel analize tabi tutulduğunu aktardı. Yazar, araştırılan evlerde akar pozitiflik oranının yüzde 39,47 olarak tespit edildiğini belirterek, şunları kaydetti: “Araştırma kapsamındaki konutlarda, ev tozu akarı olarak bilinen 'dermatophagoides' türlerinin oranı yüzde 8,2 olarak tespit edilmiştir. Çalışmada, konut tipine göre akar görülme oranları da araştırılmış, gecekonduların yüzde 72,7'sinde, müstakil evlerin yüzde 47,9'unda, apartman dairelerinin ise yüzde 18,2'sinde akar tespit edilmiştir. Sobalı evlerin yüzde 67,5'inde, kaloriferli evlerin yüzde 78,7'sinde de akar olduğu ortaya çıktı.” Kaloriferli evlerde akar oranının daha düşük çıkmasının beklendiğini, ancak bu oranın kalorifer tipine göre değiştiğini vurgulayan Yazar, 'Eğer kalorifer merkezi sistem değilse, ev sürekli sıcak olmayacağı ya da bütün odalar aynı ısıda olmayacağı için nem yüksek olabilir. Tabii ki, nemin yüksek olmasına bağlı olarak akar oranı da artıyor. Bu olay tamamen nem oranına ve ısıya bağlı, ancak rakım da önemli. Akarlar yüksek rakımlarda yaşayamıyorlar” diye konuştu. sayfaaa 3:Layout 3 16.09.2013 10:43 Sayfa 1 Bülten Erciyes TIP 3 HASTANELERİMİZDE “İLK KEZ” BİR YABANCI a Faso’dan gelen hasta, esi Burkin de şifa buldu Batı Afrika ülk ’n ri le e n ta s a H HASTAYA BÖBREK NAKLİ YAPILDI Erciyes Üniversitesi E rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nde “ilk kez” bir yabancı hastaya organ nakli yapıldı. Batı Afrika ülkesi Burkina Faso’dan Kayseri’ye gelen 44 yaşındaki böbrek hastası Kadısso Guiro Gassambe’ye, 42 yaşındaki erkek kardeşi Hamidou Gassambe’nin bağışladığı böbrek, başarılı bir operasyonla nakledildi. Organ naklini gerçekleştiren ekibin başındaki isim Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Hastanenin Organ Nakli Sorumlusu Prof. Dr. Zeki Yılmaz, hastayla birlikte kameralar karşısına geçerek, operasyonu anlattı. Prof. Dr. Yılmaz, Türkiye’de beyin ölümü gerçekleşen hastadan organ bağışının çok yetersiz düzeyde olduğunu belirterek, halka organ bağışı çağrısını yeniledi. “Organlar toprak olmasın, bedende can bulsun” diyen Prof. Dr. Yılmaz, “Avrupa’da milyon nüfus başına 30 beyin ölümü hastadan organ bağışı gerçekleşirken, bu sayı ülkemizde milyon nüfus başına 4'ün altında. Canlıdan organ naklinde Güney Kore'den sonra ikinci sıradayız. Bu ikincilik bizi sevindirmesin. Önümüzdeki dönemde Güney Kore'yi de geçebiliriz. Organ naklinde asıl olan canlıdan değil, beyin ölümü gerçekleşen hastadan organ bağışı alınması ve nakillerin beyin ölümü gerçekleşen hastadan alınan organlarla yapılması. Biz organ bağışı konusunda yetişmiş doktorlar olarak, beyin ölümü gerçekleşen hastalardan organ bağışı yapılması konusunda sürekli halka çağrıda bulunuyoruz. Fakat bu konuda yeterli düzeye bir türlü ulaşamıyoruz. Ülkemizde en çok Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanelerinde deri kanserinde erken teşhis etkinliği E rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nde, tüm Euro Bölgesi ülkeler ve Türkiye’de deri kanserinin erken teşhisine yönelik başlatılan “Fark et, Yok et!’ kampanyası çerçevesinde, vatandaşlar ücretsiz ‘ben’ muayenesinden geçirildi. Akdeniz, ardından Ege ve Marmara'da beyin ölümlü hastadan nakil gerçekleşiyor. 81 ilin sadece 26'sında beyin ölümlü hastadan organ bağışı yapılıyor. Kayseri de ne yazık ki beyin ölümlü hastadan organ bağışı yapılmayan kentler arasında” dedi. Hastanelerinde ilk kez bir yabancı hastaya organ nakli yaptıklarını ve bunun için mutlu olduklarını bildiren Prof. Dr. Yılmaz, “Organ nakli konusunda, hastane olarak her türlü imkan ve deneyimli personele sahibiz. Tek eksiğimiz nakil için organ bulmak" diye konuştu. Ablasına böbreğini veren Hamidou Gassambe de, Kayseri'ye gelirken biraz tedirgin olduklarını, ancak burada çok sıcak karşılandıklarını, ameliyat sonrasında ablasının sağlığına kavuştuğu için mutlu olduğunu söyledi. nan 4 çocuk annesi Kadısso Guiro Gassambe ise, ülkesinde haftada 3 kez diyalize girmesi gerekirken, yetersizlik nedeniyle 2 kez girebildiğini belirterek, "Ülkemde organ nakli de yapılmıyordu. Melikşah Üniversitesi'nde okuyan yakınımızın önerisiyle Kayseri'ye geldik ve Erciyes Üniversitesi'nde bu operasyon gerçekleştirildi. 6 yıldır böbrek rahatsızlığım vardı. Şimdi hem kardeşim, hem benim sağlığımız son derece iyi. Operasyonu gerçekleştiren doktorlara ve böbreğini veren kardeşime çok teşekkür ediyorum" şeklinde konuştu. 30 Temmuz 2013 Salı günü Erciyes Üniversitesi Semiha–Asım Kibar Organ Nakli ve Diyaliz Hastanesi’nde gerçekleştirilen basın toplantısına Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Başhekim Yardımcısı Doç. Dr. İbrahim Özdoğru ile İç Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bülent Tokgöz de katıldı. Vücudunda beni olanlar ücretsiz muayeneden geçirildi Başarılı nakille yeniden hayata tutu- 26 Haziran 2013 Çarşamba günü Gevher Nesibe Hastanesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Polikliniğinde 09.00-12.00 saatleri arasında gerçekleştirilen taramaya çok sayıda vatandaş katılırken, benleri dikkatle muayene eden doktorlar, vücudundaki beni herhangi bir risk içermeyen vatandaşlara çeşitli tavsiyelerde bulunurken, riskli gördüklerine ise ileri derecede tetkik için randevu verdi. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Borlu, “Deri kanserinde en önemli faktör güneş ışığıdır. Yani yıllar içinde alınan doz. Özellikle çocukluk çağında kısa sürede alınan ve deri yanığına neden olacak hızlı güneşlenmelerden oluşan doz çok önemli. Biraz koyu tenli insanlar bu konuda avantajlı, koyu tenliler güneş yanığına ve güneşin toplam ışınlarına karşı daha dayanıklıdırlar. Açık tenli insanlar, renkli gözlü insanlarda bu dayanıklılık az olduğu için deri kanseri gelişme riski bir miktar daha fazladır. Çok fazla beni olanlarda, ailede kanser hikayesi olanlarda, özellikle deri kanseri hikayesi olanlarda, bu risk biraz fazla” dedi. Prof. Dr. Murat Borlu, özellikle güneş ışığına yoğun şekilde maruz kalan insanlarda deri kanseri görülme sıklığının her geçen yıl arttığına dikkat çekti. Prof. Dr. Borlu, “Deri kanseri erken teşhis edildiğinde tedavi edilebilir. Bu yüzden çok renkli, çok koyu, yuvarlaklıktan ziyade asimetrik bir yapısı olan, renk ve şekil değiştiren, kaşınma, ağrı yapan, normalden farklı bir hissiyat veren benlere sahip olan kişilerin bir sağlık kuruluşuna giderek ben muayeneleri- ni yaptırmaları gerekir” dedi. Deri kanserinin teşhisinde hem gözle yapılan muayene, hem de son yıllarda büyütmeli dermoskopik muayene denilen yöntemle yüzde 90 oranında başarı sağlandığını belirten ERÜ Tıp Fakültesi Dematoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Borlu, şüpheli durumlarda ise biyopsi alındığını ve biyopsi ile kesin teşhis konulabildiğini söyledi. sayfaaa 4:Layout 3 16.09.2013 10:43 Sayfa 1 Bülten Erciyes TIP Prof. Dr. Gülin GÜLER A Anesteziyoloji ve Renimasyon AD. Öğretim Üyesi gulen*erciyes.edu.tr ğrı, Uluslararası Ağrı Araştırmaları Teşkilatı tarafından şu şekilde tanımlanmaktadır: “Ağrı vücudun herhangi bir yerinden kaynaklanan, organik bir nedene bağlı olan veya olmayan insanın geçmişteki tüm deneyimlerini kapsayan, hoş olmayan bir duyudur”. Ağrı kişiye özgüdür, algılanması ve ağrıya karşı oluşturulan yanıtta kişisel özellikler ve psikolojik durum çok önemli bir rol oynar. Ağrı fiziksel ve emosyonel aktiviteyi azaltarak kişinin yaşam kalitesini düşürür. Yaşam kalitesinin azalması ise kişide anksiyete ve depresyon oluşturarak ağrının daha yoğun hissedilmesine neden olur. Ağrı ile ilgili problemler hekimlere başvuru nedenlerinin yüzde 80’ini oluşturmaktadır. Akut ağrı genel olarak yumuşak doku hasarı, infeksiyon veya inflamasyona bağlı olarak oluşan ve bazı durumlarda altı aya kadar uzayabilen ancak tipik olarak bir aydan kısa süren ağrılardır. Akut ağrılar yeterince etkin bir şekilde tedavi edilmezse kronik ağrıya dönüşebilir. Epidemiyolojik çalışmalarda cerrahiden sonraki ağrıların da kronik ağrı oluşumunda oldukça önemli bir yere sahip olduğu yüzde 10.1 ile yüzde 55.2 gibi farklı oranlarda görülebileceği bildirilmiştir. Kronik ağrı, ağrı bilimi kurucularından Dr. John Bonica tarafından “Akut bir hastalığın olağan seyri dışında, bir aydan daha uzun süren, ya da iyileşmiş bir hasardan sonra, belirli bir zaman diliminden daha uzun süren ağrı” olarak tanımlanmıştır. Kronik ağrı Erciyes Üniversitesi bünyesinde doğrudan üniversite imkanlarıyla kurulan Biyogüvenlik Seviye 3 (BSL3), Hayvan Biyogüvenlik Seviye 3 Laboratuvarı (ABSL3) ve Biyogüvenlik Seviye 2 (BSL2) laboratuvarları 2013 yılı Ağustos Ayı itibariyle TÜV SÜD Cleancert GbmH tarafından denetlenerek sertifikalandırıldı AĞRI multifaktoriyel, kompleks ve tedavisi oldukça zordur. Kronik ağrılara bağlı olarak yılda 700 milyon iş günü kaybı ve 60 milyar dolar zarar meydana gelmektedir. Kanser ile ilişkili ağrının kontrol edilmesi de önemli bir sağlık problemidir. Günümüzde kanser hastalarının %25 kadarı ağrıları yeterince kontrol altına alınmadan kaybedilmektedir. Ağrı tedavisinde temel kurallar; ağrısı olduğunu söyleyen hastaya inanmak, dikkatli ve ayrıntılı bir anamnez, psikososyal durumun değerlendirilmesi, nörolojik ve fizik muayene, gerekli tetkiklerin yapılması, önceki ağrı tedavilerinin gözden geçirilmesi, ağrı ölçüm skalalarının kullanılması ve sonuçların izlenmesi olarak sıralanabilir. Akut ağrılar genellikle farmakolojik ajanlarla kontrol edilebilirken kronik ağrılar ancak iyi bir yönetim ile yüzde 75-85 oranında analjezik ve adjuvan ilaçlarla etkin bir şekilde tedavi edilebilir. Kalan yüzde 15-25’lik grupta ağrının tedavisi oldukça güçtür ve nöroaksiyel infüzyon, sinir blokları, nörostimulasyon gibi anestezik yöntemler veya kordotomi, myelotomi, talamotomi ve cerrahi tekniler ile ağrı kontrol edilebilir. Ağrı tedavisindeki amaç, maksimum ağrı kontrolü sağlayan, minumum yan etkiye sahip en uygun dozun, en kolay uygulama yolu ile verilmesi ve yaşam kalitesinin artırılmasıdır. Analjezikler kullanılırken öncelikle oral yol tercih edilmeli, analjezik verilme sıklığı ve dozu her hasta için ayrı ayrı değerlendirilmeli, analjezikler ağrı başlamadan ve düzenli aralıklarla verilmeli, analjezik seçimi Dünya Sağlık Örgütünün önerileri doğrultusunda basamak prensibine göre yapılmalıdır. Bu öneriye göre birinci basamakta parasetemol veya NSAID lar, ikinci basamakta bu iki gruba ek olarak za- 4 yıf, orta etkili opioidler, üçüncü basamakta güçlü opiodler, dördüncü basamakta ise invaziv yöntemler yer almaktadır. Antidepresanlar, nöroleptikler, kortikosteroidler, benzodiazepinler, kafein gibi sekonder analjezikler olarak da isimlendirilen adjuvan ilaçlar gerekli görüldükleri her basamakta başlanabilir. Meperidin, bronkokonsriksiyon, konfüzyon, aritmi, nörotoksisite ve deliryuma neden olabileceğinden ve bağımlılık oluşturabileceğinden kronik ağrı tedavisinde kullanılmamalıdır. NSAID’lar kronik ağrı tedavisinde uzun süre kullanılmamalıdır. Özellikle yaşlı hastalarda NSAID kullanımına bağlı GİS kanaması, bütün mortalite nedenleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. Her hasta için ilaç gereksinimi ve kullanılan tedavi yöntemlerine cevap farklılıklar göstermektedir. Sıklıkla birden fazla tedavi yöntemi birlikte uygulanmalı İlaç, fizik tedavi, psikoterapi, kombinasyonu kapalı ağrı döngüsünü kırmakta oldukça yararlı olmaktadır. Biyogüvenlik Seviye 3 Laboratuvarı akredite oldu E rciyes Üniversitesi bünyesinde temel olarak aşı geliştirme çalışmalarının gerçekleştirilmesi yanında güncel infeksiyöz hastalık etkenlerinin araştırılması ve temel çalışmaların yapılması amacıyla Biyogüvenlik Seviye 3 (BSL3) laboratuvarı kurulumu ve akreditasyonu tamamlanarak faaliyetine başlamıştır. Hizmete giren Biyogüvenlik Seviye 3 (BSL3) laboratuvarının yapımına 2012 yılında Eylül ayında başlanmış 2013 yılı Ağustos ayı itibariyle bir yıl gibi kısa bir sürede laboratuvarların yapısal kurulumu ve uluslararası akreditasyonu tamamlanmıştır. Yine aynı süreçte laboratuvarda araştırma ve geliştirme faaliyetlerinde kullanılacak demirbaş ve sarf malzemelerin temini gerçekleştirilmiştir. Biyogüvenlik Seviye 3 (BSL3) laboratuvarında yapılacak çalışmaların uluslararası çalışma standartlarına uygun olarak sürdürülmesi ve güvenli çalışma koşullarının oluşturulması amacıyla BSL3 standart operasyon planı (SOP), risk değerlendirme çalışmaları, acil eylem planları gibi destek belgeleri hazırlanarak laboratuvarda çalışacak personele eğitimler düzenlenmiştir. Biyogüvenlik seviye 3 laboratuvarı toplam 400 metre karelik bir kullanım alanı içerisinde araştırmacıların gereksinim duyduğu ileri biyogüvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde gaz sızdırmaz kapılar ve sürekli negatif basınç sağlanacak şekilde dizayn edilmiş, kontrollü erişim ve giriş, günün her saatinde izleme ve kayıt sistemi bulunmaktadır. Laboratuvar havalandırma sistemi çevreyi ve çalışanı koruyacak şekilde HEPA filtreli-eksozlu olarak dizayn edilmiştir. Laboratuvar malzeme girişler UV sterilizasyonlu değişim kutuları vasıtasıyla, ter türlü biyolojik atık çıkışları çift kapılı otoklav ile gerçekleştirilmektedir. Laboratuvar dışına çıkacak tüm sıvı atıklar herhangi bir çevresel bulaşma oluşturmayacak şekilde termo-kimyasal atık dekontaminasyon sistemiyle gerçekleştirilmektedir. Laboratuvarda çalışacak personel uluslararası standartlarda kişisel koruyucu ekipmanlar kullanarak laboratuvarda çalışmalarını devam ettirmektedir. BSL3 laboratuvarı, çalışmaların sürdürebilmesi için 3 adet sınıf II biyogüvenlik kabini, çiftkapılı otoklav, giriş kısmında giyinme soyunma ve duş kısımları, depolama ve fümigasyon odaları gibi temel gereksinimler yanında laboratuvar alanı içerisinde soğutmalı santrifüj, karbondioksitli inkubator, yüsek kapasiteli döner şişeli inkübatör , -20 derin dondurucu, - 80 derin dondurucu, çalkalamalı inkübatör gibi en son sistem alet ve ekipmanları içermektedir. Ayrıca sistem içerisinde biyogüvenlik seviye 3 düzeyinde hayvanlar üzerinde araştırmaların yapılacağı Hayvan Biyogüvenlik Seviye 3 Laboratuvarı (Animal biosafety Level 3; ABSL-3) bulunmaktadır. Bu kısımda iki adet pozitif ve negatif basınçlı olarak kullanılabilen tavşan ve fare izolatörleri ile birlikte bu hayvanlarda deneysel operasyonların yapılabileceği sınıf II biyogüvenlik kabini bulunmakta bu bölümde bulunan otoklav vasıtasıyla çalışmalar sonunda oluşacak biyolojik atıklar dekontamine edilerek biyolojik olarak bulaşmaya sebep vermeyecek şekilde tesis dışarısına çıkarılmaktadır. Biyogüvenlik Seviye 3 (BSL3) laboratuvarı bünyesinde devam ettirilecek çalışmalara destek hizmeti vermek amacıyla 2 adet sınıf II biyogüvenlik kabini, 2 adet PCR cihazı, 1 adet real time PCR cihazı, ELISA plaka okuyucu, soğutmalı ve soğutmasız santrifüjler, otoklav, saf su cihazı, jel görüntüleme sistemi gibi modern laboratuvar ekipmanlarıyla donatılmış biyogüvenlik seviye 2 laboratuvarı da (BSL-2) sistem içerisinde yer almaktadır. BSL-2 laboratuvarı, biyogüvenlik seviye 3 seviyesi gerektirmeyen ileri moleküler ve biyolojik araştırmaların yapılacağı temel bir alan olarak hizmet verecektir. Erciyes Üniversitesi bünyesinde doğrudan üniversite imkanlarıyla kurulan Biyogüvenlik Seviye 3 (BSL3), Hayvan Biyogüvenlik Seviye 3 Laboratuvarı (ABSL3) ve Biyogüvenlik Seviye 2 (BSL2) laboratuvarları 2013 yılı Ağustos Ayı itibariyle TÜV SÜD Cleancert GbmH tarafından denetlenerek sertifikalandırılmıştır. Erciyes Üniversitesi BSL2, BSL3 ve ABSL3’den oluşan integre laboratuvar sistemi Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği standartlarda çalıştığı belgelendirilen, ülkemizdeki üniversitelerde bulunan ilk ve tek BSL3 laboratuvarıdır. Ülkemiz genelinde ise 2012 yılında BSL3 sertifikasyonu alan TÜBİTAK MAM Gen Mühendisliği ve Biyoteknoloji Enstitüsü’nden sonra sertifikasyona sahip 2. BSL3 laboratuvarı konumundadır. sayfaa 5:Layout 3 16.09.2013 10:44 Sayfa 1 Akciğer yüksek tansiyonuna GENKÖK'te çare arıyorlar 5 Bülten Erciyes TIP Justun-Liebig Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Kalp-Damar Cerrahisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Akıntürk, tecrübelerini meslektaşları ile paylaştı “KAYSERİ’DE BÜYÜK BİR ÇOCUK KALP HASTALIKLARI MERKEZİNE İHTİYAÇ VAR” Akciğer yüksek tansiyonuna GENKÖK'te çare arıyorlar Ö lümcül akciğer yüksek tansiyonu (pulmoner hipertansiyon) hastalığının nedeninin ve tedavisinin belirlenmesine yönelik Türkiye'deki ilk deneysel çalışma, Erciyes Üniversitesi (ERÜ) Genom ve Kök Hücre Merkezinde (GENKÖK) başladı. ERÜ'den Prof. Dr. Halit Canatan, Doç. Dr. Metin Aytekin, Doç. Dr. Nihat Kalay ve Yard. Doç. Dr. Çağrı Şakalar'ın birlikte çalıştığı projenin danışmanlığını ise ABD’nin Ohio eyaletinde bulunan Cleveland Clinic hastanesinden Prof. Dr. Raed Dweik yapıyor. A lmanya Justus-Liebig Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Kalp-Damar Cerrahisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hakan Akıntürk, Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nde 5 gün boyunca ameliyatlara girerek, tecrübelerini meslektaşları ile paylaştı. Prof. Dr. Akıntürk, Kayseri’de büyük bir Çocuk Kalp Hastalıkları Merkezi kurulması için yeterli potansiyelin bulunduğunu kaydetti. Prof. Dr. Hakan Akıntürk, yaptığı açıklamada, “Avrupa ve Türkiye’nin batı bölgelerine nazaran Anadolu’da doğum oranı yüksek. Anadolu’da, akraba evliliği ve diğer nedenlerle doğuştan kalp hastalıkları biraz daha fazla görülmektedir. Doğumsal kalp hastalıkları çok çeşitlidir. En sık görülenler ve daha iyi bilinenler kalp delikleridir. Kalpte doğuştan var olan ciddi kalp hastalıkları çocuğun sağlığı ve gelişimi açısından büyük riskler içermektedir. Çocuklarda sık görülen doğuştan kalp hastalıklarının ameliyatsız tedavi edilmesi konusunda Türkiye’de yeterli sayıda yetişmiş hekim var. Ancak bu konuda başarılı ameliyatlar yapan merkez sayısı çok yetersizdir. İmkânlar kısıtlı olduğu için bu merkezlere çocuklarını götüremeyen ailelerin mevcut olduğu dikkate alındığında, Anadolu’da doğumsal kalp hastalığından ölen çocuk sayısının oldukça fazla olduğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak ameliyat olup yaşaması mümkün olan doğumsal kalp hastalıklı çocuk hastalar ameliyat olamadığı için kaybedilebilmektedir. Gelişmiş ülkelerde doğumsal kalp rahatsızlıklarından ölümler yüzde 5 civarındadır. Ülkemizde bu oranı bilemiyorum ama çok yüksek rakamlar olduğunu tahmin ediyorum. Türkiye’de sadece pediatrik kalp hastalıkları konusunda faaliyet gösteren büyük merkezlere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum” dedi. Erciyes Üniversitesi Çocuk Kalp Hastalıkları Bilim Dalının daveti üzerine Kayseri’ye geldiğini ve Erciyes Üniversitesi’nde 5 gün boyunca ameliyatlara katılarak tecrübelerini meslektaşları ile paylaştığını ifade eden Prof. Dr. Akıntürk, “Kayseri’de, özellikle Erciyes Üniversitesi’nde bu konuda iyi bir potansiyel olduğunu gördüm. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi bünyesinde faaliyet gösteren Çocuk Kalp Hastalıkları Bölümü ve bu bölümde çalışan, konusunda uzman pediatrik kardiyologlarla, KalpDamar Cerrahisi öğretim üyeleri ile, Tıp Fakültesi Dekanı, Erciyes Üniversitesi Rektör Yardımcıları ve Erciyes Üniversitesi Rektörü sayın Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur beyle tanışma fırsatı buldum. Benim düşüncem Kayseri’de Çocuk Kalp Hastalıkları merkezi kurulursa, çevre illerdeki sıkıntılar da giderilebilir. Kayseri dışındaki illerden ve bölgelerden ve Türkiye’nin her yerinden ve hatta komşu ülkelerden gelecek hastalar, Kayseri’de daha iyi tedavi şansı bulabilirler. Kayseri ve çevre illerde, Anadolu’da, doğuştan kalp hastalığı nedeniyle olan ölümler ve doğuştan kalp hastalıklarının yol açtığı maddi kayıplar en aza indirgenebilir diye düşünüyorum” ifadelerini kullandı. Prof. Dr. Akıntürk, Almanya Justus-Liebig Üniversitesi Pediatrik Kalp-Damar Cerrahisi Bölümü ile Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Kardiyoloji bölümü arasında iyi bir işbirliğinin var olduğuna da dikkat çekerek, “Erciyes Üniversitesinden, Justus-Liebig Üniversitesindeki bölümümüze gelen öğretim üyelerinin çocuk kalp hastalıklarının tedavisi konusunda tecrübelerini paylaşabileceklerini düşünüyorum” dedi. Prof. Dr. Akıntürk, ayrıca kendisinden herhangi bir konuda yardımcı olması istendiğinde, her çeşit desteğe hazır olduğunu ifade etti. 5 günlük süre içerisinde 10 hastanın açık kalp ameliyatına bizzat katılan Prof. Dr. Hakan Akıntürk; 13 günlük bir bebeğe, Kayseri’de ilk kez yapılan ve hibrit yöntemle NorWood operasyonu denilen operasyonun birinci aşamasını pediatrik kardiyoloji ekibi ile birlikte gerçekleştirdi. Prof. Dr. Akıntürk operasyonun yaklaşık 4 ay kadar sonra yapılması gereken ikinci aşamasına da Almanya’daki ekibi ile birlikte katılabileceğini söyledi. Erciyes Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tamer Güneş ile Pediatrik Kardiyoloji Bilim Dalı ve Kalp Damar Cerrahisi Anabilim Dalı öğretim üyeleri de, Avrupa’daki üniversitelerle yaptıkları karşılıklı işbirliği çalışmalarının bilimsel anlamda büyük faydalar sağladığını kaydettiler. Öğretim üyeleri, “Bu sayede meslektaşlarımızla fikir alış verişlerinde bulunuyoruz ve mesleki tecrübelerimizi paylaşıyoruz” dediler. GENKÖK Müdür Yardımcısı ve Proje Yürütücüsü Doç. Dr. Metin Aytekin, yaptığı açıklamada, hastalığın akciğerlerde bulunan arter damarların daralması sonucu ortaya çıktığını söyledi. Damarların daralması sonucu kalbin vücuttan gelen kanı akciğerlere pompalamakta zorlandığını ve ortaya çıkan direnç karşısında kalbin sağ tarafında büyüme meydana geldiğini ifade eden Aytekin, "Akciğer yüksek tansiyonu özellikle sebebi belli olmayan formu, oldukça hızlı ilerleyen ve kalbin sağ tarafının yetersizliğinden dolayı erken ölümle sonuçlanan tehlikeli bir hastalıktır. Bu hastalığa sebep olan etkenler ise henüz tam olarak bilinmemektedir. Bu nedenle her yıl birçok kişi hayatını kaybetmektedir" diye konuştu. Aytekin, akciğer yüksek tansiyonuna kadınlarda sık rastlandığına dikkati çekerek, görülme oranının azlığından dolayı doktorların tanı koymakta güçlük çekebildiklerini kaydetti. GENKÖK'te bu hastalığın nedeni belli olmayan formu üzerinde çalışmaya başladıklarını vurgulan Aytekin, şöyle devam etti: "Mesela AIDS hastalığının, virüslerin ya da bazı kalp hastalıklarının neden olduğu akciğer yüksek tansiyonu var ama biz bunun sebebi belli olmayan formu üzerinde çalışıyoruz. Maalesef çok tehlikeli bir hastalık ve çok hızlı ilerliyor. Şu an tek tedavisi akciğer nakli. Bunun yanında bir takım ilaçlar var ama bunlar da hastalığı yavaşlatmaya yönelik. Fakat bu ilaçlar da her hastada aynı etkiyi göstermiyor. Dolayısıyla hastaların tek umudu akciğer nakli." "ABD'de insan akciğerleri üzerine çalıştık" Bu konuda Cleveland Clinic hastanesinde insan akciğerleri üzerinde çalıştıklarını ifade eden Aytekin, şöyle konuştu: "Akciğerler bize geliyordu ve bunlardan hücreleri izole edip anormallikleri ortaya çıkarmaya çalışıyorduk ancak şöyle bir handikap vardı; akciğerler bize ya hasta organlarını bağışlamışsa öldükten sonra geliyordu ya da akciğer nakli sonrasında geliyordu. Durum böyle olunca elde ettiğimiz veriler, bilgiler hastalığın son evresi hakkında bize ışık tutuyordu. Bu nedenle hastalığın ilk evresi hakkında çok fazla bir bilgimiz yok. İşte deney hayvanları bu yüzden çok önemli. TÜBİTAK'tan aldığımız projeyle sıçanlarda pulmoner hipertansiyon oluşturup, ilk evresinden son evresine özellikle bu hastalığın patolojisinde çok önemli olduğunu düşündüğüm hücreler arası sıvı ya da matriks dediğimiz sıvının bu hastalığın oluşmasında rolü var mı yok mu bunu öğrenmek istiyoruz." Projenin 3 yıl süreceğini dile getiren Aytekin, TÜBİTAK'ın çalışmalara 412 bin lira da maddi destek sağladığını sözlerine ekledi. sayfaaa 6:Layout 3 16.09.2013 10:44 Sayfa 1 Bülten Erciyes TIP Prof. Dr. Fulya TAHAN Çocuk Allerji ve Astım Ünitesi tahanfulya*yahoo.com A rı allerjileri en sık görülen allerjik hastalıklardandır. Hayatı tehdit edebilecek derecede ciddi klinik bulgulara yol açması nedeniyle de önemli bir sağlık problemidir. Tarihte ilk arı allerjisi M.Ö. 2641 yılında Mısır Firavunu Menes’in yaban arısı sokması sonucu anafilaksiden ölmesi ile kayıtlara geçmiştir. Ciddi allerjik reaksiyon her yaşta görülmekle beraber en sık 20 yaşından önce karşılaşılır ve erkeklerde iki kat fazladır. Arıları iki ana grupta toplamak mümkündür: 1. Apid (Apidae) Bal arısı (Apis Mellifera) Bombus spp (Tüylü arı) 2. Vespid (Vespidae) Sarı arı (Polistes, paper wasp) Eşek arısı (Vespa spp, Hornet) Yaban arısı (Vespula spp, Yellow jacket) Hastalar bu arıların tümüne ya da herhangi birine allerjik olabilirler. Hangisine ya da hangilerine allerjik olduğunun saptanması hem korunma hem de venom immunoterapisinin belirlenmesi açısından önemlidir. Arının allerjiye neden olan zehri (venom) arının iğnesinin dibinde bulunan zehir kesesinde toplanır. Karın bölgesinde bulunan bezlerden salgılanır. Birkaç günlük yavru arıların zehir keseleri genellikle boştur. Arı büyüdükçe zehir miktarı artar. Arı Sokmalarına Karşı Gelişen Reaksiyonlar Gelişen reaksiyonları; dağılım durumlarına göre lokal ve sistemik reaksiyonlar, oluş zamanına göre de erken ve geç reaksiyonlar olmak üzere sınıflandırılabilir. ARI ALLERJİSİ Lokal Reaksiyonlar Normal lokal reaksiyonlar : Arı sokmalarında en sık görülen lokal reaksiyonlardır. Arı soktuğu anda iğne yerinde ani keskin ağrı duyulur, daha sonra burası kızarır şişer ve kaşınır. Genellikle her hangi bir müdahaleye gerek kalmadan bir-iki günde geçer. Daha nadir olarak sokulan bölgede oluşan ödem, eritem ve ağrı bir haftaya kadar devam edebilir. Analjezikler, buz kompresyonu ve bazen de oral antihistaminiklerle semptomatik tedavi dışında genellikle tedaviye gerek kalmaz. Büyük lokal reaksiyonlar: Genellikle 12-24 saat içinde ortaya çıkarlar. 20 cm ve daha üzerinde olabilirler. 510 gün içinde azalarak kaybolurlar. Lokal anatomik bası dışında önemli bir sorun oluşturmazlar. Toksik reaksiyonlar: Allerjisi olmayan kişiler bazen birden fazla arı tarafından sokulursa kliniği anafilaksiye benzeyen toksik bir tablo ortaya çıkabilir. Sistemik reaksiyonlar: Genellikle ilk 10 dakika içinde bulgu verirler. Bir veya birden fazla sistemin tulumu söz konusudur. Deride: döküntü, kaşıntı, solunum sisteminde: öksürük, nefes darlığı, kardiovasküler sistemde: hipotansiyon, şok, taşikardi, gastrointestinal sistemde: bulantı, kusma, ishal, karın ağrısı Tanı, öykü ve arı allerji testi ile konur. Tanı konulan hastalarda mutlaka korunma önlemlerinin anlatılması gereklidir. Korunma: Açık yerlerde yemek yemekten ve piknik yapmaktan kaçınmak Arıları cezbedecek parfüm, saç spreyi ve kokulu kozmetiklerden uzak durmak Çiçekli, parlak, açık renkli kıyafetleri giymemek ve terlememek. Çayırlık, açık arazi ve bahçe işleri ile uğraşırken uzun çorap, pantolon ve uzun kollu gömlek, eldiven, şapka ve kahverengi giysiler giymek 6 Çöpleri ortada bırakmamak Çevrede arı kovanı olup olmadığını kontrol etmek Yayacağı kokular diğer arıları çekeceğinden yaban arısını kızdırmamak ve kovanı etrafında öldürmemek Bal arısının soktuğu yerdeki iğneyi elle çıkarmaya çalışmamak Mümkünse bir büyüteç ve cımbızla sıkmadan venomun vücuda girmesini önlemek korunma yöntemleridir Arı allerjisi olan kişiler ilk yardım için gerekli olan adrenalin otoenjektörünü ve antihistaminikleri el altında bulundurmalıdırlar. Adrenalin otoenjektörü 1. Yetişkinler için 0.3 mg 2. Çocuklar için 0.15 mg formları vardır Arı Allerjisinde Venom İmmunoterapi (Aşı Tedavisi) İmmunoterapinin en etkin uygulama alanıdır. Hastalarda 3-5 yıllık tedavilerden sonra % 98 varan oranlarda koruma elde edilir. Sonuç olarak; Arı allerjisi sık karşılaşılan ancak önlenebilen bir durumdur. Bu konuda toplumun ve hekimlerin eğitilmesi gerekmektedir. Anafilaksi gelişen hastalarda mutlaka bir alerji uzmanı tarafından değerlendirme önerilmelidir. Ayrıca bu hastalara adrenalin otoenjektörü yazılmalı ve kullanımı öğretilmelidir. Hayatı tehdit eden allerjik durumlarda aşı tedavisi (venom immunoterapi) ile % 98 oranında başarılı sonuçlar alınmaktadır. ERÜ Hastanelerinde engellilere yönelik düzenlemeler yapıldı E rciyes Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezinde engelli kişilere yönelik düzenlemeler yapıldı. Konu ile ilgili açıklama yapan Hastaneler Başhekimi Prof. Dr. Kudret Doğru, “Engelli kişilere yönelik sağlık hizmetlerinin sunumuna ilişkin genelge doğrultusunda engelli kişilerin sağlık hizmeti talep ve beklentilerini karşılamak, talepte bulunan engelli kişileri bu ihtiyaçlarına uygun ortamlar sağlayarak, hızlı ve verimli bir şekilde hizmet almalarını kolaylaştırmak için çalışmalar yaptıklarını” söyledi. Prof. Dr. Doğru, bu düzenlemelerle hastanelerinin iç ve dış mekân mimarisi ve çevre düzenlemesi ile engelli ve yaşlıların hizmet almalarını sağlayacak yardımcı personel temin ettiklerini, işitme engellilerle iletişim sağlayabilecek personele işaret dili eğitimi verildiğini, işlemler esnasında oturarak hizmet almalarını sağlayacak gerekli düzenlemeler yaptıklarını, engelli kişilere yönelik otopark alanı tahsis ettiklerini, engellilere sunulan sağlık hizmetleri konusunda personele yönelik hizmet içi eğitimlerin devam ettiğini sözlerine ekledi. Hastanelerinde, engellilere yönelik yapılan çalışmalarda TSE standartlarında yapıldığını, ortak alanlarda her engel grubundaki kişilerin algılayabileceği şekilde düzenlendiğini, tekerlekli sandalye transferi ve manevrasını kolaylaştıracak düzenlemeler ile ihtiyaç duyulan yerlere tutunma barlarının monte edildiğini belirtti. Engelli ve yakınlarına tanınan öncelik durumlarını belirten tabelaların kolaylıkla görebilecek yerlere asıldığını, hastane krokileri, hasta hakları, engelli tuvaletleri ve asansör kullanım talimatlarının da braille alfabesi yazıldığını söyledi. Hastaneler Başhekimi Prof. Dr. Kudret Doğru, görme engelliler için ortak alanlarda sarı renkli takip izi (hissedilebilir yüzey) oluşturulduğu Gevher Nesibe Hastanesi, Yılmaz-Mehmet Öztaşkın Kalp Hastanesi, Semiha Kibar Organ Nakli ve Diyaliz Hastanesi, Mehmet Kemal Dedeman Hematoloji- Onkoloji Hastanesi ve Şahinur Dedeman Kemik İliği Nakil ve Kök Hücre Tedavi Merkezinin hissedilebilir yüzey malzemeleri ile kaplandığını sözlerine ekledi. Başhekim Doğru, bu düzenlemelerle görme engelli hastaların ulaşması gerektiği noktaya güvenli bir şekilde ulaşmalarının kolaylaştığını, görme engelli kişilerin ihtiyaçlarını yardım almadan yapabildiklerini, sarı renkli, kabartmalı hissedilebilir yüzey ile görme engelli hastaların dokunma duyularını da kullanarak yön tayin etmelerini kolaylaştırdığını belirtti. sayfaaa 7:Layout 3 16.09.2013 10:45 Sayfa 1 Bülten Erciyes TIP Prof. Dr. Füsun Ferda ERDOĞAN Nöroloji AD. Öğretim Üyesi ferdogan*erciyes.edu.tr E pilepsi hastalığı nörolojik hastalıklar arasında en sık karşılaşılan hastalıklardandır,toplumda yüzde 0,5-1 oranında görülmektedir. Epileptik nöbetlerin pek çok nedeni olabilir, genetik yatkınlığın neden olduğu nöbetlerin yanı sıra kafa travması, beyin damar hastalıkları, beyin tümörleri, beynin gelişimsel anomalileri, alkol ya da ilaç yoksunluğu, metaboliktoksik nedenler, dejeneratif hastalıklar neden olabilir. Nöbetler serebral korteksten aralıklı olarak açığa çıkan anormal elektriksel deşarjlar sonucu oluşur. Epilepsi tanısı için en az 2 nöbetin 24 saat aradan sonra görülmesi gerekir. Fokal beyin hasarları ya da genetik yatkınlığın olduğu EEG de anormal hipersenkron deşarjların görüldüğü olgularda tek bir nöbetin görülmesi de epilepsi tanısı için yeterlidir. Nöbetlerin klinik bulguları ve belirtileri epileptik deşarjların kaynaklandığı ve yayıldığı beyin bölgelerine göre değişkenlik göstermektedir. Epilepsi hastalığının tanısında elektroensefalografi (EEG)incelemesi çok önemlidir, saçlı deriye yerleştirilen elektrodlar arcılığı ile beyin elektriksel aktivitesi değerlendirilebilmektedir. Epilepsi hastalarının yaklaşık 1/3 ünde ilaçlarla kontrol edilemeyen dirençli nöbetler vardır. Dirençli epilepsi hastalarında sosyal izolasyon, yaralanmalar, bağımsız yaşayamama, depresyon, intihar gibi önemli problemler görülebilir, ayrıca bu hastalarda da uzun dönem mortalite oranı özellikle ani beklenmeyen ölümler nedeniyle yüksektir. Tedavi edilemeyen temporal lob epilepsileri ise yavaş progresyon gösteren kortikal atrofi ve kognitif yıkım ile seyredebilmektedir. Nöbet tipine uygun farklı etki mekanizmasına sahip en az iki farklı antiepileptik ilacın uygun doz ve sürelerde kullanılmasına rağmen epileptik nöbetler kontrol altına alınamıyorsa ilaç tedavisine dirençli epilepsiden söz edilebilir. Psikojen nöbetler, uyku bozuklukları, hareket bozuklukları ve senkoplar yanlışlıkla dirençli epilepsi olarak tanı alabilmektedir, EEG ve özellikle de video-EEG incelemeleri bu olguların ayırıcı tanısında oldukça önemli bir incelemedir. Dirençli epilepsisi olan seçilmiş hastalarda, epileptojenik beyin bölgesinin rezeksiyonu ilaca dirençli nöbetlerin tedavisinde yeni ilaçların denenmesinden daha etkili bir yöntemdir. Temporal lobektominin nöbet kontrolünde etkinliği gösterilmiştir, ayrıca başarılı bir cerrahi tedavi ile kronik epilepsi ile birlikte olan disabiliteler ve artmış mortalite oranı da azaltılmaktadır. Tüm bu nedenlerden dolayı kronik epilepsi hastalarını izleyen klinisyenlerin hangi hastaların epilepsi cerrahisine refere edileceğini bilmeleri gereklidir. E rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Emel Köseoğlu, son yıllarda yapılan araştırmalarda vitamin B12 ve folik asit eksikliğinin homosistein denilen maddenin vücutta fazlalaşmasına yol açtığının tespit edildiğini, bu maddenin fazlalaşmasının sinir hücrelerine zarar vererek demansa (bunama) neden olduğunu bildirdi. Prof. Dr. Köseoğlu, ”Patogenez Alzheimer Hastalığı ve Vasküler Demans” adlı, ABD’de yayımlanan iki kitapta yer alan, vitaminlerin Alzheimer hastalığı ve demans üzerindeki etkisini konu alan makalesiyle ilgili olarak bilgi verdi. Genel olarak 65 yaş üzerindeki kişilerin yüzde 10’unda demans görüldüğünü belirten Köseoğlu, Türkiye;de yeterli çalışma olmamasına rağmen yaklaşık 250 bin demans hastası tahmin edildiğini söyledi. Köseoğlu, demansın en sık görülen nedeninin alzheimer hastalığı olduğunu ifade ederek, sistemik risk faktörlerine bağlı olarak beyinde gerçekleşen vas DİRENÇLİ EPİLEPSİLER VE TEDAVİSİ 7 Epilepsi Cerrahisine Aday Hastalar İlaç tedavisine dirençli, kontrol edilemeyen nöbetleri olan, ve bu nöbetlerin kognitif fonksiyonlar, davranış ve sosyal fonksiyonlar üzerine olumsuz etkileri olduğu bilinen hastalarda, cerrahi olarak çıkarıldığında nörolojik ve kognitif fonksiyonlar açısından ciddi kayıplara yol açmayacak bir beyin bölgesinden kaynaklanan nöbetlerde cerrahi tedavi düşünülebilir. Dirençli nöbetleri bulunan hastaların bir epilepsi merkezinde ayrıntılı incelemeleri yapılarak tanının kesinleşmesi, epilepsi sendromunun belirlenmesi ve cerrahiye aday hastaların saptanması gereklidir. Özellikle video-EEG monitorizasyon ile hastanın değerlendirilmesi gerekir, bu incelemede hastanın eş zamanlı video görüntülemesi ve uzun süreli EEG kaydı yapılmaktadır, böylece dirençli nöbetleri bulunan hastanın nöbet kaydının yapılması mümkün olmakta, nöbetin başlangıç gösterdiği beyin bölgesinin birçok olguda saptanması mümkün olmaktadır. Elektrofizyolojik olarak saptanan nöbet başlangıç bölgesinin beyin magnetik rezonans görüntülemesinde saptanan lezyon ile örtüşmesi halinde rezektif cerrahi uygulanabilmektedir. Vagal sinir stimülasyonu antiepileptik ilaçlardan daha etkin bir tedavi yöntemi değildir, ve rezektif cerrahiye aday olamayan hastalarda ve cerrahi uygulamayı kabul etmeyen hastalarda uygulanmalıdır. Epilepsi cerrahisinden yarar görebilecek hastalar, kranial magnetik rezonans görüntülemede mezial temporal skleroz, düşük dereceli tümörler, vasküler malformasyonlar, inme yada travma sonrası ensefalomalazi ve fokal kortikal displazi saptanan hastalardır. Normal kranial magnetik rezonans görüntülemesi olmasına rağmen, elektrografik olarak nöbetleri temporal loba iyi lokalize edilebilen hastalarda da iyi cerrahi sonuçlar alınabilmektedir. Kranial magnetik rezonans görüntülemesi normal olan hastalarda invazif video EEG monitorizasyon, positron emission tomografi (PET), ya da iktal single-photon emission computed tomography (SPECT) epileptik foküsün belirlenmesinde yardımcı tanı yöntemleri olarak uygulanır. en az nöbetler kadar önemli problemlere yol açar. Nöbetlerin mümkün olan en kısa sürede en uygun tedavi yöntemi ile kontrol altına alınması ise bu fonksiyonlarda iyileşmelerle sonuçlanır. Seçilmiş olgularda, cerrahi ile çıkarılabilecek foküsün saptanabildiği durumlarda yüzde 60-70 oranında nöbetler tamamen ortadan kalkabilir. Uygun olgularda ketojenik diyet yüzde 10-15 olguda nöbetleri kontrol edebilir, olguların yüzde 50’sinde ise nöbetlerde ciddi bir azalma sağlanabilir. Palyatif cerrahi yöntemleri ile nöbetlerde belirgin bir iyileşme sağlanabilir. Kallozotomi özellikle çocuklarda aniden yere düşmelerle sonlanan drop atakların tedavisinde etkilidir, bu nöbet tipinde fokal rezeksiyon mümkün değildir. Vagal sinir stimülasyonu da dirençli nöbetleri bulunan çocukların yüzde 50 sinde nöbetlerde azalma sağlayabilmektedir. Erişkin yaşta ve özellikle çocuklarda dirençli epilepsi tanısıyla izlenen olguların epileptologlar tarafından ayrıntılı olarak değerlendirilmesi, video-EEG monitorizasyon incelemesi ile nöbetlerin kayıtlanması şarttır. Nöbet tipine ve etiyolojiye uygun medikal tedavilere rağmen nöbetleri durmayan olgularda cerrahiye aday hastaların zaman kaybedilmeden belirlenmesi ve her hastaya uygun cerrahi yöntemin belirlenmesi gereklidir. Böylece dirençli nöbetlere bağlı oluşabilecek bilişsel ve sosyal fonksiyonlar, yaşam kalitesi üzerine olumsuz etkiler ve hatta mortalite oranları en aza indirgenebilecektir. Nöbetleri hem sağ hem de sol hemisferden başlangıç gösteren, dirençli nöbetlere ek olarak ciddi psikiyatrik ya da tıbbi hastalıkları olan, hızlı ilerleyici merkezi sinir sistemi hastalığı ve primer jeneralize epilepsisi olan hastalar iyi cerrahi adayı olmayan hastalardır. Çocuklarda İlaç Tedavisine Dirençli Epilepsiler Çocuklarda epileptik ensefalopatiler ve sekonder jeneralize epilepsilerde dirençli olma riski yüksektir. Çocuklarda dirençli nöbetler, beyin gelişimini olumsuz etkileyerek, zeka ve davranışa ait bozukluklara yol açarlar, bu bozukluklar Vitaminlerin alzheimer ve demans üzerindeki etkisi küler (damarsal) olayların da sık görülen demans nedenleri arasında yer aldığını kaydetti. Demansın yaşam kalitesini bozarak bakıma muhtaç hale getirdiğini, ölüme neden olduğunu belirten Prof. Dr. Köseoğlu, şöyle konuştu: “Çağımızda çevresel kirlenme, yaşam süresinin uzaması, vasküler ve metabolik hastalıkların artması gibi nedenlerle demans hastalığı önemli bir toplum sorunu haline gelmiş durumdadır. Önümüzdeki 50 yılda dünyada hasta sayısının üç kat artarak 75 milyona ulaşacağı düşünülüyor. Bu yüzden hastalığın tedavisi kadar korunma konusuna da önem vermek gerekiyor. Bu bağlamda vitaminler, vücuttaki birçok biyokimyasal olayda görevli oldukları için dikkati çekmiştir.” Prof. Dr. Köseoğlu, birçok çalışmada vitamin eksikliğinin demansa neden olduğunun belirlendiğini ancak demans hastasının beslenme düzeninin değişip daha az vitaminli yiyecekler almış olması sonucu da vitamin eksikliği gelişmiş olabileceğini söyledi. A, C ve E vitaminlerinin antioksidan olduğunu belirten Prof. Dr. Köseoğlu, şunları kaydetti:”Antiok- sidasyon sinir hücrelerinin korunması ve fonksiyonlarının düzeltilmesinde faydalı bir mekanizmadır. Bu vitaminlerin kan seviyeleri ile demans arasındaki ilişkisi pek çok çalışmada saptanmıştır. İzlem periyodu ile yapılan çalışmalar yeterli sayıda ve nitelikte değil. Fakat genellikle bu vitaminlerin tedaviden çok önlemede etkili olduğu şeklinde sonuçlar var. Bazı yayınlar bu vitaminlerin hap şeklinde takviyesinden ziyade diyetle birlikte alınmasının doğru olduğunu bildiriyor. Bu durum vitaminlerin meyve ve sebzede daha çeşitlilik göstermesi ve vitaminlerin meyve, sebzenin içindeki flavonoid gibi başka maddelerle etkileşmesine bağlanıyor.” Sinir hücresinin metabolizması ve işlev görmesi için B vitaminlerine gerek duyduğunu söyleyen Köseoğlu, ”B vitaminlerinin pek çok çeşidi var. Bunların hepsi sinir fonksiyonları için gerekli ama içlerinde vitamin B12 ve folik asit, üzerinde en çok araştırma yapılanlarıdır. Son yıllarda bu vitaminlerin eksikliğinin ayrıca homosistein denilen maddenin vücutta fazlalaşmasına yol açtığı tespit edilmiştir. Bu maddenin fazlalaşması sinir hücrelerine zarar vererek demansa sebep olmaktadır” diye konuştu. sayfaaa 8:Layout 3 16.09.2013 10:51 Sayfa 1 8 Bülten Erciyes TIP Prof. Dr. Zübeyde GÜNDÜZ Çocuk Romatoloji Bilim Dalı Başkanı zubeydeg*erciyes.edu.tr T ek gen ilişkili otoinflammatuvar hastalıklar başlığı altında yangısal cevabın düzenlenmesinde görev alan proteinleri kodlayan genlerdeki mutasyonlar sonucu oluşan bir grup hastalık yer alır. Kalıtsal olmaları nedeniyle bu hastalıkların çoğu erken yaşlarda başlar (Yaşamın ilk saatlerinden yaşamın ikinci yılına kadar değişen aralıkta). Çok az sayıda hastada hastalık başlangıcı erişkin yaşlarda olur. Günümüzde bu hastalıklara farkındalık artmasına rağmen hala sıkça tanı gecikmeleri yaşanmaktadır. Klinik olarak otoinflamatuvar hastalıkların çoğu ani başlayan ateş atakları ile kendini gösterir. Ateş atakları sırasında laboratuvar olarak yangı belirteçlerinde artış olur ve beraberinde döküntü, karın ve/veya göğüs ağrısı, lenf bezlerinde büyüme ve eklem şişliği gibi klinik bulgular eşlik edebilir. Ataklar arasında çoğunlukla tam bir iyilik hali, normal büyüme olur ve yangının laboratuvar göstergeleri normale döner. Otoinflamatuvar durumlar nadir görülür ve sıklıkları toplumdaki gen dağılımları ilişkilidir. Ülkemizde en sık görülen otoinflamatuvar hastalık ailesel Akdeniz ateşi (AAA) (Familial Mediterennean fever-FMF) olup; karın ve/veya göğüs ağrısı ve/veya eklem ağrısı ve şişliğinin eşlik ettiği tekrarlayan ateş nöbetleri ile karakterizedir. Otozomal resesif (cinsiyete bağlı olmayan) bir hastalık olarak geçer. Bu tip geçişte çocukta AAA olabilmesi için, biri anneden diğeri babadan gelen iki bozuk gen kopyası gereklidir. Dolayısıyla iki ebeveyn de taşıyıcıdır (bir taşıyıcıda yalnız bir bozuk gen kopyası vardır, fakat hasta değildir). Böyle durumda her çocuk için hasta olma olasılığı %25 dir. Geniş bir ailede, hastalık genellikle başka bir çocukta, kuzende, amcada ya da uzak bir akrabada görülür. Ancak eğer ebeveynlerden biri AAA’lı diğeri taşıyıcı ise, çocuğun hasta olma olasılığı %50’dir. AAA Doğu Akdeniz bölgesi ülkelerinden köken alan Türkler, Yahudiler, Ermeniler ve Araplarda görülür. AAA; Fransa, Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinin yanısıra Amerika Birleşik Devletleri ve Avustralya gibi bölgeden uzak ülkelerde de son zamanlarda giderek artan oranlarda tesbit edilmektedir. Bununla birlikte Akdeniz Bölgesi dışında dünyanın diğer alanlarında oldukça nadirdir. Türkiye muhtemelen dünyadaki AAA hastalarının en sık olduğu ülkedir. Sıklığı bölgeler arasında 1/400-1/1000 arasında (en sıklıkla Anadolu’da) değişmekte olduğundan ve nüfusumuz 70 milyon kabul edildiğinde ülkemizde 100.000 den fazla hasta olduğu hesabı yapılabilir. Hasta sayısı 7 milyon nüfusu olan İsrail’de (sıklık 1/1000 den biraz fazla) 10.000 civarında, 3 milyon nüfusu olan Ermenistanda (sıklık 1/500) 6000 civarındadır. Suriye, Ürdün ve Lübnan’da da çok sayıda AAA hastası olmasına rağmen bu ülkelerde tam rakam bilinmemektedir. AAA hastalığı ile ilişkili MEFV geninin 1997’de 16. kromozomun kısa kolunda tesbit edilmesi ve farklı etnik gruplarda bu mutasyonlarının sıklığının belirlenmesi hastalığın soy gelişimi üzerine bazı hipotezlerin geliştirilmesine neden oldu. Yapılan genetik çalışmalarda MEFV geninde ilk önce AAA’dan sorumlu 4 esas mutasyon bulundu. Bunlar ekzon 10 da M680I, M694V, M694I ve V726A idi. Bunları takiben ekzon 2 de E148Q mutasyonu saptandı. Bu beş mutasyon Ortadoğu ülkelerindeki hastaların çoğunluğunda tespit edilen mutasyondur. Halen 220 den fazla MEFV gen mutasyonu saptanmasına rağmen bunlardan 51 nin klinik hastalık ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. AAA hastalığının ortaya çıkması için teorik olarak iki adet MEFV gen mutasyonu gerekli olmasına rağmen hastaların büyük bir kısmında ya bir MEFV gen mutasyonu bulunmakta, ya da hiç mutasyon saptanamamaktadır. Bu durum tanının konulmasında önemli zorluklardan biridir. Ülkemizde en sık görülen MEFV gen mutasyonları M694V, M680I, V726A ve E148Q dur. AAA genellikle çocukların ve gençlerin hastalığı olup; hastaların hemen hepsi 30 yaşın altında hastalığı geliştirir ki; yaklaşık %90’ında 20 yaş altında başlar. Yarıdan fazlasında ha-yatın ilk 10 yılında ortaya çıkar. Erkeklerde kızlardan biraz daha fazla görülür (13/10) AİLESEL AKDENİZ ATEŞİ H Klinik Özellikleri astalığın başlıca belirtileri, karın, göğüs ve eklem ağrılarıyla birlikte giden tekrarlayan ateştir. En sık görülen belirti tekrarlayan karın ağrısı olup; hastaların yaklaşık %90’ında görülür. Göğüs ağrısı atakları %20-40, eklem ağrısı %50-60 hastada görülür. Genelde, çocuklar tekrarlayan karın ağrısı ve ateş gibi belirli bir atak tipinden yakınır. Fakat bazı hastalar değişik atak tipleri geçirebilir. Bazen karın ve göğüs ağrısı, göğüs ve eklem ağrısı gibi birleşik ataklar görülebilir. Bu ataklar 1-4 gün sürer ve kendi kendine geçer. Hasta atağın sonunda tamamen düzelir ve ataklar arasında tamamen normaldir. Bazı ataklar o kadar ağrılı olur ki, hasta ya da ailesi acil tıbbi yardım isteğinde bulunur. Özellikle ağır karın ağrısı atakları akut apandisiti taklit edebilir ve bu nedenle bazı hastalar gereksiz karın ameliyatı geçirebilirler. Ancak, bazen aynı hastada bile ataklar o kadar hafiftir ki, hazımsızlıkla karıştırılır. Bu durum, hastaların tanınmasını zorlaştırabilir. Karın ağrısı boyunca, çocuk genellikle kabızdır, fakat ağrı düzelir düzelmez kısa süre içinde yumuşak dışkı çıkarır. Çocuğun bir atakta ateşi çok yükselirken, bir başka atakta hafif bir ateş görülebilir. Göğüs ağrısı genellikle tek taraflıdır. Yan ağrısı, sırt ya da göğüs ağrısı şeklinde ortaya çıkar. Ağrının şiddetinden hasta yeterince derin nefes alamayabilir. Bir kaç gün içinde tamamen iyileşir. Eklem ataklarında genelde bir eklem etkilenir. Yaygın olarak ayak bileği ya da diz tutulur. O kadar şiş ve ağrılı olabilir ki, çocuk yürüyemez. Bu hastaların yaklaşık üçte birinde etkilenen eklemin üzerinde kırmızı bir döküntü görülür. Eklem atakları, diğer atak tiplerinden daha uzun sürebilir. Tamamen iyileşmesi dört günden bir haftaya kadar uzayabilir. Bazı çocuklarda hastalığın tek bulgusu tekrarlayan eklem şişliği ve ağrısıdır. Bu nedenle, yanlışlıkla akut romatizmal ateş ya da juvenil idyopatik artrit tanıları konur. Olguların yaklaşık %5-10’unda eklem tutulumu kronikleşebilir ve geri dönüşümsüz değişikliklere neden olabilir. AAA’nın erizipel benzeri eritem denilen ve genellikle bacakların alt kısımlarında ve eklemlerde gözlenen karakteristik bir döküntüsü vardır. Bazı çocuklar rahatsız edici olabilen bacak ağrılarından yakınırlar. Atakların en nadir tipleri arasında tekrarlayan kalp zarı iltihabı, kas iltihabı, menenjit ve testis iltihabı vardır. Damar iltihabi ile giden bazı hastalıklar AAA’lı çocuklar arasında daha sıktır. Bazı hastalarda uzamış febril myalji olarak adlandırılan uzun süren kas ağrısı, ateş ve laboratuvar olarak yangı belirteçlerinde yükselme ile giden bir tablo görülebilir. Bu durum 6 hafta kadar sürebilir. Ataklar bazı faktörler tarafından tetiklenebilir. Ancak atakların tetikleyicilerinin çoğu henüz bilinmemektedir. Halen bilinen tetikleyiciler fiziksel ve ruhsal stres, soğuk maruziyeti, yağlı gıda, infeksiyonlar, bazı ilaçlar (sisplatin) ve kızlarda menstruasyondur. Ayrıca Helicobacter pylori infeksiyonu varlığı ile ataklar arasında bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Bazı hastalarda ataktan yaklaşık 17 saat kadar önce başlayan öngürücü belirtiler olur. Bunlar sıklıkla kas ağrısı, eklem ağrısı, baş ağrısı, bulantı, kusma, kabızlık, ishal, solunum zorluğu, alt sırt ağrısı, güçsüzlük ve anksiyete şeklindedir ve sıklıkla karın ağrısının ön planda olduğu hastalarda görülür. Tedavi edilmemiş olgularda AAA’nın en kötü sonucu amiloidoz gelişimidir. Amiloid, böbrek, bağırsaklar, deri, kalp gibi bazı organlarda depolanan ve özellikle böbreklerde ilerleyici fonksiyon kaybına neden olan özel bir proteindir. Amiloidoz riski tedavi edilmeyen ve hastalığı erken başlayan hastalar arasında daha yüksektir. AAA’a özgü değildir; bazı kronik iltihabi hastalıklar iyi tedavi edilmediğinde de görülebilir. Bağırsak ya da böbrek biyopsilerinde amiloid maddesi saptanarak tanı konur. Ömür boyu düzenli ve yeterli doz kolşisin alan çocuklarda hem ataklar kaybolur ya da seyrekleşir hem de amiloidoz gelişme riski ortadan kalkar. A Tanı AA’nın tanısı için kesin bir tanı aracı yoktur. Genellikle şu yaklaşım izlenir: a) Klinik şüphe: Çocuk en az üç atak geçirdikten sonra AAA düşünülür. Hastanın etnik kökeni ve benzer yakınmaları ya da böbrek yetersizliği olan akrabaların varlığı hastalık şüphesini arttırır. b) Takip: AAA şüphesi olan çocuk kesin tanı konulana dek yakın izleme alınır. Bu izlem süresince, mümkünse hekimin hastayı atak anında görmesi önemlidir. Atak anında fizik inceleme bulguları ve iltihabın varlığını gösteren bazı kan testleri tanının büyük oranda doğrulanmasını sağlar. Genellikle bu testler atak boyunca pozitif olup, atak geriledikten sonra normale döner. Çeşitli nedenlerden dolayı, çocuğu atak sırasında görmek her zaman mümkün değildir. Bu nedenle ebeveynlerden günlük tutmaları ve nöbetler sırasında ne olduğunu tarif etmeleri istenir. c) Kolşisin tedavisine yanıt: AAA tanısını olası kılan klinik ve laboratuar bulguları olan çocuklara, 6 ay boyunca kolşisin verilerek ataklara etkisi olup olmadığı değerlendirilir. Eğer hastada AAA varsa atağın olmaması veya atakların sayı, şiddet ve süresinin belirgin olarak azalması beklenir. Ancak, yukarıda açıklanan aşamalar tamamlandığında hasta AAA kabul edilir ve ömür boyu kolşisin tedavisi alması gerekir. d) Genetik analiz: Son yıllarda, AAA gelişiminden sorumlu olan gen bozukluklarını göstermek için hastaların genetik analizi yapılmaktadır. Eğer hasta her ebeveynden bir tane olmak üzere iki bozuk gen taşıyorsa AAA klinik tanısı doğrulanır. Ancak gen bozukluğu AAA hastalarının sadece %7080’inde gösterilebilmektedir. Kayseri bölgesinde yapılan bir çalışmada ise genetik mutasyon gösterilemeyen hastaların oranı %49.5 civarındadır. Bu da saptanabilir bir gen bozukluğu olmayan AAA hastaların olduğunu gösterir. Bu nedenle AAA tanısı daha çok klinik yargıya dayanır. Ateş ve karın ağrısı çocuklarda sık görülen yakınmalardır. Bu nedenle AAA tanısı koymak çoğunlukla kolay değildir. Tanı konulana dek birkaç yıl geçebilir. Tanıdaki bu gecikme çok önemlidir, çünkü tedavi edilmeyen hastalarda amiloidoz riski artar. Y Tedavi aşam boyu kolşisin kullanımıyla tedavi edilir. Aslında bu tedavi iyileştirmek için değil daha çok hastayı tekrarlayan ataklardan ve amiloidoz gelişiminden korumak içindir. Ancak eğer hasta ilacı bırakırsa ataklar ve amiloidoz riski geri gelir. Dolayısıyla ilacin her gün önerilen dozda alınmasının ne kadar yaşamsal olduğu aşikardır. Eğer bu başarılırsa çocuk normal bir yaşam sürecektir. İlacın dozu, hekime danışılmadan değiştirilmemelidir. Atak esnasında kolşisin dozunun arttırılması atak süresini ve şiddetini azaltmaz. Bu nedenle doz arttırmanın anlamı yoktur. H Korunma astalık genetik olduğu için hatalı geni taşıyan çocukta hastalığın ortaya çıkmasını önlemek günümüz koşullarında mümkün değildir. Ancak; şunu bilmek gerekir ki, akraba evlilikleri, iki taşıyıcının bir araya gelme riskini arttırır. Hastaların yaklaşık 1/4‘ ünde ebeveynler aynı aile ağacındadır (aynı ataların uzantıları). Özellikle, yüksek riskli toplumlarda yaşayan bireylerin akraba evliliği yapmamaları önerilmelidir. sayfaa 9:Layout 3 16.09.2013 10:52 Sayfa 1 Bülten Erciyes TIP KANSERDE ERKEN TANININ ÖNEMİ Yard. Doç. Dr. Halit KARACA Tıbbi Onkoloji Bilim Dalı Öğr. Üyesi K K karacah*erciyes.edu.tr anser, vücuttaki herhangi bir hücre grubunun aşırı ve kontrolsüz şekilde çoğalması sonucu meydana gelmektedir. Dünyada her yıl 12 milyon kişiye kanser tanısı konulmakta ve 7.6 milyon kişi kanserden ölmektedir. Kanser sık görülmesi ve öldürücülüğünün yüksek olması nedeniyle en önemli sağlık sorunlarından biridir. Tanı olanaklarının gelişmesi ve sağlık kuruluşlarından yararlanma imkanının artması ile her yıl daha çok kanser vakası teşhis edilmektedir. Dünyada ve ülkemizde 1970'li yıllarda sebebi bilinen ölümler arasında 4. sırada yer alan kanser, son yıllarda kardiyovasküler sistem hastalıklarından sonra 2. sıraya yükselmiştir. Amerikan kanser topluluğunun yaptığı kanser istatistiklerine göre son yıllarda erkelerde en sık sırasıyla prostat, akciğer ve kalınbağırsak kanserleri görülürken, kadınlarda sırasıyla meme, akciğer ve kalınbağırsak kanserleri görülmektedir. Ölüm oranlarına bakıldığında ise akciğer kanseri her iki cinste de ilk sıradadır. Kayseri ve çevresinde ise erkelerde en sık akciğer, kalınbağırsak ve mide kanserleri için başvuru gözlenirken, kadınlarda en sık meme, akciğer ve kalınbağırsak kanserleri görülmektedir. En sık görülen bu kanser türleri ve tüm kanserler ele alındığında vakaların yaklaşık 1/3 ünün önlenebilir ve 1/3 ününde erken tespit edilebilir olduğu görülmektedir. Sigara ve alkolden uzak durarak ve beraberinde sağlıklı-dengeli beslenme ve düzenli egzersiz ile gelişebilecek kanserlerin yaklaşık %30'unu engellemiş oluruz. Kanserin başlıca belirti ve bulguları nelerdir? K anserin belirti ve bulguları köken aldığı doku ve organlara göre değişir. Bazen hiç belirti ve bulgu vermeden kontrol muayenelerinde kanser tanısı konulabilir. Şu belirtilere dikkat edilmelidir: 1- Dışkılama ve idrar alışkanlıklarında değişiklikler 2- Uzun süren, iyileşmeyen yaralar 3- Beklenmeyen kanama ve akıntılar 4- Meme veya başka organlarda elle hissedilen şişlikler 5- Yutma güçlüğü veya hazımsızlık 6- Nedeni bilinmeyen kilo kaybı 7- Siğil ve benlerde belirgin değişiklik 8- Uzun süren ses kısıklığı ve öksürük Bu bulgular her zaman kanser demek değildir. Ancak nedenlerinin belirlenmesi için mutlaka bir doktora başvurmayı gerektirirler. Erken tanı neden önemli? işilerin kendi kendini muayenesi, kontrol muayeneleri ve taramalar ile erken tanı mümkündür. Böylece hastalıklar daha erken yakalandığından tedavi şansı da çok artmaktadır. Bu nedenle hiç şikayeti olmayanlar bile düzenli doktor kontrolleri yaptırmalıdırlar. Bazı kanser türlerinde tarama ile erken teşhis mümkün olup bu hastalarda taramalar önerilmektedir. Özellikle meme kanseri için kadınların kendi kendine muayeneleri yanı sıra mamografi ile taramalar yapıl maktadır. Yine kadınlarda serviks kanseri açısından tarama önerilmektedir. Ailesinde bağırsak kanseri olan ve ya bağırsaklarda polip hikâyesi bulunan kişilerde de belli dönemlerde tarama yapılmalıdır. Cilt kanseri içinde özellikle güneşe fazla maruziyet olan bölgelerde yetişkinlerde tarama önerilmektedir. Erkeklerde prostat kanserinin erken tespiti ile etkin tedavi elde edildiği için 50 yaş üzerinde tarama önerilmektedir. Sık görülen bazı kanser türlerinde tarama ve tanı yöntemleri: Meme Kanseri: • 40 yaş ve üzerindeki bayanlar her ay kendi kendine meme muayenesi yapmalı, yılda bir kez doktor muayenesi ve mamografi yaptırmalıdır. • 20-39 yaşındaki bayanlar ise her ay kendi kendine meme muayenesi yapmalı, 3 yılda bir de klinik meme muayenesi (ve meme Ultrasound) yaptırmalıdır. • Kendi kendine meme muayenesi (KKMM) ideal olarak adet döngüsünün 5.-7. günleri arasında, ayda bir kez yapılmalıdır. • Menopozdaki kadınlar her ay bir kez kendi kendine meme muayenesi yapmalıdırlar. • Klinik Meme Muayenesi (KMM): Doktor tarafından memelerin ve koltuk altlarının muayene edilmesidir. 20-40 yaş arasında üç yılda bir kere 40 yaşından sonra ise yılda bir kere yapılmalıdır. - Ayna karşısında gözle değerlendirme: (Kendi kendine meme muayenesinde Dikkat! edilecek hususlar) • Memede belirgin şişlik • Memenin görüntü veya şeklinde değişiklikler • Renk değişiklikleri (kızarıklık) • Meme cildinde “portakal kabuğu görünümü” • Meme başında çekilme, içe gömülmesi • Meme başında şekil ve renk değişiklikleri • Meme başı akıntısı Müdür Yardımcıları, Başhemşire ile Fizyoterapistler katıldı. E rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nde Dünya Fizyoterapistler Günü etkinliği düzenlendi. 9 Eylül 2013, Pazartesi günü Gevher Nesibe Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Polikliniğinde bulunan fizyoterapistler odasında düzenlenen etkinliğe Hastaneler Başhekimi Prof. Dr. Kudret Doğru, Hastaneler Başmüdürü Özcan Özyurt, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Hüseyin Demir, Hastane Müdürü, Prostat Kanseri: • Parmakla Rektal Muayene: Doktor parmağıyla rektumun alt tarafından prostatı muayene eder. 50 yaşından sonra yılda bir kere, eğer risk faktörleri varsa 40 yaşından itibaren yılda bir kere yapılmalıdır. • Prostat Spesifik Antijen (PSA) Testi: Bu test ile kandaki prostat spesifik antijen miktarı ölçülür. Prostat spesifik antijenin kanda artmış miktarda bulunabileceği durumlar prostat kanseri, prostatın inflamasyonu ya da enfeksiyonu ve benign prostat hiperplazisidir (prostatın iyi huylu büyümesi). PSA testi 50 yaşından sonra yılda bir kere uygulanmalıdır. Eğer risk faktörleri varsa 40 yaşından itibaren yılda bir kere uygulanmalıdır. Kolorektal (Kalın Barsak) Kanserler: • Gaitada Gizli Kan (GGK) Testi: Sadece mikroskop altında gözlenebilecek kan gaitada araştırılır. 50 yaşından sonra yılda bir kere yapılmalıdır. • Sigmoidoskopi: Rektumdan ilerletilen sigmoidoskop (lens ve ışık) ile rektum ve sigmoid kolon görüntülenir. Beraberindeki aparat ile doku örneği de alınabilir ve mikroskop altında incelenebilir. 50 yaşından sonra beş yılda bir kere uygulanmalıdır. • Kolonoskopi: 50 yaşından sonra on yılda bir kere uygulanmalıdır. Pozitif çıkan bağırsaklarla ve rektumla ilgili her testten sonra kolonoskopi yapılmalıdır (Örn: GGK). Endometrium (Rahim) ve Serviks (Rahim ağzı) Kanserleri • Pap Testi: Serviks ve vajenden hücreler toplanır. Alınan hücreler mikroskop altında incelenir. Cinsel olarak aktif olan ve 18 yaşın üzerindeki kadınlar yılda bir kez PAP testi ve pelvik muayene yaptırmaya başlamalıdır. 30 yaşından sonra peş peşe üç normal Pap testi olanlar iki yılda bir yaptırmaya başlayabilir. 70 yaşından sonra peş peşe üç veya daha fazla normal Pap test sonucu olanlar ve son on yıl içerisinde anormal Pap test sonucu olmayanlar taramayı bırakabilirler. Sessiz kalp krizine dikkat ! Hastanemizde “Fizyoterapistler Günü” kutlandı Hastaneler Başhekimi Prof. Dr. Kudret Doğru, Başfizyoterapist Nebahat Yaman’a çiçek takdim etti. Fizyoterapistlerin günlerini kutlayan Hastaneler Başhekimi Prof. Dr. Kudret Doğru, fizyoterapistlerin, fizik tedavi ve rehabilitasyon alanında hastaya verilen hizmette önemli görevler üstlendiğini belirterek, fizyoterapistlerin günlerini kutladı. Hastane yöneticileri ile fizyoterapistlerin sohbetleri sonrasında yapılan ikram ile etkinlik son buldu. 9 B Kardiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Abdurrahman Oğuzhan azı hasta gruplarının ağrı hissetmeden “sessiz kalp krizi” geçirebildikleri belirtildi. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Abdurrahman Oğuzhan, ara-larında şeker hastalarının da bulunduğu bazı hasta gruplarının ağrı hissetmeden “sessiz kalp krizi” geçirebildiklerini söyledi. Prof. Dr. Abdurrahman Oğuzhan, yaptığı açıklamada, kalp krizinin göğüs bölgesinde duyulan şiddetli bir ağrı ile kendisini gösterdiğini ifade etti. Bu ağrının karın, çene ve sırt bölgelerine de yayılabileceğine işaret eden Prof. Dr. Oğuzhan, şu bilgileri verdi: “Ağrının beraberinde soğuk terleme de vardır ama ağrı o kadar şiddetlidir ki hasta mutlaka kendisini doktora başvurmak zorun da hisseder. Ancak bunun istisnaları da var. Sessiz kalp krizi dediğimiz durumlarda söz konusu. Bazen şikayetleri çok belirsiz olabilir, ağrı çok hafif olabilir. Özellikle şeker hastalığı bulunanların bu konuda çok dikkatli olması gerekiyor. Eğer şeker hastalığı varsa kalp krizi ağrısız geçirilebiliyor. Bu hastaların kriz geçirdikleri kalp grafileri çekildiğinde anlaşılabiliyor.” Ağrı eşiği yüksek hasta grupları arasında yaşlılar ile kalp nakli yapılan hastaların da bulunduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Oğuzhan, şu uyarıda bulundu: “Çoğu zaman bu kişiler ağrıyı soğuk algınlığı, kas ağrısı gibi yorumlayabilirler. Bu konuda dikkatli olmak gerekiyor. Ağrı olmadan kalp krizi de mümkün olabiliyor. Bazen nefes darlığı şeklinde kendisini gösteriyor, bazen yorgunluk isteksizlik de kalp krizinin belirtisi olabiliyor ama tabi tipik tablo göğsün özellikle orta kısmında hissedilen, soğuk terlemenin eşlik ettiği, bazen bulantının eşlik ettiği göğüs ağrısıdır.” sayfaa 10:Layout 3 16.09.2013 10:52 Sayfa 1 10 Bülten Erciyes TIP ŞEKER HASTALARI GÖZ SAĞLIĞINA DİKKAT ! E rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayşe Öztürk Öner, diyabet (şeker hastalığının) en çok göz, böbrek ve beyni etkilediğini belirterek, “Şeker hastalarında diyabetin göze olan etkisi tedavi edilmezse gözde körlük ortaya çıkar” dedi. Prof. Dr. Öner, yaptığı açıklamada, diyabet (şeker hastalığının), insülinin vücutta bulunmaması veya görev yapamaması nedeniyle kan şekerinin yüksekliği ile seyreden bir hastalık olduğunu kaydetti. Prof. Dr. Öner, “Diyabette gözün bütün bölümleri etkilenir. Görme kaybının nedeni ise, retina (ağsı tabaka) damarlarında ortaya çıkan değişikliklerdir. Bu durum ‘Diyabetik Retinopati’ olarak tanımlanır. Tüm dünyada 120 milyon diyabet hastası vardır ve 2,5 milyon kişi diyabet nedeniyle görmesini yitirmiştir” dedi. Diyabetik retinopatinin meydana gelmesinde rol oynayan risk faktörlerinin başında şeker hastalığının süresinin geldiğine dikkat çeken Prof. Dr. Öner, “Gerek Tip I (İnsüline bağımlı), gerekse Tip II (İnsülinden bağımsız) diyabette hastalığın süresi ne kadar uzunsa, kan şekerinde düzensizlikler ne kadar fazla ise, göz damarları o ölçüde hasar görür. On yıldır Tip l diyabeti olan her 100 kişinin 70-90’ında retinopati bulguları vardır. Tip ll diyabette retinopati daha geç başlar ve da- Aysel UĞUR Tıp Fakültesi Hastaneleri Başhemşiresi T augur*erciyes.edu.tr arihi çok eski olan hemşirelik mesleği; ilk çağlarda, Eski Mısır, Hindistan, Yunanistan ve Roma’da bugünkü biçimde olmasa bile yapılmaktaydı. Başlangıçta toplumun gereksinimlerini karşılamak ve hasta bireylere bakım vermek için ortaya çıkmış bir işti. Sadece kadınların, başka hiçbir iş bulamazsa vasıfsız olarak yaptığı bir iş… İlerleyen dönemlerde toplumsal olayların getirdiği ihtiyaç, hemşireliğin aslında iyi bir eğitim temeliyle icra edilmesi gerektiğini gösterdi. Dünyada modern hemşireliğin kurucusu artık herkesin bildiği Florence Nightingale’dir. Nightingale’in en çok üzerinde durduğu kavramlar çevre ve insandı. Çevre kavramının içinde yaşamı etkileyen durumlar, hastalık, ölüm gibi konular bulunmaktaydı. Florance Nightingale bu bakış aşısıyla hemşireliğe bilimsel bir boyut kazandırmış, kendisinden sonra da birçok hemşire bu kavramlar üzerinde durmuştur. 1850’li yıllardan itibaren hemşirelik modelini geliştiren kuramcılar tarafından farklı hemşirelik tanımları yapılmıştır. 1955 yılında Amerikan Hemşireler Derneği (ANA) hemşireliği şu şekilde tanımlamıştır: “Profesyonel hemşirelik uygulaması poliklinik hastasının, yaralının, yatan hastanın/sağlıklı bireyin durumunun düzeltilmesi/sürdürülmesi, başkalarının hastalıklardan korunması, diğer personelin gözetimi ve eğitimi ya da diplomalı dişçi ve doktorun önerdiği tedavi ve ilaçların hastaya uygulanması, bakım verilmesi, danışmanlık ve gözlem yapılmasıdır.” Hemşireliğin profesyonel bir meslek olduğu 1975 yılında Uluslararası Hemşirelik Konseyi (ICN) tarafından belirtilmiş ve yapılan tanımda “Hemşire temel hemşirelik öğretim programını tamamlayarak, ülkesinde hemşireliği uygulamak üzere nitelik ve yetki kazanmış ve yetkisi onaylanmış profesyonel bir kişi” olarak vurgulanmıştır. ANA tarafından yapılan tanımda hemşirelik mesleğinin bağımlı fonksiyonları üzerinde durulurken, ICN’in yaptığı tanımda bağımsızlık ve profesyonellik ön plandadır. Nitekim günümüzde de ha hafif seyreder. On beş yıldır Tip ll diyabeti olan 100 kişinin 60’ında retinopati mevcuttur. Tedavi edilmeyen diabet hastaları normal bir insana göre 25 kat daha fazla körlük riski bulunmaktadır. Kan şekeri kontrolü retinopati seyrinde önemli bir faktördür. Kan şekerinin düzensiz seyretmesi ani kan şekeri yükselme ve düşmeleri retinanın bozulmasını, hastalığın ilerlemesini kolaylaştırmaktadır. Gebelik, hipertansiyon, kan yağlarının yüksekliği, böbrek hastalığı retinopatiyi ağırlaştıran diğer faktörlerdir. Diabette retinadaki kılcal damarların yapısı bozulmakta, hücre kaybı sonucunda damar geçirgenliği artmakta, sarı nokta bölgesinde sıvı ve yağlı maddeler birikmektedir. Ayrıca beraberinde kılcal damarlar tıkanarak beslenmeyen retina alanlarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Retinada kendiliğinden kanayabilen yeni damarlar oluşarak, retinanın önünde ve içinde kanamalar gelişmesine neden olmaktadır. Retinada damarlı zarlar oluşur ve sonuçta ciddi görme kayıpları, ağrılı göz tansiyonu yükselmeleri görülebilir” ifadelerini kullandı. Erken dönemde herhangi bir belirtiye yol açmıyor Göz sağlığı için oldukça tehlikeli sonuçlar doğuran diyabetin erken dönemde gözde herhangi bir olumsuz belirtiye yol açmadığını ifade eden Prof. Dr. Öner, “ Keskin görme noktamız olan makülada ödem oluşmadığı için erken dönemde diyabetin gözde yaptığı değişiklikler herhangi bir belirtiye yol açmaz. Bunlar sadece muayene sırasında tespit edilirler. Daha ileri seviyelerde kanamalar yüzünden görme bulanıklaşır, bazen de tamamen kaybedilir” dedi. Hastalığın teşhis ve tedavisi nasıldır? “Diyabet teşhisi konan hastalar, hiçbir şikayeti olmasa dahi her yıl göz muayenesi olmalıdır. Damla ile göz bebeği genişletilir, göz dibi retinopati açısından ayrıntılı olarak incelenir. Diyabetik retinopati başladığı tespit edildiğinde, takip muayeneleri daha sık yapılır. Gerektiğinde ön kol damarından ilaç vererek göz dibinin fotoğrafı çekilir. Bu işlem retina anjiografisi (fundus floresein anjiografi-FFA) olarak adlan- HEMŞİRELİK fonksiyonel yaşam örüntülerine göre hemşirelik tanısı koyarak planladığımız birçok bağımsız uygulamamız bulunmaktadır. Türkiye’de ilk hemşirelik eğitimi 1911 yılında 6 aylık hastabakıcılık kursu olarak başlamıştır. Bu kursun ilk mezunlarından Münire İsmail, Kerime Salahor, Safıye Hüseyin Elbi Türkiye’nin ilk hemşireleri…Özellikle Safiye Hüseyin Elbi yaptığı hizmetler ve gösterdiği üstün çabalarla ilk Türk hemşire olarak anılmaktadır. Hemşireliğe duyulan gereksinim evrenseldir. İnsan yaşamına, onuruna ve haklarına saygı hemşirelik kavramı içinde yer alır. Hemşirenin temel sorumluluğu, hemşirelik bakımına gereksinimi olana yöneliktir. Hemşire, bakım verirken bireyin değerleri, gelenekleri ve inançlarına saygı duyulan bir ortam sağlar. Kişiler üzerinde baskı yapan uyaranların tepkisini azaltma, hastanın fiziksel ya da psikolojik çevresinin yönetimi, uyum ve savunma mekanizmasının korunması ve desteklenmesi süreci içine girer. Bireysel bilgileri saklar ve bu bilgileri paylaşmak gerektiğinde buna, kendisi karar verir. Hemşire; milliyet, ırk, inanç, renk, yaş, cinsiyet, siyasi veya sosyal durum farkı gözetmez. Hemşire, hemşirelik uygulamalarının bireysel sorumluluğunu taşır ve öğrenimine devamla yeteneğini geliştirir. Hasta bakım standardını, içinde bulunduğu özel durumlarda bile olabildiğince yüksek düzeyde tutmaya çalışır. Sorumlulukları üstlenme ve vermede bireysel yetisine göre karar verir. Hemşire, profesyonel kapasitede etkinlik gösterirken, her zaman mesleğin saygınlığını yansıtan bireysel davranış standartlarını korur. Hemşire, hemşirelik etkinliklerinde ve diğer alanlarda kendinden başka görevlilerle ve sağlık profesyonelleri ile ekip çalışması içindedir. Hemşirelik, güç çalışma şartlarını gerektiren, özveri, sabır, hoşgörü kavramlarını içinde bulunduran zor bir meslektir. El becerisi olan, hızlı çalışan hünerli eller ister; temelinde sevgi, saygı ve şefkat yatar. İçinde insan sevgisi olmayan için hemşirelik mesleğini icra etmek çok zordur. Ücret yetersizliği, meslek riskleri, fazla çalışma, yoğun çalışma temposu, branşlaşma olmaması gibi nedenler de mesleğimizin zorluk derecesini arttırdığı gibi, çalışma hayatındaki memnuniyetsizliği de arttırmaktadır. Toplumumuzun kaliteli hemşirelik hizmeti alabilmesi için, meslekte yaşanan problemlerin çözülmesi ve gerekli düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Herkes için sağlıklı, mutlu, huzurlu ve başarılı bir meslek yaşantısı olması temennisiyle… dırılır” diyen Prof. Dr. Öner, diyabetik retinopatinin tedavisi ile ilgili şu bilgileri verdi: “Diyabetik retinopatide çoğu vaka takip edilir. Ancak belirli bir grup hasta görmenin korunması için tedaviye alınır. Lazer tedavisi diyabetik retinopatinin tedavi yöntemlerinden birisidir. Lazer, belli dalga boyunda, yüksek enerjili ışıktır, gözün değişik hastalıklarında farklı lazerler uygulanmaktadır. Diyabette kullanım amacı, beslenmeden yoksun retina alanlarına lazer yaparak, ileride görmeyi bozabilecek anormal yeni damarların gelişmesini engellemektir. Lazer tedavisinde hedef, görmeyi arttırmak değildir; amaç retinopatinin ilerlemesini durdurmak, hastanın ilerde görmesini tamamen kaybetmesini yani kör olmasını önlemektir. Damarlardaki kanamaları durduran ve halen tedavideki en etkili yöntemdir. Ufak lazer atışlarıyla makula ödemi oluşturan, kanayan damarlar tıkanır. Retinanın dış bölümlerinde de lazer aracılığıyla yeni damar oluşumlarının önlenmesine çalışılır. Bu tedavi yöntemi poliklinik şartlarında ayaktan yapılır ve gözde herhangi bir ağrıya neden olmaz. Vitreus içine kanama olursa artık retina gözükmediğinden lazer uygulanamaz. Bu gibi vakalarda vitrektomi yapılır. Bu mikroskop altında yapılan özel bir cerrahi müdahale şeklidir. %70 vakada ameliyattan sonra görme artışı olur. Ancak kanama olan her vaka hemen ameliyata alınmaz. Bir grup hastada kanama kendiliğinden düzelecektir. Unutulmamalıdır ki; diyabetik retinopatinin tedavisi erken teşhisin yanında, hastanın diyabet tedavisine ve diyetine özen göstermesine de bağlıdır. Diyabetik retinopati hiçbir belirti vermeden de bulunabilmektedir. Diyabet hastaları en az yılda bir defa göz doktoru tarafından kontrol edilmelidir. Daha sık kontroller diyabetik retinopatisi tanısı konan hastalarda uygundur.” Diabette, retinadaki kılcal damarların yapısı bozulmakta, hücre kaybı sonucunda damar geçirgenliği artmakta, sarı nokta bölgesinde sıvı ve yağlı maddeler birikmektedir. Uçurtma kuyruğu ilham oldu E rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cem Evereklioğlu, uçurtma kuyruğundan esinlenerek, göz kapağı düşüklüğü tedavisinde lif dokusunun alındığı bacakta kanama ve estetik görünüm bozukluğu gibi sorunları minimuma indiren cerrahi yöntem geliştirdi. Evereklioğlu, bazı kişilerde doğumsal veya sonradan ortaya çıkan nedenlerle tek ya da çift taraflı göz kapağı düşüklüğü olduğunu söyledi. Bunların daha çok doğuştan kaynaklandığını belirten Evereklioğlu, ''Doğuştan kaynaklanan göz kapağı düşüklüklerinde, hastanın vücudunun başka bölgesinden lif dokusu alarak göze aktarma ameliyatı yapıyoruz. Bu cerrahide farklı yaklaşımlar var. Sıklıkla bacaktan 10-15 santimetre uzunluğunda lif alınmakta ancak bu uzun boyutlu doku alımı, başta kanama olmak üzere hastanın bacağında ameliyat sonrası fıtıklaşma, ağrı ve estetik görünüm bozukluğu gibi birçok soruna neden olabilmektedir'' diye konuştu. Geliştirdiği yeni yöntemde, bu komplikasyonları minimuma indirecek farklı bir cerrahi teknik uyguladıklarını ifade eden Evereklioğlu, ''Bu küçük doku, daha basit ve pahalı olmayan birkaç cerrahi aletle kolaylıkla alınarak, boyunun birkaç katına kadar uzatılmaktadır'' dedi. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Evereklioğlu, yöntem hakkında şu bilgileri verdi: ''Klasik yöntemde 10-15 santimetre uzunluğunda lif alınmakta. Geliştirdiğimiz bu yöntemde ise bacakta sadece 1,5-2 santimetrelik kesi yapıyoruz ve 3-5 santimetrelik lif dokusu alıyoruz. 'Uçurtma kuyruğu' ve 'Z-Plasti' yöntemiyle bu dokuyu 10-25 santimetreye kadar uzatarak, hastanın gözüne naklediyoruz. Bu sayede, hastanın göz kapaklarını açabilmesi mümkün olmaktadır.'' Bu yöntemi, göz kapağı düşüklüğü bulunan onlarca hastada uyguladığını belirten Evereklioğlu, çalışmanın sonuçlarının ''British Journal of Ophthalmology Dergisi''nde yayımlandığını söyledi. Prof. Dr. Evereklioğlu, ''Burada önemli olan bir konu da ameliyatın basit aletlerle yapılabilir hale gelmesidir. Uzmanlık eğitimini fakültemizde tamamlayan asistanlarımız, herhangi bir yere tayin olduklarında, bu hastalığın tedavisini, bulunması zor aletler yerine basit aletlerle yapabilecekler'' diye konuştu. sayfaaa 11:Layout 3 16.09.2013 10:53 Sayfa 1 ELEKTRONİK SİGARA E 11 Bülten Erciyes TIP YARARLI MI ZARARLI MI? rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, sigarayı bırakmak isteyenler arasında son zamanlarda kullanımı yaygınlaşan elektronik sigara konusunda araştırma başlattı. Elektronik sigaranın yararlarını ve zararlarını ortaya koymak için bir araya gelen Nöroloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Emel Köseoğlu ve Biyofizik Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Bilgen ile Anestezi ve Reanimasyon Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fatih Uğur klinik ve deneysel araştırmalara başladı. Doç. Dr. Fatih Uğur, yaptığı açıklamada, elektronik sigarada tütünün yanmasıyla oluşan, kanın oksijen taşıma kapasitesini bozan karbonmonoksit ve kanserojen olan tarın bulunmadığını söyledi. Bugüne kadar yapılan anket çalışmalarında elektronik sigaranın yüzde 30 ile yüzde 80 arasında normal sigarayı bırakmaya, yüzde 70 ile yüzde 90 arasında da sigarayı azatmaya yardımcı olduğunun bildirildiğini ifade eden Uğur, elektronik sigaraya bağımlılığın ise normal sigaraya göre yüzde 25 ile 60 arasında olduğunu kaydetti. Uğur, elektronik sigara kullanırken en sık boğazda rahatsızlık ve ağızda kuruluk gibi şikayetler ortaya çıktığını belirterek, bunları kullanıcıların en fazla dörtte birinin söylediğini, ayrıca her kullanımda oluşmadığının ve şiddetli düzeyde olmadığının ifade edildiğini anlattı. E Prof. Dr. Emel Köseoğlu ise 2003 yılında patent almış yeni bir ürün olan elektronik sigara üzerinde yapılmış bilimsel araştırma sayısının az olduğunu belirtti. Mevcut çalışmaların da az sayıda kişi üzerinde gerçekleştirildiğine dikkati çeken Köseeoğlu, şöyle devam etti: "Çalışmalarda içimde görülen rahatsızlıkların zaman içerisinde azaldığı belirlenmiştir. Ayrıca elektronik sigara içimiyle vücuda alınan nikotinin normal sigaradakine göre oldukça az miktarda olduğu bulunmuştur. Sigara içmemekle oluşan endişe, depresyon, açlık, düşük konsantrasyon gibi yoksunluk belirtilerini normal sigara kadar olmasa da giderdiği belirlenmiştir. Bu şekilde normal sigara içme isteğini azalttığı ortaya konmuştur." "Toksik madde daha az" Prof. Dr. Köseoğlu, normal sigarada 4 binin üzerinde kimyasal bulunduğuna dikkati çekerek, bunların 43’ünün kanserojen ve 400’ünün ise toksik olduğunu anlattı: Elektronik sigaranın kartuş sıvısında ise toksik madde olmadığını ya da eser miktarda bulunduğunu belirten Köseoğlu, şöyle konuştu: "Fakat kartuş sıvısının ısınması ile oluşan buharda eser veya az miktarda toksik madde varlığı saptanmıştır. Bu toksit maddeler normal sigaraya göre 9 ile 450 kez daha az olarak bulunmuştur. Yine elektronik sigara buharında çok ince partiküller saptanmıştır. Bunların sağlık üzerine etkileri net değildir. Ayrıca ısıtıcı ünite ile kartuşun birlikte imal edildiği kartomizer HASTANELERİMİZDE HASTA ZİYARETİ VE KURALLAR rciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nin tıptaki son yenilikler ışığında halka en çağdaş ve en kaliteli sağlık hizmetini sunma ana hedefleri arasındadır. Bunu yaparken de her hastane gibi, Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nin de gerek Sağlık Bakanlığı’nın genel uygulamalarından, gerekse hastane olarak kendi uygulamalarından oluşan kuralları mevcuttur. Hastaların daha iyi sağlık hizmeti almaları adına oluşturulan bu kurallar ise taviz verilmeden uygulanmaya çalışılmaktadır. Hastanelerde hasta ziyaret kuralları da, hasta yakınlarının mutlaka uyması gereken kurallar arasındadır. Hasta ziyaretleri niçin belirli bir saat için sınırlandırılmıştır? Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri, bin 300 yatakla sadece bulunduğu ile değil, aralarında Yozgat, Nevşehir, Kırşehir, Niğde, Sivas, Kahramanmaraş gibi çevre illerin bulunduğu geniş bir yelpazeye hizmet veren 3. basamak referans hastanedir. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nde hasta yoğunluğu bölgedeki diğer hastanelere nazaran daha fazladır. Hastanenin kliniklerindeki yatak doluluk oranı, kimi zaman yüzde 100’leri bulmaktadır. Özellikle yoğun bakımlarda yer sıkıntısı çekilmektedir. Erciyes Üniversitesi Hastanelerinde hasta yoğunluğunun dışında, yatarak tedavi gören hastaların daha çok birden çok hastalığa sahip komplike vakalar olması, bunun yanında hastalık bulaşma ve enfeksiyon riski yüksek olduğundan, hasta ziyaretleri, hastane hizmetlerinin aksamayacağı şekilde belirli saatler arasında sınırlandırılmıştır. Hasta ziyaret saatleri nasıldır? Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nde hasta ziyaret saatleri şu şekildedir: - Normal kliniklerde 13.00-14.00 saatleri arası - Çocuk Kliniklerinde 13.00-13.30 saatleri arası - Beyin Cerrahi Yoğun Bakım Ünitesi’nde 09.00-10.00 saatleri arası - Genel Cerrahi Yoğun Bakım Ünitesi’nde 10.00-11.00 saatleri arası - Dahiliye Yoğun Bakım Ünitesi’nde 11.00-12.00 saatleri arası - Anesteziyoloji ve Reanimasyon Yoğun Bakım Ünitesi’nde 13.00-14.00 saatleri arası - Yoğun bakım kliniklerinde ziyaretler, önceden belirlenen ziyaret saatinde, ancak hastanın birinci derece bir yakını tarafından gerçekleştirilmektedir. Hasta ziyaretinde nelere dikkat etmeliyiz? Her hastanede olduğu gibi Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri’nde tüm hastaneler için benzer olan bir takım hasta ziyaret kuralları vardır. Bu kurallar aşağıdaki şekildedir. - Soğuk algınlığı, boğaz ağrısı, nezle ya da herhangi bir bulaşıcı hastalığı olanların, hasta ziyaretinde bulunmaları sakıncalıdır. - Hasta ziyaretinde hasta yakınlarının genel vücut temizliğine ve giysilerinin temiz olmasına dikkat etmesi gerekir. - Hasta yakınlarının hasta ziyaretinde yüksek sesle konuşmaları, bağırmaları, diğer hastaları ve personeli rahatsız edeceğinden, tavırlarına özen göstermesi gerekir. - 12 yaş altındaki çocukların ziyaretçi olarak hastaneye alınmaları çocuğun sağlığı açısından tehlike doğuracağından, 12 yaş altındaki çocukların ebeveyni tarafından hasta ziyaretine getirilmemesi gerekir. - Hasta ziyaretleri kısa süreli olmalıdır. Uzun ziyaretler hastayı sıkıntıya sokabilir. - Hasta odasında aynı anda tercihen iki kişiden fazla ziyaretçi bulunmamalıdır. Hasta yatağı başında ziyaret saatinde 5-10, bazen daha fazla ziyaretçiye rastlamak mümkün. Bu hastanın sağlığı açısından son derece sakıncalıdır. - Hastane içerisinde sigara içilmemelidir. - Alerjisi ya da astımı olan hastalar dikkate alınarak, hastane ziyaretlerine canlı çiçek getirilmemelidir. - Hastaların diyetleri özeldir; hastaneye dışarıdan yiyecek içecek getirilmemelidir. Çünkü diyet dışı hastaya verilen herhangi bir yiyecek hastanın durumunu zora sokacağı gibi, hastanın tedavisini de güçleştirmektedir. - Görevlilerle gereksiz tartışmalardan kaçınmalıyız. Hasta ziyaretini yürütmekle görevli hastane personelinin uyarılarını dikkate almalı ve personelle gereksiz tartışmalardan kaçınmalıyız. - Hastanın kendisinin ya da odasını paylaştığı diğer hastaların durumlarını dikkate alarak, bölüm hemşireleri ziyaretçi sayısını ya da ziyaret saatlerini kısıtlayabilir. Başhekimden mesaj Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri Başhekimi Prof. Dr. Kudret Doğru, kültürümüz gereği yardımlaşma ve dayanışmayı seven bir toplum olduğumuzdan hasta ziyaretine büyük önem gösterdiğimizi kaydetti. Başhekim Doğru, “Hastane kurallarından belki en önemlisi hasta ziyareti uygulamasıdır. Gerek ülkemiz, gerek dünyada olsun, her hastane gibi bizim de kendimize göre hasta ziyaretine yönelik kurallarımız mevcuttur. Bu kurallar gereği hastanelerimizde hasta ziyaretleri genelde öğle saatlerinde, hastane hizmetlerini aksatmayacak şekilde birkaç saatle sınırlı tutulmaktadır. Bizde isteriz ki; hastanelerimiz, kimi hastaneler gibi gün boyu, ya da 24 saat hasta ziyaretine açık olsun. Fakat, hastanemizin hasta yoğunluğu çok büyük bir bölge hastane olması, hasta sayısı ve yatak doluluk oranının fazla olması, hasta portföyünün genellikle birkaç hastalığı bulunan komplike vakalardan oluşması, enfeksiyon ve hastalıklarda bulaşma riskinin yanında, hasta ziyareti konusunda henüz oturmamış bir kültür, bu isteğimizi zorlaştırmaktadır. Şu unutulmamalı ki; gerek hastanede, gerek evde olsun, bilinçsiz hasta ziyareti, hastaya fayda değil zarar sağlar. Hasta ziyaretini kısa tutup, hastaya moral vermeliyiz. Hasta, hasta yatağında iyileşmeye çalışırken, gereksiz ziyaretlerle hastayı yormamaya dikkat etmeliyiz” ifadelerini kullandı. denilen bir bölüm içeren elektronik sigaraların, sıvısında ve oluşan buharında az oranda, çok küçük partiküller şeklinde metal parçacıkları gözlenmiştir. Bu metal parçacıklarının solunum sistemi hastalıklarına yol açma riski vardır. Yapılan çalışmalarda ek olarak, kullanılan elektronik sigaranın tipi ve markası ile birlikte toksik ajanların miktarında değişiklik olabileceği gözlenmiştir. Ayrıca, elektronik sigara içilmesi ile normal sigara içiminde olduğu gibi kısa dönemde solunum yolu direncinde artma olduğu saptanmıştır. Pasif içicilik yönünden yapılan çalışmalarda ise normal sigara içiciliğinde ciddi oranda pasif içicilik varken e- sigara ile bunun eser oranda olduğu saptanmıştır. Ayrıca e-sigara içilmesi ile vücuda alınan nikotin miktarı normal sigaraya göre çok azdır. Bununla bağlantılı olarak e-sigarada görülen bağımlılık normal sigaradakinden daha azdır." "Deneysel çalışma yapılmamış" Konu yeni olmasından dolayı bilgi eksikliği olduğunu ve bu nedenle de objektif olarak irdelenmesi için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulduğunu vurgulayan Köseoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: "Elektronik sigara ile ilgili literatürde yapılan çalışmalar kısa dönemde etkileri değerlendiren çalışmalar. Ayrıca az sayıda kişi üzerinde gerçekleştirilmişler. Uzun süreli çalışmalarla uzun dönemdeki etkiler değerlendirilebilir. Yine daha fazla kişi ile çalışmalar yapılabilir. Solunum sistemi, kalp ve damarlar ile kan hücreleri üzerine etkileri daha ayrıntılı incelenebilir. Bu konularda deneysel çalışmalar gerçekleştirilebilir. İçilen buhardaki partiküller ve sağlık üzerine etkileri konusunda çalışılabilir. Pasif içicilikle ilgili çalışmalar yapılabilir. Kişilerin hafıza ve dikkat gibi beyin aktiviteleri üzerine ve psikiyatrik durumları üzerine yaptığı etkiler incelenebilir. Bağımlılık ile ilgili çalışmalar yapılabilir. Diğer normal sigarayı bırakma yöntemleri ile karşılaştırılabilir. E-sigaranın normal sigaraya olan bağımlılığı azaltmak için kullanabileceği yollar, teknikler belirlenip geliştirilebilir. Daha sağlıklı ve normal sigarayı bırakmada daha etkili olabilmesi için değerlendirmeler ve çalışmalar yapılabilir." Prof. Dr. Mehmet Bilgen de elektronik sigara hakkında deneysel çalışma yapılmadığına dikkati çekerek, "Erciyes Üniversitesinde elektronik sigara üzerinde birtakım klinik ve deneysel çalışmalar başlattık. Bu konuda bilgi almak isteyenler, ilgili araştırmacılar ve çalışmalarımıza iştirak etmek isteyen kişilerle temasa geçmekten memnuniyet duyarız" diye konuştu. Bülten Erciyes TIP SAHİBİ Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri adına Başhekim Prof. Dr. Kudret DOĞRU GENEL YAYIN YÖN. Prof. Dr. Murat BORLU İDARİ KOORDİNATÖR Özcan ÖZYURT YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Üstün TUNCER EDİTÖR Şevket ATALAY YAYIN KURULU Prof. Dr. Emine Alp MEŞE Doç. Dr. İbrahim ÖZDOĞRU Doç. Dr. Ahmet GÜNEY Doç. Dr. Ertuğrul MAVİLİ Aydemir KAYABAŞI Mustafa DOĞAN Aysel UĞUR İbrahim BARIN FOTOĞRAFLAR Hamza AKTAŞ DİZGİ-TASARIM Şerife ÜNEL HUKUK DANIŞMANI Av. Tuğba TANRIVERDİ İLETİŞİM Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri Basın-Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü- KAYSERİ Tel: (0 352) 437 93 34 Faks: (0 352) 437 52 73 http://hastaneler.erciyes.edu.tr Önder Ofset Matbaacılık Tesislerinde basılmıştır Tel: (0 352) 331 58 00 Faks: (0 352) 331 86 00 sayfaa 12:Layout 3 16.09.2013 10:53 Sayfa 1