OCAK 2016 SAYI 17 Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin Kültür Hizmetidir. KÖKLERİMİZE YOLCULUK >> s18 Moğolistan’da çocuklar. (Fotoğraf: Saffet Yılmaz) | Nisan 2015 | Sayı 14 Yıl: 5 Sayı: 17 Ocak 2016 Yerel Süreli Yayın İMTİYAZ SAHİBİ Bursa Büyükşehir Belediyesi Adına Recep ALTEPE YAYIN YÖNETMENİ Saffet YILMAZ Sorumlu sftyilmaz@gmail.com KATKIDA BULUNANLAR Aziz ELBAS Ahmet ERDÖNMEZ İbrahim BÜYÜKFURAN Sefer GÖLTEKİN Vahap DAĞKILIÇ FOTOĞRAFLAR İzzet KERİBAR Hakan AYDIN Nilay Şahinkanat İLCEBAY Yunus Hakan GÜLER Saffet YILMAZ KAPAK FOTOĞRAF Saffet YILMAZ (Kültigin Anıtı-Moğolistan) Değerli dostlar, Yeni bir yılda yeni ve dolu bir sayı ile karşınızdayız. Bursa’nın tarihi ve kültürel bağlarını konu alan pek çok dosya sizinle olacak bu sayıda. Bunlardan biri, bu yıl 100. Yılını kutlayacağımız Kutul Amare zaferi. Bursalı nefer ve zabitlerin de yer aldığı ve kazanılmasında büyük çaba harcadığı, kazanılmış Arkadaşlarımızın Moğolistan ziyareti ve Orhun Anıtları incelemelerini keyifle okuyacağını umuyorum. Bu ve bunun gibi Bursa’nın kültürel kodlarını işaret eden pek çok konuyu beğeniyle okuyacağınızı umuyorum. Sevgiyle kalın… olmasına karşın tarihin seyri içinde unutulmaya mahkum edilmiş bir zaferimizdir Kut. Hatırlatmak istedik. Değerli dostumuz ve hocamız Prof. Dr. Mustafa Kara’nın kaleminden; Bursa’nın kültür tarihini aydınlatanlar serisini okuyacaksınız. Bu sayıda M. Gün, ay, mevsim, yıl diye akan zamana Bursa’da renkler de eşlik eder. Kar beyazıdır kış Bursa’da. İlkbahar doğanın yeşili, Şemseddin Ulusoy.. Güneşin sarısıdır yaz, Bir diğer dostumuz Metin Önal Mengüşoğlu, hara- Yani renk cümbüşüdür Bursa’da Zaman. belikten kurtarıp ayağa kaldırdığımız İbrahim Paşa Rengarenk bir yıl dilerim. Düşen yaprağın kızılıdır sonbahar. Kültür Merkezi’nin hür düşüncenin merkezi olması yolundaki çabalarını anlatıyor. Recep ALTEPE Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı YAPIM ve REDAKSİYON FG İletişim (0224) 233 70 43 www.fgiletisim.com BASKI Özyurt Matbaası Zübeyde Hanım Mh. Büyük Sanayi 1.Cd. Süzgün Sk. No 7 İskitler / Ankara 0312 3841536 www.bursadazamandergisi.com | Ocak 2016 | Sayı 17 1 SAYI 17 İÇİNDEKİLER s4 2 s11 s38 S4 100. Yılında; Kut Zaferi / Necmettin ÖZÇELİK S12 Hatırlanmayan Zafer: Kutulamare / Hacı TONAK S18 Uzaktadır Ama Komşumuzdur, Ruhumuzda... Moğolistan / Prof. Dr. Mehmet KALPAKLI S22 Steplerinden Orhun Vadisine / Aziz ELBAS S26 Türk Dünyası Müzecileri Moğolistan’da / Ahmet Ö. ERDÖNMEZ S30 Yalnızlığın Ve Özgürlüğün Son Sığınağı Moğolistan / Saffet YILMAZ S38 Bursalı Kadızâde-i Rûmî’nin İzinde Özbekistan / Doç. Dr. Hasan Basri ÖCALAN S42 Bursa’da Futbolun Yeni Mabedi; Büyükşehir Stadyumu S46 Ben Atatürk Stadı’nın Önce Dış Duvarlarını Sevdim... / Ahmet Emin YILMAZ S48 Bu Stadyum Her An Dolu Dolu Yaşamalı / İhsan AYDIN S50 Bursa’ya Yakışanı Oldu! / Serkan İNCEOĞLU S52 Yeni Stadyum, Bursaspor’un Altın Bileziğidir! / Selahattin ADIGÜZELLER S54 Hür Düşünce Kulübü / Metin Önal MENGÜŞOĞLU | Ocak 2016 | Sayı 16 s42 s58 s70 s78 S56 Bursa’nın Kültür Tarihini Aydınlatanlar-1 M. Şemseddin Ulusoy / Prof. Dr. Mustafa KARA S58 Menkıbelerle Ulucami* / Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL S66 Bursa’nın Gelenekselle Geleceğe Yolculuğu / Saffet YILMAZ S70 Bursa’da Zaman’ın Dört Mevsimi / Saffet YILMAZ S76 2016’da 16 Özel Buluşma / Ertan AKMAN S78 Ateşle Büyüyen Şehir / Orhan DOĞAN S84 Bursa Dağ Yöresinde Bir Şenliktir Cumalar / Yrd. Doç. Dr. Alaattin DİKMEN S88 Bilim Tarihinin ‘Altın Çağ’ına Yolculuk / Rıfat BAKAN S92 136 Yıl Sonra Yapılan; Bursa Belediye Sarayı S96 Umurbey İpek Üretim Ve Tasarım Merkezi S99 Bursa’nın İpek Hafızasi / Aziz ELBAS s92 S100 Uludağ Artık Dağcılar İçin Daha Güvenli S104 Çukur Mescid Yeni Yüzüyle... | Ocak 2016 | Sayı 17 3 araştırma / 100. Yılında; Kut Zaferi / Necmettin ÖZÇELİK 100. Yılında; KUT ZAFERİ Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yılında tüm dünyada büyük savaş yeniden hatırlanmakta ve savaşın birçok cephesiyle ilgili araştırmalar ortaya çıkmaktadır. Osmanlı ordusu hem Anadolu topraklarında Çanakkale ve Sarıkamış-Kafkas cephesinde, hem Osmanlı topraklarında Irak, Suriye, Sina, Filistin, Hicaz, Yemen, Kanal, İran hem de ne Anadolu toprağı ne de Osmanlı toprağı olan Romanya, Makedonya ve Galiçya cephesinde savaşmıştır. Bütün bu cephelerde savaşan Osmanlı ordusu başta Çanakkale’de, daha sonrada Kut’ta olmak üzere iki büyük zafer kazanmıştır. 4 | Ocak 2016 | Sayı 16 Necmettin ÖZÇELİK Bu galibiyetin önemli olmasının bir nedeni de köklü askeri geleneğe sahip olan İngiliz ordusunun tarihinde görülmedik biçimde bir kitlesel teslim oluşu gerçeğidir. Diğer gerçek ise İngilizlerin karşısında, kendilerinden daha eski bir askeri geleneğe sahip olan ve değerini takdir edemedikleri Türk ordusunun bulunmasıydı. 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu 2.850.000 asker ile savaşa katılmış, bunun yaklaşık 350.000’i şehit olmuş, 400.000 civarı yaralanmış, 250.000 civarında esir ve zayiat olarak sayılmıştır. Kut Ül Amara zaferi 1952 yılına kadar bir bayram olarak kutlanmaktaydı. Ancak daha sonra anlaşılmayan ve açıklanmayan nedenlerle ve özellikle NATO topluluğuna girildikten sonra bu kutlamalara son verilmiş ve Kut zaferi unutulmuştur. Bölgenin Osmanlı idaresine girmesi Kanu- ni Sultan Süleyman’ın Bağdat seferinde gerçekleşmişti, daha sonra 1623’te İran Şahı 1. Abbas Bağdat ve civarını eline geçirdiyse de 15 yıl kadar süre sonra 1638’te tekrar IV. Murat tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. 19. yüzyıl sonunda Kut’un nüfusu Gureybe, Bedre, Cizan ve Zurbatiye nahiyeleri ile beraber 30.000 civarında idi. 20. yüzyıl başlarında Kut kasabası 7.000 nüfuslu idi. Bağdat 1911 salnamesine göre yörede 1500 ev, 150 dükkan ve 10 han’ın kütüklere kayıtlı olduğu görülüyor. Kut, Kut El Amara, Kutül Amara, Kutü’l Amare, El Kut, Medine Tülküt şeklinde de anılmaktadır. Dicle nehri kıyısında bulunan Kut, Vasit iline bağlıdır. Basra’nın 350 kilometre kuzeyi ve Bağdat’ın 170 kilometre güneyinde yer alır. Kut, yaşam gücü demektir, ayrıca Hint dilinde de kale anlamına gelir. Dicle-Fırat nehirleri birbirine Bağdat yakınlarında 25 kilometre yaklaşır. Bu nehirler Basra Körfezi’ne 180 kilometre kala birleşerek tek kol halinde Şattülarap adıyla körfeze akar. Kasım 1914 yılında İngilizler Basra Körfezi’nden başlayarak Irak’a müdahale ederek Bağdat’ın yani Irak’ın ele geçirilmesini planladılar. Bunu başarırlarsa aşağıdaki gelişmeler İngiliz menfaatlerine uygun olacaktı: a. Arap Yarımadası’ndaki Arap emirlikleri üzerinde kurulan İngiliz etkisi kuvvetlenecek. b. Irak’taki Arap kabileleri Osmanlı Devleti aleyhine ayaklandırılacak, bölgedeki birliklerin lojistik tesislerine ve ikmal üstlerine saldırılar düzenlenecek, c. Osmanlı Devleti ile müttefiklerin Irak ve İran petrollerinden faydalanmalarına engel olunacak, d. İran üzerinden gelecek Rus Kafkas Ordusu ile birleşerek, Osmanlıların Irak-Suriye | Ocak 2016 | Sayı 17 5 araştırma / 100. Yılında; Kut Zaferi / Necmettin ÖZÇELİK Kut Karargahında Osmanlı subayları ve Kafkas cephelerinin gerilerine düşülecek, böylece Türk Ordusu’nun imhası sağlanacak, e. Alman denizaltılarının, Basra Körfezi’nde üslenip Hint Denizi’ni kontrol etmelerinin önüne geçilecek, f. İngilizlerin Güney Irak’a egemen olmasıyla, Kuzey Irak ile Doğu Anadolu’daki Kürt, Nasturi, Süryani ve Ermenilerin ayaklanmaları sağlanacak. g. Osmanlı padişahı tarafından ilan edilen Kutsal Cihat etkisiyle Arabistan, İran, Afganistan ve özellikle Hindistan’daki Müslümanların harekete geçmeleri önlecek, h. Türk Ordusunun Irak ve İran cephelerinden Hindistan’a ulaşma, Hindistan’daki Müslüman halkı ayaklandırma düşünce ve tehlikesi bertaraf edilecek, 2 Ocak 1915 günü Cavit Paşa, Irak Genel Komutanlığı görevini Yarbay Süleyman Askeri Bey’e devretti. Cavit Paşa Eylül 1914-Ocak 1915 döneminde görev yapmış. 1862-1932 yılları arası yaşamış ve Samsun Mebus’luğunda bulunmuştur. Savaşçı karakterine uygun olarak hızla harekete geçen Süleyman Askeri Bey, 20 Ocak’ta Birinci Rota Muharebesinde 6 | Ocak 2016 | Sayı 16 yaralandı. Bu çatışmada Osmancık Tabur Komutanı Yüzbaşı Cemil ve Doktor Sefer Beyler de şehit düştüler. Abadan’daki İngiliz kontrolündeki petrol kuyularını ateşe verdi. Uceymi Sadun Paşa komutasında 30.00040.000 kişilik Araplardan oluşan bir birlik oluşturuldu. 15 Nisan 1915 tarihinde gerçekleşen Şuayyibe savaşında ise Türk birlikleri ağır bir yenilgiye uğradı. Osmancık taburunun büyük çoğunluğu İngilizler tarafından tutsak alındı. Yarası henüz iyileşmemiş ve çatışmayı yatırıldığı sedyeden izleyen Yarbay Süleyman Askeri Bey, yenilgiyi kabullenemeyerek, tabancasıyla yaşamına son verdi.1884 Prizren doğumlu bu kahraman subay 14 Nisan 1915’de 31 yaşında intihar etti. Osmancık Taburunun kısa sürede şanlı serüveninden sonra, iki taraf içinde sonuca ulaşılamayan bir dizi kanlı muharebe yaşandı. Türkler Basra’yı geri almak İngilizler de Bağdat’a ulaşmak amacındaydılar. İki tarafta kuvvetlerini takviye ediyordu. 28 Eylülde Birinci Kut-ul Amare savaşını kazanan General Townshend komutasındaki İngilizler -burada 5 bin 300 şehit verdik- Türk birliklerinin çekildiği Selmanıpak mevzilerine kuşatıcı biçimde taaruz etti. Townshend’in bilemediği gerçek, bu aşamada doğu ve Suriye-Filistin cephelerinden Irak’ı takviye için gelen güçlü Türk birliklerinin varlığıydı. Selmanıpak Muharebesi’nin ilk günü 22 Kasım 1915 General Townshend hatıra defterine şöyle yazdı; “Avrupa’da hiçbir asker yoktur ki savunmada Türklerle mukayese edilebilsin. Talihsizliğimin cezasını çekiyorum.” Ayrıca Nurettin Paşa Bağdat’ın kuzeyindeki Selmanıpak mevzilerine savunma hattı yapar. Güneyden kuzeye birlik kaydırarak kuCavit Paşa şatmayı engeller. Bu takviyeli birlikler ve 51. Tümen İngiliz Tümeni’ni Kut’a püskürtmeyi başardı. 6.200’e yakın şehit verildi. 51. Türk Tümenini yaptığı karşı saldırı ile yenilen İngiliz birlikleri 150 kilometre geride bulunan Kut-ul Amare kasaba ve mevzilerine çekilmek zorunda kaldı. 3 Aralık 1915 günü İngilizler Kut’a girdi. Daha güneye çekilmek için vakti ve şansı varken, genel karagahtan takviye geleceğini umarak burada kalıp savunma hazırlıklarına girişti. Kuttülammare’de İngiliz ordusunun mevcudu yardımcı sınıflar da dahil 13-14 bin civarındaydı. Bu arada İngilizler kuşatmayı yarma savaşlarına devam ettiler ve iki tarafta ağır kayıplar verdi. 9 Ocak’ta Şeyh Said, 13 Ocak’ta Vadiikelal, 21 Ocak’ta 1. Felakiye ve 9 Mart’ta Sabis muharebeleri gerçekleşti. 9 Mart 1916 Sabis savaşında Kerha grup komutanı Dağistanlı Muhammed Fazıl Paşa (Kafkas savaşçı İmam Şamil’in kayın biraderi) birliğinin başında hücum ederken topçu ateşi ile vurularak kahramanca öldü. Ocak ayının başlarında 6. Osmanlı Ordusu kuruldu. Bu ordu 18. ve 13. Kolordu ile 52., 51., 45., 35., 6. ve 2. Tümen’lerden oluşuyordu. Türk kuvvetlerine saldıran İngiliz birlikleriyle 5 Nisan ile 9 Nisan arasında 2. ve 3. Felakiye Muharebeleri yapıldı. 17-19 Nisan tarihlerinde Beytiisa’yı Kurmay Albay Ali İhsan Bey komutasındaki 13. Kolordu kahramanca savundu. Karşı taaruza kalkıp İngilizlere ağır kayıplar verdirdi. Bu arada 10 Ocak 1916 günü Nurettin Paşa görevden alınmış yerine Halil Kut atanmıştır. Nurettin Paşa 20 Nisan 1915- 10 Ocak 1916 tarihleri arasında Irak havalisi komutanlığını yaptı. 1873 Bursa doğumlu Paşa 1932 yılında 59 yaşında vefat etti. takdirinize bırakıyorum. Goltz Paşa’nın bana ilettiği teklifi kabul etmemenin sebebi şahsi değil, milli olduğunu arz ederim.” Albay Nurettin Nurettin Paşa komutasındaki Türk birlikleri ileri yürüyüşlerini sürdürerek 15 Aralık 1915 tarihinde Kut kuşatmasını başlattılar. Kuşatma ve sonunda gelen zafer, Türk ordusu için Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale’den sonra gelen en büyük başarıdır. 4,5 ay kanlı çatışmalar yaşandı. İngiliz askeri tarihinde bir ilk yaşanmıştı. 5 General, 476 Subay (bunların 204’ü Hintli subay) ve 9580 er (bunların da 6 bin 988’i Hintli idi). Silahsız olarak da 3 bin 248 kişi idi. 345 ağırkanlı ki çoğu da Hintli idi, Türk esirlerine karşı serbest bırakıldılar. Ayrıca 1306 hasta İngiliz ve 694 hasta bakıcı serbest bırakıldı. Kut’taki İngiliz kayıpları ölenler ve esir alınanlarla Süleyman Askeri Bey birlikte 40.000’e ulaşmıştı. Kut civarındaki muharebelerde Türklerin kayıpları da yüksekti; 300 Subay ve 10.000 er şehit düşmüştü. Evet, Kut zaferinin tarihi süreci böyle gerçekleşmişti. Ancak bu zafer kolay kazanılmadı, muhasara öncesi muharebelerde yaşananlar unutulmaması gereken bir destandır. Sizlere Kut zaferi öncesinde ve muhasara sırasında yaşanıp, resmi tarih sayfalarına geçmemiş olan bu destanı paylaşmak istiyorum. Kut ele geçirildikten sonra Ordu Komutanı ordusuna bir emir yayınlamıştı. Tarihimizde müstesna bir yeri olan bu emir Türk komutanlarının kendilerine ve askerlerine olan özgüvenlerinin tipik bir örneğidir. “Orduma; Arslanlar, bugün Türklere şerefli şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın müşemmes semasında Şühedamızın ruhları Şadü handan pervaz ederken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum. Bize iki yüz seneden beri tarihimizden okunmayan bir vakayı kaydettiren Cenab-ı Allah’a hamdü şükür eylerim. Allahım azametine bakınız ki, binbeşyüz senelik İngiliz Devleti’nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu. İki senedir devam eden cihan harbi böyle parlak bir vaka daha göstermemiştir. Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 359 subay ve onbin neferi şehit vermiştir. Fakat buna mukabil bugün Kut’ta 5 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zaiyat vererek geri dönmüşlerdir. Şu iki farka bakınca cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu vakayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. İşte Türk Nurettin Paşa görevden ayrılırken Enver Paşa’ya yazmış olduğu mektupta bölgeden detaylı bahsetmektedir; Enver Paşa Hazretlerine, “Buraya morali çökmüş, ümidini yitirmiş bir birliği karşımda bularak geldim. Aşiretlere büyük paralar harcamış ve büyük ümitler bağlanmıştı. Oysa onlar her fırsatta Türk ordusunu soyuyorlardı. Irak’ta 20.000’den çok asker kaçağı vardı. Düşmanla açık veya gizli işbirliği yapan asi ruhlu bir halk kitlesi vardı... Bunlara karşılık yirmi beş yıldır her türlü araç ve gereçle donatılmış Irak içlerine kadar sızmış mağrur düşman vardı. İşte her şeyi elinden alınmış, Araplar tarafından soyulmuş, milli duygularını dahi kaybetmiş subaylardan ve askerlerden kurduğum teşkilatla altı aydır mücadele ediyorum. Selmanpak’a çekilme tabiidir, bunu sizin | Ocak 2016 | Sayı 17 7 araştırma / 100. Yılında; Kut Zaferi / Necmettin ÖZÇELİK Irak Seferi sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı Çanakkale’de, ikinci vakayı burada görüyoruz. Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu zafer yeni tekamül eden vaziyeti harbiyemiz karşısında muvaffakiyeti atiyemizin parlak başlangıcıdır. Bugüne Kut bayramı namını veriyorum. Ordumun her ferdi her sene bu günü tesit ederken şehitlerimize yasinler, tebarekeler, fatihalar okusunlar. Şühedamız hayatı ulyatta, semavatta kızıl kanlarla pervaz ederken, gazilerimiz de atideki zaferlerimizle nigehban olsunlar.” Mirliva Halil 6. Ordu Kumandanı 29 Nisan 1916 İngilizler’in 26 Kasım 1915’te Selmanpakta yenilip Kut’a çekilmelerinden sonra, 7 Aralık’ta Kut ül Amare muhasara muharebeleri başlıyordu. Türk ve İngiliz orduları Delabaha’da, Sabis’te, Beyt-i İsa’da, 3 defa Hadiri Kalesi önlerinde, 4 defa da Felahiye’de karşı karşıya geldiler. Delahaba muharebesinin zorlu koşullarını savaşa üsteğmen olarak katılan General Muzaffer Tuğsavul anlatmıştır; “Bizim tarafta topçular koşulu. Takip için emre amade, düşmanın çekilmesini beklerken, Towshend tekmil topçusunu mevziye sokmuş, fecirle beraber cehennemi bir ateşle karşısındaki insan, hayvan ve malzeme yığınlarını bombardımana başlamıştı. Bu bombardımandan en çok etkilenen ve en ziyade zayiata maruz kalan topçularımızdı. Ateş bizi o kadar gafil avlamıştı ki, koşum çıkarmaya, top indirmeye vakit kalmadan bataryalar hayvanlarını yarı yarıya kaybetmişlerdi. Zayiat hakkında 8 | Ocak 2016 | Sayı 16 bir fikir verebilmek için bizzat bulunduğum bataryanın 12 parçaya mukabil, ancak 2 top koşabilecek elim vaziyete düştüğünü söylemek isterim. Bazı bataryalar buna bile muktedir değillerdi. Yanımızda bulunan bir cebel bataryasının hayvanatı kamilen mahvolmuştu. İki üç tümenlik bir kitle birkaç saat içinde çil yavrusu gibi dağılmış, muzaffer bir ordu gaflet ve tedbirsizliğin cezası olarak büyük bir hezimete uğramıştı. Büyük bir şans eseri olarak 51. Tümenin bu ateş sağanağı haricinde kalarak maddi ve manevi kuvvetini muhafaza etmesine medyunuz. Bu vaziyette ordunun sevk ve idaresi tamamen ortada kalmıştı. 51. Tümen bulunduğu vaziyetten istifade ederek düşmanın yanına taaruz etti. Diğer taraftan 44. Alay bir seri cebel topuyla nehir boyunda ilerleyerek, düşman gambotunu zapt etti.” Hıdıri kalesi muharebesi Albay Bekir Sami Bey’in askerlik bilgisi ve kahramanca tutumunun eseridir. Savaşa girerken bu azimli subay, komutanı Nurettin Bey’e: “Birliğim muzaffer olacaktır. Yenilirsek zaten tümenimle birlikte ben de yok olacağım ama hıdıri kalesi düşecektir.” tekmilini veriyordu. Bekir Sami Bey, Birinci Felahiye savşı sırasında da başından yaralanmasına karşın cepheyi terk etmeyerek, büyük bir cesaret ve irade gücüyle başındaki kanlı sargılarla askerlerini yönetmişti. 2. Felahiye muharebesinde yaşanan gerçek bir kahramanlık öyküsünün Yüzbaşı Selahattin Yurtoğlu dile getiriyordu; “Fındıklı’lı Muzaffer adında 1890 doğumlu bir piyade üsteğmeni vardı. Bu çocuk uzun boylu, mavi gözlü ve cidden şahane yapılışta idi. Çok kahraman çok mütevazi ve çok kibar bir arkadaştı. İstanbul’dan hareket ettiği zaman 9. Alay Emirsubayı idi. Muzaffer cepheye hareket tarihinde bir hafta önce evlenmişti. 24 yaşındaki bu delikanlı, arkadaşları cepheye giderken elinde fırsat olmasına rağmen İstanbul’da kalmayarak alayına katılmıştır. Muzaffer, ikinci Felahiye muharebesinde piyade bölük komutanıydı. Muharebenin çok fena bir anında Muzaffer gırtlağına rastlayan bir kurşunla vurulup düşüyordu. Yanında bulunan nefer yardıma koşunca Muzaffer eliyle işaret ediyor, Nefer genç üsteğmenin göğsünü açıyordu. Nefer, Gene yaralı subayın işaretiyle cebinden posta pullu bir boş zarf çıkarıyordu. Muzaffer, askerin kendi cebinden çıkarıp verdiği kalemi gırtlağından akan kana batırarak zarfın üzerine “Kelime-i Şehadet, Bölük intikamımı alsın” yazıyordu. Bu yazıyı alan borazan neferi, komutanlarının şehit olduğunu yüksek sesle bölüğe bildirmişti. Şehit emrini alan bölük siperlerine girmiş olan düşmana karşı kahramanca atılarak o günkü zaferi sağlıyordu.” İngilizler, muhasarayı kırmak için General Aylmer komutasındaki Dicle kolordusuyla hücuma geçmişlerdi. 6 Ocak günü yapılan muharebede 4.000 askerlerini kaybeden General Aylmer geri çekilmek zorunda kaldı. Bu muharebe sırasında geri çekilme emri veren Albay Nurettin Bey görevden alındı ve yerine Enver Paşa kendisinden bir yaş küçük olan ve yakında tuğgeneralliğe terfi edecek amcası Albay Halil Bey’i atandı. Kut kasabasında muhasara altına alınan birlikleri kurtarmak amacıyla gelen İngiliz ordusu tüm denemelerinde çok kayıplar vererek başarısız olmuş, bütün saldırıları Türk birlikleri tarafından geri püskürtülmüştü. Kut’taki birliklere ikmal için 26 gün boyunca Dicle’deki İngiliz üssünden 3 adet deniz uçağı ile ikmal yapılmaya çalışılmış ayrıca İngiliz birliklerine gizlice ulaştırılmak üzere bir aylık erzakla yüklü bir gemi hazırlatmıştı. Ammare’de özel olarak hazırlanan Julnar gemisinin gövdesi zırhla kaplanmıştı. Gemi, 24 Nisan günü üç subay, 12 mürettebat ve 270 ton erzakla Kuttülammare’ye doğru yola çıktı. Felahiye ve Beytiisa mevkilerini geçip Kuttülammare’ye doğru ilerlemeye çalışan gemiden Türk kuvvetlerinin haberi olmuştu. Dicle’nin iki yakasında mevzilenen Türk birlikleri gemiyi yoğun bir ateşe tuttular. Bir buçuk saat süren ateş sonucunda Makasis yakınlarında kuma oturan gemiye ‘Kendi Gelen’ ismi verildi ve Türk filosuna dahil edildi. Ele geçirilen erzak Türk askerlerine dağıtıldı, İngilizler’in şerefine helva ve pilav pişirildi. General Lake, Culnar gemisiyle yapılan başarısız harekattan sonra 26 Nisan günü General Townshend’e Türk komutanları ile müzakereye başlamasını emretti. İngiliz ordusunda bulunan Hintli Müslüman askerler fırsat buldukça Osmanlı tarafına iltica etmiş toplamda kuşatma boyunca yaklaşık 147 asker kaçmaya muvaffak olmuştu. İngiliz ajanları Lawrence, Aubery Herbet ve Gertrude Bell’de çok iyi derecede Arapça, Farsça ve Türkçe bildikleri için yerel halk, tüccar ve aşiretlerle yakın ilişkiye girmişler ve Osmanlı ordusuna karşı kışkırtmışlardır. Artık Kut kasabasında bulunan General Townshend kuvvetleri kaderleriyle baş başa kalmışlardı. Çanlar Kut için çalıyordu... ve bilumum cephane sağlam olarak Türklere verilecektir. 3. Arzu edeceğiniz herhangi bir bankaya adınıza yazılmış bir milyon İngiliz sterlinlik çek teslim edilecektir. Bu çekin verilmesine İngiliz hükümeti muvafakat etmektedir. 4. Bu şartlar kabul edildiği takdirde İngiliz kuvvetleri esir alınmayacak ve Basra istikametinde çekilmelerine muvafakat edilecektir. Halil Paşa’nın General Townshend’a cevabı: “... General, beş aydır sizinle, Aylmer ve Gorringe orduları ile dövüşüyorum. Türk ordularının maneviyatları için sizin ve ordunuzun esaretinin zarureti hasıl olmuştur. Elinizdeki İngiliz yapısı top, tüfek ve cephane de bizim ordularımızın modellerine uymaz, bu itibarla bana lazım değildir, serbestçe imha edebilirsiniz. Silahlarınızı imha ettikten sonra benim tarafımdan en ufak bir saldırıya uğramanız ihtimali de olamaz. Şahsıma teklif edilen bir milyon sterlinlik çek meselesini de bir latife olarak telakki ediyorum... Biliyorsunuz Baltacı Mehmet Paşa devirleri çok geride kaldı. Biz baltacı değil, kazmacıyız!...” Zafere giden yolu az bilinen bir günce ile sizlere aktarmak istiyorum. Şanlı 3. Piyade Alayında görevli genç bir subay olan Üsteğmen Şükrü Efendi(General Şükrü Kanatlı) Kut muharebelerini ve kasabasının düşüşünü sıcağı sıcağına anlatmaktadır; “4 Mart: 3. Alay komutanlığa Binbaşı Nazmi Solok Bey atandı. Bugün Kut’taki düşmanın bir teşebbüsü olmamıştır. Alınan bilgilere göre Kut’ta iaşe durumu çok sıkıntılıymış. Erlerine verilen ekmek görüldü. Çok kötü idi. Düşman askerleri arasında bir hayli de hastalık varmış. Hava şartları çok bozuktu ve sürekli yağmur yağıyordu. 18 Mart: Düşman bugün bir çıkış teşebbüsünde bulundu. Ağır topları da dahi olmak üzere bütün mevzilerimiz ateş altına alındı. 23 Mart: Dicle kabardı ve taştı gözetleme postalarımızın setlerini sular yıktı. 5 Nisan: Düşman sabah birinci mevzilerimize en az 15.000 top mermisi kullanarak taaruz etti. Bu hatta artçı olarak bırakılan 51. Tümenin iki bölüğü bomba hücumu yaparak ve çok zayiat verdirerek düşmanı uzaklaştırdı. 9 Nisan: Düşman mevzilerimize taaruzlarını tekrarladı. 9. Alay saldırıyı tek başına ve kahramanca karşılayarak önledi. Alay siperleri düşman cesetleriyle doldu. Düşman uçakları Kut’a çuvallarla un atıyor. 19 Nisan: Düşman sabahleyin saat 06:00’da bir buçuk saat devam eden topçu ateşinden sonra taaruza geçerek mevzilerimize yüz metreye kadar yaklaştı. Fakat şiddetli karşı saldırılarımıza dayanamayarak geri çekildi. 23 Nisan: Düşman uçakları bugün Kut ül Amara’ye 7 defa gelerek 24 çuval un attı. Düşman 24 saat aralıksız devam eden topçu ateşinde 40.000 mermi kullandıktan sonra taaruza kalktı. 51 ve 52. Tümenlerimiz kahramanca direndiler. Bu muharebede düşman General Townshend, Halil Paşa’ya gönderdiği mektupta Kutül’l-Amare’deki İngiliz ordusunun bitkin durumda olduğunu belirterek on günlük yiyecek temini ve serbestçe gitmelerini talep etmiş; ayrıca, topların tahribi ve tazminat konusunda görüşülmesini istemiştir. Müzakerelerde Townshend, Halil Paşa’ya şu tekliflerde bulunmuştur: 1. Dünya harbi devam ettiği müddetçe maiyetimden kimse ve ben Türkiye aleyhinde hiçbir harekette bulunmayacağım. 2. İngiliz kuvvetleri elinde bulunan 40 top Hintli Esirler | Ocak 2016 | Sayı 17 9 araştırma / 100. Yılında; Kut Zaferi / Necmettin ÖZÇELİK 1500 ölü ve 5000 den fazla yaralı verdi. Ellerinde beyaz bayraklarla yaralı ve ölülerini toplayan düşman askerlerine ateş edilmedi. Harp görevimizi yapıyor, ölü ve yaralıların toplanmasına izin veriyoruz. Bu ancak Türk’e özgü olan mertçe bir harekettir. Beyaz ırka mensup savaşçıların yenilmez oldukları anlayışıyla Çanakkale’ye gelen İngiliz komutanlar, Türk askerinin ten rengini, almış oldukları acı derslerle öğrenmişlerdi. İki taraf için de Irak, dünya savaşında kadersel rol oynayacak bir cephe değildi. 27 Nisan: İngilizler, 13 bin 100 tüfek, 42 top ve bir milyon İngiliz lirasını bize bırakıp Kut’u terk etmelerine izin vermemizi teklif ettiler. Bu teklifleri kabul edilmedi. Para tekliflerine de Halil Paşa; “Biz Baltacı değil süngücü ordusuyuz” yanıtını verdi. Başkomutanlığın yanlış stratejisi, başlangıçta Türk güçlerini Irak’ta zayıf bırakmış, buna karşılık İngilizler, ülke içlerinde ilerledikçe donanmalarının sağladığı destek ve lojistik kaynakları ile ikmal yollarından uzaklaşmışlardı. 29 Nisan 1916: Kut ve etrafındaki mevzilerini savunan İngiliz kuvvetleri 4 ay 23 günlük kuşatmadan sonra kayıtsız şartsız teslim oldular. 3. Piyade Alayına bağlı 1. Taburumuz Kut’u teslim alacak. Yerli Araplar Alay komutanımızın ve bizim atlarımızın üzengilerini öpüyorlar. Alay komutanımıza yol gösteren İngiliz subay; “Bunlar biz girerken de böyle yapmışlardı.” diyor. Erlerimiz, şurada burada bitkin halde bulunan İngiliz esirlerine kendi peksimetlerini, günlük yemeklerini ve sigaralarını veriyorlar. Şehrin giriş ve çıkışları uygun kuvvetlerle işgal edildikten sonra doğruca General Townsend’in karargahına gittik. Bütün İngiliz subaylarının burada toplanmalarını İngiliz komutandan rica ettik. İngiliz malzemelerini tahrip ediyorlardı. Kasabaya çıkarılan subay devriye kolları ile bu faaliyetlerine engel olundu. Bazı yerlerde İngilizler ihtiram kıtaları çıkararak bizi selamlıyorlardı. Esirlerin durumlarının iyi olmadığı bilindiğinden kendilerine tarafımızdan koyun eti ve diğer yiyecek maddeleri gönderildi. Çok duygulandılar. En büyük sıkıntıları da sigara idi. Onlara bol tütün ve sigara verdik. Teslim aldığımız kuvvetlerden 228 subay ve 2245 er İngiliz, diğerleri Müslüman Hintliydiler. General Townshend’in kılıcı Halil Paşa tarafından “Bu kılıç görevini yapmıştır.” denilerek iade edildi. Esirlerin geriye nakli görevi 3. Alaya verilmişti. 3 Mayıs günü General Towns10 | Ocak 2016 | Sayı 16 hend, kendi kurmay başkanı ve emir subayı ile birlikte vapurla Bağdat’a sevk edildi.” 29 Nisan 1916... Binbaşı Nazmi Solok komutasındaki 3. Piyade Alayına bağlı askerler, milli marşlar söyleyerek girdikleri Kut ül Amare Kasabasına saat 14.30’da yanlarında getirmiş oldukları Türk bayrağını diktiler. Kasaba üzerinde dalgalanan bayrak, İngilizlerin 20.000 askerle başlatıp, Bağdat’ın hurmalıklarını uzaktan görebildiği Irak seferini şimdilik noktalamıştı. Kut zaferine kadar geçen süreç içersinde karşı karşıya gelen iki tarafın askeri nitelikleri açılarından belirgin farklılık ve benzerlikleri vardır. İki tarafın da bazı birlikleri birinci sınıf sayılmazdı. Seferberliğin ilanıyla Osmanlı İmparatorluğu askeri yapısında yer alan Arap kıtaları ve İngiliz İmparatorluğuna bağlı, farklı din ve mezheplere bağlı Hint birlikleri zayıf askeri kıtalara örnek olarak göstermek mümkündür. Bununla birlikte; 51 ve 52. Tümen gibi seçkin Türk kıtaları ile İngilizlerin ünlü Oxford ve Buckingamshire alayları da Irak cephesinde yapılan muharebelerde karşı karşıya geldiler. Muharebelerin ilerleyen safhalarında Türk topçuları kısıtlı cephanelerine rağmen isabetli atışlarıyla büyük başarılar kazandılar. İki taraf ta nehir yollarını yeterince kullanamadılar. İkmal için uçuşlar yapan Kraliyet hava servisi birlikleri bölgeye getirilen gelişmiş Alman uçakları karşısında faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldılar. Çöllerle çevrili, ancak nehir yoluyla ikmal yapılabilecek bir kasabayı savunmayı kabul eden General Townshend, kendisini ve ordusunu kurtaracağına inandığı ülkesine güvenmekle hata etmişti. Buna karşılık, Balkan yenilgisinden sonra Enver Paşa’nın reformları sonucu göreve gelen genç Türk komuta kadrosu, aynı utancı yaşamamaya kararlıydı ve Çanakkale’de İngilizlerin yenilebilinir olduğunu göstermiş, Mehmetçiklere de öz güven duygusu aşılamıştı. Kut yenilgisi 1916’da üzerinde güneşin batmadığı İmpara- torluk olarak tanımlanan İngiltere’de büyük düş kırıklığı yaratmış ve yaşanan bu bozgun İngiliz halkına olduğunca duyurulmamaya çalışılmıştı. Halil Paşa ele geçirdiği binlerce tutsağı Anadolu’da bulunan esir kamplarına daha uygarca koşullar içersinde sevk edebilmek için İngiliz makamlarıyla temasa geçmiş, esirleri taşıyacak gemilerde kullanılmak üzere kömür talebinde bulunmuştu. 6. Ordu komutanının düşman tutsaklarının yararına olan bu teklifi kabul edilmedi. Kutülammare’de esir alınan Townshend haricindeki İngiliz generalleri ve yüksek rütbeli subaylar Busa’ya sevk edilmiş ve burada onlara tahsis edilen yerde ikamet etmişlerdi. Bursa’nın generallerden başka konuklarıda vardı. Kutülammare’de esir alınan İngiliz tümeni bir Hint tümeniydi ve askerlerinin çoğu Hintli idi. Bu Hintliler içerisinde de çok sayıda Müslüman Pencaplı subay ve er bulunuyordu. İngiliz ordusundaki Müslüman erler “halifelik makamına bağlılıklarını artırmak maksadıyla” diğer esirlerden ayrılarak Bursa’ya getirilmişler ve burada özel muamele görmüşlerdir. Kutülammare’de esir alınan diğer askerler için Konya, Afyon, Yozgat, Kastamonu, Resülayn’da esir kampları hazırlanmış, subaylar ise Eskişehir, Konya ve Afyon’da tahsis edilen evlere yerleştirilmişti. Eskişehir’e sevk edilen subaylar arasındaki 70 kadar Hintli Müslüman subay, Ağustos ayında Ramazan Bayramı münasebetiyle halife padişahın huzuruna çıkıp bağlılık ve saygılarını sunmak üzere İstanbul’a getirilmiş, yaklaşık 10 gün İstanbul’da misafir edilmişlerdi. Yaz aylarını Heybeliada’da geçiren Towsnhend, ekim ayında havalar soğumaya başlayınca, Büyükada’ya nakledildi. Towsnhend’ın muhafazası için bahriye erlerinden bir müfreze ve bir polis karakol noktası tahsis edilmişti. İngiliz esirler, Türk kamplarında yaşadıklarını, yayınladıkları birçok anı kitabıyla günümüze aktarmışlardır. Tutsakların en fazla yakındıkları konular, kamplarımızdaki sağlık koşulları ve görevlilerin duyarsızlıkları olmuştur. Ancak 1916 ve 1917’de eğitim yapımızı ve Anadolu’daki yaşam koşullarını irdelemek gerekmektedir. İngiliz ve Hintli erler yol yapımlarında çalıştırılmış, subaylar ise kamplarda yine kendi anılarından öğrendiğimize göre astroloji, falcılık ve yoğun biçimde yaygın olan eşcinsellik ile esaretlerini tamamlamışlardı. 16. Yüzyılın ilk yarısında Osmanlı hakimiyetine geçen Irak’ın jeopolitik önemi anlaşılamamıştı. Abadan petrol tesisleri zaten İngiliz şirketleri tarafından işletilmekteydi ve Kerkük-Musul petrol yatakları henüz keşfedilmemişti. Irak cephesi, savaşın ilk döneminde Başkomutanlık tarafından tali cephe olarak kabul edildi. Çanakkale, Doğu ve Filistin cepheleri nitelik ve sonuçları itibariyle ana cepheler olarak kabul edilmişlerdi. İngilizler Kutü’l-Ammare’deki yenilginin ardından Mezopotamya Ordusu Komutanlığı’na; hırslı bir generali, Sir Stanley Maude’yi görevlendirdi. Almanların talebi ve Enver Paşa’nın emriyle; 13. Kolordunun öncelikle 6. Tümeni Bağdat’tan, daha sonrada diğer bağlı bildikleri Kutü’l-Ammare Cephesi’nden İran’a nakledildi. Limanına ulaşıldı. 30 Ekim’de Mondros mütakeresi imzalandı. 31 Ekim’de limandan ayrıldı. Roma ve Paris üzerinden 9 Kasım’da İngiltere’deki evine ulaştı. Vasit ilinin Kut kasabasındaki şehitliğin yeri Seyit Haşim Köyü’nde bulunup, 1952 yılında Halıcı Seyyit Talip Efendi tarafından Türkiye Cumhuriyeti Devletine verilmiştir. Bu şehitlikte kayıtlı 7 subay ve 43 er yatmaktadır. Unutulan Kut Zaferinin 100. yılı 29 Nisan 1916’da tekrardan anılacaktır. Bütün şehitlerimizin ruhları şadolsun. I. Dünya Savaşı’nda Irak cephesinde Ali Çetinkaya, Halil Türkmen, Mehmet Ali Fetgeri, Muzaffer Tuğsavul, Kemal Doğan, Aşir Atlı, Şükrü Kanatlı, Kazım Karabekir, Ali İhsan Sabis, Nazmi Solok, Bekir Sami Günsav, Şükrü Naili Gökberk gibi İstiklal Savaşı’mızdada büyük görevler yapmış komutanlar yer almışlardır. 1916 yılı yaz ve sonbahar boyunca hazırlıklarını sürdüren General Maude’un Irak cephesindeki muharip gücü 107.000’i Hint ordusundan olmak üzere 166.000 personele çıkarmıştır. 1917 yılı Irak cephesinde genelde yenilgiyle sonuçlanan muharebelerin hikayeleriyle doludur. 6. Ordu, 10 Mart 1917’de karargah Bağdat’ı İngilizlere terk ederek kuzeye çekilmek zorunda kalmıştır. 24 Şubat 1917’de Kut kasabası tekrardan İngilizlerin eline geçti. 10 ay sonra yine el değiştirmişti. 14 Aralık 1916 ile 24 Şubat 1917 tarihleri arasında 13 muharebe yaşandı. 11 Mart 1917’de Bağdat İngilizler tarafından işgal edildi. 1918 yılında Irak cephesinde karşılıklı siper savaşları devam etmiştir. General Marshall 2 Ekim 1918’de Irak cephesinde birliklerine Musul’a doğru ilerleme emri vermiştir. İngiliz süvarilerinin çevirme harekatıyla geride kuşatılan Türk Dicle Grubu kuvvetleri 30 Ekim 1918 tarihinde teslim olmak zorunda kalmıştır. General Townshend Ahmet İzzet Paşa ile görüşerek İngilizlerle yapılacak mütakerede yardımcı olabileceğini hükümete bildirdi. Aracılık vazifesiyle mukabil hürriyeti iade edildi. 18 Ekim 1918’de Büyükada’dan bindikleri bir yatla Bandırma’ya oradan trenle 19 Ekimde İzmir’e ve Ömürkörle 20 Ekim’de Mondros Halil Kut Paşa’nın Yahya Efendi Mezarlığı’ndaki mezarı Kut Şehitliğimiz | Ocak 2016 | Sayı 17 11 araştırma / Hatırlanmayan Zafer: Kutulamare / Hacı TONAK HATIRLANMAYAN ZAFER: KUTULAMARE 12 | Ocak 2016 | Sayı 16 Hacı TONAK Kutulamare yahut yalnızca Kut, Bağdat’ın güneydoğusunda, Bağdat’a 165 kilometre mesafede etrafı kerpiç bir duvarla çevrili sıradan bir Şii köyü idi. Köyün kaderini İngiliz şirketi Company of Lync’ın Bağdat ile Basra arasında vapur işletme imtiyazını 1865’te almasıyla değişti. Kumpanya burasını, elverişli konumu nedeniyle kıyısında düzenlemeler yaparak nehir ulaşımının önemli duraklarından biri haline getirdi. Bu gelişme üzerine köyün nüfusu hızla artarak 1890’larda dört binin, 1910’larda da yedi binin üzerine çıktı. Osmanlı yerel idaresinin yayımladığı Bağdat Vilayeti 1911 Yıllığı’na (Salname) göre, bağlı köyleriyle birlikte nüfusu otuz bini bulan Kut kazasında (kasaba) 1.500 konut, 150 dükkan ve 10 tane de han bulunmaktaydı. Kuşkusuz bu dükkanların günümüzdeki marketlerle bir ilişkisi olmadığı gibi hanları da herhalde, Bursalıların “han” denildiğinde aklına gelen Koza Han veya Emir Han gibi olmaktan uzaktı. Ne var ki gene de bu veriler Kut’un, İngiliz vapur kumpanyasının Bağdat-Basra ulaşımında bir iskele olmaktan başka ticari bakımdan hayli canlı bir merkez olduğunu da ortaya koymakta. Osmanlı ordusunun büyük zaferlerinden birine sahne olan Kutulamare muharebeleri işte bu küçük kasabanın çevresinde yaşandı. İngiliz ordusu burada sıkışan birliklerini kurtarmak, Osmanlı ordusu da bu birliklerin direnişini kırıp stratejik konumdaki kasabayı ele geçirmek uğraşındaydı. İngilizler beş ay boyunca her ne yaptıysa olmadı, bütün saldırıları yahut huruç girişimleri Osmanlı ordusunca tıpkı Çanakkale’de olduğu gibi boşa çıkarıldı ve sonunda general Towsend boyun eğerek teslim koşullarını kabul etti. Halil Paşa (Kut), 29 Nisan 1916 günü kasabaya girerek 500’e yakın subay ve 13 bin civarında asker mevcudu olan İngiliz fırkasını komutanı ile birlikte teslim aldı ve stratejik öneme sahip kasabaya Osmanlı bayrağını yeniden dikti. Tarih denen büyük akış olsa olsa, insanoğlunun hikayesi olmalıdır; içinde devindiği dünyayı kendisi için bir dünyaya dönüştürmesinin hikayesi! İlkel bir taş baltayla başlar, Sümer tabletleriyle yazıya dökülüp somutluk kazanır, post-modern mi yoksa sibernetik mi denmesi gerektiği tartışılan günümüzde akıl almaz bir hız ve genişlikte ama neredeyse tek bir çatı altında oluşunu sürdürür. Olmuş bitmişin, dolayısıyla değişmezin bilimidir, ama ölü bilgi yığını değildir ve böyle bakılmasını affetmez. Tarih denen büyük akışta “son savaşı” kaybedenlerin zaferlerinden söz edilmez yahut pak az söz edilir; çünkü galipler hatırlamak istemez, mağluplar ise “mağlup oldukları” için uzun bir zaman başlarının derdine düşer ve “mühim” de olsalar kemi ayrıntıları unuturlar. Osmanlı ordusunun Kutulamare yengisi unutuluşa bırakılan, galiplerin hatırlamadığı mağlupların hatırlamayı anlamlı bulmadığı o büyük zaferlerdendir. Çünkü bugün geçmişi açıklıyorsa, geçmiş de bugünü açıklama yetisini elinde tutar. Bugün ne oluyorsa, geçmişte olup bitenler yüzünden oluyordur; ve geçmişte ne olmuşsa bugün o yüzden, yaşadığımız gibidir. Savaşlar tarihi bu genel tarifin içindedir ve orada, “son savaşı” kaybedenlerin zaferlerinden söz edilmez yahut pek az -o da kurmaylar arasında, harp akademilerinde, harp okullarında- söz edilir; çünkü galipler hatırlamak istemez, mağluplar uzun bir zaman başlarının derdine düşer, mühim de olsa böyle ayrıntıları unutur. Osmanlı ordusunun Kutulamare yengisi unutuluşa bırakılan, galiplerin hatırlamadığı mağlupların hatırlamayı anlamlı bulmadığı o büyük zaferlerdendir. Ama elbette sebepleri vardır ve onları görmek için suyun yüzeyiyle yetinmeyip yüzeyin altına bakmak gerekir. KUT’TA İNGİLİZ İSKELESİ ve ALMAN-İNGİLİZ ANLAŞMASI Birinci Dünya Savaşı, kuramcıların “kaçınılmaz” ve neredeyse “kader” gördüğü savaşlardandır. Çünkü başta İngiltere ve Fransa, endüstri çağına erken giren ve büyük donanmaları bulunan devletler dünyayı nüfuz alanları ve sömürgeler olarak paylaşmış, sonradan sahneye gireceklerin yolunu önemli ölçüde tıkamıştı. Almanya,19. Yüzyılın ortalarından itibaren bu sahneyi zorlayan yeni bir güç olarak ortaya çıktı. Ne var ki bu yüzyılın özellikle son çeyreği serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme evrildiği, bunun sonucu olarak da eski milli devletlerin ya da imparatorlukların emperyalistleştiği bir süreci ifade ediyordu. Kapitalizmin tabiatındaki bu değişim o kadar hızlı oldu ki Yirminci Yüzyılda ülkelerin ticarette, sanayide, askeriyede, diplomaside, ulaşımda birbiriyle rekabet halinde oldukları ve sonuçta en verimli, en uygun, en doyurucu ürünleri olanın galip çıktığı varsayılan serbest rekabet kalkmış; yerini sınai ve mali sermayenin evliliğinden doğan ve emtianın arzına dayalı yarışmayı tanımayan yahut reddeden emperyalist “rekabet” gelmişti. Dünyanın “serbestçe” paylaşımında sona kalan Almanya, İtalya, Avusturya, Rusya, Japonya, ABD gibi devletlerden özellikle Almanya ile Japonya gerek tarihsel gerekse ötekilerden daha merkeziyetçi ekonomik ve siyasal yapı nedeniyle tekelci mali sermaye ile en hızlı kaynaşan ülkeler oldu. Almanya’da 1870’lerden itibaren her şey büyük tröst ve tekellerin daha ve daha fazla demir ve çelik, daha fazla kömür, daha fazla enerji elde etmeleri ve daha fazla demiryolu, daha fazla tersane, daha fazla makine ile ordu ve donanma için daha fazla savaş aracı üretmeleri için seferber edilmişti. Elbette bu seferberliği | Ocak 2016 | Sayı 17 13 araştırma / Hatırlanmayan Zafer: Kutulamare / Hacı TONAK başlatıp yürüten, bundan büyük kazançlar temin eden ve uluslararası rakiplerine karşı Almanya şemsiyesi ile zırhlanmayı uygun gören büyük sermayeydi. Ülke, bu sayede ekonomisiyle, ordusuyla, maliyesiyle Yirminci Yüzyıl’a dünyanın en büyüğü olarak girdi. Demir çelik üretiminde, makine üretiminde ve kömür üretiminde İngiltere ile Fransa’yı geride bıraktığı gibi Osmanlı imparatorluğu başta olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde onları geride bırakan bir siyasal ve askeri bir nüfuzun sahibi oldu. Hırsla saldırdığı dünyanın geri bölgelerinde, oralara önceden nüfuz etmiş devletlere ait imtiyazlar ve gene onlara bağlı yöneticilerle uğraşmak hızını kesiyor, bu sorunun kökten çözümünü savaşta görüyordu. “Almanya Doğu Afrikası”, “Almanya Kuzey Afrikası” ile idaresi, ordusu, maliyesi üzerinde etkin olduğu yahut açıkça güdebildiği ülkeler vardı gerçi, ama “güneşin altında paylaşılmadık hiçbir şeyin kalmadığı” bir dünyada herhangi bir denizdeki herhangi bir kaya parçasının bile çok büyük önemi vardı ve Almanya, öncekilerin el koyduğu “kaya parçalarına” da kara ve deniz parçalarına da talipti. demiryolu imtiyazının birleştirilmesini kabul eder.” Savaşa hazırlanan üç devlet, Osmanlı imparatorluğu toprakları üzerindeki imtiyazlarında anlaşmışsa savaş nedenlerini azaltmış demektir; bu durumda emperyalist bir barış mümkün görünür. 30 Nisan 1916 tarihli bir Alman gazetesi. Almanya cephesinde durum böyle iken İngiltere ve Fransa cephesinde de ekonominin savaş ekonomisine dönüştürülmesi büyük bir hızla sürmekteydi. Dolayısıyla dünyanın kaderi üzerinde belirleyici rolü olan Avrupa kıtasının üç büyük devletinden biri, müttefikleri ile birlikte dünyadan “hakkı” olduğunu düşündüğü parçaları koparıp almak, öteki ikisi de hem konumlarını korumak hem de yanı başlarında beliren bu tehlikeli rakibi tasfiye edip daha da semirebilmek için savaşa hazırlanıyordu. Bu üçü savaşa hazırlanıyorsa, ön tarakkaları Balkanlar başta olmak üzere Osmanlı topraklarının hemen her yerinde duyulan savaşın bir dünya savaşı olacağı besbelliydi, öyle de oldu. Bu üç büyük devlet, kozlarını mutlaka savaşta mı paylaşmak zorundaydı? Başka bir yolu yok muydu bunun? Herhalde yoktu, ama -konuyu dağıtacağı için işçi muhalefetini bir yana bırakırsak ki bu muhalefet de ciddi bir fire vermişti- ülkelerini savaşa hazırlayan hükümetlerin içinden bile rüzgara karşı durmayı veya hiç değilse hızını kesmeyi deneyenler olmadı değil. 14 | Ocak 2016 | Sayı 16 İngiliz hükümetinin, 1895’te Londra’yı ziyaret eden Kayzer Wilhelm’e iki ülke arasındaki gerilimi azaltmak bakımından “Türkiye’nin bölüşülmesini” teklif ettiği çok söylenir, ama İngiltere ile Almanya’nın bu konuda daha da ileri gidip 1908’de somut bir anlaşma imzaladıkları genellikle gözden kaçırılır. Bu anlaşma ile Irak’ta, Dicle boyundaki Kut kasabası ve Kutulamare muharebeleri arasında yakın bir ilişki vardır. Anlaşmaya göre İngiltere, Osmanlı devletinin Almanya’ya tanıdığı Haydarpaşa-Bağdat demiryolu imtiyazını (ayrıcalığını) tanıyor; bunun karşısında kendisi için bir imtiyaz talebinde bulunmayacağını da kabul ediyordu. Bağdat Demiryolu’nun Almanya’ya kazandırdıkları açısından bakıldığında anlaşmanın bu maddesi, Büyük Britanya’nın Almanya karşısında bayrak indirdiği anlamına gelir; ama bunu izleyen madde, Almanya’nın da Büyük Britanya’nın elini öptüğünün kanıtıdır: “Almanya, İngiltere’nin Basra Körfezi’ndeki ve Dicle üzerindeki seyrüsefere ait hususi menfaatlerini tanır ve Almanya’nın Anadolu’daki demiryolu imtiyazı ile Fransa’nın Suriye’deki İyimserlik havası uzun sürmedi, adı geçen anlaşmanın mimarlarından Almanya Dışişleri Bakanı Kiderlen Waechter’in 1912’de ölümüyle de tümüyle sona erdi. İngiltere ile siyasal uzlaşmayı uluslararası politikasının merkezinde gören Waechter, aynı nedenle Alman yayılmacılığını askeri yollarla gerçekleştirme arzusundakileri frenleyen isimdi. Ölümünden hemen sonra Berlin, Avusturya’nın saldırgan dış siyasetini Pan-Germenist iddiaları uğruna açıkça desteklemeye başladı. Bu tarihte çöküntü içindeki Viyana’nın en önemli hedefi, Selanik ile çevresini de kapsayan bir fetih hareketine girişmekti. Bunun yolu da Bosna’nın ilhak edilmesinden geçiyordu. Almanya, yakın müttefiki, ama aslında bir süredir (İngiltere’nin devreden çıkmasıyla) uydusu Avusturya’nın Bosna planına tam destek verdi. Bu o kadar önemliydi ki Avusturya-Macaristan birleşik devletinin iki meclisi Bosna’nın Macaristan’a mı yoksa Avusturya’ya mı ait olacağı konusunda sıkı bir ağız dalaşına girdi. Fransa ve İngiltere’de ise bu, Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmek istemesinde olduğu gibi bir savaş alarmı demekti. MÜSLÜMAN YURTTAŞLAR BİLE Bu arada, savaşı yalnızca üç büyük emperyalist devletin istediği, geri kalanların karşı çıktığı veya duruma seyirci kaldığı sanılmasın. Avusturya-Macaristan, Rusya, İtalya, Japonya, hatta ABD bir yana Osmanlı’ya komşu küçük devlet ve devletçiklerle Osmanlı topraklarında yaşayan çok çeşitli cemaatler de (bunların arasında Müslüman topluluklar da vardı) olası bir savaştan kazançlı çıkmanın hesaplarını yapıyordu. Örneğin Sırplar, 14. Yüzyıldaki Duşan imparatorluğunun düşü içindeydi. Yunanlılar’ın Megale İdea’sı vardı. Romenler, Daçya krallığı’nı kurma uğraşındaydı, Bulgarlar, “Büyük Bulgaristan” için Makedonya ve Selanik’i ve Edirne’yi istiyordu. Arnavutlar, Makedonya, Kosova ve Selanik’i Paşa’nın, Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın ve Maliye Nazırı Cavit Bey’in ve başkalarının da Almanya’nın yanında savaşa girilmesinden yana olmadıkları öğrenildi! kendilerine ait saymaktaydı. Karadağlılar’ın, Arnavutluk ve Makedonya üzerinde hak iddiaları vardı. Ermeniler, Doğu Anadolu’yu ve Kilikya’yı kadim yurtları addetmekteydi. Araplar, milliyetçi ve hilafetçi akımların etkisinde halifelik makamını yeniden tesis etmeye çalışıyor, yanında da bağımsızlık ya da muhtariyet taleplerini seslendiriyordu. Osmanlılar bakımından ya da yönetici sınıfı bakımından, bu farklı milliyetlerin imparatorluk karşısındaki tutumları ile aralarındaki ittifak ve çatışmaların nasıl bir seyir izleyeceği kolay anlaşılır bir durum değildi. Örneğin Arnavutlar, 1897’de İngilizlerin özendirmesiyle imparatorlukla savaşa tutuşan Yunanistan’a başlarda sempati ile yaklaştılar. Yunanistan’ın Girit’le “birlik” talebini haklı buluyorlardı, bu yüzden de Osmanlı devletine “gönüllü” vermeyi reddettiler. Ne zamanki Yunanistan, Makedonya’yı ilhak amacını açığa vurdu, sempatileri düşmanlığa dönüştü ve Müslümanı, Hristiyanı derhal silaha sarıldılar. Orhan Koloğlu, “Avrupa’nın Kıskacında Abdülhamit” adlı yapıtında, Sultan Abdülhamit’in neden “Abdülhamit gibi” davranmak zorunda kaldığını anlatırken Osmanlı Müslüman yurttaşların da yönetime güven vermediğini şu örnekle anlatır: “Diğer cemaatlere nazaran etkisi daha az da olsa Arnavutlar’ın ihtilal komitesinin o yıllardaki Avrupa’ya başvurusundaki isteklerin kesin çizgileri bunun kanıtıdır: ‘Eğer Avrupa Türkiye’nin bütünlüğünü korumak istiyorsa Arnavutluk bütün gücüyle bir özerklik (…) isteyecektir. Resmi dil Arnavutça olacak, bütün memurlar Arnavutlar’dan seçilecektir. Eğer Avrupa, yüzyıllardır can çekişen bu imparatorluğa son vermek istiyorsa, Arnavutluk bağımsız bir devlet yapılmalıdır’(…).” HEDEF BAĞDAT İngiltere’nin, bu savaştan önemli beklentilerinden birinin Mısır ve Ortadoğu’yu “tam anlamıyla ele geçirmek” olduğu biliniyordu; nitekim savaş ilanının üzerinden birkaç ay bile geçmeden İngiliz ordusu Arap topraklarında ilerlemeye başlamıştı bile. iyi bir fırsat olarak değerlendirdiğini belirtmeden geçmek olmaz. Savaşa, Almanya’nın Enver Paşa eliyle hazırladığı bir oldubittiyle girildiği söylenebilir, ama bunun nedeni yönetimin savaşı istememesi değil, Rusya’nın Osmanlı devleti ile savaşmak istememesiydi. Enver Paşa, kabinenin kararı, padişahın onayı derken uzayıp gitme olasılığı bulunan sorunu bir kılıç vuruşuyla çözdü: o günün gecesi göreve atadığı Almanya yurttaşı Alman amiralimiz Şousen, savaş ilan etmekte zorlandığımız Rusya’yı bir çırpıda savaşmaya ikna etti! Bunu Almanya istemişti, ama İngiliz ve Fransızlar da olayların böyle gelişmesinden son derece memnun olmuştu. Sonradan, sonradan; Sadrazam Sait halim Irak’ta da, çoğunluğu Hintli askerlerden oluşan bir İngiliz ordusu Şatülarap boylarını ele geçirip Basra’ya yerleşmiş, oradan da Bağdat yönünde ilerlemeye başlamıştı. Bağdat Valisi Süleyman Askeri Paşa’nın Basra üzerine saldırısı başarısızlıkla ve onuruna düşkün komutanın intiharıyla sonuçlanınca yerine atanan Miralay Nureddin Bey (Sakallı Nurettin Paşa), Dicle boyunca ilerleyen İngilizler karşısında Bağdat’ın güneyindeki Salmanpak’a kadar gerilemek zorunda kaldı. Bu cephedeki Osmanlı ordusu, Türk ve Arap askerlerden oluşuyordu; bunların bir kısmı, özellikle de Araplar herhangi bir savaş deneyimi yaşamamış, eğitimsiz askerlerdi. Güç durumda kaldıklarında cepheden savuşuyor, silah arkadaşlarını da zor durumda bırakıyorlardı. Osmanlı genelkurmayı, cephedeki durumu düzeltmek için Irak’ta 6. Ordu’yu kurdu ve Miralay Halil’in (Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa) komutasındaki bir kolorduyu da Salmanpak’a gönderdi. General Towsend komutasındaki İngiliz sefer kuvvetleri ile bu Koloğlu’nun dönemin bir gazetesinden aldığı bu satırlar, olası bir savaştan kendi yararlarına bir şeyler ümit etseler bile sömürge olarak çıkacakları besbelli olan devlet ve devletçiklerin ruh halini ortaya koyuyor: Belki de bir şeyler kazanırım! Nihayet Arşidük Ferdinand, alayüvela ile geldiği Bosna’da bağnaz bir Sırp milliyetçisinin kurşunlarının hedefi oldu ve bu suikast eli tetikte bekleyen devletlerin 4 Ağustos 1914 günü dünyayı savaş meydanına çevirmelerine yetti. Bu arada Türkiye’nin savaş yanlısı taraflardan biri olduğunu; yüzyıllarca birikmiş, biriktikçe de ağırlaşmış sorunlarının çözümü için bunu Harabeye dönmüş Kut-El-Amarah şehri | Ocak 2016 | Sayı 17 15 araştırma / Hatırlanmayan Zafer: Kutulamare / Hacı TONAK kolordunun da katıldığı çarpışmada (22 Kasım 1915) İngilizler beş binin üzerinde askerini kaybederek, Towsend’in daha önce tahkim ettiği Kutulamare’ye çekildi ve burada Osmanlı ordusunca kuşatıldı. Bu tarihte Irak’taki Osmanlı ordusunun komutanı ünlü Goltz Paşa, Karargah Erkanı Harbi Miralay Aşir Bey (General Aşir Atlı) idi. Türkler’in kısaca Kut dediği Kutulamare’yi kuşatan Dicle Grubu kuvvetlerinin başında Miralay Nureddin Bey (Sakallı Nureddin Paşa), Miralay Halil Bey (Halil Paşa), Miralay Mehmet Ali Bey, Miralay Ali İhsan Bey (Sebis Paşa) bulunuyorlardı. Grubun komutanı, üçü içinde en kıdemlisi olan Nureddin Bey’di. Bir anda Irak cephesindeki çarpışmaların odağı haline gelen Kutulamare çevresinde çok büyük, çok kanlı çatışmalar oldu. Miralay Mehmet Ali Bey bir top mermisinin karargahına isabeti üzerine savaş meydanında öldü. Miralay Nureddin Bey, Basra’dan taze kuvvetlerle desteklenen Hint Kuvvei Seyyariyesi’nin başlattığı büyük bir saldırı karşısında önce Aliülgarbi’de, ardından da Vadiikilal’da kuvvetlerine “geri çekilme” emri verdiği gerekçesiyle Goltz Paşa tarafından Dicle Grubu Komutanlığı ve Bağdat Valiliği görevinden alındı, yerine Halil Bey atandı ve Kutulamare kuşatması da tamamen onun sorumluluğuna verildi. Halil Bey, kuşatmayı gittikçe sıkılaştırırken kuşatılanlar da çemberi kırmak için uğraşıyordu. Karadan hiçbir yardım alamayan, ateş altındaki nehirden de pek az ve pek tasadüfi yardım alabilen, yarma eylemlerinde Sabis’te, Ali İhsah Bey (Sabis Paşa) karşısında büyük kayıplar veren Towsend tümeni “teslim ol” çağrılarını kabul etmedi. lünce, Türk komutanlığı teklif beklemeden ateşkesi 6 saate çıkardı. İngiliz Ordu Komutanı General Aylmer, 26 Ocak 1916 sabahı Osmanlı ordusunun yeniden düzenlediği Felahiye’deki mevzilerine esaslı bir saldırı daha düzenledi, ama gün bitmeden yaralı ve ölülerini toplamak için iki saat ateşkes istedi; çünkü on binden fazla askeri ölmüş, bunun iki katı da yaralı olarak saf dışı kalmıştı. Osmanlı ordusunun kaybı ise yalnızca beş yüz askerdi. İngilizler’e yaralılarını toplamak için iki saatin yetmediği görü- Aylmer, Felahiye’nin aşılamayacağını gördüğünden yoğun topçu ateşi ve deneme saldırılarıyla Osmanlı mevzilerini yıpratmaya çalıştı. 11 Mart’ta, 6 Nisan’da ve 9 Nisan’da üç büyük saldırı daha oldu. Bunların sonuncusunda, çok kritik bir anda 43. Alay Komutanı Fazıl Bey’in süngü takarak askerlerinin en önünde karşı saldırıya geçmesi İngilizleri şaşırttı ve geriletti. Fazıl Bey, silah arkadaşlarının yanına, mevzilerine bir daha dönemedi, ama Osmanlı ordusunun olası bir yenilgisini de bu eylemiyle önledi. “İngilizler, General Townshend’i kurtarmak için pek çok girişimde bulunmuşlar, ancak sonuç alamamışlardır. İngiliz makamlarınca deniz ve kara yoluyla Kutü’lAmmare’ye yardım gönderme girişimleri de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bundan sonra Türk makamlarıyla yapılan görüşmelerde teslim şartlarının müzakeresine başlanmış ve Townshend, tümeniyle birlikte 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olmuştur.”(Genelkurmay Başkanlığı açıklaması) İngiliz genelkurmayı General Aylmer’i 13 Nisan’da görevden alarak yerine General Göring’i atadı. Göring, 17 Nisan’da ve 19 Nisan’da bütün gücüyle Beyti İsa mevzilerine saldırdı, sonuç yine binlerce İngiliz-Hint askerin ölümü oldu, Osmanlı mevzileri yerinden kıpırdamadı bile. Göring de selefi Alymer gibi Felahiye mevzilerine döndü ve 22 Nisan’da başlayıp 23 Nisan’da devam eden şiddetli bir saldırı başlattı. Osmanlı topçusu bu saldırının püskürtülmesinde büyük rol oynadı. Topçu birliklerini Topçu Müfettişi Sarı Emin Paşa yönetiyordu. Göring, General Towsend’in dayanma gücünü arttırmak için son bir hamle olarak Kut’a savaş gemilerini gönderdi, 24 Nisan’ı 25 Nisan’a bağlayan gecenin sabahında bunlardan biri Türk topçusunun ateş hattını geçip Makasis yönünde ilerlemeye başlamıştı ki kulesine isabet eden bir mermiyle yanmaya başladı ve karaya oturdu. Süvarisi ile personelinden bir kısmını kaybeden gemi ve mürettebatı esir alındı. General Towsend, başka çare kalmadığını görerek Türk karargahına bir subayı ile gönderdiği mektubunda teslim koşullarını görüşmek istediğini bildirdi. LAWRENS’LE YÜZ YÜZE Halil Paşa, Taylan Sorgun’un kaleme aldığı “İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet’e Halil Paşa Bitmeyen Savaş” isimli kitapta, General Towsend ile buluşmasını ayrıntıları ile anlatır. İlk görüşme düşman generalin istimbotunda gerçekleşir. Towsend, Halil Paşa’ya önermelerini sunar. Önermeler, üçüncü madde hariç tutulursa böylesi bir durum için “yerinde” sayılabilir, ama “rüşvet” içeren o madde Türk komutanın tüylerinin diken diken olmasına yeter. Esir düşen İngiliz komutanların taşınması. 16 | Ocak 2016 | Sayı 16 “7- Bugüne Kut Bayramı namını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bugünü tesit ederken şehitlerimize yasinler, teberakeler, fatihalar okusunlar. Şühedamız hayatı ulyatta, semavatta kızıl kanlar pervaz ederken, gazilerimiz de atideki zaferlerimizle nigehban olsunlar Miralay Halil Bey, “eline ve sinirlerine hakim olarak” şu cevabı verir generale: “Beş aydır sizinle, Alymer ve Göringe orduları ile dövüşüyorum. Türk ordularının maneviyatları için sizin ve ordunuzun esaretinin zarureti hasıl olmuştur. Elinizdeki silah ve cephane modellerimize uymaz, imha edebilirsiniz. Benim tarafımdan en küçük bir tecavüze uğramanız ihtimali de olamaz. Şahsıma teklif edilen bir milyon sterlinlik çek meselesini bir latife olarak telakki ediyorum…” MİRLİVA HALİL Altıncı Ordu Kumandanı 29.4.1916” KUTULAMARE’DEN BURSA’YA Towsend, ilk görüşmedeki hatasını telafi etmek için hemen bir mektup yazar ve bu kez “Türk hükümeti namına iki milyon İngiliz sterlini çek” önerir. Kutulamare’de savaşan, Bursalı askerlerin “zabit” olsun “nefer” olsun saptanması ve olabiliyorsa Kut Şehitliği’nin ziyaret edilmesi Halil Paşa’nın bildirisinin bir bakıma hepimize yüklediği bir görev sayılır. Bu mektubu getiren kişi ünlü Lavrens’ten başkası değildir. Halil Paşa şöyle anlatıyor: “Karargahıma döndükten sonra birliklere son taarruz hazırlığına girişmelerini emrettim. Ne olursa olsun Kut’u düşürecektim ve bu çek teklifinin en güzel cevabı olacaktı. Hazırlıkların yapıldığı sırada tekrar bir İngiliz subayının beni görmek istediğini bildirdiler. Biraz sonra İngilizlerin ünlü casusu LAWRENCE karşımdaydı.” Irak Cephesi Komutanı Halil Paşa. Towsend, gözleri yaşararak silahlarını alırken, hükümetinin kuşatmaya bir ay dayanabilmesi durumunda kurtarılacağı sözü verdiğini, beş ay dayanmasına karşılık bu sözün tutulmadığını söyler. Halil Paşa, sabahla birlikte eyleme geçme kararındadır. Halil Paşa, düşmanını teselli ederken şu sözleriyle de onurlandırır: Gece yarısı, düşman karargahında büyük patlamalar meydana gelir, alevler gökyüzüne yükselir. “Siz, ordunuzun ve milletinizin şerefini tamamen müdafaa ettiniz, vaziyetiniz kısmen Plevne’deki Gazi Osman Paşa’nın vaziyetidir. Sizi harp esiri olarak kabul etmiyorum, Padişah’ın ve Türk Milletinin misafisiniz. Rus Çarı yanında Osman Paşa ne muamele gördüyse siz de Türkiye’de aynı muameleyi göreceksiniz.” İngilizler, silah ve cephanelerini imha etmektedir. Dolayısıyla da silahsızlanmışlardır. Miralay Halil Paşa’nın koşulları olduğu gibi kabul edilmiştir. 3. Alay komutanı Miralay Nazmi Bey, İngilizleri halkın olası bir saldırısından korumak üzere alayının başında Kut’a girer. Halil Paşa, birkaç dakika sonra, düşman ordusunu teslim almak üzere Towsend’ın karargahındadır. Şöyle anlatır: General, odasında hazırlanmış beni bekliyordu. Bir masa vardı odanın orta yerinde. Masanın üzerine General’in kılıcı ve iki rovelveri konulmuştu. Yani bir askerin şanı ve şerefi.” Sahne karşısında, “Savaşın kaderidir bu, esir olan kumandanlar bu acıya dayanmak zorunda kalmışlardır her zaman” diye düşünür Halil Bey; silahları masadan alıp uzatır: “General, uzun zaman şan ve şerefle kullanılan bu silahlar yine sahibine aittir…” Kut, 29 Nisan 1916 günü düşmüştü. Teslim olan ordunun mevcudu 13 bin 382, bunların 13’ü general, 481’i de farklı rütbelerden subaydı. Kutulamare çevresindeki savaşlarda İngiliz ordusu otuz binin üzerinde asker yitirmişti. Osmanlı Ordusu’nun kaybı 350 subay ve on bin neferdi. Halil Paşa, orduya yayınladığı 7 maddelik zafer bildirisinde bu bilgileri aktardıktan sonra 4. maddesine “Şu iki farka bakınca, cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır”; 3. maddesine de “İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı Çanakkale’de, ikinci vakayı burada görüyoruz” diye yazacak ve bildirisini şöyle bitirecektir: Bunun yanında Kutulamare muharebelerinin adından en çok söz ettiren komutanlarından Miralay Nureddin Bey’in Bursalılığını (General Nureddin İbrahim Konyar/Sakallı Nureddin Paşa); sonrasında Yıldırım Orduları Grubu’ndan bir fırka ile Halep’ten Kut ve Bağdat’ı savunmaya gönderilen Şükrü Naili Bey’in Bursa’yı işgalden kurtaran kolordunun komutanı General Şükrü Naili Gökberk olduğunu da unutmamalı. Çanakkale savaşları üzerine yazılanları okurken, Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere Çanakkale’de savaşan askerlerin Milli Kurtuluş Savaşı’nı bir bakıma orada hazırladıklarını düşünürüz ya, Kutulamare de biraz öyle düşünülebilir. İşte, Kutulamare muharebelerinin ilk komutanı ve Tovsend tümenini Kut’a sığınmaya zorlayan Nureddin Paşa; Sabis kahramanı ve Batı Cephesi’nde Büyük Taaruz’a kadar l. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis Paşa, Mareşal Goltz’un kurmay başkanı ve 18. Kolordu’nun komutanı Kazım Karabekir Paşa, Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Aşir Atlı Paşa, Şükrü Naili Gökberk Paşa ve diğerleri… Mustafa Kara hoca, Bursa’da Zaman’ın üçüncü sayısında Bursa, Bağdat, Bosna arasında “İlim Köprüsü” diyebileceğim tarihsel ilişkiye ve bunun İslam dünyasındaki olumlu sonuçlarına değinmişti. Şimdi; Bursa ile Bağdat arasındaki bir ucu muhakkak Balkanlar’a, yani Bosna’ya çıkacak başka köprüleri de ortaya koymanın zamanıdır belki. | Ocak 2016 | Sayı 17 17 dosya konusu / Uzaktadır ama komşumuzdur, ruhumuzda... MOĞOLİSTAN / Prof. Dr. Mehmet Kalpaklı UZAKTADIR AMA KOMŞUMUZDUR, RUHUMUZDA... MOĞOLİSTAN Moğol göçebeler (Fotoğraf: Saffet Yılmaz) 18 | Ocak 2016 | Sayı 16 Prof. Dr. Mehmet KALPAKLI Bilkent Üniversitesi, Tarih Bölümü Başkanı Moğolistan Eğitim, Kültür ve Bilim Bakanlığı’nın ev sahipliğinde yapılan 3. TÜRKSOY Müzeler Forumu için (ki ilki Bursa’da yapılmıştı bu forumların) 21-25 Eylül 2015 tarihleri arasında Moğolistan’a gittim. Ata toprağını ziyaret elbette heyecan verici... Prof. İlber Ortaylı’nın deyişiyle “uzak komşumuz” Moğolistan, her ne kadar Uzak Asya’da, bugünkü yaşadığımız topraklardan çok uzakta bir ülke olsa da bize dair, bizden pek çok şey var orada... Moğolistan deyince hemen akla geliveren Cengiz Han’ın başkenti Karakum’u ziyaret ettiğinizde, hele hemen yakınında atalarımız Göktürkler’in anıtlarını gördüğünüzde bunu öyle çok hissediyorsunuz ki... Dillerimiz ayrı olsa da, Cengiz Han’ın Batı’ya doğru yürüyen ordusunda pek çok Türk kabilenin yer aldığını ve bu eski milletle ilişkilerimizin bazan dost bazan düşman olsak da her zaman komşu olarak var olduğunu biliyoruz. Şimdi de uzaktaki komşumuz olarak bu gönül bağı devam etmekte. Bumin Kağan’ın kurduğu ilk Türk devletinden (552-630 yılları) ne yazık ki günümüze hiç bir Türkçe yazılı belge ulaşmamıştır. Belki yapılan arkeolojik kazılardan birinde bulunacak ama şimdilik bu Türk devletine ait başka dillerdeki belgelerle yetinmek zorundayız. Soğud, Brahmi vs. alfabelerle yazılmış farklı dillerdeki kitabelerle... Şimdilik bilinen en eski yazıtlarımız ikinci Türk kağanlığına (682-744 yılları) ait bugün “Göktürk Yazıtları” ya da “Göktürk Abideleri” veya Kül Tegin ve Bilge Kağan abidelerinin yakınındaki vadinin adıyla anıldıklarından “Orhon Yazıtları”diye bildiklerimizdir. Kül Tegin, Bilge Kağan ve Tunyukuk’a ait bu abideler mükemmel bir Türkçe ile hitap ederler tarihten bizlere... Türkler’in bilinen en eski edebiyat ürünü Çin kaynaklarında bulunan ve 4. yüzyıldan kalma olduğu tahmin edilen: “süke talıkan, bokukgı tutan” dizesidir ki “Orduyu gönderin, Bokuk’u tutun” anlamına gelir. Bu ve bunun gibi çok değerli bilgileri okumak isterseniz Prof. Dr. Mehmet Ölmez’in harika kitabı Orhon-Uygur Hanlığı Dönemi Moğolistan’daki Eski Türk Yazıtları kitabını (yeni baskısı Bilge Su Yayınları, 2015) mutlaka okumanızı öneririm. Sevgili dostum Mehmet Ölmez, Moğolistan gezim öncesinde kitabın pdf kopyasını okumama (Türk Tarih Kurumu Yayınları) öneririm. Prof. Ölmez’in çalışmasının yol göstericiliğinde Moğolistan’daki Türklerden kalan en eski yazıtları tanımaya devam edelim. Bilinenin aksine en eski yazıtlarımız Kül Tegin, Bilge Kağan ve Tunyukuk yazıtları değildir. Onlardan daha eski “Bugut Yazıtı” diye anılan bir kısmı eski Hintçe, bir kısmı da Soğdça olan bir anıtımız vardır. Moğolistan’ın Geyikli Taşlar Bölgesi’nde yani Göktürk Yazıtları’nın bulunduğu bölgeden 170 km daha doğuda bulunmuştur. İlk Türk Kağanlığı’na ait bu yazıtta Bumin Kağan’ın da adı geçmektedir. Bu yazıtlar tarihsel bilgilerimize göre Orhon Yazıtlarından en azından 50 yıl, muhtemelen de 150 yıl daha önceye aittir. Bugün Moğolistan’ın Çeçerleg Müzesi’nde sergilenmektedir. Bilinen bu ilk Türk devletine dair Brahmi harfli bazı yazıtlar da bulunmuştur ve halen Türk ve Japon bilimadamlarınca çözülmeye çalışılmaktadır. En eski tarihimizi aydınlatacak bu çalışmaların bir an önce tamamlanmasını diliyoruz. Bugut Yazıtı’ndan sonraki diğer en eski kaynaklarımız Hüys Tolgoy yazıtlarıdır. Bunların da okunması ve çözümlenmesi için çalışmalar halen devam etmektedir. Bugut ve Hüys Tolgoy yazıtları Türklerin bilinen tarihini muhtemelen 100-150 yıldan fazla geriye çekmektedir. Prof. Dr. Mehmet Kalpaklı, Bilge Kağan Yazıtı arka cephesi önünde. müsade etmiş ve gezimin daha anlamlı, tarihsel ve dilbilimsel açıdan daha anlaşılır olmasını sağlamıştı. Sırası gelmişken konuyla ilgili yetkin çalışmaları okumak isteyenler için hemen Prof. Dr. Ahmet Taşağıl’ın kitaplarını özellikle de Kök Tengri’nin Çocukları (Bilge Kültür Sanat Yayınları, 2015), Göktürkler Bumin Kağan önderliğinde Türklerin kurduğu ilk Türk devletinin adında ‘Türk’ sözü geçmez. Ancak, II. Türk devleti olan Göktürkler (ya da Köktürkler) devletlerini Türk devleti olarak adlandırmışlardır. Oldukça kısa ömürlü ilk Türk devleti kuruluşundan (552 yılı) kısa bir zaman sonra Doğu ve Batı kağanlığı olarak ikiye bölünmüştür. Bunlar da doğudaki kağanlık 630’da ve batıdaki kağanlık 659’da Çin hakimiyetine girmişlerdir. Ve bu hakimiyet altındaki Türkler 682 yılına dek pek çok kez özgürlük mücadelesi için ayaklanmışlarsa | Ocak 2016 | Sayı 17 19 dosya konusu / Uzaktadır ama komşumuzdur, ruhumuzda... MOĞOLİSTAN / Prof. Dr. Mehmet Kalpaklı Moğolistan steplerinde bir güreş müsabakası. (Fotoğraf: Saffet Yılmaz) da başarılı olamamışlardır. Ancak, Göktürk Yazıtları’ndan öğrendiğimiz üzre, İlteriş Kağan 682’de 17 yakın adamıyla ayaklanmış, bunların kahramanlıklarını duyan kişilerin katılımıyla 70’i bulan küçücük bir orduyla başlayan özgürlük hareketi “Türklerin yok olmasını istemeyen, bir kavim olmasını isteyen Göğün/ Tanrı’nın yardımı ile başarıya ulaşmıştır.” Kül Tegin Anıtı’nda yazan: “Belli ki Türk halkı yok olmasın diye, halk olsun diye, babam İlteriş Kağan’ı, annem İlbilge Sultan’ı göğün tepesinden çekip yükseltmişler. Babam Hakan, on yedi savaşçıyla isyan etmiş. İsyan başlıyor, diye haber gelince, şehirdekiler de isyan et- mişler. Dağdakiler de aşağı inmişler. Toplanıp yetmiş savaşçı olmuşlar.” İlteriş halkı, devleti toplayan, düzenleyen demek... İşte önder Kutluğ, bu zaferden sonra İlteriş adını aldı. Göktürk devleti büyüyüp genişlemiş Moğolistan’ın doğusundan Kore’ye kadar ve güneyde Çin’e ve Tibet’e kadar, batıda Semerkand, Afganistan’a kadar ve kuzeyde Altay, Tuva bölgesine kadar olan coğrafyayı egemenlikleri altına almışlardır. Çin’den bir Türk atına karşılık bir balya ipek olarak aldıkları ipeği bugün de Moğolistan’da görebileceğiniz çift hörgüçlü ve çok dayanıklı develerle İran’a hatta Anadolu’ya kadar taşıyıp devletlerini zenginleştirmişlerdir. Mehmet Ölmez’in kitabından Kül Tegin Anıtı’nı okumaya devam edelim: “Dokuz Oğuz Beyleri ve halkı, bu sözümü iyice işitin, sıkıca dinleyin! Doğuda güneşin doğduğu yere, güneyde aydınlığın ortasına, batıda güneşin battığı yere, kuzeyde karanlığın ortasına kadar, bu sınırların içerisindeki halkın tamamı bana bağlıdır. Bu kadar halkın tamamını düzene soktum.” Tarihsel bilgilerimize göre Göktürk devleti 744 yılında Uygurlar tarafından yıkılmıştır. Uygur- Çoyr Yazıtı/Balbalı, Moğolistan Milli Müzesi. 20 | Ocak 2016 | Sayı 16 Bilge Kağan hazinesi, Moğolistan Milli Müzesi. lar da Orhon ırmağının yakınındaki Ordo Balık (Saray Şehri) diye adlandırdıkları bir bölgeyi başkent edinmişler yani yine Ötüken bölgesinde yaşamışlardır. Moğolistan’ın başkenti Ulan-Batur, her ne kadar hava kirliliğinin dünyadaki en yoğun olduğu başkentlerden biri ise de, geniş Moğolistan coğrafyası göz önüne alındığında binaların iç içeliği, kötü şehirleşme ve trafiğin müthiş yoğunluğu ve karmaşası ile sizleri şaşırtsa da seyahat etmeye değecektir. Moğolistan Milli Müzesi’nde sergilenen Çoyr Yazıtı ya da Balbal’ı (ki Orhun Yazıtları’ndan en az 40-50 yıl önce yazılmıştır) ile Bilge Kağan’ın hazinesi (özellikle altın tacı) ve Kül Tegin’in heykel başını görmek için bile gitmeye değer, Ulan-Batur’a. Elbette, buraya 400 kilometre uzaktaki Cengiz Han’ın başşehri Karakurum’u gezmek ve oradaki Karakum Müzesi’ni ziyaret etmek insanı ata topraklarında zaman içinde bir yolculuğa çıkarmaktadır. Mavinin gerçekten mavi olduğu, toprağın yemyeşil uzandığı bir yolla ulaştığınız Karakurum’dan 47 kilometre uzaktaki, Türkiye Cumhuriyeti tarafından yaptırılan bir müzede yer alan Bilge Kağan ve Kül Tegin anıtlarını ziyaret etmek, hepimizin biraz da olsa bilgisinin olduğu bu meşhur abideleri yakından görmek inanılmaz bir duygu yaşatır, insana... Yol boyunca görülen ve “ovo” denilen taş yığınları bugün dilek dilemek için kullanılsa da tarihte savaşa giden her askerin bir taş koyduğu ve dönen her askerin de bir taş aldığı, böylece, geriye kalan taşların sayısı kadar askerin savaşta öldüğünün anlaşıldığı bir geleneği bir başka boyutta yaşatmaktadır günümüzde. Kül Tegin’in heykel başı, Moğolistan Milli Müzesi. Yol boyunca göreceğiniz yurt’lar (yani çadırlar) ve yüzlerce binlerce hayvanın oluşturduğu sürüler... Uçsuz bucaksız Moğolistan ovalarında adeta asırlar öncesine taşıyacaktır ruhunuzu, en eski atalarınızla hemhal olacağınız garantidir. Hele dönüş yolunuzu Ögi Gölü’nün kenarından geçirip deniz misali bu gölün kenarında su içmeye inen sürüleri ve şaman çadırlarını görürseniz başka bir aleme gidersiniz adeta... Hasılı, ata topraklarımızın olduğu Moğolistan gidilip görülesi bir ülkedir. Uzaktadır ama komşumuzdur, ruhumuzda... Karakurum yolunda bir “ovo”. | Ocak 2016 | Sayı 17 21 dosya konusu / Steplerinden Orhun Vadisine / Aziz ELBAS 22 | Ocak 2016 | Sayı 16 Aziz ELBAS BBB Kültür ve Turizm Daire Başkanı STEPLERİNDEN ORHUN VADİSİNE Türksoy ve Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin ortak bir projesi olarak ortaya çıkan ‘Türk Dünyası Müzeler Birliği’nin kuruluşu ve ilk toplantısı 2012 yılında Bursa’da yapılmış idi. Kuruluşundan itibaren Türk dünyasında bulunan birçok müzeyle sıkı işbirliği içerisinde ortak projeler yapma konusunda oldukça mesafe kat edildi. Her yıl farklı bir ülke ve farklı bir kentin ev sahipliliğinde gerçekleşen her bir toplantı sonuçları itibariyle oldukça verimli geçmekte. Gelecek adına umut verici gelişmeleri de beraberinde getirmekte. Bu kapsamda yapılan 2015 yılı toplantısına Moğolistan’ın Ulanbatur şehri ev sahipliği yaptı. Moğolistan 1,5 milyon kilometrekareyi aşan yüz ölçümüne rağmen 3 milyon civarında bir nüfusa sahip. Nüfusunun yarısına yakını kentlerde ve önemli bir bölümü başkent Ulanbatur’da, diğer kalan kısmı ise göçebe hayatı devam ettirmekte. Ülkenin yalnızca yüzde 10’u ormanlık, diğer alanların yüzde 10’u çöl, kalan kısımları ise uçsuz bucaksız steplerden oluşmakta. İçerisinden büyüklü küçüklü akarsuların geçtiği alabildiğine geniş yaylalar. Kışın tüm akarsuların donduğu ve her bir tarafı karlarla kaplanan bir bölge, yazın ise gözün yeşilin her bir tonuna doyduğu yaylalar, stepler ülkesi. Toplantılara ev sahipliği yapan Moğolistan Ulanbatur şehri başkent olmasının yanında ülke nüfusun önemli bir kısmını bünyesinde barındırmakta. Her bir tarafının şantiyelerle çevrilmiş olması, inşai faaliyetlerin oldukça hızlı olduğu gözlemlenmekte. Şantiyelerde farklı ülkelerin bayraklarının görülmesi yabancı sermayenin ilgisini göstermekte. Bizim için yani Türk tarihi açısından Moğolistan’ın farklı bir önemi var. Özellikle Orhun Bölgesi çok daha değer arz etmekte. Orhun Yazıtları olarak bildiğimiz 8.yy’dan kalma Bilge Kağan, Kül Tigin Yazıtı burada yer almakta. İlk Uygur Kağanlığı’nın başkenti Ordu-Balık şehri buradadır. 3.yy’dan 13.yy’a değin buralara hakimiyet kuran Uygur İmparatorluğu, Hun İmparatorluğu ve Göktürk İmparatorluğuna dair arkeolojik ve anıtsal eserlerin yer aldığı bölge aynı uzamanda bir dönem tüm dünyaya korku salan Moğol İmparatorluğu’nun kurulduğu Cengiz Han’ın imparatorluğunu yeşerttiği topraklar. İlkokul sıralarından beri duymaya alıştığımız bu isimler ve bölgeler hep merak uyandırmıştır. Özellikle Orhun anıtları denilince hakkında eksik fazla birkaç kelime söylemeyenimiz çok azdır. Türk tarihi açısından önemi hep vurgulanagelmiştir. Böyle bir bölgede toplantılar vesilesiyle de olsa bulunuyor olmak oldukça heyecan verici. Orhun bölgesi bulunduğumuz kentten yani Ulanbatur’dan yaklaşık 400 km mesafede. Konsolosluğumuzun yardımıyla bulduğumuz bir araçla koyulduk yollara. Şehrin dışına çıkar çıkmaz adeta başka bir dünyada buluveriyor- Fotoğraflar: Saffet YILMAZ | Ocak 2016 | Sayı 17 23 dosya konusu / Steplerinden Orhun Vadisine / Aziz ELBAS Sabahın o dingin saatlerinde bir an gözlerimiz kapatıp o uçsuz bucaksız yaylalarda steplerde belki yüzlerce belki de binlerce ‘Yurd’ çadırlarının kurulduğu derya hafızlarınızda canlanıverir. Önlerinde balaların oynadığı, kimi alanda cenk eğitimi yapan, kan ter içinde güreş tutan adeta çimenlerle boğuşmuş gençleri görür gibi olursunuz. At üstünde yiğitler bir oraya bir buraya at sürmekte. Sırtında yayı, belinde kaması genç kızlar yağız atlar üzerinde yarış etmekte. Uzakta duran büyük otağ çadırı ‘Han Çadırı’ olmalı. Görkemli olduğu kadar çevresi bir o kadar kalabalık. Ak sakallı büyüklerin birisi girmede diğeri çıkmada. Belli ki hummalı bir toplantı yapılmakta içerde. Kadınlar kazanların yanıbaşında obaya aş yetiştirme telaşındalar, çobanlar ise yavaş yavaş sürülerini toparlamaya çalışmakta. Düşünce denizinizdeki bir anlık yaptığınız bu kurgu buralara hiç de yabancı olmasa gerek. sunuz kendinizi. Şehre yakın yerlerde çiftlikler dikkatinizi çekiyor. Çiftliklerde kalabalık büyük baş hayvan sürüleri, at sürüleri ve koyun sürülerini görebiliyorsunuz. Alabildiğince gözünüzün alabildiği mesafelere değin yeşilin doygun rengini görebilirsiniz. Yalnız kilometrelerce yol gitmenize rağmen tek bir ağaca dahi rastlamamanız oldukça dikkat çekici. Moğolistan’ın eşsiz doğasıyla birlikte size yol boyunca eşlik eden hayvan sürüleri arasında birden bire bitiveren asfalt yollar. Ardından sadece araç izlerinden oluşan arazi yolları. Ancak yol aldığımız araç şoförü ve aracın bu yollara aşina oldukları belli. Yol boyunca dikkatimizi çeken başka bir konu ise steplerin ortasında kuş uçmaz kervan geçmez diyebileceğimiz yerlerde Yurt adı verilen keçi kılından dokunmuş keçeden yapılmış geleneksel evler. Çiftliklerin hemen yanıbaşında da bunu görmek mümkün. Akşam karanlığına doğru arazi yolundan ilerlediğimiz steplerdeki gün batımı görüntüleri ve oluşan renk cümbüşleri tarif edilemez. Hava karardıktan sonra geç saatlerde ulaştığımız Orhun Vadisi Karakurum bölgesinde daha önce ayarlanan yurt adı verilen geleneksel evlerin bulunduğu bölgede görevlilerin güleryüzleriyle karşılanıyoruz. Dışarda soğuk 24 | Ocak 2016 | Sayı 16 bir hava olmasına karşın içeriler oldukça sıcak. Gece konaklayacağımız yurt çadırlarına yerleşip sabaha değin yakılan sobanın sıcaklığında oldukça konforlu mekanlar. İç mekanlarında ihtiyaç duyulan her bir ayrıntı düşünülmüş ve bir o kadar da rahat. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte gün doğumunun steplerdeki yansımasının verdiği güzellikleri yaşamak gerek. Soba başında yapılan kahvaltının ardından heyecanla görmeyi arzuladığımız Orhun anıtlarına doğru yola çıkıyoruz. Bu düşüncelerle çıktığımız önce Karakurum’da yol üzerinde bulunan 1586 yılında inşa edilmiş tarihi Erdene Zuu Budist Manstırı’nı ziyaret imkanı bulduk. Özgün yapısını koruyan bu Budist tapınağı halen aktif durumda ve oldukça turist çektiği söyleniyor. Vadi boyunca sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyanan hayvan sürüleri arasından abidelerin bulunduğu mütevazi müzeye varıyoruz. Müzeye giden Bilge Kağan adıyla anılan yol TİKA tarafından yapılmış. Müzeye vardığımızda kapalı olduğunu görüyoruz. Ancak yakın bir yerde yurt evlerinde görevlileri haberdar edip günün ilk müşterileri olarak müzeyi geziyoruz. Mütevazi bir müze olmasına karşın içinde barındırdığı oldukça zengin ve değerli eşyalar ve sergi materyalleri müzenin değerini kat ve kat arttırmakta. Özellikle eğitim hayatımız boyunca hep duyduğumuz Orhun anıtlarının çıplak gözle görüp inceleme ve fotoğraf çekme imkanı bulmamız tarif edilebilecek bir duygu değil. Aynı mekanda arkeolojik kazılarda bulunan değerli materyaller ve Bilge Kağana ait eşyalar oldukça dikkat çekici. Burada bölgeniz zenginliğini ve tarihi derinliğini görmeniz mümkün. Bu ziyaretin ardından müze civarında yakın çevrede yer alan ve abidelerin çıktığı Bilge Kağan ve Kül- Tigin arkeolojik alanlarını dolaşma ve inceleme fırsatı bulduk. TİKA’nın desteğiyle gerçekleşen kazılarla birlikte düzenleme yapılmış, bu çerçevede abideleri birer örneği alan içerisinde orjinalinin bulunduğu yerlere konulmuş. Orhun Vadisinin 2004 yılında Unesco tarafından evrensel değer olarak asıl listeye almış olması oldukça sevindirici. Gezi ve ziyaretler sonrası başka bir güzergahtan Ulunbatur’a doğru çıktığımız yolda yine steplerin o eşsiz yeşil dokusu ve manzarasıyla karşılaşıyorsunuz. Kimi yerlerde göl kimi yerlerde akarsu boylarından süzülüp giden yol üzerinde turistik amaçlı kurulan bazı Yurt çadırları göze çarpıyor. Yaban at sürülerinin olduğu yerlerde duraklayıp fotoğraflamaya çalışıyoruz. Doğayla o kadar bütünleşmiş olmaları muhteşem. Güzergahımız üzerinde steplerin içerisinde kendisini soyutlamış bir çiftliğe uğramayı ihmal etmedik. İki küçük çocuğu ve eşiyle Moğol bir aileye konuk olduk. Misafirperver ve candan davranışları bize hiç de yabancı değil. Yurt çadırlarında mütevazi bir hayat yaşıyorlar. İçerde madalyalar dikkatimizi çekiyor. Sorduğumuzda geleneksel at yarışlarında birincilik madalyaları olduğunu öğreniyoruz. Bu arada dışarda duran ve birinci olan atını da göstermeyi onunla bir gösteri turu atmayı da ihmal etmiyor. Bu deneyimden sonra hep bir at yarışı görme arzusuyla çıktığımız yolda sanki dualarımız kabul olurcasına kendimiz bir at yarışının içerisinde buluverdik. Ahalteke atlar üzerinde yaşları 7 ila 12 arasında değişen çocukların binici olarak yer aldıkları at yarışları tek kelimeyle görülmeye değer. Steplerin içerinde bizim araçla takip ettiğimiz son sürat yarışlarda çocukların atlara o kadar aşina olmaları ve heyecanları anlatılır gibi değil. Bilmeyerek te olsa geleneksel bir etkinliğin içerisinde olduğumuzu anlıyoruz. Yarışların ardında bütün herkes biraz ilerde kurulu alana geçip beklemeye başlıyor. Beklenen ise güreşçiler. Boylarınca iri yarı dört güreşçi bizim hiç de yabancı olmadığımız anonslarla meydana gelip peşrev yaparak halkı selamlıyorlar. Cazgırın söylemleri inanın çok yabancı değil bazı özgün kelimeleri anlayabiliyorsunuz. Hemen kenarda Yak denilen hayvanlar koşumlu ve eğerli bir şekilde bekletiliyor. Belli ki başka bir yarış onları bekliyor. Çetin geçen final güreşinin ardından galip gelen güreşçiler başta olmak üzere her bir yarışçıya hediyeleri veriliyor. At yarışı yapan çocuklara birer kuzu, güreşçilere ise birer koç. Çocukların o yoksul fakat mutluluk içerindeki duruşları hayat boyunca unutulacak şeyler değil. Geleneklerin halen yaşatılıyor olması ise oldukça önemli. Bu arada izleyicilere ikramlar da ihmal edilmiyor. Dolu dolu ve inanılmaz deneyimlerle geçen bir günü arkamızda bırakıp yine steplerin o eşsiz manzarası ve derinlikleri arasında başkent Ulanbatur’a varıyoruz. Ata topraklarında zorlu şartları, bu zorlu şartlar kadar uçsuz bucaksız güzellikleri görmenin mutluluğunu taşırken atalarımızın bu topraklardan göçlerle buralardan çok uzaklara Anadolu içlerine değin süren serüvenlerini çok daha iyi anlamaya başlıyoruz. | Ocak 2016 | Sayı 17 25 dosya konusu / Türk Dünyası Müzecileri Moğolistan’da / Ahmet Ö. ERDÖNMEZ TÜRK DÜNYASI MÜZECİLERİ MOĞOLİSTAN’DA 26 | Ocak 2016 | Sayı 16 Ahmet Ö. ERDÖNMEZ Türk Dünyası Müzeler Birliği 2013 yılında Bursa’da kurulmuştur. Bursa’da yapılan toplantıda gördük ki Türk Dünyası müzecileri ilk defa bir araya geliyorlar. Toplantı sonunda katılan müzeciler bir deklarasyon yayınladılar. Adına da “Bursa Deklarasyonu” dediler. İçeriğe kısaca göz atacak olursak, amaç şu; “her yıl farklı bir ülkede bir araya gelerek bilgi, belge ve tecrübe paylaşarak ortak üretimler yapmak…” Amacına uygun olarak Türksoy ve Bursa Büyükşehir Belediyesi organizasyonu ile ikinci toplantı Tataristan’ın başkenti Kazan’da yapıldı. Oldukça yüksek bir katılımla gerçekleşen Kazan toplantısı da müzeciler açısından çok faydalı oldu. Toplantının bu yıl Moğolistan’ın Başkenti Ulan Batur’da olması müzecileri daha da çok heyecanlandırdı. Katılımın yüksek olduğu toplantılar çok başarılı geçti. Her ülke kendi müzelerini tanıttı ve bilgi birikimlerini sundu. İzleyiciler bu tecrübelerden faydalanma fırsatı yakaladılar. Sizlere; biraz Moğolistan’dan bahsetmek istiyorum. Uçak ile 14 saatlik bir yolculuktan sonra başkent Ulan Batur’a indik. Modern bir şehir yapısında, planlı bir yerleşimi vardı. Şehir kenar mahallelerinin “yurt” denen çadırlardan oluştuğu da gözden kaçmadı. Moğolistan’a gidip de ata topraklarına uğramadan olur mu dedik. Araçlar kiralayarak Orhun Abideleri’ni görmek için yola çıktık. Önce Karakurum’a, sonra da abidelerin olduğu bölgeye gitmeye karar verdik. Ulan Batur’dan 60-70 km. sonra, steplerden oluşan bambaşka bir dünyaya daldık. 16. yüzyılı yaşamaya başladık. Yurt denen çadırlar, binlerce at, on binlerce koyun, yüzlerce yak öküzler, inekler stepleri kaplamıştı. Bildiğimiz anlamda bir yol yok. Steplerde usta yön bulucular ile Karakurum’a vardık. Bir gece yurtlarda orijinal haliyle kaldık. Keçe çadır, tezek sobası, tuvalet çok dışarda ve step soğuğu her tarafı kaplamış. Ama olsun Orhun Abideleri’ni görmeye değer. Sabah erkenden yola çıkıp, Orhun Abideleri’ne vardık. Hayalim gerçek oldu. Rüyamda görsem inanmazdım. T.İ.K.A. orada başarılı çalışmalar yapmış, tüm bölgeyi düzenlemiş, yol yapmış, müze kurmuş. Bilge Kağan ve Kül Tigin Kağan’ın anıtlarını, yaşadıkları yerleri gördük. Türk Dünyası’nın kökenlerini orada hissedebiliyorsunuz. Uçsuz bucaksız steplerden, müthiş doğal güzelliklerin arasından geçerek Ulan Batur’a geldik. Ertesi gün Tonyukuk Hakan’ın anıtına ve yaşadığı bölgeye inceleme gezisi yaptık. Ulan Batur’da Moğol Milli Müzesi’ni gezdik. Koleksiyonlarının büyük bir bölümü ilk dönem Türklere ait. Mutlaka görülmeli. Kültürleri bize çok benziyor. Oradan Kubilay Han’ın 800. doğum yıldönümü törenlerine katıldık. Görkemli | Ocak 2016 | Sayı 17 27 dosya konusu / Türk Dünyası Müzecileri Moğolistan’da / Ahmet Ö. ERDÖNMEZ 1 törenlerde Moğol kültürünü bütün yönleriyle izleme imkanımız oldu. İnsanları cana yakın, kendinizi adeta Anadolu’da hissediyorsunuz. Moğolistan’ın nüfusu üç milyon. Bu nüfusun yüzde kırkı Ulan Batur’da yaşıyor. Diğer bölümü ülkeye dağılmış. Nüfusun yüzde otuzu göçebe. Tahminlere göre Moğolistan’da yüz milyon hayvan yaşıyormuş. Yüzölçümü 1.564.000 km². Türkiye’nin iki misli büyüklüğünde. Moğollar, Kazaklar ve Tuvalar birlikte yaşıyorlar. 2 sergiden etkilenerek bildirimi hazırladım. Serginin ismini çok ünlü bir Bursa türküsünden aldık “Bursalı mısın Kadifeli Gelin”. Bursa’da yaşayanlar Kent Müzesi’ne birçok gelinlik bağışladı. Genellikle ipek ve kadifeden oluşan gelinlikler ağırlıktaydı. Bağışlayanlar gelinliklerine çok önem veriyorlardı. Çünkü ömründe bir defa giyilmesine rağmen onlar için anlamı büyüktü. Ama toplum ile paylaşmak istedikle- Sizlere Moğolistan Toplantısı hakkında bilgi aktarmak istiyorum. 28 | Ocak 2016 | Sayı 16 ri için güvendikleri müzeye bağışlayabiliyorlar. Bursa Kent Müzesi’ne güvenen birçok Bursalı bayanın bağışladığı gelinliklerden oluşan bu sergi çok büyük bir ilgi gördü. Gelinliklerin bir bölümü benim şahsi koleksiyonlarımdan oluşuyor. Pek çoğu Bursa’da dokunmuş, Bursa’da dikilmiş ve giyilmiş gelinliklerden örnekler sundum. Moğolistan’da yaptığımız defile ve sunum çok büyük ilgi ile izlendi. Sunumdaki tarihi kıyafetler hakkında kısa bilgiler aktarmak istiyorum. PİRPİRİ Vişneçürüğü renginde kadife kumaş üzerine, simli kordon ile kordon tutturma tekniğinde işlemeli “pirpiri” adı verilen Balkanlara özgü gelin kaftanı. (Resim 1) Toplantı öncesinde katılımcı ülkelerin kendi yöresel kıyafetlerinden oluşan defileler sunuldu. Türkiye temsilcisi olarak getirdiğimiz 16. yüzyıl Kanuni dönemine ait Osmanlı İmparatorluğu, saraylı hanım kıyafetleri Türk dünyası mankenleri tarafından izlenime sunuldu. Bursa Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarının kostüm koleksiyonundan 8 kıyafetle hazırlanan bu defile konukların oldukça ilgisini çekti. Toplantıda Türk giysileri ve gelin kıyafetleri ile ilgili bir bildiri hazırlamam rica edildi. Bursa Kent Müzesi’nde 2011 yılından açtığımız bir 3 KADİFE BİNDALLI GELİNLİK Mor kadife kumaş üzerine, sırma ile dival tekniğinde, iri bitkisel motiflerle yoğun işlemeli bindallı gelinlik. (Resim 2) ÜÇ ETEK GELİNLİK 6 Vişneçürüğü kadife kumaş üzerine, sırma ile dival tekniğinde, bitkisel motiflerle işlemeli, “üç etek” olarak adlandırılan bindallı entari ve şalvarı. (Resim 3) 4 5 ŞALVAR, CEPKEN, YELEK GELİNLİK Pembe ipek saten kumaş üzerine, simli kordon ile kordon tutturma tekniğinde işlenmiş cepken, yelek ve şalvardan oluşan Balkanlara özgü gelin kıyafeti. Koyu yavruağzı renkli pamuk saten kumaş üzerine, sırma ile dival tekniğinde, bitkisel motiflerle işlenmiş etek ve bluzdan oluşan gelin kıyafeti. (Resim 7) 7 tekniği ile işlenmiş cepken ve şalvardan oluşan gelinlik. (Resim 8) GELİNLİK BİNDALLI GELİNLİK CEPKEN VE ŞALVAR Mor kadife kumaş üzerine, sırma ile dival tekniğinde, bitkisel motifler işlenmiş bindallı gelinlik. (Resim 4) Mor saten kumaş üzerine, kordon tutturma Açık yeşil renkli, jakarlı ipekli dokuma kumaştan dikilmiş, dönemin Avrupa modasına uygun kesimli etek ve bluzdan oluşan gelinlik. Bursa tarihi boyunca çok kaliteli ipekli ve kadifeli kumaşlar üretmiş bir şehirdir. İpek Yolu’nun Anadolu’daki en önemli duraklarından birisidir. Dünya müzelerinde Bursa kumaşlarını görmek mümkündür. BİNDALLI GELİNLİK Açık yeşil saten kumaş üzerine, sırma ile dival tekniğinde bitkisel motiflerle işlemeli bindallı entari ve ceketinden oluşan gelinlik. Türk Dünyası Müzeler Birliği’nin üçüncü buluşmasında Moğolistan’ın başkenti Ulan Batur için hazırladığım sunum umarım sizlere bir fikir vermiştir. Türk Dünyası’nın kültürel zenginliklerini daha iyi tanıtması ile müzeler birliğinin devam etmesinin çok önemli olduğu ortadadır. İPEK SATEN GELİNLİK Yavruağzı renkte, kendinden desenli ipek saten kumaştan, dönemin Avrupa modasına uygun kesimli etek ve bluzdan oluşan gelinlik. (Resim 5) BİNDALLI GELİNLİK Gelecek yıllarda çok daha başarılı bir birlik olarak devam edeceği inancıyla Türksoy’a ve Moğolistan yetkililerine teşekkür ediyorum. Pembe saten kumaş üzerine, dival tekniğinde sırma ve pul ile çeşitli iğne teknikleri kullanılarak bitkisel motiflerle işlenmiş gelinlik. (Resim 6) 8 | Ocak 2016 | Sayı 17 29 dosya konusu / Saflığın, dokunulmamışlığın, yanlızlığın ve özgürlüğün son sığınağı; Moğolistan / Saffet YILMAZ 30 | Ocak 2016 | Sayı 16 Saffet YILMAZ BBB Basın ve Halkla İlişkiler M.V. YALNIZLIĞIN VE ÖZGÜRLÜĞÜN SON SIĞINAĞI MOĞOLİSTAN geride kalarak yola çıktığımızda aslında gönlümüz çoktan Moğolistan steplerinde dolaşmaya başlamıştı. Şimdi size, gördüklerimden geriye kalanları anlatmaya çalışacağım. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, ata topraklarımız olan Moğolistan’a gideceğim ve buranın yerel kültürünü görüp insanlarıyla tanışacağım. Kısmetimizde varmış ki oldu; Türk Dünyası Kültür Teşkilatı(TÜRKSOY), Türk Dünyası Müzeler Birliği toplantısını bu ülkede yapmaya karar verdi. TÜRKSOY’un organizasyonu ve Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin evsahipliği ile iki yıl önce Bursa’da gerçekleştirilen toplantıda, Türk soyundan gelen ülke temsilcilerinin de kabul etmesiyle Türk Dünyası Müzeler Birliği oluşturulmuştu. Bu birlik, Bursa’dan sonraki ikinci toplantısını Tataristan’ın Başkenti Kazan’da yapmıştı. 2015 yılı sonlarındaki üçüncü toplantısını ise Moğolistan’ın Başkenti Ulan Batur’da yapmayı kararlaştırdı. Birliğin kurucu şehri Bursa olduğu için biz de Moğolistan’a davet edildik. Aslında sadece davet edilmedik, toplantı içeriğinin oluşturulmasında da TÜRKSOY yetkilileri ile birlikte etkin bir rol aldık. Toplantılar boyunca hem Bursa hem Türkiye’deki deneyim ve tecrübelerimizi paylaştık. TÜRKSOY demişken, Türk dünyası ile kültürel bağların geliştirilmesi konusunda çalışan en aktif kurum olduğunu belirtmeliyim. Her ne kadar aynı soydan gelsek de bugünkü mevcut durum, irili ufaklı Türki cumhuriyetlere nüfuz edemediğimiz bir gerçek. Ancak Türkiye’nin de içinde yer aldığı bu kurum, Tataristan’dan Kazakistan’a, Moğolistan’dan Azarbeycan’a ya da Türkmenistan’a kadar tüm coğrafyada söz sahibi. Elbette kültürel konularda. İstanbul-Ulanbator uçuşunu tek parçada değil, aktarmalı gerçekleştirebildik. Aslında bayağı bir meşakkat ama işin ucunda Moğolistan’ı görmek, ata topraklarına yüz sürmek, köklerimizi araştırmak olunca kimsede ne bir yorgunluk emaresi ne de bir bıkkınlık. Hele de Moğolistan hava sahasına girip uçak alçalmaya başladığında aşağıda görülen coğrafya, herkes, gördüklerinin çöl mü step mi olduğunu ayrıştırmaya çalışıyor. Havadan belki yüzlerce kilometre gidiyoruz fakat ne bir şehir ne de bir büyük yerleşim alanı görüyoruz. Aşağısı inanılmaz bir ıssızlık hissi veriyor. Ve sonunda bir büyük şehir görüyoruz; çevresi bizim kaçak-plansız semtler gibi, biraz ilerleyince modern binaların, caddelerin olduğu bir şehir, Ulan Bator. Uçağımız Ulan Bator havaalanına indiğinde öğlen olmamıştı. Bursa’nın 30-35 derece havasından çıkıp, Ulan Batur’un 15-16 derece havasına girmek bizi biraz serinletti. TÜRKSOY’a bağlı Türk Dünyası Müzeler Birliği’nin Moğolistan toplantısı 2015 Eylül ayındaydı. Tarih, Bursa’da gündemin çok yoğun olduğu bir zamana denk geliyordu. Aklımız Moğolistan’ın Bursa Fahri Konsolosu Çetin Yıldırım’ın katkısıyla hazırladığımız yoğun programa başlıyoruz. Türkiye’nin Ulan Bator Büyükelçiliği görevlileri bizi havaalanında karşılayıp işlemlerimizi hızlandırıyor. Saatlerce uçtuktan sonra Türkçe konuşan birileri tarafından karşılanmak güzel bir şey kuşkusuz ama daha da güzel olanı, havaalanındaki | Ocak 2016 | Sayı 17 31 dosya konusu / Saflığın, dokunulmamışlığın, yanlızlığın ve özgürlüğün son sığınağı; Moğolistan / Saffet YILMAZ Moğol görevlilerin Türk pasaportuna karşı yaptığı ‘yabancı değil’ davranışı. Sık sık yurtdışına seyahat edenler bilirler, havaalanlarındaki pasaport bürokrasisi hem çok katı hem de rahatsız edicidir. Moğolistan’a, neredeyse Kıbrıs’a girer gibi girdik. Moğolistan’da geçireceğimiz bir saniyeyi bile boşa geçirmek istemiyoruz. Önce otele yerleşme ve ardından hiç zaman kaybetmeden programın ikinci bölümünü icra edeceğiz: Ata topraklarımız olan, etnik köklerimizin olduğu bölgeye, Karakurum’a gideceğiz, yıllarca muhtelif okullarda okurken adını andığımız anıtlarımızın, Han’larımızın, Kağan’larımızın yanına gideceğiz. Gideceğiz ama Ulanbator-Karakurum arası 32 | Ocak 2016 | Sayı 16 yaklaşık 360 kilometre. Bunun için uygun nitelikte araç ve rehber gerekiyor. Büyükelçilikteki dostlarımızın da katkısıyla kısa sürede hepsi ayarlandı ve bir saat içinde yola çıktık. Çıktık diyorum ama şehirden çıkmam ne mümkün. İstanbul’un trafiğini bilenler beni daha iyi anlayacaktır, ondan daha berbat bir trafik. Yavaş yavaş şehir merkezinden uzaklaşmaya başladıkça aslında gerçek Moğolistan’a da girmeye başladık. Çünkü merkezi büyük ve modern binalardan oluşan şehrin kenar bölgeleri tümüyle çadırlardan oluşuyor. Bu çadır mahallelerin son yıllarda çoğaldığını anlatıyor rehberimiz. Zaten her yıl çok şiddetli kış soğuklarını gören Moğolistan 15 yıl kadar önce o güne kadar görülmemiş bir soğuk kış geçirmiş ve hayvanlarının önemli bir bölümü telef olmuş. O yıldan sonra da Moğol halk- ları kış aylarında şehre göç ediyor ve kenar mahallelerde oluşturduğu bu çadır evlerde geçiriyormuş kış mevsimini. Ulan Batur sadece trafiği ile değil, hava kirliliği ile de meşhur. Ülkenin yarısı bu kentte yaşayınca, herşey normal karşılanıyor. Bir yanda ağıllar, ahırlar, bir yanda ise fabrika bacalarından çıkan dumanlar… Aslında peyzaj olarak oldukça güzel olmasına karşın ne ülkeyle ilgili ne de kentle ilgili tam bir kanaat oluşuyor kafamızda. Bizi şehirden çıkaran bölünmüş yol giderek daralıyor ve 40-50 kilometre sonra gidiş-geliş tek bir asfalt yolda ilerlemeye başlıyoruz. Ancak bir yandan da kırsala girdiğimiz ve asıl Moğolistan’ın burası olduğu ortaya çıkmaya başlıyor. Gerçek Moğolistan ve ülkenin gerçek kırsalı ile buluşmamız fazla zaman almıyor. Zira, yolumuzun her yanında yüzlerce belki binlerce hayvan sürüleri görüyoruz. Bir yanda yılkı atlar, diğer yanda uzun tüyleri ve sırtlarındaki eğerleriyle Yak öküzleri. Uçsuz bucaksızlığın bir sınırı vardır mutlaka, Türkiye’de 5 kilometre uzağı seyretmenin adı ‘uçsuz bucaksız’ olabilir ama burada bizim bildiğimiz kavramlar pek geçerli olmuyor. Mavi gökyüzü ve yeşil stepler arasında kilometrelerce uzaktaki ufku görüyor, o yöne gidiyor, gördüğünüz noktaya gelince bir o kadar daha uzaklıktaki bir ufku hedef yapıyorsunuz. Artık: ne asfaltın, ne köprünün, ne barajın olduğu engin bir sonsuzluğun içindesiniz. İnsan eliyle yapılmış hiçbirşey göremiyorsunuz, ara ara göze çarpan Moğol çadırları dışında. Yüzyıllardır buraları mesken tutmuş Moğol göçebeleri, ne duvar örmüşler, ne çit koymuşlar ne de başka bir sınır koymuşlar aralarına. Paylaşılmamış bir yurt, her yer herkesin. Paylaştıkları tek şey yalnızlık! Ebedi göğün altında hiç bitmeyen bir yalnızlık. Ot susuz, sürüler otsuz, göçebeler ise sürüsüz yaşayamaz. Bunlar bozkırın kanunudur. Biri olmadan diğeri olmaz. İnsanlar sürülerle, yaban hayvanlarla paylaştıkları bu yaşam alanında doğadan aldıklarını doğaya vererek sessiz bir yaşam sürüyorlar burada. Özgürlük hissinin, sonsuzluğun ya da yanlızlığın tam tarifi şu: Türkiye yüzölçümünün yaklaşık iki katı büyüklüğünde bir alanda yaklaşık 1,5 milyon insan! Başkent Ulan Bator’dan çıktıktan sonra binlerce kilometre, insan eliyle yapılmış çadırdan başka bir şey görmüyorsunuz. Zaman zaman yolumuzun üzerindeki çadırlara yaklaşıyor, fotoğraf çekiyoruz, yaşamlarını gözlemeye çalışıyoruz. Tüm çadırlar neredeyse tek tip. Kalın beyaz örtüsü, renkli iç ahşap çıtalarıyla Moğol göçebelerin taşınabilir evleri. Aslına bakarsanız, çadırların içinde ve dışında Cengiz Han’dan bu yana büyük bir değişiklik görmedik desem yalan olmaz. Tavanın bir kenarına kondurulmuş güneş enerji paneli ve çadırın önünde duran motorsikleti görmezseniz eğer, yüzyıllar önce kurulan çadırdan fazla bir fark yok. Ne kalkık yakalı, koyu renkli, dizlerin altına kadar uzanan ve kalın bir kemerle sarılan Moğol giysisi ‘del’i, ne burunları kalkık deri botlarını ve ne de tuğlu sivri şapkalarını terk etmişler. Herşey, yüzyıllarca önce nasıldıysa öyle. Burada çadırlara ‘ger’ veya ‘yurt’ diyorlar. Yurt’ların hepsi neredeyse aynı şekilde dizayn edilmiş. Yol üzerindeki bazı Yurt’lara girmek, sahipleriyle tanışmak istediğimizi söyleyince rehberimiz bizi, büyükbaş hayvan sürülerinin arasında gözüken bir çadıra(Yurt-Ger) götürdü. Çadırın önünde bizi renkli giysileri ile bir kız çocuğu karşıladı. Sonra yine renkli kıyafetiyle annesi ve elleri görülmeyecek kadar uzun kollu ve diz kapaklarına kadar uzanan koyu kalkık yakalı elbisesiyle baba! Hayvanların arasından çadırın içine yürüdük. Girişin bir tarafında, kurulu vaziyette bir süt makinesi, belli ki hayvanlarından günlük süt alıyorlar. Sıra sıra süt ve peynir kapları. Biraz ileride bizim ‘seki’ dediğimiz, yerden bir metre yüksek, ahşaptan yapılma ve üzeri kıl-keçe karışımı malzemeyle örtülmüş oturma yerleri. Ortada bir soba, sobanın biraz uzağında askıda kurumuş etler, tam karşıda ise madalya ve ödüller… Burada herkes atlara karşı büyük sevgi besliyor. Onlarla yarışlara katılıyor. Aldığı madalyaları da evinin baş köşesinde sergiliyor. Moğol insanının, kendine hayat veren hayvanına karşı saygısı büyük, rehberimiz, genellikle süt kuzusu kesmediklerini söylüyor. Yolumuz uzun, güneşin ve rüzgarın kavurduğu bakır tenli bu göçebe Moğol insanlarından ayrılmak, Karakurum’a davam etmek zorundayız. Ziyaret ettiğimiz bu ailenin en yakın komşusu muhtemelen 50 kilometreden daha yakın değil. Araçlara binip tekrar yola koyuluyoruz fakat o da ne, yol bitiyor. Asfalt yol zaten çok gerilerde kalmış, stabilize yolda devam ederken bir anda bu yol da bitti. Aracımız, düzlüklerde yol olmaksızın ilerlemeye başladı. Bizim gibi pek çok araç, herhangi bir yol olmadan, rehberlerin tahminine göre yön buluyor, biz de kilometrelerce böyle ilerledik. 360 kilometre yolu 4-5 saat içerisinde kat ederiz diye düşünürken, Karakurum’a vardığımızda tam 8 saat yol gitmiştik. yoldaydık. Gece yarısı | Ocak 2016 | Sayı 17 33 dosya konusu / Saflığın, dokunulmamışlığın, yanlızlığın ve özgürlüğün son sığınağı; Moğolistan / Saffet YILMAZ olmuş ve hava sıcaklığı sıfırın altına düşmüştü. Konaklayacağımız bir kamp alanıydı ve yolda gördüğümüz yurt’ların biraz daha hallicesiydi. Biz iki kişi bir çadırı paylaştık. Ortada soba, sedirler üzerine konulmuş sağ köşede bir yatak, sol köşede diğer yatak olan bir çadır… Çok üşüdüğümüzü tahmin etmiş olacaklar ki sabah biz uyanmadan görevliler gelip sobamızı yaktı. 60 dolar ödeyerek konakladığımız bu sade ama çok anlamlı konaklama tesisimizden sabah 07.00’da ayrıldık. Yolculuk boyunca herkesin dilinden düşmeyen anıtlara gideceğiz, bir an önce görmek, orada olmak arzusu var herkeste. Moğolistan’daki delik deşik olmayan yegane yol, Türkiye Cumhuriyeti tarafından yaptırılmış olan ve anıtlara giden yol. TİKA(Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansa) bu yol ile birlikte, anıtların bulunduğu müzeyi de yaptırmış. Yolun girişindeki tabelada Türkiye Bayrağı’nı görmek başka bir heyecan. Çok geçmiyor ki müzenin bulunduğu alana ulaşıyoruz. Fakat kapalı, sabah çok erken olduğu için henüz açılmamış. Rehberimiz yakındaki bir çadıra gidiyor ve nasıl buluyorsa buluyor, anahtarı ve görevliyi alıp geliyor. Ve biz artık Orhun Yazıtlarıyla yüz yüzeyiz. Bir yanda Kültigin, diğer yanda Bilge Kağan anıtları. Herkeste tarifsiz bir heyecan. Bir yandan seyrediyor, bir yandan maziye dalıyoruz. Çağlar öncesinden Bilge Kağan sesleniyor, “Türk 34 | Ocak 2016 | Sayı 16 mi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Evrim Ölçer hoca aramızdaydı. Evrim Hoca’nın mihmandarlığında sindire sindire inceledik anıtları. Meslek hayatının önemli bir kısmını Türk kültür kökleri üzerine çalışmalar yaparak geçiren ve o kaynakları bir anda karşısında görünce şaşkınlığını gizleyemeyen Evrim Hoca, ziyaretimizi ne kadar verimli hale getirdi anlatamam. Oğuz ulusu işitin, üstte gök kubbe çökmedikçe altta yer denizi delinmedikçe, ilini töreni kim bozabilir.” Bilinen ilk Türkçe, Türk isminin kullanıldığı anıtlar sekizinci yüzyılda dikilmiş. Yüzyıllar içinde çok ciddi tahrip görmüşler ancak anıtlar müzeye alındıktan sonra çok iyi korunuyor ve sergileniyorlar. Müzede anıtların yanı sıra, o döneme ait mezar taşları, Balbal’lar ve Bilge Kağan’a ait kişisel kullanım eşyaları bulunuyor. Bütün bir ömür boyunca Türk kültür kaynakları sözkonusu olduğunda adını andığınız kaynakları bir anda ve hepsi bir arada karşınızda bulduğunuz mu kültür zehirlenmesi yaşıyor, ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Fakat bizim bir şansımız vardı, Gazi Üniversitesi Halk Bili- Anıtlar TİKA tarafından yaptırılan müzeye alınmış fakat çok yakınındaki asıl yerlerine de imitasyonla üretilmiş benzerleri dikilmiş. Anıtların gerçek yerleri olan bu alan arkeolojik kazı yapıldıktan sonra TİKA tarafından duvarla çevrilmiş. Ekip arkadaşlarımın yanlarında getirdikleri pet şişelere toprak dolduruşlarını görmeliydiniz! Türkiye’ye götürülecek en değerli hediye… Ve dönüş yolu. İstemeye istemeye dönüşe geçiyoruz. Rehberimiz başka bir güzergahtan dönüşe geçtiğimizi bildiriyor. Ama yine yol yok, yine kilometrelerce gittikten sonra ancak bir çadır görebiliyorsunuz. Issızlık her yerde. Bir ara yolumuzu, daha doğrusu yönümüzü kaybettik. Çünkü yol zaten yok. Düzlükler üzerinde yönünüzü tahmin ederek gidiyorsunuz. Rehberimiz, doğru yönü sormak için çoban aradı uzun süre ve sonunda soracak birini bulduk. Sürekli gülümseyen, traşsız yüzüne rağmen yanaklarındaki kırmızılığı gizleyemeyen, gözlerini sürekli kısarak bakan, kalpaklı, hoş sohbet bir Moğol göçebe. Yönümüzü sormak bahanesiyle biraz sohbet çadırlar kurulmuş, ikramlar hazırlanmış ve toplanan halk bir sonraki yarışı bekliyor. Bizim için bulunmaz bir fırsat elbette. Böyle bir anı yakalayabilmek için ülkenin milli şenliği olan Naadam Şenliği’ni beklememiz gerekir. Oysa burada, Moğol göçebeler bir araya gelmiş aralarında çeşitli müsabakalar düzenlemekte. At yarışlarından hemen sonra, altlarında mayo, üstlerinde göbeği açık, sırtı ve kolları kapalı bir kıyafetle güreşçiler çıktı meydana. Göbeğin açık olmasının bir hikayesi varmış meğer. Yüzyıllar önce yapılan bir güreş şenliği sırasında bir güreşçi tüm rakiplerini yenmiş fakat bu güreşçinin bayan olduğu sonradan ortaya çıkmış. Bunun üzerine Moğol ileri gelenleri, bundan sonra böyle bir durum yaşamamak için güreşçilerin göbekleri açık bir kıyafetle güreşmesine karar vermiş, o günden sonra da bu kıyafetle güreşiyorlarmış. etmek istedik rehberimiz aracılığı ile. Günlerdir kimseyi görmediğinden midir bilemedik, bizi çok sevdi. Hatta, parmağında kocaman bir yüzük vardı ve ekibimizdeki Ahmet Ağabey(Erdönmez) yüzüğü göstererek işaret diliyle çok güzel bir yüzüğü olduğunu anlatmak istedi. Moğol göçebe hiç tereddüt etmedi, yüzüğünü çıkardı ve Ahmet Ağabeye verdi. Şaşırdık, kabul etmesek büyük bir saygısızlık olacak, kabul etsek, bunu hak edecek birşey yapmadık. Sonunda rehberimiz devreye girdi ve almamız gerektiğini bildirdi. Yüzüğü aldık ama biz de kendisine Türkiye’den götürdüğümüz bir takım hediyeler takdim ettik, çok sevindi. Dönüş yolunda bizi büyük sürprizler bekliyordu. Güzergahımız üzerindeki çadırlara uğrayıp yaşamlarını daha yakından görmeye çalışırken, birkaç kilometre ötemizde bir kalabalık ve toz bulutu içinde atlılar gördük. Aracımızı hemen o yöne çevirdik ve kısa bir süre sonra yarış içindeki atlıların içinde bulduk kendimizi. Ama ne yarış! 7-12 yaş aralığındaki Moğol gençler, tarihin içinden fışkıran Moğol orduları gibi, uuhai sesleriyle hem rakiplerini geride bırakmaya çalışıyor hem de muhteşem bir gösteri sunuyor. Bir süre genç yarışçılarla birlikte ilerledik ve yaklaşık 3-4 kilometre sonra onları bekleyen bir kalabalık gördük. Yarışın finiş noktasında bekleyen Moğol göçebeler, hem birinci gelen jokeyi ve atını kutluyor hem de tüm yarışçıları garip nidalarla coşkuyla selamlıyorlardı. Yarışın bitiş noktasında İki ayrı güreş müsabakası izledik, ikisi de nefes kesti. Bir ara güreşçilerden birinin kaşı yarıldı, sorun çıkacak diye beklerken büyük bir olgunlukla kaşını sarıp güreşe devam etmesini sağladılar. Bir anda karşımıza çıkan şenlik bizim için talih kuşu gibi oldu. At yarışını kazandığı için sevinen ve kaybettiği için üzülen Moğol gençleri, şenliği izlemeye gelen Moğol çocuklarını, büyüklerini, kadınlarını, ellerinde urgalarıyla(Moğol kemendi) her an bir atı yakalamaya hazır bekleyen tolakları, uzun tüyleriyle süslü Yak öküzlerini, güreşçileri, hakemleri, ödül törenlerini ve sayamadığım onlarca başka yaşama dair ayrıntıyı görme, o anı onlarla birlikte yaşama imkanı bulduk. Aslında, Moğolistan’da kültür turu yapalım derken kültür zehirlenmesine uğradık desem abartı olmaz. kurtuluşunun anısına Kızıl Bahadır adını almış. Moğollar 1921’de bağımsızlığına kavuşup 1924’de yine Sovyetlerin yönlendirmesiyle sosyalizmi tercih etti. Bu tarihten sonra başta Ulan Bator olmak üzere Moğolistan’da bir kalkınma hamlesi başladı. Kentlerin yeniden inşasından müzelere ve kültür merkezlerine kadar pek çok yeni yapı inşa edildi. Rejimi ideolojik düzeyde desteklemek için de meydanlara Lenin ve Stalin heykelleri dikildi. Ancak bu dönem, Moğol geleneksel kültürünün, özellikle de Cengiz Han’ın unutturulmaya çalışıldığı ve hatta yasaklandığı bir dönem oldu. Elbette uzun sürmedi. 1921’de Çin’e karşı bağımsızlığını ilan eden Moğollar, 1990’da bu kez Sovyetler’e karşı bağımsızlığını ilan etti ve bu, bir anlamda Cengiz Han’ın yeniden doğuşu oldu. Moğollar, uzun bir aradan sonra tekrar kendi kimliklerine, kendi kültürlerine döndüler. Moğolistan’da bu kadar kısa sürede bu kadar çok şey yaşamanın bir faturası oldu elbette, büyük bir keyifle ödedik. Etnik kodlarımızın yer aldığı bu ülkede çok güzel kültürel alışverişler de gerçekleştirdik kuşkusuz. Toplantılar, sergiler, defileler… Birlikte yaptığımız çalışmaların Bursa tarafından kitaplaştırılacağı bilgisi bile Orta Asya’nın Türki Cumhuriyetleri temsilcisi dostlarımızı nasıl heyecanlandırdı görmeliydiniz. Bu bölgedeki tüm ülkelerin Türkiye’den beklentileri büyük, ortaklaşa yapılacak küçük işlere bile inanılmaz değer biçiyorlar.. Bu duygularla Moğolistan’dan dönüşe geçtik ancak ne yalan söyleyeyim, gönlümüz uzun bir süre Asya steplerinde dolaşmaya devam etti.. Tekrar dönüş yoluna giriyoruz ve büyükbaş hayvan sürülerinin kapladığı düzlükler üzerinden önce bir stabilize yola, ardından bozuk ve delik deşik asfalt yola erişiyoruz. Bu, Moğolistan’ın Başkentine ve belki de tek şehrine yaklaştığımızın işareti. Göçebe çadırlarının oluşturduğu kenar mahallelerden yavaş yavaş şehrin merkezine doğru ilerliyoruz. Tuul nehri ve vadisi muhteşem ama hemen arkasındaki şehir için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Tipik bir Rus şehri kimliğine rağmen, sonradan oluşan çarpık kentleşme, çarpık sanayi ve korkunç bir trafik şehri yaşanmaz yapmış. Ulan Bator demişken, şehrin isminin Kızıl Bahadır anlamına geldiğini belirtmeliyim. Çin hükümranlığından Sovyetler’in desteği ile | Ocak 2016 | Sayı 17 35 dosya konusu / Saflığın, dokunulmamışlığın, yanlızlığın ve özgürlüğün son sığınağı; Moğolistan / Saffet YILMAZ Moğolistan’da Çocuk Olmak 36 | Ocak 2016 | Sayı 16 “Hepimiz Biraz Şamanız” Dedirten 17 Adet ve Gelenek Derleme - Farkında olsak da, olmasak da kültürümüzün, yaşayışımızın, gelenek ve göreneklerimizin temelinde Şamanizm ve Tengrizm kökenli davranışlar vardır. Günümüzde bu davranışlar batıl olarak nitelendirilse bile, kökenleri araştırıldığında hemen hepsi manaya bürünür. İşte size, günümüz gelenekleri ve Şamanizm ile bağlantıları… 1. Kurşun Dökmek Kurşun dökme adeti Şamanizm geleneklerindendir. Şamanizm’de buna “kut dökme” denir. Kötü ruhlardan birinin çaldığı kutuyu “talih, saadet unsurunu” geri döndürmek için yapılan bir sihri ayindir. 2. Kırmızı Kurdele Gelinliğin üzerine bağlanan kırmızı kurdeleler, nişan törenlerinde yüzüklere bağlanan kırmızı kurdeleler, okumaya yeni geçmiş çocukların yakasına takılan kırmızı kurdeleler; hep uğuru ve kısmeti temsil eder. Ayrıca kötü ruhların şerrinden korunma sağladığına inanılır. 3. Mezar Taşlarımız Günümüzde toplumda ulu kabul edilen kimselerin ölümlerinden sonra ruhlarından medet ummak ve mezarlarının kutsanışı şaman geleneğin devamıdır. Mezarlara taş dikilmesi ve bu taşın sanat eseri haline getirilecek kadar süslenmesi İslam coğrafyasında sadece Anadolu’da görülmektedir. 4. Dilek Tutmak Dile tutmak da Şamanizm kökenli bir davranış şeklidir. Tabiat ruhlarının dileklerin gerçekleşmesine aracılık ettiğine inanılır. 5. Köpek Ulumasının Uğursuz Sayılması Şamanizm’de köpek bir ruhun yaklaştığını uzaktan acı ulumayla haber verebilmektedir. Sıradan bir kişinin bu ruhu görmesi; onun pek yakında öleceğine işaret sayılır. Anadolu’nun kimi yerlerinde köpek uluması uğursuz sayılmaktadır. Köpeklerin bazı olayları önceden algıladıklarına ve bunu uluyarak anlattıklarına inanılır. 6. Nazar İnancımız Anadolu’da halk arasında “nazar” olgusu çok yaygın bir inanıştır. Bazı insanların olağandışı özellikleri olduğu ve bakışlarının karşılarındaki kimselere rahatsızlık verdiğine, kötülük getirdiğine inanılır. Bunun önüne geçmek için “nazar boncuğu” “deve boncuğu” “göz boncuğu” vb. takılır. Bu inanış da Şamanizm’den kalmadır. 7. Kullandığımız Kilim Motifleri 13. Su Dökerek Uğurlama Eski Türklerde bir Şamanın giysisine yılan,akrep, çıyan, kunduz gibi yabani hayvan şekilleri çizmesinin, bu hayvanları topluluğun yaşam alanlarından uzak tutmaya yardımcı olduğuna inanılır. Günümüzde Anadolu’da Türkmen köylerinde dokunan halı, kilim, örtü ve perdelere işlenen desenler, giysiler üzerinde kullanılan motifler bu inanıştan kaynaklanır. Şaman kültüründeki suyun kutsallığı olgusunun doğurduğu adettir. Su berekettir, kutsaldır. “Su gibi çabuk dön, ak geri gel, ak çabuk, kazasız belasız git” demek için su dökülür gidenin arkasından. 8. Mevlit ve İlahiler Şamanlar ayinlerinde davul ve kopuz kullanmışlardır. Müziksiz hayatın ve ayinlerin değişilmez bir parçasıdır. Oysa İslam dininde Kur’an’ın müzikle okunması kesinlikle günahtır. Şaman geleneğinin devamı olarak Anadolu’da Hz. Muhammed’in ve Hz. Ali’nin hayatları müzikle okunmaktadır. Mevlit ve ilahiler sadece Anadolu’da uygulanan müzikli anlatımlardır. İslam dininde ölünün ardından mevlit merasimi diye bir uygulama yoktur. Osmanlı tarihinde ilk mevlit, kuruluştan on yıl kadar sonra Bursalı bir fırıncı ustası olan Süleyman Çelebi tarafından yazılmıştır. 9. Su İçerken Kafanın Elle Desteklenmesi Bu da bir Şaman geleneği kalıntısıdır. Şöyle ki, su içerken insan akli başından kaçabilir diye kafa elle tutulurmuş. 10. Mezarlardaki Küçük Suluklar Mezarların ayakucunda bulunan küçük suluklar; ruhların susadıkları zaman kalkıp oradan su içmeleri inancına dayanır. Ayrıca kuşların, böceklerin o suluklardan su içmesinin, ölmüş kişinin ruhuna fayda edeceğine inanılır. Not: Şaman kültüründe, ayinlerde kullanılan yardımcı ruhlar, kuş biçiminde tasvir edilmişlerdir. Kuş biçiminde düşünülen bu ruhlar Şamanlara, gökyüzüne yapacakları yolculukta yardımcı olmaktadır. 11. Yukarıda Allah Var Tengrizm inancından kalmıştır. Bu anlayıştan dolayı dua ya da işaret ederken eller gökyüzüne açılır. 12. Sağ Ayak Kapıdan çıkarken sağ ayağın önde olması da Şaman kültüründen kalma bir ritüeldir. Sol ayakla geçmenin kişiye uğursuzluk getireceğine inanılır. 14. Türbelere, Ağaçlara, Çalılara Bez ve Çaput Bağlamak Şamanizm inancında dilek dileme şekli. Küçük kumaş parçaları genel olarak ağaçlara çok önem verildiğinden ve yaşamın sembolü kabul edildiğinden ve yaşam üzerinde muazzam etkileri olduğu düşünüldüğünden, bunların dallarına bağlanır ve dileğin gerçekleşmesi beklenir. Günümüz Türkiye’sinde bu eski gelenek halen devam etmektedir. Temelinde ise doğadaki her varlığın bir ruhu olduğu inancı yatmaktadır. 15. Tahtaya Vurmak Eski Türkler göçebe oldukları için, daha önce girmedikleri ormanlara girerken, ormandaki kötü ruhları kovmak için ağaçlara vurup bağırarak gürültü çıkarırlarmış. Bu davranış aynı zamanda doğa ruhlarına kötü olayları haber verip, onlardan korunma dilemek amaçlıdır. Tahtaya vurma adeti, sadece Türk kültüründe değil bir çok Avrupa kültüründe de vardır. 16. Ölünün Ardından Belirli Aralıklarla Toplanmak Birisi öldükten sonra evinde toplanıp dua okumak, bu toplanma işini 7, 21, 40 günde bir tekrarlamak gibi eylemler de Şaman kültüründen kalmadır. Eski Türk inanışına göre ruh fiziki bedenini 40 gün sonra terk etmektedir. Vefat edenin “40’ının çıkması” deyimi vardır. Şamanizm’de ölen kişinin ruhu evi terk etsin, göğe yolculuğuna başlasın, öteki ruhlar doluşmasın diye insanlar ölen kişinin evinde toplanıp ayin yapar, yas tutarlar. 17. Çocuklara Doğadan Esinlenen İsimler Koymak Orta Asya Toplulukları (Eski Türkler) doğada bazı gizli kuvvetlerin varlığına inanmışlardır. Tabiat güçlerine itikad, hemen hemen bütün halk dinlerinde mevcuttur. Fiziki çevrede bulunan dağ, deniz, ırmak, ateş, fırtına, gök gürültüsü, ay, güneş, yıldızlar gibi tabiat şekillerine ve olaylarına karşı hayret ve korkuyla karışık bir saygı hissi eskiden beri olmuştur. Çocuklarımıza verdiğimiz isimlerin birçoğu da bu derin bağlardan kaynaklanmaktadır. | Ocak 2016 | Sayı 17 37 araştırma / Bursalı Kadızâde-i Rûmî’nin İzinde Özbekistan / Doç. Dr. Hasan Basri ÖCALAN Bursalı Kadızâde-i Rûmî’nin İzinde ÖZBEKİSTAN 38 | Ocak 2016 | Sayı 16 Doç. Dr. Hasan Basri ÖCALAN Yıllardır gerek yurtiçi, gerekse yurtdışı gezilerimde ihmal etmediğim hususlar vardır. Bunlardan en önemlisi, gezeceğim yerler hakkında yazılan bazı kitap, makale, gezi notları ve ansiklopedi maddeleri okumaktır. Fotoğraf makinam, şarj pilleri ve aleti de olmazsa olmaz gezi arkadaşlarımdır. İslâm Tarihçileri Derneği son yıllarda biri yurt içi, diğeri de yurtdışı olmak üzere iki gezi düzenliyor ve bizler de bu gezilere katılıyoruz. 2014 Şubat ayında Fas’tan dönerken, 2015 yılında Orta Asya’ya gezi düzenleneceği kararlaştırılmıştı ve o tarihten itibaren ben orayı nasıl gezeriz, neler bilmemiz gerekir konusunda zaman zaman okumalar yaptım. Tabii ki bir tasavvuf tarihi araştırmacısı olarak en çok ilgilendiğim konu bu coğrafyanın özellikle Nakşibendiyye Tarikatı’nın merkezi olması ve Altın Silsile’den birçok zatın bu coğrafyada olmasıdır. Bu coğrafyaya gitmeden önce bu konuyla ilgili notlarımı gözden geçirdim, yeni notlar tuttum, orada bu notlara ilaveler yaptım. Bununla ilgili hususlar başka bir yazının konusu olacaktır. 40 yılını Bursa’da geçiren ve Bursa tarihi hakkında araştırma yapmam hasebiyle Bursa’da yetişen, Bursa’ya gelen önemli şahsiyetler de ilgi sahama girer ve Semerkant’ta doğal olarak Bursa’nın izini sürmeye çalıştım. İşte Orta Asya gezisine gitmeden önce bu coğrafyadan Bursa’ya gelen Emir Sultan’ın izlerini sürmek ve Bursa’dan oraya giden Kadızâde-i Rûmî’nin izlerini sürmek de hedeflerim arasında vardı. Ancak, ne yazık ki gezi programına müdahale hakkınız olmadığı için birincisini yapamadım, ikincisini de zoraki yapmaya çalıştım. Kadızâde-i Rumî’nin Şah-ı Zinde mezarlığındaki kabri. (Fotoğraf: Hasan Basri Öcalan) Takvim 19 Mayıs 2015 Salı gününü ve saatlerimiz bu günün ilk dakikalarını gösterirken, 00:05’de İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan Taşkent’e uçmak üzere Türk Hava Yolları ile yeni bir seyahate başladık. Dostlar hep bana takılırlar, “Evliya Çelebi hakkında kitap yazdın, (Seyahatnâme’ye Göre Ruhaniyetli Şehir Bursa) O’nun yolundan gitmeye başladın.” Nerde onun yolu, nerde bizim yaptığımız yolculuk. Dört saatlik uçak yolculuğu bile bizde sıkıntıya yol açarken, onlar aylarca yaya ya da deve sırtında bilmem kaç bin kilometre yolu kat etmişlerdir. İşte bunun içindir ki ismi, dillerde ve dünya coğrafyasında dolaşmaktadır. Orta Asya, özellikle Özbekistan hakkında çok sürpriz olacak şeyler duymuştum. İlk sürprizle havaalanında karşılaştım. Gezi ekibinin tamamı, eşim dahil, pasaport kontrolünden geçtikleri halde, ben yaklaşık 40 dakika bekletildim. Sebebini soran rehbere, daha önce Özbekistan’a gelmiş olabileceğimdir. Peki gelemez miyim? Niye ikinci defa geliyormuşum! Kaldı ki ben buraya ilk defa geliyorum. Özbekistan SSCB dağıldıktan sonra “bağımsızlık” kazanan ve kendi içine en çok kapanan ülkedir. Başında, adı “İslam” olan İslam Kerimov olmasına rağmen, bir o kadar İslâm’dan korkan ve uzak duran bir ülkedir. Camiler var, ama dışarıya ezan verilmez, gençler camiye gidemez, kadınlara camide yer yok, dini eğitim yok, baş örtüsü yasak.. vs. Bütün bunları düşününce benim havaalanında bekletilmem anlaşılabilir. Kaldı ki, bizim ekibin büyük yekünü ilahiyat mezunu veya ilahiyat hocalarından oluşuyordu. Bu durum benim gezi performansıma etki etmemelidir. Bu badireyi atlattıktan sonra bu defa elimize birkaç form verdiler. Bunlardan birisi, üzerimizde ne kadar, bilmem ne parası vardır ile ilgili bir formdu. Rehberimizin uyarısı ile bu formu dolduruyoruz, bir kopyasını da dönüşte vermek üzere yanımızda saklıyoruz. Özbekistan Cumhuriyeti Orta Asya’da yer alan bir devlettir. Kuzey ve kuzeybatısında Kazakistan, doğu ve güneydoğusunda Kırgızistan ve Tacikistan, güneybatısında Türkmenistan, güneyinde ise Afganistan yer alır. Özbekistan’ın başkenti Taşkent’tir. Ülkenin nüfusu 26 milyon olup, yüzölçümü 447.004 kilometrekare, GSMH’sı 78.3 milyar dolardır. Ülkede Özbekçe ve Rusça konuşulmaktadır. Halkın %71’i Özbek, %10’u Rus, %19’u ise diğer Türklerden oluşmaktadır. Kişi başına düşen milli gelir 2005 dolar civarındadır. Ülkenin para birimi SOM olup, bir dolar o tarihte 4000 Som civarındaydı. Otobüste para bozdurduğumuzda, 50 dolara karşılık bize bir poşet Som verdiklerinde çok şaşırmıştık. Bugün büyük bir kısmı Özbekistan’da bulunan Özbekler’in menşe i Cengiz Han’ın en büyük oğlu Cuci’nin dönemine kadar iner. Cuci’nin ulusu bozkır halkı diye isimlendirilebilecek göçer Türk boylarından oluşmaktay| Ocak 2016 | Sayı 17 39 araştırma / Bursalı Kadızâde-i Rûmî’nin İzinde Özbekistan / Doç. Dr. Hasan Basri ÖCALAN Çağatay-Moğol hükümdarı Yunus Han’a yenilerek dağıldılar. Ebü’l-Hayr’ın oğlu Şah Budak, Yunus Han tarafından öldürüldü. Dağılan Özbekler Şah Budak’ın oğlu Muhammed Şeybek’in (Şeybânî) etrafında toplandılar. Bu târihten îtibâren Şeybânîler adıyla da anılan Özbekler 1500 yılında Tîmûroğulları Devletindeki iç karışıklıktan istifâde ederek Buhara’yı zabtedip, Tîmûr Hânedanına son verdiler. Harezm ve Hive’yi ele geçiren Özbekler, Çağatay Hükümdârı Bâbür’ü mağlup ettiler. Belh, Herat ve Taşkent’i zapteden Özbekler, Orta Asya’nın en güçlü devleti hâline geldiler. Özbekler bir ara Safevîlere karşı yenildiler ve bazı bölgeler ellerinden çıktı ise de 1512’de buraları geri aldılar. Özbek hâkimiyeti 16. yüzyıl boyunca Mâverâünnehr’de devam etti. 1598’de İkinci Abdullah Hanın vefat etmesinden altı ay sonra oğlu Abdülmü’min de kendisine bağlı taraftarlarca öldürülünce, Özbekler ülkesinin hâkimiyeti, Şeybânîlere akrabâ olan Canoğullarına (Astırhan Hanları) geçti. Uluğ Bey Medresesi’nin de yer aldığı (sol tarafta yer alan) Registan Meydanı. dı. Bunların içinde yer alan ve sayıları fazla ler’in eline geçti. Ebülhayr Han’ın başşehri olmayan Moğollar da Türk dilini benimseyerek Sığnak’tı. Onun yönetiminde önemli başarılar bu boyların arasında eridi. Bozkırda genellikelde eden Özbekler bir süre sonra Moğol asıllı Oyratlar’ın saldırıları ile güç duruma düştüler le tanınmış bir idarecinin veya kumandanın ve prestij kaybına uğradılar. Ebü’l-Hayr Han’ın başında bulunduğu grubun zamanla onun iç siyasetteki hataları da buna eklenince adını taşıması geleneği uyarınca Cuci’nin haÖzbekler’in bir bölümü ana kitleden ayrılıp leflerinden Özbek Han’ı liderleri olarak kabul Moğolistan Hanı İsen Buga Han’ın yanına göç eden Cuci ulusunun dört şubesi onun ismini etti. Bu toplukendilerini tanımlamak üzere luk daha sonra kullanmaya başKazaklar’ı oluşlamış, böylece turdu. (Türkiye Özbekler denen Diyanet Vakfı topluluk ortaya İslâm Ansiklopeçıkmıştır. Özbek disi, cilt: 34, s. ulusunun bağım119) sız bir il haline Türkistan tarafgelişi, İbrahim larına düzenleAyba’nın torunu nen seferlerde ve Tuğlu Şeyh’in Kalmuklara (Devlet şeyh) mağlup olunca, oğlu Ebülhayr bu durumdan Han zamanında istifâde eden Ka(1428-1468) nay ve Canibek gerçekleşmiştir. Semerkant’ta Uluğ Bey Rasathanesi maketi. (Fotoğraf: Hasan Basri Öcalan) adlı başbuğlar 831’de (1428) bazı Özbekleri de Ebülhayr Han, yanlarına alarak Çağatay Hanına sığındılar. Batı Sibirya’da Tura Irmağı’nın kıyısında Bölgeden ayrılan bu Özbeklere Kazak veya Özbek ulusunun hanı olarak ilân edildi. Kırgız kazakları adı verildi. 851(1447) yılına kadar geçen süre içinde Seyhun hattındaki Sığnak’tan Özkent’e kadar Ebü’l-Hayr’ın vefâtından sonra Özbekler, uzanan bütün müstahkem şehirler Özbek40 | Ocak 2016 | Sayı 16 Özbekler on altıncı asır boyunca İran’daki Şiî-Safevîlerle devamlı olarak savaştılar. Ehl-i sünnet olan Osmanlılar ve Hindistan’daki Bâbürlülerle iyi münâsebetler kurmaya çalıştılar. 17. ve 18. yüzyılın ortalarına kadar Astırhanlar Hanlığının hâkimiyeti altında kaldılar. 1740’ta Nâdir Şah tarafından Astırhanlar Hanlığı yıkıldı. Nâdir Şahın vefâtından sonra, hâkimiyet Canoğullarının yerine Mangıthanlar Sülâlesine geçti. Bu sülâle hâkimiyetlerini 1860’a kadar devam ettirdi. 1860’tan îtibâren Türkistan içlerine doğru ilerleyen Rusların himâyesinde yarı bağımsız olarak devâm eden Buhârâ Hanlığının hâkimiyetinde kalan Özbekler, Rusların çeşitli baskıları altında yaşadılar. Bugün Özbekistan’ın bulunduğu toprakların büyük bir kısmı 19. asırda Hive, Buhara ve Hokand hanlıklarının idâresi altında bulunuyordu. 1917 Sovyet Devrimi ardından, bölgede Özbeklerin ve diğer Müslümanların hemen hiç söz sâhibi olmadığı bir geçici hükümet kuruldu. Aralık 1917’de Hokand’da bir millî kongre toplayan Müslümanların Mustafa Çokayev başkanlığında kurdukları hükûmet 1918’de gönderilen Rus askerleri tarafından devrildi. Darbeden sonra yeni yönetime karşı Basmacı ayaklanması olarak bilinen bir direniş hareketi başladı. Harezm ve Buhara Sovyet Halk Cumhûriyetlerinin kurulması Basmacı Ayaklanmasının yayılmasına sebep oldu. Türkistan Komisyonunun 1922’de başlattığı reformlar neticesinde ayaklanma etkisini kaybetti. 1924’te Orta Asya ve Kazakistan’da sınırları etnik temellerde tekrar belirleyen düzenleme ile Harezm, Buhara ve Türkistan cumhûriyetleri dağıtılarak bölge toprakları Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Kazakistan arasında paylaştırıldı. Sovyetler Birliğinde 1989’da başlayan yenileşme hareketleri neticesinde, Özbekistan 1991 Ağustosunda bağımsızlığını îlân etti. Daha sonra kurulan Bağımsız Devletler Topluluğuna bağlandı. İşte biz böyle bir ülkede başkent Taşkent, Buhara ve Semerkant şehirlerini gezdik. İzini sürdüğüm Kadızâde Rûmî Semerkant’ta idi. Kadızade el-Rumi (1364 – 1440’tan sonra Bursa) Babası kadı Mahmud Çelebi’den dolayı Kadızâde lakabıyla tanınmıştır. Bu şekilde tanınmadan önce Musa Çelebi veya Musa Paşa diye biliniyordu. Kadızade, memleketi olan Bursa’da yetişti. Dini ve akli ilimlerin eğitimini dedesinden ve sonra Molla Fenari’den tahsil etmiştir. Daha sonra Bedreddin Simavî (Simavî Kadızâde’nin dedesini öğrencisidir) ile birlikte Konya’ya gitmiş, orada müneccim Feyzullah’tan astronomi dersleri okumuştur. Molla Fenarî’nin teşvikiyle, ailesinin karşı çıkmasına rağmen, Maveraünnehir ve Horasan bölgesine ilim tahsili için gitmiştir. Orada zamanının en iyi matematikçileri ile görüşme olanağından yararlanabilirdi. Kadızade henüz genç bir insan iken, Timur, bugünkü İran, Irak ve Doğu Türkiye’ye kadar uzanan imparatorluğa hükmediyordu. Timur 1405’te ölünce imparatorluk oğulları arasında bölündü. Şah Ruh, Timur’un dördüncü oğluydu ve 1407’de Semerkant’ın kontrolünü yeniden kazanarak, İran ve Türkistan dahil, imparatorluğun çoğunun denetimini elde etmişti. Kadızade’ye ziyaret etmesi önerilen kültürel merkezler, Horasan’daki Herat’ı (bugünkü Batı Afganistan’da) ve Özbekistan’daki Buhara ve Semerkant’ı kapsamaktaydı. Kadızade’nin bu şehirleri ziyaret etmek için 1407’den sonra yola çıktığı biliniyor. Bir kariyere başlamak için yola çıktığında gerçekte genç bir adam değildi; kırk yaşın üzerindeydi. Bu girişim için neden bu kadar beklediği açık değildir. Bir matematikçi olarak ve 1383’te Bursa’da yazdığı, halen var olan aritmetik Semerkant’ta Uluğ Bey Rasathanesi (Fotoğraf: Hasan Basri Öcalan) üzerine ilmi bir eser ile zaten iyi bir ün kazanmıştı. Bu, aritmetik, cebir ve ölçme yöntemlerini kapsayan bir çalışma idi. Birçok kenti gezen Kadızade, 1411 dolayında Semerkant’a ulaştı. Burada dönemin meşhur âlimi Seyyid Şerif Cürcânî’nin derslerine devam etti. Ancak bir şekilde fikirleri uyuşmadığı için bu dersleri bırakmış, Semerkant’ta tanıştığı Uluğ Bey’in kısa sürede sevgisini kazanmış ve onun özel hocalığını yapmaya başlamıştır. Hükümdarın emriyle Semerkant Rasathanesi’nin ve aynı zamanda Semerkant Medresesi baş müderrisliğine getirildi. Semerkant Medresesi Registan meydanında olup, ondan başka Şirdar ve Tilla Kârî adıyla iki medrese daha yer almaktadır. Kadızâde’nin verdiği derslere hem hükümdar, hem de o dönemde birçok hocanın katıldığı bilinmektedir. Uluğ Bey’in ondan habersiz bir müderrisi görevden alması üzerine, o da derslerine son vermiş, sebebi öğrenen Uluğ Bey söz konusu müderrisi göreve iade edince Kadızâde de derslerine yeniden başlamıştır. Vefat tarihi kesin olmamakla beraber 1440 senesinden sonra vefat ettiği rivayet edilmek- tedir. (Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, cilt:24, s. 98) Matematik ve astronomi konusunda birçok kitap ve risale yazan Kadızâde’nin mezarı Semerkant’tadır. Semerkant gezimiz sırasında rehbere onun mezarını sormuştum, ancak bana mezarının bilinmediğini söyledi. Semerkant’ta yirmi civarında türbenin yer aldığı ki bunlardan birisi Peygamberimizin amcasının oğlu Kuşem Bin Abbas’a aittir, Şah Zinde(Yaşayan sultan) mezarlığını gezerken, burada olacağını internetten öğrendim, ancak hangisi olduğu konusunda türbelerde yer alan bilgi tabelalarından öğrenemedim. Daha sonra buradan ayrılınca Erol Bodur dostumun mesajıyla türbeler kompleksine girince sağdaki türbenin Kadızâde’ye ait olduğunu öğrenecektim. Rehberimize ve tur sorumlusuna bundan sonra yapılacak gezi rehberinde Kadızâde-i Rûmî’nin mezarının mutlaka ilave edilmesini rica ettim ve grupta yer alan hocalarımla da bu bilgiyi paylaştım. Ruhuna Fâtihalar okuduk. | Ocak 2016 | Sayı 17 41 dosya / Büyükşehir Stadyumu Bursa’da Futbolun Yeni Mabedi; Büyükşehir Stadyumu 42 | Ocak 2016 | Sayı 16 Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından temeli 2011 yılının Haziran ayında atılan, toplamda 400 bin metrekare proje alanı ve 190 bin metrekarelik inşaat alanıyla Bursa’nın en büyük anıtsal yapılarından biri olan Bursa Büyükşehir Stadyumu, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla hizmete açıldı. Mimarisi, teknolojisi ve kapasitesi ile sadece Türkiye’ye değil Dünyaya örnek olacak tesis, şehirdeki futbol kültürünün yeni mabedi olacak. Başta yeşil beyazlı camia olmak üzere Bursa’daki tüm futbol kulüpleri burada başarıdan başarıya koşacak. Yeni başarılar ve yeni heyecanlar burada yaşanacak. Taraftar koltuğu, misafir takım koltuğu, VIP koltuğu, protokol koltuğu, basın koltuğu, loca koltuğu ile toplam 44 bin koltuk kapasitesi bulunan statta, 207 adet de engelli pozisyonu bulunuyor. 74 adet taraftar turnikesi, 20 adet VIP, Basın, Loca turnikesi ve 7 adet de engelli turnikesi bulunan statta, 84 adet tribün kapısı bulunurken, stadın 8 dakikada tamamen tahliye edilme imkanı bulunuyor. 644 araç ve 2 otobüslük kapalı otoparkı, 912 araç ve 254 otobüslük açık otoparkı bulunan projede toplam 100 bin 123 metrekare alan otoparklara ayrılmış durumda. Alanları 35 ile 190 metrekare arasında olan 72 adet locanın bulunduğu stadyumda 789 adet tuvalet ile 35 adet büfe bulunuyor. 60’ar metrekare alanlı iki adet son teknoloji led ekran skorboard tabelasının bulunduğu stadyumda ayrıca 240 metre uzunluğunda led reklam tabelası buluyor. Kale arkası tribünleri kesintisiz 61 sırayla Türkiye’deki en büyük tek parça tribünü oluştururken, sahada alttan ısıtma sistemi kullanıyor. Trijenerasyon enerji sistemiyle ısıtma, soğutma ve enerji ihtiyacının bir bölümünü kendisi üretecek olan stadyumun çatısında toplanan yağmur suları da depolanarak, tekrar sulama suyu olarak stadyum çevresinde kullanılacak. Dünyada takımın sembolüyle projelendirilen ve timsah görünümünde olan stadyum, uluslararası alanda ses getirecek bir ödüle layık görüldü. Avrupa’nın en prestijli gayrimenkul ödüllerinden olan ‘Avrupa Gayrimen| Ocak 2016 | Sayı 17 43 dosya / Büyükşehir Stadyumu kul Ödülleri (International Property Awards)’ Yarışmasında mimarisiyle ödüle layık görülen yeni stadyum, daha tamamlanmadan dünya gündemindeki yerini almış oldu. Timsah görünümünde tasarlanan çatıyla dikkati çeken ve maç olmayan günlerde özel gezilere ve turlara imkan sağlayacak şekilde tasarlanan stadyumda, kafa kısmının altında Bursaspor müzesi, özel tanıtımlar için sinema salonu, yeme içme alanları bulunuyor. Proje konseptinin en önemli kısımlarından biri olan Kuzey Kale Arkasında bulunan timsah çenesi, 28 metrelik konsoluyla Türkiye’nin en büyük konsolu olma özelliği taşırken bu bölümde 800 metrekarelik dev led ekran bulunacak. İngiltere’nin yüksek tirajlı The Telegraph gazetesinin editörü Adam Hurrey, dünya genelinde inşaatı devam eden dev stat projelerini araştırdı. Stadyumların ekonomik boyutları ve kente katacağı değerleri ele alan Hurrey, dünyanın en heyecan verici 10 projesini kaleme aldı. Hurrey’in araştırmasında Türkiye’den de Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılan yeni stadyum, heyecan verici projeler arasında gösterildi. Hurrey, inşaatı devan eden heyecan verici projelerin bitiş tarihlerini de kaleme aldığı liste şöyle oluştu: “Estadio La Peineta (Atletico Madrid, 2017), Baku National Stadium (Azerbaijan, 2015), Zenit Arena (Zenit Saint Petersburg, 2016), Stade des Lumières (Lyon, 2015), Allianz Parque (Palmeiras, 2014), Timsah Arena (Bursaspor, 2015), Nouveau Stade de Bordeaux (2015), CSKA Moscow Stadium (2015), New Ferenc Puskas Stadium (Budapest, 2018), Al Wakrah Stadium (Qatar, 2022)” Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Bursalı sanatçı Fettah Can’ın muhteşem konseri sonrası gerçekleştirilen açılış töreninde yaptığı konuşmada; ecdat yadigarı, kültür ve medeniyet başkenti Bursa’da çok özel bir gün yaşadıklarını belirterek, 190 bin metrekare alanı ile belediye ve Bursa tarihinin en büyük eserini hizmete açtıklarını söyledi. Bursa’ya ve Türkiye’ye prestij kazandıran yeni stadyumun daha tamamlanmadan dünyada ses getiren ödüller aldığını hatırlatan Başkan Altepe, “Yaklaşık 50 milyon TL’lik katkısı ile Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere ve tüm katkı sağlayanlara Bursa halkı adına teşekkür ediyorum. Cumhurbaşkanımızın destek ve himayelerinde gerçekleşen bu yapı ülkemizin ve kentlerimiz geldiği konumu ortaya koyan güzel bir eser olmuştur. Dünyada parmakla gösterilen bir stadyum olmuştur” dedi. Yerel yönetimler olarak ülke hedefleri doğrultusunda öncü, örnek ve lokomotif olmak, güçlü şehirler, büyüyen kentlerle, lider ve güçlü Türkiye’ye ulaşma noktasında katkı sağlamak amacıyla kıt imkanlarla büyük işler yaptıklarını dile getiren Başkan Alte- 44 | Ocak 2016 | Sayı 16 pe, Bursa’nın spor kenti olması yolunda da çalışmalarının hızla sürdüğünü ifade ederek, “Bizden önce yapılan 19 tesise karşın 224 tesis ile Bursa’da spor kulübü sayısını yüzde 50 artırdık, sporcu sayısı da 3 kat arttı. Yaşam kalitesinde daha önce 29., 30’uncu olan Bursa, Türkiye’de birinci sıraya yükseldi. Bizim işimiz eserler bırakmak. 136 yıl sonra yaptığımız belediye binası gibi, bilim merkezi ve stadyum gibi eserleri kazandırmak da bize nasip oldu” dedi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da konuşmasında Bursaspor’a ağırlık verdi. Erdoğan, “Mutluyum, Bursa şanına yakışır böyle güzel bir stadyuma sahip oldu. Çünkü Bursaspor sıradan bir kulüp değil. Bursaspor şampiyonluğu yaşamış bir kulüptür. Şampiyona da böyle bir stadyum yakışırdı. Altyapınızı gezdim, gördüm. Güçlü bir altyapıya sahip olan Bursaspor şu andaki kadrosuyla dahi bulunduğu sıraya layık değil. İnanıyorum ki bu kadro bu son değişiklikle Hamza hocayla farklı bir yere gelecektir. Tarafsızım bunu da söyleyeyim. Bu seyirci inşallah sabırla Bursaspor’un layık olduğu yere çıktığını görecektir. Bursaspor’a başarılar dilerken, birliğinizden beraberliğinizden taviz vermeyin. Bizim biliyorsunuz 4 başlığımız var. Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet. Bu duygularla Bursaspor’a bu sezonda tekrar başarılar diliyorum. Başarının artarak devamını diliyorum. Kalın sağlıcakla” diye konuştu. Törene katılan Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç da 2002 yılından itibaren uygulanan muhteşem politikaların sonuçlarından birinin de Bursa stadyumu olduğunu belirterek, stadyumun Bursa’ya hayırlı olmasını diledi. Konuşmaların ardından açılış kurdelesinin kesilmesiyle başlayan havai fişek gösterisi ise hem stadyum içinde hem stadyum dışında renkli görüntülere sahne oldu. Başlangıç vuruşunu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı maçta şöhretler karmasında Rüştü Reçber, Ömer Çatkıç, Ali Tandoğan, Alpay Özalan, Ogün Temizkanloğlu, Ömer Erdoğan, Hakan Ünsal, Soner Tolungüç, Tarık Daşgün, Celil Sağır, Tayfur Havuççu, Evren Turhan, Serhat Akın, Hami Mandıralı, Fatih Tekke, Ayhan Akman ve Ahmet Dursun gibi Türk futbolunun unutulmaz isimleri forma giydi. Bursa Şöhretleri Karması’nda ise Nevzat Dinçbudak, Ersel Uzgur, Turan Şen, Erkan Özbey, Ümit Şengül, Tunahan Akdoğan, Cemal Vardar, Beyhan Çalışkan, Çetin Kahraman, Bahtiyar Yorulmaz, Okan Yılmaz, Yılmaz Türker, Erdinç Kayhan, Kadir Çattık, Erkan Öncel, Ahmet Suhpi Evke, Hüseyin Hürsoy, Ali Aköz, Vedat Vatansever, Fettah Can ve Mümin Kaşmer yer aldı. Hakan Aydın | Ocak 2016 | Sayı 17 45 dosya / Büyükşehir Stadyumu / Ahmet Emin YILMAZ Ahmet Emin YILMAZ BEN ATATÜRK STADI’NIN ÖNCE DIŞ DUVARLARINI SEVDİM… İlkokul üçüncü sınıfa gidiyordum… Bursaspor’u biliyordum, ama Atatürk Stadyumu ve futbol maçlarıyla ilk kez şimdilerde BTSO’nun binasının yer aldığı, eskinin SSK Bölge Müdürlüğü yanından Muradiye Salı Pazarı’na çıkan ve 40 Merdivenler olarak anılan merdivenlerde tanıştım. tümünü çıkamadıkları için orada oldukları hemen belli oluyordu. Merdivenlerde kıdemli beleşçi haline gelince, bu kez Salı Pazarı’ndaki demir parmaklıklı istinat duvarı üstüne terfi ettim. O yıllar… Atatürk Stadyumu’nun duvarları, daha açık söylemek gerekirse, kale arkası duvarları bugünkü gibi yüksek değildi. Eski kapıların hizasında tribünler de bittiği için biz 40 Merdivenler beleşçileri oradan maçları seyrediyorduk. 1950 sonrası Bursa ve Atatürk Stadı… Oradan bakanların büyük bölümü benim gibi çocuktu. Bir de yaşlılar vardı ki, merdivenlerin 46 | Ocak 2016 | Sayı 16 Ne yalan söyleyeyim, duvarın üstünden maç seyretmek merdivenlerdeki eziyete göre müthiş keyifti. Atatürk Stadyumu ve maç önümüzde adeta tablo gibi uzanıyordu. Gerçi… Futbolcuların forma numaraları gözükmüyor, yüzlerine bakarak tanımak mümkün olmuyordu, ama futbolcu tanıma konusunda da uzmanlaşan bir nesildik. Yüzlerce metre yukarıdan çıplak gözle izlediğimiz maçta yürüyüşünden, saçının uzunluğu ya da kısalığından, topa vuruş stilinden, etrafa bakınışından ve en önemlisi oynadığı pozisyondan futbolcuları tanır, kendi aramızda adıyla tekrarlardık. Şimdiki gibi “futbolcu dediğin sahanın her yerinde oynar” anlayışı o zamanlar yoktu. Herkesin yeri sabitti ve oynadığı bölge belliy- Vahit Kol’un 25 metreden Dundee Unuted’a attığı golü ayakta alkışladım. Unutulmaz amigolar Yaşar’ın ve Fiko’nun sahanın ortasına çıkıp yaptırdıkları tezahüratlara kendimden geçerek katıldım. Dönüp bakıyorum da, Bursa’da nesiller bu statta futbolla tanışmış, bu statta Bursaspor’la mutluluğu yaşamış. Başarının sevincini de, yenilginin hüznünü de bu statta tatmış. Ama… Hakan Aydın di. Onun için, yerel gazetelerden öğrendiğimiz bilgilerle donanır, maça bilinçli bakardık. Sağ bekte kimin, sol açıkta hangi futbolcunun oynadığını bilirdik. Kafaya çıkan stoperi ezbere söyler, topu karşılayan liberoyla birlikte heyecan yapar, santroforla gol atardık. Bir küçük tüyo daha… Merdivenden duvar üstüne terfi ettikten sonra, ara sıra bir lüks daha girdi maç serüvenime. Evden harçlık kopardığımda maçları bu kez loca tribün gibi kullanılan çay bahçelerinde izlerdim. Yaşım küçük olduğu için çaydan çok tarçını, ekşimsi Oralet’i ya da kakaoyu tercih ederdim. Yeri değil biliyorum, ama maç seyretme zevki gibi o yılların sıcak içeceklerini de özledim. Onlar da ayrı bir keyifti. Bu süreç… Doğal olarak stadyumun içine doğru çekti benim gibi merdiven ve duvar üstü beleşçilerini. Harçlıklarımızın biraz daha arttığı, biraz daha bilinçlendiğimiz günlerdi stadyuma girdiğimiz yıllar. Hiç unutmam… Atatürk Stadyumu’ndaki ilk maçımı yeni kale arkası olarak bilinen Atatürk Spor Salonu tarafındaki kale arkasında izledim. Çünkü burasının daha ucuz olduğunu söylemişlerdi. Üstelik… Maçın belli bir bölümünde tribünler arası güvenlik kapıları açıldığı için bizim açık tribün olarak bellediğimiz Maraton Tribünü’ne geçebiliyorduk. Duvar tırmanma yeteneği olan arkadaşlarımsa lüksü tercih edip Kapalı Tribün’e tırmanmaya çalışıyorlardı. Stat içinden, aşağı kale arkası tribününden izlediğim ilk maç ise Bursaspor-İstanbulspor maçıydı. Cemil’lerin, Alpaslanlar’ın, Kasapoğlu’ların oynadığı İstanbulspor’a karşı; Mesut Şen’li, Ersel Altıparmak’lı, Müfit Gürsu’lu, kaleci Osman Uçaner’li, İsmail Tartan’lı, Ahmet Tuna’lı, Haluk Erdem’li, Sinan Bür’lü, Vahit Kol’lu yeşil-beyaz sevdanın takımını izlemek ayrıcalıktı. Sahi… Kaleci Osman deyince aklıma geldi. O çocuk aklımızla Osman’ın kaleci eldivenlerinde mıknatıs olup olmadığını tartışır, içinden çıkamazdık. Çünkü topları bloke edişindeki yumuşaklık fark edilmeyecek gibi değildi. Şu da bir gerçek ki, ilk adımımı atarken kalbimin yerinden fırlayacakmış gibi çarptığını hala unutamadığım Atatürk Stadı artık miadını doldurdu. Burada maç izlemek eskisi gibi keyifli değil. Evet, orada koca bir kentin anıları var, hepimizin futbol sevgisi aldığı yer. Şimdi sıra, bu anıları yaşatarak yeni stadyumda büyük zaferler yaşamaya geldi. Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’nin Bursa’ya imzası olarak kabul edilebilecek müthiş görsel güzellikte, dünya liginde bir stadyumumuz oldu. Şahsım adına, bir Bursalı ve Bursaspor aşığı olarak Recep Başkana teşekkür ediyorum. Ben kendimi şanslı sayan insanlardanım. Çok güzel anılar biriktirdim. Biliyorum ki, yeni nesiller benden daha şanslı olarak daha büyük anılar biriktirecekler. Belki onlar da yıllar sonra Timsah Arena’ya veda yazılarını yazacaklar, ya da okuyacaklar. Zaman bu… Geçip gidiyor. Hiçbir şey aynı yerde kalmıyor ki. Ben o statta… Kıbrıs Barış Harekatı’nda rehin kalan Osman’ın yerine Uşakspor’dan transfer edilen yeni kaleci Rasim Kara’nın ilk maçına çıkışına tanık oldum. Ben o statta çocukluğumuzun aynı mahallede geçtiği Sedat Özden büyüğümün ilk sahaya çıktığı günü, attığı ilk golün heyecanını yaşadım. Ben o statta Mesut Şen’in aralarından geçtiği Fenerbahçeli iki savunma oyuncusunu kafa kafaya vurdurduğu çalıma tanıklık ettim. Göztepe solbekinin yediği çalımlardan başı dönüp yerdeki çimenleri söktüğünü gördüm. Olmaz denilen olmuş, Atatürk Stadı’nın zeminini futbolcu yerine taraftar doldurmuş… Tarifsiz bir mutluluk, sınırsız bir sevinç gösterisiyle taçlanmış. | Ocak 2016 | Sayı 17 47 dosya / Büyükşehir Stadyumu / İhsan AYDIN İhsan AYDIN Bu stadyum her an dolu dolu yaşamalı Kentler sadece fiziki yatırımlarıyla değil, sportif başarılarıyla da öne çıkarlar. Bursa’nın böyle bir şansı ve şanlı geçmişe sahip bir Bursaspor’u var. Şüphesiz, Bursaspor’un her başarısı her sevinci her hüznü, kendisini Bursalı hisseden hepimizi etkiler. Bursa artık övünülecek yeni bir stada sahip oldu. Bursa Büyükşehir Belediye Stadyumu biraz geç oldu, eksikleri var ama şimdiden kentin en yeni simgelerinden biri unvanını aldı. Sadece kentin en yeni simgelerinden değil, dünyanın heyecan uyandıran stadyum projelerinden de biri oldu. Böylesi eserin kentimize kazandırılmasında Büyükşehir Belediyesi 48 | Ocak 2016 | Sayı 16 kadar, Bursalı mimarlık ve mütehhitlik şirketlerimizin yer alması ayrı bir sevinç. Yani, Türk mühendis ve işçisiyle ortaya övünülecek bir eser çıkarıldı. Yeni stadyumda Bursaspor’dan çok başarılar bekliyoruz. Bursasporlu futbolcu ve teknik kadronun bunu yapabilecek güce sahip olduklarına inanıyoruz. Stadyumlar dünyanın hemen her kentinde simge yapılardandır. İrili ufaklı hemen hepsinin bir öyküsü bulunur. ATATÜRK STADI’NA VEDA ETMEK ZORDU Orada gerçekten önemli hatıralarımızı bıraktık. Bunların bize göre en önemlisi Bursaspor’u Türkiye’de 5. büyük yapan ve Trabzon’dan sonra Anadolu’ya 2010 yılında arman ettiği şampiyonluktur. Süper Lig Şampiyonluğu kupasını ilk kez müzesine götürdüğünde Bursaspor’un bu başarısı Atatürk Stadı’nda coşkuyla yaşandı. O coşkular artık inşallah yeni stadımızda tekrarlanacak. Umuyor ve bekliyoruz. Bursapor bu kente yeni şampiyonluklar getirecek. Peki, çok eleştirilen ama hizmete alındığında da bir çoğumuzun gurur duyduğu stadyum kentin sportif başarısı kadar ekonomik yaşamını nasıl etkiler? Bir kere, Büyükşehir Stadyumu 15 günden 15 güne kullanılacak bir yapı değil. Eğer böyle kullanılırsa onca emek, yatırım ve paraya yazık olur. Katalan ekibin mabedi sayılan 98 bin 722 seyirci kapasiteli Nou Camp Stadı’nı görmeden dönenlerimiz çok azdır. Maç olsun ya da olmasın, İspanya’ya giden yabancı turistlerin stadı görmek için para ödeyip, kuyruğa girdiklerine tanığız. Hatta, seyahatlerini La Liga’nın yıldızı Barselona’nın maç günlerine denk getirip, bilet temin etmeye çalışanları da biliyoruz. Bursa Büyükşehir Stadyumu’nda da aynı yöntem denenebilir. Bursa’ya tur düzenleyen şirketlerin programına Bursaspor’un yeni stadını görmek de ekletilebilir. Bunlar Bursa’nın ekonomisine fazlaca katkı sağlar. 44 bin seyirci kapasiteli bir spor tesisi hemen her maçta dolmayacaktır. Ama bunun biraz da Bursapor’un başarısıyla orantılı olacağını düşünüyoruz. vurguladık. Şimdi artık bunu konuşmanın, tartışmanın yeri yok. Ortada, Bursa’nın gücünü gösteren, sporda marka olmasına zemin hazırlayan bir yapı var. Açılış günü gerçekten etkileyici bir atmosfer yaşadık. Stada ilk girdiğimizde, kendimizi Avrupa’daki bir spor tesisinde hissettik. Şimdi eleştirmek yerine biz de övünüyoruz. Çünkü, bu eser Bursa’nın ve Bursaspor’un. Elbette, onu kente, Türk sporuna, Bursaspor’a kazandıran yerel yöneticiler de eserleriyle gurur duyacaklardır. Bu açıdan Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’nin Büyükşehir Stadyumu’nu yaşama geçiren ve Bursaspor’a armağan eden bir siyasetçi olarak tarihe geçtiğini söyleyebiliriz. Bursa’ya ve Bursaspor’a hayırlı olsun. Şunu da vurgulamadan geçmemeyelim. Başlangıçta kentin öncelikleri arasında görmediğimiz stadyum projesine harcanacak kaynağı biz de eleştirdik. Bunun yerine, ulaşım gibi kentin her kesimini etkileyen projelere yönelinmesi gerektiğini Büyükşehir Stadyumu bu kentin çok değerli kaynaklarıyla ortaya çıkarıldı. Buranın dolu dolu kullanılması şart. Yaşayan bir stadyum olmak zorunda. Kaldı ki, proje de bu yönde oluşturuldu. Hem ticari mekanlarıyla hem de eğlence programlarıyla gece-gündüz kullanılabilmeli. Burası gerçekten hem kentimizdeki tüm yurttaşlarımızın hem de dışarıdan geleceklerimiz için de gezilip görülmesi gereken bir yer. Belki de yabancı ziyaretçilerle para da kazanılabilir. Bursa esnafının açacağı dükkânlar sayesinde ekonomiye can verilebilir. Stadyumu görmek için turlar düzenlenebilir. İspanya’ya Barselona’ya gidenlerimiz bilir. | Ocak 2016 | Sayı 17 49 dosya / Büyükşehir Stadyumu / Serkan İNCEOĞLU Bursa’ya yakışanı oldu! Hakan Aydın 50 | Ocak 2016 | Sayı 16 Serkan İNCEOĞLU Gelişme ve taleplere göre… Kent yenilenir. Yol haritası oluşur. Hedefler, rol oynar. Bursa da, böyle! Pekçok mevcut alanda, yeniden yapılanma bulunuyor ve farklı yeni alanlarda da yer alabilmenin düşünce ve süreci yürütülüyor. Bursaspor! Kentindeki birincil futbol kulübüne, Bursa gibi sahip çıkabilen ve çok şeylerin yapılabilmek istendiği başka kent olmadığını düşünüyoruz. Şampiyon olunca… Hem şampiyonluğun gerektirdiği bir büyüklüğü daima ortaya koyabilmek, yeni şampiyonluklar ve kupalara sahip olabilmeyi gerektiriyor. Şampiyonlukla bu unvanı taşıyan 5. futbol takımı ve Trabzonspor’dan sonra bir başka Anadolu temsilcisi olan Bursaspor’dan, yeni başarı öyküleri bekleniyor. Böyle süreçle… Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’nin gündeme taşıdığı ve yapılması için de harekete geçtiği yeni stadyum projesi doğdu. Yeni başarı öyküleri için… Kente kazandırılmak istenen yeni stadyum, kavramsal ve fonksiyonel olarak Bursa’nın yeni ve bir başka örnek projesi olarak oluşturulmak isteniyordu. Nitekim… Sadece futbol maçları için taraftarları, kentlileri toplayan değil, Bursaspor’un her gün gün solunacağı ve yaşanacağı bir stadyum kazandırıldı. Bursa Büyükşehir Stadyumu! Özellikle… Bursa’nın, hem yeni bir mimari anıt esere kavuştuğunu hem de yeni bir kentsel simgeyi kazandığını da ifade etmiş olalım. Bursaspor’da vaktiyle oynamış Ugandalı futbolcu Mususi’nin gol sevinciyle icat ettiği timsah yürüyüşü, kentin futbol kulübünün simgesinin de, timsah kabul edilmesine neden olmuştu. Bu nedenle… Timsah figürüyle projelendirilen Bursa Büyükşehir Stadyumu, böyle bir düşünce ve mimari uygulamayla dünyanın da dikkatini çekiyordu. Yanı sıra… Yapım süreciyle ortaya çıkmaya başlayan yeni futbol mabedi, hem mimarlık hem de spor otoriteleri ve organizasyonları tarafından da, örnek gösteriliyordu. Dünyanın en heyecan veren yeni stadyumları arasında gösterilen proje, bilimsel bakışla mimari başarı ödülleriyle de gündem oluşturuyordu. Seyirci kapasitesinin 43 bin 500 olması da, Bursa’nın kıtasal ve dünya ölçekli organizasyonları için yarı finale ev sahipliğini gündeme getiriyor. Bursa Büyükşehir Stadyumu, teknik, sportif ve dinamik yaşamsal unsurları açısından dünyanın sayılı stadyumları arasındaki yerini alacaktır. Bir futbol takımına yapılabilecek en büyük destek, muazzam bir seyirci kalabalığını toplayabilecek bir stadyumdur. stadyumun, mutlak farklılığı, unsurları ve özellikleriyle bilinen bir gerçektir. Sportif ünitelerin yanı sıra, müze ve ticari üniteleriyle beraber, her gün bir kentin bir araya gelebileceği planlamaya sahip olan yeni stadyum, böyle bir yapısıyla Bursaspor’un artık düzenli ve ciddi bir gelire kavuşması anlamına geliyor. Bursa dışından gelecek olanların da, fotoğraf çekilmek ve gezmek için uğrayacağı yeni stadyum, bir turizm unsuru ve objesi olma özelliği de taşıyor. Tribünler için… Kentliler; taraftarlar, üzerine düşeni yapacaktır. Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin böylesine bir desteğine karşılık, Bursaspor’dan beklenen; iyi bir yönetimi ve başarılı futbolu ortaya koyabilmektir. Dolayısıyla… Yeni şampiyonluklar, kupalar! Sözün özü… Bursa’ya yakışanı oldu! Bazı Anadolu kentlerinde de yeni stadyumlar yapıldı ve hizmete girdi, ancak Bursa’daki | Ocak 2016 | Sayı 17 51 dosya / Büyükşehir Stadyumu / Selahattin ADIGÜZELLER Selahattin ADIGÜZELLER Yeni stadyum, Bursaspor’un altın bileziğidir! Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, başkanlığa aday olduktan sonra yaptığı ilk basın toplantısında, seçilmesi durumunda yapacağı vaatleri sıralıyordu. İlk temelinin atıldığı o tarihi günü unutamıyorum… O günden sonra, Bursaray’la önünden her geçişimde, inşaatını izliyordum büyük merakla ve sabırsızlıkla… “Şampiyon Bursaspor’umuza daha büyük ve modern yeni stadyum yakışır” dediğinde, doğrusu bu vaadi biraz ütopik bulmuştum… “Timsah Arena, başlasın artık!” Yalnız ben değildim meraklanan, sabırsızlanan, o an vagondaki erkeği kadını, yaşlısı genci çocuğu birçok yolcu da benimle birlikte kafasını o yöne çeviriyor, tribünler yükseldikçe heyecanımız da yükseliyordu… Son durağa kadar Bursaspor muhabbeti yapılıyordu sonra… En baba spor programlarını gölge de bırakan lezzette bir futbol sohbeti hem de! O sohbetlerde de bir kez daha anlıyordum ki, Bursaspor yalnız spor kulübünden ibaret değil Bursalıların gönlünde, gözünde yeri çok başka! * Ailesinden bir parça gibi! Çatısı timsah figürlü stadyum projesi ortaya çıkınca, İstanbul’daki Bursaspor gecesinde stadyumla ilgili ayrıntıları da dinleyip, projenin slaytını izleyince tereddütlerim yerini heyecana bıraktı… Bursaspor taraftarlarıyla birlikte haykırmaya başladım bende: 52 | Ocak 2016 | Sayı 16 Stadın yapımını bir bebeğin büyümesini izler gibi gururla izledik... * Nasıl ki bir bebeğin doğumu ve büyümesi kolay olmuyorsa, bu tür büyük maliyetli anıtsal yapılar da öyle kolay gerçekleşmiyor. Kıymetini iyi bilmeliyiz… Bu yüzden de; Yeni stadyuma sadece Bursaspor’un yılda 9 ay 15 günde bir maçlarını oynayacağı sıradan bir stadyum olarak bakmamalıyız! Bakarsak, Bursalıların parasıyla gerçekleşen 300 milyon liralık dev bir yatırıma yazık etmiş oluruz… Yazık etmekle kalmaz; Daha proje halindeyken bile dünyanın en heyecan verici stadyumları arasına giren, Avrupa’nın en prestijli gayrimenkul ödülüne layık görülen bu muhteşem yapıya ayıp da etmiş de oluruz. Bizim, ne Bursa olarak, ne de ülke olarak böyle bir lüksümüz yok! * Büyükşehir Belediyesi tarafından 10 yıllığına Bursaspor’a kiralanan bu stadyum, kulübün altın yumurtlayan tavuğudur! Bu mantıkla bakılmalı… Stadyumun ve kapılarının isim hakkı, locaları, kombineleri çok iyi pazarlanmalı… Ayrıca; İçindeki ticaret ve sosyal donatı alanlarını çok iyi değerlendirilmeli… Timsah Arena, ofisleriyle, kaliteli, tanınmış eğlence ve dinlence mekanlarıyla, maçtan maça değil 7/24 yaşayan bir cazibe merkezi olmalı… Sonuçta; Timsah Arena’nın hakkını veren bir futbol oynayan takım kurulur! Bursaspor yönetimi bunu yapabilir mi? Diyeceğim o ki; Başarmak için Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok… 44 bin seyirci kapasiteli 300 milyon liraya mal olmuş, ülkemizin en prestijli dev spor kompleksinin başında, stat müdürü değil CEO olmalı! Yapılacak iş basit… Nasıl ki, stat inşaatının yapımında kullanılan malzeme ve teknikleri görmek için dünyadaki örnek stadyumlar incelenmeye gidildiyse, o stadyumların yönetim şekilleri de yakından incelenmeli. Yani, yönetim ve pazarlama noktasında da büyük düşünmeli, mutlaka profesyonel, o işin uzmanlarıyla çalışmak şart! Stadyumun dışı dolarsa, içi de dolar! İçi dolarsa, sportif başarı da gelir! Ve Bursaspor sürekli borçlanan, günü, sezonu kurtarmak için bankalardan kredi, işadamlarından bağış arayan kulüp olmaktan kurtulur. Ekonomisi düzgün kulübün, yönetim kadrosu da daha seçkin olur, bu kalite takımın transfer politikasına da olumlu yansır! Görürsünüz yeni otel, turistik tesis yatırımları, stadyuma ulaşımı kolaylaştıracak yeni yeni büyük yollar, kavşaklar belediyelerin, özel sektörün yatırım gündemine gelecek… Bazılarına çoktan başlandı bile… Çok değil iki üç yıl sonra kentteki gelişime, değişime inanamayacaksınız. * * Ben inanıyorum… Bursa Büyükşehir Stadyumu, bu mantıkla yönetilirse, yalnız Bursaspor’a değil, kentin ekonomisine de çok şey katacağına inanıyorum. Yeni Stadyum, Bursaspor’un da Bursa’nın da çehresini, havasını değiştirecek… Yılda iki defa Avrupa’dan ya da milli maçın Bursa’ya verildiğini düşünsenize… O muhteşem açılış töreninde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da dediği gibi, Bursa sıradan bir kent, Bursaspor sıradan bir takım değil! Şehirdeki otellerin, çarşıdaki esnafın, turistik mekanlar, taksicisi, restoranı bayram ederler… Şampiyon takıma ve onu çok seven Bursa’ya yakıştı yeni stadyum! Boşuna spor turizmine yatırıp yapmıyor ülkeler, sportif turnuvalara talip olmuyorlar. Bir diğer güzelliği de… Stadyumun henüz bitmeyen timsah figürlü kafa bölümü yerine, o stadı nasıl bir kafanın yöneteceğine kafamızı yoralım… Bu tür vizyon projeler beraberinde birçok yeni yatırımları da tetikler… Ve, yeşil-beyaz atkılarımızla “Kıskananlar çatlasın” şarkısıyla tribünleri inletelim… Son olarak, naçizane önerim; Yıllardır televizyonda Avrupa maçlarını izlerken imrendiğimiz bir stadyuma kavuşmanın haklı gururunu, mutluluğunu, sevincini yaşayalım… Böyle projeler, yüz yılda bir gerçekleşir, tarihe tanık olmanın üç puanlık keyfini çıkaralım! Bu statta, Bursaspor’un daha nice şampiyonluklarını göreceğiz! Size söz; O gün ilk timsah yürüyüşü benden! Stadyumda başlar, Nilüfer Deresi’nden çıkabilirim! Önlem alınsın! | Ocak 2016 | Sayı 17 53 dosya / Büyükşehir Stadyumu / Cemal EKENTOK Cemal EKENTOK VE İLK MAÇ, İLK HEYECAN… Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin kente yaptırdığı en büyük yatırımların birisiydi Bursa Büyükşehir Belediye Stadı. Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’nin söylediği gibi yaklaşık 230 milyon TL’ye mal olmuştu. Açılışını Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan yapmıştı. O zaman tesisin muhteşemliğinin pek farkına varamamıştık. İçeri ilk kez girerken büyük telaş yaşamıştık. Birçok yolu ve güzergahı bilmiyorduk. Basın girişini bulana kadar akla karayı seçmiş, dolaşmadığımız kapı kalmamıştı. Basın tribününe yürüyerek çıkarken gözlerime birçok eksiklik çarpıyordu. Onları da akıl defterimin bir kenarına yazıyordum. Aradan geçen 21 gün sonunda, yeniden Timsah Arena’ya gittiğimde, daha önce gözlemlediğim eksikliklerden eser kalmamıştı. Hemen hemen her şey kusursuz gibiydi. Asansörler çalışıyordu, 8 kat yüksekliğindeki basın tribününe bu kez asansörle çıktım. Özellikle basın tribününe oturduğumda stadı 54 | Ocak 2016 | Sayı 16 kuş bakışı gözlemlerken gerçekten muhteşem bir esere imrenerek baktım. Bursaspor’un birçok şampiyonluk sevincini yaşadığım tarihi Atatürk Stadı’ndan sonra Timsah Arena’da maç nasıl olacaktı bilemiyorum. Tribündeki yerimi aldığımda gördüm ki Timsah Arena’nın akustiği tek kelimeyle muhteşem. Bir saat öncesinde Teksas Tribünü olarak adlandırılan güney tribününde fazla taraftar yoktu. Yani yükünü tam olarak almamıştı. Ama yaptıkları tezahüratlar stadı adeta inim inim inletti. Tribünler dolduğunda ise ortaya tek kelimeyle muhteşem bir ambians çıktı. Bursaspor, Büyükşehir Stadı’nda antrenman yapmasına karşın, mücadele başladığında futbolcuların Trabzonspor karşısında ayakları adeta birbirine dolandı. Herkes ilk golü ben atayım ve tarihe geçeyim derken Bursaspor, ne olduğunu dahi anlayamadan 2-0 geriye düştü. Ancak, Bursaspor’un 12. adamı olan taraftarları yeşil beyazlı futbolcuları öyle bir ateşlediler ki görülmeye değerdi. Ses akustuğinin muhteşemliği sonunda yapılan tezahüratlar sanki futbolcuların kulağına yapılıyor gibiydi. Maçın başındaki şaşkın ayaklar gitmiş, dakikalar ilerledikçe ayakları yere sağlam basan bir takım oldu. Sonuçta muhteşemdi. Basın tribününden çıkarken hepimizin ortak görüşü, “Bu stat ölü takımı bile diriltir” şeklinde oldu. TARİHE GEÇENLER... Bursaspor, Timsah Arena’da muhteşem bir geri dönüşe imza attı. Bunu bütün Türkiye kabul ederken maçın birçok kahramanı vardı. Tarihi Atatürk Stadı’ndaki son lig maçında Bursaspor’un son golünü atıp 3 puan kazandıran Sercan Yıldırım, Timsah’ın yeni mabedindeki ilk golünü atarak Bursaspor ve stat tarihine adını yazdırdı. Kaptan Serdar Aziz’i de unutmamak gerek. Ona da bir paragraf açmak istiyorum. Kaptan bu muhteşem statta tarihe galibiyete yaptığı asisler ve attığı golle adeta damgasını vurdu. Tomas Necid klasını konuşturdu. Miroslav Stoch ilk kez tek kelimeyle muhteşem oynadı. olumlu sonuçlar birbirini izleyince inanıyorum ki 44 bin seyirci kapasiteli tribünlerde yer bulabilmek çok zor olacaktır. Maç sonu teknik direktörlerin basın mensuplarına değerlendirme yaptıkları bölüme indim. Yaklaşık 300 basın mensubunu aynı anda konuk edebilecek düzeyde. Ses düzeni, oturma düzeni herşey çok güzel. TİMSAHIN BAŞI... Bursa’nın yeni mabedine adını veren Timsah’ın başının montajı devam ediyor. Sanıyorum yeni sezona kadar burası tamamlanır. O zaman inanın burası insanları heyecanlandıran bir stadyum olarak tarihteki yerini alır. Ancak koltuklarda bilgisayarlara açıklamaları yazarken sıkıntılar yaşanmıyor değil. Bana göre burası A Milli Takımımızın oynayacağı maçlarda ve Avrupa kupası maçlarında gelen yabancı konuklar fazla olacağı için kullanılmalı. Bursaspor’un lig maçlarında ise daha küçük bir basın odası kullanılsa, sanıyorum çok daha güzel olur. SEYİRCİ… Bursaspor’un yeni mabedinde oynadığı ilk karşılaşmayı yaklaşık 30 bin taraftar giriş yaparak izledi. Ülke futbolunda tribünlerin boşaldığı şu dönemde ulaşılan bu rakam gerçekten çok güzeldi. Haftalar ilerledikçe, Gerçekten Bursa muhteşem bir eserine kavuştu. Türkiye’nin en modern ve çağdaş stadı olan Bursa Büyükşehir Stadı birçok milli karşılaşmaya ve UEFA organizasyonlarında birçok maça mükemmel bir ev sahipliği yapacağına inanıyorum. Evet, özetleyecek olursam gerçekten muhteşem bir tesis. AKUSTİK MUHTEŞEM Öncelikle bu akustiği hesaplayan ve yapan mühendisinden tutunda işçisine kadar herkesi canı yürekten kutluyorum. Burada en büyük kutlamayı hak eden isimlerinden birisi de Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Recep Altepe. Yapımında emeği geçen GİNTAŞ’a, çalışanlarına, mühendislerine, beton dökeninden tutun da ince işçiliğini yapan herkesi yürekten kutluyorum. Bunlar benim ilk karşılaşma sonrası gözlemlediğim artılar ve eksiklikler böyleydi. Bir sonraki maçın sorunların daha da çözümlendiği ve taşların yerine oturduğu bir statla karşılaşacağımdan hiç şüphem yok. | Ocak 2016 | Sayı 17 55 haber / Hür Düşünce Kulübü; İbrahim Paşa Kültür Merkezi / Metin Önal MENGÜŞOĞLU Metin Önal MENGÜŞOĞLU HÜR DÜŞÜNCE KULÜBÜ psikolojisi veya mağlupluk haleti ruhiyesi bizi daha da zorlayacağa benzemektedir. On beşinci yüz yıl Osmanlı eserleri arasında yer alan Mahkeme Hamamı, Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilerek 2012 yılında faaliyete geçirildiğinde kadınlar bölümü asli işlevine ayrılmış ve BURFAŞ tarafından hamam olarak çalıştırılmaya başlanmıştır. Erkekler bölümü ise Kültür A.Ş. bünyesine bağlanmış ve yapının 1492’deki inşasına karar veren İbrahim Paşa’nın adına izafe edilerek Kültür Merkezi olarak kullanılmaya başlanmıştır. İbrahim Paşa Kültür Merkezi’nin otantik salonunda periyodik aktivitelere başladığımız ilk günden itibaren Bursa’da bir düşünce kulübü oluşturma heyecanını taşıyorduk. Bizim elbette kendimize mahsus inancımız, düşüncemiz mevcuttu. Ne var ki salt bizim düşüncelerimizin konuşulduğu, tartışıldığı bir mekân olmamalıydı burası. Bizim gibi düşünmeyenlerin ötekileştirilmesi doğrusu ne vicdani ne de ahlaki olurdu. Bu sebeple İbrahim Paşa Kültür Merkezi’ni “Hür Düşünce Kulübü” adıyla anmak daha uygun olacaktı… Geçtiğimiz üç yıl içerisinde İbrahim Paşa Kültür Merkezi öncelikle etkinlik periyodunu hiç aksatmaksızın disiplin anlamında iyi bir sınav verdi. Birinci yıl on beş günde bir, sonraki yıllar ise her hafta Çarşamba akşamları farklı alanlarda bir düşünce, kültür, sanat etkinliğine sahne oldu. Bu anlamda örnek bir çaba ve çalışma gerçekleştirildiğini düşünüyoruz. Bütün dünyanın bilişim ve iletişim alanında hız çağını yaşadığı şimdiki zaman diliminde, toplumunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde, zamanın, değişim ve dönüşümün nabzını kendi irademizle tutmak durumundayız. Hele çeşitli etnik, mezhebi ve politik sebeplerle düşmanının çoğaldığı bir 56 | Ocak 2016 | Sayı 16 İşte bütün bu sebeplerle uysallıkla itaatkârlıktan önce, direnişçi ve dinamik çabalar bizi beklemektedir. Bunun en iyi yolu da derin ve doğru düşünme yöntemlerini öğrenerek, uzun yıllar boyunca ara verilmiş bulunan üretici ve varoluşçu eylemleri çoğaltmaktan geçiyor. Beşeri münasebet ve muamelelerin en fazla Müslümanlar tarafından ahlaki ilkeler gözetilerek sürdürülmesi bir vecibedir. Başkalarının ne tür davrandıklarına bakmaksızın, başkalarının bizim öğretmenimiz olmadıklarını düşünerek yaşamak yakışır bize. Öyleyse ötekileştirmek, özgürlük sınırlarımızı başkasınınkine tecavüz boyutunda genişletmek en çok bize yakışmaz. dönemde ülkenin aydınları daha bir sorumlu davranmak, bazen politikacılardan daha fazla risk almak ve çalışmak durumundadırlar. Bir vakitler hinterland sınırları Hint kıtasından Avrupa’ya dayanmış bulunan ve bu sebeple daima galip bir zihne sahip olan toplumumuz, bugün maalesef aynı duyguları taşıyamaz durumdadır. Bir karamsarlık/ kötümserlik Beşeri münasebet ve muamelelerin en fazla Müslümanlar tarafından ahlaki ilkeler gözetilerek sürdürülHakan Aydın mesi bir vecibedir. Başkalarının ne tür davrandıklarına bakmaksızın, başkalarının bizim öğretmenimiz olmadıklarını düşünerek yaşamak yakışır bize. Öyleyse ötekileştirmek, özgürlük sınırlarımızı başkasınınkine tecavüz boyutunda genişletmek en çok bize yakışmaz. Böyle düşünerek başlattığımız İbrahim Paşa Kültür Merkezi programlarında beş ana başlık seçtik. Güncel sorunlar, düşünce sorunları, kültür/ medeniyet sorunları, gençlik sorunları ve sanat/ edebiyat sorunları. Hiç kuşkusuz tamamen bağımsız daha doğrusu başıboş bir seçime gitmedik. Özellikle salonumuzu dolduran belli bir birikimi, merakı ve entelektüel düzeyi yakalamış bulunan izleyici/ dinleyici kitlemizin uyarılarını da hesaba katarak, davetli tercihinde (elbette kendimizce) bir kalite çizgisini düşürmemeye çalıştık. Siyaseti, güncel sorunları konuşur/ tartışırken aktif politikadan ziyade olayın felsefesi, ilkeleri üzerinde durduk. Kendisini herhangi bir parti fanatizmine kaptırmış isimlerden uzak dururken, illa da iktidardaki parti taraftarları değildi tercihimiz. Güncel sorunlar üzerinde zihnini yormuş, bu alanda ürünler vermiş hoca ve aydınları konuk etmeye çalıştık. Düşünce meseleleri ülkemizde sanıldığından çok daha düşük düzlemde tartışılmaktadır. olduğu biliniyor. Sözgelimi Kürtçe edebiyatı konuşmalıydık, bunu yaptık. Türkçe yazan Ermeni edebiyatçısını ağırladık. Ardından Süryani, Rum, Musevi kökenli olup Türkçe yazan ve konuşan aydınlarla bir araya gelmeyi, onların eserlerini, duygu ve düşüncelerini öğrenmeye çalışacağız. Mıgırdiç MARGOSYAN Hem düzeyini yükseltmeye hem de farklı düşünceler arası ilişkileri geliştirmeye ciddi ihtiyaç vardır. İnsanların birbirlerini çoğunlukla hiç konuşmadan, anlamadan, dinlemeden suçladıkları bir dünyada yaşamaktayız. Konuşunca birçok anlaşmazlığın çözüldüğü görülecektir. Gelin görün ki bir araya gelme hamlesini herkes ötekine bıraktıkça anlaşma, birlikte yaşama giderek zorlaşacaktır. Temelde böyle bir amaçla hareket ederek alanında saygın işler yapmış, eserler vermiş kimselerle temaslar kurduk. İbrahim Paşa Kültür Merkezi Bursa’nın kadim mahallelerinden birisinde, neredeyse tam merkezinde yer almaktaydı. Çevresinde Kız Lisesi, Erkek Lisesi, Ticaret Lisesi, Kız Meslek Lisesi bulunmaktaydı. Pek yakınında ise Süleyman Çelebi Lisesi ile İpekçilik Anadolu İmam Hatip Lisesi mevcuttu. Civarda birçok da irili ufaklı kütüphane, kültür merkezi ve öğrenci yurdu vardı. Oralardan kimi meraklı kimi de sahiden kültür, sanat, düşünce sorunlarına susamış genç ve diri bir dinleyici/ izleyici/ katılımcı kesim ihmal edilemezdi. Bu sebeple önceki yıl Gençlerle Başbaşa, bu yıl ise Genç Oturum başlığı altında genç izleyicilerimizi alanlarında çalışarak sunum yapmaları için teşvik ettik. Onlar da aramıza katıldılar. Bilimsel, kültürel, sanatsal ve edebi pek çok alanda son derece başarılı sunumlar yaptılar. Kız Lisesi Edebiyat öğretmeni şair/ yazar Cevat Akkanat, kültür merkezinin sekretaryasını başarılı biçimde götürürken aynı zamanda ayda bir edebiyatçı hoca, şair veya yazarı davet ederek onların eserlerinden hazırladığı sorularla karşılıklı bir diyalog ortamını sürdürdü. Burada da farklı bir formatı denemeye başladık. Türkçe edebiyatın yerli yazar ve şairleri yanında yine Türkçe yazan ancak farklı etnik köken ve dine mensup yazar ve aydınları da konuk ederek yepyeni bir başlangıç yaptığımızı düşünüyoruz. Anadolu’da yaşayan, Türkçe konuşan ve Türkçe yazan bir hayli aydın ve edebiyatçımız Batılı toplumların Rönesans ve Reform hareketlerine kadar kiliselerin ve din adamlarının baskısı altında, Engizisyon mahkemelerinde, Aforoz muamelesine tabi tutulduğu, kadınların türlü sebeplerle cadı sayılarak yakıldığı dönemleri aşıp aydınlanma çağını yakalamaları çok uzak zamanlara denk düşmüyor. Ne var ki onların Orta Çağ karanlığından kurtulmalarındaki nedenlerin başında, hür düşünceye verdikleri önem, felsefi anlamda sorgulamaların çoğalması yatmaktadır. Bizim toplumun ise askeri, bürokratik ve hukuki vesayetler altında çok ileriye gidemeyeceği aşikârdı. Toplumsal anlamda en temel ihtiyaç, körü körüne inanmalardan da önce sağlam ve Batı toplumları yalnızca düşünce kulüpleri değil neredeyse düşünce laboratuvarları açarak kendileriyle birlikte öteki toplumlar hakkında da bilgi sahibi olmaya, geleceklerini buna göre inşa etmeye çalışırken, bizim toplumun atalarıyla, tarihiyle, geçmişiyle övünmekten başka marifet göstermemesi düşünülemez. Şimdi ve burada bizzat kendi ellerimiz ve emeğimizle ürettiklerimizden sorumluyuz. sahih bir düşünmeydi. Müslümanlar bakımından iman asla bir dogma değildi. Bir inceleme, araştırma, bilgi, bilinç ve basiret eylemiydi. Hiç kuşkusuz çok köklü bir geçmişi ve geleneği bulunan bir toplum içerisinde yaşıyoruz. Ne var ki gelenek, sorgulanamaz sanılmaya başladığında toplum fanatizmin eşiğine gelmiş demektir. Gelenek elbette toplumsal bir hazinedir. Ne var ki hazineler genellikle toprak altında kalmıştır. Değerlerin üzerindeki sıradan çer çöpü de hazineden Muhsin KIZILKAYA saymamak için onları değerlerin üzerinden özenle kaldırıp bir kenara atmak gerekmektedir. Sorgulamayı bırakan toplumlar fanatik toplumlardır. Onlar statik ve durgun olmaya, başıboş oturmaya kendilerini kendi elleriyle mahkûm etmişlerdir. Batı toplumları yalnızca düşünce kulüpleri değil neredeyse düşünce laboratuvarları açarak kendileriyle birlikte öteki toplumlar hakkında da bilgi sahibi olmaya, geleceklerini buna göre inşa etmeye çalışırken, bizim toplumun atalarıyla, tarihiyle, geçmişiyle övünmekten başka marifet göstermemesi düşünülemez. Şimdi ve burada bizzat kendi ellerimiz ve emeğimizle ürettiklerimizden sorumluyuz. Artık bütün şehirlerimizde, kasabalarımızda, hatta mahallelerimizde bile düşünce üreten birimlere ciddi ihtiyacımız bulunmaktadır. Hiç konuşmayan, hiç düşünmeyen, hiç üretmeyen ve hiç yaratmayan toplumlar belki hiç yanılmazlar. Ne var ki konuşan, düşünen, üreten ve yaratanların kölesi, esiri olmaktan kurtulamazlar. Yerli, kendimize mahsus bir düşünce ve inanış sahibi olmak, sorunlara evrensel bakabilmenin de ön şartıdır. Bunun gelecek kuşaklarda daha zengin bir dile, kültür ve medeniyete dönüşerek bütün insanlığa güzel ahlak modelleri, vicdan ilkeleri sunabilmesi için ilk adım yine düşüncenin önündeki barikatları kaldırmaktan geçer. Düşünceyi terk eden toplumlar ve bireyler düşünenlerin mahkûmu ve mağlubu olurlar. Afro-Amerikan kültürünün ilk lideri Martin Luther King “I have a dream.” yani “Bir rüyam, bir hayalim var.” derken günün birinde siyah derililerin Amerika’daki beyazların haklarına aynen sahip olacağına dair özlemini dile getirirmiş. Benim özlemim ve hayalim de Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. bünyesindeki İbrahim Paşa Kültür Merkezi’nin ileride bir Özgür Düşünce Okulu biçiminde hatırlanmasıdır. | Ocak 2016 | Sayı 17 57 araştırma / Bursa’nın Kültürtarihini Aydınlatanlar-1 M. Şemseddin Ulusoy / Prof. Dr. Mustafa KARA Prof. Dr. Mustafa KARA BURSA’NIN KÜLTÜR TARİHİNİ AYDINLATANLAR-1 M. ŞEMSEDDİN ULUSOY 2016, Bursa’nın fethinin 690. yılı. Dolayısıyla yaklaşık yedi yüz yıldan beri bu şehirde ve bu şehirle ilgili kaleme alınan her eser konumuzu ilgilendirmektedir. Bu şehrin siyasî, iktisadî, askerî, ilmî, dinî, bediî hayatı kültür tarihini oluşturmaktadır. Yüzlerce alim, arif ve sanatkar bu hayata katkıda bulunmuş, emek ve omuz vermiştir. Kimi yazarak çizerek, kimi konuşarak kimi de icra ederek bu kutlu kervana katılmıştır. XX. Yüzyılda yaşayanların kaleme aldığı eserler ise bir nevi “icmal” olmuş, daha önceki yıllarda yazılan eserlerle yollarını aydınlatanlar, zincire yeni halkalar ilave etmişlerdir. Bu noktada öne çıkan üç isim şunlardır: 1. M. Şemseddin Ulusoy 2. Kâmil Kepecioğlu 3. Kâzım Baykal 2016, aynı zamanda Mehmet Şemseddin Efendi’nin vefatının 80. yılı. İlk olarak O’nun vefatından hemen sonra kaleme alınan bir yazıyı aktarıyoruz. O’nu bizzat tanıyan bir gazetecinin tesbitlerini naklederek onu tanımaya çalışacağız. Parantez içi açıklamalar ve dibnotlar bize aittir. M. ŞEMSEDDİN ULUSOY Rıza Rûşen Yücer1 Mehmet Şemsettin Ulusoy’u herkes ‘Mısrî Tekkesi Şeyhi’ olarak tanır. Ben onu şeyh iken tanımadım. Gerçi kendisi bir tekkenin şeyhliğini yapıyordu. Fakat bu nihayet babasından kalma bir mirasın muhafazasından başka bir şey değildi. Rahmetli ile tanışmamız bir kavga ile başlamıştır. Tekkelerin kapatıldığı seneydi. Buralardaki bütün kitapların Maarife(Millî Eğitim Bakanlığına) devredilmesi hakkında bir karar çıkmıştı. Mısrî tekkesinde birçok kıymetli kitap bulunduğunu ve şeyhin bunları sakladığını bize haber verdiler. O vakit Arkadaş2 gazetesini çıkarıyordum. Gazeteye, Mısrî Tekkesi şeyhine çatan bir yazı koyduk. Bize cevap verdi. Kitapların şahsî malı olduğunu bildirdi. Tekrar hücum ettik. Beni ziyarete geldi ve bu çatışmadan bir tanışma doğdu. Aramızda kurulan ahbaplık gün geçtikçe kuvvetlendi! Halkevindeki tarih çalışmalarına kadar o, daha ziyade kendi kendine yaşayan münzevî bir kitap meraklısı idi. Köşesine çekilir, okur ve yazardı. Ziyaret edilmekten pek hoşlanırdı. Bursa tarihi üzerindeki derin bilgisi alakalıların malumu olduğundan ara sıra Bursa’ya gelen Halil Ethem, Nüzhet Sabit gibi değerli zevat ziyaretine giderlerdi. Mehmet Şemsettin Ulusoy nev i şahsına münhasır, cidden orijinal bir tip olarak yaşamıştır. O kadar ki Bursa’ya Piyerloti zihniyetiyle gelen ecnebiler O’nu, şark dekorları için bir motif halinde gördüklerinden fotoğrafını çekerlerdi! Klasik bilginler gibi her şeyi ince eleyip sık dokur, fakat bir defa da kanaat getirdi mi, fikir ve mütalaasından kolay kolay dönmezdi. İtikatlarında olduğu kadar itiyatlarında(alışkanlıklarında) da muhafazakârdı. Mesaha mikyası(uzunluk ölçüsü) olarak hiçbir zaman metreyi kullandığını görmedim. Daima adımı(adımlayarak ölçmeyi) tercih ederdi. Niçin böyle yaptığını sorduğum vakit bana: - Ayaklarıma daha çok itimadım var da ondan, diye cevap vermişti. Onun için gelişigüzel neşriyata, tarih kitaplarındaki mürettip ve müellif hatalarına çok sinirlenirdi. Bu asabiyet O’na Mi’yar-ı Şemsî isimli eseri yazdırmıştı. Mi’yar-ı Şemsî’nin bir kısmını bizim Yeni Fikir3 1 Şemseddin Mısrî’nin vefatından sonra yayınlanan bu ilk yazı Bursa ve İstanbul’da gazetecilik yapan Rıza R.Yücer tarafından kaleme alınmıştır. Bursa’da yayınlanan Yeni Fikir ve Arkadaş gibi gazetelerde Halkevi’nin yayın organı Türkün/Uludağ dergilerinde yazıları çıkan Yücer 1959 yılında İstanbul’da vefat etmiştir. Bk. Bursa Ansiklopedisi, hzn. Yılmaz Akkılıç, c. IV, s. 1757. 2 02.08.1922 günü yayın hayatına başlayan haftalık siyasi gazete, sahibi Salih Münir, başyazarı Rıza Ruşen. 3 1925’te Bursa’da yayınlanan Yeni Fikir gazetesinin sahibi Mehmet Süreyya, yazı işleri müdürü Rıza Ruşen. 58 | Ocak 2016 | Sayı 16 ve takdirle karşılamamak ve bunların bugün de yarın da Bursa tarihi için çok değerli unsurlar halinde her vakit işimize yarayacağını teslim etmemek mümkün değildir. gazetesinde neşretmiştik. Bu neşriyat gazetenin kapandığı güne kadar sürdü. Titizliğini bildiğim için eski harflerle yazdığı müsveddeleri elimle yeni harflere çevirir, matbaaya öyle gönderirdim. Bu harekete hem üzülür hem de memnun olurdu. Gariptir ki son günlere kadar ben bu yazı silsilesine “Tarih Yanlışlıkları” başlığını koyduğum halde O, her müsvedde getirişinde üzerine daima Mi’yar-ı Şemsî terkibini koymaktan bir türlü vazgeçmedi! Kitabedeki tarihin seb’a mı yok tis’a mı (yedi mi dokuz mu) olduğunu anlamak için, o ihtiyarlığında hiç üşenmeden tâ Yıldırım Camiine kadar birkaç sefer gittiğini hiç unutmam. Kendisi yanlış yapmaktan çok çekindiği için, tarih yanlışı yapanları affetmez, kendine mahsus üslubu ile ağır tenkitlerde bulunurdu. Şemsettin Ulusoy, çok okuryazar bir münevver olduğu halde Yâdigâr-ı Şemsî’nin bir kısmından başka hiçbir eserini bastıramamıştır. Halbuki, her müellif gibi onun da en büyük emeli yıllarca göz nuru dökerek meydana getirdiği eserlerini basılmış görmekti. Fakat daima para sıkıntısı ‘Canlı Bursa tarihi’ diye anılan merhumun yakasını hiçbir vakit bırakmamıştı.4 Talihin garip cilvelerinden biri olarak O’nun altmış lira ücretle Evkaf sicillerini tetkike(Vakıf belgelerini incelemeye) memur edildiğini bildiren emir Bursa’ya geldiği gün o, İstanbul’da gözlerini ebediyen kapamış bulunuyordu. En çok önem ve emek verdiği Diyar-ı Şemsî namında Bursa tarihine ait sekiz yüz küsür sahifeli eserini geçen kış bitirmiş, bastırılmasını temin için Halkevine vermişti. Kitap Maarif Vekaleti’ne gönderildi. Fakat gelen cevapta ‘Şimdilik bu arzunun yerine getirilmesinin mümkün olmadığı’ bildirildi. Bunun sebebi -bence- Şemsettin Ulusoy’un tarih hakkındaki bilgisinin ilmî bir metoda uygun bulunmayışı olsa gerektir. Bununla beraber O’nun Bursa hakkındaki bilgilerini hayret Halkevimizin bu kitaplarla meşgul olmasını bilhassa Medâr-ı Şemsî, Devvâr-ı Şemsî, İntizâr-ı Şemsî, Gamhâr-ı Şemsî, Ezhâr-ı Şemsî, İtimâr-ı Şemsî, Karâr-ı Şemsî gibi bugün meraklısı da toplayıcısı da azalan mevzulara dair eserlerinin birbirini tamamlayan kısımlardan mükerrep bir kitap halinde basılması için himmet sarf edilmesini gerçekten temenni etmeliyiz. Bu teşebbüs sadece merhumun ruhunu şad etmek gibi kuru bir hayır işi değil, Bursa tarihinin çok lüzumlu sahifelerini kaybetmemek bakımından bizim için çok yerinde bir kültür borcudur.5 Şemsettin Ulusoy’un kitapları ile kısa bir hal tercümesini Gülzâr-ı Mısrî isimli eserinden alarak buraya geçiyorum: 1287 (1867) tarihinde Bursa’da doğdu. İzmir ve Bursa’da tahsilden sonra babasından hususî dersler aldı. Vergi, Nüfus, Yabancı Komisyonu gibi vazifelerde bulundu ve babasının vefatı üzerine Mısrî Tekkesine şeyh oldu ve Pınarbaşı’ndaki İzzettin Camii’nin hitabet (Cuma günleri hutbe okuma) vazifesini elli yıldan fazla bir zaman ifa etti. Boş vakitlerinde Şeyh Vahyî’den akaid ve tasavvuf okudu. Sonra fennî ilimlere bu arada tarihî konuları merak ett ve bu meslek üzerinde hayatının sonuna kadar çalışarak birçok eserler meydana getirdi. 7 Nisan 1327’de ilk teşkil olunan Tarih Encümeni’ne aza tayin edildi. Meclis-i Meşayıh, Donanma Cemiyeti, Cihat Komisyonu azalıklarında bulundu. Bir aralık kütüphaneleri tasnife ve 1927’de de kütüphaneleri teftiş ve tetkike memur edildi. 1932’de Halkevi’nde Tarih Komitesi’nde çalıştı. Dört ay evvel tedavi için gittiği İstanbul’da 69 yaşında olduğu halde 9 Teşrinievvel 1936 Cuma günü vefat ederek Merkez Efendi kabristanına gömüldü. Eserleri • Gülzâr-ı Mısrî-Yadigâr-ı Şemsettin: Üç kısımdı. Birincisi Mısrî tekkesinden ikincisi Bursa’daki tekkelerin inşasından itibaren şeyhlerin hal tercümelerinden (yarısı basılmıştır) üçüncü kısım ise tekkesi olmayan hulefanın -Gülzâr-ı urefanın te’lif tarihi olan 1263(1847) den sonra tarihe geçmeyen- ulema, şuara ve bazı eşrafın hal tercümelerinden bahseder. • Bergüzâr-ı Şemsî: Muhtelif zamanlarda yazdığı makaleler. • İhtiyâr-ı Şemsî: Eski şairlerin seçme şiirleri. • Ezhâr-ı Şemsî: Bursalı ve Bursa’ua mensup şairler. • Mi’yâr-ı Şemsî: Tarih kitaplarındaki yanlışlar hakkında. • Güftar-ı ve Eş’âr-ı Şemsî: Kendi manzum sözleri. • İtimâr-ı Şemsî: Ulucami içindeki yazıların tarihçesi. • Karâr-ı Şemsî: Bursa’da yatan meşahir hakkında bibliyografi. • İhtâr-ı Şemsî: Eski devirle yeni devri mukayese. • Iztırâr-ı Şemsî: içtimai bazı tenkitler. • Dildâr-ı Şemsî: Seyahat notları. • Medâr-ı Şemsî: Bursa camileri ve kitabeleri. • Devvâr-ı Şemsî: Bursa medreseleri. • İntizâr-ı Şemsî: Bursa’ya ait batıl itikatlar ve hurafeler. • Miyâr-ı Şemsî: Bazı zevat için söylediği tarihler. • Gamhâr-ı Şemsî: Bursa’ya ait hikaye ve fıkralar. • Diyâr- Şemsî: Bursa tarihine ait 800 küsür sahifelik tarih. • Ebrâr-ı Şemsî: Mevlüd, mi’raciye vesair hakkında. • İ’tisâr-ı Şemsî: Akl-ı Selim namıyla çıkan kitaba cevap.6 4 Bu mühim eseri müellifin vefatından 60 sene sonra yayınlayabildik: Bursa Dergâhları, Bursa 1997. 5 Yâdigâr-ı Şemsî’den başka Şemseddin Efendi’nin hatıra ve seyahatlerini anlattığı Dildâr-ı Şemsî, Niyazî-i Mısrî’nin İzinde Bir Ömür Seyahat adıyla 2010’da, Mevlid’i ise 2008’de yayınlanmıştır. Diğer eserleri yayınlamak kimin görevidir? 6 Türkün Bursa Halkevi Dergisi, sy. 9, 2 Kanun 1937, s. 38-41. | Ocak 2016 | Sayı 17 59 araştırma / Menkıbelerle Ulucami / Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL Menkıbelerle Ulucami* 60 | Ocak 2016 | Sayı 16 Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL Fotoğraflar : İzzet Keribar Biz bu araştırmada millî tarihimizde “Bursa’nın Kalbi” olarak bilinen, sadece Türkiye’de değil, özellikle Balkanlarda akraba toplulukları arasında, Kafkas’larda Türk cumhuriyetlerinde, hatta tüm Avrupa’da ve dünyada haklı bir şöhrete sahip olan Ulucami çevresinde zaman içinde oluşan ve günümüzde de eklenerek anlatımı sürdürülen bazı menkıbeleri aktarmayı düşünüyoruz. ULUCAMİİ’NİN İNŞASINA KARAR VERİLMESİ Batı minaresinin dış yüzünde mermer taşa yazılmış olan kitâbe ile minber kapısının üstündeki ceviz oyma kitâbeden anlaşıldığına göre Bursa Ulucami’nin inşası, Yıldırım Bayezid’in (ö. 1403) emriyle 802 (1399) tarihinde tamamlanmıştır.1 Ulucami’nin inşasına başlanmasıyla ilgili menkıbevî anlatım ise şöyledir: Yıldırım Bayezid, Niğbolu Savaşı’ndan (25 Eylül 1396) önce, düşmana karşı zafer kazandığı takdirde Allah’a şükür niyetiyle yirmi adet cami yaptıracağına söz vermişti, yani bir çeşit adak adamıştı. Allah’ın lütfuyla Niğbolu Savaşı’nda zafer kazanılınca Bursa’ya döndüğünde söz konusu yirmi adet cami meselesini devrin ünlü âlim ve mutasavvıflarından damadı Emir Sultan’a iletti. Yapılan istişare sonunda Emir Sultan (ö.1429), Yıldırım’a, yirmi cami yerine yirmi kubbeli büyük bir cami yapılması durumunda verilen sözün yerine getirilmiş olacağını söyledi. Bunun üzerine Cami-i Kebîr (Ulucami) yapılmasına karar verildi.2 1 Kâzım Baykal, Bursa’da Ulucami, (Hakimiyet Matbaası, Bursa 1989, 2. baskı), s. 16-19. Kitâbeler için bk. Şekil, 8, 9. Aynı kaynak, s. 17; M. Asım Yediyıldız, Bir Mabedin Serüveni:Bursa Ulucami, Emin Yayınları, İstanbul 2010, s. 22. 2 Baykal, a.g.e., s. 21. | Ocak 2016 | Sayı 17 61 araştırma / Menkıbelerle Ulucami / Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL FARKLI BİR ANLATIM Baldırzâde Selîsî Şeyh Mehmed (ö. 1650), Bursa’da defnolunmuş din ve devlet büyüklerini ele aldığı Bursa Vefeyatnâmesi’nde bu konuda farklı anlatıma yer verir: Buna göre güya Yıldırım, bir sefer dönüşünde elde edilen ganimetten Emir Sultan Hazretlerine pay ayırıp vermek istemişse de o buna teşekkür ederek “Bir cami yaptırınız, biz de sevabına hissedar olalım!” cevabını vermiş3. Baldırzâde’ye göre, Ulucamii’nin yapılma düşüncesi böyle doğmuş. BU GÖRÜŞ PARALELİNDE BİR MENKIBE Tabii ki bu anlatımda padişahın bir seferini müteâkip elde edilen ganimetten Emîr Sultan Hazretlerine hisse ayrılması meselesi, bir başka menkıbeye dayandırılır. Bilindiği gibi Emir Sultan Hazretleri Bursa’da Yıldırım’ın kızı Hundi Hatun’la evlendiğinde nikâhı devrin ünlü âlimlerinden ve Osmanlı Devleti’nin ilk Şeyhülislâm’ı4 unvanını taşıyan Molla Fenarî (ö. 1430) akdetmişti. Öyle anlaşılıyor ki, Yıldırım o sırada Balkanlarda seferde olduğu için muvâfakatı alınamamış ve bu yüzden de aralarında bir gerilim doğmuştu. İşte, söz konusu bu gerilimin oluştuğu günlerde Osmanlı ordusu bir kaleyi kuşatmıştı. Kale duvarları bir türlü aşılamıyor, kale kapısı da açılamıyordu. Sultan ve askerler darda kalmıştı. Kuşatmanın hayli uzadığı bir sırada kale kapısını içten bir dervişin açtığı görüldü. Derviş, “…Feth u nusret, guzâtı müslimînindir” diye seslenerek müjde veriyordu.5 Onu duyanlar duymuş, görenler görmüştü. Zafer elde edilip de ordunun ileri gelenleri Sultan’ın çevresinde toplanınca kale kapısını açan kişi gözden kaybolmuş, ısrarlı aramalara rağmen de bulunamamıştı. Ne var ki, Yıldırım, zafer ve fütûhâtla Bursa’ya döndüğünde vaktiyle kale kapısını açan derviş 3 Baldırzâde, Vefeyatnâme, (Süleymaniye Kütüphânesi, Esad Efendi, no: 13819), yp. 11 b.; Baldırzâde Selîsî Şeyh Mehmed, Ravza-i Evliyâ, (hzr. Mefail Hızlı-Murat Yurtsever, Arasta Yayınları, Bursa 2000), s. 80. 4 Bk. Müstakimzade Süleyman Saadeddin, Devhatü’l-Meşâyih-Osmanlı Şeyhulislâmlarının Biyografileri, Tıpkı Baskı, Çağrı Yayınları, İstanbul 1978, s. 3-5. 5 Baldırzâde, Ravza-i Evliyâ, s. 80. 62 | Ocak 2016 | Sayı 16 de onu karşılayanlar arasında idi ve o derviş, Emir Sultan’dı. İşte, Yıldırım’ın, Emir Sultan için ganimetten pay ayırmayı düşünmesinin sebebi buydu. Menkıbenin devamına göre, Emir Sultan Hazretleri, ganimetten payına düşen miktarın yapılacak güzel bir camiye harcanması durumunda “ed-dâllü ale’l-hayri kefâilihi: Bir hayra vesile olan o hayrı işlemiş gibi sevap elde eder fehvâsınca sevabına ortak olmayı umduğunu” ifade eder.6 ULUCAMİ’NİN YERİ Ulucami menkıbeleri, bir zincirin birbirini tamamlayan halkaları gibi devam eder: Bir şekilde yirmi kubbeli bir cami yapımına karar verildikten sonra ilgililer caminin nerede yapılacağı üzerinde düşünmeye başlarlar. Bu hususta araştırmalar yapılırken Emir Sultan Hazretleri rüyasında manevî bir varlığın cami yerini parmağıyla çizerek işaret ettiğini görür, sabahleyin oraya bakınca çizilen yerde çimen bittiğine şahit olur, daha sonra burası padişaha da gösterilir, o da yeri beğenince cami inşaatına başlanır.7 dırım’ın yanına gider ve “Hak Teâlâ tarafından Ulucami’ni inşa etmek işaret olundu, ecri bol ola!” diyerek cami inşaatına herhangi bir engel kalmadığını iletir, az sonra kadın da bizzat Yıldırım’ın huzuruna gelerek cami yapılması için evini teslim eder. EKMEKÇİ KOCA’NIN EKMEKLERİ CAMİDEKİ ŞADIRVAN Ulucami’nin inşası ve devamında gelişen olaylarla ilgili pek çok menkıbe nakledilir. Bunlardan biri de inşaat esnasında Şeyh Hamîdüddin Aksarayî - Somuncu Baba’nın (ö. 1412) işçiler için fırınında pişirip gönderdiği ekmeklerle ilgili anlatımdır. Naklolunur ki, Yıldırım, Bursa’da Ulucami’yi yapmayı murad ettiğinde tam ortasına isabet eden mahalde bir hatunun evi olup satın alınmaya imkân bulunamamıştı. Çünkü kadın bir türlü satmıyordu. Daha sonra inşaat tamamlanınca birkaç yıl hatunun evi, caminin ortasında kaldı. Sonra hatun ölünce ev mirasçılarından satın alındı. Fakat vaktiyle kadının rızası olmadığı için padişah o kısmın ibadet yeri olmasını arzu etmeyip, şadırvan yapmayı tercih etti…9 Fırıncılık yapması itibariyle “Ekmekçi Koca” olarak da tanınan bu zât-ı muhterem, Ulucami inşaatında çalışan işçiler için hazırlayıp pişirdiği somunları/ekmekleri merkebine küfeler içinde yükleyip gönderir, merkepceğiz de bugün halkın ziyaretgâhlarından biri olmaya devam eden Somuncu Baba fırınının olduğu yerden inşaat mahalline şaşırmadan gider, işçiler bunun Ekmekçi Koca’dan geldiğini bilirler, ekmekleri alıp merkebi geri yollarlar, hayvancağız tekrar fırına geri dönermiş. Bu rivayet oldukça yaygın olarak anlatılır. Oysa biz tarihi kaynaklardan, Ulucami’nin Orhan Gazi Vakfının arazisi üzerinde yapıldığını biliyoruz. Halk muhayyilesi, tarihe böyle müdahale ediyor; ama ne güzel... Bu konuya “Bursa’da Ulucami” adlı eserinde yer veren merhum Kâzım Baykal Hoca, Somuncu Baba’nın Ulucami’nin ilk vâiz ve hatîbi olduğunu belirttikten sonra kendi hayatında da devam eden bir gözlemini şöyle nakleder: Senâî’nin naklettiği başka bir menkıbeye göre ise Ulucamii’nin yaptırılacağı yer tespit olunur ve içindeki binalar istimlâk edilir. Fakat bir kadın, “başkaca yerim yok, başımı nereye sokarım?” diye feryat edince Yıldırım, meseleyi, Emir Sultan Hazretlerine havale edip, “himmetinize kalmıştır” der, Emir Sultan de, “el-umûru merhûnetün bievkatihâ: Her işin gerçekleşeceği bir vakit vardır” diyerek sultanı teselli eder.8 O gece, kadın bir rüya görür, rüyasında mahşer günü olmuş, herkes, Hz. Muhammed’den (s.a.v) şefaat umuyor, onun “Livâü’l-Hamd” denilen sancağına koşuyormuş, kadın da aynı sancağa doğru koşmak ister, ama gücü yetmez. Bu esnada kadın, büyük bir tedirginlik içinde feryada başlar. O sırada bir zebânî (öteki dünyadaki görevlilerden biri) gelip hâlini sorar, kadın, “Herkes cennete girdi, bense giremiyo¬rum” cevabını verir. Bunun üzerine zebânî, “evini Yıldırım’a ver, yoksa inatçılardan olur, cehenneme girersin!” deyince kadın o esnada uykusundan uyanır ve evinin nur ile dolduğunu görür. “elhamdülillâh, ben de cennetlik olmuşum” diyerek huzura kavuşur. Emir Sultan, o gün, sabahleyin erkenden Yıl6 Baldırzâde,age, s. 80. 7 Baykal, Bursa’da Ulucami, s. 21. 8 Senâî, Menâkıb-ı Emir Sultan, İstanbul 1290, s. 85-87. | Ocak 2016 | Sayı 17 63 araştırma / Menkıbelerle Ulucami / Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL Yakın zamanlara kadar Ulucami altındaki Sahaflar Çarşısı başında “Somuncu Baba’nın ekmek sattığı yer olduğu rivayet edilen noktada” çarşı esnafı sabahleyin işe başlamadan önce toplanır, bir dua yaparlar ve sonra dükkânlarını açarlardı.10 YILDIRIM’LA EMİR SULTAN’IN SOHBETİ Halk arasında yaygın söylentiye göre caminin ibadete açılışından önce Yıldırım ile damadı Emir Sultan arasında geçtiği söylenen konuşma hayli ilginçtir. Şöyle ki, Ulucami inşaatı tamamlandıktan sonra güya Yıldırım, Emir Sultan’ı çağırarak ibadete açmadan önce mabedin bir eksiği olup olmadığını sorar. Emir Sultan, “Her bakımdan uygundur, lâkin tek kusuru var, o da tedarik olunursa mükemmel olur” der. Yıldırım merakla, “O kusur ve eksik nedir?” deyince, “Dört tarafına padişah için işretgâh olmağa dört adet humhâne yapılırsa o zaman söz konusu eksiklik ortadan kalkar…” cevabını verir. Yıldırım bunu oldukça yadırgasa da Emir Sultan: - “Niçin taaccüp edersiniz? Bilmez misiniz ki, mü’minin kalbine Allah’ın nuru tecelli eder anlayışına göre kalp ilâhî tecelliyâtın aydınlattığı bir yerdir. Esasen yadırganması gereken husus, sonsuz manevî derinliklere eriştirilen kalbin günaha bulaştırılması değil midir?” yorumunu yapar. İşte bu olaydan sonra Yıldırım’ın dinî açıdan hatalarına tövbe ettiği ve noksanlarını ikmâle çalıştığı, beş vakit namaza müdâvemet ettiği söylenir.11 Böyle bir konuşmanın cereyan edip etmediği bir yana bu menkıbenin üç şeye işaret ettiği düşünülebilir: Birincisi, Emir Sultan gibi üstün kişilikli bilim ve tasavvuf büyüklerinin dine ve töreye uymayan bir şeyi herhangi bir saray mensubunda bile görseler “emri bi’l-mârûf nehyi ani’l-münker: iyiliği yayıp kötülüğe engel olma” kuralı gereğince eleştirmekten ve uyarmaktan çekinmemeleri. İkincisi, devlet adamlarının bu tür uyarıları olgunlukla karşılayabilmeleri. Üçüncüsü de bu uyarıların o dönemin sosyal hayatında birtakım olumsuzluklara işaret 9 Taşköprüzâde, M. Kemâlüddin, Tarîh-i Sâf - Tuhfetü’l-Ahbâb, İstanbul 1287, s. 33; İsmail Hami Danişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1971, I, 196. 10 Kâzım Baykal, Bursa’da Ulucami, s. 37. 64 | Ocak 2016 | Sayı 16 ediyor olması. Bu sonuncu tespiti ele alırsak o dönemde Yıldırım’ın Sırp asıllı eşi Despina ve Sırp kayın biraderleri kanalıyla saray çevresine bazı müskirat alışkanlıklarının sızmış olduğu, ayrıca, mahkemelerdeki uygulamalarda temel değerler hilâfına bozulmalar olduğu gözlemler olarak kaynaklarda nakledilir. İlk dönem tarihçilerinin savaş mağlubu olan padişahların yenilgisine sosyal hayattaki bazı bozulmaları ortak etme çabalarının da böyle menkıbelerin çıkmasında etkili olduğu söylenmektedir. Çünkü eski devirler itibariyle kamuoyu, padişahların yenilgisini hazmedememekte, yenilgiyi onların şahıslarıyla kayıtlı saymamakta, yenilginin arkasında dînî - ictimaî sebepler aramaktadır. ULUCAMİİ’NİN İBADETE AÇILIŞI Caminin ibadete açılışı ile ilgili menkıbevî anlatıma göre tekrar Somuncu Baba’ya dönmemiz gerekiyor. Şöyle ki, kaynaklarda belirtildiğine ve halk arasında hâlen yaygın olan söylentiye göre Yıldırım, Ulucamii’nin açılışı esnasında, vaazın verilmesini, hutbenin irâdını ve cuma na¬mazının kıldırılmasını Emir Sultan Hazretlerinden isterse de o, “Somuncu Baba varken bu iş bize düşmez” der. Halk arasında, “erenler gönülden söyleşirler...” şeklinde yaygın bir söz vardır. O zamana kadar o zatın ilimde derinliğini Yıldırım dahil kimse bilmezmiş ve meşrebi icabı kendini gizleyenlerden imiş, fakat bu durum Emir Sultan’ın malumu imiş… Ulucamii’nin açılışında ilk hutbeyi irad etmek üzere Somuncu Baba adının öne çıkması görüşüne Molla Fenarî’nin de iştirak ettiği söylenir. Demek ki o da Somuncu Baba’yı ilim ve gönül birikimi ile tanıyordu. ve kuzey kapılarından çıkan cemaatten her biri, “Somuncu Baba bizim kapıdan çıktı, onu yakından görme fırsatını buldum” demiştir… Somuncu Baba, bunu takip eden günlerde evinde ziyaretçilerin aşırı hücumuna maruz kalması üzerine Bursa’yı terk eder ve bir daha görülmez. Sonraları Aksaray’a yerleşir ve orada irşad hizmetine başlar… Hacı Bayram Veli Hazretleri de bu süreçte onun yetiştirdiği büyük velilerden biri olarak tarihe geçmiştir.12 Buna göre Emir Sultan Hazretlerinin (ö. 1429) cenaze namazını Bursa’ya gelerek Hacı Bayram Veli Hazretlerinin kıldırmış olması, bir tesadüf sayılmamalıdır. ULUCAMİ MENKIBELERİNE ZEYL Ulucami menkıbeleri arasında hâlen halk arasında yaygın biçimde anlatılan bir menkıbeden de bahsetmek uygun olur. Mesela günümüzde yaygın bir halk telâkkisine göre Ulucami, bir mabet olarak mübarek olmasının ötesinde Hızır Aleyhisselâm’ın uğradığı bir yerdir. Menkıbevî anlatıma göre günün birinde Hızır Aleyhisselâm Bursa Ulucami’ye uğramış ve içindeki şadırvandan abdest alarak hırkasını minberin sağ tarafında kıble duvarındaki meşhur vav harfinin üstüne asmış! Bu söylentinin etkisinde kalan halktan bazıları söz konusu vav harfi önünde iki rekât namaz kılıp dua ederek ihtiyaçlarını Allah’a arzetmeyi gelenek hâline getirmişlerdir. Bu geleneğe son zamanlarda sınava girecek öğrencilerin ve öğrenci yakınlarının orada namaz kılarak başarı için dua etmeleri de eklenmiş! Bayram Sarıcan Beyefendi’den dinlediğim ve bendenizi çok duygulandıran bir menkıbeye yer vermek istiyorum. Bayram Sarıcan Beyefendi, Ulucami’de 27 yıl görev yapmış bir zât-ı muhterem olup ömrü 12 yaşından itibaren bu ulu mabed çevresinde geçmiş sayılır. Çünkü hafızlığını Ulucami’de yapmış daha sonra medrese müderrisi olarak vaktiyle vazife yapmış muhterem şahsiyetlerden Akaid, Kelâm, Fıkıh gibi İslâmî ilimleri tahsil etmiş. Görev süresini de sayarsak yarım asırdan fazla Ulucami içinde bir şekilde bulunmuştur. Bizzat kendisinden dinledim. Nazif Dayı diye bir zat varmış, 50 yıl boyunca kayyumluk görevini yürütmüş, Ulucami’nin temizliği ve kandilleriyle meşgul olmuş. Birçok hatırası arasında bir tanesi çok dikkat çekici. Nazif Dayı’nın anlattığına göre, bir gece uyanmış ki tüm kandiller yanıyor, üstelik mihrapta bir imam namaz kıldırıyor ve cami cemaatle dolu. “Eyvah!” demiş “Herhalde uyumuş kalmışım! Acaba kandilleri kim yaktı?” Nazif dayı böylesine bir telaşla şaşırmış vaziyette iken caminin aniden zifiri karanlığa dönüştüğünü, müşahede ettiği imam ve cemaatın görünmez olduğunu, henüz ezan Emir Sultan’ın işareti üzerine Yıldırım Bayezid, görevi Somuncu Baba’ya verir, Somuncu Baba, sırrının meydana çıkmasının mahcubiyeti içinde verilen görevi yerine getirir. Gerçekten de Somuncu Baba, fevkalâde etkili bir hutbe okuyarak gönülleri fetheder... O gün insanlar onun bir kerametine de şahit olurlar... Şöyle ki, gözler hep Somuncu Baba’nın üstündedir, herkes onu daha yakından görmek istemektedir... Caminin doğu, batı 11 Taşköprüzâde M. Kemâlüddin, Tarîh-i Sâf -Tuhfetü’l-Ahbâb, s. 33; İ. Hami Danişment, Osmanlı Tarihi Kronoloijsi, I, 196; Farklı bir kaynaktan nakil için bk. Yediyıldız, Bir Mabedin Serüveni, s. 31 12 Bkz. Âşıkpaşazâde Tarihi, İstanbul 1332, s. 201; İsmail Beliğ, Güldeste-i Riyâz-ı İrfân, Bursa 1287, s. 27; Terceme-i Şekâik, (mtc. Mecdi Efendi, İstanbul 1920), s. 75; Baykal, Bursa’da Ulucami, s. 21; Mehmed Ali Aynî, Hacı Bayram Veli, İstanbul 1343, s. 65 - 67. | Ocak 2016 | Sayı 17 65 araştırma / Menkıbelerle Ulucami / Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL vaktine de zaman olduğunu fark etmiş, gördüklerinden hayretler içinde kalmış! Kimbilir kandilleri kimler yakmıştı? Mihraptaki imam kimdi? Camiyi doldurmuş olan cemaatı kimler oluşturuyordu? Böyle durumlarda İslâm âlimleri şöyle diyorlar: “Allâhu a’lem bi’s-savâb: İşin doğrusunu Allah bilir.” BİR DEĞERLENDİRME Nakledilen menkıbelerden kimileri cami inşaatının yapılış süreciyle ilgili, kimileri camiye artı bir değer yükleme, halk nezdindeki manevî kıymetini artırma, kimileri devrin padişahının otoritesi ve tesirini yansıtma, kimileri o devirlerde üst yönetime yakın çevrede yer alan bilim ve tasavvuf adamlarının manevî mertebelerinin yüksekliğini ifade, kimileri üst değerlerde bütünleşmenin yararlarına, kimileri de idarî hayattaki zaafiyetin toplumsal hayata olumsuz yansımalarına ve insan haklarına saygıya işaret amacını gütmektedir. Bu menkıbelerin çıkış ve yüz yıllar içindeki anlatılış biçimi sosyo-kültürel açıdan ele alındığı ve sosyal psikoloji uzmanlarınca yorumlandığı takdirde bunların kamuoyu üzerindeki etkileri daha net bir biçimde ortaya çıkabileceği gibi tarihî hadiselerin karanlıkta kalmış bazı kısımlarına da ışık tutabilir. Özellikle günümüzde Bursa’nın yerlisi olanlar veya dışarıdan gelip Bursa’ya yerleşmiş olanlardan çoğu bu menkıbeleri bilirler, anlatırlar. Bu menkıbeler nesilden nesile, kuşaktan kuşağa daha ziyade şifahî anlatımla intikal eder. Keza günümüzde Ulucami civarındaki iş hanlarında, Kapalı Çarşı’da ve diğer iş merkezlerinde ticaretle iştiğal eden esnaf, sanatkâr ve ticaret erbabının çoğu, gündüzün iki vaktini (öğle ve ikindi namazını), en azından bu iki vakitten birini mümkün mertebe cemaatle Ulucami’de kılmaya özen gösterirler. Ulucami çevresinde oluşmuş bu önemli gelenek, asırların ötesinden sürüp gelmektedir. Dolayısıyla bu kabil ulucamilerin, insanları ibadete özendiren bir fonksiyonları da vardır. Şüphesiz “Her cami, Beytullah’tan bir şubedir” fehvasınca camiler arasında ayrım yapmak, fark gözetmek doğru değildir. Daha çok sevap ümidiyle meşakkatli yolculukların ziyaret ve ibadet için göze alınacağı üç mescid, “Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksâ” olarak hadis-i Nebevî’de bildirilmiştir. Diğer camiler arasında ibadette daha çok 66 | Ocak 2016 | Sayı 16 sevap elde edebilme bakımından fark gözetilmez. Ama büyüklerin, âlimlerin, fâzılların, sâlihlerin, sıddîkların gelip geçtiği, hizmet verdiği camileri ziyaret de geçmiş büyüklerin hizmetlerini hatırlayarak vefakâr davranma açısından müstahsen/güzel görülmüştür. Bu anlayışın bir uzantısı olarak son yıllarda özellikle Ulucami’ine ramazan aylarında dışarıdan da ziyaretçilerin geldiği gözlenmektedir. Bu anlamda Ulucami, Bursa’ya gezi amaçlı olarak dışarıdan gelenlerin ziyaret edeceği mekânlar arasında önemli bir uğrak yeridir. Bu dün, böyle idi. Bugün de böyledir. Bu insanlar, Emir Sultan’ları, Somuncu Baba’ları, Üftâde’leri, Molla Fenarî’leri, Süleyman Çelebi’leri, İsmail Hakkı Bursevî’leri bu mabette hayal ediyorlar… Onların hizmetlerinin geçtiği bu kabil mabetleri önemsiyorlar ve böyle mekânlarda ibadet etmekten ayrı bir manevî haz alıyorlar. ULUCAMİİ’NİN İHTİŞAMI Câmi-i Kebîr’in menkıbelerle anlatıldığı bu çalışmayı eski dönem eserlerinde yer alan tasvîrî anlatımlardan bir demetle sonlandırmak uygun olacaktır. Tarih boyunca Bursa’yı ve Bursa’da medfun din ve devlet büyüklerini anlatan Vefeyatnâme türü kitaplarda Ulucami ile ilgili, menkıbelere yer verildiği gibi, mabedin ihtişamı da dile getirilmiştir ki, incelendiğinde bunların da adeta menkıbevî tasvirler olduğu gözden kaçmaz. Meselâ, Baldırzâde Selîsî Şeyh Mehmed, Vefeyatnâmesi’nde cami içindeki direkleri tasvir amacıyla, “Ol direklerle çok şeref bulmuş Göğe nûru direk direk olmuş!” derken, minareleri için de “…Kendisi Firdevs-i a’lâ, minâreleri sidretü’l-müntehâ’dır..” diye ekliyor. Müellif, mabedin içini tanıtırken, “Minber-i bülend-pâyesinin ta’rifinde hutabâ-i menâbir-i belâğât ve beyân âciz ve nâ-tüvân ve mihrâb-ı zerrîn-i mehâbet-karîninin tavsîfinde eimme-i mehârib-i fesâhat ve tibyân deng ü hayrândır…” dedikten sonra ortasındaki havuzla ilgili bir güzelleme yapıyor ve tasvirî anlatımını şöyle tamamlıyor. “ El-hak bir câmi-i muallâ ki, mâl-i halâl ile binâ olunup bânisi Sultan Yıldırım Hân gibi pâdişâh-ı zî-şân ve vâzı-ı esâs-ı izzet-mesâsı Hazret-i Emîr (kuddise sirruhu’l-hatîr) gibi zât-ı âl-işân ve hatîb-i mukaddem ü vâ’iz-i mükerremi Şeyh Hamîd-i Kayserî gibi kutb-i cihân ola, her ne kadar tavsif olunsa kemâ yenbağî ta’rif olunmağa mecâl muhâl ve adîmü’l-ihtimâldir…”13 Bu yazıyı Baldırzâde - Selîsî Şeyh Mehmed’in bir duasıyla tamamlayalım; “Câmi’un kad ‘alet mebânîhi Nevverallâhu kabra bânîhi: Bir cami ki, binası yükselmiştir. Allah, bânisinin kabrini nurlandırsın!”.14 13 Bk. Baldırzâde, Ravza-i Evliyâ, , s. 81. 14 Baldırzâde, age, s. 81. * Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin ULUCAMİ adlı eserinden alınmıştır. | Ocak 2016 | Sayı 17 67 haber / Bursa’nın Gelenekselle Geleceğe Yolculuğu / Saffet YILMAZ Saffet YILMAZ BBB Basın ve Halkla İlişkiler M.V. BURSA’NIN GELENEKSELLE GELECEĞE YOLCULUĞU Kentlerinin geleceğini kurma çabasındaki günümüzün kent yöneticileri, son yıllarda, ‘kültür mirası’nı başat öge olarak görmeye başladı. Bu algı, tüm dünyada böyle. Kültür mirası kavramı artık, kentler için yükselen değer kabul ediliyor. Bu durum sadece manevi bağlılık veya aidiyet saiklerinden değil, ekonomik sonuçlar doğuran turizm türleri içinde kültür turizminin baş sıralara oturmasından kaynaklanıyor. Kültür mirasını ihya etme çabasındaki ülkeler ve kentler, çeşitli organizasyonlarla bu miraslarını paylaşma çabasında. Bu durum; en bilinen, herkesin görmek istediği Avrupa kentleri için de böyle, en az bilinen ve hatta şehrin her yanını enerji borularının sardığı Kazakistan’ın Aktau şehri için de böyle. Peki, dünya kentleri böyle bir yola girmişken, Bursa’nın durumu nasıl, şehrimiz ne yöne yolculuk ediyor? Gururla söylemek gerekir ki Bursa, tarihi mirasını ihya etme noktasında iyi durumda. 2000 yılında Tarihi Kentler Birliği’nin kuruluşuna ev sahipliği yapan, öncesinde bir grup kent sevdalısının başlattığı Tarih İçinde 85 programlarına kucak 68 | Ocak 2016 | Sayı 16 açan Bursa, bugün çevresindeki pek çok ile deneyimlerini ihraç eder durumdadır. Sadece Anadolu kentleri değil, başta Balkanlar olmak üzere pek çok coğrafyadaki ülkeler de bu deneyim paylaşım süreci içine girmişlerdir. Türk soyundan gelen ülkelerin oluşturduğu Türksoy teşkilatının; Kazakistan’daki, Kırgızistan’daki, Tataristan’daki veya Moğolistan’daki programlarına Bursa’yı davet edip, buradaki tecrübelerimizi paylaşmamızı istemesi tesadüf değildir. Bursa’nın, özellikle Orta Asya ülkelerinin kültür çevrelerindeki algısını herkesin görmesini isterim. Bu algı kuşkusuz kendiliğinden oluşmadı. Uygun alanlardaki ısrarlı, kararlı ve kalıcı çabalar, pek çok coğrafyada Bursa denilince, insanların yeni birşeyler görmek veya duyma beklentisine girdiği bir şehir olmamızı sağladı. somut olmayan kültür mirası ve kırsal mirasını da örnek gösterilir bir hale getirdi. Bunun sonucunda, Antalya’daki TKB toplantısının konusu “Kırsal Mimari ve Kırsal Miras: Bursa Örneği” olarak belirlendi. Toplantıya Bursa Büyükşehir Belediyesi adına katılan Kent Müzesi Koordinatörü ve Başkan Danışmanı Ahmet Erdönmez “köy müzeleri” kavramını, Kültür ve Turizm Daire Başkanı Aziz Elbas kırsalda yapılan somut ve somut olmayan kültür mirası çalışmalarını, bendeniz ise tarihi mirasın ihyası çalışmalarının tanıtım ve halkla ilişkiler boyutunu, TKB üyesi belediyelerin temsilcileri ile paylaşmaya çalıştık. Oturumun ardından söz alan diğer konuşmacıların Bursa üzerine kurduğu cümleler ve salondan gelen sorular, aslında Bursa’nın bu alanda geldiği durumu gösteriyordu. Bir süre önce Antalya’da gerçekleştirilen Tarihi Kentler Birliği(TKB) toplantısı ve Yapeks fuarı da bu durumun yakın zamanda yaşanan örneklerinden biri oldu. Toplantıyla paralel olarak gerçekleşen Yapeks fuarında Bursa Büyükşehir Belediyesi olarak açılan stand da katılımcıların yoğun ilgisi ile karşılaştı. Bursa’nın kırsalından alınıp Antalya’daki fuara taşınan kültür ögeleri izleyenleri adeta büyüledi. Tarihi mirası ihya çabalarını önemli bir noktaya getiren Bursa, bir adım daha ileri giderek Size bu noktada, kırsal mirasımızın tanıtımı ve günümüz kültür-sanat dünyasına aktarılması amacıyla yaptığımız bir çalışmadan söz etmek istiyorum. Öncesinde şunu belirtmekte yarar var; tarihi mirasın ihyası noktasında olduğu gibi, kırsal miras konusunda da bütün dünyada bir hareketlenme var. Avrupa Müze Akademisi, somut olmayan kültür değerlerinin yeni iletişim teknolojileri aracılığı ile kültür dünyasına kazandırılması noktasındaki projeleri özendirmekte, bu yöndeki çalışmaları ödüllendirmekte. Bizim bu alanda yaptığımız “Elimde Sazım Bursa’da Gözüm” projesi bu yılın başında İtalya’da gerçekleştirilen törende ödüle değer bulunmuştu. Somut olmayan kültür mirasımız üzerinden şehrimizi tanıtma çabası güden bu çalışmamız, sosyal medyaya konulduğu andan sonraki 2 ay içinde 4 milyon izleyiciye ulaşmıştı. Büyükşehir Belediyesi olarak, bu projeyi bir adım öteye taşıyacak yeni bir çalışma yaptık ve ilk kez Antalya’daki toplantıda izleyicilere sunduk. İzleyenlerin tepkisi görülmeye değerdi. göstermemiz gerekiyordu. Bursa’nın herhangi bir köyünde bir çalgı aleti olmadan, su taşıdığı bakır kabı ters çevirerek çalgı aletine dönüştüren zekânın, aslında yöresel ve bölgesel bütün müzik tarzlarına yatkınlığını, hatta, evrensel müzik olarak kabul edilen senfoniyi de içerisinde barındıran nağmeler mırıldandığını göstermeliydik. Daha da önemlisi; yerel kabul edilen ve sadece Türk insanına hitap ettiği düşünülen ezgilerin, doğru bir müzikal düzenleme ile ele alındıkları takdirde tüm dünya insanları ve kültürleri açısından da bir karşılık bulacağını ispat etmeliydik. Gerçekten zor bir işe soyunduk, ama bugün elimizde, hem Bursa için çok değerli bir tanıtım klibi var hem de yerelden evrensele uzanan müzik eserleri elde ettik. Bursa’nın kırsalında, Keles’in Gelemiç köyünde sadece yaşlıların mırıldandığı nağmeler, an oldu Yunan müziğine dönüştü, sirtaki oldu, an oldu Flamenko oldu, an oldu rack oldu. Yetmedi, yer yer geleneksel melodisini tekrar eden eserimiz, an oldu Balkan tınılarına büründü, Şimdi size bu çalışmanın hikayesini anlatmak isterim. Bursa Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki Bursa Araştırmaları Merkezi, 2010 yılında Bursa’nın başta Dağ yöresi olmak üzere kırsal bölgelerde başladığı somut olmayan kültür mirası derleme çalışmasında çok önemli bir noktaya geldi. Tespit edilip envanteri çıkarılan şarkı, türkü, ninni, mani ve benzeri her türlü kültür mirası Tarihi Kentler Birliği Antalya Toplantısı kayıt altına alındı, kitaba belgesele dönüştürüldü. an oldu çok sesli müzik oldu, senfoniye döFakat iş burada bitmiyordu, tespit edilen bu nüştü. Kırsalımızda, özellikle de dağ yöremizkültür değerlerinin, günümüz kültür sanat de seslendirilen “Bakırım gümlesene çakırım algıları da dikkate alınarak evrensel hale dinlesene”, “Öperim kokarım”, “İpeğim” ve getirilmesi, günümüz kültür sosyal yaşamına “İki keklik” adlı türküler artık dünya müzikleri katılması gerekiyordu. Keles’in Kocakovacık, arasına girdi. Orhaneli’nin Dağgüney ya da Kemalpaşa’nın Sincansarnıç köylerinde yaşlıların dilinde Müzik, bu projenin iki önemli ayağından dolaşan bu melodiler ancak bu şekilde kırsaldan çıkıp dünyaya açılabilirdi. Yani, kırsalda ilkiydi. İkinci ve göze-gönüle hitap ettiği için geleneksel şekliyle çalınıp söylenen melodileçok önemsediğimiz ikinci ayağı ise tanıtım rin evrensel olarak da çalınıp söylenebilecefilmi boyutu idi. En az 100 noktada inceleme ğini göstermemiz gerekiyordu. Bunu, Elimde yapıldı, plan tespitleri için ön çekimler gerçekleştirildi. Ardından asıl çekimlere geçildi ve Sazım Bursa’da Gözüm çalışmasıyla kısmen Bursa’nın doğal ve tarihsel güzelliklerini içeyapmıştık ama konuyu bir adım ileri götürmemiz, evrensele nasıl taşıyacağımızı, daha ren 80 civarında plan çekimi yapıldı. Havadan ötesi, kültür değerlerimizin aynı zamanda ve yerden ayrı yapılan çekimler sanatçıyla ve tüm insanlığın evrensel değeri olduğunu ritimle birleşti ve ortaya izlediğiniz çalışma çıktı. Kamu kurumları benzer işlerini genelde şöyle yaptırırlar; işe uygun birkaç ajans veya ekip çağrılır, talep iletilir ve kendilerinden proje ve bütçe istenir, uygun olanda karar verilir ve senaryosundan son ürün haline gelmesine kadar tüm aşamalar bir ajans tarafından hazırlanarak idareye sunulur. Ve idare çalışmanın sahibi olur. İzlediğiniz bu çalışma ise tümüyle belediye kaynaklarıyla ve belediye aklıyla yapılmış bir çalışma olması bakımından dikkate değerdir. Projenin fitilini ben yaktım, genel anlamda koordinasyonunu sağlayan da bendenizim. Fakat, bu çalışmanın arkasında olmazsa olmaz niteliğindeki iki kişiyi burada takdim etmek isterim. Çünkü ben olmasaydım kuşkusuz biri düşünür, uygulamak için yol yöntem arardı ancak o iki kişi olmasaydı bu proje gerçekten olamazdı. Müzikal altyapıyı Büyükşehir Belediyesi Stüdyo Sorumlusu Kurtuluş Gözütok hazırladı. Aynı zamanda iyi bir müzisyen olan, özgün eserler çalan ve söyleyen bu arkadaşımız, ortaya çıkan müzik eserinin tek başına yapımcısıdır. Çalışma arkadaşım olarak kendisiyle gurur duyuyor, böylesine nitelikli bir çalışanı olduğu için Büyükşehir Belediyemizin çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Eserin oluşumunda olmazsa olmaz ikinci kişi H. Mücahit Pehlivan’dır. Bugüne kadar pek çok sinema filminin yapımcılığını üstlenmiş olan ve sayısız irili ufaklı yapımda imzası bulunan H. Mücahit Pehlivan da Büyükşehir Belediyesi Basın Halkla İlişkiler Müdürlüğü çalışanıdır ve kendisiyle gurur duyuyoruz. Aslında bu çalışmanın her aşamasındaki meşakkatle yüzleşen de kendisidir. Israrcı ve kararlı tutumu ayrıca dikkate değerdir. Bu iki arkadaşımız için söylenecek çok şey var ancak şu kadarını söyleyerek tamamlayayım, bu yetenekteki arkadaşlar sadece Bursa Büyükşehir Belediyesi için değil Bursa için de şanstırlar; iyi yönlendirilir, önleri açılırsa Bursa için hayata geçirilecek pek çok projede kendilerini görmek mümkündür. Projenin teknik kısımlarını Maydanoz Film Yapımcılık Şirketi ile çalıştık. Bugüne kadar başka projeleri de çalışmıştık kendileriyle ve hepsinden memnunduk ama bu son çalış| Ocak 2016 | Sayı 17 69 haber / Bursa’nın Gelenekselle Geleceğe Yolculuğu / Saffet YILMAZ mada Maydanoz ekibi de olağanüstü bir çaba harcadı, özveride bulundu. Kendilerine şükranlarımızı sunuyoruz. Yapımı yaklaşık 4 ay süren bu çalışmanın çok kolay hayata geçmediğini, zorluklardan oluşan bir hayli anı biriktirdiğimizi de yazmadan geçemeyeceğim. Bir kere, böylesine özel bir çalışmayı hayata geçirmek için, alanında yetkin kişi, kurum, sanatçı, ekip vb. unsurlardan yararlanmak, bunların pozitif enerjisini hazırlanacak projede birleştirmek gerekir. Biz, kendi içimizdeki ‘uygun/yetkin’ unsurları tamamladık ama içimizde olamayan ve bu proje için gerekli olan dış unsurların bir kısmı ne yazık ki beklediğimiz enerjiyi vermedi. Bile isteye vermedi. Sadece iki örnek vererek geçmek isterim bu konuyu: Çalışmadaki senfonik bölümü seslendirmesi ve görüntü vermesi için Bursa Senfoni’ye başvurduk, Büyükşehir Belediyesi’nin bu projesini anlatıp, 1 (bir) dakikayı geçmeyen bu bölüm için işbirliği rica ettik. İşbirliğinin kapsamı şuydu; müzik içinde yer alan senfonik bölümü seslendirmelerini ve klipte yer almalarını rica ettik. Yanıtları sorularla geldi. İlk soru, ‘bu iş için ne kadar bütçe ayırdınız’, ikinci soru ‘alaylı biri senfoninin çalacağı parçayı yazabilir mi?’ şeklinde oldu. Üçüncü ve dördüncü sorular da benzer içerikli olunca yanlış kapıya başvurduğumuzu anlayıp döndük. Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin yıllardır hiçbir karşılık beklemeden Bursa Senfoni için neler yaptığını, hangi destekleri ayaklarına serdiğini oradaki ilgilere anlatma ihtiyacı da duymadık. 70 | Ocak 2016 | Sayı 16 Buruk bir gülümsemeyle hatırladığımız bir anımız da İznik Roma Tiyatrosu ile ilgili. Takip edenler hatırlayacaktır, 2014 yılında Büyükşehir’den Bütünşehir’e geçişle birlikte Bursa Büyükşehir Belediyesi İznik’e özel bir önem vermeye başladı. Göl içindeki bazilikanın keşfedilmesinden, çini fırınları kazısına, surların restorasyonundan şehirdeki anıtsal yapılara kadar pek çok nokta ve mekana el atıldı. Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, Kültür Bakanlığı ile bir protokol imzalayarak ilçedeki tiyatro gibi, çini fırınları gibi, kale kapıları gibi dev projelerde elini taşın altına koydu. Yetmedi, kısa aralıklarla İznik’e gitti ve oradaki yöneticilere, yılan hikayesine dönmüş olan kazıları hızlandırma konusunda elinden gelen desteği vereceğini söyledi. O da yetmedi; “İznikli artık bu çalışmaların sonucunu görmek istiyor, yılda 20 gün kazı yapılan günler geride kaldı. Çalışmaları bütün bir yıla yayalım ve ortaya çıkaracağımız mekanları ilçenin sosyal ve kültürel yaşamına katalım, İznik halkı bunu bekliyor” diyerek ilçeye verdiği önemi ilan etti. Biz de bu çabalara bir katkımız olsun düşüncesi ile Gelenekselle Geleceğe projesinde İznik Roma Tiyatrosu’nu değerlendirmek istedik. Bu arada belirtmeliyim, İznik’teki Roma tiyatrosu sadece İznik ve Bursa için değil, ülkemiz için çok değerli bir yapı. Unik, yani tek, mimari açıdan Anadolu’da başka örneği olmayan bir yapı. Sanatçılarla birlikte tiyatronun görüntüsünü çekecektik. 30, bilemedin 40 saniyelik bir bölüm. Adını vermeyeyim, Büyükşehir Belediyesi ilgili kuruma yazı yazdı, nezaketen çekim için izin istedi. Gelen yanıt şöyle; “Tiyatroda kazı yapıldığı için talebiniz uygun görülmemiştir.” Kazıyı yapan kim? Kültür Bakanlığı ve Bursa Büyükşehir Belediyesi. İzin vermeyen kim? … Bir şehrin üst yöneticilerinin tarihe, kültüre ve sanata önem vermesi, o şehirdeki başka ilgili kişi ve kurumların da aynı hassasiyeti göstereceği anlamına gelmiyormuş. Mesela bir şehrin valisinin ta Van’dan Bursa’ya fotoğraf sanatçısı getirtip şehri fotoğraflatma ve şehirdışı-yurtdışı sergileri ile o şehri tanıtma çabalarına girmesi(Detay gibi görünse de bu çok özel ve hedefe yönelik bir davranıştır, yakında duyuracağı başka projeleri olduğunu da biliyor ve merakla bekliyorum, Sayın Münir Karaloğlu Valimizi kutlarım), bu inceliğin şehirdeki başka yetkililerce de paylaşılacağı anlamına gelmiyormuş. Geç fark ettik taşın sert olduğunu, su insanı boğar, ateş yakarmış. Geç fark ettik. Daha anlatılacak onlarca anımız oldu ancak izlediğiniz çalışmayı da tamamlamış olduk. Çalışmanın arka planında çok ciddi emek olduğunu yazmalıyım. Büyükşehir Belediyemizin Orkestra Şube Müdürlüğü yöneticilerine, sanatçılarına ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nün her kademedeki çalışanlarına çok teşekkür ediyorum, hiçbir arkadaşım bir kez olsun ‘of’ demedi. Sonuç niyetine.. Kültürel mirasın ayağa kaldırılması artık herkesin bir taraflarından tuttuğu bir konu. Ama o mirasın yeni iletişim teknolojileri ve mecraları kullanılarak geniş halk kitlelerine duyurulması en az mirasın ihyası kadar önemli. Bursa Büyükşehir Belediyesi olarak, bu noktada çok özel üretimler yaparak toplumsal hafızaya sunduğumuzu düşünüyoruz. Yeni üretimlerde buluşmak dileği ile... | Ocak 2016 | Sayı 17 71 haber / Bursa’da Zaman’ın Dört Mevsimi / Saffet YILMAZ Saffet YILMAZ BBB Basın ve Halkla İlişkiler M.V. BURSA’DA ZAMAN’IN DÖRT MEVSİMİ Bursa’da Güz 1.si / Bülent Terzi / Dudaklı Köyü Tanpınar’ın o meşhur Bursa’da Zaman şiirinden alıntı yaparak yayın hayatına başlattığımız Bursa’da Zaman dergimizin dördüncü yılındayız. Tarihi kültürel mirasın tanıtımını, duyurusunu ve ihyasını dert edinen ve de Türkiye genelinde büyük bir ilgiyle karşılanan dergimiz, sanatın değişik alanlarından yararlanarak Bursa’da Zaman’ın geçmişe ve geleceğe açılan kapılarını aralama çabası içine girdi. Bursa’da Zaman Fotoğraf Yarışması da bu çabalardan biri. 72 | Ocak 2016 | Sayı 16 Tanpınar’ın o meşhur Bursa’da Zaman şiirinden alıntı yaparak yayın hayatına başlattığımız Bursa’da Zaman dergimizin dördüncü yılındayız. Tarihi kültürel mirasın tanıtımını, duyurusunu ve ihyasını dert edinen ve de Türkiye genelinde büyük bir ilgiyle karşılanan dergimiz, sanatın değişik alanlarından yararlanarak Bursa’da Zaman’ın geçmişe ve geleceğe açılan kapılarını aralama çabası içine girdi. Bursa’da Zaman Fotoğraf Yarışması da bu çabalardan biri. Bu şehirde yaşayan veya başka bir şehirde yaşayıp da sadece fotoğraf çekmek için dışarıdan gelen fotoğraf sanatçısı dostlar belki milyonlarca fotoğraf çektiler Bursa’ya dair. Gecesi gündüzü, geleneksel dokusu bozulmamış sokakları, tarihi eserleri, tarımı, sanayisi, hanı, hamamı… Velhasıl; yaşamın, yaşanmışlık belirtisi olan her öge fotoğraf sanatçısı için önemli bir ayrıntı. Bu ayrıntılar milyonlarca kez kadraja alındı. Fakat biz durumu biraz daha farklılaştırmak ve şehirde zaman’ın akışını bir disiplin dahilinde görmek istedik. Bunun için de Bursa’da zaman’ı renklere, mevsimlere göre belgelemek istedik. İyi ki istemişiz, ortaya, Bursa’da zamanın dört mevsimi çıktı. Belki ilk kez disipline edilmiş bir şekilde şehirde zamanın akışı mevsimlere göre belgelenmiş oldu. Bursa’da Güz 2.si / Ahmet Çetin / Sonbahar Sabahında Kozahan Dört kategoride 3 bin 500’e yakın fotoğrafı değerlendirmek kuşkusuz zevkli olduğu kadar zahmetli bir iş. Jüri üyesi tüm dostlara sonsuz teşekkür… Çabamızı değerli bulup da farklı olanı belgelemek için arayışa giren fotoğraf sanatçısı dostlara da çok teşekkür ediyorum. Sayelerinde Bursa belgeliğine binlerce yeni fotoğraf girmiş oldu. Bursa’da Zaman fotoğraf yarışması, bu şehirde zamanın dört mevsimini anlatması bakımında da önem Bursa’da Güz 3.sü / Melek Kaya / Botanik Park | Ocak 2016 | Sayı 17 73 haber / Bursa’da Zaman’ın Dört Mevsimi / Saffet YILMAZ Bursa’da Güz Mansiyon / Bülent Terzi / Suuçtu Bursa’da Güz Mansiyon / Hayri Yıldırım / Keles’te Akşamüstü Bursa’da Güz Mansiyon / Orhan Çelebi / Sonsuzluk taşımakta. Kent belleğine birbirinden güzel görüntüler eklenmiş oldu. Seçilen fotoğraflar arasında bulunmayan onlarca fotoğrafın da çok nitelikli ve özel olduğunu belirtmeliyim. Dereceye giren fotoğrafların sahiplerini (1. Bülent Terzi, 2. Ahmet Çetin, 3. Melek Kaya, mansiyonlar: Bülent Terzi, Hayri Yıldırım ve Orhan Çelebi) kutluyorum. Başarılarının devamını diliyorum. Yarışmaya fotoğraf gönderen tüm fotoğraf ve doğa dostlarına Bursa Büyükşehir Belediyesi adına teşekkür ediyorum. Işığınız bol olsun. Yeni projelerde buluşmak dileği ile… Şehrimizin tarihini ve kültürünü tanıtmak amacıyla hayata geçirilen pek çok proje var. Bursa Valiliği’nin, Anadolu Ajansı bünyesindeki değerli fotoğrafçı Ali İhsan Öztürk’ü Van’dan Bursa’ya çağırıp şehri fotoğraflatması veya Büyükşehir Belediyemizin ünlü fotoğraf sanatçısı İzzet Keribar ile Bursa üzerine fotoğraf çalışması yapması gibi pek çok proje.. Bunların hepsi de birbirinden değerli, şehrin ulusal ve uluslararası arenada tanıtımı anlamında büyük işlevi olacak çabalar. Bursa’da Zaman Fotoğraf Yarışması ile, hem bu çabalara paralel olarak hem de çabaları biraz farklılaştırarak şehrimizin kültür değerlerini mevsimlerin renkleriyle sunmak istedik. Yarışma Bursa Büyükşehir Belediyesi ve Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği işbirliği ile gerçekleştirildi. Kent adına üretilecek her projede yer alma çabalarını takdirle izlediğim BUFSAD yönetimine ayrıca şükranlarımı sunarım. VE GÜZ… Güz kategorisi, dört aşamalı yarışmanın son etabıydı. İlkbahar, Yaz ve Kış kategorilerine birbirinden değerli fotoğraflar katıldı ancak itiraf etmeliyim, Güz kategorisi hepimizi kendinden geçirdi. Yaklaşık 250 fotoğraf sanatçısından gelen 800’ü aşkın fotoğraf arasından en iyilerini seçmek, güzeller arasından güzel seçmek gibi bir şey oldu. Elbette bunda, bu yılki Güz mevsiminin uzun ve canlı geçmesi etkili oldu. Fotoğraf sanatçısı dostlar iki aya yakın bir sürede çalışma yapma imkanı buldular. Benim de içinde yer aldığım Seçici Kurul çok zor ve titiz bir çalışma yaptı ve sayfalarda gördüğünüz fotoğraflar ortaya çıktı. Açıkçası, yarışmaya katılan eserlerin önemli bir kısmı ödülü ve sergilenmeyi hak eder nitelikteydi ancak bir yarışmanın içinde bulunuyor olmamız, doğal olarak bir seçmeyi ve sınırlandırmayı gerektirdi. 74 | Ocak 2016 | Sayı 16 Bursa’da Kış 1.si / Aksel Kırcı / Rengarenk Bursa’da Kış 2.si / Ahmet Çetintaş / Irgandı Köprüsü ve Kış Bursa’da Kış 3.sü / Simge Kurtulan / Zirveden Bakış Bursa’da Bahar 2.si / Arif Miletli / Işık Bursa’da Bahar 1.si / Tayfun Karahasan / Toplumsal Duyarlılık Anıtı Bursa’da Bahar 3.sü / Aytül Akbaş / İlkbahar Bursa’da Yaz 2.si / Mustafa Gezer / Bursa Çalı Güreşleri Bursa’da Yaz 1.si / Ümmü Kandilcioğlu / Uluabatta Bir Sabah Bursa’da Yaz 3.sü / Yılmaz Dinçer / Fıskiye | Ocak 2016 | Sayı 17 75 haber / 2016’Da 16 Özel Buluşma / Ertan AKMAN Ertan AKMAN ÖZEL BULUŞMA Bursa Büyükşehir Belediyesi 201 6 yılında; “2016 Yılında 16 Özel Buluşma” başlığı altında toplan acak etkinliklerin yanı sıra rutin festival, periyodik kültürel etkinli kler ve desteklenen diğer etkinli klerle 2016 yılında yoğun ve renkli bir kültür sanat programı hazırlıyor . 76 | Ocak 2016 | Sayı 16 16 alt başlıkta toplanacak etkinliklerin ilki 2016 YILINDA 16 ANMA. Bursa kent kültürü içinde önemli bir yer tutan Bursalı sanat ve kültür insanlarının unutulmasını önlemek amacıyla; kentimizle bağı bulunan ve ulusal kültürümüzün biçimlenmesinde önemli roller üstlenmiş 16 sanat, kültür ve bilim insanı özel programlarla anılacak. Müzeyyen Senar, Nuri Sami Koral, Sami Güner, Zati Sungur, Şefik Bursalı, İsmail Beliğ, Süleyman Çelebi, Dion Krisostomos, Hacı İvaz Paşa, Kazım Baykal, Bimen Şen, Feraizcizade Mehmet Şakir Bey, Mustafa Cenani, Yıldırım Gürses, Âşık Reyhanî, Cem Sultan’ın anılacağı listede ilk uygulama Şubat ayında başlayacak. Mart ve Nisan ayları içinde gerçekleştirilmesi planlanan BURSA MÜZİK GÜNLERİ kapsamında; Farklı salonlarda Caz, World, Oda Müziği, Sufi gibi tarzlar ve resital, oda orkestrası programlarının yer alacağı 16 konser programı düzenlenecek. 16 sayısı ile birlikte hareket edilecek diğer bir etkinlik başlığı da BURSA FOTOĞRAF GÜNLERİ olacak. Bu yıl Mart ayı içinde 23. kez düzenlenecek etkinlikte 16 sergi – 16 gösteri programı yer alırken, etkinlik ilk kez il bazında yaygınlaştırılıyor. Güzel bir rastlantı ile 16. kez düzenlenecek olan BURSA EDEBİYAT GÜNLERİ’nde de bu yıla özgü olarak bir yapı değişikliğine gidiliyor. Mart ayı içinde düzenlenecek etkinlikte edebiyatımızın 16 önemli ismi söyleşi programları ile sevenleriyle buluşacak. Nisan, turizm alanında tüm yıla yayılacak bir etkinliğin başlangıç ayı. 2016’DA 16 ROTAYLA BURSA. Bursa’nın doğa turizmi gücünü sağlamlaştırma ve Marmara bölgesinden alabileceği turist sayısını artırmayı hedefleyen etkinlik kapsamında 16 Bursa Rotası haritalandırılmış olarak tanıtılırken yıl boyunca rotalara yönelik tanıtım gezileri yapılacak. Ve Mayıs ayı içinde Bursa eski bir dostu ile yeniden buluşacak, “BURSA TASAVVUF SEMPOZYUMU” 2016 yılı kültür takvimi dâhilinde 6. kez düzenlenecek etkinlik kapsamında tasavvuf kültürü konulu çok oturumlu, sergi ve konser destekli bir sempozyum gerçekleştirilecek. Ve yine Mayıs ayı bir ilke imza atacak, BURSA GENÇFEST. 13-19 Mayıs arasında düzenlenecek festival, gençler ve her daim genç kalanlar için projelendiriliyor. Farklı alanlarda düzenlenecek festival kapsamında sportif aktiviteler, kültürel sunumlarla desteklenecek. Haziranda da bir ilk buluşma gerçekleşecek. “BURSA SANAT FUARI” Gelenekten Güncele teması çerçevesinde fuar mantığı ile hazırlanacak etkinlikte; sanat dünyamızda geçmiş ve güncel, geleneksel ve modern tüm üretimi kavrayarak, klasik sanatlarımızı ve modern sanat örnekleri ile kentimizin sanat hayatına farklı bir boyut getirmek hedefleniyor. Geleneksel sanatlarda çalışmalar yapan ustalar yazma, hat, tezhip, minyatür, çini çalışmaları, modern resmin ustalarının eserleri, günümüz sanatında önemli bir yer tutan video enstalasyon ve dijital fotoğraftan örnekler aynı mekanda izleyici ile buluşturulacak, geleneksel ve güncel sanatların önemli isimlerinin katılacağı konferans ve paneller düzenlenecek. Temmuz – Ağustos ayları arasında düzenlenecek BURSA YAZFEST; Bursa’nın bir sahil kenti olduğu fikrinden hareketle yaz/sayfiye geleneğinin yoğunlaştığı sahil beldelerinde projelendiriliyor. Sportif aktiviteler, sahne sanatları, plastik ve görsel sanatları içeren Yaz festivali iki ay boyunca hafta sonları farklı sahil kentlerine uğrayacak. Ağustos ayında düzenlenecek CEMAL NADİR GÜLER KARİKATÜR GÜNLERİ tamamen sokak etkinlikleri üzerine kurgulanıyor. Hazırlık çalışmalarına başlanan BİENAL BURSA Eylül ve Kasım ayları arasında ziyaret edilebilecek. Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restorasyonları tamamlanan hamamların ve diğer su yapılarının koruma, değerlendirme ve yaşatma amacına yönelik kültürel çalışmalar kapsamında gerçekleştirilecek etkinlik; kentimizin plastik sanatlarda ilk geniş katılımlı organizasyonu olarak da tanımlanabilir. Suyun insan zekasıyla kazandığı maddi ve manevi işlevinin ele alınacağı Su&Us temalı etkinlik kapsamında resim, fotoğraf, video, geleneksel sanatlar, enstalasyon vs. çalışmaları izlenime sunulacak. DAĞ KÜLTÜRLERİ FESTİVALİ ve ULUSLARARASI GELENEKSEL EL SANATLARI FESTİVALİ Kent kültür takvimine eylül ve ekim ayları içinde merhaba diyecek iki yeni festival. Halk kültürünün geleneksel öğelerini, modern yaklaşımlar çerçevesinde göz önüne getirmeyi amaçlayan her iki organizasyonda da Bursalılar farklı kültürlerle tanışma olanağı bulacak. Ekim ayının bir diğer önemli başlığı da BURSA TÜRK MÜZİĞİ GÜNLERİ olacak. Etkinlik Türk Müziği anlamına ülkemizin öncü kentleri arasında yer alan Bursa’da halk ve sanat müziği alanında yapılan çalışmaların koro boyutlu konser programları ile sınırlı olduğu gerçeğinden yola çıkılarak projelendiriliyor. Etkinlik kapsamında konser ve dinletilerin yanı sıra düzenlenecek oturumlarla Türk müziğinin bugünü ve yarını da tartışmaya açılacak. Kasım ayında düzenlenecek BURSA İPEK SEMPOZYUMU Bursa Büyükşehir Belediyesinin “Bursa İpeği Yeniden Hayat Bulacak” projesi kapsamında gerçekleştirilecek. Kültürel etkinliklerle de desteklenecek sempozyumun izleyen yıllarda bir festival formatına dönüşmesi amaçlanıyor. Etkinlik kapsamında çok oturumlu, uygulama destekli bir sempozyum gerçekleştirilirken, İpek kavramının sanat alanında bulduğu karşılıklar ve farklı sanat disiplinleri ile bağları sergi, konser ve entalasyonlarla izleyici karşısına çıkacak. Ve 2016 yılının son sürprizi, Aralık ayında düzenlenecek BURSA CAZ FESTİVALİ. İlk yıl için ulusal formda düzenlenecek festival kapsamında, Türk cazının önemli isim ve topluluklarının yer alması planlanıyor. Sözün özü, 2016 Bursa’da başka olacak. Tüm sanatseverler şimdiden keyifli yıllar… | Ocak 2016 | Sayı 17 77 araştırma / Ateşle Büyüyen Şehir / Orhan DOĞAN 78 | Ocak 2016 | Sayı 16 Orhan DOĞAN BBB İtfaiye Daire Başkanı Tarih boyunca çok yangın felaketleri yaşadı Bursa. İtfaiye teşkilatının kahraman erleri ve tulumbacılar geçmişten günümüze tarihi yangınların izleriyle dolu bu kentte, ateşle canları pahasına mücadele ettiler. Tarihi boyunca alevlerle savaşan Bursa’da en bilinen yangınlardan biri olan 1491 Fidan Han yangınından 2 yıl sonra Çırapazarı, Çakırhamam ve Ulu Cami’yi kapsayan bir yangın çıktı. 1512’den 1772 yılına kadar Tuz Pazarı, Kayhan, Kapalı Çarşı ve Setbaşı Irgandı Köprüsü altındaki Ermeni mahallesinde çıkan yangınlar Bursa’da 25 mahallenin tamamıyla yanması ve Sipahi Pazarı, Geyve Hanı Çıra Pazarı ve Saraçhane ile birlikte birçok anıt yapının tahrip olmasıyla sonuçlandı. Emir Han’ın kuzey bitişiğinde bulunan ve o dönemde Aktarlar Çarşısı adıyla bilinen bölümde çıkarak 30 dükkan ve Emir Han’ın bazı bölümlerine zarar veren 1584 yangını, Bursa’yı basan haydutların Kapalı Çarşı’da çıkardığı 1608 yangını; Kazzashane, Sipahi Çarşısı ve Saraçhane bölgelerini etkileyen 1755 yangını ve Bakırcılar Çarşısı’na kalıcı hasarlar bırakan 1760 yangını bunlardan sadece birkaç tanesi. 1800’lü yıllara kadar halk artık irili ufaklı olarak değerlendirdiği yangınlara alışır hale gelmişti. Ancak 1801’de çıkan yangında, Bursa’nın üçte ikisi, bir günde tamamen yandı ve çok ciddi kayıplar veril- di. Ardından gelen 7,5 şiddetindeki deprem ise henüz yaraları tam olarak sarılamayan şehre en büyük darbeyi vurdu. 1854 yılındaki “küçük kıyamet” olarak da bilinen bu deprem, şehrin yarısından fazlasının yıkılmasına sebep olduğu gibi, büyük yangın felaketlerini de beraberinde getirdi. 1863 yılında Setbaşı ve 1870’de çıkan Kayhan yangını da Bursa’nın ve Bursalıların belini ciddi şekilde büktü. 1889 yılında Ulu Cami’nin o dönem ahşap olan külahının tamamen yandığı batı tarafında çıkan yangının kıvılcımları, doğu minaresine kadar uzandı. Aynı yıl Belediye civarındaki yangından sonra 1904 yılında Pirinç Han civarı ve Kayhan’ı yeniden alevler sardı. Lodos ya da deprem gibi doğaya bağlı sebepler dışında gerçekleşen yangınlardan da çekti Bursa. Yunanlılar 11 Eylül 1922 gecesi şehirden kaçarken, arkalarında bugün Zafer Meydanı’nın bulunduğu bölgede alevler bırakıp, hatırı sayılır bir yangın çıkardılar. 1927’de yaşanan büyük çarşı yangınında ise Kapalı Çarşı’daki Kaza Hanı ve Tuz Pazarı arasındaki bölümü tamamen yandı. | Ocak 2016 | Sayı 17 79 araştırma / Ateşle Büyüyen Şehir / Orhan DOĞAN İşgaller, yağmalar, depremler… Ateş, kentin üzerine her seferinde başka bir bahaneyle çöküyordu. O saldırırken Bursa’nın yaman yiğitleri de boş durmuyor, sırtlarında tulumbalarıyla dev alevlere meydan okuyorlardı. Bursa’da yangınlar, 1876 yılında kurulan ilk tulumbacı teşkilatından 1923 yılına kadar Çekirge, Muradiye, Tahtakale, Mesken, Çatalfırın, Zindankapı, Demirkapı, Mollaarap, Veledi Şemsettin, Setbaşı, Kuzgunluk, Kayhan semtlerinde, döneminin şartlarına göre 12 kişilik gruplardan oluşan mahalle tulumbacılarından sorulurdu. Bugüne kadar çıkan yangınlarda şehri neredeyse baştanbaşa değiştiren ateş birçok değeri yok etti. İnsanın dev alevlere karşı verdiği mücadele yolunda üretilen “emme-basma” icat, yerini 26 kişilik dolma tekerlekli arazözlerden oluşan itfaiye örgütüne bıraktı. 1926 yılının kasım ayında çıkan ve sonucunda 500’den fazla dükkanı yok eden Uzun Çarşı yangınından sonra, İtalya’dan 2 arazöz ile 1 motopomp tahsis edildi ve eğitimli personel sayısı yükseltildi. 1934 yılında Zafer Meydanı’nda bir itfaiye binası inşa edildi. 1953 yılına dek kaliteyi arttırmak 80 | Ocak 2016 | Sayı 16 için yurt dışından malzemeler getirtildi, eğitimli personel sayısı sürekli arttırıldı. Bursa’da çıkan her yangın felaketinin sonucunda başka bir eksik fark edildi ve bu eksikler doğrultusunda sürekli geliştirilerek modernize edilen teşkilat bugünkü son halini aldı. Kentin yaşanan en büyük felaketlerinden biri de 1958 yılında gerçekleşen, 1450 dükkan ve evi içindeki eşyalarla birlikte yok eden Kapalı Çarşı yangını oldu. Suların en kıt olduğu mevsimde, 24 Ağustos Pazar günü öğleden sonra gerçekleşen yangın, Sahaflar Çarşısı’nda bir esnafın dükkanındaki gaz ocağının devrilmesiyle çıktığı biliniyor. Birkaç dakika içinde çarşıyı saran alevler Bursa itfaiyesi tarafından 6 arazöz, 2 motopomp ve 34 personel ile yangın yerine gelen itfaiye ekibinin anında müdahalesine rağmen uzun süre kontrol altına alınamadı. Alevler büyüdükçe etrafındaki her şey onu tetikledi ve ancak sabaha karşı saat 05.00’a doğru söndürülebilen yangının ertesinde Sahaflar Çarşısı, Aynalı Çarşı, Kuyumcular Çarşısı, Gelincik Çarşısı, Köfüncüler Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı, Emir Han, Fidan Han, Ticaret Borsası, Yorgancılar, Arakiyeciler, Bedesten, Saraçhane, Şekercilerbaşı, Çırapazarı, Taşçılar, Koza Birliği, Müftülük binası, Doruk Tütün Deposu, Dernekler Birliği, Ziraat Bankası, İpekli Sanayi İstihlak Kooperatifi, Pirinç Hanı Cami, Tavuk Pazarı Cami, Vakıflar Müdürlüğü binası, itfaiye binası, bir gazete binası ve bir otel tamamen yandı. Dönemin gazetelerindeki manşetlerde de geçtiği gibi bu ‘Bursa kurulduğundan beri görülen en büyük yangın’dı. Bu büyük facia, halkın Bursa itfaiyesine olan güvenini ve aralarındaki bağı daha da arttırmıştı ama tarihi ve kültürel değerlerin yanı sıra birçok geçim kaynağı da bir gecede yok olmuştu. Yangın başladıktan yarım saat sonra artık Kapalı Çarşı yoktu. O gece sanki yeryüzünde cehennem yaşanıyor, hissedilen sıcaklık dereceleri zorluyordu. Tüm Bursalılar, göğe yükselen alevler altında toplanmıştı. Herkes bir şeyler yapmaya çalışıyor, kimi bilinçsizce oraya buraya koşturuyor kimi de sadece gözyaşları içinde dua ediyordu. 10 saat devam eden yangında Ulu Cami 3-4 kez yanma tehlikesi altında kaldı. Gece yarısına gelmeden alevler içinde kalan Pirinç Han, bir saat içinde tamamen yok oldu. Esnafın maddi zarar bir şekilde devlet tarafından karşılansa da, yitirilenlere oranla bugün küçük bir kısmı kalan nice mimari değerin külleri o gece gökyüzüne savruldu. 1978 yılında yine bir ağustos günü gerçekleşen Santral Garaj yangınından sonra, itfaiye teşkilatının yetersizliğine önlem olarak yeni gruplar oluşturuldu, personel ve arazöz sayısı arttırıldı. Bunun üzerine 1964 yılında Yıldırım İtfaiye Grubu, 1982 yılında Işıklar İt- faiye Grubu, 1989 yılında Genç Osman İtfaiye Grubu, 1994 yılında İhsaniye İtfaiye Grubu, 1996 yılında da Mimar Sinan İtfaiye Grubu açıldı. 1999 yılına dek İtfaiye Müdürlüğü olarak hizmet veren kurum, bu tarihten itibaren İtfaiye Daire Başkanlığı’na dönüştürüldü. faiyesi büyükşehir itfaiye dairesi başkanlığına bağlanmıştır bugün toplam 28 itfaiye grubunda 74 teknolojik araçları ve 366 tecrübeli ve eğitimli personeli ile 7x24 saat itfaiye hizmeti vermektedir. Ayrıca daire başkanlığı bünyesinde arama kurtarma ekipleri, cankurtaran ekipleri, KBRN ekipleri, dağcı arama kurtarma ekipleri 7x24 saat itfaiye hizmeti vermektedir. Bursa İtfaiye Dairesi Başkanlığı Avrupa’da çok yaygın olan gönüllü itfaiyeciliği hayata geçirmiştir. Bugün Kirazlı Mahallesi’nde 7 kişiden oluşan gönüllü itfaiyeciler bir itfaiye aracıyla mahallerinde itfaiyecilik hizmeti vermektedirler. Yine şehir içinde toplam 186 gönüllü itfaiyeciye 79 saatlik gönüllü itfaiyecilik eğitimleri verilerek, büyük yangınlarda profesyonel itfaiyecilerimize destek sağlayacak gönüllü itfaiye ekipleri oluşturulmuştur. 2004-2014 yılları arasında toplam 11 itfaiye grubu daha açılarak toplam itfaiye grup sayısı 18’e ulaşmıştır. 31 Mart 2014 tarihinde il sınırları büyükşehir sınırı olmasıyla 10 ilçe it- Bursa da çıkan yangınlar, bugünün teknolojisiyle artık daha kısa sürede müdahale edilerek can ve mal kaybı en aza indirilmektedir. | Ocak 2016 | Sayı 17 81 araştırma / Ateşle Büyüyen Şehir / Orhan DOĞAN SON ÇARŞI YANGINI Bütün bunları anlatma nedenimiz aslında, çok yakın zamanda yaşanan ve bütün Bursa’nın yüreğini ağzına getiren son çarşı yangını. Vaktinde müdahale edilmeseydi bugün başka şeyler konuşuyor olacaktık belki de. Tarihi çarşı bölgesinin Cumhuriyet Caddesi’ne bakan mobilyacıların yer aldığı Kazzazhane Boğazı çıkışında 10 Ekim akşamı yangın çıktı. Gece saat 02.30 sıralarında çıkan yangın kısa sürede 40 kadar işyerini etkisi altına aldı. Yangının geç farkedilmiş ve itfaiyeye geç bildirilmiş olduğu, bu nedenledir ki kısa sürede 40 işyerinin kül olduğu daha sonra anlaşıldı. Çarşıda yangın haberi alınır alınmaz Büyükşehir’e bağlı tüm itfaiye grupları harekete geçirildi. Yangın yerine ilk ulaşan Zafer İtfaiye grubu ekipleri oldu ancak eşzamanlı olarak, Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı 28 itfaiye grubundan 18’inin araç ve ekipmanı çarşıya yönlendirildi. Karacabey, Mustafakemalpaşa ve İnegöl gibi uzak ilçelerimizdeki gruplarımızı dahi merkeze yönlendirdik. Diğer yandan, vardiya istirahatinde olan 240 personelimiz 82 | Ocak 2016 | Sayı 16 acil koduyla bağlı oldukları gruplara çağrıldı, böylece, aynı saatte başka bir noktada çıkacak yangında oluşabilecek zaafiyetin önüne geçildi. Açık söylemek gerekirse, orantısız bir güç kullandık ve iyi ki kullanmışız. Kısa sürede 30 kadar itfaiye müdahale aracı ve 90’dan fazla personelimiz başta Cumhuriyet Caddesi tarafı olmak üzere çarşıda başlayan yangına çeşitli yönlerden müdahale etmeye başladı. Yangının başladığı bölgenin hassasiyetini dikkate alarak kısa bir süre önce satın alarak filomuza dahil ettiğimiz üstün teknolojik özelliklere sahip tüm araçları bölgeye sevk ettik. Yaklaşık iki saat süren yoğun çalışmanın ardından yangın kontrol altına alındı ve bölgedeki diğer çarşılara sıçramadan söndürüldü. Yangında can kaybı yaşanmaması en büyük sevincimizdir. 40 kadar işyerinde büyük zarar oluştu, bölgedeki çarşılar kullanılamaz hale geldi ancak çarşıyı ve de Bursa’yı çok daha büyük felaketten kurtarmış olmamız teselli kaynağımız oldu. Yangının ilk çıktığı Kazazhane Boğazı çıkışındaki tüm materyaller cüruf haline geldiğinden yangının çıkış nedeni konusunda bir bilgiye ulaşılamadı ve konu Bilirkişi’ye havale edildi. Yangın sırasında Büyükşehir Belediye Başkanımız Recep Altepe de olay yerine gelerek çalışmaları takip etti. 03.30 sıralarında bölgeye gelen Başkanımız, o andan itibaren, yangında zarar gören esnafımızın yanında olacağını bildirdi. Ertesi günden itibaren de hem Valiliğimiz hem Büyükşehir Belediyemiz zarar gören esnafın yaralarını sarmak için maddi manevi imkanlarını seferber etti. Bursa tarihinde yerini alacak olan son Çarşı yangını, itfaiye teşkilatımızın cansiperane mücadelesi sayesinde; yangının diğer çarşılara sıçramadan kontrol altına alınmasını ve çıkan bölümde kıstırılarak söndürülmesini sağladı. Üstün gayret sarfeden bütün arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Bursa’nın bir daha benzer olaylar yaşamamasını diliyorum. | Ocak 2016 | Sayı 17 83 araştırma / Bursa Dağ Yöresinde Bir Şenliktir Cumalar / Yrd. Doç. Dr. Alaattin DİKMEN Yrd. Doç. Dr. Alaattin DİKMEN Manisa CBÜ. Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi BURSA DAĞ YÖRESİNDE BİR ŞENLİKTİR CUMALAR Uludağ’ın güney yamaçlarında bulunan Büyükorhan, Harmancık, Keles ve Orhaneli Bursa’ya bağlı ilçelerdir ve Bursa ilinin Dağ Yöresi olarak adlandırılmaktadır. Bölgede, bir kaç köyün bir araya gelerek sadece Cuma ve yılda iki kez de Bayram günü ibadetlerini eda için toplandıkları mescitler/camiler bulunmakta ve camilere Cuma Camisi denilmektedir. Günümüzde bu geleneksel uygulama iki Cuma camiinde devam etmektedir. Bunlardan en dikkat çekici ve kayda değer olan Harmancık Nalbant köyünde/mahallesindeki Cuma camiidir. Öyle ki; köyde var olan iki caminin ilk yapılışından bu yana minberleri hâlâ yoktur. Yani cuma ve bayram namazlarının îfasında İmam Hatipler’in cemaate hitap ettiği ve cami müştemilatının asli unsurlarından kabul edilen minberler bu iki camiye konulmamıştır. Köydeki iki ayrı cami cemaatinin bir araya gelerek Cuma ve Bayram namazlarını Cuma Camii’nde ikame etmeleri önemli bir toplum bilinci oluşturma geleneği ve uygulamasıdır. Çatalsöğüt Köyündeki Cuma Cami yapı özelliklerini hala korumaktadır. 84 | Ocak 2016 | Sayı 16 Büyükorhan, Harmancık, Keles ve Orhaneli Bursa’ya bağlı ilçelerdir ve güney Marmara ile Ege Bölgesinin kesişim çizgisinde yer alırlar. Bu dört ilçe ve köyleri Uludağ’ın engebeli güney yamaçlarında konumlandığı için Bursa’nın Dağ Yöresi olarak adlandırılmaktadır. Yöre insanı kendini Türkmen/Yörük ve Manav gibi isimlendirmelerle tanımlamaktadır. İsimlendirmelerden de anlaşılacağı gibi tarih araştırmaları ve kayıtlar yöre halkının bölgeye yerleşen ilk Türk boylarından olduğunu belirtmektedir. Bölgede, bir kaç köyün bir araya gelerek sadece Cuma ve yılda iki kez de Bayram günü ibadetlerini eda için toplandıkları mescitler/ camiler bulunmakta ve bu camilere Cuma Camisi denilmektedir. Günümüzde bu geleneksel uygulama iki Cuma camiinde devam etmektedir. Uygulamanın terk edildiği cami ya da mekânlarda zamanında kalabalık cemaatle kılınan Cuma ve bayram namazlarını hatırlayan birçok insan mevcuttur yörede. Bu kişiler, ibadet amacıyla yöre sakininin bir araya gelerek, tam bir şenlik havasında ve zevk-i ruhani hisleriyle toplumlarında sosyalleşmemelerinin tadını almışlar ve bu geleneğin kıymetini iyi bilmektedirler. Öyle ki bu uygulamanın yapıldığı tarihleri “özel günler” olarak vasıflandırmaktadır. Çünkü mevsimine göre çok geniş katılımların olduğunu, bazen yemekli programların yapıldığını ve Cuma namazı ibadetlerin bir şölen havasında eda edildiğini anlatmaktadırlar. Keles Kozağacı mevkii denilen ve 8–9 köyün bulunduğu bölgede Davutlar Köyü’nün alt kısmındaki düzlükte, Büyükorhan Danacılar Köyü’nde olduğu gibi. Cami müştemilatı genellikle caminin giriş bölümünde ve çevresinde ısınma, oturma, dinlenme, abdest alma gibi temel ihtiyaçları karşılayacak şekilde tasarlanmış ve yapılmıştır. İnsanlar cuma günleri erken sayılabi- Faaliyetine devam eden ve sadece Cuma ve Bayram namazlarının eda edildiği Nalbant Cuma Camii/Harmancık. Ilıcaksu, Dutluca köylerinin orta noktası sayılabilecek olan bir mevkide yer alan Cuma Yeri gibi. Günümüzde bu alanda yılda bir kez yemekli olarak düzenlenen geniş katılımlı köy hayrı yapılmaktadır. lecek bir vakitte bu mekânlarda toplanır ve dertleşirler. “Cuma Yeri”, “Cuma Camii” adı verilen bu camiler şöyle tasnif edilebilir: • Yarım asır öncesine kadar varlığı bilinen ama şimdilerde kalıntıları bile kalmayıp sadece yaşlı nesillerin yerini hatırladığı alanlar. Büyükorhan Danacılar köyü; Keles’e bağlı dokuz kadar köyün yer aldığı Kozağacı mevkiinde olduğu gibi. • İbadet icrası yapılmadığı için zamanla yıkılıp gitmiş ve sadece kalıntıları kalmış olanlar. İshaklar köyü (yakınlarında metruk bir çamaşırhanenin de yer aldığı mevkie yakın bir alan) Harmancık, Yine Harmancık ilçesine bağlı Dedebalı, • Yapısı sağlam olduğu halde ibadet yapılmadığı için kendi haline terk edilmiş olanlar. Harmancık ilçesinin Çatalsöğüt Köyü ile bu köye bağlı Doğancılar ve Demirciler mahallelerinin ortak bir noktasında hala metruk halde duran Cuma Cami gibi. • Kurulduğu günden bu yana işlevini sürdürmüş ve günümüzde de hala fonksiyonunu icra etmekte olanlar. Büyükorhan ilçesine yakın bir yerde her hafta Cuma | Ocak 2016 | Sayı 17 85 araştırma / Bursa Dağ Yöresinde Bir Şenliktir Cumalar / Yrd. Doç. Dr. Alaattin DİKMEN araya getirmektedir. Bu ise onlar için sosyal dayanışma, kaynaşma ve paylaşmanın zemini olmaktadır. PAZAR YERİ VE CUMA Nalbant Köyü’nde minbersiz köy camii/Harmancık. günleri yörenin en geniş katılımlı hayvan pazarı olarak kurulan ve Cuma Pazarı denilen yerde bulunan Cuma Camii ile Harmancık ilçesine bağlı Nalbant Köyü yakınındaki Cuma Camii örneği gibi. İlk iki grupta yer alan camilerden söz etmek yersizdir. Çünkü sadece yerleri bilinmektedir. Son iki grupta yer alan camilere yörede rastlamak mümkündür. Mesela yapısı sağlam olduğu halde ibadet yapılmadığı için kendi haline terk edilmiş olan Harmancık ilçesine bağlı Çatalsöğüt Köyündeki Cuma Cami yapı özelliklerini hala korumaktadır ve güzel bir taş yapı olarak dikkat çekmektedir. Ne var ki yapısı ve mimarisiyle güzel bir taş yapı örneği olarak düşünülebilecek olan bu Cuma Camisi son yıllarda her mahalle ve köyün cuma namazını kendi camisinde kılmak istemesi neticesinde kaderine terk edilmiş durumdadır. Yani metruk bir vaziyettedir. Asıl dikkat çekici ve kayda değer özellikte olan Cuma Camii yine Harmancık ilçesine bağlı Nalbant Köyünde yer alan camidir. Çünkü kurulduğu günden bu yana Cuma Camii olarak fonksiyonunu icra etmektedir. Yapımı oldukça sade olup, taş/ahşap karışımı elamanlardan oluşmuştur. Yanı sıra antik kalıntılara ait bazı mermer elemanların yapıda kullanılmış olması bu camiye ayrı bir özellik katmaktadır. 86 | Ocak 2016 | Sayı 16 MİNBERSİZ CAMİ OLUR MU? Diğer taraftan Nalbant köyünde iki ayrı camii bulunmaktadır. Buradaki iki camiyi diğer camilerden ayıran ve özellikli kılan ise her ikisinde de minber (camilerde Cuma ve Bayram namazlarında İmam-Hatiplerin cemaate hitap ettikleri merdivenle çıkılan yer) olmamasıdır. İlk günden itibaren bu camilerin minbersiz olarak inşa edilmiş olması iki caminin cemaatinin Cuma ve Bayram günleri köylerinde üçüncü bir camii olarak bulunan ve sadece Cuma ve bayram namazlarının kılındığı Cuma Camiinde toplanmalarını sağlamak maksadıyladır. Bu iki camiye minber yapılması halinde Cuma Camii işlevsiz kalacağından köy sakinleri iki camiye de minber yapmama hususunda kararlı görünmektedir. Çünkü iki mahalleli ve iki camili köyde Cuma Camii onları haftada bir kez olsun bütün köylüler olarak bir Bursa Dağ Yöresinde geniş katılımlı Cuma namazının kılındığı ve uygulamanın asırlardır devam ettiği camilerden en önemlisi kuşkusuz Cuma Pazarı Camiidir. Burada bayram namazları kılınmamakta ve sadece Cuma namazı kılınmaktadır. Bu durum Bursa Dağ Yöresinde sadece bu camiye ait geleneksel bir özelliktir. Çok rağbet gören cuma camisi, aynı zamanda yörenin en büyük küçükbaş ve büyükbaş hayvan pazarının çevresinde kurulduğu Büyükorhan ilçesinde bulunmaktadır. Gerek Büyükorhan’ın köylerinden gerekse diğer ilçe ve köylerden birçok insan, cuma günleri ilçenin girişinde ilçeye üç km. mesafede genişçe bir alanda yer alan caminin çevresinde toplanmaktadır. Bu pazarda alış-veriş için Bursa ve civar illere bağlı ilçelerden gelen esnaflara rastlamak mümkündür. Büyük bir cami ve etrafında yer alan mekânlarda hayvan satışının yanı sıra, uzun ve kapalı bir alanda da daha çok yeni kesilmiş hayvanların etlerini ve bu etlerden mamul kavurma satan esnaflar bulunmaktadır. Bu esnaflar sadece cuma günü tezgâhlarını kurarak gelenlerin et ve yemek ihtiyacını karşılamaktadır. Eskiden tahıl başta olmak üzere her türlü ihtiyaç ürünlerinin alınıp satıldığı ve tam bir emtia pazarı örneği olarak nitelendirilebilecek olan mekân 1990’lı yıllara kadar bu özelliğini korumuştur. Sonrası yıllarda, tüketim ürünlerinin değişimi ve çeşitliliği, pazarlama usullerindeki gelişmelerle birlikte bunların “market” tarzı işletmelerde ve belde içindeki mekânlarda satışa sunulması Cuma Pazarının cazibesini yitirmesine sebep olmuştur. Ama yine de bu mekân günümüzde ilçe merkezinden yerel ve mülkî yöneticiler dâhil birçok kişinin, hayvan almayacak olsalar bile çeşitli bahaneler ile uğradığı bir yer olma özelliğini korumaktadır. “Cuma Pazarı” diye bilinen bu mekânın kurucusu olarak, Cuma Pazarı’nın bulunduğu yere en yakın köylerden Armutçuk’da mezarı bulunan, yöre insanının hürmetle andığı, adına hâlâ hayırlar düzenlenen ve yaşadığı dönemin önemli bir âlimi kabul edilen Osman Efendi adıyla maruf bir zat kabul edilmektedir. Yöre halkı bu kişiyi Osman Dede diye adlandırmakta ve bilmektedir. Burada yer alan camiyi onun yaptırdığı ve uzun süre burada imamet görevinde bulunduğu çeşitli efsane ve menkıbeler eşliğinde anlatılmaktadır. Yarı efsanevî bir şahsiyet olan Osman Efendi’ye ait bilgiler yöreyle alakalı çok az sayıdaki son dönem yazılı kaynaklarda da geçmektedir. CUMA CAMİLERİ HANGİ MEKÂNLARDA KURULUR? “Cuma Yeri”, “Cuma Camii” adı verilen camiler kuruldukları yer ve mekânlar olarak da dikkat çekmektedir. Bu camiler kuruldukları mekânlar şu unsurlar dikkate alınarak seçilmiştir: • Birden fazla köy ve mahallenin orta noktası bir alanda ve yakın yerlerde oturan kişilerin tamamının katılımını sağlayacak yer ve mekânlarda kurulan Cuma Camileri. Yöredeki Cuma camileri daha çok bu amaca matuftur. Harmancık’a bağlı Çatalsöğüt, Dutluca ve İshaklar köyleri sınırları içinde bulunan Cuma camileri ile Keles ilçesi Kozağacı mevkiinde bulunan Cuma Yeri bu grupta değerlendirilebilir. Bu camiler, genellikle köyler topluluğunun ortasında bir yerde kurulmuş ve köylerden bağımsız düşünülmüştür. Böylece komşu köylerin ortak bir değer ve mekân etrafında toplanıp kaynaşması azami ölçüde sağlanmış olmaktadır. Buralarda yer alan Cuma Camilerinde cuma namazı civar köy ve mahallelerin de iştirakiyle geniş katılımlı olarak kılınmakta ve bölgenin yakın köylerinin haftalık genel bir toplanma, görüşme zemini olarak değerlendirilmiş olduğu düşünülmektedir. Çatalsöğüt Köyü Doğancılar Mahallesi yakınlarında yer alan Cuma Camisinde Çatalsöğüt merkeziyle birlikte, Bayramlar, Demirci ve Doğancılar mahalleleriyle Kılavuzlar Köyü’nün bir mahallesi olan Köçekler’den birçok insanın cuma namazı kıldıkları anlatılmaktadır. Yine Dutluca Köyü sınırlarında kalan Cuma Yeri ya da Cuma Camii’nde kılınan cuma namazlarına ise Dutluca Köyü ve Koyak Mahallesi ile Ilıcaksu Köyü ve Dedebalı Köyü ile Gölcük Mahallesi’nden insanların katıldığı söylenmektedir. • Köy ve mahallelerin katılımını sağlamaya yönelik olmakla birlikte il ya da içeler arası işlek bir yolun kenarında yolcuların ibadetlerini yerine getirmelerini de sağlayacak tarzda düşünülerek yapılan Cuma camileri. Harmancık ilçesine bağlı Dedebalı, Ilıcaksu, Dutluca köylerinin orta noktası sayılabilecek olan bir mevkide yer alan Cuma Yeri aynı zamanda Harmancık-Dursunbey karayoluna yakın bir yerde kuruludur. Yine Nalbant köyünde ve günümüzde de faaliyet halinde bulunan cami Harmancık-Keles ilçelerini birbirine bağlayan karayolunun kenarında bulunmaktadır. • İnsanların alışveriş yaptıkları yani ekonomik hareketliliğin yoğun olduğu mekânlara kurulan Cuma camileri. Bu gruba ise Büyükorhan Cuma Pazarı Camisi örnek olarak verilebilir. Bir dönem yakın illerin ilçelerinden de katılımlarının olduğu yörenin en büyük hayvan pazarı burada kurulduğu için bu caminin kuruluşunda buradaki ekonomik hareketlilik dikkate alınmış olmalıdır. Cuma camisi geleneğinin günümüzde de yaşayan ve yaşatılan Nalbant Köyü’nde bulunan Cuma Camii ile Büyükorhan ilçesindeki Cuma Pazarı camileri yüzyıllardır devam eden Cuma Camisi geleneğinin günümüzdeki iki önemli tanığı olarak varlığını sürdürmektedir. Kıraç ve dağlık yörelerde yerleşim şekillerindeki genel kabullerin değişmesi, büyük illere yoğun bir göçün yaşanması Dağ Yöresindeki geleneksel uygulamaların hızlı bir şekilde sonlanmasına sebep olsa da adı geçen iki camide Cuma camii geleneği bazı zorluklara rağmen sürdürülmeye çalışılmaktadır. Bu tür uygulamalar İslam toplumlarının ilk yıllarından itibaren karşılaşılan ve Müslüman toplumlarda sosyal alanı güçlendiren, toplumlara birlik şuuru kazandıran dini/manevi beslenme alanları olarak kabul edilmeli ve yaşatılması için yerel birimlerdeki yetkili kişilerin gerekli hassasiyeti göstermesi beklenmektedir. Cuma Camii ve pazar yeri / Büyükorhan. | Ocak 2016 | Sayı 17 87 araştırma / Bilim Tarihinin ‘Altın Çağ’ına Yolculuk / Rıfat BAKAN BİLİM TARİHİNİN ‘ALTIN ÇAĞ’INA YOLCULUK 88 | Ocak 2016 | Sayı 16 Rıfat BAKAN Bilimi yeniden bu topraklarda yeşertip, inşa etmek oldukça iddialı bir yaklaşım. Evet yeniden inşa etmek, daha insancıl bir bilim, kitle imha silahları üretmek gibi şeytani düşüncelerden uzak bir bilim. İnsanlığın huzur, barış ve refah içerinde yaşamasını sağlayacak bir bilim. İşte bu anlamda Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi projesini çalışmak üzere masaya ilk oturduğumuzda, dünyanın farklı bölgelerinde faaliyet gösteren benzer kuruluşları inceleyerek işe başladık. Yaptığımız incelemeler sonucu elde ettiğimiz veriler şaşırtıcıydı. Bilim merkezleri, insanın bilme ile ilgili çabasını oldukça yakın tarihten başlatıyorlardı. Oysa biz bilme arzusunun insanlık kadar eski olduğuna inanıyoruz. Farklı bir şey yapmalıydık. Teorik bilgilerin uygulamalı düzenekler ile özellikle çocuklar tarafından daha kolay kavranmasını amaçlayan ve bilimsel farkındalık oluşturma amacıyla kurduğumuz bilim merkezimizde, Batı menşeli ana akım bilim tarihi ile birlikte Doğu’dan, bilhassa İslam coğrafyasından unsurların olması gerektiğini düşündük. Bilim, din ve felsefenin sürekli bir egemenlik mücadelesi içerisinde olduğu Batı’da Newton’la birlikte bilim evrensel kanunlar koyma hususunda diğer iki rakibini alt etmiş ve “modern kozmolojiyi” kurarak etkisini tüm dünyaya ulaştırmıştır. Öyle baskın bir üstünlükten bahsediyoruz ki, bilim tarihi bu dönemde resetlenmiş gibidir. Modern perspektiften bakıldığında özellikle Hristiyanlığın ve skolastik düşüncenin Batı dünyasına egemen olduğu Orta Çağ “Karanlık Çağ” olarak adlandırılmış ve Aydınlanma düşüncesi ile yeni ufuklara yelken açan insanlık tarafından tarihin arka sayfalarına gömülmüştür. Kendi Orta Çağını tarihe gömen Batı Avro-sentrik bir refleksle Doğu’nun Orta Çağını da görmezden gelmekte ve “Modern Bilim” tarihini Newton’dan başlatmaktadır. İşin tuhafı, biraz dikkatlice baktığımızda biz “doğuluların” bile bu yanılgıya kapılıp gittiğini görebiliriz. Oysaki Orta Çağ, İslam dünyasının bilim, felsefe ve hikmet açısından altın çağıdır. Üstelik batıda tecrübe edilenin aksine bilim, felsefe ve din arasında bir rekabet söz konusu değildir. Bilakis bunlar birbirlerini tamamlayıcı fonksiyon ifa ederler. Yani birilerinin bunu yeniden gün ışığına çıkarması gerekiyordu. Bu birileri de biz olmalıydık. Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi olarak İslam coğrafyasında yaşamış bilim adamlarını ve yaptıkları çalışmaları somut örneklerle yeniden gün yüzüne çıkarmak amacıyla detaylı araştırmalarda bulunduk. Mekanik, Fizik, Astronomi, Havacılık, Tıp, Kimya, Optik gibi alanlarda adından yüzyıllar sonra bile bahsedilen teori ve icatların Müslüman bilim adamları tarafından yapıldığını ve her bir alanın kendi içinde bugün bile hayranlık uyandıracak bir yapıya sahip olduğunu gördük. Çalışmalarımızda derinleştikçe, Atlantis’i keşfediyormuşçasına büyük bir heyecan yaşadık. Gördüklerimiz bizi hayretler içerisinde bıraktı. Uzun çalışmalar sonucu elde ettiğimiz verilerle bir sergi oluşturmaya karar verdik. Altın Çağ sergisi için çalışırken bu serginin hem yüzde yüz yerli üretim sergi olmasını hem de bugün isimleri unutulmuş olan Takiyyuddin, El Cezeri, İbn-ül Heysem, Mimar Sinan ve İbn-i Sina gibi bilim adamlarının ve icatlarının başta Bursalılar olmak üzere tüm bilim severler ile buluşturmayı amaç edindik. Bilim tarihine ışık tutan bu sergi gezici geçici sergi formatında hazırlandı. Neden yalnızca Bursa’da kalalım ki? Sergimiz tüm Türkiye’yi dolaşabilir olmalı. Kim bilir? Belki de tüm dünyayı... Altın Çağ sergisi toplam 600m2 alanda 9 farklı bölümden müteşekkil olarak kurguladık. İnteraktif düzenekler, kiosklar ve görsel ambiyansı ile içerisinde gezerken sizi o yıllara götüren sergi, özellikle çocuklar ve gençleri bilime karşı heveslendirmeyi sağlıyor. Demek istediğimiz şey; “Orta Çağ ile ilgili bildiklerinizi unutun! Unutamayacağınız bir yolculuğa çıkmaya hazırlanın!” MÜHENDİSLİĞİN ATASI EL-CEZERİ Bugün El Cezeri mekaniğin babası sayılıyor. İlk robotu zamanın hükümdarının “Öyle bir şey olsun ki, abdest alırken hizmetçilerin yardımına ihtiyacım kalmasın” isteği üzerine yapıyor. Önce ibrikten elinize su döken bu insanlık tarihinin ilk robotu, ardından diğer | Ocak 2016 | Sayı 17 89 araştırma / Bilim Tarihinin ‘Altın Çağ’ına Yolculuk / Rıfat BAKAN eliyle havlu ve tarağı uzatıyor. Cezeri’nin icatları elbette sadece bu abdest alma makinesi ile sınırlı değil. Araştırmalarımızda robotik ile ilgili en eski yazılı kayıtın El Cezeri’ye ait olduğunu görüyoruz. Hatta yaptığı çalışmaları yazan ve ürettiği makinaların teknik resimlerini bile çizen El Cezeri’nin Kitabül Hiyel’i bugün Avrupa’daki bazı kütüphanelerde, ülkemizde ise Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde sergilenmektedir. Cezeri’nin Filli Su Saati bu sergide görülmeye değer en önemli eserlerden biri. Mekanik hareketler silsilesi ile çalışan ihtişamlı bir saattir. Temel prensibi altı delik bir kasenin suyun içinde yavaş yavaş batmasıdır. Kase tamamen battığında ise flüt sesine benzer bir ses çıkar ve Zümrüdüanka kuşu kendi etrafında dönmeye başlar. Serbest kalan bir topun Selahattin Eyyübi figürünün bulunduğu kadranı harekete geçirmesi ile hareketler silsilesi başlamış bulunur. Tüm bu işleyiş yarım saatlik döngünün tamamlanmış olduğunu gösterir. SU VARSA MEDENİYET VAR… Su her şeyin başlangıcıdır. İşte o yıllarda su terfi makinaları da yine El Cezeri tarafından yapılmıştır. Wrm ismi verilen özel düzenekler ile bu suların nasıl taşındığı da yine Altın Çağ sergimizde anlatılmaktadır. Suyun terfi edildiği makineler hidro mekanik dengeler ile hareket etmeyi sağlıyor. Cezeri özellikle su ve 90 | Ocak 2016 | Sayı 16 basınç etkisinden yararlanarak kendi kendine denge kuran icatları ile otomasyona büyük bir katkı sağlamıştır. Beni Musa Kardeşler, bugün belki de çizgi filmlerinin yapılıp izlenmesi gereken bilime gönül vermiş üç kardeş. Ardı ardına geliştirdikleri mekanik aletlerle bilimi eğlenceli ve hayret uyandırıcı bir şekilde halka sevdirmişlerdir. KAMERANIN İLK HALİ.. Optik alanı sergide kuşkusuz en önemli alanlardan biri. İbn Heysem, video kameralar, fotoğraf makinaları, x-ray cihazları, gözlükler, ultrason ve tomografi gibi tıbbi görüntüleme aletlerinin de dahil olduğu Optik biliminin kurucusu sayılıyor. Heysem göz ışın kuramı ile ışığın gözden çıktığı görüşünü reddetmiştir. Bugün kabul edilen ışığın nesneden yansıdığı ışın kuramı Heysem tarafından ispat edilmiştir. Sergide Karanlık Oda düzeneği ile Heysem’in optik alanına yön veren deneyini uygularken günümüz kameralarının çalışma prensibini de deneyimlemiş olacaksınız. ÇAĞDAŞ TIBBIN ÖNCÜLERİ Yirminci yüzyılın başlarına kadar Avrupa’da ders kitabı olarak okutulan İbni Sina’dan, Şerafettin Sabuncuoğlu’ndan, Akşemsettin’den ve elbette Ez Zahravi’den eserleri Tıp alanında bulabilirsiniz. Özellikle Ez Zahra- vi’nin 900’lü yıllarda yaptığı cerrahi aletleri günümüzde kullanılan cerrahi aletlerden ayırt etmeye çalışırken aslında ne kadar benzediklerini göreceksiniz. Yüz yıllar önce Endülüs’te günümüz modern tıbbının temellerinin atıldığını ve bu medeniyetin tarihin derinliklerinden günümüze ışık tuttuğunu görüyoruz. KEŞİFLER ÇAĞININ ÖNCÜLERİ Tarih boyunca Dünya’mızın nasıl bir yer olduğu, kıtalar ve harita bilgisi muhakkak en çok merak edilenlerden olmuştur. İlkokul bilgilerimize geri dönecek olursak Colomb’un Amerika’yı keşfetmesi ve meşhur gemisi ile Coğrafi keşiflerin başladığı düşünülmektedir. Oysa Zheng He 15. yy. Colomb’un gemisinin nerdeyse üç katı büyülükte muhteşem bir gemi ile keşiflerine başlamıştır. Tarım ve hayvancılık yapılan bu gemi adeta yürüyen bir kara parçasıdır. Sergide bu geminin temsili bir maketi incelenebilir. Aynı zamanda Piri Reis’in haritası ve rotası kiosklar ile dokunmatik ekranlarda ziyaretçi ile buluşacak. Elbette ünlü gezgin İbn Battuta’nın hayatı ve rotası da ziyaretçilere eğlenceli oyunlarla sunulacak. Özellikle çocukların harita bilgisini geliştirecek bu oyunlarda dokunmatik ekran teknolojileri kullanılıyor. İNSANOĞLUNUN UÇMA HAYALİ.. Altın Çağ sergisinin can damarlarından Uçuş ve Astronomi alanı doğru bildiğimiz yanlışları tüm dünyada sergileyerek bilim tarihine ışık tutmayı amaçlıyor. Aslında Ortaçağ Avrupası’nın karanlıklarla boğuştuğu zamanda İslam coğrafyasında düşünen, üreten, ilim ve irfan sahibi mucitlerin eserleriyle Altın bir dönem yaşandığını gözler önüne seriyor. Bilim kümülatiftir. İnsanlık tarihinin başından günümüze eklenerek gelişmiştir. Her dönemin etkisi ve katkısı olmuştur. Bugün tüm bu birikime sahip çıkılarak, doğu ötekileştiriliyor. Altın Çağ sergisi bu vizyonu ile başta çocuklar ve gençler olmak üzere her kesimden insanın atalarının mirasına sahip çıkmasını ve bu özgüvenle bilim ve teknolojiye yön vermek için atılımda bulunmasını amaçlıyor. gün yüzüne çıkarıyor. İlk uçan insan kimdir diye sorulsa birçoğumuz Hezarfen Ahmet Çelebi deriz, ancak bundan çok uzun yıllar önce Abbas İbn Firnas başarılı bir uçuş ve iniş gerçekleştirmiştir. Firnas üzerine aldığı kumaş parçası ve büyük kuş kanatları ile semada yavaşça süzülmüş ve daha sonra yine yavaşça yeryüzüne inmiştir. Firnas’ın bu başarılı denemesi batıda uçak yapıp uçmayı başarmış Wright kardeşlerden tam 1023 yıl önce gerçekleşmiştir. Uçuşun temel prensibi sergide uygulamalı bir düzenek ile deneyimlenebiliyor. Ayrıca kâğıt uçakları Galata kulesinden uçurmayı deneyecek çocuklar, kuş kanatlarını da inceleyebile- cek. Tüm bu deneyimler uçuş panoları ile de desteklenecektir. SEMERKANT’TA TARİHE YOLCULUK Sergi içerisinde gezerken karşınıza Semerkant rasathanesi çıkıyor. Evet yanlış duymadınız! Semerkant rasathanesinde Usturlab ve Kadranları incelerken başınızı yukarı kaldırdığınızda muhteşem samanyolunu izleyebiliyorsunuz. Ali Kuşçu’nun, Uluğ Bey’in, Kadızade Rumi’nin eserleri sizi Semerkant’ta bekliyor olacak. Sergide dolaşırken kendinizi o Altın Çağ’da bir gezintiye çıkmış gibi hissedeceksiniz. Endülüs’ten, Anadolu’dan, Ortadoğu’dan, Asya’dan yükselen ışığın insanlığı nasıl aydınlattığına ve bugün biz insanoğluna nasıl rehberlik ettiğine şahit olacaksınız. Sonuç olarak; güneşin doğudan doğduğu ne kadar bariz bir gerçekse, karanlık denen çağın sadece batının o çağdaki karanlığı olduğu ve aynı çağda İslam Medeniyetinin “Altın Çağ”ını yaşadığı ve bu günkü çağdaş bilimin öncüleri, olduğu da bariz bir gerçektir. Bu içeriği ile Altın Çağ sergisi bilim ve sanatı bir araya getirmeyi ve bu birleşimi | Ocak 2016 | Sayı 17 91 haber / 136 Yıl Sonra Yapılan; Bursa Belediye Sarayı 136 Yıl Sonra Yapılan; BURSA BELEDİYE SARAYI Bursa’da 1879 yılında Vali Ahmet Vefik Paşa zamanında, Eşref ve Hüsnü beylerin Belediye reislikleri döneminde yaptırılan hizmet binasından sonra Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılan yeni ve modern hizmet binası hizmete başladı. 92 | Ocak 2016 | Sayı 16 Yeni stadyum, Bilim Teknoloji Merkezi gibi anıtsal yapılarla Bursa’nın geleceğine kalıcı eserler bırakan Büyükşehir Belediyesi, 136 yıl sonra Bursa’ya yeni bir belediye hizmet binası kazandırdı. 1958 – 2008 yılları arasında kent hali olarak faaliyet gösteren yaklaşık 35 bin metrekarelik alana konumlandırılan 8 bin 942 metrekare taban alanlı modern belediye hizmet binası sayesinde kentin farklı noktalarındaki hizmet birimleri tek çatı altına toplanmış oldu. Meclis Binası, poliklinik, seminer ve çok amaçlı salonlar, fuaye, sergi salonu, yemekhane ve kafeterya gibi tesisleri de bünyesinde bulunduran Belediye Hizmet Binasının yanı sıra 25 bin metrekare park alanında çocuk oyun alanı, restoran, büfe, gezinti yolları, açık otoparklar, oturma alanları ve kafeterya ile bölge yeni bir yaşam alanına kavuşmuş oldu. Ayrıca park ve belediye binası arasında tasarlanan yaya yolu ile Zafer Mahallesi ve Ankara yolu arasındaki yaya bağlantısı sağlanırken, 254 araçlık kapalı ve açık otopark alanı ile parklanma sorununa da çözüm üretildi. Bursa’ya 136 yıl sonra kazandırılan Belediye Hizmet Binası’nın açılış törenine Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, Vali Münir Karaloğlu, Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, ilçe belediye başkanları, AK Parti İl Başkanı Cemalettin Torun, Bursa milletvekilleri, Büyükşehir Belediyesi eski başkanları Erdoğan Bilenser ve Erdem Saker, meclis üyeleri, muhtarlar ve çok sayıda vatandaş katıldı. 1912’de Bursa’nın ilk belediye başkanı olan Sadrettin Efendi’den 1987 yılına kadar 42 belediye başkanının, Büyükşehir statüsüne geçtiği 1987 yılından bu yana da 5 belediye başkanı hizmet verdiğini hatırlatan Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, 48’inci başkan olarak Belediye hizmet binası yapmanın kendine nasip olduğunu vurguladı. Bursa’ya hizmet eden tüm belediye başkanlarına teşekkür eden Başkan Altepe, Teoman Özalp ve Hikmet Şahin başta olmak üzere ebediyete intikal eden tüm başkanları da rahmetle andı. Osmanlı’nın kent yönetimi ile ilgili çıkardığı ilk yasalardan birinin de Bursa Belediye İhtisab Yasası olduğunu ve 1839 Tanzimat öncesinde mülki ve idari yönetim kadılarının görev yerinin Ulucami’nin doğusunda yer alan “ihtisab belediye çadırı” olduğunu hatırlatan | Ocak 2016 | Sayı 17 93 haber / 136 Yıl Sonra Yapılan; Bursa Belediye Sarayı Başkan Altepe, “Çardakta başlayan halka hizmet hareketi, bugünden itibaren Bursa’nın bu modern abidesinde devam edecek. Düne kadar Büyükşehir Belediyesi’nin hizmet ve yönetim birimleri birbirinden ayrı mekanlarda hizmet vermek zorundaydı. Hele Bütünşehir yasasının çıkmasıyla birlikte Büyükşehir’in tek merkezden idaresi elzem hale gelmişti. 2011 yılında başladığımız hizmet binası projemle tüm birimlerimiz 15 bloktan oluşan tek çatı altında hizmet vermeye başlıyor. Bursa’mıza hayırlı olsun” diye konuştu. Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu da Başkan Altepe’nin aynı zamanda Sağlıklı Kentler Birliği Başkanı vizyonu ile Türkiye’ye öncülük yapmasının Bursa için büyük bir kazanç olduğunu söyledi. Büyükşehir Belediye Başkanı Altepe’nin, en ücra köşeden merkeze kadar 24 saat hizmet verme duyarlılığı ile Bursa’yı 94 | Ocak 2016 | Sayı 16 marka kent haline getirmesinin onurunu ve gururunu bütün Bursalıların yaşadığını dile getiren Bakan Müezzinoğlu, “Bu onur ve gurur hizmete açtığımız bu eserle taçlanıyor. Yerel yöneticiler hamile bir anneyi de vefat eden bir bireyi de düşünür. Yani doğum öncesinden vefat sonrasına kadarki süreci planlamak zorunda olan bir yönetim sorumluluğu bulunan bir alan. Geçen hafta kent içi ulaşım açısından büyük önem taşıyan Demirtaş Kavşağını açtık. İnşallah stadyumu da kısa zamanda açacağız. Biz özgüveni merkeze alan bir anlayışla hizmet veriyoruz. 136 yıl sonra mimarisiyle estetik, hizmet alanlarıyla çok fonksiyonlu bu modern binamız da Bursalıların geleceğe umut ve güvenle bakmalarını sağlayacak. Bu eseri Bursa’ya kazandıran Büyükşehir Belediye Başkanımıza ve ekibine teşekkür ediyorum” dedi. Bursa Valisi Münir Karaloğlu ise kamu hizmeti verilen binaların kaliteli olmasını çalışanlar için değil, bizzat bizzat o kamu kurumundan hizmet talep eden ve hizmet alan vatandaşlara duydukları saygı nedeniyle istediklerini söyledi. Büyükşehir Belediyesi’nin artık çağır gereklerine uygun modern bir binada hizmet vereceğini dile getiren Karaloğlu, “Yani bu hizmeti çalışanlar için değil, 2 milyon 800 bin Bursa halkı yapılmış bir hizmet olarak görün. Bursa’nın vizyonunu sadece Bursa ve Türkiye’de değil Uluslararası alanda da en iyi şekilde gösteren Büyükşehir Belediye Başkanımızı kutluyorum. Meclis salonumuz artık yetersiz geliyordu. Bu binanın Bursa halkı için önemli kararların alınacağı bir mekan oldu. Hayırlı olsun” diye konuştu. Bir zamanlar Yeni Hal | Ocak 2016 | Sayı 17 95 haber / Umurbey İpek Üretim ve Tasarım Merkezi UMURBEY İPEK ÜRETİM VE TASARIM MERKEZİ Bursa’nın değerlerini bir bir gün yüzüne çıkaran Büyükşehir Belediyesi’nin kentte, ipek üretiminin yeniden canlandırılması adına sürdürdüğü faaliyetlerine her gün yenileri ekleniyor. Bu kapsamda Büyükşehir Belediyesi tarafından kente kazandırılan Umurbey İpek Üretim ve Tasarım Merkezi ile aynı kompleks bünyesinde kadınlara hizmet veren Umurbey Yüzme Havuzu, törenle hizmete açıldı. 96 | Ocak 2016 | Sayı 16 Özel mülkiyetten takas yoluyla bursa büyükşehir belediyesi mülkiyetine geçen eteler dokuma fabrikası olarak bilinen alan, yaklaşık 1080 metrekarelik tescilli fabrika yapılarından oluşmaktadır. 4185 metrekare açık alanla birlikte toplam 5265 metrekarelik bir alanı kapsamaktadır. gelen talepler doğrultusunda; 2010 - 2012 yılları arasında koruma kurulunca onaylanan proje çalışmaları sonucunda 2014 yılında restorasyon uygulamasına başlanıldı. Tüm bu kültürel, sosyal ve sportif amaçla kullanılacak kompleks alanı içerisinde tescilli fabrika yapıları ile bunlara ait kazan, yeni havuz yapısı ile içinde tescilli çınar ağacı, tescilli boya havuzu, tescilli istinat duvarı ve sivil mimarlık örneği bir binaya ait temel kalıntılarını barındıran halka açık park alanı bulunmaktadır. Yapılar 1940-1950 yılları arasındaki 2. Ulusal mimarlık dönemine ait üslupta ipek fabrikaları olarak inşa edilmiştir. Yapısal anlamda yıkılmakta olan, can ve mal güvenliğini tehlikeye sokan söz konusu yapılarla ilgili İpek üretim ve tasarım merkezi olarak işlevlendirilen söz konusu yapı topluluğu içindeki büyük salonda üretim için ipek dokuma tezgâhları, ipek müzesine yönelik sergiler, bilgilendirme panoları, dinlenme alanı, idari ofisler gibi fonksiyonlar yer almaktadır. Birbirine bir geçişle bağlı doğudaki yapı topluluğunda ise atölyeler ile fuaye ve mutfak bölümleri bulunmaktadır. Yapı duvarları klasik tip yığma tuğla ile teşkil edilmiştir. Tescilli fabrika yapılarını birbirine bağlayan karşılama yapısı, mevcut yapılar ile çınar ağacına zarar vermeyecek biçimde çelik sistemde inşaa edilmiştir. Çınar ağacı korunmak suretiyle bir iç avlu oluşturularak doğaya saygılı bir imalat gerçekleştirilmiştir. Günümüzde alanın kuzeyindeki bina ile doğusunda yer alan tescilli fabrika yapıları, bir karşılama yapısı eklenerek bütünlüklü hale getirilmiştir. yapıların tüm pencere, kapı, tavan ve cephe kaplamaları 1. Sınıf ahşap malzeme kullanılarak imal edilmiştir. Özellikle tavanlarda özel bir süsleme gerçekleştirilmiştir. | Ocak 2016 | Sayı 17 97 haber / Umurbey İpek Üretim ve Tasarım Merkezi Büyük salonun pencerelerinden Yeşil Türbe manzarası seyredilebilirken, kompleksin güneyinde Uludağ manzarası vardır. Tüm yapılarda erişilebilirlik gözetilmiştir. Proje kapsamında kadınlara hizmet veren yüzme havuzu da inşa edilmiştir. Umurbey İpek Üretim ve Tasarım Merkezi, yaşayan müze konsepti ile tasarlanmış olup geçmişte de Bursa İpeği’nin üretiminin yapıldığı mekanlardan bir tanesidir. Müze ve atölye olarak 2 bölümden oluşan yapı topluluğunun müze konseptinde Bursa İpeği’nin tarihçesi yer almaktadır. Aynı zamanda ipeğin tarımsal anlamda üretiminden başlayarak nihai ürüne dönüştürülene kadar olan süreci canlı bir şekilde vatandaşlarımıza gösterilmektedir. Atölye bölümünde ise dokuma tezgahlarının konuşlandırıldığı alan yer almaktadır. 98 | Ocak 2016 | Sayı 16 araştırma / Bursa’nın İpek Hafızası / Aziz ELBAS Aziz ELBAS BBB Kültür ve Turizm Daire Başkanı BURSA’NIN İPEK HAFIZASI Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucu başkentliğini yapan Bursa, aynı zamanda dünyanın ilk kalite standardının oluşturulup uygulandığı, bir dönem dünya ticaretinin şekillendiği merkezlerden biri. İpek Yolu’nun önemli şehirlerinden birisi olmasının yanında İpek Yolu ticaret ağının Avrupa’ya geçişin şehri. Böylesine önemli misyonları üzerinde barındıran Bursa’da, belki hiç arzu edilmese de bir ipek şehri markasını, üzerindeki ipekli kaftanını gelişen şartlar neticesinde üzerinden çıkarmak zorunda bırakılmış. Yüzyılların getirdiği bu deneyim, bilgi birikimi ve hafıza kolay kolay yok olacak gibi değil. Bu günlerde bunun somut örneğine hep birlikte şahitlik ediyoruz. ‘Koza’dan Vitrinlere Bursa İpeği Yeniden’ sloganıyla Büyükşehir Belediyesince başlatılan çalışmalar önemli bir aşamaya gelmiş durumda. 2015 yılında startı verilen çalışmalarla öncelikle Bursa’da üretilen kozanın başka yerlere satılmaması burada değerlendirilmesi amaçlanmış idi. Bu çerçevede Muradiye’de daha önce faal olan bir fabrikanın ayakta duran yapılarının bir kısmında, bu işe gönüllü olarak emek veren Mehmet Ünal beyin kendi imkanlarıyla kurduğu geleneksel yöntemlerle kozadan ipliği üreten tesisi, hem ayakta tutmak hem de geliştirmek amacıyla işbirliğine gidildi. Bu vesileyle Bursa’da üretilen kozaların Bursa’da değerlendirilmesinin önü açılmış oldu. Ardından Umurbey’de yer alan tarihi ipek fabrikasının restorasyon çalışmaları neticesinde hem üretim alanı hem de ipek ile ilgili başka başka çalışmaların yapılabilmesi için uygun mekanlar ortaya çıkmış oldu. “Umurbey İpek Dokuma ve Tasarım Merkezi” adıyla hizmete sokulan tarihi fabrikanın ana misyonu bir yandan Muradiye’de üretilen yüzde yüz Bursa ipeği iplikleri gerek halı gerekse kumaş olarak dokunarak değerlendirmek, tasarım bölümünde yapılacak tasarımlarla nihai ürün şeklinde hediyelik olarak değerlendirmek, diğer yandan ise Bursa’da bir külttür olarak tarihi derinliklerinden günümüze miras kalan bu değeri yeniden hafızalarda yeşerterek yaşatmak şeklinde kısaca özetlemek mümkündür. Ayrıca yaşayan ipek müzesi kimliğiyle de her yaştan ziyaretçilerine bu kültürün anlatılıp bilgilendirilmesi önemsenmesi gereken bir işlev olarak dikkat çekmekte. Çalışmaların boyutu yalnızca merkezde sınırlı kalmayıp çevre ilçe ve köylere yaygınlaştırılması başkaca bir hedef idi. Bu doğrultuda özellikle Dağ ilçeleri, Harmancık, Büyükorhan, Orhaneli ve Keles merkez ve köylerinde talepler doğrultusunda bulunan uygun mekanlar elden geçirilip atölye haline getirilmiş, yerleştirilen tezgahlar hanımların hizmetine sunulmuştur. Busmek ile birlikte kurulan sistem sayesinde söz konusu mekanlarda bir yandan eğitimler verilirken diğer taraftan hanımlar için birer gelir kaynağı olabilecek alt yapının hazırlığı yapılmıştır. Kozadan hediyelik eşyaya olan sürecin bir sistem dahilin de işler vaziyete getirmesi için Kültür ve Turizm Daire Başkanlığının koordinatörlüğünde Tarım Aş. ve Busmek’le birlikte önemli bir çalışma sürdürülmektedir. Bu çerçeve yakın zamanda Bursa Ticaret Borsası ve Koza Han esnafının katılımıyla daha bir genişleyerek yeni hedeflerle buluşacaktır. Amaç yeni bir şeyler keşfetmek değil, var olan değerimizi hafızalarımızı tazelemek suretiyle geleceğe taşımak ve yaşatmaktır. Harmancık, Büyükorhan, Orhaneli ve Keles’in köylerine Bursa Büyükşehir Belediyesi’nce gönderilen ipek tezgahları, özellikle hanımlardan yoğun ilgi gördü. Yüzlerce kadın bu tezgahlarda çalışarak hem kendi ekonomisine katkıda bulunuyor hem de yeni bir sektörün doğmasına önayak oluyor. | Ocak 2016 | Sayı 17 99 haber / Uludağ Artık Dağcılar İçin Daha Güvenli 100 | Ocak 2016 | Sayı 16 ULUDAĞ ARTIK DAĞCILAR İÇİN DAHA GÜVENLİ Bursa Büyükşehir Belediyesi, 2453 metre rakımlı Zirve Tepe’de yaklaşık 60 yıl önce yapılan ancak günümüzde kullanılamaz duruma gelen dağcı sığınağını kullanılabilir hale getirerek yeniden dağcıların hizmetine sundu. Bursa Büyükşehir Belediyesi, 2453 metre rakımlı Zirve Tepe’de yaklaşık 60 yıl önce yapılan ancak günümüzde kullanılamaz duruma gelen dağcı sığınağını kullanılabilir hale getirerek yeniden dağcıların hizmetine sundu. Bursa Büyükşehir Belediyesi, Uludağ Zirve Tepe’de bulunan dağcı sığınağını, Türkiye Dağcılık Federasyonu ve Bursalı dağcıların talebi üzerine kullanıma uygun hale getirerek dağcıların hizmetine sundu. Yaklaşık 60 yıl önce yük hayvanları marifetiyle taşınan malzemelerden oluşturulan sığınak, günümüzün ileri teknolojik imkanlarıyla yeniden düzenlendi. Sığınağın yeniden kullanıma açılması nedeniyle Uludağ Zirve Tepe’de düzenlenen törene Bursa’daki 18 dağcılık kulübüne bağlı yaklaşık 260 dağcı katıldı. | Ocak 2016 | Sayı 17 101 haber / Uludağ Artık Dağcılar İçin Daha Güvenli Dağcı sığınağının açılışı aynı zamanda Bursa’daki tüm dağcı kulüplerini bir araya getirdi. 20’yi aşkın kulüp ve yaklaşık 260 dağcı, bu tarihi an’a tanıklık etmek üzere sığınağın yeniden kullanıma açılması nedeniyle düzenlenen yürüyüşe katıldı. Dağcıların İstiklal Marşı okuması ve AKUT’un kurucusu Aziz Doğan ile yaşamını yitiren dağcılar anısına bir dakikalık saygı duruşu ile başlayan törende konuşan Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Abdülkadir Karlık, tüm spor dallarının olduğu gibi dağcılık sporunun da yanında olduklarını bildirdi. Yaklaşık 60 yıl önce yapılan ancak doğal koşullar nedeniyle kullanılamaz duruma gelen sığınağın yeniden düzenlenmesini kısa bir süre içinde gerçekleştirdiklerini kaydeden Karlık, “Burada çalışmak oldukça zor, doğal şartlar normal çalışmaya izin vermiyor. Buna rağmen teknolojinin imkanlarını da kullanarak bu sığınağı kullanılır hale getirdik. Şimdi artık dağcılarımızın sığınabilecekleri güvenli bir yerleri oldu” dedi. İki katlı sığınak binasının bundan sonra da Büyükşehir Belediyesi kontrolünde olacağını ifade eden Karlık, “Ufak tefek eksiklerini 102 | Ocak 2016 | Sayı 16 sezon sonuna kadar tamamlayacağız, ayrıca, doğal koşullar nedeniyle bundan sonra oluşabilecek sıkıntıları da gidereceğiz” şeklinde konuştu. Törende konuşan Türkiye Dağcılık Federasyonu Bursa İl Temsilcisi Nazif Makas ise, yıllar önce oldukça zor koşullarda yapılan sığınağın yıllarca dağcılar için bir güvence olduğunu hatırlattı. Yoğun kar ve rüzgar gibi etkenler nedeniyle uzun bir süredir kullanılamayan sığınakla ilgili durumu Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’ye ilettiğini bildiren Makas, “Sağ olsun Sayın Başkan konuya hemen el attı ve ilgili arkadaşlarına görev verdi. Biz ufak tefek toparlamalar beklerken Sayın Başkan burayı tümüyle elden geçirdi. Dağcılar olarak kendisine şükranlarımızı ifade ediyoruz. Evliya Çelebi’nin 375 yıl önce çıktığı ve ismini “kule-cihan” diye bildirdiği Zirve Tepe’deki bu sığınaktan tüm doğaseverler, dağcılık, kayak ve arama kurtarma faaliyetlerinde de faydalanabilecekler” dedi. Makas daha sonra, dağcılık sporuna ve sığınağın yeniden yapımına verdiği desteklerden ötürü Büyükşehir Belediyesi’ne bir teşekkür plaketi verdi. Törene katılan Büyükşehir Başkan Vekili Abdülkadir Karlık da, sığınağın anahtarını Bursalı dağcılar adına Dağcılık Federasyonu İl Temsilcisi Nazif Makas’a sundu. YOĞUN KATILIM Sığınağın yeniden kullanıma açılması nedeniyle Zirve Tepe’ye yürüyüş düzenlendi. Törene Bursa’da faaliyet gösteren Ayak İzi, AVP Cihan, Demirtaş, Nokta Dağcılık, Yeşil Bursa, ULUDAK, ODAK, BAKUT, BUDAK, ALFA ve UDK gibi 18 dağcılık ve spor kulübünden 260 civarında sporcu katıldı. Bursa’daki dağcılık sporu camiasını bir araya getiren tören ve yürüyüşün ardından tüm dağcıların büyük bir memnuniyet içinde oldukları gözlendi. Törene katılan tüm ekipler, sığınak önünde kulüp flamalarıyla fotoğraf çektirdiler. SIĞINAK NASIL ONARILDI? Yaklaşık 60 yıl önce yük hayvanlarının taşıdığı malzemelerle yapılan sığınak günümüzde teknolojik imkanlar kullanılarak yenilendi. Bölgenin doğal yapısının bozulmaması için büyük özen gösteren Büyükşehir Belediyesi, demir, kum, çimento, boya, su gibi yaklaşık 20 ton inşaat malzemesini 600’er kilogramlık paketler haline getirdi. Ardından, bir yük helikopteri ve akaryakıt tankeri temin edildi. Helikopter, yenileme işini yapacak personelin barınma ve yiyecek malzemeleri ile inşaat malzemelerini taşımak için, Uludağ oteller bölgesi ile 2453 metre rakımlı Zirve Tepe arasında 60 sorti yaptı. Bölgede hava koşullarının sürekli değişkenlik göstermesi, özellikle Zirve Tepe noktasında çok ciddi bir hava hareketi olması nedeniyle taşıma işi 4 günde tamamlanabildi. Sığınakta Ağustos sonunda başlayan yenileme çalışmaları ise Ekim ayı içinde tamamlandı. Dağcı sığınağını yenileme çalışmaları kapsamında, yıkılan giriş merdiveni yeniden yapılarak yapıya giriş çıkışlar sağlıklı hale getirildi. Yapının çatı tabliyesi kar suyuna maruz kaldığı için deforme olmuştu, yenileme çalışması kapsamında çatıda iki kat membran kullanılarak su yalıtımı yapıldı ve üzerine koruma betonu atıldı. Yapının dış cephe ve duvarlarında yoğun yağmur ve rüzgar nedeniyle yıkılmalar, dökülmeler olmuştu. Yıkılan beden duvarları çürütme yöntemiyle onarıldı. Bölgenin iklim şartları dikkate alınarak, dış cepheler, bu koşullarda daha dayanıklı olduğu kanıtlanmış olan betopan malzeme giydirme yapıldı. Yapının tabliyeleri ve balkonu çelik profillerle desteklenerek güçlendirildi ve ardından betopan ile kaplandı. Yapının alt ve üst giriş kapıları yenileme çalışması kapsamında tümüyle yenilenirken, pencere kısımlar da iklim koşullarına uygun malzeme kullanılarak tamamlandı. Dağcı sığınağı, hem dağcılar için önemli bir güvenli bir şekilde barınma noktası olacak hem de Uludağ’ın sağlıklı ve güvenli bir turizm ve spor merkezi olması noktasında önemli bir işlev üstlenecek. Helikopter, Uludağ oteller bölgesi ile 2453 metre rakımlı Zirve Tepe arasında 60’dan fazla sorti yaptı. Bölgede hava koşullarının sürekli değişkenlik göstermesi, özellikle Zirve Tepe noktasında çok ciddi bir hava hareketi olması nedeniyle taşıma işi ancak 4 günde tamamlanabildi. | Ocak 2016 | Sayı 17 103 haber / Çukur Mescid Yeni Yüzüyle.. ÇUKUR MESCİD YENİ YÜZÜYLE... Kentin değerlerini birer birer gün yüzüne çıkaran Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restorasyonu tamamlanan Çukur Mescid, çevre düzenlemesiyle birlikte hizmete açıldı. Yıldırım külliyesinin bir parçası olan Çukur Mescid, 620 yıl önce yapılan Yıldırım Camii inşaatında çalışan ustaların şantiye olarak kullandığı bölgede namazlarını eda edebilmeleri gayesiyle inşa edilmiş, bir dönem de dokuma atölyesi olarak kullanılmış, günümüze sadece yıkık iki duvarı kalmış bir şekilde ulaşmıştır. Çukur Mescid’in orijinal haliyle gün yüzüne çıkarılması için gereken çalışmaları başlatan Büyükşehir Belediyesi mescid çevresinde yer alan 4 binanın kamulaştırmasını yaptı. Anıtlar Kurulu’nca onaylanan restorasyon projesinin uygulaması kapsamında sponsorların da desteği ile özgün halde yeniden ayağa kaldırılan Çukur Mescid ve çevresi bölgeye değer katan özelliği ile yaşayan Bursa’ya kazandırıldı. 104 | Ocak 2016 | Sayı 16 | Ocak 2016 | Sayı 17 105 w w w. b u r s a . b e l . t r w w w. b u r s a d a z a m a n d e r g i s i . c o m ZAFER MAH. ANKARA YOLU CAD. NO 1 16270 OSMANGAZİ - BURSA T: 106 | Ocak 2016 | Sayı 16 444 16 00