pdf olarak kaydet - bursa`da zaman dergisi

advertisement
OCAK 2016 SAYI 17
Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin Kültür Hizmetidir.
KÖKLERİMİZE YOLCULUK
>> s18
Moğolistan’da çocuklar. (Fotoğraf: Saffet Yılmaz)
| Nisan 2015 | Sayı 14
Yıl: 5 Sayı: 17
Ocak 2016
Yerel Süreli Yayın
İMTİYAZ SAHİBİ
Bursa Büyükşehir
Belediyesi Adına
Recep ALTEPE
YAYIN YÖNETMENİ
Saffet YILMAZ
Sorumlu
sftyilmaz@gmail.com
KATKIDA BULUNANLAR
Aziz ELBAS
Ahmet ERDÖNMEZ
İbrahim BÜYÜKFURAN
Sefer GÖLTEKİN
Vahap DAĞKILIÇ
FOTOĞRAFLAR
İzzet KERİBAR
Hakan AYDIN
Nilay Şahinkanat İLCEBAY
Yunus Hakan GÜLER
Saffet YILMAZ
KAPAK FOTOĞRAF
Saffet YILMAZ
(Kültigin Anıtı-Moğolistan)
Değerli dostlar,
Yeni bir yılda yeni ve dolu bir sayı ile karşınızdayız.
Bursa’nın tarihi ve kültürel bağlarını konu alan
pek çok dosya sizinle olacak bu sayıda. Bunlardan
biri, bu yıl 100. Yılını kutlayacağımız Kutul Amare
zaferi. Bursalı nefer ve zabitlerin de yer aldığı ve
kazanılmasında büyük çaba harcadığı, kazanılmış
Arkadaşlarımızın Moğolistan ziyareti ve Orhun
Anıtları incelemelerini keyifle okuyacağını umuyorum. Bu ve bunun gibi Bursa’nın kültürel kodlarını
işaret eden pek çok konuyu beğeniyle okuyacağınızı umuyorum.
Sevgiyle kalın…
olmasına karşın tarihin seyri içinde unutulmaya
mahkum edilmiş bir zaferimizdir Kut. Hatırlatmak
istedik.
Değerli dostumuz ve hocamız Prof. Dr. Mustafa
Kara’nın kaleminden; Bursa’nın kültür tarihini
aydınlatanlar serisini okuyacaksınız. Bu sayıda M.
Gün, ay, mevsim, yıl diye akan zamana
Bursa’da renkler de eşlik eder.
Kar beyazıdır kış Bursa’da.
İlkbahar doğanın yeşili,
Şemseddin Ulusoy..
Güneşin sarısıdır yaz,
Bir diğer dostumuz Metin Önal Mengüşoğlu, hara-
Yani renk cümbüşüdür Bursa’da Zaman.
belikten kurtarıp ayağa kaldırdığımız İbrahim Paşa
Rengarenk bir yıl dilerim.
Düşen yaprağın kızılıdır sonbahar.
Kültür Merkezi’nin hür düşüncenin merkezi olması
yolundaki çabalarını anlatıyor.
Recep ALTEPE
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı
YAPIM ve
REDAKSİYON
FG İletişim
(0224) 233 70 43
www.fgiletisim.com
BASKI
Özyurt Matbaası
Zübeyde Hanım Mh. Büyük
Sanayi 1.Cd. Süzgün Sk. No 7
İskitler / Ankara
0312 3841536
www.bursadazamandergisi.com
| Ocak 2016 | Sayı 17
1
SAYI 17
İÇİNDEKİLER
s4
2
s11
s38
S4 100. Yılında; Kut Zaferi / Necmettin ÖZÇELİK
S12 Hatırlanmayan Zafer: Kutulamare / Hacı TONAK
S18 Uzaktadır Ama Komşumuzdur, Ruhumuzda... Moğolistan / Prof. Dr. Mehmet KALPAKLI
S22 Steplerinden Orhun Vadisine / Aziz ELBAS
S26
Türk Dünyası Müzecileri Moğolistan’da / Ahmet Ö. ERDÖNMEZ
S30 Yalnızlığın Ve Özgürlüğün Son Sığınağı Moğolistan / Saffet YILMAZ
S38 Bursalı Kadızâde-i Rûmî’nin İzinde Özbekistan / Doç. Dr. Hasan Basri ÖCALAN
S42 Bursa’da Futbolun Yeni Mabedi; Büyükşehir Stadyumu
S46 Ben Atatürk Stadı’nın Önce Dış Duvarlarını Sevdim... / Ahmet Emin YILMAZ
S48 Bu Stadyum Her An Dolu Dolu Yaşamalı / İhsan AYDIN
S50 Bursa’ya Yakışanı Oldu! / Serkan İNCEOĞLU
S52 Yeni Stadyum, Bursaspor’un Altın Bileziğidir! / Selahattin ADIGÜZELLER
S54 Hür Düşünce Kulübü / Metin Önal MENGÜŞOĞLU
| Ocak 2016 | Sayı 16
s42
s58
s70
s78
S56 Bursa’nın Kültür Tarihini Aydınlatanlar-1 M. Şemseddin Ulusoy / Prof. Dr. Mustafa KARA
S58 Menkıbelerle Ulucami* / Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL
S66
Bursa’nın Gelenekselle Geleceğe Yolculuğu / Saffet YILMAZ
S70 Bursa’da Zaman’ın Dört Mevsimi / Saffet YILMAZ
S76
2016’da 16 Özel Buluşma / Ertan AKMAN
S78 Ateşle Büyüyen Şehir / Orhan DOĞAN
S84 Bursa Dağ Yöresinde Bir Şenliktir Cumalar / Yrd. Doç. Dr. Alaattin DİKMEN
S88 Bilim Tarihinin ‘Altın Çağ’ına Yolculuk / Rıfat BAKAN
S92 136 Yıl Sonra Yapılan; Bursa Belediye Sarayı
S96 Umurbey İpek Üretim Ve Tasarım Merkezi
S99 Bursa’nın İpek Hafızasi / Aziz ELBAS
s92
S100 Uludağ Artık Dağcılar İçin Daha Güvenli
S104 Çukur Mescid Yeni Yüzüyle...
| Ocak 2016 | Sayı 17
3
araştırma / 100. Yılında; Kut Zaferi / Necmettin ÖZÇELİK
100. Yılında;
KUT ZAFERİ
Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yılında tüm dünyada büyük savaş
yeniden hatırlanmakta ve savaşın birçok cephesiyle ilgili araştırmalar
ortaya çıkmaktadır. Osmanlı ordusu hem Anadolu topraklarında
Çanakkale ve Sarıkamış-Kafkas cephesinde, hem Osmanlı
topraklarında Irak, Suriye, Sina, Filistin, Hicaz, Yemen, Kanal, İran
hem de ne Anadolu toprağı ne de Osmanlı toprağı olan Romanya,
Makedonya ve Galiçya cephesinde savaşmıştır.
Bütün bu cephelerde savaşan Osmanlı ordusu
başta Çanakkale’de, daha sonrada Kut’ta olmak
üzere iki büyük zafer kazanmıştır.
4
| Ocak 2016 | Sayı 16
Necmettin ÖZÇELİK
Bu galibiyetin önemli olmasının bir nedeni
de köklü askeri geleneğe sahip olan İngiliz
ordusunun tarihinde görülmedik biçimde bir
kitlesel teslim oluşu gerçeğidir. Diğer gerçek
ise İngilizlerin karşısında, kendilerinden
daha eski bir askeri geleneğe sahip olan ve
değerini takdir edemedikleri Türk ordusunun
bulunmasıydı.
1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu
2.850.000 asker ile savaşa katılmış, bunun
yaklaşık 350.000’i şehit olmuş, 400.000 civarı
yaralanmış, 250.000 civarında esir ve zayiat
olarak sayılmıştır.
Kut Ül Amara zaferi 1952 yılına kadar bir
bayram olarak kutlanmaktaydı. Ancak daha
sonra anlaşılmayan ve açıklanmayan nedenlerle ve özellikle NATO topluluğuna girildikten
sonra bu kutlamalara son verilmiş ve Kut
zaferi unutulmuştur.
Bölgenin Osmanlı idaresine girmesi Kanu-
ni Sultan Süleyman’ın Bağdat seferinde
gerçekleşmişti, daha sonra 1623’te İran Şahı
1. Abbas Bağdat ve civarını eline geçirdiyse
de 15 yıl kadar süre sonra 1638’te tekrar
IV. Murat tarafından Osmanlı topraklarına
katılmıştır. 19. yüzyıl sonunda Kut’un nüfusu
Gureybe, Bedre, Cizan ve Zurbatiye nahiyeleri
ile beraber 30.000 civarında idi. 20. yüzyıl
başlarında Kut kasabası 7.000 nüfuslu idi.
Bağdat 1911 salnamesine göre yörede 1500
ev, 150 dükkan ve 10 han’ın kütüklere kayıtlı
olduğu görülüyor. Kut, Kut El Amara, Kutül
Amara, Kutü’l Amare, El Kut, Medine Tülküt
şeklinde de anılmaktadır. Dicle nehri kıyısında
bulunan Kut, Vasit iline bağlıdır. Basra’nın
350 kilometre kuzeyi ve Bağdat’ın 170 kilometre güneyinde yer alır. Kut, yaşam gücü
demektir, ayrıca Hint dilinde de kale anlamına
gelir.
Dicle-Fırat nehirleri birbirine Bağdat yakınlarında 25 kilometre yaklaşır. Bu nehirler Basra
Körfezi’ne 180 kilometre kala birleşerek tek
kol halinde Şattülarap adıyla körfeze akar.
Kasım 1914 yılında İngilizler Basra Körfezi’nden başlayarak Irak’a müdahale ederek Bağdat’ın yani Irak’ın ele geçirilmesini planladılar.
Bunu başarırlarsa aşağıdaki gelişmeler İngiliz
menfaatlerine uygun olacaktı:
a. Arap Yarımadası’ndaki Arap emirlikleri
üzerinde kurulan İngiliz etkisi kuvvetlenecek.
b. Irak’taki Arap kabileleri Osmanlı Devleti
aleyhine ayaklandırılacak, bölgedeki
birliklerin lojistik tesislerine ve ikmal
üstlerine saldırılar düzenlenecek,
c.
Osmanlı Devleti ile müttefiklerin Irak ve
İran petrollerinden faydalanmalarına
engel olunacak,
d. İran üzerinden gelecek Rus Kafkas Ordusu ile birleşerek, Osmanlıların Irak-Suriye
| Ocak 2016 | Sayı 17
5
araştırma / 100. Yılında; Kut Zaferi / Necmettin ÖZÇELİK
Kut Karargahında Osmanlı subayları
ve Kafkas cephelerinin gerilerine düşülecek, böylece Türk Ordusu’nun imhası
sağlanacak,
e. Alman denizaltılarının, Basra Körfezi’nde
üslenip Hint Denizi’ni kontrol etmelerinin
önüne geçilecek,
f.
İngilizlerin Güney Irak’a egemen olmasıyla, Kuzey Irak ile Doğu Anadolu’daki
Kürt, Nasturi, Süryani ve Ermenilerin
ayaklanmaları sağlanacak.
g. Osmanlı padişahı tarafından ilan edilen
Kutsal Cihat etkisiyle Arabistan, İran,
Afganistan ve özellikle Hindistan’daki Müslümanların harekete geçmeleri
önlecek,
h. Türk Ordusunun Irak ve İran cephelerinden Hindistan’a ulaşma, Hindistan’daki
Müslüman halkı ayaklandırma düşünce
ve tehlikesi bertaraf edilecek,
2 Ocak 1915 günü Cavit Paşa, Irak Genel
Komutanlığı görevini Yarbay Süleyman Askeri
Bey’e devretti. Cavit Paşa Eylül 1914-Ocak
1915 döneminde görev yapmış. 1862-1932
yılları arası yaşamış ve Samsun Mebus’luğunda bulunmuştur. Savaşçı karakterine uygun
olarak hızla harekete geçen Süleyman Askeri
Bey, 20 Ocak’ta Birinci Rota Muharebesinde
6
| Ocak 2016 | Sayı 16
yaralandı. Bu çatışmada Osmancık Tabur
Komutanı Yüzbaşı Cemil ve Doktor Sefer
Beyler de şehit düştüler. Abadan’daki İngiliz
kontrolündeki petrol kuyularını ateşe verdi.
Uceymi Sadun Paşa komutasında 30.00040.000 kişilik Araplardan oluşan bir birlik
oluşturuldu.
15 Nisan 1915 tarihinde gerçekleşen Şuayyibe savaşında
ise Türk birlikleri ağır bir
yenilgiye uğradı. Osmancık
taburunun büyük çoğunluğu İngilizler tarafından
tutsak alındı. Yarası henüz
iyileşmemiş ve çatışmayı
yatırıldığı sedyeden izleyen
Yarbay Süleyman Askeri Bey,
yenilgiyi kabullenemeyerek,
tabancasıyla yaşamına son
verdi.1884 Prizren doğumlu
bu kahraman subay 14 Nisan
1915’de 31 yaşında intihar
etti. Osmancık Taburunun
kısa sürede şanlı serüveninden sonra, iki taraf içinde sonuca ulaşılamayan bir dizi kanlı muharebe yaşandı. Türkler
Basra’yı geri almak İngilizler de Bağdat’a
ulaşmak amacındaydılar. İki tarafta kuvvetlerini takviye ediyordu. 28 Eylülde Birinci Kut-ul
Amare savaşını kazanan General Townshend
komutasındaki İngilizler -burada 5 bin 300
şehit verdik- Türk birliklerinin çekildiği Selmanıpak mevzilerine kuşatıcı biçimde taaruz etti.
Townshend’in bilemediği gerçek, bu aşamada
doğu ve Suriye-Filistin cephelerinden Irak’ı
takviye için gelen güçlü Türk
birliklerinin varlığıydı. Selmanıpak Muharebesi’nin ilk
günü 22 Kasım 1915 General
Townshend hatıra defterine
şöyle yazdı; “Avrupa’da hiçbir asker yoktur ki savunmada Türklerle mukayese
edilebilsin. Talihsizliğimin
cezasını çekiyorum.”
Ayrıca Nurettin Paşa Bağdat’ın kuzeyindeki Selmanıpak mevzilerine savunma
hattı yapar. Güneyden
kuzeye birlik kaydırarak kuCavit Paşa
şatmayı engeller. Bu takviyeli
birlikler ve 51. Tümen İngiliz
Tümeni’ni Kut’a püskürtmeyi
başardı. 6.200’e yakın şehit verildi.
51. Türk Tümenini yaptığı karşı saldırı ile
yenilen İngiliz birlikleri 150 kilometre geride
bulunan Kut-ul Amare kasaba ve mevzilerine
çekilmek zorunda kaldı. 3 Aralık 1915 günü
İngilizler Kut’a girdi. Daha güneye çekilmek
için vakti ve şansı varken, genel karagahtan takviye geleceğini umarak burada kalıp
savunma hazırlıklarına girişti. Kuttülammare’de İngiliz ordusunun mevcudu yardımcı
sınıflar da dahil 13-14 bin civarındaydı. Bu
arada İngilizler kuşatmayı yarma savaşlarına
devam ettiler ve iki tarafta ağır kayıplar verdi.
9 Ocak’ta Şeyh Said, 13 Ocak’ta Vadiikelal,
21 Ocak’ta 1. Felakiye ve 9
Mart’ta Sabis muharebeleri
gerçekleşti. 9 Mart 1916 Sabis
savaşında Kerha grup komutanı Dağistanlı Muhammed Fazıl
Paşa (Kafkas savaşçı İmam Şamil’in kayın biraderi) birliğinin
başında hücum ederken topçu
ateşi ile vurularak kahramanca
öldü. Ocak ayının başlarında
6. Osmanlı Ordusu kuruldu.
Bu ordu 18. ve 13. Kolordu
ile 52., 51., 45., 35., 6. ve 2.
Tümen’lerden oluşuyordu. Türk
kuvvetlerine saldıran İngiliz
birlikleriyle 5 Nisan ile 9 Nisan
arasında 2. ve 3. Felakiye Muharebeleri yapıldı. 17-19 Nisan
tarihlerinde Beytiisa’yı Kurmay Albay Ali İhsan
Bey komutasındaki 13. Kolordu kahramanca
savundu. Karşı taaruza kalkıp İngilizlere ağır
kayıplar verdirdi. Bu arada 10 Ocak 1916
günü Nurettin Paşa görevden alınmış yerine
Halil Kut atanmıştır. Nurettin Paşa 20 Nisan
1915- 10 Ocak 1916 tarihleri arasında Irak
havalisi komutanlığını yaptı. 1873 Bursa
doğumlu Paşa 1932 yılında 59 yaşında vefat
etti.
takdirinize bırakıyorum. Goltz Paşa’nın bana
ilettiği teklifi kabul etmemenin sebebi şahsi
değil, milli olduğunu arz ederim.”
Albay Nurettin
Nurettin Paşa komutasındaki Türk birlikleri
ileri yürüyüşlerini sürdürerek 15 Aralık 1915
tarihinde Kut kuşatmasını başlattılar. Kuşatma ve sonunda gelen zafer, Türk ordusu
için Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale’den
sonra gelen en büyük başarıdır. 4,5 ay kanlı
çatışmalar yaşandı. İngiliz
askeri tarihinde bir ilk
yaşanmıştı. 5 General,
476 Subay (bunların 204’ü
Hintli subay) ve 9580 er
(bunların da 6 bin 988’i
Hintli idi). Silahsız olarak
da 3 bin 248 kişi idi. 345
ağırkanlı ki çoğu da Hintli
idi, Türk esirlerine karşı
serbest bırakıldılar. Ayrıca
1306 hasta İngiliz ve 694
hasta bakıcı serbest bırakıldı. Kut’taki İngiliz kayıpları
ölenler ve esir alınanlarla
Süleyman Askeri Bey
birlikte 40.000’e ulaşmıştı.
Kut civarındaki muharebelerde Türklerin kayıpları
da yüksekti; 300 Subay ve 10.000 er şehit
düşmüştü.
Evet, Kut zaferinin tarihi süreci böyle gerçekleşmişti. Ancak bu zafer kolay kazanılmadı,
muhasara öncesi muharebelerde yaşananlar
unutulmaması gereken bir destandır. Sizlere
Kut zaferi öncesinde ve muhasara sırasında
yaşanıp, resmi tarih sayfalarına geçmemiş
olan bu destanı paylaşmak istiyorum.
Kut ele geçirildikten sonra Ordu Komutanı
ordusuna bir emir yayınlamıştı. Tarihimizde
müstesna bir yeri olan bu emir Türk komutanlarının kendilerine ve askerlerine olan
özgüvenlerinin tipik bir örneğidir.
“Orduma;
Arslanlar, bugün Türklere şerefli şan, İngilizlere
kara meydan olan şu kızgın toprağın müşemmes semasında Şühedamızın ruhları Şadü
handan pervaz ederken, ben de hepinizin pak
alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.
Bize iki yüz seneden beri tarihimizden okunmayan bir vakayı kaydettiren Cenab-ı Allah’a
hamdü şükür eylerim. Allahım azametine
bakınız ki, binbeşyüz senelik İngiliz Devleti’nin
tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk
süngüsü oldu. İki senedir devam eden cihan
harbi böyle parlak bir vaka daha göstermemiştir. Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse
Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında
359 subay ve onbin neferi şehit vermiştir.
Fakat buna mukabil bugün Kut’ta 5 general,
481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu
teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen
İngiliz kuvvetleri de 30.000 zaiyat vererek
geri dönmüşlerdir. Şu iki farka bakınca cihanı
hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark
görülür. Tarih bu vakayı yazmak için kelime
bulmakta müşkülata uğrayacaktır. İşte Türk
Nurettin Paşa görevden ayrılırken Enver
Paşa’ya yazmış olduğu mektupta bölgeden
detaylı bahsetmektedir;
Enver Paşa Hazretlerine,
“Buraya morali çökmüş, ümidini yitirmiş bir
birliği karşımda bularak geldim. Aşiretlere büyük paralar harcamış ve büyük ümitler bağlanmıştı. Oysa onlar her fırsatta Türk ordusunu soyuyorlardı. Irak’ta 20.000’den çok asker
kaçağı vardı. Düşmanla açık veya gizli işbirliği
yapan asi ruhlu bir halk kitlesi vardı... Bunlara
karşılık yirmi beş yıldır her türlü araç ve gereçle donatılmış Irak içlerine kadar sızmış mağrur
düşman vardı. İşte her şeyi elinden alınmış,
Araplar tarafından soyulmuş, milli duygularını
dahi kaybetmiş subaylardan ve askerlerden
kurduğum teşkilatla altı aydır mücadele ediyorum. Selmanpak’a çekilme tabiidir, bunu sizin
| Ocak 2016 | Sayı 17
7
araştırma / 100. Yılında; Kut Zaferi / Necmettin ÖZÇELİK
Irak Seferi
sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı
Çanakkale’de, ikinci vakayı burada görüyoruz.
Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu
zafer yeni tekamül eden vaziyeti harbiyemiz
karşısında muvaffakiyeti atiyemizin parlak
başlangıcıdır. Bugüne Kut bayramı namını
veriyorum. Ordumun her ferdi her sene bu
günü tesit ederken şehitlerimize yasinler,
tebarekeler, fatihalar okusunlar. Şühedamız
hayatı ulyatta, semavatta kızıl kanlarla pervaz
ederken, gazilerimiz de atideki zaferlerimizle nigehban olsunlar.” Mirliva Halil 6. Ordu
Kumandanı 29 Nisan 1916
İngilizler’in 26 Kasım 1915’te Selmanpakta
yenilip Kut’a çekilmelerinden sonra, 7 Aralık’ta Kut ül Amare muhasara muharebeleri
başlıyordu. Türk ve İngiliz orduları Delabaha’da, Sabis’te, Beyt-i İsa’da, 3 defa Hadiri
Kalesi önlerinde, 4 defa da Felahiye’de karşı
karşıya geldiler. Delahaba muharebesinin zorlu koşullarını savaşa üsteğmen olarak katılan
General Muzaffer Tuğsavul anlatmıştır;
“Bizim tarafta topçular koşulu. Takip için
emre amade, düşmanın çekilmesini beklerken,
Towshend tekmil topçusunu mevziye sokmuş,
fecirle beraber cehennemi bir ateşle karşısındaki insan, hayvan ve malzeme yığınlarını
bombardımana başlamıştı. Bu bombardımandan en çok etkilenen ve en ziyade zayiata
maruz kalan topçularımızdı. Ateş bizi o kadar
gafil avlamıştı ki, koşum çıkarmaya, top indirmeye vakit kalmadan bataryalar hayvanlarını
yarı yarıya kaybetmişlerdi. Zayiat hakkında
8
| Ocak 2016 | Sayı 16
bir fikir verebilmek için bizzat bulunduğum
bataryanın 12 parçaya mukabil, ancak 2 top
koşabilecek elim vaziyete düştüğünü söylemek isterim. Bazı bataryalar buna bile muktedir değillerdi. Yanımızda bulunan bir cebel
bataryasının hayvanatı kamilen mahvolmuştu.
İki üç tümenlik bir kitle birkaç saat içinde
çil yavrusu gibi dağılmış, muzaffer bir ordu
gaflet ve tedbirsizliğin cezası olarak büyük bir
hezimete uğramıştı. Büyük bir şans eseri olarak 51. Tümenin bu ateş sağanağı haricinde
kalarak maddi ve manevi kuvvetini muhafaza
etmesine medyunuz. Bu vaziyette ordunun
sevk ve idaresi tamamen ortada kalmıştı. 51.
Tümen bulunduğu vaziyetten istifade ederek
düşmanın yanına taaruz etti. Diğer taraftan
44. Alay bir seri cebel topuyla nehir boyunda
ilerleyerek, düşman gambotunu zapt etti.”
Hıdıri kalesi muharebesi Albay Bekir Sami
Bey’in askerlik bilgisi ve kahramanca tutumunun eseridir. Savaşa girerken bu azimli subay,
komutanı Nurettin Bey’e: “Birliğim muzaffer
olacaktır. Yenilirsek zaten tümenimle birlikte
ben de yok olacağım ama hıdıri kalesi düşecektir.” tekmilini veriyordu. Bekir Sami Bey,
Birinci Felahiye savşı sırasında da başından
yaralanmasına karşın cepheyi terk etmeyerek, büyük bir cesaret ve irade gücüyle başındaki kanlı sargılarla askerlerini yönetmişti. 2.
Felahiye muharebesinde yaşanan gerçek bir
kahramanlık öyküsünün Yüzbaşı Selahattin
Yurtoğlu dile getiriyordu;
“Fındıklı’lı Muzaffer adında 1890 doğumlu bir
piyade üsteğmeni vardı. Bu çocuk uzun boylu,
mavi gözlü ve cidden şahane yapılışta idi. Çok
kahraman çok mütevazi ve çok kibar bir arkadaştı. İstanbul’dan hareket ettiği zaman 9.
Alay Emirsubayı idi. Muzaffer cepheye hareket
tarihinde bir hafta önce evlenmişti. 24 yaşındaki bu delikanlı, arkadaşları cepheye giderken elinde fırsat olmasına rağmen İstanbul’da
kalmayarak alayına katılmıştır. Muzaffer,
ikinci Felahiye muharebesinde piyade bölük
komutanıydı. Muharebenin çok fena bir anında Muzaffer gırtlağına rastlayan bir kurşunla
vurulup düşüyordu. Yanında bulunan nefer
yardıma koşunca Muzaffer eliyle işaret ediyor,
Nefer genç üsteğmenin göğsünü açıyordu.
Nefer, Gene yaralı subayın işaretiyle cebinden
posta pullu bir boş zarf çıkarıyordu. Muzaffer,
askerin kendi cebinden çıkarıp verdiği kalemi
gırtlağından akan kana batırarak zarfın üzerine “Kelime-i Şehadet, Bölük intikamımı alsın”
yazıyordu.
Bu yazıyı alan borazan neferi, komutanlarının
şehit olduğunu yüksek sesle bölüğe bildirmişti. Şehit emrini alan bölük siperlerine girmiş
olan düşmana karşı kahramanca atılarak o
günkü zaferi sağlıyordu.”
İngilizler, muhasarayı kırmak için General
Aylmer komutasındaki Dicle kolordusuyla
hücuma geçmişlerdi. 6 Ocak günü yapılan
muharebede 4.000 askerlerini kaybeden General Aylmer geri çekilmek zorunda kaldı. Bu
muharebe sırasında geri çekilme emri veren
Albay Nurettin Bey görevden alındı ve yerine
Enver Paşa kendisinden bir yaş küçük olan ve
yakında tuğgeneralliğe terfi edecek amcası
Albay Halil Bey’i atandı.
Kut kasabasında muhasara altına alınan birlikleri kurtarmak amacıyla gelen İngiliz ordusu
tüm denemelerinde çok kayıplar vererek
başarısız olmuş, bütün saldırıları Türk birlikleri
tarafından geri püskürtülmüştü. Kut’taki
birliklere ikmal için 26 gün boyunca Dicle’deki
İngiliz üssünden 3 adet deniz uçağı ile ikmal
yapılmaya çalışılmış ayrıca İngiliz birliklerine
gizlice ulaştırılmak üzere bir aylık erzakla
yüklü bir gemi hazırlatmıştı. Ammare’de özel
olarak hazırlanan Julnar gemisinin gövdesi
zırhla kaplanmıştı.
Gemi, 24 Nisan günü üç subay, 12 mürettebat ve 270 ton erzakla Kuttülammare’ye
doğru yola çıktı. Felahiye ve Beytiisa mevkilerini geçip Kuttülammare’ye doğru ilerlemeye
çalışan gemiden Türk kuvvetlerinin haberi
olmuştu. Dicle’nin iki yakasında mevzilenen
Türk birlikleri gemiyi yoğun bir ateşe tuttular.
Bir buçuk saat süren ateş sonucunda Makasis
yakınlarında kuma oturan gemiye ‘Kendi Gelen’ ismi verildi ve Türk filosuna dahil edildi.
Ele geçirilen erzak Türk askerlerine dağıtıldı,
İngilizler’in şerefine helva ve pilav pişirildi.
General Lake, Culnar gemisiyle yapılan başarısız harekattan sonra 26 Nisan günü General
Townshend’e Türk komutanları ile müzakereye başlamasını emretti. İngiliz ordusunda
bulunan Hintli Müslüman askerler fırsat
buldukça Osmanlı tarafına iltica etmiş toplamda kuşatma boyunca yaklaşık 147 asker
kaçmaya muvaffak olmuştu. İngiliz ajanları
Lawrence, Aubery Herbet ve Gertrude Bell’de
çok iyi derecede Arapça, Farsça ve Türkçe
bildikleri için yerel halk, tüccar ve aşiretlerle
yakın ilişkiye girmişler ve Osmanlı ordusuna
karşı kışkırtmışlardır. Artık Kut kasabasında bulunan General Townshend kuvvetleri
kaderleriyle baş başa kalmışlardı. Çanlar Kut
için çalıyordu...
ve bilumum cephane sağlam olarak
Türklere verilecektir.
3. Arzu edeceğiniz herhangi bir bankaya adınıza yazılmış bir milyon İngiliz
sterlinlik çek teslim edilecektir. Bu çekin
verilmesine İngiliz hükümeti muvafakat
etmektedir.
4. Bu şartlar kabul edildiği takdirde İngiliz
kuvvetleri esir alınmayacak ve Basra
istikametinde çekilmelerine muvafakat
edilecektir.
Halil Paşa’nın General Townshend’a cevabı:
“... General, beş aydır sizinle, Aylmer ve Gorringe orduları ile dövüşüyorum. Türk ordularının maneviyatları için sizin ve ordunuzun
esaretinin zarureti hasıl olmuştur. Elinizdeki
İngiliz yapısı top, tüfek ve cephane de bizim
ordularımızın modellerine uymaz, bu itibarla
bana lazım değildir, serbestçe imha edebilirsiniz. Silahlarınızı imha ettikten sonra benim
tarafımdan en ufak bir saldırıya uğramanız
ihtimali de olamaz. Şahsıma teklif edilen bir
milyon sterlinlik çek meselesini de bir latife
olarak telakki ediyorum... Biliyorsunuz Baltacı
Mehmet Paşa devirleri çok geride kaldı. Biz
baltacı değil, kazmacıyız!...”
Zafere giden yolu az bilinen bir günce ile
sizlere aktarmak istiyorum. Şanlı 3. Piyade
Alayında görevli genç bir subay olan Üsteğmen Şükrü Efendi(General Şükrü Kanatlı)
Kut muharebelerini ve kasabasının düşüşünü
sıcağı sıcağına anlatmaktadır;
“4 Mart: 3. Alay komutanlığa Binbaşı Nazmi
Solok Bey atandı. Bugün Kut’taki düşmanın
bir teşebbüsü olmamıştır. Alınan bilgilere göre
Kut’ta iaşe durumu çok sıkıntılıymış. Erlerine
verilen ekmek görüldü. Çok kötü idi. Düşman
askerleri arasında bir hayli de hastalık varmış.
Hava şartları çok bozuktu ve sürekli yağmur
yağıyordu.
18 Mart: Düşman bugün bir çıkış teşebbüsünde bulundu. Ağır topları da dahi olmak
üzere bütün mevzilerimiz ateş altına alındı.
23 Mart: Dicle kabardı ve taştı gözetleme
postalarımızın setlerini sular yıktı.
5 Nisan: Düşman sabah birinci mevzilerimize
en az 15.000 top mermisi kullanarak taaruz
etti. Bu hatta artçı olarak bırakılan 51. Tümenin iki bölüğü bomba hücumu yaparak ve çok
zayiat verdirerek düşmanı uzaklaştırdı.
9 Nisan: Düşman mevzilerimize taaruzlarını tekrarladı. 9. Alay saldırıyı tek başına ve
kahramanca karşılayarak önledi. Alay siperleri
düşman cesetleriyle doldu. Düşman uçakları
Kut’a çuvallarla un atıyor.
19 Nisan: Düşman sabahleyin saat 06:00’da
bir buçuk saat devam eden topçu ateşinden
sonra taaruza geçerek mevzilerimize yüz
metreye kadar yaklaştı. Fakat şiddetli karşı
saldırılarımıza dayanamayarak geri çekildi.
23 Nisan: Düşman uçakları bugün Kut ül
Amara’ye 7 defa gelerek 24 çuval un attı.
Düşman 24 saat aralıksız devam eden topçu
ateşinde 40.000 mermi kullandıktan sonra
taaruza kalktı. 51 ve 52. Tümenlerimiz kahramanca direndiler. Bu muharebede düşman
General Townshend, Halil Paşa’ya gönderdiği
mektupta Kutül’l-Amare’deki İngiliz ordusunun bitkin durumda olduğunu belirterek on
günlük yiyecek temini ve serbestçe gitmelerini talep etmiş; ayrıca, topların tahribi ve
tazminat konusunda görüşülmesini istemiştir.
Müzakerelerde Townshend, Halil Paşa’ya şu
tekliflerde bulunmuştur:
1. Dünya harbi devam ettiği müddetçe maiyetimden kimse ve ben Türkiye aleyhinde hiçbir harekette bulunmayacağım.
2. İngiliz kuvvetleri elinde bulunan 40 top
Hintli Esirler
| Ocak 2016 | Sayı 17
9
araştırma / 100. Yılında; Kut Zaferi / Necmettin ÖZÇELİK
1500 ölü ve 5000 den fazla
yaralı verdi. Ellerinde beyaz
bayraklarla yaralı ve ölülerini
toplayan düşman askerlerine
ateş edilmedi. Harp görevimizi yapıyor, ölü ve yaralıların
toplanmasına izin veriyoruz.
Bu ancak Türk’e özgü olan
mertçe bir harekettir.
Beyaz ırka mensup savaşçıların yenilmez oldukları anlayışıyla Çanakkale’ye gelen İngiliz
komutanlar, Türk askerinin
ten rengini, almış oldukları
acı derslerle öğrenmişlerdi. İki
taraf için de Irak, dünya savaşında kadersel rol oynayacak
bir cephe değildi.
27 Nisan: İngilizler, 13 bin 100
tüfek, 42 top ve bir milyon
İngiliz lirasını bize bırakıp Kut’u
terk etmelerine izin vermemizi
teklif ettiler. Bu teklifleri kabul
edilmedi. Para tekliflerine de
Halil Paşa; “Biz Baltacı değil
süngücü ordusuyuz” yanıtını
verdi.
Başkomutanlığın yanlış stratejisi, başlangıçta Türk güçlerini
Irak’ta zayıf bırakmış, buna
karşılık İngilizler, ülke içlerinde
ilerledikçe donanmalarının
sağladığı destek ve lojistik
kaynakları ile ikmal yollarından
uzaklaşmışlardı.
29 Nisan 1916: Kut ve etrafındaki mevzilerini savunan İngiliz kuvvetleri
4 ay 23 günlük kuşatmadan sonra kayıtsız
şartsız teslim oldular. 3. Piyade Alayına bağlı
1. Taburumuz Kut’u teslim alacak. Yerli Araplar Alay komutanımızın ve bizim atlarımızın
üzengilerini öpüyorlar. Alay komutanımıza yol
gösteren İngiliz subay; “Bunlar biz girerken
de böyle yapmışlardı.” diyor. Erlerimiz, şurada
burada bitkin halde bulunan İngiliz esirlerine
kendi peksimetlerini, günlük yemeklerini ve
sigaralarını veriyorlar. Şehrin giriş ve çıkışları
uygun kuvvetlerle işgal edildikten sonra doğruca General Townsend’in karargahına gittik.
Bütün İngiliz subaylarının burada toplanmalarını İngiliz komutandan rica ettik. İngiliz
malzemelerini tahrip ediyorlardı. Kasabaya
çıkarılan subay devriye kolları ile bu faaliyetlerine engel olundu. Bazı yerlerde İngilizler
ihtiram kıtaları çıkararak bizi
selamlıyorlardı. Esirlerin
durumlarının iyi olmadığı
bilindiğinden kendilerine tarafımızdan koyun eti ve diğer
yiyecek maddeleri gönderildi.
Çok duygulandılar. En büyük
sıkıntıları da sigara idi. Onlara
bol tütün ve sigara verdik.
Teslim aldığımız kuvvetlerden
228 subay ve 2245 er İngiliz,
diğerleri Müslüman Hintliydiler. General Townshend’in
kılıcı Halil Paşa tarafından
“Bu kılıç görevini yapmıştır.”
denilerek iade edildi. Esirlerin
geriye nakli görevi 3. Alaya
verilmişti.
3 Mayıs günü General Towns10
| Ocak 2016 | Sayı 16
hend, kendi kurmay başkanı ve emir subayı
ile birlikte vapurla Bağdat’a sevk edildi.”
29 Nisan 1916...
Binbaşı Nazmi Solok komutasındaki 3. Piyade
Alayına bağlı askerler, milli marşlar söyleyerek girdikleri Kut ül Amare Kasabasına saat
14.30’da yanlarında getirmiş oldukları Türk
bayrağını diktiler.
Kasaba üzerinde dalgalanan bayrak, İngilizlerin 20.000 askerle başlatıp, Bağdat’ın
hurmalıklarını uzaktan görebildiği Irak seferini
şimdilik noktalamıştı.
Kut zaferine kadar geçen süreç içersinde
karşı karşıya gelen iki tarafın askeri nitelikleri
açılarından belirgin farklılık ve benzerlikleri
vardır.
İki tarafın da bazı birlikleri
birinci sınıf sayılmazdı. Seferberliğin ilanıyla Osmanlı İmparatorluğu askeri
yapısında yer alan Arap kıtaları ve İngiliz İmparatorluğuna bağlı, farklı din ve mezheplere
bağlı Hint birlikleri zayıf askeri kıtalara örnek
olarak göstermek mümkündür.
Bununla birlikte; 51 ve 52. Tümen gibi seçkin
Türk kıtaları ile İngilizlerin ünlü Oxford ve
Buckingamshire alayları da Irak cephesinde
yapılan muharebelerde karşı karşıya geldiler.
Muharebelerin ilerleyen safhalarında Türk
topçuları kısıtlı cephanelerine rağmen isabetli
atışlarıyla büyük başarılar kazandılar. İki taraf
ta nehir yollarını yeterince kullanamadılar.
İkmal için uçuşlar yapan Kraliyet hava servisi
birlikleri bölgeye getirilen gelişmiş Alman
uçakları karşısında faaliyetlerini durdurmak
zorunda kaldılar.
Çöllerle çevrili, ancak nehir
yoluyla ikmal yapılabilecek
bir kasabayı savunmayı kabul
eden General Townshend,
kendisini ve ordusunu kurtaracağına inandığı ülkesine güvenmekle hata etmişti. Buna
karşılık, Balkan yenilgisinden
sonra Enver Paşa’nın reformları sonucu göreve gelen genç
Türk komuta kadrosu, aynı
utancı yaşamamaya kararlıydı
ve Çanakkale’de İngilizlerin
yenilebilinir olduğunu göstermiş, Mehmetçiklere de öz
güven duygusu aşılamıştı.
Kut yenilgisi 1916’da üzerinde
güneşin batmadığı İmpara-
torluk olarak tanımlanan İngiltere’de büyük
düş kırıklığı yaratmış ve yaşanan bu bozgun
İngiliz halkına olduğunca duyurulmamaya
çalışılmıştı.
Halil Paşa ele geçirdiği binlerce tutsağı
Anadolu’da bulunan esir kamplarına daha uygarca koşullar içersinde sevk edebilmek için
İngiliz makamlarıyla temasa geçmiş, esirleri
taşıyacak gemilerde kullanılmak üzere kömür
talebinde bulunmuştu.
6. Ordu komutanının düşman tutsaklarının
yararına olan bu teklifi kabul edilmedi. Kutülammare’de esir alınan Townshend haricindeki İngiliz generalleri ve yüksek rütbeli subaylar
Busa’ya sevk edilmiş ve burada onlara tahsis
edilen yerde ikamet etmişlerdi.
Bursa’nın generallerden başka konuklarıda
vardı. Kutülammare’de esir alınan İngiliz tümeni bir Hint tümeniydi ve askerlerinin çoğu
Hintli idi. Bu Hintliler içerisinde de çok sayıda
Müslüman Pencaplı subay ve er bulunuyordu.
İngiliz ordusundaki Müslüman erler “halifelik
makamına bağlılıklarını artırmak maksadıyla”
diğer esirlerden ayrılarak Bursa’ya getirilmişler ve burada özel muamele görmüşlerdir.
Kutülammare’de esir alınan diğer askerler için
Konya, Afyon, Yozgat, Kastamonu, Resülayn’da esir kampları hazırlanmış, subaylar
ise Eskişehir, Konya ve Afyon’da tahsis edilen
evlere yerleştirilmişti.
Eskişehir’e sevk edilen subaylar arasındaki 70
kadar Hintli Müslüman subay, Ağustos ayında
Ramazan Bayramı münasebetiyle halife padişahın huzuruna çıkıp bağlılık ve saygılarını
sunmak üzere İstanbul’a getirilmiş, yaklaşık
10 gün İstanbul’da misafir edilmişlerdi.
Yaz aylarını Heybeliada’da geçiren Towsnhend, ekim ayında havalar soğumaya
başlayınca, Büyükada’ya nakledildi. Towsnhend’ın muhafazası için bahriye erlerinden
bir müfreze ve bir polis karakol noktası tahsis
edilmişti.
İngiliz esirler, Türk kamplarında yaşadıklarını,
yayınladıkları birçok anı kitabıyla günümüze
aktarmışlardır. Tutsakların en fazla yakındıkları konular, kamplarımızdaki sağlık koşulları
ve görevlilerin duyarsızlıkları olmuştur. Ancak
1916 ve 1917’de eğitim yapımızı ve Anadolu’daki yaşam koşullarını irdelemek gerekmektedir.
İngiliz ve Hintli erler yol yapımlarında çalıştırılmış, subaylar ise kamplarda yine kendi anılarından öğrendiğimize göre astroloji, falcılık
ve yoğun biçimde yaygın olan eşcinsellik ile
esaretlerini tamamlamışlardı.
16. Yüzyılın ilk yarısında Osmanlı hakimiyetine geçen Irak’ın jeopolitik önemi anlaşılamamıştı. Abadan petrol tesisleri zaten
İngiliz şirketleri tarafından işletilmekteydi ve
Kerkük-Musul petrol yatakları henüz keşfedilmemişti.
Irak cephesi, savaşın ilk döneminde Başkomutanlık tarafından tali cephe olarak kabul
edildi. Çanakkale, Doğu ve Filistin cepheleri
nitelik ve sonuçları itibariyle ana cepheler
olarak kabul edilmişlerdi.
İngilizler Kutü’l-Ammare’deki yenilginin
ardından Mezopotamya Ordusu Komutanlığı’na; hırslı bir generali, Sir Stanley Maude’yi
görevlendirdi.
Almanların talebi ve Enver Paşa’nın emriyle;
13. Kolordunun öncelikle 6. Tümeni Bağdat’tan, daha sonrada diğer bağlı bildikleri
Kutü’l-Ammare Cephesi’nden İran’a nakledildi.
Limanına ulaşıldı. 30 Ekim’de Mondros mütakeresi imzalandı. 31 Ekim’de limandan ayrıldı.
Roma ve Paris üzerinden 9 Kasım’da İngiltere’deki evine ulaştı. Vasit ilinin Kut kasabasındaki şehitliğin yeri Seyit Haşim Köyü’nde
bulunup, 1952 yılında Halıcı Seyyit Talip Efendi tarafından Türkiye Cumhuriyeti Devletine
verilmiştir. Bu şehitlikte kayıtlı 7 subay ve 43
er yatmaktadır. Unutulan Kut Zaferinin 100.
yılı 29 Nisan 1916’da tekrardan anılacaktır.
Bütün şehitlerimizin ruhları şadolsun.
I. Dünya Savaşı’nda Irak cephesinde Ali
Çetinkaya, Halil Türkmen, Mehmet Ali
Fetgeri, Muzaffer Tuğsavul, Kemal Doğan,
Aşir Atlı, Şükrü Kanatlı, Kazım Karabekir, Ali
İhsan Sabis, Nazmi Solok, Bekir Sami Günsav,
Şükrü Naili Gökberk gibi İstiklal Savaşı’mızdada büyük görevler yapmış komutanlar yer
almışlardır.
1916 yılı yaz ve sonbahar boyunca hazırlıklarını sürdüren General Maude’un Irak
cephesindeki muharip gücü 107.000’i Hint
ordusundan olmak üzere 166.000 personele
çıkarmıştır.
1917 yılı Irak cephesinde genelde yenilgiyle sonuçlanan muharebelerin hikayeleriyle
doludur. 6. Ordu, 10 Mart 1917’de karargah
Bağdat’ı İngilizlere terk ederek kuzeye çekilmek zorunda kalmıştır.
24 Şubat 1917’de Kut kasabası tekrardan
İngilizlerin eline geçti. 10 ay sonra yine el
değiştirmişti. 14 Aralık 1916 ile 24 Şubat
1917 tarihleri arasında 13 muharebe yaşandı.
11 Mart 1917’de Bağdat İngilizler tarafından
işgal edildi.
1918 yılında Irak cephesinde karşılıklı siper
savaşları devam etmiştir. General Marshall
2 Ekim 1918’de Irak cephesinde birliklerine
Musul’a doğru ilerleme emri vermiştir. İngiliz
süvarilerinin çevirme harekatıyla geride
kuşatılan Türk Dicle Grubu kuvvetleri 30
Ekim 1918 tarihinde teslim olmak zorunda
kalmıştır.
General Townshend Ahmet İzzet Paşa ile
görüşerek İngilizlerle yapılacak mütakerede
yardımcı olabileceğini hükümete bildirdi. Aracılık vazifesiyle mukabil hürriyeti iade edildi.
18 Ekim 1918’de Büyükada’dan bindikleri bir
yatla Bandırma’ya oradan trenle 19 Ekimde
İzmir’e ve Ömürkörle 20 Ekim’de Mondros
Halil Kut Paşa’nın Yahya Efendi Mezarlığı’ndaki mezarı
Kut Şehitliğimiz
| Ocak 2016 | Sayı 17
11
araştırma / Hatırlanmayan Zafer: Kutulamare / Hacı TONAK
HATIRLANMAYAN ZAFER:
KUTULAMARE
12
| Ocak 2016 | Sayı 16
Hacı TONAK
Kutulamare yahut yalnızca Kut, Bağdat’ın
güneydoğusunda, Bağdat’a 165 kilometre
mesafede etrafı kerpiç bir duvarla çevrili
sıradan bir Şii köyü idi. Köyün kaderini İngiliz
şirketi Company of Lync’ın Bağdat ile Basra
arasında vapur işletme imtiyazını 1865’te
almasıyla değişti. Kumpanya burasını, elverişli
konumu nedeniyle kıyısında düzenlemeler yaparak nehir ulaşımının önemli duraklarından
biri haline getirdi. Bu gelişme üzerine köyün
nüfusu hızla artarak 1890’larda dört binin,
1910’larda da yedi binin üzerine çıktı.
Osmanlı yerel idaresinin yayımladığı Bağdat
Vilayeti 1911 Yıllığı’na (Salname) göre, bağlı
köyleriyle birlikte nüfusu otuz bini bulan Kut
kazasında (kasaba) 1.500 konut, 150 dükkan
ve 10 tane de han bulunmaktaydı. Kuşkusuz
bu dükkanların günümüzdeki marketlerle bir
ilişkisi olmadığı gibi hanları da herhalde, Bursalıların “han” denildiğinde aklına gelen Koza
Han veya Emir Han gibi olmaktan uzaktı.
Ne var ki gene de bu veriler Kut’un, İngiliz
vapur kumpanyasının Bağdat-Basra ulaşımında bir iskele olmaktan başka ticari bakımdan
hayli canlı bir merkez olduğunu da ortaya
koymakta.
Osmanlı ordusunun büyük zaferlerinden
birine sahne olan Kutulamare muharebeleri
işte bu küçük kasabanın çevresinde yaşandı. İngiliz ordusu burada sıkışan birliklerini
kurtarmak, Osmanlı ordusu da bu birliklerin
direnişini kırıp stratejik konumdaki kasabayı ele geçirmek uğraşındaydı. İngilizler beş
ay boyunca her ne yaptıysa olmadı, bütün
saldırıları yahut huruç girişimleri Osmanlı ordusunca tıpkı Çanakkale’de olduğu gibi boşa
çıkarıldı ve sonunda general Towsend boyun
eğerek teslim koşullarını kabul etti. Halil Paşa
(Kut), 29 Nisan 1916 günü kasabaya girerek
500’e yakın subay ve 13 bin civarında asker
mevcudu olan İngiliz fırkasını komutanı ile
birlikte teslim aldı ve stratejik öneme sahip
kasabaya Osmanlı bayrağını yeniden dikti.
Tarih denen büyük akış olsa olsa, insanoğlunun hikayesi olmalıdır; içinde devindiği dünyayı kendisi için bir dünyaya dönüştürmesinin
hikayesi! İlkel bir taş baltayla başlar, Sümer
tabletleriyle yazıya dökülüp somutluk kazanır,
post-modern mi yoksa sibernetik mi denmesi
gerektiği tartışılan günümüzde akıl almaz bir
hız ve genişlikte ama neredeyse tek bir çatı
altında oluşunu sürdürür. Olmuş bitmişin,
dolayısıyla değişmezin bilimidir, ama ölü bilgi
yığını değildir ve böyle bakılmasını affetmez.
Tarih denen büyük akışta
“son savaşı” kaybedenlerin
zaferlerinden söz edilmez yahut
pak az söz edilir; çünkü galipler
hatırlamak istemez, mağluplar
ise “mağlup oldukları” için uzun
bir zaman başlarının derdine
düşer ve “mühim” de olsalar
kemi ayrıntıları unuturlar.
Osmanlı ordusunun Kutulamare
yengisi unutuluşa bırakılan,
galiplerin hatırlamadığı
mağlupların hatırlamayı
anlamlı bulmadığı o büyük
zaferlerdendir.
Çünkü bugün geçmişi açıklıyorsa, geçmiş de
bugünü açıklama yetisini elinde tutar. Bugün
ne oluyorsa, geçmişte olup bitenler yüzünden
oluyordur; ve geçmişte ne olmuşsa bugün o
yüzden, yaşadığımız gibidir. Savaşlar tarihi bu
genel tarifin içindedir ve orada, “son savaşı” kaybedenlerin zaferlerinden söz edilmez
yahut pek az -o da kurmaylar arasında, harp
akademilerinde, harp okullarında- söz edilir;
çünkü galipler hatırlamak istemez, mağluplar uzun bir zaman başlarının derdine düşer,
mühim de olsa böyle ayrıntıları unutur.
Osmanlı ordusunun Kutulamare yengisi
unutuluşa bırakılan, galiplerin hatırlamadığı
mağlupların hatırlamayı anlamlı bulmadığı o
büyük zaferlerdendir.
Ama elbette sebepleri vardır ve onları görmek
için suyun yüzeyiyle yetinmeyip yüzeyin
altına bakmak gerekir.
KUT’TA İNGİLİZ İSKELESİ ve
ALMAN-İNGİLİZ ANLAŞMASI
Birinci Dünya Savaşı, kuramcıların “kaçınılmaz” ve neredeyse “kader” gördüğü
savaşlardandır. Çünkü başta İngiltere ve
Fransa, endüstri çağına erken giren ve büyük
donanmaları bulunan devletler dünyayı nüfuz
alanları ve sömürgeler olarak paylaşmış,
sonradan sahneye gireceklerin yolunu önemli
ölçüde tıkamıştı. Almanya,19. Yüzyılın ortalarından itibaren bu sahneyi zorlayan yeni bir
güç olarak ortaya çıktı. Ne var ki bu yüzyılın
özellikle son çeyreği serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme evrildiği, bunun
sonucu olarak da eski milli devletlerin ya da
imparatorlukların emperyalistleştiği bir süreci
ifade ediyordu. Kapitalizmin tabiatındaki bu
değişim o kadar hızlı oldu ki Yirminci Yüzyılda
ülkelerin ticarette, sanayide, askeriyede, diplomaside, ulaşımda birbiriyle rekabet halinde
oldukları ve sonuçta en verimli, en uygun,
en doyurucu ürünleri olanın galip çıktığı
varsayılan serbest rekabet kalkmış; yerini
sınai ve mali sermayenin evliliğinden doğan
ve emtianın arzına dayalı yarışmayı tanımayan yahut reddeden emperyalist “rekabet”
gelmişti. Dünyanın “serbestçe” paylaşımında
sona kalan Almanya, İtalya, Avusturya, Rusya, Japonya, ABD gibi devletlerden özellikle
Almanya ile Japonya gerek tarihsel gerekse
ötekilerden daha merkeziyetçi ekonomik ve
siyasal yapı nedeniyle tekelci mali sermaye
ile en hızlı kaynaşan ülkeler oldu. Almanya’da
1870’lerden itibaren her şey büyük tröst ve
tekellerin daha ve daha fazla demir ve çelik,
daha fazla kömür, daha fazla enerji elde
etmeleri ve daha fazla demiryolu, daha fazla
tersane, daha fazla makine ile ordu ve donanma için daha fazla savaş aracı üretmeleri
için seferber edilmişti. Elbette bu seferberliği
| Ocak 2016 | Sayı 17
13
araştırma / Hatırlanmayan Zafer: Kutulamare / Hacı TONAK
başlatıp yürüten, bundan büyük
kazançlar temin eden ve uluslararası
rakiplerine karşı Almanya şemsiyesi
ile zırhlanmayı uygun gören büyük
sermayeydi. Ülke, bu sayede ekonomisiyle, ordusuyla, maliyesiyle Yirminci Yüzyıl’a dünyanın en büyüğü
olarak girdi. Demir çelik üretiminde,
makine üretiminde ve kömür üretiminde İngiltere ile Fransa’yı geride
bıraktığı gibi Osmanlı imparatorluğu
başta olmak üzere dünyanın birçok
bölgesinde onları geride bırakan bir
siyasal ve askeri bir nüfuzun sahibi
oldu. Hırsla saldırdığı dünyanın geri
bölgelerinde, oralara önceden nüfuz
etmiş devletlere ait imtiyazlar ve
gene onlara bağlı yöneticilerle uğraşmak hızını kesiyor, bu sorunun kökten çözümünü savaşta görüyordu.
“Almanya Doğu Afrikası”, “Almanya
Kuzey Afrikası” ile idaresi, ordusu,
maliyesi üzerinde etkin olduğu yahut
açıkça güdebildiği ülkeler vardı gerçi,
ama “güneşin altında paylaşılmadık
hiçbir şeyin kalmadığı” bir dünyada
herhangi bir denizdeki herhangi bir
kaya parçasının bile çok büyük önemi
vardı ve Almanya, öncekilerin el
koyduğu “kaya parçalarına” da kara
ve deniz parçalarına da talipti.
demiryolu imtiyazının birleştirilmesini
kabul eder.”
Savaşa hazırlanan üç devlet, Osmanlı
imparatorluğu toprakları üzerindeki imtiyazlarında anlaşmışsa savaş
nedenlerini azaltmış demektir; bu
durumda emperyalist bir barış mümkün görünür.
30 Nisan 1916 tarihli bir Alman gazetesi.
Almanya cephesinde durum böyle iken İngiltere ve Fransa cephesinde de
ekonominin savaş ekonomisine dönüştürülmesi büyük bir hızla sürmekteydi. Dolayısıyla
dünyanın kaderi üzerinde belirleyici rolü olan
Avrupa kıtasının üç büyük devletinden biri,
müttefikleri ile birlikte dünyadan “hakkı” olduğunu düşündüğü parçaları koparıp almak,
öteki ikisi de hem konumlarını korumak hem
de yanı başlarında beliren bu tehlikeli rakibi
tasfiye edip daha da semirebilmek için savaşa
hazırlanıyordu. Bu üçü savaşa hazırlanıyorsa,
ön tarakkaları Balkanlar başta olmak üzere
Osmanlı topraklarının hemen her yerinde
duyulan savaşın bir dünya savaşı olacağı
besbelliydi, öyle de oldu.
Bu üç büyük devlet, kozlarını mutlaka savaşta
mı paylaşmak zorundaydı? Başka bir yolu
yok muydu bunun? Herhalde yoktu, ama
-konuyu dağıtacağı için işçi muhalefetini bir
yana bırakırsak ki bu muhalefet de ciddi bir
fire vermişti- ülkelerini savaşa hazırlayan hükümetlerin içinden bile rüzgara karşı durmayı
veya hiç değilse hızını kesmeyi deneyenler
olmadı değil.
14
| Ocak 2016 | Sayı 16
İngiliz hükümetinin, 1895’te Londra’yı ziyaret
eden Kayzer Wilhelm’e iki ülke arasındaki
gerilimi azaltmak bakımından “Türkiye’nin
bölüşülmesini” teklif ettiği çok söylenir, ama
İngiltere ile Almanya’nın bu konuda daha da
ileri gidip 1908’de somut bir anlaşma imzaladıkları genellikle gözden kaçırılır. Bu anlaşma
ile Irak’ta, Dicle boyundaki Kut kasabası ve
Kutulamare muharebeleri arasında yakın bir
ilişki vardır.
Anlaşmaya göre İngiltere, Osmanlı devletinin
Almanya’ya tanıdığı Haydarpaşa-Bağdat demiryolu imtiyazını (ayrıcalığını) tanıyor; bunun
karşısında kendisi için bir imtiyaz talebinde
bulunmayacağını da kabul ediyordu.
Bağdat Demiryolu’nun Almanya’ya kazandırdıkları açısından bakıldığında anlaşmanın bu
maddesi, Büyük Britanya’nın Almanya karşısında bayrak indirdiği anlamına gelir; ama
bunu izleyen madde, Almanya’nın da Büyük
Britanya’nın elini öptüğünün kanıtıdır:
“Almanya, İngiltere’nin Basra Körfezi’ndeki ve
Dicle üzerindeki seyrüsefere ait hususi menfaatlerini tanır ve Almanya’nın Anadolu’daki
demiryolu imtiyazı ile Fransa’nın Suriye’deki
İyimserlik havası uzun sürmedi, adı
geçen anlaşmanın mimarlarından
Almanya Dışişleri Bakanı Kiderlen
Waechter’in 1912’de ölümüyle de
tümüyle sona erdi. İngiltere ile siyasal uzlaşmayı uluslararası politikasının merkezinde gören Waechter, aynı
nedenle Alman yayılmacılığını askeri
yollarla gerçekleştirme arzusundakileri frenleyen isimdi. Ölümünden
hemen sonra Berlin, Avusturya’nın
saldırgan dış siyasetini Pan-Germenist iddiaları uğruna açıkça desteklemeye başladı. Bu tarihte çöküntü
içindeki Viyana’nın en önemli hedefi,
Selanik ile çevresini de kapsayan bir
fetih hareketine girişmekti. Bunun
yolu da Bosna’nın ilhak edilmesinden
geçiyordu. Almanya, yakın müttefiki,
ama aslında bir süredir (İngiltere’nin devreden çıkmasıyla) uydusu
Avusturya’nın Bosna planına tam
destek verdi. Bu o kadar önemliydi
ki Avusturya-Macaristan birleşik devletinin
iki meclisi Bosna’nın Macaristan’a mı yoksa
Avusturya’ya mı ait olacağı konusunda sıkı bir
ağız dalaşına girdi. Fransa ve İngiltere’de ise
bu, Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmek istemesinde
olduğu gibi bir savaş alarmı demekti.
MÜSLÜMAN YURTTAŞLAR BİLE
Bu arada, savaşı yalnızca üç büyük emperyalist devletin istediği, geri kalanların karşı
çıktığı veya duruma seyirci kaldığı sanılmasın. Avusturya-Macaristan, Rusya, İtalya,
Japonya, hatta ABD bir yana Osmanlı’ya
komşu küçük devlet ve devletçiklerle Osmanlı
topraklarında yaşayan çok çeşitli cemaatler
de (bunların arasında Müslüman topluluklar
da vardı) olası bir savaştan kazançlı çıkmanın
hesaplarını yapıyordu. Örneğin Sırplar, 14.
Yüzyıldaki Duşan imparatorluğunun düşü
içindeydi. Yunanlılar’ın Megale İdea’sı vardı.
Romenler, Daçya krallığı’nı kurma uğraşındaydı, Bulgarlar, “Büyük Bulgaristan” için
Makedonya ve Selanik’i ve Edirne’yi istiyordu.
Arnavutlar, Makedonya, Kosova ve Selanik’i
Paşa’nın, Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın ve
Maliye Nazırı Cavit Bey’in ve başkalarının da
Almanya’nın yanında savaşa girilmesinden
yana olmadıkları öğrenildi!
kendilerine ait saymaktaydı. Karadağlılar’ın,
Arnavutluk ve Makedonya üzerinde hak
iddiaları vardı. Ermeniler, Doğu Anadolu’yu
ve Kilikya’yı kadim yurtları addetmekteydi.
Araplar, milliyetçi ve hilafetçi akımların etkisinde halifelik makamını yeniden tesis etmeye
çalışıyor, yanında da bağımsızlık ya da muhtariyet taleplerini seslendiriyordu.
Osmanlılar bakımından ya da yönetici sınıfı
bakımından, bu farklı milliyetlerin imparatorluk karşısındaki tutumları ile aralarındaki
ittifak ve çatışmaların nasıl bir seyir izleyeceği
kolay anlaşılır bir durum değildi. Örneğin Arnavutlar, 1897’de İngilizlerin özendirmesiyle
imparatorlukla savaşa tutuşan Yunanistan’a
başlarda sempati ile yaklaştılar. Yunanistan’ın
Girit’le “birlik” talebini haklı buluyorlardı,
bu yüzden de Osmanlı devletine “gönüllü”
vermeyi reddettiler. Ne zamanki Yunanistan,
Makedonya’yı ilhak amacını açığa vurdu,
sempatileri düşmanlığa dönüştü ve Müslümanı, Hristiyanı derhal silaha sarıldılar.
Orhan Koloğlu, “Avrupa’nın Kıskacında Abdülhamit” adlı yapıtında, Sultan Abdülhamit’in
neden “Abdülhamit gibi” davranmak zorunda kaldığını anlatırken Osmanlı Müslüman
yurttaşların da yönetime güven vermediğini
şu örnekle anlatır:
“Diğer cemaatlere nazaran etkisi daha az
da olsa Arnavutlar’ın ihtilal komitesinin o
yıllardaki Avrupa’ya başvurusundaki isteklerin
kesin çizgileri bunun kanıtıdır: ‘Eğer Avrupa
Türkiye’nin bütünlüğünü korumak istiyorsa
Arnavutluk bütün gücüyle bir özerklik (…) isteyecektir. Resmi dil Arnavutça olacak, bütün
memurlar Arnavutlar’dan seçilecektir.
Eğer Avrupa, yüzyıllardır can çekişen bu imparatorluğa son vermek istiyorsa, Arnavutluk
bağımsız bir devlet yapılmalıdır’(…).”
HEDEF BAĞDAT
İngiltere’nin, bu savaştan önemli beklentilerinden birinin Mısır ve Ortadoğu’yu “tam
anlamıyla ele geçirmek” olduğu biliniyordu;
nitekim savaş ilanının üzerinden birkaç ay bile
geçmeden İngiliz ordusu Arap topraklarında
ilerlemeye başlamıştı bile.
iyi bir fırsat olarak değerlendirdiğini belirtmeden geçmek olmaz. Savaşa, Almanya’nın
Enver Paşa eliyle hazırladığı bir oldubittiyle
girildiği söylenebilir, ama bunun nedeni
yönetimin savaşı istememesi değil, Rusya’nın
Osmanlı devleti ile savaşmak istememesiydi.
Enver Paşa, kabinenin kararı, padişahın onayı
derken uzayıp gitme olasılığı bulunan sorunu
bir kılıç vuruşuyla çözdü: o günün gecesi göreve atadığı Almanya yurttaşı Alman amiralimiz Şousen, savaş ilan etmekte zorlandığımız
Rusya’yı bir çırpıda savaşmaya ikna etti!
Bunu Almanya istemişti, ama İngiliz ve Fransızlar da olayların böyle gelişmesinden son
derece memnun olmuştu.
Sonradan, sonradan; Sadrazam Sait halim
Irak’ta da, çoğunluğu Hintli askerlerden oluşan bir İngiliz ordusu Şatülarap boylarını ele
geçirip Basra’ya yerleşmiş, oradan da Bağdat
yönünde ilerlemeye başlamıştı. Bağdat Valisi
Süleyman Askeri Paşa’nın Basra üzerine
saldırısı başarısızlıkla ve onuruna düşkün
komutanın intiharıyla sonuçlanınca yerine
atanan Miralay Nureddin Bey (Sakallı Nurettin
Paşa), Dicle boyunca ilerleyen İngilizler karşısında Bağdat’ın güneyindeki Salmanpak’a
kadar gerilemek zorunda kaldı. Bu cephedeki
Osmanlı ordusu, Türk ve Arap askerlerden
oluşuyordu; bunların bir kısmı, özellikle de
Araplar herhangi bir savaş deneyimi yaşamamış, eğitimsiz askerlerdi. Güç durumda
kaldıklarında cepheden savuşuyor, silah arkadaşlarını da zor durumda bırakıyorlardı.
Osmanlı genelkurmayı, cephedeki durumu
düzeltmek için Irak’ta 6. Ordu’yu kurdu
ve Miralay Halil’in (Enver Paşa’nın amcası
Halil Paşa) komutasındaki bir kolorduyu da
Salmanpak’a gönderdi. General Towsend
komutasındaki İngiliz sefer kuvvetleri ile bu
Koloğlu’nun dönemin bir gazetesinden aldığı
bu satırlar, olası bir savaştan kendi yararlarına
bir şeyler ümit etseler bile sömürge olarak
çıkacakları besbelli olan devlet ve devletçiklerin ruh halini ortaya koyuyor: Belki de bir
şeyler kazanırım!
Nihayet Arşidük Ferdinand, alayüvela ile
geldiği Bosna’da bağnaz bir Sırp milliyetçisinin kurşunlarının hedefi oldu ve bu suikast eli
tetikte bekleyen devletlerin 4 Ağustos 1914
günü dünyayı savaş meydanına çevirmelerine
yetti.
Bu arada Türkiye’nin savaş yanlısı taraflardan
biri olduğunu; yüzyıllarca birikmiş, biriktikçe
de ağırlaşmış sorunlarının çözümü için bunu
Harabeye dönmüş Kut-El-Amarah şehri
| Ocak 2016 | Sayı 17
15
araştırma / Hatırlanmayan Zafer: Kutulamare / Hacı TONAK
kolordunun da katıldığı çarpışmada (22 Kasım
1915) İngilizler beş binin üzerinde askerini
kaybederek, Towsend’in daha önce tahkim
ettiği Kutulamare’ye çekildi ve burada Osmanlı ordusunca kuşatıldı.
Bu tarihte Irak’taki Osmanlı ordusunun
komutanı ünlü Goltz Paşa, Karargah Erkanı
Harbi Miralay Aşir Bey (General Aşir Atlı) idi.
Türkler’in kısaca Kut dediği Kutulamare’yi
kuşatan Dicle Grubu kuvvetlerinin başında
Miralay Nureddin Bey (Sakallı Nureddin Paşa),
Miralay Halil Bey (Halil Paşa), Miralay Mehmet
Ali Bey, Miralay Ali İhsan Bey (Sebis Paşa)
bulunuyorlardı. Grubun komutanı, üçü içinde
en kıdemlisi olan Nureddin Bey’di.
Bir anda Irak cephesindeki çarpışmaların
odağı haline gelen Kutulamare çevresinde
çok büyük, çok kanlı çatışmalar oldu. Miralay
Mehmet Ali Bey bir top mermisinin karargahına isabeti üzerine savaş meydanında
öldü. Miralay Nureddin Bey, Basra’dan taze
kuvvetlerle desteklenen Hint Kuvvei Seyyariyesi’nin başlattığı büyük bir saldırı karşısında
önce Aliülgarbi’de, ardından da Vadiikilal’da
kuvvetlerine “geri çekilme” emri verdiği gerekçesiyle Goltz Paşa tarafından Dicle Grubu
Komutanlığı ve Bağdat Valiliği görevinden
alındı, yerine Halil Bey atandı ve Kutulamare
kuşatması da tamamen onun sorumluluğuna
verildi.
Halil Bey, kuşatmayı gittikçe sıkılaştırırken
kuşatılanlar da çemberi kırmak için uğraşıyordu. Karadan hiçbir yardım alamayan, ateş
altındaki nehirden de pek az ve pek tasadüfi
yardım alabilen, yarma eylemlerinde Sabis’te,
Ali İhsah Bey (Sabis Paşa) karşısında büyük
kayıplar veren Towsend tümeni “teslim ol”
çağrılarını kabul etmedi.
lünce, Türk komutanlığı teklif beklemeden
ateşkesi 6 saate çıkardı.
İngiliz Ordu Komutanı General Aylmer, 26
Ocak 1916 sabahı Osmanlı ordusunun yeniden düzenlediği Felahiye’deki mevzilerine
esaslı bir saldırı daha düzenledi, ama gün
bitmeden yaralı ve ölülerini toplamak için iki
saat ateşkes istedi; çünkü on binden fazla
askeri ölmüş, bunun iki katı da yaralı olarak
saf dışı kalmıştı. Osmanlı ordusunun kaybı ise
yalnızca beş yüz askerdi. İngilizler’e yaralılarını toplamak için iki saatin yetmediği görü-
Aylmer, Felahiye’nin aşılamayacağını gördüğünden yoğun topçu ateşi ve deneme
saldırılarıyla Osmanlı mevzilerini yıpratmaya
çalıştı. 11 Mart’ta, 6 Nisan’da ve 9 Nisan’da
üç büyük saldırı daha oldu. Bunların sonuncusunda, çok kritik bir anda 43. Alay Komutanı Fazıl Bey’in süngü takarak askerlerinin
en önünde karşı saldırıya geçmesi İngilizleri
şaşırttı ve geriletti. Fazıl Bey, silah arkadaşlarının yanına, mevzilerine bir daha dönemedi,
ama Osmanlı ordusunun olası bir yenilgisini
de bu eylemiyle önledi.
“İngilizler, General Townshend’i
kurtarmak için pek çok
girişimde bulunmuşlar,
ancak sonuç alamamışlardır.
İngiliz makamlarınca deniz
ve kara yoluyla Kutü’lAmmare’ye yardım gönderme
girişimleri de başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Bundan sonra
Türk makamlarıyla yapılan
görüşmelerde teslim şartlarının
müzakeresine başlanmış ve
Townshend, tümeniyle birlikte
29 Nisan 1916 tarihinde teslim
olmuştur.”(Genelkurmay
Başkanlığı açıklaması)
İngiliz genelkurmayı General Aylmer’i 13
Nisan’da görevden alarak yerine General
Göring’i atadı. Göring, 17 Nisan’da ve 19
Nisan’da bütün gücüyle Beyti İsa mevzilerine
saldırdı, sonuç yine binlerce İngiliz-Hint askerin ölümü oldu, Osmanlı mevzileri yerinden
kıpırdamadı bile. Göring de selefi Alymer gibi
Felahiye mevzilerine döndü ve 22 Nisan’da
başlayıp 23 Nisan’da devam eden şiddetli bir
saldırı başlattı. Osmanlı topçusu bu saldırının
püskürtülmesinde büyük rol oynadı. Topçu
birliklerini Topçu Müfettişi Sarı Emin Paşa
yönetiyordu. Göring, General Towsend’in
dayanma gücünü arttırmak için son bir hamle
olarak Kut’a savaş gemilerini gönderdi, 24 Nisan’ı 25 Nisan’a bağlayan gecenin sabahında
bunlardan biri Türk topçusunun ateş hattını
geçip Makasis yönünde ilerlemeye başlamıştı
ki kulesine isabet eden bir mermiyle yanmaya başladı ve karaya oturdu. Süvarisi ile
personelinden bir kısmını kaybeden gemi ve
mürettebatı esir alındı.
General Towsend, başka çare kalmadığını görerek Türk karargahına bir subayı ile gönderdiği mektubunda teslim koşullarını görüşmek
istediğini bildirdi.
LAWRENS’LE YÜZ YÜZE
Halil Paşa, Taylan Sorgun’un kaleme aldığı
“İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet’e Halil
Paşa Bitmeyen Savaş” isimli kitapta, General
Towsend ile buluşmasını ayrıntıları ile anlatır.
İlk görüşme düşman generalin istimbotunda
gerçekleşir. Towsend, Halil Paşa’ya önermelerini sunar. Önermeler, üçüncü madde hariç
tutulursa böylesi bir durum için “yerinde”
sayılabilir, ama “rüşvet” içeren o madde Türk
komutanın tüylerinin diken diken olmasına
yeter.
Esir düşen İngiliz komutanların taşınması.
16
| Ocak 2016 | Sayı 16
“7- Bugüne Kut Bayramı namını veriyorum.
Ordumun her ferdi, her sene bugünü tesit
ederken şehitlerimize yasinler, teberakeler,
fatihalar okusunlar. Şühedamız hayatı ulyatta, semavatta kızıl kanlar pervaz ederken,
gazilerimiz de atideki zaferlerimizle nigehban
olsunlar
Miralay Halil Bey, “eline ve sinirlerine hakim
olarak” şu cevabı verir generale:
“Beş aydır sizinle, Alymer ve Göringe orduları
ile dövüşüyorum. Türk ordularının maneviyatları için sizin ve ordunuzun esaretinin zarureti
hasıl olmuştur. Elinizdeki silah ve cephane
modellerimize uymaz, imha edebilirsiniz.
Benim tarafımdan en küçük bir tecavüze
uğramanız ihtimali de olamaz. Şahsıma teklif
edilen bir milyon sterlinlik çek meselesini bir
latife olarak telakki ediyorum…”
MİRLİVA HALİL
Altıncı Ordu Kumandanı 29.4.1916”
KUTULAMARE’DEN BURSA’YA
Towsend, ilk görüşmedeki hatasını telafi
etmek için hemen bir mektup yazar ve bu
kez “Türk hükümeti namına iki milyon İngiliz
sterlini çek” önerir.
Kutulamare’de savaşan, Bursalı askerlerin
“zabit” olsun “nefer” olsun saptanması ve
olabiliyorsa Kut Şehitliği’nin ziyaret edilmesi
Halil Paşa’nın bildirisinin bir bakıma hepimize
yüklediği bir görev sayılır.
Bu mektubu getiren kişi ünlü Lavrens’ten
başkası değildir.
Halil Paşa şöyle anlatıyor:
“Karargahıma döndükten sonra birliklere son
taarruz hazırlığına girişmelerini emrettim. Ne
olursa olsun Kut’u düşürecektim ve bu çek
teklifinin en güzel cevabı olacaktı. Hazırlıkların
yapıldığı sırada tekrar bir İngiliz subayının
beni görmek istediğini bildirdiler. Biraz sonra
İngilizlerin ünlü casusu LAWRENCE karşımdaydı.”
Irak Cephesi Komutanı Halil Paşa.
Towsend, gözleri yaşararak silahlarını alırken,
hükümetinin kuşatmaya bir ay dayanabilmesi
durumunda kurtarılacağı sözü verdiğini, beş
ay dayanmasına karşılık bu sözün tutulmadığını söyler.
Halil Paşa, sabahla birlikte eyleme geçme
kararındadır.
Halil Paşa, düşmanını teselli ederken şu sözleriyle de onurlandırır:
Gece yarısı, düşman karargahında büyük
patlamalar meydana gelir, alevler gökyüzüne
yükselir.
“Siz, ordunuzun ve milletinizin şerefini tamamen müdafaa ettiniz, vaziyetiniz kısmen Plevne’deki Gazi Osman Paşa’nın vaziyetidir. Sizi
harp esiri olarak kabul etmiyorum, Padişah’ın
ve Türk Milletinin misafisiniz. Rus Çarı yanında Osman Paşa ne muamele gördüyse siz de
Türkiye’de aynı muameleyi göreceksiniz.”
İngilizler, silah ve cephanelerini imha etmektedir. Dolayısıyla da silahsızlanmışlardır.
Miralay Halil Paşa’nın koşulları olduğu gibi
kabul edilmiştir.
3. Alay komutanı Miralay Nazmi Bey, İngilizleri halkın olası bir saldırısından korumak
üzere alayının başında Kut’a girer.
Halil Paşa, birkaç dakika sonra, düşman ordusunu teslim almak üzere Towsend’ın karargahındadır. Şöyle anlatır:
General, odasında hazırlanmış beni bekliyordu. Bir masa vardı odanın orta yerinde. Masanın üzerine General’in kılıcı ve iki rovelveri
konulmuştu. Yani bir askerin şanı ve şerefi.”
Sahne karşısında, “Savaşın kaderidir bu, esir
olan kumandanlar bu acıya dayanmak zorunda kalmışlardır her zaman” diye düşünür Halil
Bey; silahları masadan alıp uzatır:
“General, uzun zaman şan ve şerefle kullanılan bu silahlar yine sahibine aittir…”
Kut, 29 Nisan 1916 günü düşmüştü. Teslim
olan ordunun mevcudu 13 bin 382, bunların 13’ü general, 481’i de farklı rütbelerden
subaydı. Kutulamare çevresindeki savaşlarda
İngiliz ordusu otuz binin üzerinde asker yitirmişti. Osmanlı Ordusu’nun kaybı 350 subay
ve on bin neferdi.
Halil Paşa, orduya yayınladığı 7 maddelik
zafer bildirisinde bu bilgileri aktardıktan sonra
4. maddesine “Şu iki farka bakınca, cihanı
hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark
görülür. Tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır”; 3. maddesine de “İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı
birinci vakayı Çanakkale’de, ikinci vakayı
burada görüyoruz” diye yazacak ve bildirisini
şöyle bitirecektir:
Bunun yanında Kutulamare muharebelerinin
adından en çok söz ettiren komutanlarından
Miralay Nureddin Bey’in Bursalılığını (General
Nureddin İbrahim Konyar/Sakallı Nureddin
Paşa); sonrasında Yıldırım Orduları Grubu’ndan bir fırka ile Halep’ten Kut ve Bağdat’ı
savunmaya gönderilen Şükrü Naili Bey’in
Bursa’yı işgalden kurtaran kolordunun komutanı General Şükrü Naili Gökberk olduğunu da
unutmamalı.
Çanakkale savaşları üzerine yazılanları okurken, Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere
Çanakkale’de savaşan askerlerin Milli Kurtuluş
Savaşı’nı bir bakıma orada hazırladıklarını
düşünürüz ya, Kutulamare de biraz öyle
düşünülebilir.
İşte, Kutulamare muharebelerinin ilk komutanı ve Tovsend tümenini Kut’a sığınmaya
zorlayan Nureddin Paşa; Sabis kahramanı
ve Batı Cephesi’nde Büyük Taaruz’a kadar l.
Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis Paşa, Mareşal
Goltz’un kurmay başkanı ve 18. Kolordu’nun
komutanı Kazım Karabekir Paşa, Kurtuluş
Savaşı kahramanlarından Aşir Atlı Paşa, Şükrü
Naili Gökberk Paşa ve diğerleri…
Mustafa Kara hoca, Bursa’da Zaman’ın üçüncü sayısında Bursa, Bağdat, Bosna arasında
“İlim Köprüsü” diyebileceğim tarihsel ilişkiye
ve bunun İslam dünyasındaki olumlu sonuçlarına değinmişti. Şimdi; Bursa ile Bağdat
arasındaki bir ucu muhakkak Balkanlar’a, yani
Bosna’ya çıkacak başka köprüleri de ortaya
koymanın zamanıdır belki.
| Ocak 2016 | Sayı 17
17
dosya konusu / Uzaktadır ama komşumuzdur, ruhumuzda... MOĞOLİSTAN / Prof. Dr. Mehmet Kalpaklı
UZAKTADIR AMA
KOMŞUMUZDUR, RUHUMUZDA...
MOĞOLİSTAN
Moğol göçebeler (Fotoğraf: Saffet Yılmaz)
18
| Ocak 2016 | Sayı 16
Prof. Dr. Mehmet KALPAKLI
Bilkent Üniversitesi, Tarih Bölümü Başkanı
Moğolistan Eğitim, Kültür ve Bilim Bakanlığı’nın ev sahipliğinde yapılan 3. TÜRKSOY
Müzeler Forumu için (ki ilki Bursa’da yapılmıştı bu forumların) 21-25 Eylül 2015 tarihleri
arasında Moğolistan’a gittim. Ata toprağını
ziyaret elbette heyecan verici... Prof. İlber
Ortaylı’nın deyişiyle “uzak komşumuz” Moğolistan, her ne kadar Uzak Asya’da, bugünkü
yaşadığımız topraklardan çok uzakta bir ülke
olsa da bize dair, bizden pek çok şey var orada... Moğolistan deyince hemen akla geliveren Cengiz Han’ın başkenti Karakum’u ziyaret
ettiğinizde, hele hemen yakınında atalarımız
Göktürkler’in anıtlarını gördüğünüzde bunu
öyle çok hissediyorsunuz ki... Dillerimiz ayrı
olsa da, Cengiz Han’ın Batı’ya doğru yürüyen
ordusunda pek çok Türk kabilenin yer aldığını
ve bu eski milletle ilişkilerimizin bazan dost
bazan düşman olsak da her zaman komşu
olarak var olduğunu biliyoruz. Şimdi de uzaktaki komşumuz olarak bu gönül bağı devam
etmekte.
Bumin Kağan’ın kurduğu ilk Türk devletinden
(552-630 yılları) ne yazık ki günümüze hiç
bir Türkçe yazılı belge ulaşmamıştır. Belki
yapılan arkeolojik kazılardan birinde bulunacak ama şimdilik bu Türk devletine ait başka
dillerdeki belgelerle yetinmek zorundayız.
Soğud, Brahmi vs. alfabelerle yazılmış farklı
dillerdeki kitabelerle... Şimdilik bilinen en eski
yazıtlarımız ikinci Türk kağanlığına (682-744
yılları) ait bugün “Göktürk Yazıtları” ya da
“Göktürk Abideleri” veya Kül Tegin ve Bilge
Kağan abidelerinin yakınındaki vadinin adıyla
anıldıklarından “Orhon Yazıtları”diye bildiklerimizdir. Kül Tegin, Bilge Kağan ve Tunyukuk’a
ait bu abideler mükemmel bir Türkçe ile hitap
ederler tarihten bizlere...
Türkler’in bilinen en eski edebiyat ürünü Çin
kaynaklarında bulunan ve 4. yüzyıldan kalma
olduğu tahmin edilen: “süke talıkan, bokukgı
tutan” dizesidir ki “Orduyu gönderin, Bokuk’u
tutun” anlamına gelir. Bu ve bunun gibi çok
değerli bilgileri okumak isterseniz Prof. Dr.
Mehmet Ölmez’in harika kitabı Orhon-Uygur
Hanlığı Dönemi Moğolistan’daki Eski Türk Yazıtları kitabını (yeni baskısı Bilge Su Yayınları,
2015) mutlaka okumanızı öneririm. Sevgili
dostum Mehmet Ölmez, Moğolistan gezim
öncesinde kitabın pdf kopyasını okumama
(Türk Tarih Kurumu Yayınları) öneririm.
Prof. Ölmez’in çalışmasının yol göstericiliğinde Moğolistan’daki Türklerden kalan en eski
yazıtları tanımaya devam edelim. Bilinenin
aksine en eski yazıtlarımız Kül Tegin, Bilge
Kağan ve Tunyukuk yazıtları değildir. Onlardan daha eski “Bugut Yazıtı” diye anılan
bir kısmı eski Hintçe, bir kısmı da Soğdça
olan bir anıtımız vardır. Moğolistan’ın Geyikli
Taşlar Bölgesi’nde yani Göktürk Yazıtları’nın
bulunduğu bölgeden 170 km daha doğuda
bulunmuştur. İlk Türk Kağanlığı’na ait bu
yazıtta Bumin Kağan’ın da adı geçmektedir.
Bu yazıtlar tarihsel bilgilerimize göre Orhon
Yazıtlarından en azından 50 yıl, muhtemelen
de 150 yıl daha önceye aittir. Bugün Moğolistan’ın Çeçerleg Müzesi’nde sergilenmektedir. Bilinen bu ilk Türk devletine dair Brahmi
harfli bazı yazıtlar da bulunmuştur ve halen
Türk ve Japon bilimadamlarınca çözülmeye
çalışılmaktadır. En eski tarihimizi aydınlatacak
bu çalışmaların bir an önce tamamlanmasını
diliyoruz.
Bugut Yazıtı’ndan sonraki diğer en eski
kaynaklarımız Hüys Tolgoy yazıtlarıdır.
Bunların da okunması ve çözümlenmesi için
çalışmalar halen devam etmektedir. Bugut ve
Hüys Tolgoy yazıtları Türklerin bilinen tarihini
muhtemelen 100-150 yıldan fazla geriye
çekmektedir.
Prof. Dr. Mehmet Kalpaklı, Bilge Kağan Yazıtı arka cephesi önünde.
müsade etmiş ve gezimin daha anlamlı,
tarihsel ve dilbilimsel açıdan daha anlaşılır
olmasını sağlamıştı. Sırası gelmişken konuyla
ilgili yetkin çalışmaları okumak isteyenler için
hemen Prof. Dr. Ahmet Taşağıl’ın kitaplarını
özellikle de Kök Tengri’nin Çocukları (Bilge
Kültür Sanat Yayınları, 2015), Göktürkler
Bumin Kağan önderliğinde Türklerin kurduğu
ilk Türk devletinin adında ‘Türk’ sözü geçmez.
Ancak, II. Türk devleti olan Göktürkler (ya da
Köktürkler) devletlerini Türk devleti olarak
adlandırmışlardır. Oldukça kısa ömürlü ilk
Türk devleti kuruluşundan (552 yılı) kısa bir
zaman sonra Doğu ve Batı kağanlığı olarak ikiye bölünmüştür. Bunlar da doğudaki
kağanlık 630’da ve batıdaki kağanlık 659’da
Çin hakimiyetine girmişlerdir. Ve bu hakimiyet
altındaki Türkler 682 yılına dek pek çok kez
özgürlük mücadelesi için ayaklanmışlarsa
| Ocak 2016 | Sayı 17
19
dosya konusu / Uzaktadır ama komşumuzdur, ruhumuzda... MOĞOLİSTAN / Prof. Dr. Mehmet Kalpaklı
Moğolistan steplerinde bir güreş müsabakası. (Fotoğraf: Saffet Yılmaz)
da başarılı olamamışlardır. Ancak, Göktürk
Yazıtları’ndan öğrendiğimiz üzre, İlteriş Kağan
682’de 17 yakın adamıyla ayaklanmış, bunların kahramanlıklarını duyan kişilerin katılımıyla
70’i bulan küçücük bir orduyla başlayan
özgürlük hareketi “Türklerin yok olmasını istemeyen, bir kavim olmasını isteyen Göğün/
Tanrı’nın yardımı ile başarıya ulaşmıştır.” Kül
Tegin Anıtı’nda yazan: “Belli ki Türk halkı yok
olmasın diye, halk olsun diye, babam İlteriş
Kağan’ı, annem İlbilge Sultan’ı göğün tepesinden çekip yükseltmişler. Babam Hakan, on
yedi savaşçıyla isyan etmiş. İsyan başlıyor,
diye haber gelince, şehirdekiler de isyan et-
mişler. Dağdakiler de aşağı inmişler. Toplanıp
yetmiş savaşçı olmuşlar.” İlteriş halkı, devleti
toplayan, düzenleyen demek... İşte önder
Kutluğ, bu zaferden sonra İlteriş adını aldı.
Göktürk devleti büyüyüp genişlemiş Moğolistan’ın doğusundan Kore’ye kadar ve güneyde
Çin’e ve Tibet’e kadar, batıda Semerkand,
Afganistan’a kadar ve kuzeyde Altay, Tuva
bölgesine kadar olan coğrafyayı egemenlikleri altına almışlardır. Çin’den bir Türk atına
karşılık bir balya ipek olarak aldıkları ipeği
bugün de Moğolistan’da görebileceğiniz çift
hörgüçlü ve çok dayanıklı develerle İran’a
hatta Anadolu’ya kadar taşıyıp devletlerini
zenginleştirmişlerdir.
Mehmet Ölmez’in kitabından Kül Tegin Anıtı’nı okumaya devam edelim: “Dokuz Oğuz
Beyleri ve halkı, bu sözümü iyice işitin, sıkıca
dinleyin! Doğuda güneşin doğduğu yere, güneyde aydınlığın ortasına, batıda güneşin battığı yere, kuzeyde karanlığın ortasına kadar,
bu sınırların içerisindeki halkın tamamı bana
bağlıdır. Bu kadar halkın tamamını düzene
soktum.”
Tarihsel bilgilerimize göre Göktürk devleti 744
yılında Uygurlar tarafından yıkılmıştır. Uygur-
Çoyr Yazıtı/Balbalı, Moğolistan Milli Müzesi.
20
| Ocak 2016 | Sayı 16
Bilge Kağan hazinesi, Moğolistan Milli Müzesi.
lar da Orhon ırmağının yakınındaki Ordo Balık
(Saray Şehri) diye adlandırdıkları bir bölgeyi
başkent edinmişler yani yine Ötüken bölgesinde yaşamışlardır.
Moğolistan’ın başkenti Ulan-Batur, her ne kadar hava kirliliğinin dünyadaki en yoğun olduğu başkentlerden biri ise de, geniş Moğolistan
coğrafyası göz önüne alındığında binaların
iç içeliği, kötü şehirleşme ve trafiğin müthiş
yoğunluğu ve karmaşası ile sizleri şaşırtsa
da seyahat etmeye değecektir. Moğolistan
Milli Müzesi’nde sergilenen Çoyr Yazıtı ya da
Balbal’ı (ki Orhun Yazıtları’ndan en az 40-50
yıl önce yazılmıştır) ile Bilge Kağan’ın hazinesi
(özellikle altın tacı) ve Kül Tegin’in heykel başını görmek için bile gitmeye değer, Ulan-Batur’a. Elbette, buraya 400 kilometre uzaktaki
Cengiz Han’ın başşehri Karakurum’u gezmek
ve oradaki Karakum Müzesi’ni ziyaret etmek
insanı ata topraklarında zaman içinde bir
yolculuğa çıkarmaktadır. Mavinin gerçekten
mavi olduğu, toprağın yemyeşil uzandığı bir
yolla ulaştığınız Karakurum’dan 47 kilometre
uzaktaki, Türkiye Cumhuriyeti tarafından yaptırılan bir müzede yer alan Bilge Kağan ve Kül
Tegin anıtlarını ziyaret etmek, hepimizin biraz
da olsa bilgisinin olduğu bu meşhur abideleri
yakından görmek inanılmaz bir duygu yaşatır,
insana...
Yol boyunca görülen ve “ovo” denilen taş
yığınları bugün dilek dilemek için kullanılsa
da tarihte savaşa giden her askerin bir taş
koyduğu ve dönen her askerin de bir taş
aldığı, böylece, geriye kalan taşların sayısı
kadar askerin savaşta öldüğünün anlaşıldığı
bir geleneği bir başka boyutta yaşatmaktadır
günümüzde.
Kül Tegin’in heykel başı, Moğolistan Milli Müzesi.
Yol boyunca göreceğiniz yurt’lar (yani çadırlar) ve yüzlerce binlerce hayvanın oluşturduğu sürüler... Uçsuz bucaksız Moğolistan
ovalarında adeta asırlar öncesine taşıyacaktır
ruhunuzu, en eski atalarınızla hemhal olacağınız garantidir. Hele dönüş yolunuzu Ögi
Gölü’nün kenarından geçirip deniz misali bu
gölün kenarında su içmeye inen sürüleri ve
şaman çadırlarını görürseniz başka bir aleme
gidersiniz adeta...
Hasılı, ata topraklarımızın olduğu Moğolistan
gidilip görülesi bir ülkedir. Uzaktadır ama
komşumuzdur, ruhumuzda...
Karakurum yolunda bir “ovo”.
| Ocak 2016 | Sayı 17
21
dosya konusu / Steplerinden Orhun Vadisine / Aziz ELBAS
22
| Ocak 2016 | Sayı 16
Aziz ELBAS
BBB Kültür ve Turizm Daire Başkanı
STEPLERİNDEN
ORHUN
VADİSİNE
Türksoy ve Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin ortak bir projesi olarak ortaya çıkan
‘Türk Dünyası Müzeler Birliği’nin kuruluşu ve
ilk toplantısı 2012 yılında Bursa’da yapılmış
idi. Kuruluşundan itibaren Türk dünyasında
bulunan birçok müzeyle sıkı işbirliği içerisinde
ortak projeler yapma konusunda oldukça
mesafe kat edildi.
Her yıl farklı bir ülke ve farklı bir kentin ev
sahipliliğinde gerçekleşen her bir toplantı
sonuçları itibariyle oldukça verimli geçmekte. Gelecek adına umut verici gelişmeleri de
beraberinde getirmekte.
Bu kapsamda yapılan 2015 yılı toplantısına
Moğolistan’ın Ulanbatur şehri ev sahipliği
yaptı.
Moğolistan 1,5 milyon kilometrekareyi aşan
yüz ölçümüne rağmen 3 milyon civarında
bir nüfusa sahip. Nüfusunun yarısına yakını
kentlerde ve önemli bir bölümü başkent Ulanbatur’da, diğer kalan kısmı ise göçebe hayatı
devam ettirmekte.
Ülkenin yalnızca yüzde 10’u ormanlık, diğer
alanların yüzde 10’u çöl, kalan kısımları
ise uçsuz bucaksız steplerden oluşmakta.
İçerisinden büyüklü küçüklü akarsuların
geçtiği alabildiğine geniş yaylalar. Kışın tüm
akarsuların donduğu ve her bir tarafı karlarla
kaplanan bir bölge, yazın ise gözün yeşilin her
bir tonuna doyduğu yaylalar, stepler ülkesi.
Toplantılara ev sahipliği yapan Moğolistan
Ulanbatur şehri başkent olmasının yanında
ülke nüfusun önemli bir kısmını bünyesinde
barındırmakta. Her bir tarafının şantiyelerle
çevrilmiş olması, inşai faaliyetlerin oldukça
hızlı olduğu gözlemlenmekte. Şantiyelerde
farklı ülkelerin bayraklarının görülmesi yabancı sermayenin ilgisini göstermekte.
Bizim için yani Türk tarihi açısından Moğolistan’ın farklı bir önemi var. Özellikle Orhun
Bölgesi çok daha değer arz etmekte. Orhun
Yazıtları olarak bildiğimiz 8.yy’dan kalma Bilge
Kağan, Kül Tigin Yazıtı burada yer almakta. İlk
Uygur Kağanlığı’nın başkenti Ordu-Balık şehri
buradadır. 3.yy’dan 13.yy’a değin buralara
hakimiyet kuran Uygur İmparatorluğu, Hun
İmparatorluğu ve Göktürk İmparatorluğuna
dair arkeolojik ve anıtsal eserlerin yer aldığı
bölge aynı uzamanda bir dönem tüm dünyaya korku salan Moğol İmparatorluğu’nun
kurulduğu Cengiz Han’ın imparatorluğunu
yeşerttiği topraklar.
İlkokul sıralarından beri duymaya alıştığımız
bu isimler ve bölgeler hep merak uyandırmıştır. Özellikle Orhun anıtları denilince hakkında
eksik fazla birkaç kelime söylemeyenimiz çok
azdır. Türk tarihi açısından önemi hep vurgulanagelmiştir. Böyle bir bölgede toplantılar
vesilesiyle de olsa bulunuyor olmak oldukça
heyecan verici. Orhun bölgesi bulunduğumuz
kentten yani Ulanbatur’dan yaklaşık 400 km
mesafede.
Konsolosluğumuzun yardımıyla bulduğumuz
bir araçla koyulduk yollara. Şehrin dışına çıkar
çıkmaz adeta başka bir dünyada buluveriyor-
Fotoğraflar: Saffet YILMAZ
| Ocak 2016 | Sayı 17
23
dosya konusu / Steplerinden Orhun Vadisine / Aziz ELBAS
Sabahın o dingin saatlerinde bir an gözlerimiz
kapatıp o uçsuz bucaksız yaylalarda steplerde belki yüzlerce belki de binlerce ‘Yurd’
çadırlarının kurulduğu derya hafızlarınızda
canlanıverir. Önlerinde balaların oynadığı,
kimi alanda cenk eğitimi yapan, kan ter içinde
güreş tutan adeta çimenlerle boğuşmuş
gençleri görür gibi olursunuz. At üstünde
yiğitler bir oraya bir buraya at sürmekte.
Sırtında yayı, belinde kaması genç kızlar yağız
atlar üzerinde yarış etmekte.
Uzakta duran büyük otağ çadırı ‘Han Çadırı’
olmalı. Görkemli olduğu kadar çevresi bir o
kadar kalabalık. Ak sakallı büyüklerin birisi
girmede diğeri çıkmada. Belli ki hummalı bir
toplantı yapılmakta içerde. Kadınlar kazanların yanıbaşında obaya aş yetiştirme telaşındalar, çobanlar ise yavaş yavaş sürülerini
toparlamaya çalışmakta.
Düşünce denizinizdeki bir anlık yaptığınız bu
kurgu buralara hiç de yabancı olmasa gerek.
sunuz kendinizi. Şehre yakın yerlerde çiftlikler
dikkatinizi çekiyor. Çiftliklerde kalabalık büyük
baş hayvan sürüleri, at sürüleri ve koyun
sürülerini görebiliyorsunuz.
Alabildiğince gözünüzün alabildiği mesafelere
değin yeşilin doygun rengini görebilirsiniz.
Yalnız kilometrelerce yol gitmenize rağmen
tek bir ağaca dahi rastlamamanız oldukça
dikkat çekici.
Moğolistan’ın eşsiz doğasıyla birlikte size yol
boyunca eşlik eden hayvan sürüleri arasında
birden bire bitiveren asfalt yollar. Ardından
sadece araç izlerinden oluşan arazi yolları.
Ancak yol aldığımız araç şoförü ve aracın bu
yollara aşina oldukları belli.
Yol boyunca dikkatimizi çeken başka bir konu
ise steplerin ortasında kuş uçmaz kervan geçmez diyebileceğimiz yerlerde Yurt adı verilen
keçi kılından dokunmuş keçeden yapılmış
geleneksel evler. Çiftliklerin hemen yanıbaşında da bunu görmek mümkün.
Akşam karanlığına doğru arazi yolundan ilerlediğimiz steplerdeki gün batımı görüntüleri
ve oluşan renk cümbüşleri tarif edilemez.
Hava karardıktan sonra geç saatlerde ulaştığımız Orhun Vadisi Karakurum bölgesinde
daha önce ayarlanan yurt adı verilen geleneksel evlerin bulunduğu bölgede görevlilerin
güleryüzleriyle karşılanıyoruz. Dışarda soğuk
24
| Ocak 2016 | Sayı 16
bir hava olmasına karşın içeriler oldukça
sıcak. Gece konaklayacağımız yurt çadırlarına yerleşip sabaha değin yakılan sobanın
sıcaklığında oldukça konforlu mekanlar. İç
mekanlarında ihtiyaç duyulan her bir ayrıntı
düşünülmüş ve bir o kadar da rahat.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte gün doğumunun
steplerdeki yansımasının verdiği güzellikleri
yaşamak gerek.
Soba başında yapılan kahvaltının ardından
heyecanla görmeyi arzuladığımız Orhun anıtlarına doğru yola çıkıyoruz.
Bu düşüncelerle çıktığımız önce Karakurum’da yol üzerinde bulunan 1586 yılında
inşa edilmiş tarihi Erdene Zuu Budist Manstırı’nı ziyaret imkanı bulduk. Özgün yapısını koruyan bu Budist tapınağı halen aktif
durumda ve oldukça turist çektiği söyleniyor.
Vadi boyunca sabahın ilk ışıklarıyla birlikte
uyanan hayvan sürüleri arasından abidelerin
bulunduğu mütevazi müzeye varıyoruz. Müzeye giden Bilge Kağan adıyla anılan yol TİKA
tarafından yapılmış. Müzeye vardığımızda
kapalı olduğunu görüyoruz. Ancak yakın bir
yerde yurt evlerinde görevlileri haberdar edip
günün ilk müşterileri olarak müzeyi geziyoruz. Mütevazi bir müze olmasına karşın içinde
barındırdığı oldukça zengin ve değerli eşyalar
ve sergi materyalleri müzenin değerini kat
ve kat arttırmakta. Özellikle eğitim hayatımız
boyunca hep duyduğumuz Orhun anıtlarının çıplak gözle görüp inceleme ve fotoğraf
çekme imkanı bulmamız tarif edilebilecek
bir duygu değil. Aynı mekanda arkeolojik
kazılarda bulunan değerli materyaller ve Bilge
Kağana ait eşyalar oldukça dikkat çekici. Burada bölgeniz zenginliğini ve tarihi derinliğini
görmeniz mümkün.
Bu ziyaretin ardından müze civarında yakın
çevrede yer alan ve abidelerin çıktığı Bilge Kağan ve Kül- Tigin arkeolojik alanlarını
dolaşma ve inceleme fırsatı bulduk. TİKA’nın
desteğiyle gerçekleşen kazılarla birlikte
düzenleme yapılmış, bu çerçevede abideleri
birer örneği alan içerisinde orjinalinin bulunduğu yerlere konulmuş.
Orhun Vadisinin 2004 yılında Unesco tarafından evrensel değer olarak asıl listeye almış
olması oldukça sevindirici.
Gezi ve ziyaretler sonrası başka bir güzergahtan Ulunbatur’a doğru çıktığımız yolda yine
steplerin o eşsiz yeşil dokusu ve manzarasıyla karşılaşıyorsunuz. Kimi yerlerde göl kimi
yerlerde akarsu boylarından süzülüp giden
yol üzerinde turistik amaçlı kurulan bazı Yurt
çadırları göze çarpıyor. Yaban at sürülerinin
olduğu yerlerde duraklayıp fotoğraflamaya
çalışıyoruz. Doğayla o kadar bütünleşmiş
olmaları muhteşem.
Güzergahımız üzerinde steplerin içerisinde
kendisini soyutlamış bir çiftliğe uğramayı
ihmal etmedik. İki küçük çocuğu ve eşiyle
Moğol bir aileye konuk olduk. Misafirperver
ve candan davranışları bize hiç de yabancı
değil. Yurt çadırlarında mütevazi bir hayat
yaşıyorlar. İçerde madalyalar dikkatimizi çekiyor. Sorduğumuzda geleneksel at yarışlarında
birincilik madalyaları olduğunu öğreniyoruz.
Bu arada dışarda duran ve birinci olan atını
da göstermeyi onunla bir gösteri turu atmayı
da ihmal etmiyor.
Bu deneyimden sonra hep bir at yarışı görme
arzusuyla çıktığımız yolda sanki dualarımız
kabul olurcasına kendimiz bir at yarışının
içerisinde buluverdik. Ahalteke atlar üzerinde
yaşları 7 ila 12 arasında değişen çocukların binici olarak yer aldıkları at yarışları tek
kelimeyle görülmeye değer. Steplerin içerinde
bizim araçla takip ettiğimiz son sürat yarışlarda çocukların atlara o kadar aşina olmaları ve
heyecanları anlatılır gibi değil.
Bilmeyerek te olsa geleneksel bir etkinliğin
içerisinde olduğumuzu anlıyoruz. Yarışların
ardında bütün herkes biraz ilerde kurulu
alana geçip beklemeye başlıyor. Beklenen
ise güreşçiler. Boylarınca iri yarı dört güreşçi
bizim hiç de yabancı olmadığımız anonslarla
meydana gelip peşrev yaparak halkı selamlıyorlar. Cazgırın söylemleri inanın çok yabancı
değil bazı özgün kelimeleri anlayabiliyorsunuz. Hemen kenarda Yak denilen hayvanlar
koşumlu ve eğerli bir şekilde bekletiliyor. Belli
ki başka bir yarış onları bekliyor. Çetin geçen
final güreşinin ardından galip gelen güreşçiler
başta olmak üzere her bir yarışçıya hediyeleri
veriliyor. At yarışı yapan çocuklara birer kuzu,
güreşçilere ise birer koç. Çocukların o yoksul
fakat mutluluk içerindeki duruşları hayat boyunca unutulacak şeyler değil. Geleneklerin
halen yaşatılıyor olması ise oldukça önemli.
Bu arada izleyicilere ikramlar da ihmal edilmiyor.
Dolu dolu ve inanılmaz deneyimlerle geçen
bir günü arkamızda bırakıp yine steplerin o
eşsiz manzarası ve derinlikleri arasında başkent Ulanbatur’a varıyoruz.
Ata topraklarında zorlu şartları, bu zorlu şartlar kadar uçsuz bucaksız güzellikleri görmenin
mutluluğunu taşırken atalarımızın bu topraklardan göçlerle buralardan çok uzaklara
Anadolu içlerine değin süren serüvenlerini
çok daha iyi anlamaya başlıyoruz.
| Ocak 2016 | Sayı 17
25
dosya konusu / Türk Dünyası Müzecileri Moğolistan’da / Ahmet Ö. ERDÖNMEZ
TÜRK DÜNYASI
MÜZECİLERİ
MOĞOLİSTAN’DA
26
| Ocak 2016 | Sayı 16
Ahmet Ö. ERDÖNMEZ
Türk Dünyası Müzeler Birliği 2013 yılında
Bursa’da kurulmuştur. Bursa’da yapılan
toplantıda gördük ki Türk Dünyası müzecileri
ilk defa bir araya geliyorlar. Toplantı sonunda
katılan müzeciler bir deklarasyon yayınladılar.
Adına da “Bursa Deklarasyonu” dediler. İçeriğe kısaca göz atacak olursak, amaç şu; “her
yıl farklı bir ülkede bir araya gelerek bilgi,
belge ve tecrübe paylaşarak ortak üretimler
yapmak…”
Amacına uygun olarak Türksoy ve Bursa
Büyükşehir Belediyesi organizasyonu ile ikinci
toplantı Tataristan’ın başkenti Kazan’da yapıldı. Oldukça yüksek bir katılımla gerçekleşen
Kazan toplantısı da müzeciler açısından çok
faydalı oldu.
Toplantının bu yıl Moğolistan’ın Başkenti
Ulan Batur’da olması müzecileri daha da çok
heyecanlandırdı. Katılımın yüksek olduğu
toplantılar çok başarılı geçti. Her ülke kendi
müzelerini tanıttı ve bilgi birikimlerini sundu.
İzleyiciler bu tecrübelerden faydalanma fırsatı
yakaladılar.
Sizlere; biraz Moğolistan’dan bahsetmek
istiyorum. Uçak ile 14 saatlik bir yolculuktan
sonra başkent Ulan Batur’a indik. Modern
bir şehir yapısında, planlı bir yerleşimi vardı.
Şehir kenar mahallelerinin “yurt” denen çadırlardan oluştuğu da gözden kaçmadı.
Moğolistan’a gidip de ata topraklarına uğramadan olur mu dedik. Araçlar kiralayarak Orhun Abideleri’ni görmek için yola çıktık. Önce
Karakurum’a, sonra da abidelerin olduğu
bölgeye gitmeye karar verdik. Ulan Batur’dan
60-70 km. sonra, steplerden oluşan bambaşka bir dünyaya daldık. 16. yüzyılı yaşamaya başladık. Yurt denen çadırlar, binlerce
at, on binlerce koyun, yüzlerce yak öküzler,
inekler stepleri kaplamıştı. Bildiğimiz anlamda bir yol yok. Steplerde usta yön bulucular
ile Karakurum’a vardık. Bir gece yurtlarda
orijinal haliyle kaldık. Keçe çadır, tezek sobası,
tuvalet çok dışarda ve step soğuğu her tarafı
kaplamış. Ama olsun Orhun Abideleri’ni
görmeye değer. Sabah erkenden yola çıkıp,
Orhun Abideleri’ne vardık. Hayalim gerçek
oldu. Rüyamda görsem inanmazdım. T.İ.K.A.
orada başarılı çalışmalar yapmış, tüm bölgeyi düzenlemiş, yol yapmış, müze kurmuş.
Bilge Kağan ve Kül Tigin Kağan’ın anıtlarını,
yaşadıkları yerleri gördük. Türk Dünyası’nın
kökenlerini orada hissedebiliyorsunuz. Uçsuz
bucaksız steplerden, müthiş doğal güzelliklerin arasından geçerek Ulan Batur’a geldik.
Ertesi gün Tonyukuk Hakan’ın anıtına ve
yaşadığı bölgeye inceleme gezisi yaptık.
Ulan Batur’da Moğol Milli Müzesi’ni gezdik.
Koleksiyonlarının büyük bir bölümü ilk dönem
Türklere ait. Mutlaka görülmeli. Kültürleri bize
çok benziyor. Oradan Kubilay Han’ın 800. doğum yıldönümü törenlerine katıldık. Görkemli
| Ocak 2016 | Sayı 17
27
dosya konusu / Türk Dünyası Müzecileri Moğolistan’da / Ahmet Ö. ERDÖNMEZ
1
törenlerde Moğol kültürünü bütün yönleriyle
izleme imkanımız oldu. İnsanları cana yakın,
kendinizi adeta Anadolu’da hissediyorsunuz.
Moğolistan’ın nüfusu üç milyon. Bu nüfusun
yüzde kırkı Ulan Batur’da yaşıyor. Diğer bölümü ülkeye dağılmış. Nüfusun yüzde otuzu
göçebe. Tahminlere göre Moğolistan’da
yüz milyon hayvan yaşıyormuş. Yüzölçümü
1.564.000 km². Türkiye’nin iki misli büyüklüğünde. Moğollar, Kazaklar ve Tuvalar birlikte
yaşıyorlar.
2
sergiden etkilenerek bildirimi hazırladım. Serginin ismini çok ünlü bir Bursa türküsünden
aldık “Bursalı mısın Kadifeli Gelin”. Bursa’da
yaşayanlar Kent Müzesi’ne birçok gelinlik
bağışladı. Genellikle ipek ve kadifeden oluşan
gelinlikler ağırlıktaydı. Bağışlayanlar gelinliklerine çok önem veriyorlardı. Çünkü ömründe
bir defa giyilmesine rağmen onlar için anlamı
büyüktü. Ama toplum ile paylaşmak istedikle-
Sizlere Moğolistan Toplantısı hakkında bilgi
aktarmak istiyorum.
28
| Ocak 2016 | Sayı 16
ri için güvendikleri müzeye bağışlayabiliyorlar.
Bursa Kent Müzesi’ne güvenen birçok Bursalı
bayanın bağışladığı gelinliklerden oluşan bu
sergi çok büyük bir ilgi gördü. Gelinliklerin
bir bölümü benim şahsi koleksiyonlarımdan
oluşuyor. Pek çoğu Bursa’da dokunmuş,
Bursa’da dikilmiş ve giyilmiş gelinliklerden
örnekler sundum. Moğolistan’da yaptığımız
defile ve sunum çok büyük ilgi ile izlendi. Sunumdaki tarihi kıyafetler hakkında kısa bilgiler
aktarmak istiyorum.
PİRPİRİ
Vişneçürüğü renginde kadife kumaş üzerine,
simli kordon ile kordon tutturma tekniğinde
işlemeli “pirpiri” adı verilen Balkanlara özgü
gelin kaftanı. (Resim 1)
Toplantı öncesinde katılımcı ülkelerin kendi
yöresel kıyafetlerinden oluşan defileler sunuldu. Türkiye temsilcisi olarak getirdiğimiz 16.
yüzyıl Kanuni dönemine ait Osmanlı İmparatorluğu, saraylı hanım kıyafetleri Türk dünyası
mankenleri tarafından izlenime sunuldu.
Bursa Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarının kostüm koleksiyonundan 8 kıyafetle
hazırlanan bu defile konukların oldukça ilgisini
çekti.
Toplantıda Türk giysileri ve gelin kıyafetleri ile
ilgili bir bildiri hazırlamam rica edildi. Bursa
Kent Müzesi’nde 2011 yılından açtığımız bir
3
KADİFE BİNDALLI GELİNLİK
Mor kadife kumaş üzerine, sırma ile dival
tekniğinde, iri bitkisel motiflerle yoğun
işlemeli bindallı gelinlik. (Resim 2)
ÜÇ ETEK GELİNLİK
6
Vişneçürüğü kadife kumaş üzerine, sırma ile
dival tekniğinde, bitkisel motiflerle işlemeli,
“üç etek” olarak adlandırılan bindallı entari ve
şalvarı. (Resim 3)
4
5
ŞALVAR, CEPKEN, YELEK
GELİNLİK
Pembe ipek saten kumaş üzerine, simli
kordon ile kordon tutturma tekniğinde
işlenmiş cepken, yelek ve şalvardan oluşan
Balkanlara özgü gelin kıyafeti.
Koyu yavruağzı renkli pamuk saten kumaş
üzerine, sırma ile dival tekniğinde, bitkisel
motiflerle işlenmiş etek ve bluzdan oluşan
gelin kıyafeti. (Resim 7)
7
tekniği ile işlenmiş cepken ve şalvardan
oluşan gelinlik. (Resim 8)
GELİNLİK
BİNDALLI GELİNLİK
CEPKEN VE ŞALVAR
Mor kadife kumaş üzerine, sırma ile dival
tekniğinde, bitkisel motifler işlenmiş bindallı
gelinlik. (Resim 4)
Mor saten kumaş üzerine, kordon tutturma
Açık yeşil renkli, jakarlı ipekli dokuma
kumaştan dikilmiş, dönemin Avrupa
modasına uygun kesimli etek ve bluzdan
oluşan gelinlik.
Bursa tarihi boyunca çok kaliteli ipekli ve
kadifeli kumaşlar üretmiş bir şehirdir. İpek Yolu’nun Anadolu’daki en önemli duraklarından
birisidir. Dünya müzelerinde Bursa kumaşlarını görmek mümkündür.
BİNDALLI GELİNLİK
Açık yeşil saten kumaş üzerine, sırma ile dival
tekniğinde bitkisel motiflerle işlemeli bindallı
entari ve ceketinden oluşan gelinlik.
Türk Dünyası Müzeler Birliği’nin üçüncü
buluşmasında Moğolistan’ın başkenti Ulan
Batur için hazırladığım sunum umarım sizlere
bir fikir vermiştir. Türk Dünyası’nın kültürel
zenginliklerini daha iyi tanıtması ile müzeler
birliğinin devam etmesinin çok önemli olduğu
ortadadır.
İPEK SATEN GELİNLİK
Yavruağzı renkte, kendinden desenli ipek
saten kumaştan, dönemin Avrupa modasına
uygun kesimli etek ve bluzdan oluşan gelinlik.
(Resim 5)
BİNDALLI GELİNLİK
Gelecek yıllarda çok daha başarılı bir birlik
olarak devam edeceği inancıyla Türksoy’a ve
Moğolistan yetkililerine teşekkür ediyorum.
Pembe saten kumaş üzerine, dival tekniğinde
sırma ve pul ile çeşitli iğne teknikleri
kullanılarak bitkisel motiflerle işlenmiş gelinlik.
(Resim 6)
8
| Ocak 2016 | Sayı 17
29
dosya konusu / Saflığın, dokunulmamışlığın, yanlızlığın ve özgürlüğün son sığınağı; Moğolistan / Saffet YILMAZ
30
| Ocak 2016 | Sayı 16
Saffet YILMAZ
BBB Basın ve Halkla İlişkiler M.V.
YALNIZLIĞIN VE
ÖZGÜRLÜĞÜN SON SIĞINAĞI
MOĞOLİSTAN
geride kalarak yola çıktığımızda aslında gönlümüz çoktan Moğolistan steplerinde dolaşmaya başlamıştı. Şimdi size, gördüklerimden
geriye kalanları anlatmaya çalışacağım.
Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi, ata
topraklarımız olan Moğolistan’a gideceğim
ve buranın yerel kültürünü görüp insanlarıyla
tanışacağım. Kısmetimizde varmış ki oldu;
Türk Dünyası Kültür Teşkilatı(TÜRKSOY), Türk
Dünyası Müzeler Birliği toplantısını bu ülkede
yapmaya karar verdi. TÜRKSOY’un organizasyonu ve Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin
evsahipliği ile iki yıl önce Bursa’da gerçekleştirilen toplantıda, Türk soyundan gelen
ülke temsilcilerinin de kabul etmesiyle Türk
Dünyası Müzeler Birliği oluşturulmuştu. Bu
birlik, Bursa’dan sonraki ikinci toplantısını Tataristan’ın Başkenti Kazan’da yapmıştı. 2015
yılı sonlarındaki üçüncü toplantısını ise Moğolistan’ın Başkenti Ulan Batur’da yapmayı kararlaştırdı. Birliğin kurucu şehri Bursa olduğu
için biz de Moğolistan’a davet edildik. Aslında
sadece davet edilmedik, toplantı içeriğinin
oluşturulmasında da TÜRKSOY yetkilileri ile
birlikte etkin bir rol aldık. Toplantılar boyunca hem Bursa hem Türkiye’deki deneyim ve
tecrübelerimizi paylaştık.
TÜRKSOY demişken, Türk dünyası ile kültürel
bağların geliştirilmesi konusunda çalışan en
aktif kurum olduğunu belirtmeliyim. Her ne
kadar aynı soydan gelsek de bugünkü mevcut
durum, irili ufaklı Türki cumhuriyetlere nüfuz
edemediğimiz bir gerçek. Ancak Türkiye’nin
de içinde yer aldığı bu kurum, Tataristan’dan
Kazakistan’a, Moğolistan’dan Azarbeycan’a
ya da Türkmenistan’a kadar tüm coğrafyada
söz sahibi. Elbette kültürel konularda.
İstanbul-Ulanbator uçuşunu tek parçada
değil, aktarmalı gerçekleştirebildik. Aslında
bayağı bir meşakkat ama işin ucunda Moğolistan’ı görmek, ata topraklarına yüz sürmek,
köklerimizi araştırmak olunca kimsede ne
bir yorgunluk emaresi ne de bir bıkkınlık.
Hele de Moğolistan hava sahasına girip uçak
alçalmaya başladığında aşağıda görülen
coğrafya, herkes, gördüklerinin çöl mü step
mi olduğunu ayrıştırmaya çalışıyor. Havadan belki yüzlerce kilometre gidiyoruz fakat
ne bir şehir ne de bir büyük yerleşim alanı
görüyoruz. Aşağısı inanılmaz bir ıssızlık hissi
veriyor. Ve sonunda bir büyük şehir görüyoruz; çevresi bizim kaçak-plansız semtler gibi,
biraz ilerleyince modern binaların, caddelerin
olduğu bir şehir, Ulan Bator. Uçağımız Ulan
Bator havaalanına indiğinde öğlen olmamıştı.
Bursa’nın 30-35 derece havasından çıkıp,
Ulan Batur’un 15-16 derece havasına girmek
bizi biraz serinletti.
TÜRKSOY’a bağlı Türk Dünyası Müzeler Birliği’nin Moğolistan toplantısı 2015 Eylül ayındaydı. Tarih, Bursa’da gündemin çok yoğun
olduğu bir zamana denk geliyordu. Aklımız
Moğolistan’ın Bursa Fahri Konsolosu Çetin
Yıldırım’ın katkısıyla hazırladığımız yoğun
programa başlıyoruz. Türkiye’nin Ulan Bator
Büyükelçiliği görevlileri bizi havaalanında
karşılayıp işlemlerimizi hızlandırıyor. Saatlerce uçtuktan sonra Türkçe konuşan birileri
tarafından karşılanmak güzel bir şey kuşkusuz ama daha da güzel olanı, havaalanındaki
| Ocak 2016 | Sayı 17
31
dosya konusu / Saflığın, dokunulmamışlığın, yanlızlığın ve özgürlüğün son sığınağı; Moğolistan / Saffet YILMAZ
Moğol görevlilerin Türk pasaportuna karşı
yaptığı ‘yabancı değil’ davranışı. Sık sık yurtdışına seyahat edenler bilirler, havaalanlarındaki pasaport bürokrasisi hem çok katı hem
de rahatsız edicidir. Moğolistan’a, neredeyse
Kıbrıs’a girer gibi girdik.
Moğolistan’da geçireceğimiz bir saniyeyi bile
boşa geçirmek istemiyoruz. Önce otele yerleşme ve ardından hiç zaman kaybetmeden
programın ikinci bölümünü icra edeceğiz: Ata
topraklarımız olan, etnik köklerimizin olduğu
bölgeye, Karakurum’a gideceğiz, yıllarca
muhtelif okullarda okurken adını andığımız
anıtlarımızın, Han’larımızın, Kağan’larımızın
yanına gideceğiz.
Gideceğiz ama Ulanbator-Karakurum arası
32
| Ocak 2016 | Sayı 16
yaklaşık 360 kilometre. Bunun için uygun
nitelikte araç ve rehber gerekiyor. Büyükelçilikteki dostlarımızın da katkısıyla kısa sürede
hepsi ayarlandı ve bir saat içinde yola çıktık.
Çıktık diyorum ama şehirden çıkmam ne
mümkün. İstanbul’un trafiğini bilenler beni
daha iyi anlayacaktır, ondan daha berbat bir
trafik. Yavaş yavaş şehir merkezinden uzaklaşmaya başladıkça aslında gerçek Moğolistan’a da girmeye başladık. Çünkü merkezi
büyük ve modern binalardan oluşan şehrin
kenar bölgeleri tümüyle çadırlardan oluşuyor.
Bu çadır mahallelerin son yıllarda çoğaldığını
anlatıyor rehberimiz. Zaten her yıl çok şiddetli
kış soğuklarını gören Moğolistan 15 yıl kadar
önce o güne kadar görülmemiş bir soğuk kış
geçirmiş ve hayvanlarının önemli bir bölümü
telef olmuş. O yıldan sonra da Moğol halk-
ları kış aylarında şehre göç ediyor ve kenar
mahallelerde oluşturduğu bu çadır evlerde
geçiriyormuş kış mevsimini.
Ulan Batur sadece trafiği ile değil, hava
kirliliği ile de meşhur. Ülkenin yarısı bu kentte
yaşayınca, herşey normal karşılanıyor. Bir
yanda ağıllar, ahırlar, bir yanda ise fabrika
bacalarından çıkan dumanlar…
Aslında peyzaj olarak oldukça güzel olmasına
karşın ne ülkeyle ilgili ne de kentle ilgili tam
bir kanaat oluşuyor kafamızda.
Bizi şehirden çıkaran bölünmüş yol giderek
daralıyor ve 40-50 kilometre sonra gidiş-geliş tek bir asfalt yolda ilerlemeye başlıyoruz.
Ancak bir yandan da kırsala girdiğimiz ve asıl
Moğolistan’ın burası olduğu ortaya çıkmaya
başlıyor. Gerçek Moğolistan ve ülkenin gerçek
kırsalı ile buluşmamız fazla zaman almıyor.
Zira, yolumuzun her yanında yüzlerce belki
binlerce hayvan sürüleri görüyoruz. Bir yanda
yılkı atlar, diğer yanda uzun tüyleri ve sırtlarındaki eğerleriyle Yak öküzleri.
Uçsuz bucaksızlığın bir sınırı vardır mutlaka,
Türkiye’de 5 kilometre uzağı seyretmenin adı
‘uçsuz bucaksız’ olabilir ama burada bizim bildiğimiz kavramlar pek geçerli olmuyor. Mavi
gökyüzü ve yeşil stepler arasında kilometrelerce uzaktaki ufku görüyor, o yöne gidiyor,
gördüğünüz noktaya gelince bir o kadar daha
uzaklıktaki bir ufku hedef yapıyorsunuz. Artık:
ne asfaltın, ne köprünün, ne barajın olduğu
engin bir sonsuzluğun içindesiniz. İnsan eliyle
yapılmış hiçbirşey göremiyorsunuz, ara ara
göze çarpan Moğol çadırları dışında. Yüzyıllardır buraları mesken tutmuş Moğol göçebeleri, ne duvar örmüşler, ne çit koymuşlar
ne de başka bir sınır koymuşlar aralarına.
Paylaşılmamış bir yurt, her yer herkesin.
Paylaştıkları tek şey yalnızlık! Ebedi göğün
altında hiç bitmeyen bir yalnızlık. Ot susuz,
sürüler otsuz, göçebeler ise sürüsüz yaşayamaz. Bunlar bozkırın kanunudur. Biri olmadan diğeri olmaz. İnsanlar sürülerle, yaban
hayvanlarla paylaştıkları bu yaşam alanında
doğadan aldıklarını doğaya vererek sessiz bir
yaşam sürüyorlar burada. Özgürlük hissinin,
sonsuzluğun ya da yanlızlığın tam tarifi şu:
Türkiye yüzölçümünün yaklaşık iki katı büyüklüğünde bir alanda yaklaşık 1,5 milyon insan!
Başkent Ulan Bator’dan çıktıktan sonra binlerce kilometre, insan eliyle yapılmış çadırdan
başka bir şey görmüyorsunuz.
Zaman zaman yolumuzun üzerindeki çadırlara yaklaşıyor, fotoğraf çekiyoruz, yaşamlarını
gözlemeye çalışıyoruz. Tüm çadırlar neredeyse tek tip. Kalın beyaz örtüsü, renkli iç ahşap
çıtalarıyla Moğol göçebelerin taşınabilir evleri.
Aslına bakarsanız, çadırların içinde ve dışında
Cengiz Han’dan bu yana büyük bir değişiklik
görmedik desem yalan olmaz. Tavanın bir
kenarına kondurulmuş güneş enerji paneli ve
çadırın önünde duran motorsikleti görmezseniz eğer, yüzyıllar önce kurulan çadırdan fazla
bir fark yok. Ne kalkık yakalı, koyu renkli, dizlerin altına kadar uzanan ve kalın bir kemerle
sarılan Moğol giysisi ‘del’i, ne burunları kalkık
deri botlarını ve ne de tuğlu sivri şapkalarını
terk etmişler. Herşey, yüzyıllarca önce nasıldıysa öyle.
Burada çadırlara ‘ger’ veya ‘yurt’ diyorlar.
Yurt’ların hepsi neredeyse aynı şekilde dizayn
edilmiş. Yol üzerindeki bazı Yurt’lara girmek,
sahipleriyle tanışmak istediğimizi söyleyince
rehberimiz bizi, büyükbaş hayvan sürülerinin arasında gözüken bir çadıra(Yurt-Ger)
götürdü. Çadırın önünde bizi renkli giysileri
ile bir kız çocuğu karşıladı. Sonra yine renkli
kıyafetiyle annesi ve elleri görülmeyecek
kadar uzun kollu ve diz kapaklarına kadar
uzanan koyu kalkık yakalı elbisesiyle baba!
Hayvanların arasından çadırın içine yürüdük.
Girişin bir tarafında, kurulu vaziyette bir süt
makinesi, belli ki hayvanlarından günlük süt
alıyorlar. Sıra sıra süt ve peynir kapları. Biraz
ileride bizim ‘seki’ dediğimiz, yerden bir metre yüksek, ahşaptan yapılma ve üzeri kıl-keçe
karışımı malzemeyle örtülmüş oturma yerleri.
Ortada bir soba, sobanın biraz uzağında askıda kurumuş etler, tam karşıda ise madalya
ve ödüller… Burada herkes atlara karşı büyük
sevgi besliyor. Onlarla yarışlara katılıyor.
Aldığı madalyaları da evinin baş köşesinde
sergiliyor.
Moğol insanının, kendine hayat veren hayvanına karşı saygısı büyük, rehberimiz, genellikle süt kuzusu kesmediklerini söylüyor.
Yolumuz uzun, güneşin ve rüzgarın kavurduğu bakır tenli bu göçebe Moğol insanlarından
ayrılmak, Karakurum’a davam etmek zorundayız. Ziyaret ettiğimiz bu ailenin en yakın
komşusu muhtemelen 50 kilometreden daha
yakın değil.
Araçlara binip tekrar yola koyuluyoruz fakat
o da ne, yol bitiyor. Asfalt yol zaten çok gerilerde kalmış, stabilize yolda devam ederken
bir anda bu yol da bitti. Aracımız, düzlüklerde yol olmaksızın ilerlemeye başladı. Bizim
gibi pek çok araç, herhangi bir yol olmadan,
rehberlerin tahminine göre yön buluyor, biz
de kilometrelerce böyle ilerledik. 360 kilometre yolu 4-5 saat içerisinde kat ederiz diye
düşünürken, Karakurum’a vardığımızda tam
8 saat yol gitmiştik. yoldaydık. Gece yarısı
| Ocak 2016 | Sayı 17
33
dosya konusu / Saflığın, dokunulmamışlığın, yanlızlığın ve özgürlüğün son sığınağı; Moğolistan / Saffet YILMAZ
olmuş ve hava sıcaklığı sıfırın altına düşmüştü. Konaklayacağımız bir kamp alanıydı
ve yolda gördüğümüz yurt’ların biraz daha
hallicesiydi. Biz iki kişi bir çadırı paylaştık.
Ortada soba, sedirler üzerine konulmuş sağ
köşede bir yatak, sol köşede diğer yatak olan
bir çadır… Çok üşüdüğümüzü tahmin etmiş
olacaklar ki sabah biz uyanmadan görevliler
gelip sobamızı yaktı.
60 dolar ödeyerek konakladığımız bu sade
ama çok anlamlı konaklama tesisimizden
sabah 07.00’da ayrıldık. Yolculuk boyunca
herkesin dilinden düşmeyen anıtlara gideceğiz, bir an önce görmek, orada olmak arzusu
var herkeste.
Moğolistan’daki delik deşik olmayan yegane
yol, Türkiye Cumhuriyeti tarafından yaptırılmış olan ve anıtlara giden yol. TİKA(Türk
İşbirliği ve Koordinasyon Ajansa) bu yol
ile birlikte, anıtların bulunduğu müzeyi de
yaptırmış. Yolun girişindeki tabelada Türkiye
Bayrağı’nı görmek başka bir heyecan. Çok
geçmiyor ki müzenin bulunduğu alana ulaşıyoruz. Fakat kapalı, sabah çok erken olduğu
için henüz açılmamış. Rehberimiz yakındaki
bir çadıra gidiyor ve nasıl buluyorsa buluyor,
anahtarı ve görevliyi alıp geliyor. Ve biz artık
Orhun Yazıtlarıyla yüz yüzeyiz. Bir yanda
Kültigin, diğer yanda Bilge Kağan anıtları.
Herkeste tarifsiz bir heyecan. Bir yandan seyrediyor, bir yandan maziye dalıyoruz. Çağlar
öncesinden Bilge Kağan sesleniyor, “Türk
34
| Ocak 2016 | Sayı 16
mi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Evrim Ölçer hoca
aramızdaydı. Evrim Hoca’nın mihmandarlığında sindire sindire inceledik anıtları. Meslek
hayatının önemli bir kısmını Türk kültür
kökleri üzerine çalışmalar yaparak geçiren ve
o kaynakları bir anda karşısında görünce şaşkınlığını gizleyemeyen Evrim Hoca, ziyaretimizi ne kadar verimli hale getirdi anlatamam.
Oğuz ulusu işitin, üstte gök kubbe çökmedikçe altta yer denizi delinmedikçe, ilini töreni
kim bozabilir.”
Bilinen ilk Türkçe, Türk isminin kullanıldığı
anıtlar sekizinci yüzyılda dikilmiş. Yüzyıllar
içinde çok ciddi tahrip görmüşler ancak anıtlar müzeye alındıktan sonra çok iyi korunuyor
ve sergileniyorlar. Müzede anıtların yanı sıra,
o döneme ait mezar taşları, Balbal’lar ve Bilge
Kağan’a ait kişisel kullanım eşyaları bulunuyor.
Bütün bir ömür boyunca Türk kültür kaynakları sözkonusu olduğunda adını andığınız kaynakları bir anda ve hepsi bir arada karşınızda
bulduğunuz mu kültür zehirlenmesi yaşıyor,
ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Fakat bizim
bir şansımız vardı, Gazi Üniversitesi Halk Bili-
Anıtlar TİKA tarafından yaptırılan müzeye
alınmış fakat çok yakınındaki asıl yerlerine
de imitasyonla üretilmiş benzerleri dikilmiş.
Anıtların gerçek yerleri olan bu alan arkeolojik
kazı yapıldıktan sonra TİKA tarafından duvarla
çevrilmiş. Ekip arkadaşlarımın yanlarında
getirdikleri pet şişelere toprak dolduruşlarını görmeliydiniz! Türkiye’ye götürülecek en
değerli hediye…
Ve dönüş yolu. İstemeye istemeye dönüşe
geçiyoruz. Rehberimiz başka bir güzergahtan
dönüşe geçtiğimizi bildiriyor. Ama yine yol
yok, yine kilometrelerce gittikten sonra ancak
bir çadır görebiliyorsunuz. Issızlık her yerde.
Bir ara yolumuzu, daha doğrusu yönümüzü
kaybettik. Çünkü yol zaten yok. Düzlükler
üzerinde yönünüzü tahmin ederek gidiyorsunuz. Rehberimiz, doğru yönü sormak için
çoban aradı uzun süre ve sonunda soracak
birini bulduk. Sürekli gülümseyen, traşsız
yüzüne rağmen yanaklarındaki kırmızılığı
gizleyemeyen, gözlerini sürekli kısarak bakan,
kalpaklı, hoş sohbet bir Moğol göçebe.
Yönümüzü sormak bahanesiyle biraz sohbet
çadırlar kurulmuş, ikramlar hazırlanmış ve
toplanan halk bir sonraki yarışı bekliyor. Bizim
için bulunmaz bir fırsat elbette. Böyle bir anı
yakalayabilmek için ülkenin milli şenliği olan
Naadam Şenliği’ni beklememiz gerekir. Oysa
burada, Moğol göçebeler bir araya gelmiş
aralarında çeşitli müsabakalar düzenlemekte.
At yarışlarından hemen sonra, altlarında
mayo, üstlerinde göbeği açık, sırtı ve kolları
kapalı bir kıyafetle güreşçiler çıktı meydana.
Göbeğin açık olmasının bir hikayesi varmış
meğer. Yüzyıllar önce yapılan bir güreş şenliği
sırasında bir güreşçi tüm rakiplerini yenmiş
fakat bu güreşçinin bayan olduğu sonradan
ortaya çıkmış. Bunun üzerine Moğol ileri
gelenleri, bundan sonra böyle bir durum yaşamamak için güreşçilerin göbekleri açık bir
kıyafetle güreşmesine karar vermiş, o günden
sonra da bu kıyafetle güreşiyorlarmış.
etmek istedik rehberimiz aracılığı ile. Günlerdir kimseyi görmediğinden midir bilemedik,
bizi çok sevdi. Hatta, parmağında kocaman
bir yüzük vardı ve ekibimizdeki Ahmet Ağabey(Erdönmez) yüzüğü göstererek işaret diliyle çok güzel bir yüzüğü olduğunu anlatmak
istedi. Moğol göçebe hiç tereddüt etmedi,
yüzüğünü çıkardı ve Ahmet Ağabeye verdi.
Şaşırdık, kabul etmesek büyük bir saygısızlık
olacak, kabul etsek, bunu hak edecek birşey
yapmadık. Sonunda rehberimiz devreye girdi
ve almamız gerektiğini bildirdi. Yüzüğü aldık
ama biz de kendisine Türkiye’den götürdüğümüz bir takım hediyeler takdim ettik, çok
sevindi.
Dönüş yolunda bizi büyük sürprizler bekliyordu. Güzergahımız üzerindeki çadırlara uğrayıp
yaşamlarını daha yakından görmeye çalışırken, birkaç kilometre ötemizde bir kalabalık
ve toz bulutu içinde atlılar gördük. Aracımızı
hemen o yöne çevirdik ve kısa bir süre sonra
yarış içindeki atlıların içinde bulduk kendimizi.
Ama ne yarış! 7-12 yaş aralığındaki Moğol
gençler, tarihin içinden fışkıran Moğol orduları
gibi, uuhai sesleriyle hem rakiplerini geride
bırakmaya çalışıyor hem de muhteşem bir
gösteri sunuyor. Bir süre genç yarışçılarla birlikte ilerledik ve yaklaşık 3-4 kilometre sonra
onları bekleyen bir kalabalık gördük. Yarışın
finiş noktasında bekleyen Moğol göçebeler,
hem birinci gelen jokeyi ve atını kutluyor hem
de tüm yarışçıları garip nidalarla coşkuyla selamlıyorlardı. Yarışın bitiş noktasında
İki ayrı güreş müsabakası izledik, ikisi de
nefes kesti. Bir ara güreşçilerden birinin kaşı
yarıldı, sorun çıkacak diye beklerken büyük
bir olgunlukla kaşını sarıp güreşe devam
etmesini sağladılar.
Bir anda karşımıza çıkan şenlik bizim için talih
kuşu gibi oldu. At yarışını kazandığı için sevinen ve kaybettiği için üzülen Moğol gençleri,
şenliği izlemeye gelen Moğol çocuklarını,
büyüklerini, kadınlarını, ellerinde urgalarıyla(Moğol kemendi) her an bir atı yakalamaya
hazır bekleyen tolakları, uzun tüyleriyle süslü
Yak öküzlerini, güreşçileri, hakemleri, ödül
törenlerini ve sayamadığım onlarca başka
yaşama dair ayrıntıyı görme, o anı onlarla
birlikte yaşama imkanı bulduk. Aslında, Moğolistan’da kültür turu yapalım derken kültür
zehirlenmesine uğradık desem abartı olmaz.
kurtuluşunun anısına Kızıl Bahadır adını almış.
Moğollar 1921’de bağımsızlığına kavuşup
1924’de yine Sovyetlerin yönlendirmesiyle
sosyalizmi tercih etti. Bu tarihten sonra başta
Ulan Bator olmak üzere Moğolistan’da bir
kalkınma hamlesi başladı. Kentlerin yeniden
inşasından müzelere ve kültür merkezlerine
kadar pek çok yeni yapı inşa edildi. Rejimi ideolojik düzeyde desteklemek için de
meydanlara Lenin ve Stalin heykelleri dikildi.
Ancak bu dönem, Moğol geleneksel kültürünün, özellikle de Cengiz Han’ın unutturulmaya çalışıldığı ve hatta yasaklandığı bir
dönem oldu. Elbette uzun sürmedi. 1921’de
Çin’e karşı bağımsızlığını ilan eden Moğollar,
1990’da bu kez Sovyetler’e karşı bağımsızlığını ilan etti ve bu, bir anlamda Cengiz Han’ın
yeniden doğuşu oldu. Moğollar, uzun bir
aradan sonra tekrar kendi kimliklerine, kendi
kültürlerine döndüler.
Moğolistan’da bu kadar kısa sürede bu kadar
çok şey yaşamanın bir faturası oldu elbette,
büyük bir keyifle ödedik.
Etnik kodlarımızın yer aldığı bu ülkede çok
güzel kültürel alışverişler de gerçekleştirdik
kuşkusuz. Toplantılar, sergiler, defileler… Birlikte yaptığımız çalışmaların Bursa tarafından
kitaplaştırılacağı bilgisi bile Orta Asya’nın Türki Cumhuriyetleri temsilcisi dostlarımızı nasıl
heyecanlandırdı görmeliydiniz. Bu bölgedeki
tüm ülkelerin Türkiye’den beklentileri büyük,
ortaklaşa yapılacak küçük işlere bile inanılmaz
değer biçiyorlar..
Bu duygularla Moğolistan’dan dönüşe geçtik
ancak ne yalan söyleyeyim, gönlümüz uzun
bir süre Asya steplerinde dolaşmaya devam
etti..
Tekrar dönüş yoluna giriyoruz ve büyükbaş
hayvan sürülerinin kapladığı düzlükler üzerinden önce bir stabilize yola, ardından bozuk ve
delik deşik asfalt yola erişiyoruz. Bu, Moğolistan’ın Başkentine ve belki de tek şehrine
yaklaştığımızın işareti. Göçebe çadırlarının
oluşturduğu kenar mahallelerden yavaş yavaş
şehrin merkezine doğru ilerliyoruz. Tuul nehri
ve vadisi muhteşem ama hemen arkasındaki
şehir için aynı şeyi söylemek pek mümkün
değil. Tipik bir Rus şehri kimliğine rağmen,
sonradan oluşan çarpık kentleşme, çarpık
sanayi ve korkunç bir trafik şehri yaşanmaz
yapmış.
Ulan Bator demişken, şehrin isminin Kızıl
Bahadır anlamına geldiğini belirtmeliyim. Çin
hükümranlığından Sovyetler’in desteği ile
| Ocak 2016 | Sayı 17
35
dosya konusu / Saflığın, dokunulmamışlığın, yanlızlığın ve özgürlüğün son sığınağı; Moğolistan / Saffet YILMAZ
Moğolistan’da Çocuk Olmak
36
| Ocak 2016 | Sayı 16
“Hepimiz Biraz Şamanız” Dedirten 17 Adet ve Gelenek
Derleme - Farkında olsak da, olmasak da
kültürümüzün, yaşayışımızın, gelenek ve göreneklerimizin temelinde Şamanizm ve Tengrizm
kökenli davranışlar vardır. Günümüzde bu davranışlar batıl olarak nitelendirilse bile, kökenleri
araştırıldığında hemen hepsi manaya bürünür.
İşte size, günümüz gelenekleri ve Şamanizm ile
bağlantıları…
1. Kurşun Dökmek
Kurşun dökme adeti Şamanizm geleneklerindendir. Şamanizm’de buna “kut dökme” denir.
Kötü ruhlardan birinin çaldığı kutuyu “talih,
saadet unsurunu” geri döndürmek için yapılan
bir sihri ayindir.
2. Kırmızı Kurdele
Gelinliğin üzerine bağlanan kırmızı kurdeleler,
nişan törenlerinde yüzüklere bağlanan kırmızı
kurdeleler, okumaya yeni geçmiş çocukların
yakasına takılan kırmızı kurdeleler; hep uğuru
ve kısmeti temsil eder. Ayrıca kötü ruhların
şerrinden korunma sağladığına inanılır.
3. Mezar Taşlarımız
Günümüzde toplumda ulu kabul edilen kimselerin ölümlerinden sonra ruhlarından medet ummak ve mezarlarının kutsanışı şaman geleneğin
devamıdır.
Mezarlara taş dikilmesi ve bu taşın sanat eseri
haline getirilecek kadar süslenmesi İslam coğrafyasında sadece Anadolu’da görülmektedir.
4. Dilek Tutmak
Dile tutmak da Şamanizm kökenli bir davranış
şeklidir. Tabiat ruhlarının dileklerin gerçekleşmesine aracılık ettiğine inanılır.
5. Köpek Ulumasının
Uğursuz Sayılması
Şamanizm’de köpek bir ruhun yaklaştığını uzaktan acı ulumayla haber verebilmektedir. Sıradan
bir kişinin bu ruhu görmesi; onun pek yakında
öleceğine işaret sayılır. Anadolu’nun kimi yerlerinde köpek uluması uğursuz sayılmaktadır.
Köpeklerin bazı olayları önceden algıladıklarına
ve bunu uluyarak anlattıklarına inanılır.
6. Nazar İnancımız
Anadolu’da halk arasında “nazar” olgusu çok
yaygın bir inanıştır.
Bazı insanların olağandışı özellikleri olduğu ve
bakışlarının karşılarındaki kimselere rahatsızlık
verdiğine, kötülük getirdiğine inanılır. Bunun
önüne geçmek için “nazar boncuğu” “deve
boncuğu” “göz boncuğu” vb. takılır. Bu inanış
da Şamanizm’den kalmadır.
7. Kullandığımız Kilim Motifleri
13. Su Dökerek Uğurlama
Eski Türklerde bir Şamanın giysisine yılan,akrep, çıyan, kunduz gibi yabani hayvan şekilleri
çizmesinin, bu hayvanları topluluğun yaşam
alanlarından uzak tutmaya yardımcı olduğuna
inanılır.
Günümüzde Anadolu’da Türkmen köylerinde
dokunan halı, kilim, örtü ve perdelere işlenen
desenler, giysiler üzerinde kullanılan motifler bu
inanıştan kaynaklanır.
Şaman kültüründeki suyun kutsallığı olgusunun
doğurduğu adettir. Su berekettir, kutsaldır. “Su
gibi çabuk dön, ak geri gel, ak çabuk, kazasız
belasız git” demek için su dökülür gidenin
arkasından.
8. Mevlit ve İlahiler
Şamanlar ayinlerinde davul ve kopuz kullanmışlardır. Müziksiz hayatın ve ayinlerin değişilmez
bir parçasıdır. Oysa İslam dininde Kur’an’ın
müzikle okunması kesinlikle günahtır. Şaman
geleneğinin devamı olarak Anadolu’da Hz.
Muhammed’in ve Hz. Ali’nin hayatları müzikle
okunmaktadır.
Mevlit ve ilahiler sadece Anadolu’da uygulanan müzikli anlatımlardır. İslam dininde ölünün
ardından mevlit merasimi diye bir uygulama
yoktur.
Osmanlı tarihinde ilk mevlit, kuruluştan on yıl
kadar sonra Bursalı bir fırıncı ustası olan Süleyman Çelebi tarafından yazılmıştır.
9. Su İçerken Kafanın
Elle Desteklenmesi
Bu da bir Şaman geleneği kalıntısıdır. Şöyle ki,
su içerken insan akli başından kaçabilir diye
kafa elle tutulurmuş.
10. Mezarlardaki Küçük Suluklar
Mezarların ayakucunda bulunan küçük suluklar;
ruhların susadıkları zaman kalkıp oradan su
içmeleri inancına dayanır. Ayrıca kuşların,
böceklerin o suluklardan su içmesinin, ölmüş
kişinin ruhuna fayda edeceğine inanılır.
Not: Şaman kültüründe, ayinlerde kullanılan
yardımcı ruhlar, kuş biçiminde tasvir edilmişlerdir. Kuş biçiminde düşünülen bu ruhlar
Şamanlara, gökyüzüne yapacakları yolculukta
yardımcı olmaktadır.
11. Yukarıda Allah Var
Tengrizm inancından kalmıştır. Bu anlayıştan
dolayı dua ya da işaret ederken eller gökyüzüne
açılır.
12. Sağ Ayak
Kapıdan çıkarken sağ ayağın önde olması da
Şaman kültüründen kalma bir ritüeldir. Sol
ayakla geçmenin kişiye uğursuzluk getireceğine
inanılır.
14. Türbelere, Ağaçlara, Çalılara Bez
ve Çaput Bağlamak
Şamanizm inancında dilek dileme şekli. Küçük
kumaş parçaları genel olarak ağaçlara çok
önem verildiğinden ve yaşamın sembolü kabul
edildiğinden ve yaşam üzerinde muazzam etkileri olduğu düşünüldüğünden, bunların dallarına
bağlanır ve dileğin gerçekleşmesi beklenir.
Günümüz Türkiye’sinde bu eski gelenek halen
devam etmektedir. Temelinde ise doğadaki her
varlığın bir ruhu olduğu inancı yatmaktadır.
15. Tahtaya Vurmak
Eski Türkler göçebe oldukları için, daha önce
girmedikleri ormanlara girerken, ormandaki
kötü ruhları kovmak için ağaçlara vurup bağırarak gürültü çıkarırlarmış. Bu davranış aynı zamanda doğa ruhlarına kötü olayları haber verip,
onlardan korunma dilemek amaçlıdır. Tahtaya
vurma adeti, sadece Türk kültüründe değil bir
çok Avrupa kültüründe de vardır.
16. Ölünün Ardından Belirli Aralıklarla Toplanmak
Birisi öldükten sonra evinde toplanıp dua
okumak, bu toplanma işini 7, 21, 40 günde bir
tekrarlamak gibi eylemler de Şaman kültüründen kalmadır.
Eski Türk inanışına göre ruh fiziki bedenini
40 gün sonra terk etmektedir. Vefat edenin
“40’ının çıkması” deyimi vardır. Şamanizm’de
ölen kişinin ruhu evi terk etsin, göğe yolculuğuna başlasın, öteki ruhlar doluşmasın diye
insanlar ölen kişinin evinde toplanıp ayin yapar,
yas tutarlar.
17. Çocuklara Doğadan
Esinlenen İsimler Koymak
Orta Asya Toplulukları (Eski Türkler) doğada
bazı gizli kuvvetlerin varlığına inanmışlardır. Tabiat güçlerine itikad, hemen hemen bütün halk
dinlerinde mevcuttur. Fiziki çevrede bulunan
dağ, deniz, ırmak, ateş, fırtına, gök gürültüsü,
ay, güneş, yıldızlar gibi tabiat şekillerine ve
olaylarına karşı hayret ve korkuyla karışık bir
saygı hissi eskiden beri olmuştur. Çocuklarımıza
verdiğimiz isimlerin birçoğu da bu derin bağlardan kaynaklanmaktadır.
| Ocak 2016 | Sayı 17
37
araştırma / Bursalı Kadızâde-i Rûmî’nin İzinde Özbekistan / Doç. Dr. Hasan Basri ÖCALAN
Bursalı Kadızâde-i
Rûmî’nin İzinde
ÖZBEKİSTAN
38
| Ocak 2016 | Sayı 16
Doç. Dr. Hasan Basri ÖCALAN
Yıllardır gerek yurtiçi, gerekse yurtdışı
gezilerimde ihmal etmediğim hususlar vardır.
Bunlardan en önemlisi, gezeceğim yerler hakkında yazılan bazı kitap, makale, gezi notları
ve ansiklopedi maddeleri okumaktır. Fotoğraf makinam, şarj pilleri ve aleti de olmazsa
olmaz gezi arkadaşlarımdır. İslâm Tarihçileri
Derneği son yıllarda biri yurt içi, diğeri de
yurtdışı olmak üzere iki gezi düzenliyor ve
bizler de bu gezilere katılıyoruz. 2014 Şubat
ayında Fas’tan dönerken, 2015 yılında Orta
Asya’ya gezi düzenleneceği kararlaştırılmıştı
ve o tarihten itibaren ben orayı nasıl gezeriz,
neler bilmemiz gerekir konusunda zaman
zaman okumalar yaptım. Tabii ki bir tasavvuf
tarihi araştırmacısı olarak en çok ilgilendiğim
konu bu coğrafyanın özellikle Nakşibendiyye
Tarikatı’nın merkezi olması ve Altın Silsile’den birçok zatın bu coğrafyada olmasıdır.
Bu coğrafyaya gitmeden önce bu konuyla
ilgili notlarımı gözden geçirdim, yeni notlar
tuttum, orada bu notlara ilaveler yaptım. Bununla ilgili hususlar başka bir yazının konusu
olacaktır. 40 yılını Bursa’da geçiren ve Bursa
tarihi hakkında araştırma yapmam hasebiyle Bursa’da yetişen, Bursa’ya gelen önemli
şahsiyetler de ilgi sahama girer ve Semerkant’ta doğal olarak Bursa’nın izini sürmeye
çalıştım. İşte Orta Asya gezisine gitmeden
önce bu coğrafyadan Bursa’ya gelen Emir
Sultan’ın izlerini sürmek ve Bursa’dan oraya
giden Kadızâde-i Rûmî’nin izlerini sürmek de
hedeflerim arasında vardı. Ancak, ne yazık ki
gezi programına müdahale hakkınız olmadığı
için birincisini yapamadım, ikincisini de zoraki
yapmaya çalıştım.
Kadızâde-i Rumî’nin Şah-ı Zinde mezarlığındaki kabri.
(Fotoğraf: Hasan Basri Öcalan)
Takvim 19 Mayıs 2015 Salı gününü ve saatlerimiz bu günün ilk dakikalarını gösterirken,
00:05’de İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan
Taşkent’e uçmak üzere Türk Hava Yolları ile
yeni bir seyahate başladık. Dostlar hep bana
takılırlar, “Evliya Çelebi hakkında kitap yazdın,
(Seyahatnâme’ye Göre Ruhaniyetli Şehir Bursa) O’nun yolundan gitmeye başladın.” Nerde
onun yolu, nerde bizim yaptığımız yolculuk.
Dört saatlik uçak yolculuğu bile bizde sıkıntıya yol açarken, onlar aylarca yaya ya da deve
sırtında bilmem kaç bin kilometre yolu kat
etmişlerdir. İşte bunun içindir ki ismi, dillerde
ve dünya coğrafyasında dolaşmaktadır. Orta
Asya, özellikle Özbekistan hakkında çok sürpriz olacak şeyler duymuştum. İlk sürprizle havaalanında karşılaştım. Gezi ekibinin tamamı,
eşim dahil, pasaport kontrolünden geçtikleri
halde, ben yaklaşık 40 dakika bekletildim.
Sebebini soran rehbere, daha önce Özbekistan’a gelmiş olabileceğimdir. Peki gelemez
miyim? Niye ikinci defa geliyormuşum! Kaldı
ki ben buraya ilk defa geliyorum.
Özbekistan SSCB dağıldıktan sonra “bağımsızlık” kazanan ve kendi içine en çok
kapanan ülkedir. Başında, adı “İslam” olan
İslam Kerimov olmasına rağmen, bir o kadar
İslâm’dan korkan ve uzak duran bir ülkedir.
Camiler var, ama dışarıya ezan verilmez,
gençler camiye gidemez, kadınlara camide
yer yok, dini eğitim yok, baş örtüsü yasak..
vs. Bütün bunları düşününce benim havaalanında bekletilmem anlaşılabilir. Kaldı ki, bizim
ekibin büyük yekünü ilahiyat mezunu veya
ilahiyat hocalarından oluşuyordu. Bu durum
benim gezi performansıma etki etmemelidir. Bu badireyi atlattıktan sonra bu defa
elimize birkaç form verdiler. Bunlardan birisi,
üzerimizde ne kadar, bilmem ne parası vardır
ile ilgili bir formdu. Rehberimizin uyarısı ile bu
formu dolduruyoruz, bir kopyasını da dönüşte
vermek üzere yanımızda saklıyoruz.
Özbekistan Cumhuriyeti Orta Asya’da yer
alan bir devlettir. Kuzey ve kuzeybatısında
Kazakistan, doğu ve güneydoğusunda Kırgızistan ve Tacikistan, güneybatısında Türkmenistan, güneyinde ise Afganistan yer alır.
Özbekistan’ın başkenti Taşkent’tir. Ülkenin
nüfusu 26 milyon olup, yüzölçümü 447.004
kilometrekare, GSMH’sı 78.3 milyar dolardır.
Ülkede Özbekçe ve Rusça konuşulmaktadır.
Halkın %71’i Özbek, %10’u Rus, %19’u ise
diğer Türklerden oluşmaktadır. Kişi başına düşen milli gelir 2005 dolar civarındadır. Ülkenin
para birimi SOM olup, bir dolar o tarihte 4000
Som civarındaydı. Otobüste para bozdurduğumuzda, 50 dolara karşılık bize bir poşet
Som verdiklerinde çok şaşırmıştık.
Bugün büyük bir kısmı Özbekistan’da bulunan Özbekler’in menşe i Cengiz Han’ın en
büyük oğlu Cuci’nin dönemine kadar iner.
Cuci’nin ulusu bozkır halkı diye isimlendirilebilecek göçer Türk boylarından oluşmaktay| Ocak 2016 | Sayı 17
39
araştırma / Bursalı Kadızâde-i Rûmî’nin İzinde Özbekistan / Doç. Dr. Hasan Basri ÖCALAN
Çağatay-Moğol hükümdarı Yunus Han’a
yenilerek dağıldılar. Ebü’l-Hayr’ın oğlu Şah
Budak, Yunus Han tarafından öldürüldü. Dağılan Özbekler Şah Budak’ın oğlu Muhammed
Şeybek’in (Şeybânî) etrafında toplandılar. Bu
târihten îtibâren Şeybânîler adıyla da anılan
Özbekler 1500 yılında Tîmûroğulları Devletindeki iç karışıklıktan istifâde ederek Buhara’yı
zabtedip, Tîmûr Hânedanına son verdiler. Harezm ve Hive’yi ele geçiren Özbekler, Çağatay
Hükümdârı Bâbür’ü mağlup ettiler. Belh,
Herat ve Taşkent’i zapteden Özbekler, Orta
Asya’nın en güçlü devleti hâline geldiler.
Özbekler bir ara Safevîlere karşı yenildiler ve
bazı bölgeler ellerinden çıktı ise de 1512’de
buraları geri aldılar. Özbek hâkimiyeti 16.
yüzyıl boyunca Mâverâünnehr’de devam etti.
1598’de İkinci Abdullah Hanın vefat etmesinden altı ay sonra oğlu Abdülmü’min de kendisine bağlı taraftarlarca öldürülünce, Özbekler
ülkesinin hâkimiyeti, Şeybânîlere akrabâ olan
Canoğullarına (Astırhan Hanları) geçti.
Uluğ Bey Medresesi’nin de yer aldığı (sol tarafta yer alan) Registan Meydanı.
dı. Bunların içinde yer alan ve sayıları fazla
ler’in eline geçti. Ebülhayr Han’ın başşehri
olmayan Moğollar da Türk dilini benimseyerek
Sığnak’tı. Onun yönetiminde önemli başarılar
bu boyların arasında eridi. Bozkırda genellikelde eden Özbekler bir süre sonra Moğol asıllı
Oyratlar’ın saldırıları ile güç duruma düştüler
le tanınmış bir idarecinin veya kumandanın
ve prestij kaybına uğradılar. Ebü’l-Hayr Han’ın
başında bulunduğu grubun zamanla onun
iç siyasetteki hataları da buna eklenince
adını taşıması geleneği uyarınca Cuci’nin haÖzbekler’in bir bölümü ana kitleden ayrılıp
leflerinden Özbek Han’ı liderleri olarak kabul
Moğolistan Hanı İsen Buga Han’ın yanına göç
eden Cuci ulusunun dört şubesi onun ismini
etti. Bu toplukendilerini tanımlamak üzere
luk daha sonra
kullanmaya başKazaklar’ı oluşlamış, böylece
turdu. (Türkiye
Özbekler denen
Diyanet Vakfı
topluluk ortaya
İslâm Ansiklopeçıkmıştır. Özbek
disi, cilt: 34, s.
ulusunun bağım119)
sız bir il haline
Türkistan tarafgelişi, İbrahim
larına düzenleAyba’nın torunu
nen seferlerde
ve Tuğlu Şeyh’in
Kalmuklara
(Devlet şeyh)
mağlup olunca,
oğlu Ebülhayr
bu durumdan
Han zamanında
istifâde eden Ka(1428-1468)
nay ve Canibek
gerçekleşmiştir.
Semerkant’ta Uluğ Bey Rasathanesi maketi. (Fotoğraf: Hasan Basri Öcalan)
adlı başbuğlar
831’de (1428)
bazı Özbekleri de
Ebülhayr Han,
yanlarına
alarak
Çağatay
Hanına
sığındılar.
Batı Sibirya’da Tura Irmağı’nın kıyısında
Bölgeden
ayrılan
bu
Özbeklere
Kazak
veya
Özbek ulusunun hanı olarak ilân edildi.
Kırgız
kazakları
adı
verildi.
851(1447) yılına kadar geçen süre içinde
Seyhun hattındaki Sığnak’tan Özkent’e kadar
Ebü’l-Hayr’ın vefâtından sonra Özbekler,
uzanan bütün müstahkem şehirler Özbek40
| Ocak 2016 | Sayı 16
Özbekler on altıncı asır boyunca İran’daki
Şiî-Safevîlerle devamlı olarak savaştılar. Ehl-i
sünnet olan Osmanlılar ve Hindistan’daki Bâbürlülerle iyi münâsebetler kurmaya
çalıştılar. 17. ve 18. yüzyılın ortalarına kadar
Astırhanlar Hanlığının hâkimiyeti altında kaldılar. 1740’ta Nâdir Şah tarafından Astırhanlar
Hanlığı yıkıldı.
Nâdir Şahın vefâtından sonra, hâkimiyet
Canoğullarının yerine Mangıthanlar Sülâlesine
geçti. Bu sülâle hâkimiyetlerini 1860’a kadar
devam ettirdi. 1860’tan îtibâren Türkistan
içlerine doğru ilerleyen Rusların himâyesinde
yarı bağımsız olarak devâm eden Buhârâ
Hanlığının hâkimiyetinde kalan Özbekler, Rusların çeşitli baskıları altında yaşadılar.
Bugün Özbekistan’ın bulunduğu toprakların
büyük bir kısmı 19. asırda Hive, Buhara ve
Hokand hanlıklarının idâresi altında bulunuyordu. 1917 Sovyet Devrimi ardından,
bölgede Özbeklerin ve diğer Müslümanların
hemen hiç söz sâhibi olmadığı bir geçici hükümet kuruldu. Aralık 1917’de Hokand’da bir
millî kongre toplayan Müslümanların Mustafa
Çokayev başkanlığında kurdukları hükûmet
1918’de gönderilen Rus askerleri tarafından
devrildi. Darbeden sonra yeni yönetime karşı
Basmacı ayaklanması olarak bilinen bir direniş
hareketi başladı. Harezm ve Buhara Sovyet
Halk Cumhûriyetlerinin kurulması Basmacı
Ayaklanmasının yayılmasına sebep oldu.
Türkistan Komisyonunun 1922’de başlattığı
reformlar neticesinde ayaklanma etkisini
kaybetti.
1924’te Orta Asya ve Kazakistan’da sınırları
etnik temellerde tekrar belirleyen düzenleme
ile Harezm, Buhara ve Türkistan cumhûriyetleri dağıtılarak bölge toprakları Özbekistan,
Tacikistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Kazakistan arasında paylaştırıldı.
Sovyetler Birliğinde 1989’da başlayan yenileşme hareketleri neticesinde, Özbekistan
1991 Ağustosunda bağımsızlığını îlân etti.
Daha sonra kurulan Bağımsız Devletler Topluluğuna bağlandı.
İşte biz böyle bir ülkede başkent Taşkent,
Buhara ve Semerkant şehirlerini gezdik.
İzini sürdüğüm Kadızâde Rûmî Semerkant’ta
idi. Kadızade el-Rumi (1364 – 1440’tan sonra
Bursa) Babası kadı Mahmud Çelebi’den dolayı
Kadızâde lakabıyla tanınmıştır. Bu şekilde tanınmadan önce Musa Çelebi veya Musa Paşa
diye biliniyordu.
Kadızade, memleketi olan Bursa’da yetişti.
Dini ve akli ilimlerin eğitimini dedesinden ve
sonra Molla Fenari’den tahsil etmiştir. Daha
sonra Bedreddin Simavî (Simavî Kadızâde’nin
dedesini öğrencisidir) ile birlikte Konya’ya
gitmiş, orada müneccim Feyzullah’tan astronomi dersleri okumuştur.
Molla Fenarî’nin teşvikiyle, ailesinin karşı
çıkmasına rağmen, Maveraünnehir ve Horasan bölgesine ilim tahsili için gitmiştir. Orada
zamanının en iyi matematikçileri ile görüşme
olanağından yararlanabilirdi. Kadızade henüz
genç bir insan iken, Timur, bugünkü İran, Irak
ve Doğu Türkiye’ye kadar uzanan imparatorluğa hükmediyordu. Timur 1405’te ölünce
imparatorluk oğulları arasında bölündü. Şah
Ruh, Timur’un dördüncü oğluydu ve 1407’de
Semerkant’ın kontrolünü yeniden kazanarak, İran ve Türkistan dahil, imparatorluğun
çoğunun denetimini elde etmişti. Kadızade’ye
ziyaret etmesi önerilen kültürel merkezler,
Horasan’daki Herat’ı (bugünkü Batı Afganistan’da) ve Özbekistan’daki Buhara ve Semerkant’ı kapsamaktaydı.
Kadızade’nin bu şehirleri ziyaret etmek için
1407’den sonra yola çıktığı biliniyor. Bir kariyere başlamak için yola çıktığında gerçekte
genç bir adam değildi; kırk yaşın üzerindeydi.
Bu girişim için neden bu kadar beklediği açık
değildir. Bir matematikçi olarak ve 1383’te
Bursa’da yazdığı, halen var olan aritmetik
Semerkant’ta Uluğ Bey Rasathanesi (Fotoğraf: Hasan Basri Öcalan)
üzerine ilmi bir eser ile zaten iyi bir ün kazanmıştı. Bu, aritmetik, cebir ve ölçme yöntemlerini kapsayan bir çalışma idi.
Birçok kenti gezen Kadızade, 1411 dolayında
Semerkant’a ulaştı. Burada dönemin meşhur
âlimi Seyyid Şerif Cürcânî’nin derslerine
devam etti. Ancak bir şekilde fikirleri uyuşmadığı için bu dersleri bırakmış, Semerkant’ta
tanıştığı Uluğ Bey’in kısa sürede sevgisini
kazanmış ve onun özel hocalığını yapmaya
başlamıştır. Hükümdarın emriyle Semerkant
Rasathanesi’nin ve aynı zamanda Semerkant Medresesi baş müderrisliğine getirildi.
Semerkant Medresesi Registan meydanında
olup, ondan başka Şirdar ve Tilla Kârî adıyla
iki medrese daha yer almaktadır.
Kadızâde’nin verdiği derslere hem hükümdar,
hem de o dönemde birçok hocanın katıldığı
bilinmektedir. Uluğ Bey’in ondan habersiz
bir müderrisi görevden alması üzerine, o da
derslerine son vermiş, sebebi öğrenen Uluğ
Bey söz konusu müderrisi göreve iade edince
Kadızâde de derslerine yeniden başlamıştır.
Vefat tarihi kesin olmamakla beraber 1440
senesinden sonra vefat ettiği rivayet edilmek-
tedir. (Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, cilt:24, s. 98)
Matematik ve astronomi konusunda birçok
kitap ve risale yazan Kadızâde’nin mezarı
Semerkant’tadır.
Semerkant gezimiz sırasında rehbere onun
mezarını sormuştum, ancak bana mezarının
bilinmediğini söyledi. Semerkant’ta yirmi
civarında türbenin yer aldığı ki bunlardan
birisi Peygamberimizin amcasının oğlu Kuşem
Bin Abbas’a aittir, Şah Zinde(Yaşayan sultan)
mezarlığını gezerken, burada olacağını
internetten öğrendim, ancak hangisi olduğu
konusunda türbelerde yer alan bilgi tabelalarından öğrenemedim. Daha sonra buradan
ayrılınca Erol Bodur dostumun mesajıyla
türbeler kompleksine girince sağdaki türbenin
Kadızâde’ye ait olduğunu öğrenecektim.
Rehberimize ve tur sorumlusuna bundan
sonra yapılacak gezi rehberinde Kadızâde-i
Rûmî’nin mezarının mutlaka ilave edilmesini
rica ettim ve grupta yer alan hocalarımla
da bu bilgiyi paylaştım. Ruhuna Fâtihalar
okuduk.
| Ocak 2016 | Sayı 17
41
dosya / Büyükşehir Stadyumu
Bursa’da Futbolun
Yeni Mabedi;
Büyükşehir
Stadyumu
42
| Ocak 2016 | Sayı 16
Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından
temeli 2011 yılının Haziran ayında atılan,
toplamda 400 bin metrekare proje alanı ve
190 bin metrekarelik inşaat alanıyla Bursa’nın
en büyük anıtsal yapılarından biri olan Bursa
Büyükşehir Stadyumu, Cumhurbaşkanımız
Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla hizmete açıldı. Mimarisi, teknolojisi ve kapasitesi
ile sadece Türkiye’ye değil Dünyaya örnek
olacak tesis, şehirdeki futbol kültürünün yeni
mabedi olacak. Başta yeşil beyazlı camia
olmak üzere Bursa’daki tüm futbol kulüpleri
burada başarıdan başarıya koşacak. Yeni başarılar ve yeni heyecanlar burada yaşanacak.
Taraftar koltuğu, misafir takım koltuğu, VIP
koltuğu, protokol koltuğu, basın koltuğu, loca
koltuğu ile toplam 44 bin koltuk kapasitesi
bulunan statta, 207 adet de engelli pozisyonu bulunuyor. 74 adet taraftar turnikesi,
20 adet VIP, Basın, Loca turnikesi ve 7 adet
de engelli turnikesi bulunan statta, 84 adet
tribün kapısı bulunurken, stadın 8 dakikada
tamamen tahliye edilme imkanı bulunuyor.
644 araç ve 2 otobüslük kapalı otoparkı, 912
araç ve 254 otobüslük açık otoparkı bulunan
projede toplam 100 bin 123 metrekare alan
otoparklara ayrılmış durumda. Alanları 35 ile
190 metrekare arasında olan 72 adet locanın
bulunduğu stadyumda 789 adet tuvalet ile
35 adet büfe bulunuyor. 60’ar metrekare
alanlı iki adet son teknoloji led ekran skorboard tabelasının bulunduğu stadyumda ayrıca
240 metre uzunluğunda led reklam tabelası
buluyor.
Kale arkası tribünleri kesintisiz 61 sırayla
Türkiye’deki en büyük tek parça tribünü
oluştururken, sahada alttan ısıtma sistemi
kullanıyor. Trijenerasyon enerji sistemiyle ısıtma, soğutma ve enerji ihtiyacının bir
bölümünü kendisi üretecek olan stadyumun
çatısında toplanan yağmur suları da depolanarak, tekrar sulama suyu olarak stadyum
çevresinde kullanılacak.
Dünyada takımın sembolüyle projelendirilen ve timsah görünümünde olan stadyum,
uluslararası alanda ses getirecek bir ödüle
layık görüldü. Avrupa’nın en prestijli gayrimenkul ödüllerinden olan ‘Avrupa Gayrimen| Ocak 2016 | Sayı 17
43
dosya / Büyükşehir Stadyumu
kul Ödülleri (International Property Awards)’
Yarışmasında mimarisiyle ödüle layık görülen
yeni stadyum, daha tamamlanmadan dünya
gündemindeki yerini almış oldu. Timsah görünümünde tasarlanan çatıyla dikkati çeken
ve maç olmayan günlerde özel gezilere ve
turlara imkan sağlayacak şekilde tasarlanan
stadyumda, kafa kısmının altında Bursaspor
müzesi, özel tanıtımlar için sinema salonu,
yeme içme alanları bulunuyor. Proje konseptinin en önemli kısımlarından biri olan Kuzey
Kale Arkasında bulunan timsah çenesi, 28
metrelik konsoluyla Türkiye’nin en büyük
konsolu olma özelliği taşırken bu bölümde
800 metrekarelik dev led ekran bulunacak.
İngiltere’nin yüksek tirajlı The Telegraph gazetesinin editörü Adam Hurrey, dünya genelinde inşaatı devam eden dev stat projelerini
araştırdı. Stadyumların ekonomik boyutları
ve kente katacağı değerleri ele alan Hurrey,
dünyanın en heyecan verici 10 projesini kaleme aldı. Hurrey’in araştırmasında Türkiye’den
de Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından
yaptırılan yeni stadyum, heyecan verici projeler arasında gösterildi. Hurrey, inşaatı devan
eden heyecan verici projelerin bitiş tarihlerini
de kaleme aldığı liste şöyle oluştu: “Estadio
La Peineta (Atletico Madrid, 2017), Baku
National Stadium (Azerbaijan, 2015), Zenit
Arena (Zenit Saint Petersburg, 2016), Stade
des Lumières (Lyon, 2015), Allianz Parque
(Palmeiras, 2014), Timsah Arena (Bursaspor,
2015), Nouveau Stade de Bordeaux (2015),
CSKA Moscow Stadium (2015), New Ferenc
Puskas Stadium (Budapest, 2018), Al Wakrah
Stadium (Qatar, 2022)”
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep
Altepe, Bursalı sanatçı Fettah Can’ın muhteşem konseri sonrası gerçekleştirilen açılış
töreninde yaptığı konuşmada; ecdat yadigarı,
kültür ve medeniyet başkenti Bursa’da çok
özel bir gün yaşadıklarını belirterek, 190 bin
metrekare alanı ile belediye ve Bursa tarihinin
en büyük eserini hizmete açtıklarını söyledi.
Bursa’ya ve Türkiye’ye prestij kazandıran yeni
stadyumun daha tamamlanmadan dünyada
ses getiren ödüller aldığını hatırlatan Başkan
Altepe, “Yaklaşık 50 milyon TL’lik katkısı ile
Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere ve tüm
katkı sağlayanlara Bursa halkı adına teşekkür
ediyorum. Cumhurbaşkanımızın destek ve
himayelerinde gerçekleşen bu yapı ülkemizin
ve kentlerimiz geldiği konumu ortaya koyan
güzel bir eser olmuştur. Dünyada parmakla
gösterilen bir stadyum olmuştur” dedi.
Yerel yönetimler olarak ülke hedefleri doğrultusunda öncü, örnek ve lokomotif olmak,
güçlü şehirler, büyüyen kentlerle, lider ve
güçlü Türkiye’ye ulaşma noktasında katkı
sağlamak amacıyla kıt imkanlarla büyük
işler yaptıklarını dile getiren Başkan Alte-
44
| Ocak 2016 | Sayı 16
pe, Bursa’nın spor kenti olması yolunda da
çalışmalarının hızla sürdüğünü ifade ederek,
“Bizden önce yapılan 19 tesise karşın 224
tesis ile Bursa’da spor kulübü sayısını yüzde
50 artırdık, sporcu sayısı da 3 kat arttı.
Yaşam kalitesinde daha önce 29., 30’uncu
olan Bursa, Türkiye’de birinci sıraya yükseldi.
Bizim işimiz eserler bırakmak. 136 yıl sonra
yaptığımız belediye binası gibi, bilim merkezi
ve stadyum gibi eserleri kazandırmak da bize
nasip oldu” dedi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da
konuşmasında Bursaspor’a ağırlık verdi.
Erdoğan, “Mutluyum, Bursa şanına yakışır
böyle güzel bir stadyuma sahip oldu. Çünkü
Bursaspor sıradan bir kulüp değil. Bursaspor
şampiyonluğu yaşamış bir kulüptür. Şampiyona da böyle bir stadyum yakışırdı. Altyapınızı
gezdim, gördüm. Güçlü bir altyapıya sahip
olan Bursaspor şu andaki kadrosuyla dahi
bulunduğu sıraya layık değil. İnanıyorum ki
bu kadro bu son değişiklikle Hamza hocayla
farklı bir yere gelecektir. Tarafsızım bunu da
söyleyeyim. Bu seyirci inşallah sabırla Bursaspor’un layık olduğu yere çıktığını görecektir. Bursaspor’a başarılar dilerken, birliğinizden beraberliğinizden taviz vermeyin. Bizim
biliyorsunuz 4 başlığımız var. Tek millet, tek
bayrak, tek vatan, tek devlet. Bu duygularla
Bursaspor’a bu sezonda tekrar başarılar diliyorum. Başarının artarak devamını diliyorum.
Kalın sağlıcakla” diye konuştu.
Törene katılan Gençlik ve Spor Bakanı Akif
Çağatay Kılıç da 2002 yılından itibaren uygulanan muhteşem politikaların sonuçlarından
birinin de Bursa stadyumu olduğunu belirterek, stadyumun Bursa’ya hayırlı olmasını
diledi.
Konuşmaların ardından açılış kurdelesinin
kesilmesiyle başlayan havai fişek gösterisi ise
hem stadyum içinde hem stadyum dışında
renkli görüntülere sahne oldu.
Başlangıç vuruşunu Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın yaptığı maçta şöhretler
karmasında Rüştü Reçber, Ömer Çatkıç, Ali
Tandoğan, Alpay Özalan, Ogün Temizkanloğlu, Ömer Erdoğan, Hakan Ünsal, Soner
Tolungüç, Tarık Daşgün, Celil Sağır, Tayfur
Havuççu, Evren Turhan, Serhat Akın, Hami
Mandıralı, Fatih Tekke, Ayhan Akman ve
Ahmet Dursun gibi Türk futbolunun unutulmaz isimleri forma giydi. Bursa Şöhretleri
Karması’nda ise Nevzat Dinçbudak, Ersel
Uzgur, Turan Şen, Erkan Özbey, Ümit Şengül,
Tunahan Akdoğan, Cemal Vardar, Beyhan
Çalışkan, Çetin Kahraman, Bahtiyar Yorulmaz,
Okan Yılmaz, Yılmaz Türker, Erdinç Kayhan,
Kadir Çattık, Erkan Öncel, Ahmet Suhpi Evke,
Hüseyin Hürsoy, Ali Aköz, Vedat Vatansever,
Fettah Can ve Mümin Kaşmer yer aldı.
Hakan Aydın
| Ocak 2016 | Sayı 17
45
dosya / Büyükşehir Stadyumu / Ahmet Emin YILMAZ
Ahmet Emin YILMAZ
BEN ATATÜRK STADI’NIN ÖNCE
DIŞ DUVARLARINI SEVDİM…
İlkokul üçüncü sınıfa gidiyordum… Bursaspor’u biliyordum, ama Atatürk Stadyumu
ve futbol maçlarıyla ilk kez şimdilerde BTSO’nun binasının yer aldığı, eskinin SSK Bölge
Müdürlüğü yanından Muradiye Salı Pazarı’na
çıkan ve 40 Merdivenler
olarak anılan merdivenlerde
tanıştım.
tümünü çıkamadıkları için orada oldukları
hemen belli oluyordu.
Merdivenlerde kıdemli beleşçi haline gelince,
bu kez Salı Pazarı’ndaki demir parmaklıklı
istinat duvarı üstüne terfi ettim.
O yıllar…
Atatürk Stadyumu’nun duvarları, daha açık söylemek
gerekirse, kale arkası duvarları
bugünkü gibi yüksek değildi. Eski kapıların hizasında
tribünler de bittiği için biz 40
Merdivenler beleşçileri oradan
maçları seyrediyorduk.
1950 sonrası Bursa ve Atatürk Stadı…
Oradan bakanların büyük bölümü benim gibi
çocuktu. Bir de yaşlılar vardı ki, merdivenlerin
46
| Ocak 2016 | Sayı 16
Ne yalan söyleyeyim, duvarın üstünden maç
seyretmek merdivenlerdeki eziyete göre
müthiş keyifti. Atatürk Stadyumu ve maç
önümüzde adeta tablo gibi uzanıyordu.
Gerçi…
Futbolcuların forma numaraları gözükmüyor,
yüzlerine bakarak tanımak mümkün olmuyordu, ama futbolcu tanıma
konusunda da uzmanlaşan bir
nesildik.
Yüzlerce metre yukarıdan
çıplak gözle izlediğimiz
maçta yürüyüşünden, saçının
uzunluğu ya da kısalığından,
topa vuruş stilinden, etrafa
bakınışından ve en önemlisi
oynadığı pozisyondan futbolcuları tanır, kendi aramızda
adıyla tekrarlardık.
Şimdiki gibi “futbolcu dediğin sahanın her
yerinde oynar” anlayışı o zamanlar yoktu.
Herkesin yeri sabitti ve oynadığı bölge belliy-
Vahit Kol’un 25 metreden Dundee Unuted’a
attığı golü ayakta alkışladım.
Unutulmaz amigolar Yaşar’ın ve Fiko’nun
sahanın ortasına çıkıp yaptırdıkları tezahüratlara kendimden geçerek katıldım.
Dönüp bakıyorum da, Bursa’da nesiller bu
statta futbolla tanışmış, bu statta Bursaspor’la mutluluğu yaşamış. Başarının
sevincini de, yenilginin hüznünü de bu statta
tatmış.
Ama…
Hakan Aydın
di. Onun için, yerel gazetelerden öğrendiğimiz
bilgilerle donanır, maça bilinçli bakardık.
Sağ bekte kimin, sol açıkta hangi futbolcunun
oynadığını bilirdik. Kafaya çıkan stoperi ezbere söyler, topu karşılayan liberoyla birlikte
heyecan yapar, santroforla gol atardık.
Bir küçük tüyo daha…
Merdivenden duvar üstüne terfi ettikten
sonra, ara sıra bir lüks daha girdi maç serüvenime. Evden harçlık kopardığımda maçları bu
kez loca tribün gibi kullanılan çay bahçelerinde izlerdim.
Yaşım küçük olduğu için çaydan çok tarçını,
ekşimsi Oralet’i ya da kakaoyu tercih ederdim. Yeri değil biliyorum, ama maç seyretme
zevki gibi o yılların sıcak içeceklerini de özledim. Onlar da ayrı bir keyifti.
Bu süreç…
Doğal olarak stadyumun içine doğru çekti benim gibi merdiven ve duvar üstü beleşçilerini.
Harçlıklarımızın biraz daha arttığı, biraz daha
bilinçlendiğimiz günlerdi stadyuma girdiğimiz
yıllar.
Hiç unutmam…
Atatürk Stadyumu’ndaki ilk maçımı yeni kale
arkası olarak bilinen Atatürk Spor Salonu
tarafındaki kale arkasında izledim. Çünkü
burasının daha ucuz olduğunu söylemişlerdi.
Üstelik…
Maçın belli bir bölümünde tribünler arası
güvenlik kapıları açıldığı için bizim açık tribün
olarak bellediğimiz Maraton Tribünü’ne
geçebiliyorduk. Duvar tırmanma yeteneği
olan arkadaşlarımsa lüksü tercih edip Kapalı
Tribün’e tırmanmaya çalışıyorlardı.
Stat içinden, aşağı kale arkası tribününden
izlediğim ilk maç ise Bursaspor-İstanbulspor
maçıydı.
Cemil’lerin, Alpaslanlar’ın, Kasapoğlu’ların
oynadığı İstanbulspor’a karşı; Mesut Şen’li,
Ersel Altıparmak’lı, Müfit Gürsu’lu, kaleci
Osman Uçaner’li, İsmail Tartan’lı, Ahmet
Tuna’lı, Haluk Erdem’li, Sinan Bür’lü, Vahit
Kol’lu yeşil-beyaz sevdanın takımını izlemek
ayrıcalıktı.
Sahi…
Kaleci Osman deyince aklıma geldi. O çocuk
aklımızla Osman’ın kaleci eldivenlerinde
mıknatıs olup olmadığını tartışır, içinden
çıkamazdık. Çünkü topları bloke edişindeki
yumuşaklık fark edilmeyecek gibi değildi.
Şu da bir gerçek ki, ilk adımımı atarken
kalbimin yerinden fırlayacakmış gibi çarptığını hala unutamadığım Atatürk Stadı artık
miadını doldurdu. Burada maç izlemek eskisi
gibi keyifli değil.
Evet, orada koca bir kentin anıları var, hepimizin futbol sevgisi aldığı yer. Şimdi sıra,
bu anıları yaşatarak yeni stadyumda büyük
zaferler yaşamaya geldi.
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’nin Bursa’ya imzası olarak kabul edilebilecek müthiş görsel güzellikte, dünya liginde bir
stadyumumuz oldu. Şahsım adına, bir Bursalı
ve Bursaspor aşığı olarak Recep Başkana
teşekkür ediyorum.
Ben kendimi şanslı sayan insanlardanım. Çok
güzel anılar biriktirdim. Biliyorum ki, yeni nesiller benden daha şanslı olarak daha büyük
anılar biriktirecekler.
Belki onlar da yıllar sonra Timsah Arena’ya
veda yazılarını yazacaklar, ya da okuyacaklar.
Zaman bu… Geçip gidiyor. Hiçbir şey aynı
yerde kalmıyor ki.
Ben o statta…
Kıbrıs Barış Harekatı’nda rehin kalan
Osman’ın yerine Uşakspor’dan transfer
edilen yeni kaleci Rasim Kara’nın ilk maçına
çıkışına tanık oldum.
Ben o statta çocukluğumuzun aynı mahallede geçtiği Sedat Özden büyüğümün
ilk sahaya çıktığı günü, attığı ilk golün
heyecanını yaşadım. Ben o statta Mesut
Şen’in aralarından geçtiği Fenerbahçeli
iki savunma oyuncusunu kafa kafaya
vurdurduğu çalıma tanıklık ettim. Göztepe solbekinin yediği çalımlardan başı dönüp
yerdeki çimenleri söktüğünü gördüm.
Olmaz denilen olmuş, Atatürk Stadı’nın zeminini futbolcu
yerine taraftar doldurmuş… Tarifsiz bir mutluluk, sınırsız bir
sevinç gösterisiyle taçlanmış.
| Ocak 2016 | Sayı 17
47
dosya / Büyükşehir Stadyumu / İhsan AYDIN
İhsan AYDIN
Bu stadyum her an
dolu dolu yaşamalı
Kentler sadece fiziki yatırımlarıyla değil,
sportif başarılarıyla da öne çıkarlar.
Bursa’nın böyle bir şansı ve şanlı geçmişe
sahip bir Bursaspor’u var.
Şüphesiz, Bursaspor’un her başarısı her
sevinci her hüznü, kendisini Bursalı hisseden
hepimizi etkiler.
Bursa artık övünülecek yeni bir stada sahip
oldu.
Bursa Büyükşehir Belediye Stadyumu biraz
geç oldu, eksikleri var ama şimdiden kentin
en yeni simgelerinden biri unvanını aldı.
Sadece kentin en yeni simgelerinden değil,
dünyanın heyecan uyandıran stadyum projelerinden de biri oldu. Böylesi eserin kentimize
kazandırılmasında Büyükşehir Belediyesi
48
| Ocak 2016 | Sayı 16
kadar, Bursalı mimarlık ve mütehhitlik şirketlerimizin yer alması ayrı bir sevinç. Yani, Türk
mühendis ve işçisiyle ortaya övünülecek bir
eser çıkarıldı.
Yeni stadyumda Bursaspor’dan çok başarılar
bekliyoruz. Bursasporlu futbolcu ve teknik
kadronun bunu yapabilecek güce sahip
olduklarına inanıyoruz. Stadyumlar dünyanın
hemen her kentinde simge yapılardandır. İrili
ufaklı hemen hepsinin bir öyküsü bulunur.
ATATÜRK STADI’NA
VEDA ETMEK ZORDU
Orada gerçekten önemli hatıralarımızı
bıraktık. Bunların bize göre en önemlisi
Bursaspor’u Türkiye’de 5. büyük yapan ve
Trabzon’dan sonra Anadolu’ya 2010 yılında
arman ettiği şampiyonluktur.
Süper Lig Şampiyonluğu kupasını ilk kez
müzesine götürdüğünde Bursaspor’un bu
başarısı Atatürk Stadı’nda coşkuyla yaşandı.
O coşkular artık inşallah yeni stadımızda tekrarlanacak. Umuyor ve bekliyoruz. Bursapor
bu kente yeni şampiyonluklar getirecek.
Peki, çok eleştirilen ama hizmete alındığında
da bir çoğumuzun gurur duyduğu stadyum
kentin sportif başarısı kadar ekonomik yaşamını nasıl etkiler?
Bir kere, Büyükşehir Stadyumu 15 günden 15
güne kullanılacak bir yapı değil.
Eğer böyle kullanılırsa onca emek, yatırım ve
paraya yazık olur.
Katalan ekibin mabedi sayılan 98 bin 722 seyirci kapasiteli Nou Camp Stadı’nı görmeden
dönenlerimiz çok azdır.
Maç olsun ya da olmasın, İspanya’ya giden
yabancı turistlerin stadı görmek için para
ödeyip, kuyruğa girdiklerine tanığız.
Hatta, seyahatlerini La Liga’nın yıldızı Barselona’nın maç günlerine denk getirip, bilet
temin etmeye çalışanları da biliyoruz.
Bursa Büyükşehir Stadyumu’nda da
aynı yöntem
denenebilir.
Bursa’ya tur
düzenleyen
şirketlerin
programına
Bursaspor’un
yeni stadını
görmek de
ekletilebilir.
Bunlar Bursa’nın ekonomisine fazlaca katkı
sağlar.
44 bin seyirci kapasiteli bir spor tesisi hemen
her maçta dolmayacaktır. Ama bunun biraz
da Bursapor’un başarısıyla orantılı olacağını
düşünüyoruz.
vurguladık.
Şimdi artık bunu konuşmanın, tartışmanın
yeri yok.
Ortada, Bursa’nın gücünü gösteren, sporda
marka olmasına zemin hazırlayan bir yapı var.
Açılış günü gerçekten etkileyici bir atmosfer
yaşadık.
Stada ilk girdiğimizde, kendimizi Avrupa’daki
bir spor tesisinde hissettik.
Şimdi eleştirmek yerine biz
de övünüyoruz.
Çünkü, bu eser
Bursa’nın ve
Bursaspor’un.
Elbette, onu
kente, Türk
sporuna,
Bursaspor’a kazandıran yerel
yöneticiler de eserleriyle gurur duyacaklardır.
Bu açıdan Büyükşehir Belediye Başkanı Recep
Altepe’nin Büyükşehir Stadyumu’nu yaşama
geçiren ve Bursaspor’a armağan eden bir
siyasetçi olarak tarihe geçtiğini söyleyebiliriz.
Bursa’ya ve Bursaspor’a hayırlı olsun.
Şunu da vurgulamadan geçmemeyelim.
Başlangıçta kentin öncelikleri arasında görmediğimiz stadyum projesine harcanacak
kaynağı biz de eleştirdik.
Bunun yerine, ulaşım gibi kentin her kesimini
etkileyen projelere yönelinmesi gerektiğini
Büyükşehir Stadyumu bu kentin çok değerli
kaynaklarıyla ortaya çıkarıldı. Buranın dolu
dolu kullanılması şart.
Yaşayan bir stadyum olmak zorunda.
Kaldı ki, proje de bu yönde oluşturuldu. Hem
ticari mekanlarıyla hem de eğlence programlarıyla gece-gündüz kullanılabilmeli.
Burası gerçekten hem kentimizdeki tüm yurttaşlarımızın hem de dışarıdan geleceklerimiz
için de gezilip görülmesi gereken bir yer.
Belki de yabancı ziyaretçilerle para da kazanılabilir. Bursa esnafının açacağı dükkânlar
sayesinde ekonomiye can verilebilir.
Stadyumu görmek için turlar düzenlenebilir.
İspanya’ya Barselona’ya gidenlerimiz bilir.
| Ocak 2016 | Sayı 17
49
dosya / Büyükşehir Stadyumu / Serkan İNCEOĞLU
Bursa’ya
yakışanı oldu!
Hakan Aydın
50
| Ocak 2016 | Sayı 16
Serkan İNCEOĞLU
Gelişme ve taleplere göre…
Kent yenilenir.
Yol haritası oluşur.
Hedefler, rol oynar.
Bursa da, böyle!
Pekçok mevcut alanda, yeniden yapılanma
bulunuyor ve farklı yeni alanlarda da yer alabilmenin düşünce ve süreci yürütülüyor.
Bursaspor!
Kentindeki birincil futbol kulübüne, Bursa gibi
sahip çıkabilen ve çok şeylerin yapılabilmek
istendiği başka kent olmadığını düşünüyoruz.
Şampiyon olunca…
Hem şampiyonluğun gerektirdiği bir büyüklüğü daima ortaya koyabilmek, yeni
şampiyonluklar ve kupalara sahip olabilmeyi
gerektiriyor.
Şampiyonlukla bu unvanı taşıyan 5. futbol
takımı ve Trabzonspor’dan sonra bir başka
Anadolu temsilcisi olan Bursaspor’dan, yeni
başarı öyküleri bekleniyor.
Böyle süreçle…
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep
Altepe’nin gündeme taşıdığı ve yapılması
için de harekete geçtiği yeni stadyum projesi
doğdu.
Yeni başarı öyküleri için…
Kente kazandırılmak istenen yeni stadyum,
kavramsal ve fonksiyonel olarak Bursa’nın
yeni ve bir başka örnek projesi olarak oluşturulmak isteniyordu.
Nitekim…
Sadece futbol maçları için taraftarları, kentlileri toplayan değil, Bursaspor’un her gün
gün solunacağı ve yaşanacağı bir stadyum
kazandırıldı.
Bursa Büyükşehir Stadyumu!
Özellikle…
Bursa’nın, hem yeni bir mimari anıt esere
kavuştuğunu hem de yeni bir kentsel simgeyi
kazandığını da ifade etmiş olalım.
Bursaspor’da vaktiyle oynamış Ugandalı
futbolcu Mususi’nin gol sevinciyle icat ettiği
timsah yürüyüşü, kentin futbol kulübünün
simgesinin de, timsah kabul edilmesine neden olmuştu.
Bu nedenle…
Timsah figürüyle projelendirilen Bursa Büyükşehir Stadyumu, böyle bir düşünce ve mimari
uygulamayla dünyanın da dikkatini çekiyordu.
Yanı sıra…
Yapım süreciyle ortaya çıkmaya başlayan yeni
futbol mabedi, hem mimarlık hem de spor
otoriteleri ve organizasyonları tarafından da,
örnek gösteriliyordu.
Dünyanın en heyecan veren yeni stadyumları
arasında gösterilen proje, bilimsel bakışla
mimari başarı ödülleriyle de gündem oluşturuyordu.
Seyirci kapasitesinin 43 bin 500 olması da,
Bursa’nın kıtasal ve dünya ölçekli organizasyonları için yarı finale ev sahipliğini gündeme
getiriyor.
Bursa Büyükşehir Stadyumu, teknik, sportif
ve dinamik yaşamsal unsurları açısından
dünyanın sayılı stadyumları arasındaki yerini
alacaktır.
Bir futbol takımına yapılabilecek en büyük
destek, muazzam bir seyirci kalabalığını toplayabilecek bir stadyumdur.
stadyumun, mutlak farklılığı, unsurları ve
özellikleriyle bilinen bir gerçektir.
Sportif ünitelerin yanı sıra, müze ve ticari
üniteleriyle beraber, her gün bir kentin bir
araya gelebileceği planlamaya sahip olan yeni
stadyum, böyle bir yapısıyla Bursaspor’un
artık düzenli ve ciddi bir gelire kavuşması
anlamına geliyor.
Bursa dışından gelecek olanların da, fotoğraf çekilmek ve gezmek için uğrayacağı yeni
stadyum, bir turizm unsuru ve objesi olma
özelliği de taşıyor.
Tribünler için…
Kentliler; taraftarlar, üzerine düşeni yapacaktır.
Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin böylesine bir
desteğine karşılık, Bursaspor’dan beklenen;
iyi bir yönetimi ve başarılı futbolu ortaya
koyabilmektir.
Dolayısıyla…
Yeni şampiyonluklar, kupalar!
Sözün özü…
Bursa’ya yakışanı oldu!
Bazı Anadolu kentlerinde de yeni stadyumlar
yapıldı ve hizmete girdi, ancak Bursa’daki
| Ocak 2016 | Sayı 17
51
dosya / Büyükşehir Stadyumu / Selahattin ADIGÜZELLER
Selahattin ADIGÜZELLER
Yeni stadyum, Bursaspor’un
altın bileziğidir!
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep
Altepe, başkanlığa aday olduktan sonra yaptığı ilk basın toplantısında, seçilmesi durumunda yapacağı vaatleri sıralıyordu.
İlk temelinin atıldığı o tarihi günü unutamıyorum… O günden sonra, Bursaray’la önünden
her geçişimde, inşaatını izliyordum büyük
merakla ve sabırsızlıkla…
“Şampiyon Bursaspor’umuza daha büyük
ve modern yeni stadyum yakışır” dediğinde,
doğrusu bu vaadi biraz ütopik bulmuştum…
“Timsah Arena, başlasın artık!”
Yalnız ben değildim meraklanan, sabırsızlanan, o an vagondaki erkeği kadını, yaşlısı
genci çocuğu birçok yolcu da benimle birlikte
kafasını o yöne çeviriyor, tribünler yükseldikçe heyecanımız da yükseliyordu… Son durağa
kadar Bursaspor muhabbeti yapılıyordu
sonra… En baba spor programlarını gölge de
bırakan lezzette bir futbol sohbeti hem de!
O sohbetlerde de bir kez daha anlıyordum
ki, Bursaspor yalnız spor kulübünden ibaret
değil Bursalıların gönlünde, gözünde yeri çok
başka!
*
Ailesinden bir parça gibi!
Çatısı timsah figürlü stadyum projesi ortaya
çıkınca, İstanbul’daki Bursaspor gecesinde
stadyumla ilgili ayrıntıları da dinleyip, projenin
slaytını izleyince tereddütlerim yerini heyecana bıraktı…
Bursaspor taraftarlarıyla birlikte haykırmaya
başladım bende:
52
| Ocak 2016 | Sayı 16
Stadın yapımını bir bebeğin büyümesini izler
gibi gururla izledik...
*
Nasıl ki bir bebeğin doğumu ve büyümesi kolay olmuyorsa, bu tür büyük maliyetli anıtsal
yapılar da öyle kolay gerçekleşmiyor.
Kıymetini iyi bilmeliyiz…
Bu yüzden de;
Yeni stadyuma sadece Bursaspor’un yılda 9
ay 15 günde bir maçlarını oynayacağı sıradan
bir stadyum olarak bakmamalıyız!
Bakarsak, Bursalıların parasıyla gerçekleşen
300 milyon liralık dev bir yatırıma yazık etmiş
oluruz…
Yazık etmekle kalmaz;
Daha proje halindeyken bile dünyanın en
heyecan verici stadyumları arasına giren,
Avrupa’nın en prestijli gayrimenkul ödülüne
layık görülen bu muhteşem yapıya ayıp da
etmiş de oluruz. Bizim, ne Bursa olarak, ne
de ülke olarak böyle bir lüksümüz yok!
*
Büyükşehir Belediyesi tarafından 10 yıllığına
Bursaspor’a kiralanan bu stadyum, kulübün
altın yumurtlayan tavuğudur!
Bu mantıkla bakılmalı…
Stadyumun ve kapılarının isim hakkı, locaları,
kombineleri çok iyi pazarlanmalı…
Ayrıca;
İçindeki ticaret ve sosyal donatı alanlarını çok
iyi değerlendirilmeli…
Timsah Arena, ofisleriyle, kaliteli, tanınmış
eğlence ve dinlence mekanlarıyla, maçtan
maça değil 7/24 yaşayan bir cazibe merkezi
olmalı…
Sonuçta;
Timsah Arena’nın hakkını veren bir futbol
oynayan takım kurulur!
Bursaspor yönetimi bunu yapabilir mi?
Diyeceğim o ki;
Başarmak için Amerika’yı yeniden keşfetmeye
gerek yok…
44 bin seyirci kapasiteli 300 milyon liraya
mal olmuş, ülkemizin en prestijli dev spor
kompleksinin başında, stat müdürü değil CEO
olmalı!
Yapılacak iş basit…
Nasıl ki, stat inşaatının yapımında kullanılan
malzeme ve teknikleri görmek için dünyadaki
örnek stadyumlar incelenmeye gidildiyse, o
stadyumların yönetim şekilleri de yakından
incelenmeli.
Yani, yönetim ve pazarlama noktasında da
büyük düşünmeli, mutlaka profesyonel, o işin
uzmanlarıyla çalışmak şart!
Stadyumun dışı dolarsa, içi de dolar!
İçi dolarsa, sportif başarı da gelir!
Ve Bursaspor sürekli borçlanan, günü, sezonu
kurtarmak için bankalardan kredi, işadamlarından bağış arayan kulüp olmaktan kurtulur.
Ekonomisi düzgün kulübün, yönetim kadrosu
da daha seçkin olur, bu kalite takımın transfer
politikasına da olumlu yansır!
Görürsünüz yeni otel, turistik tesis yatırımları,
stadyuma ulaşımı kolaylaştıracak yeni yeni
büyük yollar, kavşaklar belediyelerin, özel
sektörün yatırım gündemine gelecek…
Bazılarına çoktan başlandı bile…
Çok değil iki üç yıl sonra kentteki gelişime,
değişime inanamayacaksınız.
*
*
Ben inanıyorum…
Bursa Büyükşehir Stadyumu, bu mantıkla
yönetilirse, yalnız Bursaspor’a değil, kentin
ekonomisine de çok şey katacağına inanıyorum.
Yeni Stadyum, Bursaspor’un da Bursa’nın da
çehresini, havasını değiştirecek…
Yılda iki defa Avrupa’dan ya da milli maçın
Bursa’ya verildiğini düşünsenize…
O muhteşem açılış töreninde Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın da dediği gibi, Bursa
sıradan bir kent, Bursaspor sıradan bir takım
değil!
Şehirdeki otellerin, çarşıdaki esnafın, turistik
mekanlar, taksicisi, restoranı bayram ederler…
Şampiyon takıma ve onu çok seven Bursa’ya
yakıştı yeni stadyum!
Boşuna spor turizmine yatırıp yapmıyor ülkeler, sportif turnuvalara talip olmuyorlar.
Bir diğer güzelliği de…
Stadyumun henüz bitmeyen timsah figürlü
kafa bölümü yerine, o stadı nasıl bir kafanın
yöneteceğine kafamızı yoralım…
Bu tür vizyon projeler beraberinde birçok yeni
yatırımları da tetikler…
Ve, yeşil-beyaz atkılarımızla “Kıskananlar
çatlasın” şarkısıyla tribünleri inletelim…
Son olarak, naçizane önerim;
Yıllardır televizyonda Avrupa maçlarını
izlerken imrendiğimiz bir stadyuma kavuşmanın haklı gururunu, mutluluğunu, sevincini
yaşayalım…
Böyle projeler, yüz yılda bir gerçekleşir, tarihe
tanık olmanın üç puanlık keyfini çıkaralım!
Bu statta, Bursaspor’un daha nice şampiyonluklarını göreceğiz!
Size söz;
O gün ilk timsah yürüyüşü benden! Stadyumda başlar, Nilüfer Deresi’nden çıkabilirim!
Önlem alınsın!
| Ocak 2016 | Sayı 17
53
dosya / Büyükşehir Stadyumu / Cemal EKENTOK
Cemal EKENTOK
VE İLK MAÇ, İLK HEYECAN…
Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin kente
yaptırdığı en büyük yatırımların birisiydi Bursa
Büyükşehir Belediye Stadı. Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’nin söylediği gibi
yaklaşık 230 milyon TL’ye mal olmuştu.
Açılışını Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip
Erdoğan yapmıştı. O zaman tesisin muhteşemliğinin pek farkına varamamıştık. İçeri ilk
kez girerken büyük telaş yaşamıştık. Birçok
yolu ve güzergahı bilmiyorduk. Basın girişini
bulana kadar akla karayı seçmiş, dolaşmadığımız kapı kalmamıştı.
Basın tribününe yürüyerek çıkarken gözlerime birçok eksiklik çarpıyordu. Onları da akıl
defterimin bir kenarına yazıyordum.
Aradan geçen 21 gün sonunda, yeniden
Timsah Arena’ya gittiğimde, daha önce
gözlemlediğim eksikliklerden eser kalmamıştı. Hemen hemen her şey kusursuz gibiydi.
Asansörler çalışıyordu, 8 kat yüksekliğindeki
basın tribününe bu kez asansörle çıktım.
Özellikle basın tribününe oturduğumda stadı
54
| Ocak 2016 | Sayı 16
kuş bakışı gözlemlerken gerçekten muhteşem
bir esere imrenerek baktım.
Bursaspor’un birçok şampiyonluk sevincini
yaşadığım tarihi Atatürk Stadı’ndan sonra
Timsah Arena’da maç nasıl olacaktı bilemiyorum. Tribündeki yerimi aldığımda gördüm
ki Timsah Arena’nın akustiği tek kelimeyle
muhteşem. Bir saat öncesinde Teksas Tribünü
olarak adlandırılan güney tribününde fazla
taraftar yoktu. Yani yükünü tam olarak almamıştı. Ama yaptıkları tezahüratlar stadı adeta
inim inim inletti.
Tribünler dolduğunda ise ortaya tek kelimeyle
muhteşem bir ambians çıktı.
Bursaspor, Büyükşehir Stadı’nda antrenman
yapmasına karşın, mücadele başladığında
futbolcuların Trabzonspor karşısında ayakları
adeta birbirine dolandı. Herkes ilk golü ben
atayım ve tarihe geçeyim derken Bursaspor,
ne olduğunu dahi anlayamadan 2-0 geriye
düştü. Ancak, Bursaspor’un 12. adamı olan
taraftarları yeşil beyazlı futbolcuları öyle bir
ateşlediler ki görülmeye değerdi. Ses akustuğinin muhteşemliği sonunda yapılan tezahüratlar sanki futbolcuların kulağına yapılıyor
gibiydi. Maçın başındaki şaşkın ayaklar gitmiş,
dakikalar ilerledikçe ayakları yere sağlam
basan bir takım oldu. Sonuçta muhteşemdi.
Basın tribününden çıkarken hepimizin ortak
görüşü, “Bu stat ölü takımı bile diriltir” şeklinde oldu.
TARİHE GEÇENLER...
Bursaspor, Timsah Arena’da muhteşem bir
geri dönüşe imza attı. Bunu bütün Türkiye
kabul ederken maçın birçok kahramanı vardı.
Tarihi Atatürk Stadı’ndaki son lig maçında
Bursaspor’un son golünü atıp 3 puan kazandıran Sercan Yıldırım, Timsah’ın yeni mabedindeki ilk golünü atarak Bursaspor ve stat
tarihine adını yazdırdı.
Kaptan Serdar Aziz’i de unutmamak gerek.
Ona da bir paragraf açmak istiyorum. Kaptan
bu muhteşem statta tarihe galibiyete yaptığı
asisler ve attığı golle adeta damgasını vurdu.
Tomas Necid klasını konuşturdu. Miroslav
Stoch ilk kez tek kelimeyle muhteşem oynadı.
olumlu sonuçlar birbirini izleyince inanıyorum
ki 44 bin seyirci kapasiteli tribünlerde yer
bulabilmek çok zor olacaktır.
Maç sonu teknik direktörlerin basın mensuplarına değerlendirme yaptıkları bölüme
indim. Yaklaşık 300 basın mensubunu aynı
anda konuk edebilecek düzeyde. Ses düzeni,
oturma düzeni herşey çok güzel.
TİMSAHIN BAŞI...
Bursa’nın yeni mabedine adını veren Timsah’ın başının montajı devam ediyor. Sanıyorum yeni sezona kadar burası tamamlanır. O
zaman inanın burası insanları heyecanlandıran bir stadyum olarak tarihteki yerini alır.
Ancak koltuklarda bilgisayarlara açıklamaları
yazarken sıkıntılar yaşanmıyor değil. Bana
göre burası A Milli Takımımızın oynayacağı
maçlarda ve Avrupa kupası maçlarında gelen
yabancı konuklar fazla olacağı için kullanılmalı.
Bursaspor’un lig maçlarında ise daha küçük
bir basın odası kullanılsa, sanıyorum çok daha
güzel olur.
SEYİRCİ…
Bursaspor’un yeni mabedinde oynadığı ilk
karşılaşmayı yaklaşık 30 bin taraftar giriş
yaparak izledi. Ülke futbolunda tribünlerin
boşaldığı şu dönemde ulaşılan bu rakam
gerçekten çok güzeldi. Haftalar ilerledikçe,
Gerçekten Bursa muhteşem bir eserine kavuştu. Türkiye’nin en modern ve çağdaş stadı
olan Bursa Büyükşehir Stadı birçok milli karşılaşmaya ve UEFA organizasyonlarında birçok
maça mükemmel bir ev sahipliği yapacağına
inanıyorum.
Evet, özetleyecek olursam gerçekten muhteşem bir tesis.
AKUSTİK MUHTEŞEM
Öncelikle bu akustiği hesaplayan ve yapan
mühendisinden tutunda işçisine kadar herkesi
canı yürekten kutluyorum. Burada en büyük
kutlamayı hak eden isimlerinden birisi de
Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Recep
Altepe.
Yapımında emeği geçen GİNTAŞ’a, çalışanlarına, mühendislerine, beton dökeninden
tutun da ince işçiliğini yapan herkesi yürekten
kutluyorum.
Bunlar benim ilk karşılaşma sonrası gözlemlediğim artılar ve eksiklikler böyleydi. Bir
sonraki maçın sorunların daha da çözümlendiği ve taşların yerine oturduğu bir statla
karşılaşacağımdan hiç şüphem yok.
| Ocak 2016 | Sayı 17
55
haber / Hür Düşünce Kulübü; İbrahim Paşa Kültür Merkezi / Metin Önal MENGÜŞOĞLU
Metin Önal MENGÜŞOĞLU
HÜR DÜŞÜNCE KULÜBÜ
psikolojisi veya mağlupluk
haleti ruhiyesi bizi daha da
zorlayacağa benzemektedir.
On beşinci yüz yıl
Osmanlı eserleri arasında
yer alan Mahkeme Hamamı, Bursa Büyükşehir
Belediyesi tarafından restore edilerek 2012 yılında
faaliyete geçirildiğinde
kadınlar bölümü asli işlevine ayrılmış ve BURFAŞ
tarafından hamam olarak
çalıştırılmaya başlanmıştır. Erkekler bölümü ise
Kültür A.Ş. bünyesine
bağlanmış ve yapının
1492’deki inşasına karar
veren İbrahim Paşa’nın
adına izafe edilerek
Kültür Merkezi olarak kullanılmaya başlanmıştır.
İbrahim Paşa Kültür Merkezi’nin otantik salonunda periyodik aktivitelere başladığımız ilk
günden itibaren Bursa’da bir düşünce kulübü
oluşturma heyecanını taşıyorduk. Bizim elbette kendimize mahsus inancımız, düşüncemiz
mevcuttu. Ne var ki salt bizim düşüncelerimizin konuşulduğu, tartışıldığı bir mekân
olmamalıydı burası. Bizim gibi düşünmeyenlerin ötekileştirilmesi doğrusu ne vicdani ne de
ahlaki olurdu. Bu sebeple İbrahim Paşa Kültür
Merkezi’ni “Hür Düşünce Kulübü” adıyla
anmak daha uygun olacaktı…
Geçtiğimiz üç yıl içerisinde İbrahim Paşa Kültür Merkezi öncelikle etkinlik periyodunu hiç
aksatmaksızın disiplin anlamında iyi bir sınav
verdi. Birinci yıl on beş günde bir, sonraki
yıllar ise her hafta Çarşamba akşamları farklı
alanlarda bir düşünce, kültür, sanat etkinliğine sahne oldu. Bu anlamda örnek bir çaba ve
çalışma gerçekleştirildiğini düşünüyoruz.
Bütün dünyanın bilişim ve iletişim alanında
hız çağını yaşadığı şimdiki zaman diliminde, toplumunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde, zamanın, değişim ve
dönüşümün nabzını kendi irademizle tutmak
durumundayız. Hele çeşitli etnik, mezhebi ve
politik sebeplerle düşmanının çoğaldığı bir
56
| Ocak 2016 | Sayı 16
İşte bütün bu sebeplerle
uysallıkla itaatkârlıktan önce,
direnişçi ve dinamik çabalar
bizi beklemektedir. Bunun
en iyi yolu da derin ve doğru
düşünme yöntemlerini öğrenerek, uzun yıllar boyunca
ara verilmiş bulunan üretici
ve varoluşçu eylemleri çoğaltmaktan geçiyor.
Beşeri münasebet ve
muamelelerin en fazla
Müslümanlar tarafından ahlaki
ilkeler gözetilerek sürdürülmesi
bir vecibedir. Başkalarının ne tür
davrandıklarına bakmaksızın,
başkalarının bizim öğretmenimiz
olmadıklarını düşünerek
yaşamak yakışır bize. Öyleyse
ötekileştirmek, özgürlük
sınırlarımızı başkasınınkine
tecavüz boyutunda genişletmek
en çok bize yakışmaz.
dönemde ülkenin aydınları daha bir sorumlu
davranmak, bazen politikacılardan daha fazla
risk almak ve çalışmak durumundadırlar.
Bir vakitler hinterland sınırları Hint kıtasından
Avrupa’ya dayanmış bulunan ve bu sebeple
daima galip bir zihne sahip olan toplumumuz,
bugün maalesef aynı duyguları taşıyamaz
durumdadır. Bir karamsarlık/ kötümserlik
Beşeri münasebet ve muamelelerin en fazla Müslümanlar tarafından ahlaki
ilkeler gözetilerek sürdürülHakan Aydın
mesi bir vecibedir. Başkalarının ne tür davrandıklarına
bakmaksızın, başkalarının bizim öğretmenimiz
olmadıklarını düşünerek yaşamak yakışır bize.
Öyleyse ötekileştirmek, özgürlük sınırlarımızı
başkasınınkine tecavüz boyutunda genişletmek en çok bize yakışmaz.
Böyle düşünerek başlattığımız İbrahim Paşa
Kültür Merkezi programlarında beş ana başlık
seçtik. Güncel sorunlar, düşünce sorunları,
kültür/ medeniyet sorunları, gençlik sorunları
ve sanat/ edebiyat sorunları. Hiç kuşkusuz
tamamen bağımsız daha doğrusu başıboş bir
seçime gitmedik. Özellikle salonumuzu dolduran belli bir birikimi, merakı ve entelektüel
düzeyi yakalamış bulunan izleyici/ dinleyici
kitlemizin uyarılarını da hesaba katarak, davetli tercihinde (elbette kendimizce) bir kalite
çizgisini düşürmemeye çalıştık.
Siyaseti, güncel sorunları konuşur/ tartışırken
aktif politikadan ziyade olayın felsefesi, ilkeleri üzerinde durduk. Kendisini herhangi bir
parti fanatizmine kaptırmış isimlerden uzak
dururken, illa da iktidardaki parti taraftarları
değildi tercihimiz. Güncel sorunlar üzerinde
zihnini yormuş, bu alanda ürünler vermiş
hoca ve aydınları konuk etmeye çalıştık.
Düşünce meseleleri ülkemizde sanıldığından
çok daha düşük düzlemde tartışılmaktadır.
olduğu biliniyor. Sözgelimi Kürtçe edebiyatı
konuşmalıydık, bunu yaptık. Türkçe yazan Ermeni edebiyatçısını ağırladık. Ardından Süryani, Rum, Musevi kökenli olup Türkçe yazan ve
konuşan aydınlarla bir araya gelmeyi, onların
eserlerini, duygu ve düşüncelerini öğrenmeye
çalışacağız.
Mıgırdiç MARGOSYAN
Hem düzeyini yükseltmeye hem de farklı
düşünceler arası ilişkileri geliştirmeye ciddi
ihtiyaç vardır. İnsanların birbirlerini çoğunlukla hiç konuşmadan, anlamadan, dinlemeden suçladıkları bir dünyada yaşamaktayız.
Konuşunca birçok anlaşmazlığın çözüldüğü
görülecektir. Gelin görün ki bir araya gelme
hamlesini herkes ötekine bıraktıkça anlaşma,
birlikte yaşama giderek zorlaşacaktır. Temelde böyle bir amaçla hareket ederek alanında
saygın işler yapmış, eserler vermiş kimselerle
temaslar kurduk.
İbrahim Paşa Kültür Merkezi Bursa’nın kadim
mahallelerinden birisinde, neredeyse tam
merkezinde yer almaktaydı. Çevresinde Kız
Lisesi, Erkek Lisesi, Ticaret Lisesi, Kız Meslek
Lisesi bulunmaktaydı. Pek yakınında ise
Süleyman Çelebi Lisesi ile İpekçilik Anadolu
İmam Hatip Lisesi mevcuttu. Civarda birçok
da irili ufaklı kütüphane, kültür merkezi ve
öğrenci yurdu vardı. Oralardan kimi meraklı kimi de sahiden kültür, sanat, düşünce
sorunlarına susamış genç ve diri bir dinleyici/
izleyici/ katılımcı kesim ihmal edilemezdi. Bu
sebeple önceki yıl Gençlerle Başbaşa, bu yıl
ise Genç Oturum başlığı altında genç izleyicilerimizi alanlarında çalışarak sunum yapmaları
için teşvik ettik. Onlar da aramıza katıldılar.
Bilimsel, kültürel, sanatsal ve edebi pek çok
alanda son derece başarılı sunumlar yaptılar.
Kız Lisesi Edebiyat öğretmeni şair/ yazar
Cevat Akkanat, kültür merkezinin sekretaryasını başarılı biçimde götürürken aynı zamanda
ayda bir edebiyatçı hoca, şair veya yazarı
davet ederek onların eserlerinden hazırladığı
sorularla karşılıklı bir diyalog ortamını sürdürdü. Burada da farklı bir formatı denemeye
başladık. Türkçe edebiyatın yerli yazar ve
şairleri yanında yine Türkçe yazan ancak farklı
etnik köken ve dine mensup yazar ve aydınları da konuk ederek yepyeni bir başlangıç
yaptığımızı düşünüyoruz.
Anadolu’da yaşayan, Türkçe konuşan ve
Türkçe yazan bir hayli aydın ve edebiyatçımız
Batılı toplumların Rönesans ve Reform hareketlerine kadar kiliselerin ve din adamlarının
baskısı altında, Engizisyon mahkemelerinde,
Aforoz muamelesine tabi tutulduğu, kadınların türlü sebeplerle cadı sayılarak yakıldığı dönemleri aşıp aydınlanma çağını yakalamaları
çok uzak zamanlara denk düşmüyor. Ne var
ki onların Orta Çağ karanlığından kurtulmalarındaki nedenlerin başında, hür düşünceye
verdikleri önem, felsefi anlamda sorgulamaların çoğalması yatmaktadır. Bizim toplumun
ise askeri, bürokratik ve hukuki vesayetler
altında çok ileriye gidemeyeceği aşikârdı.
Toplumsal anlamda en temel ihtiyaç, körü
körüne inanmalardan da önce sağlam ve
Batı toplumları yalnızca düşünce
kulüpleri değil neredeyse
düşünce laboratuvarları açarak
kendileriyle birlikte öteki
toplumlar hakkında da bilgi
sahibi olmaya, geleceklerini
buna göre inşa etmeye
çalışırken, bizim toplumun
atalarıyla, tarihiyle, geçmişiyle
övünmekten başka marifet
göstermemesi düşünülemez.
Şimdi ve burada bizzat kendi
ellerimiz ve emeğimizle
ürettiklerimizden sorumluyuz.
sahih bir düşünmeydi. Müslümanlar bakımından iman asla bir dogma değildi. Bir
inceleme, araştırma, bilgi, bilinç ve basiret
eylemiydi. Hiç kuşkusuz çok köklü bir geçmişi
ve geleneği bulunan bir toplum içerisinde
yaşıyoruz. Ne var ki gelenek, sorgulanamaz
sanılmaya başladığında toplum fanatizmin
eşiğine gelmiş demektir. Gelenek elbette
toplumsal bir hazinedir. Ne var ki hazineler
genellikle toprak altında kalmıştır. Değerlerin
üzerindeki sıradan çer çöpü de hazineden
Muhsin KIZILKAYA
saymamak için onları değerlerin üzerinden
özenle kaldırıp bir kenara atmak gerekmektedir. Sorgulamayı bırakan toplumlar fanatik
toplumlardır. Onlar statik ve durgun olmaya,
başıboş oturmaya kendilerini kendi elleriyle
mahkûm etmişlerdir.
Batı toplumları yalnızca düşünce kulüpleri değil neredeyse düşünce laboratuvarları açarak
kendileriyle birlikte öteki toplumlar hakkında
da bilgi sahibi olmaya, geleceklerini buna
göre inşa etmeye çalışırken, bizim toplumun
atalarıyla, tarihiyle, geçmişiyle övünmekten
başka marifet göstermemesi düşünülemez.
Şimdi ve burada bizzat kendi ellerimiz ve
emeğimizle ürettiklerimizden sorumluyuz.
Artık bütün şehirlerimizde, kasabalarımızda,
hatta mahallelerimizde bile düşünce üreten
birimlere ciddi ihtiyacımız bulunmaktadır. Hiç
konuşmayan, hiç düşünmeyen, hiç üretmeyen ve hiç yaratmayan toplumlar belki hiç
yanılmazlar. Ne var ki konuşan, düşünen,
üreten ve yaratanların kölesi, esiri olmaktan
kurtulamazlar. Yerli, kendimize mahsus bir
düşünce ve inanış sahibi olmak, sorunlara
evrensel bakabilmenin de ön şartıdır. Bunun
gelecek kuşaklarda daha zengin bir dile, kültür ve medeniyete dönüşerek bütün insanlığa
güzel ahlak modelleri, vicdan ilkeleri sunabilmesi için ilk adım yine düşüncenin önündeki
barikatları kaldırmaktan geçer. Düşünceyi
terk eden toplumlar ve bireyler düşünenlerin
mahkûmu ve mağlubu olurlar.
Afro-Amerikan kültürünün ilk lideri Martin
Luther King “I have a dream.” yani “Bir rüyam, bir hayalim var.” derken günün birinde
siyah derililerin Amerika’daki beyazların
haklarına aynen sahip olacağına dair özlemini
dile getirirmiş. Benim özlemim ve hayalim
de Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.
bünyesindeki İbrahim Paşa Kültür Merkezi’nin
ileride bir Özgür Düşünce Okulu biçiminde
hatırlanmasıdır.
| Ocak 2016 | Sayı 17
57
araştırma / Bursa’nın Kültürtarihini Aydınlatanlar-1 M. Şemseddin Ulusoy / Prof. Dr. Mustafa KARA
Prof. Dr. Mustafa KARA
BURSA’NIN KÜLTÜR TARİHİNİ AYDINLATANLAR-1
M. ŞEMSEDDİN ULUSOY
2016, Bursa’nın fethinin 690. yılı. Dolayısıyla yaklaşık yedi yüz yıldan beri bu şehirde
ve bu şehirle ilgili kaleme alınan her eser
konumuzu ilgilendirmektedir.
Bu şehrin siyasî, iktisadî, askerî, ilmî, dinî,
bediî hayatı kültür tarihini oluşturmaktadır.
Yüzlerce alim, arif ve sanatkar bu hayata
katkıda bulunmuş, emek ve omuz vermiştir.
Kimi yazarak çizerek, kimi konuşarak kimi de
icra ederek bu kutlu kervana katılmıştır.
XX. Yüzyılda yaşayanların kaleme aldığı eserler ise bir nevi “icmal” olmuş, daha önceki
yıllarda yazılan eserlerle yollarını aydınlatanlar, zincire yeni halkalar ilave etmişlerdir. Bu
noktada öne çıkan üç isim şunlardır:
1. M. Şemseddin Ulusoy
2. Kâmil Kepecioğlu
3. Kâzım Baykal
2016, aynı zamanda Mehmet Şemseddin
Efendi’nin vefatının 80. yılı. İlk olarak O’nun
vefatından hemen sonra kaleme alınan bir
yazıyı aktarıyoruz. O’nu bizzat tanıyan bir
gazetecinin tesbitlerini naklederek onu tanımaya çalışacağız. Parantez içi açıklamalar ve
dibnotlar bize aittir.
M. ŞEMSEDDİN ULUSOY
Rıza Rûşen Yücer1
Mehmet Şemsettin Ulusoy’u herkes ‘Mısrî
Tekkesi Şeyhi’ olarak tanır. Ben onu şeyh iken
tanımadım. Gerçi kendisi bir tekkenin şeyhliğini yapıyordu. Fakat bu nihayet babasından
kalma bir mirasın muhafazasından başka bir
şey değildi.
Rahmetli ile tanışmamız bir kavga ile başlamıştır. Tekkelerin kapatıldığı seneydi. Buralardaki bütün kitapların Maarife(Millî Eğitim
Bakanlığına) devredilmesi hakkında bir karar
çıkmıştı. Mısrî tekkesinde birçok kıymetli kitap
bulunduğunu ve şeyhin bunları sakladığını
bize haber verdiler.
O vakit Arkadaş2 gazetesini çıkarıyordum.
Gazeteye, Mısrî Tekkesi şeyhine çatan bir yazı
koyduk. Bize cevap verdi. Kitapların şahsî malı
olduğunu bildirdi. Tekrar hücum ettik. Beni
ziyarete geldi ve bu çatışmadan bir tanışma
doğdu. Aramızda kurulan ahbaplık gün geçtikçe kuvvetlendi!
Halkevindeki tarih çalışmalarına kadar o, daha
ziyade kendi kendine yaşayan münzevî bir
kitap meraklısı idi. Köşesine çekilir, okur ve
yazardı. Ziyaret edilmekten pek hoşlanırdı.
Bursa tarihi üzerindeki derin bilgisi alakalıların
malumu olduğundan ara sıra Bursa’ya gelen
Halil Ethem, Nüzhet Sabit gibi değerli zevat
ziyaretine giderlerdi.
Mehmet Şemsettin Ulusoy nev i şahsına
münhasır, cidden orijinal bir tip olarak yaşamıştır. O kadar ki Bursa’ya Piyerloti zihniyetiyle gelen ecnebiler O’nu, şark dekorları için
bir motif halinde gördüklerinden fotoğrafını
çekerlerdi!
Klasik bilginler gibi her şeyi ince eleyip sık
dokur, fakat bir defa da kanaat getirdi mi,
fikir ve mütalaasından kolay kolay dönmezdi.
İtikatlarında olduğu kadar itiyatlarında(alışkanlıklarında) da muhafazakârdı. Mesaha
mikyası(uzunluk ölçüsü) olarak hiçbir zaman
metreyi kullandığını görmedim. Daima adımı(adımlayarak ölçmeyi) tercih ederdi. Niçin
böyle yaptığını sorduğum vakit bana:
- Ayaklarıma daha çok itimadım var da ondan, diye cevap vermişti.
Onun için gelişigüzel neşriyata, tarih kitaplarındaki mürettip ve müellif hatalarına çok
sinirlenirdi. Bu asabiyet O’na Mi’yar-ı Şemsî
isimli eseri yazdırmıştı.
Mi’yar-ı Şemsî’nin bir kısmını bizim Yeni Fikir3
1 Şemseddin Mısrî’nin vefatından sonra yayınlanan bu ilk yazı Bursa ve İstanbul’da gazetecilik yapan Rıza R.Yücer tarafından kaleme alınmıştır. Bursa’da yayınlanan Yeni Fikir ve Arkadaş gibi
gazetelerde Halkevi’nin yayın organı Türkün/Uludağ dergilerinde yazıları çıkan Yücer 1959 yılında İstanbul’da vefat etmiştir. Bk. Bursa Ansiklopedisi, hzn. Yılmaz Akkılıç, c. IV, s. 1757.
2 02.08.1922 günü yayın hayatına başlayan haftalık siyasi gazete, sahibi Salih Münir, başyazarı Rıza Ruşen.
3 1925’te Bursa’da yayınlanan Yeni Fikir gazetesinin sahibi Mehmet Süreyya, yazı işleri müdürü Rıza Ruşen.
58
| Ocak 2016 | Sayı 16
ve takdirle karşılamamak ve bunların bugün
de yarın da Bursa tarihi için çok değerli unsurlar halinde her vakit işimize yarayacağını
teslim etmemek mümkün değildir.
gazetesinde neşretmiştik. Bu neşriyat gazetenin kapandığı güne kadar sürdü. Titizliğini
bildiğim için eski harflerle yazdığı müsveddeleri elimle yeni harflere çevirir, matbaaya öyle
gönderirdim. Bu harekete hem üzülür hem de
memnun olurdu. Gariptir ki son günlere kadar
ben bu yazı silsilesine “Tarih Yanlışlıkları”
başlığını koyduğum halde O, her müsvedde
getirişinde üzerine daima Mi’yar-ı Şemsî terkibini koymaktan bir türlü vazgeçmedi!
Kitabedeki tarihin seb’a mı yok tis’a mı (yedi
mi dokuz mu) olduğunu anlamak için, o ihtiyarlığında hiç üşenmeden tâ Yıldırım Camiine
kadar birkaç sefer gittiğini hiç unutmam.
Kendisi yanlış yapmaktan çok çekindiği için,
tarih yanlışı yapanları affetmez, kendine mahsus üslubu ile ağır tenkitlerde bulunurdu.
Şemsettin Ulusoy, çok okuryazar bir münevver olduğu halde Yâdigâr-ı Şemsî’nin
bir kısmından başka hiçbir eserini bastıramamıştır. Halbuki, her müellif gibi onun da
en büyük emeli yıllarca göz nuru dökerek
meydana getirdiği eserlerini basılmış
görmekti. Fakat daima para sıkıntısı ‘Canlı
Bursa tarihi’ diye anılan merhumun yakasını hiçbir vakit bırakmamıştı.4 Talihin garip
cilvelerinden biri olarak O’nun altmış lira
ücretle Evkaf sicillerini tetkike(Vakıf belgelerini incelemeye) memur edildiğini bildiren
emir Bursa’ya geldiği gün o, İstanbul’da gözlerini ebediyen kapamış bulunuyordu.
En çok önem ve emek verdiği Diyar-ı Şemsî
namında Bursa tarihine ait sekiz yüz küsür
sahifeli eserini geçen kış bitirmiş, bastırılmasını temin için Halkevine vermişti. Kitap Maarif
Vekaleti’ne gönderildi. Fakat gelen cevapta
‘Şimdilik bu arzunun yerine getirilmesinin
mümkün olmadığı’ bildirildi.
Bunun sebebi -bence- Şemsettin Ulusoy’un
tarih hakkındaki bilgisinin ilmî bir metoda uygun bulunmayışı olsa gerektir. Bununla beraber O’nun Bursa hakkındaki bilgilerini hayret
Halkevimizin bu kitaplarla meşgul olmasını
bilhassa Medâr-ı Şemsî, Devvâr-ı Şemsî,
İntizâr-ı Şemsî, Gamhâr-ı Şemsî, Ezhâr-ı Şemsî, İtimâr-ı Şemsî, Karâr-ı Şemsî gibi bugün
meraklısı da toplayıcısı da azalan mevzulara
dair eserlerinin birbirini tamamlayan kısımlardan mükerrep bir kitap halinde basılması için
himmet sarf edilmesini gerçekten temenni
etmeliyiz. Bu teşebbüs sadece merhumun
ruhunu şad etmek gibi kuru bir hayır işi değil,
Bursa tarihinin çok lüzumlu sahifelerini kaybetmemek bakımından bizim için çok yerinde
bir kültür borcudur.5
Şemsettin Ulusoy’un kitapları ile kısa bir
hal tercümesini Gülzâr-ı Mısrî isimli eserinden alarak buraya geçiyorum: 1287 (1867)
tarihinde Bursa’da doğdu. İzmir ve Bursa’da
tahsilden sonra babasından hususî dersler
aldı. Vergi, Nüfus, Yabancı Komisyonu gibi
vazifelerde bulundu ve babasının vefatı üzerine Mısrî Tekkesine şeyh oldu ve Pınarbaşı’ndaki İzzettin Camii’nin hitabet (Cuma günleri
hutbe okuma) vazifesini elli yıldan fazla bir
zaman ifa etti.
Boş vakitlerinde Şeyh Vahyî’den akaid ve
tasavvuf okudu. Sonra fennî ilimlere bu arada
tarihî konuları merak ett ve bu meslek üzerinde hayatının sonuna kadar çalışarak birçok
eserler meydana getirdi.
7 Nisan 1327’de ilk teşkil olunan Tarih Encümeni’ne aza tayin edildi. Meclis-i Meşayıh, Donanma Cemiyeti, Cihat Komisyonu
azalıklarında bulundu. Bir aralık kütüphaneleri
tasnife ve 1927’de de kütüphaneleri teftiş ve
tetkike memur edildi. 1932’de Halkevi’nde
Tarih Komitesi’nde çalıştı.
Dört ay evvel tedavi için gittiği İstanbul’da
69 yaşında olduğu halde 9 Teşrinievvel 1936
Cuma günü vefat ederek Merkez Efendi kabristanına gömüldü.
Eserleri
•
Gülzâr-ı Mısrî-Yadigâr-ı Şemsettin: Üç
kısımdı. Birincisi Mısrî tekkesinden ikincisi
Bursa’daki tekkelerin inşasından itibaren
şeyhlerin hal tercümelerinden (yarısı
basılmıştır) üçüncü kısım ise tekkesi olmayan hulefanın -Gülzâr-ı urefanın te’lif
tarihi olan 1263(1847) den sonra tarihe
geçmeyen- ulema, şuara ve bazı eşrafın
hal tercümelerinden bahseder.
•
Bergüzâr-ı Şemsî: Muhtelif zamanlarda
yazdığı makaleler.
•
İhtiyâr-ı Şemsî: Eski şairlerin seçme
şiirleri.
•
Ezhâr-ı Şemsî: Bursalı ve Bursa’ua mensup şairler.
•
Mi’yâr-ı Şemsî: Tarih kitaplarındaki yanlışlar hakkında.
•
Güftar-ı ve Eş’âr-ı Şemsî: Kendi manzum
sözleri.
•
İtimâr-ı Şemsî: Ulucami içindeki yazıların
tarihçesi.
•
Karâr-ı Şemsî: Bursa’da yatan meşahir
hakkında bibliyografi.
•
İhtâr-ı Şemsî: Eski devirle yeni devri
mukayese.
•
Iztırâr-ı Şemsî: içtimai bazı tenkitler.
•
Dildâr-ı Şemsî: Seyahat notları.
•
Medâr-ı Şemsî: Bursa camileri ve kitabeleri.
•
Devvâr-ı Şemsî: Bursa medreseleri.
•
İntizâr-ı Şemsî: Bursa’ya ait batıl itikatlar
ve hurafeler.
•
Miyâr-ı Şemsî: Bazı zevat için söylediği
tarihler.
•
Gamhâr-ı Şemsî: Bursa’ya ait hikaye ve
fıkralar.
•
Diyâr- Şemsî: Bursa tarihine ait 800
küsür sahifelik tarih.
•
Ebrâr-ı Şemsî: Mevlüd, mi’raciye vesair
hakkında.
•
İ’tisâr-ı Şemsî: Akl-ı Selim namıyla çıkan
kitaba cevap.6
4 Bu mühim eseri müellifin vefatından 60 sene sonra yayınlayabildik: Bursa Dergâhları, Bursa 1997.
5 Yâdigâr-ı Şemsî’den başka Şemseddin Efendi’nin hatıra ve seyahatlerini anlattığı Dildâr-ı Şemsî, Niyazî-i Mısrî’nin İzinde Bir Ömür Seyahat adıyla 2010’da, Mevlid’i ise 2008’de yayınlanmıştır.
Diğer eserleri yayınlamak kimin görevidir?
6 Türkün Bursa Halkevi Dergisi, sy. 9, 2 Kanun 1937, s. 38-41.
| Ocak 2016 | Sayı 17
59
araştırma / Menkıbelerle Ulucami / Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL
Menkıbelerle
Ulucami*
60
| Ocak 2016 | Sayı 16
Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL
Fotoğraflar : İzzet Keribar
Biz bu araştırmada millî tarihimizde “Bursa’nın Kalbi” olarak bilinen, sadece Türkiye’de
değil, özellikle Balkanlarda akraba toplulukları
arasında, Kafkas’larda Türk cumhuriyetlerinde, hatta tüm Avrupa’da ve dünyada haklı
bir şöhrete sahip olan Ulucami çevresinde
zaman içinde oluşan ve günümüzde de eklenerek anlatımı sürdürülen bazı menkıbeleri
aktarmayı düşünüyoruz.
ULUCAMİİ’NİN İNŞASINA
KARAR VERİLMESİ
Batı minaresinin dış yüzünde mermer taşa
yazılmış olan kitâbe ile minber kapısının
üstündeki ceviz oyma kitâbeden anlaşıldığına
göre Bursa Ulucami’nin inşası, Yıldırım Bayezid’in (ö. 1403) emriyle 802 (1399) tarihinde
tamamlanmıştır.1
Ulucami’nin inşasına başlanmasıyla ilgili menkıbevî anlatım ise şöyledir:
Yıldırım Bayezid, Niğbolu Savaşı’ndan (25
Eylül 1396) önce, düşmana karşı zafer kazandığı takdirde Allah’a şükür niyetiyle yirmi adet
cami yaptıracağına söz vermişti, yani bir çeşit
adak adamıştı.
Allah’ın lütfuyla Niğbolu Savaşı’nda zafer
kazanılınca Bursa’ya döndüğünde söz konusu
yirmi adet cami meselesini devrin ünlü âlim
ve mutasavvıflarından damadı Emir Sultan’a
iletti. Yapılan istişare sonunda Emir Sultan
(ö.1429), Yıldırım’a, yirmi cami yerine yirmi
kubbeli büyük bir cami yapılması durumunda verilen sözün yerine getirilmiş olacağını
söyledi.
Bunun üzerine Cami-i Kebîr (Ulucami) yapılmasına karar verildi.2
1 Kâzım Baykal, Bursa’da Ulucami, (Hakimiyet Matbaası,
Bursa 1989, 2. baskı), s. 16-19. Kitâbeler için bk. Şekil,
8, 9. Aynı kaynak, s. 17; M. Asım Yediyıldız, Bir Mabedin
Serüveni:Bursa Ulucami, Emin Yayınları, İstanbul 2010, s. 22.
2 Baykal, a.g.e., s. 21.
| Ocak 2016 | Sayı 17
61
araştırma / Menkıbelerle Ulucami / Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL
FARKLI BİR ANLATIM
Baldırzâde Selîsî Şeyh Mehmed (ö. 1650),
Bursa’da defnolunmuş din ve devlet büyüklerini ele aldığı Bursa Vefeyatnâmesi’nde bu
konuda farklı anlatıma yer verir:
Buna göre güya Yıldırım, bir sefer dönüşünde
elde edilen ganimetten Emir Sultan Hazretlerine pay ayırıp vermek istemişse de o buna
teşekkür ederek “Bir cami yaptırınız, biz de
sevabına hissedar olalım!” cevabını vermiş3.
Baldırzâde’ye göre, Ulucamii’nin yapılma
düşüncesi böyle doğmuş.
BU GÖRÜŞ PARALELİNDE
BİR MENKIBE
Tabii ki bu anlatımda padişahın bir seferini
müteâkip elde edilen ganimetten Emîr Sultan
Hazretlerine hisse ayrılması meselesi, bir
başka menkıbeye dayandırılır. Bilindiği gibi
Emir Sultan Hazretleri Bursa’da Yıldırım’ın kızı
Hundi Hatun’la evlendiğinde nikâhı devrin
ünlü âlimlerinden ve Osmanlı Devleti’nin ilk
Şeyhülislâm’ı4 unvanını taşıyan Molla Fenarî
(ö. 1430) akdetmişti.
Öyle anlaşılıyor ki, Yıldırım o sırada Balkanlarda seferde olduğu için muvâfakatı alınamamış ve bu yüzden de aralarında bir gerilim
doğmuştu. İşte, söz konusu bu gerilimin
oluştuğu günlerde Osmanlı ordusu bir kaleyi
kuşatmıştı. Kale duvarları bir türlü aşılamıyor,
kale kapısı da açılamıyordu. Sultan ve askerler
darda kalmıştı. Kuşatmanın hayli uzadığı bir
sırada kale kapısını içten bir dervişin açtığı
görüldü. Derviş, “…Feth u nusret, guzâtı müslimînindir” diye seslenerek müjde
veriyordu.5 Onu duyanlar duymuş, görenler
görmüştü. Zafer elde edilip de ordunun ileri
gelenleri Sultan’ın çevresinde toplanınca kale
kapısını açan kişi gözden kaybolmuş, ısrarlı
aramalara rağmen de bulunamamıştı. Ne
var ki, Yıldırım, zafer ve fütûhâtla Bursa’ya
döndüğünde vaktiyle kale kapısını açan derviş
3 Baldırzâde, Vefeyatnâme, (Süleymaniye Kütüphânesi, Esad Efendi, no: 13819), yp. 11 b.; Baldırzâde Selîsî Şeyh Mehmed, Ravza-i Evliyâ, (hzr. Mefail Hızlı-Murat Yurtsever, Arasta Yayınları, Bursa
2000), s. 80.
4 Bk. Müstakimzade Süleyman Saadeddin, Devhatü’l-Meşâyih-Osmanlı Şeyhulislâmlarının Biyografileri, Tıpkı Baskı, Çağrı Yayınları, İstanbul 1978, s. 3-5.
5 Baldırzâde, Ravza-i Evliyâ, s. 80.
62
| Ocak 2016 | Sayı 16
de onu karşılayanlar arasında idi ve o derviş,
Emir Sultan’dı.
İşte, Yıldırım’ın, Emir Sultan için ganimetten
pay ayırmayı düşünmesinin sebebi buydu.
Menkıbenin devamına göre, Emir Sultan
Hazretleri, ganimetten payına düşen miktarın yapılacak güzel bir camiye harcanması
durumunda “ed-dâllü ale’l-hayri kefâilihi: Bir
hayra vesile olan o hayrı işlemiş gibi sevap
elde eder fehvâsınca sevabına ortak olmayı
umduğunu” ifade eder.6
ULUCAMİ’NİN YERİ
Ulucami menkıbeleri, bir zincirin birbirini
tamamlayan halkaları gibi devam eder:
Bir şekilde yirmi kubbeli bir cami yapımına
karar verildikten sonra ilgililer caminin nerede
yapılacağı üzerinde düşünmeye başlarlar. Bu
hususta araştırmalar yapılırken Emir Sultan
Hazretleri rüyasında manevî bir varlığın cami
yerini parmağıyla çizerek işaret ettiğini görür,
sabahleyin oraya bakınca çizilen yerde çimen
bittiğine şahit olur, daha sonra burası padişaha da gösterilir, o da yeri beğenince cami
inşaatına başlanır.7
dırım’ın yanına gider ve “Hak Teâlâ tarafından
Ulucami’ni inşa etmek işaret olundu, ecri bol
ola!” diyerek cami inşaatına herhangi bir engel kalmadığını iletir, az sonra kadın da bizzat
Yıldırım’ın huzuruna gelerek cami yapılması
için evini teslim eder.
EKMEKÇİ KOCA’NIN EKMEKLERİ
CAMİDEKİ ŞADIRVAN
Ulucami’nin inşası ve devamında gelişen
olaylarla ilgili pek çok menkıbe nakledilir.
Bunlardan biri de inşaat esnasında Şeyh
Hamîdüddin Aksarayî - Somuncu Baba’nın (ö.
1412) işçiler için fırınında pişirip gönderdiği
ekmeklerle ilgili anlatımdır.
Naklolunur ki, Yıldırım, Bursa’da Ulucami’yi
yapmayı murad ettiğinde tam ortasına isabet
eden mahalde bir hatunun evi olup satın
alınmaya imkân bulunamamıştı. Çünkü kadın
bir türlü satmıyordu. Daha sonra inşaat
tamamlanınca birkaç yıl hatunun evi, caminin
ortasında kaldı. Sonra hatun ölünce ev mirasçılarından satın alındı. Fakat vaktiyle kadının
rızası olmadığı için padişah o kısmın ibadet
yeri olmasını arzu etmeyip, şadırvan yapmayı
tercih etti…9
Fırıncılık yapması itibariyle “Ekmekçi Koca”
olarak da tanınan bu zât-ı muhterem, Ulucami inşaatında çalışan işçiler için hazırlayıp
pişirdiği somunları/ekmekleri merkebine
küfeler içinde yükleyip gönderir, merkepceğiz de bugün halkın ziyaretgâhlarından biri
olmaya devam eden Somuncu Baba fırınının
olduğu yerden inşaat mahalline şaşırmadan
gider, işçiler bunun Ekmekçi Koca’dan geldiğini bilirler, ekmekleri alıp merkebi geri yollarlar,
hayvancağız tekrar fırına geri dönermiş.
Bu rivayet oldukça yaygın olarak anlatılır.
Oysa biz tarihi kaynaklardan, Ulucami’nin
Orhan Gazi Vakfının arazisi üzerinde yapıldığını biliyoruz. Halk muhayyilesi, tarihe böyle
müdahale ediyor; ama ne güzel...
Bu konuya “Bursa’da Ulucami” adlı eserinde
yer veren merhum Kâzım Baykal Hoca, Somuncu Baba’nın Ulucami’nin ilk vâiz ve hatîbi
olduğunu belirttikten sonra kendi hayatında
da devam eden bir gözlemini şöyle nakleder:
Senâî’nin naklettiği başka bir menkıbeye
göre ise Ulucamii’nin yaptırılacağı yer tespit
olunur ve içindeki binalar istimlâk edilir.
Fakat bir kadın, “başkaca yerim yok, başımı
nereye sokarım?” diye feryat edince Yıldırım,
meseleyi, Emir Sultan Hazretlerine havale
edip, “himmetinize kalmıştır” der, Emir Sultan
de, “el-umûru merhûnetün bievkatihâ: Her
işin gerçekleşeceği bir vakit vardır” diyerek
sultanı teselli eder.8
O gece, kadın bir rüya görür, rüyasında mahşer günü olmuş, herkes, Hz. Muhammed’den
(s.a.v) şefaat umuyor, onun “Livâü’l-Hamd”
denilen sancağına koşuyormuş, kadın da
aynı sancağa doğru koşmak ister, ama gücü
yetmez. Bu esnada kadın, büyük bir tedirginlik içinde feryada başlar. O sırada bir zebânî
(öteki dünyadaki görevlilerden biri) gelip hâlini sorar, kadın, “Herkes cennete girdi, bense
giremiyo¬rum” cevabını verir. Bunun üzerine
zebânî, “evini Yıldırım’a ver, yoksa inatçılardan olur, cehenneme girersin!” deyince kadın
o esnada uykusundan uyanır ve evinin nur
ile dolduğunu görür. “elhamdülillâh, ben de
cennetlik olmuşum” diyerek huzura kavuşur.
Emir Sultan, o gün, sabahleyin erkenden Yıl6 Baldırzâde,age, s. 80.
7 Baykal, Bursa’da Ulucami, s. 21.
8 Senâî, Menâkıb-ı Emir Sultan, İstanbul 1290, s. 85-87.
| Ocak 2016 | Sayı 17
63
araştırma / Menkıbelerle Ulucami / Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL
Yakın zamanlara kadar Ulucami altındaki
Sahaflar Çarşısı başında “Somuncu Baba’nın
ekmek sattığı yer olduğu rivayet edilen
noktada” çarşı esnafı sabahleyin işe başlamadan önce toplanır, bir dua yaparlar ve sonra
dükkânlarını açarlardı.10
YILDIRIM’LA
EMİR SULTAN’IN SOHBETİ
Halk arasında yaygın söylentiye göre caminin
ibadete açılışından önce Yıldırım ile damadı
Emir Sultan arasında geçtiği söylenen konuşma hayli ilginçtir.
Şöyle ki, Ulucami inşaatı tamamlandıktan
sonra güya Yıldırım, Emir Sultan’ı çağırarak
ibadete açmadan önce mabedin bir eksiği olup olmadığını sorar. Emir Sultan, “Her
bakımdan uygundur, lâkin tek kusuru var,
o da tedarik olunursa mükemmel olur” der.
Yıldırım merakla, “O kusur ve eksik nedir?”
deyince, “Dört tarafına padişah için işretgâh
olmağa dört adet humhâne yapılırsa o zaman
söz konusu eksiklik ortadan kalkar…” cevabını
verir.
Yıldırım bunu oldukça yadırgasa da Emir
Sultan:
- “Niçin taaccüp edersiniz? Bilmez misiniz ki,
mü’minin kalbine Allah’ın nuru tecelli eder
anlayışına göre kalp ilâhî tecelliyâtın aydınlattığı bir yerdir. Esasen yadırganması gereken
husus, sonsuz manevî derinliklere eriştirilen
kalbin günaha bulaştırılması değil midir?”
yorumunu yapar.
İşte bu olaydan sonra Yıldırım’ın dinî açıdan
hatalarına tövbe ettiği ve noksanlarını ikmâle
çalıştığı, beş vakit namaza müdâvemet ettiği
söylenir.11
Böyle bir konuşmanın cereyan edip etmediği
bir yana bu menkıbenin üç şeye işaret ettiği
düşünülebilir:
Birincisi, Emir Sultan gibi üstün kişilikli bilim
ve tasavvuf büyüklerinin dine ve töreye
uymayan bir şeyi herhangi bir saray mensubunda bile görseler “emri bi’l-mârûf nehyi
ani’l-münker: iyiliği yayıp kötülüğe engel
olma” kuralı gereğince eleştirmekten ve uyarmaktan çekinmemeleri.
İkincisi, devlet adamlarının bu tür uyarıları
olgunlukla karşılayabilmeleri.
Üçüncüsü de bu uyarıların o dönemin sosyal
hayatında birtakım olumsuzluklara işaret
9 Taşköprüzâde, M. Kemâlüddin, Tarîh-i Sâf - Tuhfetü’l-Ahbâb, İstanbul 1287, s. 33; İsmail Hami Danişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1971, I, 196.
10 Kâzım Baykal, Bursa’da Ulucami, s. 37.
64
| Ocak 2016 | Sayı 16
ediyor olması.
Bu sonuncu tespiti ele alırsak o dönemde Yıldırım’ın Sırp asıllı eşi Despina ve Sırp
kayın biraderleri kanalıyla saray çevresine
bazı müskirat alışkanlıklarının sızmış olduğu,
ayrıca, mahkemelerdeki uygulamalarda temel
değerler hilâfına bozulmalar olduğu gözlemler
olarak kaynaklarda nakledilir.
İlk dönem tarihçilerinin savaş mağlubu olan
padişahların yenilgisine sosyal hayattaki
bazı bozulmaları ortak etme çabalarının da
böyle menkıbelerin çıkmasında etkili olduğu
söylenmektedir. Çünkü eski devirler itibariyle
kamuoyu, padişahların yenilgisini hazmedememekte, yenilgiyi onların şahıslarıyla kayıtlı
saymamakta, yenilginin arkasında dînî - ictimaî sebepler aramaktadır.
ULUCAMİİ’NİN İBADETE AÇILIŞI
Caminin ibadete açılışı ile ilgili menkıbevî
anlatıma göre tekrar Somuncu Baba’ya dönmemiz gerekiyor.
Şöyle ki, kaynaklarda belirtildiğine ve halk
arasında hâlen yaygın olan söylentiye göre
Yıldırım, Ulucamii’nin açılışı esnasında, vaazın
verilmesini, hutbenin irâdını ve cuma na¬mazının kıldırılmasını Emir Sultan Hazretlerinden
isterse de o, “Somuncu Baba varken bu iş
bize düşmez” der.
Halk arasında, “erenler gönülden söyleşirler...” şeklinde yaygın bir söz vardır. O
zamana kadar o zatın ilimde derinliğini
Yıldırım dahil kimse bilmezmiş ve meşrebi
icabı kendini gizleyenlerden imiş, fakat bu
durum Emir Sultan’ın malumu imiş… Ulucamii’nin açılışında ilk hutbeyi irad etmek üzere
Somuncu Baba adının öne çıkması görüşüne
Molla Fenarî’nin de iştirak ettiği söylenir.
Demek ki o da Somuncu Baba’yı ilim ve gönül
birikimi ile tanıyordu.
ve kuzey kapılarından çıkan cemaatten her
biri, “Somuncu Baba bizim kapıdan çıktı, onu
yakından görme fırsatını buldum” demiştir…
Somuncu Baba, bunu takip eden günlerde
evinde ziyaretçilerin aşırı hücumuna maruz
kalması üzerine Bursa’yı terk eder ve bir daha
görülmez. Sonraları Aksaray’a yerleşir ve
orada irşad hizmetine başlar…
Hacı Bayram Veli Hazretleri de bu süreçte
onun yetiştirdiği büyük velilerden biri olarak
tarihe geçmiştir.12
Buna göre Emir Sultan Hazretlerinin (ö.
1429) cenaze namazını Bursa’ya gelerek Hacı
Bayram Veli Hazretlerinin kıldırmış olması, bir
tesadüf sayılmamalıdır.
ULUCAMİ MENKIBELERİNE ZEYL
Ulucami menkıbeleri arasında hâlen halk arasında yaygın biçimde anlatılan bir menkıbeden
de bahsetmek uygun olur. Mesela günümüzde
yaygın bir halk telâkkisine göre Ulucami, bir
mabet olarak mübarek olmasının ötesinde
Hızır Aleyhisselâm’ın uğradığı bir yerdir.
Menkıbevî anlatıma göre günün birinde Hızır
Aleyhisselâm Bursa Ulucami’ye uğramış ve
içindeki şadırvandan abdest alarak hırkasını
minberin sağ tarafında kıble duvarındaki meşhur vav harfinin üstüne asmış! Bu
söylentinin etkisinde kalan halktan bazıları
söz konusu vav harfi önünde iki rekât namaz
kılıp dua ederek ihtiyaçlarını Allah’a arzetmeyi
gelenek hâline getirmişlerdir.
Bu geleneğe son zamanlarda sınava girecek
öğrencilerin ve öğrenci yakınlarının orada
namaz kılarak başarı için dua etmeleri de
eklenmiş!
Bayram Sarıcan Beyefendi’den dinlediğim ve
bendenizi çok duygulandıran bir menkıbeye yer vermek istiyorum. Bayram Sarıcan
Beyefendi, Ulucami’de 27 yıl görev yapmış
bir zât-ı muhterem olup ömrü 12 yaşından
itibaren bu ulu mabed çevresinde geçmiş
sayılır. Çünkü hafızlığını Ulucami’de yapmış
daha sonra medrese müderrisi olarak vaktiyle
vazife yapmış muhterem şahsiyetlerden Akaid, Kelâm, Fıkıh gibi İslâmî ilimleri tahsil etmiş.
Görev süresini de sayarsak yarım asırdan
fazla Ulucami içinde bir şekilde bulunmuştur.
Bizzat kendisinden dinledim. Nazif Dayı diye
bir zat varmış, 50 yıl boyunca kayyumluk
görevini yürütmüş, Ulucami’nin temizliği ve
kandilleriyle meşgul olmuş. Birçok hatırası
arasında bir tanesi çok dikkat çekici.
Nazif Dayı’nın anlattığına göre, bir gece
uyanmış ki tüm kandiller yanıyor, üstelik
mihrapta bir imam namaz kıldırıyor ve cami
cemaatle dolu. “Eyvah!” demiş “Herhalde
uyumuş kalmışım! Acaba kandilleri kim yaktı?” Nazif dayı böylesine bir telaşla şaşırmış
vaziyette iken caminin aniden zifiri karanlığa
dönüştüğünü, müşahede ettiği imam ve
cemaatın görünmez olduğunu, henüz ezan
Emir Sultan’ın işareti üzerine Yıldırım Bayezid,
görevi Somuncu Baba’ya verir, Somuncu
Baba, sırrının meydana çıkmasının mahcubiyeti içinde verilen görevi yerine getirir.
Gerçekten de Somuncu Baba, fevkalâde etkili
bir hutbe okuyarak gönülleri fetheder... O
gün insanlar onun bir kerametine de şahit
olurlar...
Şöyle ki, gözler hep Somuncu Baba’nın
üstündedir, herkes onu daha yakından
görmek istemektedir... Caminin doğu, batı
11 Taşköprüzâde M. Kemâlüddin, Tarîh-i Sâf -Tuhfetü’l-Ahbâb, s. 33; İ. Hami Danişment, Osmanlı Tarihi Kronoloijsi, I, 196; Farklı bir kaynaktan nakil için bk. Yediyıldız, Bir Mabedin Serüveni, s. 31
12 Bkz. Âşıkpaşazâde Tarihi, İstanbul 1332, s. 201; İsmail Beliğ, Güldeste-i Riyâz-ı İrfân, Bursa 1287, s. 27; Terceme-i Şekâik, (mtc. Mecdi Efendi, İstanbul 1920), s. 75; Baykal, Bursa’da Ulucami, s.
21; Mehmed Ali Aynî, Hacı Bayram Veli, İstanbul 1343, s. 65 - 67.
| Ocak 2016 | Sayı 17
65
araştırma / Menkıbelerle Ulucami / Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL
vaktine de zaman olduğunu fark etmiş, gördüklerinden hayretler içinde kalmış!
Kimbilir kandilleri kimler yakmıştı? Mihraptaki
imam kimdi? Camiyi doldurmuş olan cemaatı
kimler oluşturuyordu?
Böyle durumlarda İslâm âlimleri şöyle diyorlar:
“Allâhu a’lem bi’s-savâb: İşin doğrusunu Allah
bilir.”
BİR DEĞERLENDİRME
Nakledilen menkıbelerden kimileri cami inşaatının yapılış süreciyle ilgili, kimileri camiye artı
bir değer yükleme, halk nezdindeki manevî
kıymetini artırma, kimileri devrin padişahının otoritesi ve tesirini yansıtma, kimileri o
devirlerde üst yönetime yakın çevrede yer
alan bilim ve tasavvuf adamlarının manevî
mertebelerinin yüksekliğini ifade, kimileri
üst değerlerde bütünleşmenin yararlarına,
kimileri de idarî hayattaki zaafiyetin toplumsal hayata olumsuz yansımalarına ve insan
haklarına saygıya işaret amacını gütmektedir.
Bu menkıbelerin çıkış ve yüz yıllar içindeki anlatılış biçimi sosyo-kültürel açıdan ele alındığı
ve sosyal psikoloji uzmanlarınca yorumlandığı
takdirde bunların kamuoyu üzerindeki etkileri
daha net bir biçimde ortaya çıkabileceği gibi
tarihî hadiselerin karanlıkta kalmış bazı kısımlarına da ışık tutabilir.
Özellikle günümüzde Bursa’nın yerlisi olanlar
veya dışarıdan gelip Bursa’ya yerleşmiş olanlardan çoğu bu menkıbeleri bilirler, anlatırlar.
Bu menkıbeler nesilden nesile, kuşaktan kuşağa daha ziyade şifahî anlatımla intikal eder.
Keza günümüzde Ulucami civarındaki iş hanlarında, Kapalı Çarşı’da ve diğer iş merkezlerinde ticaretle iştiğal eden esnaf, sanatkâr ve
ticaret erbabının çoğu, gündüzün iki vaktini
(öğle ve ikindi namazını), en azından bu iki
vakitten birini mümkün mertebe cemaatle
Ulucami’de kılmaya özen gösterirler. Ulucami
çevresinde oluşmuş bu önemli gelenek, asırların ötesinden sürüp gelmektedir. Dolayısıyla
bu kabil ulucamilerin, insanları ibadete özendiren bir fonksiyonları da vardır.
Şüphesiz “Her cami, Beytullah’tan bir
şubedir” fehvasınca camiler arasında ayrım
yapmak, fark gözetmek doğru değildir. Daha
çok sevap ümidiyle meşakkatli yolculukların
ziyaret ve ibadet için göze alınacağı üç mescid, “Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî, Mescid-i
Aksâ” olarak hadis-i Nebevî’de bildirilmiştir.
Diğer camiler arasında ibadette daha çok
66
| Ocak 2016 | Sayı 16
sevap elde edebilme bakımından fark gözetilmez. Ama büyüklerin, âlimlerin, fâzılların,
sâlihlerin, sıddîkların gelip geçtiği, hizmet
verdiği camileri ziyaret de geçmiş büyüklerin
hizmetlerini hatırlayarak vefakâr davranma
açısından müstahsen/güzel görülmüştür.
Bu anlayışın bir uzantısı olarak son yıllarda
özellikle Ulucami’ine ramazan aylarında dışarıdan da ziyaretçilerin geldiği gözlenmektedir.
Bu anlamda Ulucami, Bursa’ya gezi amaçlı
olarak dışarıdan gelenlerin ziyaret edeceği
mekânlar arasında önemli bir uğrak yeridir.
Bu dün, böyle idi. Bugün de böyledir. Bu
insanlar, Emir Sultan’ları, Somuncu Baba’ları,
Üftâde’leri, Molla Fenarî’leri, Süleyman Çelebi’leri, İsmail Hakkı Bursevî’leri bu mabette
hayal ediyorlar… Onların hizmetlerinin geçtiği
bu kabil mabetleri önemsiyorlar ve böyle
mekânlarda ibadet etmekten ayrı bir manevî
haz alıyorlar.
ULUCAMİİ’NİN İHTİŞAMI
Câmi-i Kebîr’in menkıbelerle anlatıldığı bu
çalışmayı eski dönem eserlerinde yer alan
tasvîrî anlatımlardan bir demetle sonlandırmak uygun olacaktır.
Tarih boyunca Bursa’yı ve Bursa’da medfun
din ve devlet büyüklerini anlatan Vefeyatnâme türü kitaplarda Ulucami ile ilgili, menkıbelere yer verildiği gibi, mabedin ihtişamı da
dile getirilmiştir ki, incelendiğinde bunların da
adeta menkıbevî tasvirler olduğu gözden kaçmaz. Meselâ, Baldırzâde Selîsî Şeyh Mehmed,
Vefeyatnâmesi’nde cami içindeki direkleri
tasvir amacıyla,
“Ol direklerle çok şeref bulmuş
Göğe nûru direk direk olmuş!”
derken, minareleri için de “…Kendisi Firdevs-i
a’lâ, minâreleri sidretü’l-müntehâ’dır..” diye
ekliyor. Müellif, mabedin içini tanıtırken,
“Minber-i bülend-pâyesinin ta’rifinde hutabâ-i
menâbir-i belâğât ve beyân âciz ve nâ-tüvân
ve mihrâb-ı zerrîn-i mehâbet-karîninin tavsîfinde eimme-i mehârib-i fesâhat ve tibyân
deng ü hayrândır…” dedikten sonra ortasındaki havuzla ilgili bir güzelleme yapıyor ve
tasvirî anlatımını şöyle tamamlıyor. “ El-hak
bir câmi-i muallâ ki, mâl-i halâl ile binâ olunup bânisi Sultan Yıldırım Hân gibi pâdişâh-ı
zî-şân ve vâzı-ı esâs-ı izzet-mesâsı Hazret-i
Emîr (kuddise sirruhu’l-hatîr) gibi zât-ı âl-işân
ve hatîb-i mukaddem ü vâ’iz-i mükerremi
Şeyh Hamîd-i Kayserî gibi kutb-i cihân ola,
her ne kadar tavsif olunsa kemâ yenbağî
ta’rif olunmağa mecâl muhâl ve adîmü’l-ihtimâldir…”13
Bu yazıyı Baldırzâde - Selîsî Şeyh Mehmed’in
bir duasıyla tamamlayalım;
“Câmi’un kad ‘alet mebânîhi
Nevverallâhu kabra bânîhi:
Bir cami ki, binası yükselmiştir. Allah, bânisinin kabrini nurlandırsın!”.14
13 Bk. Baldırzâde, Ravza-i Evliyâ, , s. 81.
14 Baldırzâde, age, s. 81.
* Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin ULUCAMİ adlı eserinden alınmıştır.
| Ocak 2016 | Sayı 17
67
haber / Bursa’nın Gelenekselle Geleceğe Yolculuğu / Saffet YILMAZ
Saffet YILMAZ
BBB Basın ve Halkla İlişkiler M.V.
BURSA’NIN
GELENEKSELLE
GELECEĞE
YOLCULUĞU
Kentlerinin geleceğini kurma çabasındaki
günümüzün kent yöneticileri, son yıllarda,
‘kültür mirası’nı başat öge olarak görmeye
başladı. Bu algı, tüm dünyada böyle. Kültür
mirası kavramı artık, kentler için yükselen
değer kabul ediliyor. Bu durum sadece manevi bağlılık veya aidiyet saiklerinden değil,
ekonomik sonuçlar doğuran turizm türleri
içinde kültür turizminin baş sıralara oturmasından kaynaklanıyor. Kültür mirasını ihya
etme çabasındaki ülkeler ve kentler, çeşitli
organizasyonlarla bu miraslarını paylaşma
çabasında. Bu durum; en bilinen, herkesin
görmek istediği Avrupa kentleri için de böyle,
en az bilinen ve hatta şehrin her yanını enerji
borularının sardığı Kazakistan’ın Aktau şehri
için de böyle.
Peki, dünya kentleri böyle bir yola girmişken,
Bursa’nın durumu nasıl, şehrimiz ne yöne
yolculuk ediyor? Gururla söylemek gerekir
ki Bursa, tarihi mirasını ihya etme noktasında iyi durumda. 2000 yılında Tarihi Kentler
Birliği’nin kuruluşuna ev sahipliği yapan,
öncesinde bir grup kent sevdalısının başlattığı Tarih İçinde 85 programlarına kucak
68
| Ocak 2016 | Sayı 16
açan Bursa, bugün çevresindeki pek çok ile
deneyimlerini ihraç eder durumdadır. Sadece
Anadolu kentleri değil, başta Balkanlar olmak
üzere pek çok coğrafyadaki ülkeler de bu
deneyim paylaşım süreci içine girmişlerdir.
Türk soyundan gelen ülkelerin oluşturduğu
Türksoy teşkilatının; Kazakistan’daki, Kırgızistan’daki, Tataristan’daki veya Moğolistan’daki
programlarına Bursa’yı davet edip, buradaki tecrübelerimizi paylaşmamızı istemesi
tesadüf değildir. Bursa’nın, özellikle Orta
Asya ülkelerinin kültür çevrelerindeki algısını
herkesin görmesini isterim. Bu algı kuşkusuz
kendiliğinden oluşmadı. Uygun alanlardaki ısrarlı, kararlı ve kalıcı çabalar, pek çok
coğrafyada Bursa denilince, insanların yeni
birşeyler görmek veya duyma beklentisine
girdiği bir şehir olmamızı sağladı.
somut olmayan kültür mirası ve kırsal mirasını da örnek gösterilir bir hale getirdi. Bunun
sonucunda, Antalya’daki TKB toplantısının
konusu “Kırsal Mimari ve Kırsal Miras: Bursa
Örneği” olarak belirlendi. Toplantıya Bursa
Büyükşehir Belediyesi adına katılan Kent
Müzesi Koordinatörü ve Başkan Danışmanı
Ahmet Erdönmez “köy müzeleri” kavramını,
Kültür ve Turizm Daire Başkanı Aziz Elbas
kırsalda yapılan somut ve somut olmayan
kültür mirası çalışmalarını, bendeniz ise tarihi
mirasın ihyası çalışmalarının tanıtım ve halkla
ilişkiler boyutunu, TKB üyesi belediyelerin
temsilcileri ile paylaşmaya çalıştık. Oturumun
ardından söz alan diğer konuşmacıların Bursa
üzerine kurduğu cümleler ve salondan gelen
sorular, aslında Bursa’nın bu alanda geldiği
durumu gösteriyordu.
Bir süre önce Antalya’da gerçekleştirilen
Tarihi Kentler Birliği(TKB) toplantısı ve Yapeks
fuarı da bu durumun yakın zamanda yaşanan
örneklerinden biri oldu.
Toplantıyla paralel olarak gerçekleşen Yapeks
fuarında Bursa Büyükşehir Belediyesi olarak
açılan stand da katılımcıların yoğun ilgisi ile
karşılaştı. Bursa’nın kırsalından alınıp Antalya’daki fuara taşınan kültür ögeleri izleyenleri
adeta büyüledi.
Tarihi mirası ihya çabalarını önemli bir noktaya getiren Bursa, bir adım daha ileri giderek
Size bu noktada, kırsal mirasımızın tanıtımı
ve günümüz kültür-sanat dünyasına aktarılması amacıyla yaptığımız bir çalışmadan söz
etmek istiyorum. Öncesinde şunu belirtmekte
yarar var; tarihi mirasın ihyası noktasında
olduğu gibi, kırsal miras konusunda da bütün
dünyada bir hareketlenme var. Avrupa Müze
Akademisi, somut olmayan kültür değerlerinin yeni iletişim teknolojileri aracılığı ile kültür
dünyasına kazandırılması noktasındaki projeleri özendirmekte, bu yöndeki çalışmaları
ödüllendirmekte. Bizim bu alanda yaptığımız
“Elimde Sazım Bursa’da Gözüm” projesi bu
yılın başında İtalya’da gerçekleştirilen törende
ödüle değer bulunmuştu. Somut olmayan
kültür mirasımız üzerinden şehrimizi tanıtma
çabası güden bu çalışmamız, sosyal medyaya konulduğu andan sonraki 2 ay içinde 4
milyon izleyiciye ulaşmıştı.
Büyükşehir Belediyesi olarak, bu projeyi bir
adım öteye taşıyacak yeni bir çalışma yaptık
ve ilk kez Antalya’daki toplantıda izleyicilere sunduk. İzleyenlerin tepkisi görülmeye
değerdi.
göstermemiz gerekiyordu. Bursa’nın herhangi
bir köyünde bir çalgı aleti olmadan, su taşıdığı
bakır kabı ters çevirerek çalgı aletine dönüştüren zekânın, aslında yöresel ve bölgesel
bütün müzik tarzlarına yatkınlığını, hatta,
evrensel müzik olarak kabul edilen senfoniyi
de içerisinde barındıran nağmeler mırıldandığını göstermeliydik. Daha da önemlisi; yerel
kabul edilen ve sadece Türk insanına hitap
ettiği düşünülen ezgilerin, doğru bir müzikal
düzenleme ile ele alındıkları takdirde tüm
dünya insanları ve kültürleri açısından da bir
karşılık bulacağını ispat etmeliydik.
Gerçekten zor bir işe soyunduk, ama bugün
elimizde, hem Bursa için çok değerli bir
tanıtım klibi var hem de yerelden evrensele
uzanan müzik eserleri elde ettik. Bursa’nın
kırsalında, Keles’in Gelemiç köyünde sadece
yaşlıların mırıldandığı nağmeler, an oldu Yunan müziğine dönüştü, sirtaki oldu, an oldu
Flamenko oldu, an oldu rack oldu. Yetmedi,
yer yer geleneksel melodisini tekrar eden
eserimiz, an oldu Balkan tınılarına büründü,
Şimdi size bu çalışmanın
hikayesini anlatmak isterim.
Bursa Büyükşehir Belediyesi
bünyesindeki Bursa Araştırmaları Merkezi, 2010 yılında
Bursa’nın başta Dağ yöresi
olmak üzere kırsal bölgelerde başladığı somut olmayan
kültür mirası derleme
çalışmasında çok önemli bir
noktaya geldi. Tespit edilip
envanteri çıkarılan şarkı,
türkü, ninni, mani ve benzeri her türlü kültür mirası
Tarihi Kentler Birliği Antalya Toplantısı
kayıt altına alındı, kitaba
belgesele dönüştürüldü.
an oldu çok sesli müzik oldu, senfoniye döFakat iş burada bitmiyordu, tespit edilen bu
nüştü. Kırsalımızda, özellikle de dağ yöremizkültür değerlerinin, günümüz kültür sanat
de seslendirilen “Bakırım gümlesene çakırım
algıları da dikkate alınarak evrensel hale
dinlesene”, “Öperim kokarım”, “İpeğim” ve
getirilmesi, günümüz kültür sosyal yaşamına
“İki keklik” adlı türküler artık dünya müzikleri
katılması gerekiyordu. Keles’in Kocakovacık,
arasına girdi.
Orhaneli’nin Dağgüney ya da Kemalpaşa’nın
Sincansarnıç köylerinde yaşlıların dilinde
Müzik, bu projenin iki önemli ayağından
dolaşan bu melodiler ancak bu şekilde kırsaldan çıkıp dünyaya açılabilirdi. Yani, kırsalda
ilkiydi. İkinci ve göze-gönüle hitap ettiği için
geleneksel şekliyle çalınıp söylenen melodileçok önemsediğimiz ikinci ayağı ise tanıtım
rin evrensel olarak da çalınıp söylenebilecefilmi boyutu idi. En az 100 noktada inceleme
ğini göstermemiz gerekiyordu. Bunu, Elimde
yapıldı, plan tespitleri için ön çekimler gerçekleştirildi. Ardından asıl çekimlere geçildi ve
Sazım Bursa’da Gözüm çalışmasıyla kısmen
Bursa’nın doğal ve tarihsel güzelliklerini içeyapmıştık ama konuyu bir adım ileri götürmemiz, evrensele nasıl taşıyacağımızı, daha
ren 80 civarında plan çekimi yapıldı. Havadan
ötesi, kültür değerlerimizin aynı zamanda
ve yerden ayrı yapılan çekimler sanatçıyla ve
tüm insanlığın evrensel değeri olduğunu
ritimle birleşti ve ortaya izlediğiniz çalışma
çıktı.
Kamu kurumları benzer işlerini genelde şöyle
yaptırırlar; işe uygun birkaç ajans veya ekip
çağrılır, talep iletilir ve kendilerinden proje
ve bütçe istenir, uygun olanda karar verilir
ve senaryosundan son ürün haline gelmesine kadar tüm aşamalar bir ajans tarafından
hazırlanarak idareye sunulur. Ve idare çalışmanın sahibi olur. İzlediğiniz bu çalışma ise
tümüyle belediye kaynaklarıyla ve belediye
aklıyla yapılmış bir çalışma olması bakımından
dikkate değerdir.
Projenin fitilini ben yaktım, genel anlamda
koordinasyonunu sağlayan da bendenizim.
Fakat, bu çalışmanın arkasında olmazsa
olmaz niteliğindeki iki kişiyi burada takdim
etmek isterim. Çünkü ben olmasaydım kuşkusuz biri düşünür, uygulamak için yol yöntem
arardı ancak o iki kişi olmasaydı bu proje
gerçekten olamazdı.
Müzikal altyapıyı Büyükşehir Belediyesi
Stüdyo Sorumlusu Kurtuluş Gözütok hazırladı.
Aynı zamanda iyi bir müzisyen olan, özgün eserler çalan
ve söyleyen bu arkadaşımız,
ortaya çıkan müzik eserinin tek başına yapımcısıdır.
Çalışma arkadaşım olarak
kendisiyle gurur duyuyor,
böylesine nitelikli bir çalışanı
olduğu için Büyükşehir Belediyemizin çok şanslı olduğunu
düşünüyorum.
Eserin oluşumunda olmazsa
olmaz ikinci kişi H. Mücahit
Pehlivan’dır. Bugüne kadar
pek çok sinema filminin
yapımcılığını üstlenmiş olan
ve sayısız irili ufaklı yapımda imzası bulunan H. Mücahit Pehlivan da
Büyükşehir Belediyesi Basın Halkla İlişkiler
Müdürlüğü çalışanıdır ve kendisiyle gurur duyuyoruz. Aslında bu çalışmanın her aşamasındaki meşakkatle yüzleşen de kendisidir. Israrcı
ve kararlı tutumu ayrıca dikkate değerdir.
Bu iki arkadaşımız için söylenecek çok şey
var ancak şu kadarını söyleyerek tamamlayayım, bu yetenekteki arkadaşlar sadece Bursa
Büyükşehir Belediyesi için değil Bursa için
de şanstırlar; iyi yönlendirilir, önleri açılırsa
Bursa için hayata geçirilecek pek çok projede
kendilerini görmek mümkündür.
Projenin teknik kısımlarını Maydanoz Film
Yapımcılık Şirketi ile çalıştık. Bugüne kadar
başka projeleri de çalışmıştık kendileriyle ve
hepsinden memnunduk ama bu son çalış| Ocak 2016 | Sayı 17
69
haber / Bursa’nın Gelenekselle Geleceğe Yolculuğu / Saffet YILMAZ
mada Maydanoz ekibi de olağanüstü bir
çaba harcadı, özveride bulundu. Kendilerine
şükranlarımızı sunuyoruz.
Yapımı yaklaşık 4 ay süren bu çalışmanın
çok kolay hayata geçmediğini, zorluklardan
oluşan bir hayli anı biriktirdiğimizi de yazmadan geçemeyeceğim. Bir kere, böylesine özel
bir çalışmayı hayata geçirmek için, alanında
yetkin kişi, kurum, sanatçı, ekip vb. unsurlardan yararlanmak, bunların pozitif enerjisini
hazırlanacak projede birleştirmek gerekir.
Biz, kendi içimizdeki ‘uygun/yetkin’ unsurları
tamamladık ama içimizde olamayan ve bu
proje için gerekli olan dış unsurların bir kısmı
ne yazık ki beklediğimiz enerjiyi vermedi. Bile
isteye vermedi. Sadece iki örnek vererek geçmek isterim bu konuyu: Çalışmadaki senfonik
bölümü seslendirmesi ve görüntü vermesi
için Bursa Senfoni’ye başvurduk, Büyükşehir
Belediyesi’nin bu projesini anlatıp, 1 (bir)
dakikayı geçmeyen bu bölüm için işbirliği rica
ettik. İşbirliğinin kapsamı şuydu; müzik içinde
yer alan senfonik bölümü seslendirmelerini ve
klipte yer almalarını rica ettik.
Yanıtları sorularla geldi. İlk soru, ‘bu iş için
ne kadar bütçe ayırdınız’, ikinci soru ‘alaylı
biri senfoninin çalacağı parçayı yazabilir mi?’
şeklinde oldu. Üçüncü ve dördüncü sorular
da benzer içerikli olunca yanlış kapıya başvurduğumuzu anlayıp döndük. Bursa Büyükşehir
Belediyesi’nin yıllardır hiçbir karşılık beklemeden Bursa Senfoni için neler yaptığını, hangi
destekleri ayaklarına serdiğini oradaki ilgilere
anlatma ihtiyacı da duymadık.
70
| Ocak 2016 | Sayı 16
Buruk bir gülümsemeyle hatırladığımız bir
anımız da İznik Roma Tiyatrosu ile ilgili. Takip
edenler hatırlayacaktır, 2014 yılında Büyükşehir’den Bütünşehir’e geçişle birlikte Bursa
Büyükşehir Belediyesi İznik’e özel bir önem
vermeye başladı. Göl içindeki bazilikanın keşfedilmesinden, çini fırınları kazısına, surların
restorasyonundan şehirdeki anıtsal yapılara
kadar pek çok nokta ve mekana el atıldı.
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe,
Kültür Bakanlığı ile bir protokol imzalayarak
ilçedeki tiyatro gibi, çini fırınları gibi, kale
kapıları gibi dev projelerde elini taşın altına
koydu. Yetmedi, kısa aralıklarla İznik’e gitti ve
oradaki yöneticilere, yılan hikayesine dönmüş
olan kazıları hızlandırma konusunda elinden
gelen desteği vereceğini söyledi. O da yetmedi; “İznikli artık bu çalışmaların sonucunu
görmek istiyor, yılda 20 gün kazı yapılan
günler geride kaldı. Çalışmaları bütün bir yıla
yayalım ve ortaya çıkaracağımız mekanları
ilçenin sosyal ve kültürel yaşamına katalım,
İznik halkı bunu bekliyor” diyerek ilçeye verdiği önemi ilan etti.
Biz de bu çabalara bir katkımız olsun düşüncesi ile Gelenekselle Geleceğe projesinde İznik
Roma Tiyatrosu’nu değerlendirmek istedik.
Bu arada belirtmeliyim, İznik’teki Roma
tiyatrosu sadece İznik ve Bursa için değil,
ülkemiz için çok değerli bir yapı. Unik, yani
tek, mimari açıdan Anadolu’da başka örneği
olmayan bir yapı. Sanatçılarla birlikte tiyatronun görüntüsünü çekecektik. 30, bilemedin
40 saniyelik bir bölüm. Adını vermeyeyim,
Büyükşehir Belediyesi ilgili kuruma yazı yazdı,
nezaketen çekim için izin istedi. Gelen yanıt
şöyle; “Tiyatroda kazı yapıldığı için talebiniz
uygun görülmemiştir.”
Kazıyı yapan kim?
Kültür Bakanlığı ve Bursa Büyükşehir Belediyesi.
İzin vermeyen kim?
…
Bir şehrin üst yöneticilerinin tarihe, kültüre ve
sanata önem vermesi, o şehirdeki başka ilgili
kişi ve kurumların da aynı hassasiyeti göstereceği anlamına gelmiyormuş. Mesela bir
şehrin valisinin ta Van’dan Bursa’ya fotoğraf
sanatçısı getirtip şehri fotoğraflatma ve şehirdışı-yurtdışı sergileri ile o şehri tanıtma çabalarına girmesi(Detay gibi görünse de bu çok
özel ve hedefe yönelik bir davranıştır, yakında
duyuracağı başka projeleri olduğunu da biliyor
ve merakla bekliyorum, Sayın Münir Karaloğlu
Valimizi kutlarım), bu inceliğin şehirdeki başka
yetkililerce de paylaşılacağı anlamına gelmiyormuş. Geç fark ettik taşın sert olduğunu, su
insanı boğar, ateş yakarmış. Geç fark ettik.
Daha anlatılacak onlarca anımız oldu ancak
izlediğiniz çalışmayı da tamamlamış olduk.
Çalışmanın arka planında çok ciddi emek olduğunu yazmalıyım. Büyükşehir Belediyemizin
Orkestra Şube Müdürlüğü yöneticilerine, sanatçılarına ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Basın
ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nün her kademedeki çalışanlarına çok teşekkür ediyorum,
hiçbir arkadaşım bir kez olsun ‘of’ demedi.
Sonuç niyetine..
Kültürel mirasın ayağa kaldırılması artık herkesin bir taraflarından tuttuğu bir konu. Ama o
mirasın yeni iletişim teknolojileri ve mecraları
kullanılarak geniş halk kitlelerine duyurulması en az mirasın ihyası kadar önemli. Bursa
Büyükşehir Belediyesi olarak, bu noktada çok
özel üretimler yaparak toplumsal hafızaya
sunduğumuzu düşünüyoruz.
Yeni üretimlerde buluşmak dileği ile...
| Ocak 2016 | Sayı 17
71
haber / Bursa’da Zaman’ın Dört Mevsimi / Saffet YILMAZ
Saffet YILMAZ
BBB Basın ve Halkla İlişkiler M.V.
BURSA’DA ZAMAN’IN
DÖRT MEVSİMİ
Bursa’da Güz 1.si / Bülent Terzi / Dudaklı Köyü
Tanpınar’ın o meşhur Bursa’da Zaman şiirinden alıntı yaparak yayın hayatına başlattığımız
Bursa’da Zaman dergimizin dördüncü yılındayız. Tarihi kültürel mirasın tanıtımını, duyurusunu
ve ihyasını dert edinen ve de Türkiye genelinde büyük bir ilgiyle karşılanan dergimiz, sanatın
değişik alanlarından yararlanarak Bursa’da Zaman’ın geçmişe ve geleceğe açılan kapılarını
aralama çabası içine girdi. Bursa’da Zaman Fotoğraf Yarışması da bu çabalardan biri.
72
| Ocak 2016 | Sayı 16
Tanpınar’ın o meşhur Bursa’da
Zaman şiirinden alıntı yaparak
yayın hayatına başlattığımız Bursa’da Zaman dergimizin dördüncü
yılındayız. Tarihi kültürel mirasın
tanıtımını, duyurusunu ve ihyasını
dert edinen ve de Türkiye genelinde büyük bir ilgiyle karşılanan dergimiz, sanatın değişik alanlarından
yararlanarak Bursa’da Zaman’ın
geçmişe ve geleceğe açılan kapılarını aralama çabası içine girdi.
Bursa’da Zaman Fotoğraf Yarışması da bu çabalardan biri.
Bu şehirde yaşayan veya başka
bir şehirde yaşayıp da sadece
fotoğraf çekmek için dışarıdan
gelen fotoğraf sanatçısı dostlar
belki milyonlarca fotoğraf çektiler
Bursa’ya dair. Gecesi gündüzü,
geleneksel dokusu bozulmamış
sokakları, tarihi eserleri, tarımı,
sanayisi, hanı, hamamı… Velhasıl;
yaşamın, yaşanmışlık belirtisi olan
her öge fotoğraf sanatçısı için
önemli bir ayrıntı. Bu ayrıntılar milyonlarca kez kadraja alındı. Fakat
biz durumu biraz daha farklılaştırmak ve şehirde zaman’ın akışını bir
disiplin dahilinde görmek istedik.
Bunun için de Bursa’da zaman’ı
renklere, mevsimlere göre belgelemek istedik. İyi ki istemişiz, ortaya,
Bursa’da zamanın dört mevsimi
çıktı. Belki ilk kez disipline edilmiş
bir şekilde şehirde zamanın akışı
mevsimlere göre belgelenmiş oldu.
Bursa’da Güz 2.si / Ahmet Çetin / Sonbahar Sabahında Kozahan
Dört kategoride 3 bin 500’e yakın
fotoğrafı değerlendirmek kuşkusuz
zevkli olduğu kadar zahmetli bir iş.
Jüri üyesi tüm dostlara sonsuz teşekkür… Çabamızı değerli bulup da
farklı olanı belgelemek için arayışa
giren fotoğraf sanatçısı dostlara
da çok teşekkür ediyorum. Sayelerinde Bursa belgeliğine binlerce
yeni fotoğraf girmiş oldu.
Bursa’da Zaman fotoğraf yarışması, bu şehirde zamanın dört mevsimini anlatması bakımında da önem
Bursa’da Güz 3.sü / Melek Kaya / Botanik Park
| Ocak 2016 | Sayı 17
73
haber / Bursa’da Zaman’ın Dört Mevsimi / Saffet YILMAZ
Bursa’da Güz Mansiyon / Bülent Terzi / Suuçtu
Bursa’da Güz Mansiyon / Hayri Yıldırım / Keles’te Akşamüstü
Bursa’da Güz Mansiyon / Orhan Çelebi / Sonsuzluk
taşımakta. Kent belleğine birbirinden güzel
görüntüler eklenmiş oldu.
Seçilen fotoğraflar arasında bulunmayan
onlarca fotoğrafın da çok nitelikli ve özel
olduğunu belirtmeliyim.
Dereceye giren fotoğrafların sahiplerini
(1. Bülent Terzi, 2. Ahmet Çetin, 3. Melek
Kaya, mansiyonlar: Bülent Terzi, Hayri
Yıldırım ve Orhan Çelebi) kutluyorum. Başarılarının devamını diliyorum. Yarışmaya
fotoğraf gönderen tüm fotoğraf ve doğa
dostlarına Bursa Büyükşehir Belediyesi
adına teşekkür ediyorum. Işığınız bol olsun.
Yeni projelerde buluşmak dileği ile…
Şehrimizin tarihini ve kültürünü tanıtmak
amacıyla hayata geçirilen pek çok proje var. Bursa Valiliği’nin, Anadolu Ajansı
bünyesindeki değerli fotoğrafçı Ali İhsan
Öztürk’ü Van’dan Bursa’ya çağırıp şehri
fotoğraflatması veya Büyükşehir Belediyemizin ünlü fotoğraf sanatçısı İzzet
Keribar ile Bursa üzerine fotoğraf çalışması yapması gibi pek çok proje.. Bunların
hepsi de birbirinden değerli, şehrin ulusal
ve uluslararası arenada tanıtımı anlamında büyük işlevi olacak çabalar. Bursa’da
Zaman Fotoğraf Yarışması ile, hem bu çabalara paralel olarak hem de çabaları biraz
farklılaştırarak şehrimizin kültür değerlerini
mevsimlerin renkleriyle sunmak istedik.
Yarışma Bursa Büyükşehir Belediyesi ve
Bursa Fotoğraf Sanatı Derneği işbirliği ile
gerçekleştirildi. Kent adına üretilecek her
projede yer alma çabalarını takdirle izlediğim BUFSAD yönetimine ayrıca şükranlarımı sunarım.
VE GÜZ…
Güz kategorisi, dört aşamalı yarışmanın
son etabıydı. İlkbahar, Yaz ve Kış kategorilerine birbirinden değerli fotoğraflar katıldı
ancak itiraf etmeliyim, Güz kategorisi
hepimizi kendinden geçirdi. Yaklaşık 250
fotoğraf sanatçısından gelen 800’ü aşkın
fotoğraf arasından en iyilerini seçmek,
güzeller arasından güzel seçmek gibi bir
şey oldu.
Elbette bunda, bu yılki Güz mevsiminin
uzun ve canlı geçmesi etkili oldu. Fotoğraf
sanatçısı dostlar iki aya yakın bir sürede
çalışma yapma imkanı buldular.
Benim de içinde yer aldığım Seçici Kurul çok zor ve titiz bir çalışma yaptı ve
sayfalarda gördüğünüz fotoğraflar ortaya
çıktı. Açıkçası, yarışmaya katılan eserlerin
önemli bir kısmı ödülü ve sergilenmeyi
hak eder nitelikteydi ancak bir yarışmanın
içinde bulunuyor olmamız, doğal olarak
bir seçmeyi ve sınırlandırmayı gerektirdi.
74
| Ocak 2016 | Sayı 16
Bursa’da Kış 1.si / Aksel Kırcı / Rengarenk
Bursa’da Kış 2.si / Ahmet Çetintaş / Irgandı Köprüsü ve Kış
Bursa’da Kış 3.sü / Simge Kurtulan / Zirveden Bakış
Bursa’da Bahar 2.si / Arif Miletli / Işık
Bursa’da Bahar 1.si / Tayfun Karahasan / Toplumsal Duyarlılık Anıtı
Bursa’da Bahar 3.sü / Aytül Akbaş / İlkbahar
Bursa’da Yaz 2.si / Mustafa Gezer / Bursa Çalı Güreşleri
Bursa’da Yaz 1.si / Ümmü Kandilcioğlu / Uluabatta Bir Sabah
Bursa’da Yaz 3.sü / Yılmaz Dinçer / Fıskiye
| Ocak 2016 | Sayı 17
75
haber / 2016’Da 16 Özel Buluşma / Ertan AKMAN
Ertan AKMAN
ÖZEL BULUŞMA
Bursa Büyükşehir Belediyesi 201
6 yılında; “2016 Yılında 16 Özel
Buluşma” başlığı altında toplan
acak etkinliklerin yanı sıra rutin
festival, periyodik kültürel etkinli
kler ve desteklenen diğer etkinli
klerle
2016 yılında yoğun ve renkli bir
kültür sanat programı hazırlıyor
.
76
| Ocak 2016 | Sayı 16
16 alt başlıkta toplanacak etkinliklerin ilki
2016 YILINDA 16 ANMA. Bursa kent kültürü
içinde önemli bir yer tutan Bursalı sanat ve
kültür insanlarının unutulmasını önlemek
amacıyla; kentimizle bağı bulunan ve ulusal
kültürümüzün biçimlenmesinde önemli roller
üstlenmiş 16 sanat, kültür ve bilim insanı özel
programlarla anılacak. Müzeyyen Senar, Nuri
Sami Koral, Sami Güner, Zati Sungur, Şefik
Bursalı, İsmail Beliğ, Süleyman Çelebi, Dion
Krisostomos, Hacı İvaz Paşa, Kazım Baykal, Bimen Şen, Feraizcizade Mehmet Şakir
Bey, Mustafa Cenani, Yıldırım Gürses, Âşık
Reyhanî, Cem Sultan’ın anılacağı listede ilk
uygulama Şubat ayında başlayacak.
Mart ve Nisan ayları içinde gerçekleştirilmesi
planlanan BURSA MÜZİK GÜNLERİ kapsamında; Farklı salonlarda Caz, World, Oda Müziği,
Sufi gibi tarzlar ve resital, oda orkestrası
programlarının yer alacağı 16 konser programı düzenlenecek.
16 sayısı ile birlikte hareket edilecek diğer bir
etkinlik başlığı da BURSA FOTOĞRAF GÜNLERİ olacak. Bu yıl Mart ayı içinde 23. kez
düzenlenecek etkinlikte 16 sergi – 16 gösteri
programı yer alırken, etkinlik ilk kez il bazında
yaygınlaştırılıyor.
Güzel bir rastlantı ile 16. kez düzenlenecek
olan BURSA EDEBİYAT GÜNLERİ’nde de bu
yıla özgü olarak bir yapı değişikliğine gidiliyor.
Mart ayı içinde düzenlenecek etkinlikte edebiyatımızın 16 önemli ismi söyleşi programları
ile sevenleriyle buluşacak.
Nisan, turizm alanında tüm yıla yayılacak bir
etkinliğin başlangıç ayı. 2016’DA 16 ROTAYLA BURSA. Bursa’nın doğa turizmi gücünü
sağlamlaştırma ve Marmara bölgesinden
alabileceği turist sayısını artırmayı hedefleyen
etkinlik kapsamında 16 Bursa Rotası haritalandırılmış olarak tanıtılırken yıl boyunca
rotalara yönelik tanıtım gezileri yapılacak.
Ve Mayıs ayı içinde Bursa eski bir dostu ile
yeniden buluşacak, “BURSA TASAVVUF SEMPOZYUMU” 2016 yılı kültür takvimi dâhilinde
6. kez düzenlenecek etkinlik kapsamında
tasavvuf kültürü konulu çok oturumlu, sergi
ve konser destekli bir sempozyum gerçekleştirilecek.
Ve yine Mayıs ayı bir ilke imza atacak, BURSA
GENÇFEST. 13-19 Mayıs arasında düzenlenecek festival, gençler ve her daim genç
kalanlar için projelendiriliyor. Farklı alanlarda
düzenlenecek festival kapsamında sportif
aktiviteler, kültürel sunumlarla desteklenecek.
Haziranda da bir ilk buluşma gerçekleşecek.
“BURSA SANAT FUARI” Gelenekten Güncele
teması çerçevesinde fuar mantığı ile hazırlanacak etkinlikte; sanat dünyamızda geçmiş
ve güncel, geleneksel ve modern tüm üretimi
kavrayarak, klasik sanatlarımızı ve modern
sanat örnekleri ile kentimizin sanat hayatına
farklı bir boyut getirmek hedefleniyor. Geleneksel sanatlarda çalışmalar yapan ustalar
yazma, hat, tezhip, minyatür, çini çalışmaları,
modern resmin ustalarının eserleri, günümüz
sanatında önemli bir yer tutan video enstalasyon ve dijital fotoğraftan örnekler aynı mekanda izleyici ile buluşturulacak, geleneksel
ve güncel sanatların önemli isimlerinin katılacağı konferans ve paneller düzenlenecek.
Temmuz – Ağustos ayları arasında düzenlenecek BURSA YAZFEST; Bursa’nın bir sahil
kenti olduğu fikrinden hareketle yaz/sayfiye
geleneğinin yoğunlaştığı sahil beldelerinde
projelendiriliyor. Sportif aktiviteler, sahne
sanatları, plastik ve görsel sanatları içeren
Yaz festivali iki ay boyunca hafta sonları farklı
sahil kentlerine uğrayacak.
Ağustos ayında düzenlenecek CEMAL NADİR
GÜLER KARİKATÜR GÜNLERİ tamamen sokak
etkinlikleri üzerine kurgulanıyor.
Hazırlık çalışmalarına başlanan BİENAL
BURSA Eylül ve Kasım ayları arasında ziyaret
edilebilecek. Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restorasyonları tamamlanan
hamamların ve diğer su yapılarının koruma,
değerlendirme ve yaşatma amacına yönelik
kültürel çalışmalar kapsamında gerçekleştirilecek etkinlik; kentimizin plastik sanatlarda
ilk geniş katılımlı organizasyonu olarak da
tanımlanabilir.
Suyun insan zekasıyla kazandığı maddi ve
manevi işlevinin ele alınacağı Su&Us temalı
etkinlik kapsamında resim, fotoğraf, video,
geleneksel sanatlar, enstalasyon vs. çalışmaları izlenime sunulacak.
DAĞ KÜLTÜRLERİ FESTİVALİ ve ULUSLARARASI GELENEKSEL EL SANATLARI FESTİVALİ
Kent kültür takvimine eylül ve ekim ayları
içinde merhaba diyecek iki yeni festival. Halk
kültürünün geleneksel öğelerini, modern
yaklaşımlar çerçevesinde göz önüne getirmeyi amaçlayan her iki organizasyonda da
Bursalılar farklı kültürlerle tanışma olanağı
bulacak.
Ekim ayının bir diğer önemli başlığı da BURSA
TÜRK MÜZİĞİ GÜNLERİ olacak.
Etkinlik Türk Müziği anlamına ülkemizin öncü
kentleri arasında yer alan Bursa’da halk ve
sanat müziği alanında yapılan çalışmaların
koro boyutlu konser programları ile sınırlı
olduğu gerçeğinden yola çıkılarak projelendiriliyor. Etkinlik kapsamında konser ve dinletilerin yanı sıra düzenlenecek oturumlarla Türk
müziğinin bugünü ve yarını da tartışmaya
açılacak.
Kasım ayında düzenlenecek BURSA İPEK
SEMPOZYUMU Bursa Büyükşehir Belediyesinin “Bursa İpeği Yeniden Hayat Bulacak” projesi kapsamında gerçekleştirilecek. Kültürel
etkinliklerle de desteklenecek sempozyumun
izleyen yıllarda bir festival formatına dönüşmesi amaçlanıyor. Etkinlik kapsamında çok
oturumlu, uygulama destekli bir sempozyum
gerçekleştirilirken, İpek kavramının sanat
alanında bulduğu karşılıklar ve farklı sanat
disiplinleri ile bağları sergi, konser ve entalasyonlarla izleyici karşısına çıkacak.
Ve 2016 yılının son sürprizi, Aralık ayında düzenlenecek BURSA CAZ FESTİVALİ. İlk yıl için
ulusal formda düzenlenecek festival kapsamında, Türk cazının önemli isim ve topluluklarının yer alması planlanıyor.
Sözün özü, 2016 Bursa’da başka olacak. Tüm
sanatseverler şimdiden keyifli yıllar…
| Ocak 2016 | Sayı 17
77
araştırma / Ateşle Büyüyen Şehir / Orhan DOĞAN
78
| Ocak 2016 | Sayı 16
Orhan DOĞAN
BBB İtfaiye Daire Başkanı
Tarih boyunca çok yangın felaketleri yaşadı Bursa. İtfaiye teşkilatının kahraman
erleri ve tulumbacılar geçmişten günümüze tarihi yangınların izleriyle dolu bu
kentte, ateşle canları pahasına mücadele ettiler.
Tarihi boyunca alevlerle savaşan Bursa’da en
bilinen yangınlardan biri olan 1491 Fidan Han yangınından 2 yıl sonra Çırapazarı, Çakırhamam ve Ulu
Cami’yi kapsayan bir yangın çıktı. 1512’den 1772
yılına kadar Tuz Pazarı, Kayhan, Kapalı Çarşı ve Setbaşı Irgandı Köprüsü altındaki Ermeni mahallesinde
çıkan yangınlar Bursa’da 25 mahallenin tamamıyla
yanması ve Sipahi Pazarı, Geyve Hanı Çıra Pazarı
ve Saraçhane ile birlikte birçok anıt yapının tahrip
olmasıyla sonuçlandı. Emir Han’ın kuzey bitişiğinde
bulunan ve o dönemde Aktarlar Çarşısı adıyla bilinen
bölümde çıkarak 30 dükkan ve Emir Han’ın bazı
bölümlerine zarar veren 1584 yangını, Bursa’yı basan
haydutların Kapalı Çarşı’da çıkardığı 1608 yangını;
Kazzashane, Sipahi Çarşısı ve Saraçhane bölgelerini
etkileyen 1755 yangını ve Bakırcılar Çarşısı’na kalıcı
hasarlar bırakan 1760 yangını bunlardan sadece birkaç tanesi. 1800’lü yıllara kadar halk artık irili ufaklı
olarak değerlendirdiği yangınlara alışır hale gelmişti.
Ancak 1801’de çıkan yangında, Bursa’nın üçte ikisi,
bir günde tamamen yandı ve çok ciddi kayıplar veril-
di. Ardından gelen 7,5 şiddetindeki deprem ise henüz
yaraları tam olarak sarılamayan şehre en büyük
darbeyi vurdu. 1854 yılındaki “küçük kıyamet” olarak
da bilinen bu deprem, şehrin yarısından fazlasının
yıkılmasına sebep olduğu gibi, büyük yangın felaketlerini de beraberinde getirdi. 1863 yılında Setbaşı
ve 1870’de çıkan Kayhan yangını da Bursa’nın ve
Bursalıların belini ciddi şekilde büktü. 1889 yılında
Ulu Cami’nin o dönem ahşap olan külahının tamamen yandığı batı tarafında çıkan yangının kıvılcımları,
doğu minaresine kadar uzandı. Aynı yıl Belediye
civarındaki yangından sonra 1904 yılında Pirinç
Han civarı ve Kayhan’ı yeniden alevler sardı. Lodos
ya da deprem gibi doğaya bağlı sebepler dışında
gerçekleşen yangınlardan da çekti Bursa. Yunanlılar
11 Eylül 1922 gecesi şehirden kaçarken, arkalarında
bugün Zafer Meydanı’nın bulunduğu bölgede alevler
bırakıp, hatırı sayılır bir yangın çıkardılar. 1927’de
yaşanan büyük çarşı yangınında ise Kapalı Çarşı’daki
Kaza Hanı ve Tuz Pazarı arasındaki bölümü tamamen
yandı.
| Ocak 2016 | Sayı 17
79
araştırma / Ateşle Büyüyen Şehir / Orhan DOĞAN
İşgaller, yağmalar, depremler… Ateş, kentin
üzerine her seferinde başka bir bahaneyle
çöküyordu. O saldırırken Bursa’nın yaman
yiğitleri de boş durmuyor, sırtlarında tulumbalarıyla dev alevlere meydan okuyorlardı.
Bursa’da yangınlar, 1876 yılında kurulan ilk
tulumbacı teşkilatından 1923 yılına kadar
Çekirge, Muradiye, Tahtakale, Mesken,
Çatalfırın, Zindankapı, Demirkapı, Mollaarap,
Veledi Şemsettin, Setbaşı, Kuzgunluk, Kayhan
semtlerinde, döneminin şartlarına göre 12
kişilik gruplardan oluşan mahalle tulumbacılarından sorulurdu. Bugüne kadar çıkan
yangınlarda şehri neredeyse baştanbaşa
değiştiren ateş birçok değeri yok etti. İnsanın
dev alevlere karşı verdiği mücadele yolunda
üretilen “emme-basma” icat, yerini 26 kişilik
dolma tekerlekli arazözlerden oluşan itfaiye
örgütüne bıraktı. 1926 yılının kasım ayında
çıkan ve sonucunda 500’den fazla dükkanı
yok eden Uzun Çarşı yangınından sonra, İtalya’dan 2 arazöz ile 1 motopomp tahsis edildi
ve eğitimli personel sayısı yükseltildi. 1934
yılında Zafer Meydanı’nda bir itfaiye binası
inşa edildi. 1953 yılına dek kaliteyi arttırmak
80
| Ocak 2016 | Sayı 16
için yurt dışından malzemeler getirtildi, eğitimli personel sayısı sürekli arttırıldı. Bursa’da
çıkan her yangın felaketinin sonucunda başka
bir eksik fark edildi ve bu eksikler doğrultusunda sürekli geliştirilerek modernize edilen
teşkilat bugünkü son halini aldı.
Kentin yaşanan en büyük felaketlerinden biri
de 1958 yılında gerçekleşen, 1450 dükkan ve
evi içindeki eşyalarla birlikte yok eden Kapalı
Çarşı yangını oldu. Suların en kıt olduğu mevsimde, 24 Ağustos Pazar günü öğleden sonra
gerçekleşen yangın, Sahaflar Çarşısı’nda bir
esnafın dükkanındaki gaz ocağının devrilmesiyle çıktığı biliniyor. Birkaç dakika içinde
çarşıyı saran alevler Bursa itfaiyesi tarafından
6 arazöz, 2 motopomp ve 34 personel ile
yangın yerine gelen itfaiye ekibinin anında
müdahalesine rağmen uzun süre kontrol altına alınamadı. Alevler büyüdükçe etrafındaki
her şey onu tetikledi ve ancak sabaha karşı
saat 05.00’a doğru söndürülebilen yangının
ertesinde Sahaflar Çarşısı, Aynalı Çarşı, Kuyumcular Çarşısı, Gelincik Çarşısı, Köfüncüler
Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı, Emir Han, Fidan
Han, Ticaret Borsası, Yorgancılar, Arakiyeciler,
Bedesten, Saraçhane, Şekercilerbaşı, Çırapazarı, Taşçılar, Koza Birliği, Müftülük binası,
Doruk Tütün Deposu, Dernekler Birliği, Ziraat
Bankası, İpekli Sanayi İstihlak Kooperatifi,
Pirinç Hanı Cami, Tavuk Pazarı Cami, Vakıflar
Müdürlüğü binası, itfaiye binası, bir gazete
binası ve bir otel tamamen yandı. Dönemin
gazetelerindeki manşetlerde de geçtiği gibi
bu ‘Bursa kurulduğundan beri görülen en
büyük yangın’dı. Bu büyük facia, halkın Bursa
itfaiyesine olan güvenini ve aralarındaki bağı
daha da arttırmıştı ama tarihi ve kültürel
değerlerin yanı sıra birçok geçim kaynağı da
bir gecede yok olmuştu. Yangın başladıktan
yarım saat sonra artık Kapalı Çarşı yoktu. O
gece sanki yeryüzünde cehennem yaşanıyor, hissedilen sıcaklık dereceleri zorluyordu.
Tüm Bursalılar, göğe yükselen alevler altında
toplanmıştı. Herkes bir şeyler
yapmaya çalışıyor, kimi bilinçsizce oraya buraya koşturuyor
kimi de sadece gözyaşları içinde
dua ediyordu. 10 saat devam
eden yangında Ulu Cami 3-4 kez
yanma tehlikesi altında kaldı.
Gece yarısına gelmeden alevler
içinde kalan Pirinç Han, bir saat
içinde tamamen yok oldu. Esnafın maddi zarar bir şekilde devlet
tarafından karşılansa da, yitirilenlere oranla bugün küçük bir kısmı
kalan nice mimari değerin külleri
o gece gökyüzüne savruldu.
1978 yılında yine bir ağustos
günü gerçekleşen Santral Garaj
yangınından sonra, itfaiye teşkilatının yetersizliğine önlem olarak
yeni gruplar oluşturuldu, personel ve arazöz
sayısı arttırıldı. Bunun üzerine 1964 yılında
Yıldırım İtfaiye Grubu, 1982 yılında Işıklar İt-
faiye Grubu, 1989 yılında Genç Osman İtfaiye
Grubu, 1994 yılında İhsaniye İtfaiye Grubu,
1996 yılında da Mimar Sinan İtfaiye Grubu
açıldı. 1999 yılına dek İtfaiye Müdürlüğü olarak hizmet veren kurum, bu tarihten itibaren
İtfaiye Daire Başkanlığı’na dönüştürüldü.
faiyesi büyükşehir itfaiye dairesi başkanlığına
bağlanmıştır bugün toplam 28 itfaiye grubunda 74 teknolojik araçları ve 366 tecrübeli ve
eğitimli personeli ile 7x24 saat itfaiye hizmeti
vermektedir.
Ayrıca daire başkanlığı bünyesinde
arama kurtarma ekipleri, cankurtaran ekipleri, KBRN ekipleri, dağcı
arama kurtarma ekipleri 7x24 saat
itfaiye hizmeti vermektedir.
Bursa İtfaiye Dairesi Başkanlığı
Avrupa’da çok yaygın olan gönüllü
itfaiyeciliği hayata geçirmiştir. Bugün Kirazlı Mahallesi’nde 7 kişiden
oluşan gönüllü itfaiyeciler bir itfaiye
aracıyla mahallerinde itfaiyecilik
hizmeti vermektedirler. Yine şehir
içinde toplam 186 gönüllü itfaiyeciye 79 saatlik gönüllü itfaiyecilik eğitimleri verilerek, büyük yangınlarda
profesyonel itfaiyecilerimize destek
sağlayacak gönüllü itfaiye ekipleri
oluşturulmuştur.
2004-2014 yılları arasında toplam 11 itfaiye
grubu daha açılarak toplam itfaiye grup sayısı
18’e ulaşmıştır. 31 Mart 2014 tarihinde il
sınırları büyükşehir sınırı olmasıyla 10 ilçe it-
Bursa da çıkan yangınlar, bugünün teknolojisiyle artık daha kısa sürede müdahale edilerek can ve mal kaybı en aza indirilmektedir.
| Ocak 2016 | Sayı 17
81
araştırma / Ateşle Büyüyen Şehir / Orhan DOĞAN
SON ÇARŞI YANGINI
Bütün bunları anlatma nedenimiz aslında, çok
yakın zamanda yaşanan ve bütün Bursa’nın
yüreğini ağzına getiren son çarşı yangını.
Vaktinde müdahale edilmeseydi bugün başka
şeyler konuşuyor olacaktık belki de.
Tarihi çarşı bölgesinin Cumhuriyet Caddesi’ne
bakan mobilyacıların yer aldığı Kazzazhane
Boğazı çıkışında 10 Ekim akşamı yangın çıktı.
Gece saat 02.30 sıralarında çıkan yangın kısa
sürede 40 kadar işyerini etkisi altına aldı.
Yangının geç farkedilmiş ve itfaiyeye geç bildirilmiş olduğu, bu nedenledir ki kısa sürede
40 işyerinin kül olduğu daha sonra anlaşıldı.
Çarşıda yangın haberi alınır alınmaz Büyükşehir’e bağlı tüm itfaiye grupları harekete
geçirildi. Yangın yerine ilk ulaşan Zafer İtfaiye
grubu ekipleri oldu ancak eşzamanlı olarak,
Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı 28 itfaiye
grubundan 18’inin araç ve ekipmanı çarşıya
yönlendirildi. Karacabey, Mustafakemalpaşa
ve İnegöl gibi uzak ilçelerimizdeki gruplarımızı
dahi merkeze yönlendirdik. Diğer yandan,
vardiya istirahatinde olan 240 personelimiz
82
| Ocak 2016 | Sayı 16
acil koduyla bağlı oldukları gruplara çağrıldı,
böylece, aynı saatte başka bir noktada çıkacak yangında oluşabilecek zaafiyetin önüne
geçildi. Açık söylemek gerekirse, orantısız bir
güç kullandık ve iyi ki kullanmışız. Kısa sürede
30 kadar itfaiye müdahale aracı ve 90’dan
fazla personelimiz başta Cumhuriyet Caddesi
tarafı olmak üzere çarşıda başlayan yangına
çeşitli yönlerden müdahale etmeye başladı.
Yangının başladığı bölgenin hassasiyetini
dikkate alarak kısa bir süre önce satın alarak
filomuza dahil ettiğimiz üstün teknolojik özelliklere sahip tüm araçları bölgeye sevk ettik.
Yaklaşık iki saat süren yoğun çalışmanın ardından yangın kontrol altına alındı ve bölgedeki diğer çarşılara sıçramadan söndürüldü.
Yangında can kaybı yaşanmaması en büyük
sevincimizdir. 40 kadar işyerinde büyük zarar
oluştu, bölgedeki çarşılar kullanılamaz hale
geldi ancak çarşıyı ve de Bursa’yı çok daha
büyük felaketten kurtarmış olmamız teselli
kaynağımız oldu.
Yangının ilk çıktığı Kazazhane Boğazı çıkışındaki tüm materyaller cüruf haline geldiğinden
yangının çıkış nedeni konusunda bir bilgiye
ulaşılamadı ve konu Bilirkişi’ye havale edildi.
Yangın sırasında Büyükşehir Belediye Başkanımız Recep Altepe de olay yerine gelerek çalışmaları takip etti. 03.30 sıralarında bölgeye
gelen Başkanımız, o andan itibaren, yangında
zarar gören esnafımızın yanında olacağını bildirdi. Ertesi günden itibaren de hem Valiliğimiz hem Büyükşehir Belediyemiz zarar gören
esnafın yaralarını sarmak için maddi manevi
imkanlarını seferber etti.
Bursa tarihinde yerini alacak olan son Çarşı
yangını, itfaiye teşkilatımızın cansiperane mücadelesi sayesinde; yangının diğer çarşılara
sıçramadan kontrol altına alınmasını ve çıkan
bölümde kıstırılarak söndürülmesini sağladı.
Üstün gayret sarfeden bütün arkadaşlarıma
teşekkür ediyorum. Bursa’nın bir daha benzer
olaylar yaşamamasını diliyorum.
| Ocak 2016 | Sayı 17
83
araştırma / Bursa Dağ Yöresinde Bir Şenliktir Cumalar / Yrd. Doç. Dr. Alaattin DİKMEN
Yrd. Doç. Dr. Alaattin DİKMEN
Manisa CBÜ. Fen Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
BURSA DAĞ YÖRESİNDE
BİR ŞENLİKTİR CUMALAR
Uludağ’ın güney yamaçlarında bulunan Büyükorhan, Harmancık, Keles ve Orhaneli Bursa’ya
bağlı ilçelerdir ve Bursa ilinin Dağ Yöresi olarak adlandırılmaktadır.
Bölgede, bir kaç köyün bir araya gelerek sadece Cuma ve yılda iki kez de Bayram günü
ibadetlerini eda için toplandıkları mescitler/camiler bulunmakta ve camilere Cuma Camisi
denilmektedir. Günümüzde bu geleneksel uygulama iki Cuma camiinde devam etmektedir.
Bunlardan en dikkat çekici ve kayda değer olan Harmancık Nalbant köyünde/mahallesindeki
Cuma camiidir. Öyle ki; köyde var olan iki caminin ilk yapılışından bu yana minberleri hâlâ
yoktur. Yani cuma ve bayram namazlarının îfasında İmam Hatipler’in cemaate hitap ettiği ve
cami müştemilatının asli unsurlarından kabul edilen minberler bu iki camiye konulmamıştır.
Köydeki iki ayrı cami cemaatinin bir araya gelerek Cuma ve Bayram namazlarını Cuma
Camii’nde ikame etmeleri önemli bir toplum bilinci oluşturma geleneği ve uygulamasıdır.
Çatalsöğüt Köyündeki Cuma Cami yapı özelliklerini hala korumaktadır.
84
| Ocak 2016 | Sayı 16
Büyükorhan, Harmancık, Keles ve Orhaneli
Bursa’ya bağlı ilçelerdir ve güney Marmara ile
Ege Bölgesinin kesişim çizgisinde yer alırlar.
Bu dört ilçe ve köyleri Uludağ’ın engebeli güney yamaçlarında konumlandığı için Bursa’nın
Dağ Yöresi olarak adlandırılmaktadır. Yöre
insanı kendini Türkmen/Yörük ve Manav gibi
isimlendirmelerle tanımlamaktadır. İsimlendirmelerden de anlaşılacağı gibi tarih araştırmaları ve kayıtlar yöre halkının bölgeye yerleşen
ilk Türk boylarından olduğunu belirtmektedir.
Bölgede, bir kaç köyün bir araya gelerek
sadece Cuma ve yılda iki kez de Bayram günü
ibadetlerini eda için toplandıkları mescitler/
camiler bulunmakta ve bu camilere Cuma
Camisi denilmektedir. Günümüzde bu geleneksel uygulama iki Cuma camiinde devam
etmektedir. Uygulamanın terk edildiği cami
ya da mekânlarda zamanında kalabalık cemaatle kılınan Cuma ve bayram namazlarını
hatırlayan birçok insan mevcuttur yörede.
Bu kişiler, ibadet amacıyla yöre sakininin bir
araya gelerek, tam bir şenlik havasında ve
zevk-i ruhani hisleriyle toplumlarında sosyalleşmemelerinin tadını almışlar ve bu geleneğin kıymetini iyi bilmektedirler. Öyle ki bu
uygulamanın yapıldığı tarihleri “özel günler”
olarak vasıflandırmaktadır. Çünkü mevsimine
göre çok geniş katılımların olduğunu, bazen
yemekli programların yapıldığını ve Cuma
namazı ibadetlerin bir şölen havasında eda
edildiğini anlatmaktadırlar. Keles Kozağacı
mevkii denilen ve 8–9 köyün bulunduğu
bölgede Davutlar Köyü’nün alt kısmındaki
düzlükte, Büyükorhan Danacılar Köyü’nde
olduğu gibi.
Cami müştemilatı genellikle caminin giriş
bölümünde ve çevresinde ısınma, oturma,
dinlenme, abdest alma gibi temel ihtiyaçları
karşılayacak şekilde tasarlanmış ve yapılmıştır. İnsanlar cuma günleri erken sayılabi-
Faaliyetine devam eden ve sadece Cuma ve Bayram namazlarının eda edildiği Nalbant Cuma Camii/Harmancık.
Ilıcaksu, Dutluca köylerinin orta noktası
sayılabilecek olan bir mevkide yer alan
Cuma Yeri gibi. Günümüzde bu alanda
yılda bir kez yemekli olarak düzenlenen
geniş katılımlı köy hayrı yapılmaktadır.
lecek bir vakitte bu mekânlarda toplanır ve
dertleşirler.
“Cuma Yeri”, “Cuma Camii” adı verilen bu
camiler şöyle tasnif edilebilir:
•
Yarım asır öncesine kadar varlığı bilinen
ama şimdilerde kalıntıları bile kalmayıp
sadece yaşlı nesillerin yerini hatırladığı
alanlar. Büyükorhan Danacılar köyü; Keles’e bağlı dokuz kadar köyün yer aldığı
Kozağacı mevkiinde olduğu gibi.
•
İbadet icrası yapılmadığı için zamanla
yıkılıp gitmiş ve sadece kalıntıları kalmış
olanlar. İshaklar köyü (yakınlarında
metruk bir çamaşırhanenin de yer aldığı
mevkie yakın bir alan) Harmancık, Yine
Harmancık ilçesine bağlı Dedebalı,
•
Yapısı sağlam olduğu halde ibadet
yapılmadığı için kendi haline terk edilmiş
olanlar. Harmancık ilçesinin Çatalsöğüt
Köyü ile bu köye bağlı Doğancılar ve
Demirciler mahallelerinin ortak bir noktasında hala metruk halde duran Cuma
Cami gibi.
•
Kurulduğu günden bu yana işlevini sürdürmüş ve günümüzde de hala fonksiyonunu icra etmekte olanlar. Büyükorhan
ilçesine yakın bir yerde her hafta Cuma
| Ocak 2016 | Sayı 17
85
araştırma / Bursa Dağ Yöresinde Bir Şenliktir Cumalar / Yrd. Doç. Dr. Alaattin DİKMEN
araya getirmektedir. Bu ise onlar için sosyal
dayanışma, kaynaşma ve paylaşmanın zemini
olmaktadır.
PAZAR YERİ VE CUMA
Nalbant Köyü’nde minbersiz köy camii/Harmancık.
günleri yörenin en geniş katılımlı hayvan
pazarı olarak kurulan ve Cuma Pazarı
denilen yerde bulunan Cuma Camii ile
Harmancık ilçesine bağlı Nalbant Köyü
yakınındaki Cuma Camii örneği gibi.
İlk iki grupta yer alan camilerden söz etmek
yersizdir. Çünkü sadece yerleri bilinmektedir. Son iki grupta yer alan camilere yörede
rastlamak mümkündür. Mesela yapısı sağlam
olduğu halde ibadet yapılmadığı için kendi
haline terk edilmiş olan Harmancık ilçesine
bağlı Çatalsöğüt Köyündeki Cuma Cami yapı
özelliklerini hala korumaktadır ve güzel bir
taş yapı olarak dikkat çekmektedir. Ne var ki
yapısı ve mimarisiyle güzel bir taş yapı örneği
olarak düşünülebilecek olan bu Cuma Camisi
son yıllarda her mahalle ve köyün cuma
namazını kendi camisinde kılmak istemesi
neticesinde kaderine terk edilmiş durumdadır.
Yani metruk bir vaziyettedir.
Asıl dikkat çekici ve kayda değer özellikte
olan Cuma Camii yine Harmancık ilçesine
bağlı Nalbant Köyünde yer alan camidir.
Çünkü kurulduğu günden bu yana Cuma
Camii olarak fonksiyonunu icra etmektedir.
Yapımı oldukça sade olup, taş/ahşap karışımı
elamanlardan oluşmuştur. Yanı sıra antik
kalıntılara ait bazı mermer elemanların yapıda
kullanılmış olması bu camiye ayrı bir özellik
katmaktadır.
86
| Ocak 2016 | Sayı 16
MİNBERSİZ CAMİ OLUR MU?
Diğer taraftan Nalbant köyünde iki ayrı camii
bulunmaktadır. Buradaki iki camiyi diğer
camilerden ayıran ve özellikli kılan ise her ikisinde de minber (camilerde Cuma ve Bayram
namazlarında İmam-Hatiplerin cemaate hitap
ettikleri merdivenle çıkılan yer) olmamasıdır.
İlk günden itibaren bu camilerin minbersiz
olarak inşa edilmiş olması iki caminin cemaatinin Cuma ve Bayram günleri köylerinde
üçüncü bir camii olarak bulunan ve sadece
Cuma ve bayram namazlarının kılındığı Cuma
Camiinde toplanmalarını sağlamak maksadıyladır. Bu iki camiye minber yapılması halinde
Cuma Camii işlevsiz kalacağından köy sakinleri iki camiye de minber yapmama hususunda
kararlı görünmektedir. Çünkü iki mahalleli ve
iki camili köyde Cuma Camii onları haftada bir kez olsun bütün köylüler olarak bir
Bursa Dağ Yöresinde geniş katılımlı Cuma
namazının kılındığı ve uygulamanın asırlardır
devam ettiği camilerden en önemlisi kuşkusuz Cuma Pazarı Camiidir. Burada bayram
namazları kılınmamakta ve sadece Cuma
namazı kılınmaktadır. Bu durum Bursa Dağ
Yöresinde sadece bu camiye ait geleneksel
bir özelliktir. Çok rağbet gören cuma camisi,
aynı zamanda yörenin en büyük küçükbaş
ve büyükbaş hayvan pazarının çevresinde
kurulduğu Büyükorhan ilçesinde bulunmaktadır. Gerek Büyükorhan’ın köylerinden gerekse
diğer ilçe ve köylerden birçok insan, cuma
günleri ilçenin girişinde ilçeye üç km. mesafede genişçe bir alanda yer alan caminin çevresinde toplanmaktadır. Bu pazarda alış-veriş
için Bursa ve civar illere bağlı ilçelerden gelen
esnaflara rastlamak mümkündür. Büyük
bir cami ve etrafında yer alan mekânlarda
hayvan satışının yanı sıra, uzun ve kapalı bir
alanda da daha çok yeni kesilmiş hayvanların
etlerini ve bu etlerden mamul kavurma satan
esnaflar bulunmaktadır. Bu esnaflar sadece
cuma günü tezgâhlarını kurarak gelenlerin et
ve yemek ihtiyacını karşılamaktadır. Eskiden
tahıl başta olmak üzere her türlü ihtiyaç
ürünlerinin alınıp satıldığı ve tam bir emtia
pazarı örneği olarak nitelendirilebilecek olan
mekân 1990’lı yıllara kadar bu özelliğini korumuştur. Sonrası yıllarda, tüketim ürünlerinin
değişimi ve çeşitliliği, pazarlama usullerindeki
gelişmelerle birlikte bunların “market” tarzı
işletmelerde ve belde içindeki mekânlarda
satışa sunulması Cuma Pazarının cazibesini
yitirmesine sebep olmuştur. Ama yine de bu
mekân günümüzde ilçe merkezinden yerel ve
mülkî yöneticiler dâhil birçok kişinin, hayvan
almayacak olsalar bile çeşitli bahaneler ile
uğradığı bir yer olma özelliğini korumaktadır.
“Cuma Pazarı” diye bilinen bu mekânın kurucusu olarak, Cuma Pazarı’nın bulunduğu yere
en yakın köylerden Armutçuk’da mezarı bulunan, yöre insanının hürmetle andığı, adına
hâlâ hayırlar düzenlenen ve yaşadığı dönemin
önemli bir âlimi kabul edilen Osman Efendi
adıyla maruf bir zat kabul edilmektedir. Yöre
halkı bu kişiyi Osman Dede diye adlandırmakta ve bilmektedir. Burada yer alan camiyi
onun yaptırdığı ve uzun süre burada imamet
görevinde bulunduğu çeşitli efsane ve menkıbeler eşliğinde anlatılmaktadır. Yarı efsanevî
bir şahsiyet olan Osman Efendi’ye ait bilgiler
yöreyle alakalı çok az sayıdaki son dönem
yazılı kaynaklarda da geçmektedir.
CUMA CAMİLERİ HANGİ
MEKÂNLARDA KURULUR?
“Cuma Yeri”, “Cuma Camii” adı verilen
camiler kuruldukları yer ve mekânlar olarak
da dikkat çekmektedir. Bu camiler kuruldukları mekânlar şu unsurlar dikkate alınarak
seçilmiştir:
•
Birden fazla köy ve mahallenin orta noktası bir alanda ve yakın yerlerde oturan
kişilerin tamamının katılımını sağlayacak yer ve mekânlarda kurulan Cuma
Camileri.
Yöredeki Cuma camileri daha çok bu amaca
matuftur. Harmancık’a bağlı Çatalsöğüt,
Dutluca ve İshaklar köyleri sınırları içinde bulunan Cuma camileri ile Keles ilçesi Kozağacı
mevkiinde bulunan Cuma Yeri bu grupta değerlendirilebilir. Bu camiler, genellikle köyler
topluluğunun ortasında bir yerde kurulmuş ve
köylerden bağımsız düşünülmüştür. Böylece
komşu köylerin ortak bir değer ve mekân
etrafında toplanıp kaynaşması azami ölçüde
sağlanmış olmaktadır. Buralarda yer alan
Cuma Camilerinde cuma namazı civar köy
ve mahallelerin de iştirakiyle geniş katılımlı
olarak kılınmakta ve bölgenin yakın köylerinin
haftalık genel bir toplanma, görüşme zemini
olarak değerlendirilmiş olduğu düşünülmektedir. Çatalsöğüt Köyü Doğancılar Mahallesi
yakınlarında yer alan Cuma Camisinde Çatalsöğüt merkeziyle birlikte, Bayramlar, Demirci
ve Doğancılar mahalleleriyle Kılavuzlar Köyü’nün bir mahallesi olan Köçekler’den birçok
insanın cuma namazı kıldıkları anlatılmaktadır.
Yine Dutluca Köyü sınırlarında kalan Cuma
Yeri ya da Cuma Camii’nde kılınan cuma
namazlarına ise Dutluca Köyü ve Koyak
Mahallesi ile Ilıcaksu Köyü ve Dedebalı Köyü
ile Gölcük Mahallesi’nden insanların katıldığı
söylenmektedir.
•
Köy ve mahallelerin katılımını sağlamaya
yönelik olmakla birlikte il ya da içeler
arası işlek bir yolun kenarında yolcuların ibadetlerini yerine getirmelerini de
sağlayacak tarzda düşünülerek yapılan
Cuma camileri. Harmancık ilçesine bağlı
Dedebalı, Ilıcaksu, Dutluca köylerinin
orta noktası sayılabilecek olan bir mevkide yer alan Cuma Yeri aynı zamanda
Harmancık-Dursunbey karayoluna yakın
bir yerde kuruludur. Yine Nalbant köyünde ve günümüzde de faaliyet halinde
bulunan cami Harmancık-Keles ilçelerini
birbirine bağlayan karayolunun kenarında bulunmaktadır.
•
İnsanların alışveriş yaptıkları yani ekonomik hareketliliğin yoğun olduğu mekânlara kurulan Cuma camileri. Bu gruba ise
Büyükorhan Cuma Pazarı Camisi örnek
olarak verilebilir. Bir dönem yakın illerin
ilçelerinden de katılımlarının olduğu
yörenin en büyük hayvan pazarı burada
kurulduğu için bu caminin kuruluşunda
buradaki ekonomik hareketlilik dikkate
alınmış olmalıdır.
Cuma camisi geleneğinin günümüzde de yaşayan ve yaşatılan Nalbant Köyü’nde bulunan
Cuma Camii ile Büyükorhan ilçesindeki Cuma
Pazarı camileri yüzyıllardır devam eden Cuma
Camisi geleneğinin günümüzdeki iki önemli
tanığı olarak varlığını sürdürmektedir. Kıraç ve
dağlık yörelerde yerleşim şekillerindeki genel
kabullerin değişmesi, büyük illere yoğun bir
göçün yaşanması Dağ Yöresindeki geleneksel
uygulamaların hızlı bir şekilde sonlanmasına
sebep olsa da adı geçen iki camide Cuma
camii geleneği bazı zorluklara rağmen sürdürülmeye çalışılmaktadır.
Bu tür uygulamalar İslam toplumlarının ilk
yıllarından itibaren karşılaşılan ve Müslüman toplumlarda sosyal alanı güçlendiren,
toplumlara birlik şuuru kazandıran dini/manevi beslenme alanları olarak kabul edilmeli
ve yaşatılması için yerel birimlerdeki yetkili
kişilerin gerekli hassasiyeti göstermesi beklenmektedir.
Cuma Camii ve pazar yeri / Büyükorhan.
| Ocak 2016 | Sayı 17
87
araştırma / Bilim Tarihinin ‘Altın Çağ’ına Yolculuk / Rıfat BAKAN
BİLİM TARİHİNİN
‘ALTIN ÇAĞ’INA
YOLCULUK
88
| Ocak 2016 | Sayı 16
Rıfat BAKAN
Bilimi yeniden bu topraklarda yeşertip,
inşa etmek oldukça iddialı bir yaklaşım. Evet
yeniden inşa etmek, daha insancıl bir bilim,
kitle imha silahları üretmek gibi şeytani
düşüncelerden uzak bir bilim. İnsanlığın
huzur, barış ve refah içerinde yaşamasını
sağlayacak bir bilim. İşte bu anlamda Bursa
Bilim ve Teknoloji Merkezi projesini çalışmak
üzere masaya ilk oturduğumuzda, dünyanın
farklı bölgelerinde faaliyet gösteren benzer
kuruluşları inceleyerek işe başladık. Yaptığımız incelemeler sonucu elde ettiğimiz veriler
şaşırtıcıydı. Bilim merkezleri, insanın bilme ile
ilgili çabasını oldukça yakın tarihten başlatıyorlardı. Oysa biz bilme arzusunun insanlık
kadar eski olduğuna inanıyoruz. Farklı bir şey
yapmalıydık. Teorik bilgilerin uygulamalı düzenekler ile özellikle çocuklar tarafından daha
kolay kavranmasını amaçlayan ve bilimsel
farkındalık oluşturma amacıyla kurduğumuz
bilim merkezimizde, Batı menşeli ana akım bilim tarihi ile birlikte Doğu’dan, bilhassa İslam
coğrafyasından unsurların olması gerektiğini
düşündük.
Bilim, din ve felsefenin sürekli bir egemenlik mücadelesi içerisinde olduğu Batı’da
Newton’la birlikte bilim evrensel kanunlar
koyma hususunda diğer iki rakibini alt etmiş
ve “modern kozmolojiyi” kurarak etkisini
tüm dünyaya ulaştırmıştır. Öyle baskın bir
üstünlükten bahsediyoruz ki, bilim tarihi bu
dönemde resetlenmiş gibidir. Modern perspektiften bakıldığında özellikle Hristiyanlığın
ve skolastik düşüncenin Batı dünyasına egemen olduğu Orta Çağ “Karanlık Çağ” olarak
adlandırılmış ve Aydınlanma düşüncesi ile
yeni ufuklara yelken açan insanlık tarafından
tarihin arka sayfalarına gömülmüştür. Kendi
Orta Çağını tarihe gömen Batı Avro-sentrik
bir refleksle Doğu’nun Orta Çağını da görmezden gelmekte ve “Modern Bilim” tarihini
Newton’dan başlatmaktadır. İşin tuhafı, biraz
dikkatlice baktığımızda biz “doğuluların” bile
bu yanılgıya kapılıp gittiğini görebiliriz. Oysaki
Orta Çağ, İslam dünyasının bilim, felsefe ve
hikmet açısından altın çağıdır. Üstelik batıda
tecrübe edilenin aksine bilim, felsefe ve din
arasında bir rekabet söz konusu değildir. Bilakis bunlar birbirlerini tamamlayıcı fonksiyon
ifa ederler. Yani birilerinin bunu yeniden gün
ışığına çıkarması gerekiyordu. Bu birileri de
biz olmalıydık.
Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi olarak İslam
coğrafyasında yaşamış bilim adamlarını ve
yaptıkları çalışmaları somut örneklerle yeniden gün yüzüne çıkarmak amacıyla detaylı
araştırmalarda bulunduk. Mekanik, Fizik, Astronomi, Havacılık, Tıp, Kimya, Optik gibi alanlarda adından yüzyıllar sonra bile bahsedilen
teori ve icatların Müslüman bilim adamları
tarafından yapıldığını ve her bir alanın kendi
içinde bugün bile hayranlık uyandıracak bir
yapıya sahip olduğunu gördük. Çalışmalarımızda derinleştikçe, Atlantis’i keşfediyormuşçasına büyük bir heyecan yaşadık. Gördüklerimiz bizi hayretler içerisinde bıraktı. Uzun
çalışmalar sonucu elde ettiğimiz verilerle bir
sergi oluşturmaya karar verdik.
Altın Çağ sergisi için çalışırken bu serginin
hem yüzde yüz yerli üretim sergi olmasını hem de bugün isimleri unutulmuş olan
Takiyyuddin, El Cezeri, İbn-ül Heysem, Mimar
Sinan ve İbn-i Sina gibi bilim adamlarının ve
icatlarının başta Bursalılar olmak üzere tüm
bilim severler ile buluşturmayı amaç edindik.
Bilim tarihine ışık tutan bu sergi gezici geçici
sergi formatında hazırlandı. Neden yalnızca
Bursa’da kalalım ki? Sergimiz tüm Türkiye’yi
dolaşabilir olmalı. Kim bilir? Belki de tüm
dünyayı...
Altın Çağ sergisi toplam 600m2 alanda 9
farklı bölümden müteşekkil olarak kurguladık. İnteraktif düzenekler, kiosklar ve görsel
ambiyansı ile içerisinde gezerken sizi o yıllara
götüren sergi, özellikle çocuklar ve gençleri
bilime karşı heveslendirmeyi sağlıyor. Demek
istediğimiz şey; “Orta Çağ ile ilgili bildiklerinizi unutun! Unutamayacağınız bir yolculuğa
çıkmaya hazırlanın!”
MÜHENDİSLİĞİN ATASI EL-CEZERİ
Bugün El Cezeri mekaniğin babası sayılıyor.
İlk robotu zamanın hükümdarının “Öyle bir
şey olsun ki, abdest alırken hizmetçilerin
yardımına ihtiyacım kalmasın” isteği üzerine
yapıyor. Önce ibrikten elinize su döken bu
insanlık tarihinin ilk robotu, ardından diğer
| Ocak 2016 | Sayı 17
89
araştırma / Bilim Tarihinin ‘Altın Çağ’ına Yolculuk / Rıfat BAKAN
eliyle havlu ve tarağı uzatıyor. Cezeri’nin
icatları elbette sadece bu abdest alma makinesi ile sınırlı değil. Araştırmalarımızda robotik ile ilgili en eski yazılı kayıtın El Cezeri’ye ait
olduğunu görüyoruz. Hatta yaptığı çalışmaları
yazan ve ürettiği makinaların teknik resimlerini bile çizen El Cezeri’nin Kitabül Hiyel’i bugün
Avrupa’daki bazı kütüphanelerde, ülkemizde
ise Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde
sergilenmektedir.
Cezeri’nin Filli Su Saati bu sergide görülmeye
değer en önemli eserlerden biri. Mekanik hareketler silsilesi ile çalışan ihtişamlı bir saattir.
Temel prensibi altı delik bir kasenin suyun
içinde yavaş yavaş batmasıdır. Kase tamamen battığında ise flüt sesine benzer bir ses
çıkar ve Zümrüdüanka kuşu kendi etrafında
dönmeye başlar. Serbest kalan bir topun
Selahattin Eyyübi figürünün bulunduğu kadranı harekete geçirmesi ile hareketler silsilesi
başlamış bulunur. Tüm bu işleyiş yarım saatlik
döngünün tamamlanmış olduğunu gösterir.
SU VARSA MEDENİYET VAR…
Su her şeyin başlangıcıdır. İşte o yıllarda su
terfi makinaları da yine El Cezeri tarafından
yapılmıştır. Wrm ismi verilen özel düzenekler ile bu suların nasıl taşındığı da yine Altın
Çağ sergimizde anlatılmaktadır. Suyun terfi
edildiği makineler hidro mekanik dengeler ile
hareket etmeyi sağlıyor. Cezeri özellikle su ve
90
| Ocak 2016 | Sayı 16
basınç etkisinden yararlanarak kendi kendine
denge kuran icatları ile otomasyona büyük
bir katkı sağlamıştır.
Beni Musa Kardeşler, bugün belki de çizgi
filmlerinin yapılıp izlenmesi gereken bilime
gönül vermiş üç kardeş. Ardı ardına geliştirdikleri mekanik aletlerle bilimi eğlenceli ve
hayret uyandırıcı bir şekilde halka sevdirmişlerdir.
KAMERANIN İLK HALİ..
Optik alanı sergide kuşkusuz en önemli
alanlardan biri. İbn Heysem, video kameralar,
fotoğraf makinaları, x-ray cihazları, gözlükler,
ultrason ve tomografi gibi tıbbi görüntüleme
aletlerinin de dahil olduğu Optik biliminin
kurucusu sayılıyor. Heysem göz ışın kuramı
ile ışığın gözden çıktığı görüşünü reddetmiştir. Bugün kabul edilen ışığın nesneden
yansıdığı ışın kuramı Heysem tarafından ispat
edilmiştir. Sergide Karanlık Oda düzeneği ile
Heysem’in optik alanına yön veren deneyini
uygularken günümüz kameralarının çalışma
prensibini de deneyimlemiş olacaksınız.
ÇAĞDAŞ TIBBIN ÖNCÜLERİ
Yirminci yüzyılın başlarına kadar Avrupa’da
ders kitabı olarak okutulan İbni Sina’dan,
Şerafettin Sabuncuoğlu’ndan, Akşemsettin’den ve elbette Ez Zahravi’den eserleri Tıp
alanında bulabilirsiniz. Özellikle Ez Zahra-
vi’nin 900’lü yıllarda yaptığı cerrahi aletleri
günümüzde kullanılan cerrahi aletlerden ayırt
etmeye çalışırken aslında ne kadar benzediklerini göreceksiniz. Yüz yıllar önce Endülüs’te
günümüz modern tıbbının temellerinin atıldığını ve bu medeniyetin tarihin derinliklerinden
günümüze ışık tuttuğunu görüyoruz.
KEŞİFLER ÇAĞININ ÖNCÜLERİ
Tarih boyunca Dünya’mızın nasıl bir yer
olduğu, kıtalar ve harita bilgisi muhakkak
en çok merak edilenlerden olmuştur. İlkokul
bilgilerimize geri dönecek olursak Colomb’un
Amerika’yı keşfetmesi ve meşhur gemisi ile
Coğrafi keşiflerin başladığı düşünülmektedir.
Oysa Zheng He 15. yy. Colomb’un gemisinin nerdeyse üç katı büyülükte muhteşem
bir gemi ile keşiflerine başlamıştır. Tarım ve
hayvancılık yapılan bu gemi adeta yürüyen
bir kara parçasıdır. Sergide bu geminin temsili
bir maketi incelenebilir. Aynı zamanda Piri
Reis’in haritası ve rotası kiosklar ile dokunmatik ekranlarda ziyaretçi ile buluşacak. Elbette
ünlü gezgin İbn Battuta’nın hayatı ve rotası
da ziyaretçilere eğlenceli oyunlarla sunulacak.
Özellikle çocukların harita bilgisini geliştirecek
bu oyunlarda dokunmatik ekran teknolojileri
kullanılıyor.
İNSANOĞLUNUN UÇMA HAYALİ..
Altın Çağ sergisinin can damarlarından Uçuş
ve Astronomi alanı doğru bildiğimiz yanlışları
tüm dünyada sergileyerek bilim tarihine ışık
tutmayı amaçlıyor. Aslında Ortaçağ Avrupası’nın karanlıklarla boğuştuğu zamanda
İslam coğrafyasında düşünen, üreten, ilim
ve irfan sahibi mucitlerin eserleriyle Altın
bir dönem yaşandığını gözler önüne seriyor.
Bilim kümülatiftir. İnsanlık tarihinin başından
günümüze eklenerek gelişmiştir. Her dönemin etkisi ve katkısı olmuştur. Bugün tüm bu
birikime sahip çıkılarak, doğu ötekileştiriliyor.
Altın Çağ sergisi bu vizyonu ile başta çocuklar
ve gençler olmak üzere her kesimden insanın
atalarının mirasına sahip çıkmasını ve bu özgüvenle bilim ve teknolojiye yön vermek için
atılımda bulunmasını amaçlıyor.
gün yüzüne çıkarıyor. İlk uçan insan kimdir
diye sorulsa birçoğumuz Hezarfen Ahmet
Çelebi deriz, ancak bundan çok uzun yıllar
önce Abbas İbn Firnas başarılı bir uçuş ve
iniş gerçekleştirmiştir. Firnas üzerine aldığı
kumaş parçası ve büyük kuş kanatları ile
semada yavaşça süzülmüş ve daha sonra
yine yavaşça yeryüzüne inmiştir. Firnas’ın bu
başarılı denemesi batıda uçak yapıp uçmayı
başarmış Wright kardeşlerden tam 1023 yıl
önce gerçekleşmiştir.
Uçuşun temel prensibi sergide uygulamalı bir
düzenek ile deneyimlenebiliyor. Ayrıca kâğıt
uçakları Galata kulesinden uçurmayı deneyecek çocuklar, kuş kanatlarını da inceleyebile-
cek. Tüm bu deneyimler uçuş panoları ile de
desteklenecektir.
SEMERKANT’TA TARİHE YOLCULUK
Sergi içerisinde gezerken karşınıza Semerkant
rasathanesi çıkıyor. Evet yanlış duymadınız! Semerkant rasathanesinde Usturlab ve
Kadranları incelerken başınızı yukarı kaldırdığınızda muhteşem samanyolunu izleyebiliyorsunuz. Ali Kuşçu’nun, Uluğ Bey’in, Kadızade
Rumi’nin eserleri sizi Semerkant’ta bekliyor
olacak.
Sergide dolaşırken kendinizi o Altın Çağ’da
bir gezintiye çıkmış gibi hissedeceksiniz.
Endülüs’ten, Anadolu’dan, Ortadoğu’dan,
Asya’dan yükselen ışığın insanlığı nasıl aydınlattığına ve bugün biz insanoğluna nasıl
rehberlik ettiğine şahit olacaksınız.
Sonuç olarak; güneşin doğudan doğduğu ne
kadar bariz bir gerçekse, karanlık denen çağın
sadece batının o çağdaki karanlığı olduğu ve
aynı çağda İslam Medeniyetinin “Altın Çağ”ını
yaşadığı ve bu günkü çağdaş bilimin öncüleri,
olduğu da bariz bir gerçektir.
Bu içeriği ile Altın Çağ sergisi bilim ve
sanatı bir araya getirmeyi ve bu birleşimi
| Ocak 2016 | Sayı 17
91
haber / 136 Yıl Sonra Yapılan; Bursa Belediye Sarayı
136 Yıl Sonra Yapılan;
BURSA BELEDİYE SARAYI
Bursa’da 1879 yılında Vali Ahmet Vefik Paşa zamanında, Eşref ve Hüsnü beylerin
Belediye reislikleri döneminde yaptırılan hizmet binasından sonra Büyükşehir
Belediyesi tarafından yaptırılan yeni ve modern hizmet binası hizmete başladı.
92
| Ocak 2016 | Sayı 16
Yeni stadyum, Bilim Teknoloji Merkezi gibi
anıtsal yapılarla Bursa’nın geleceğine kalıcı
eserler bırakan Büyükşehir Belediyesi, 136
yıl sonra Bursa’ya yeni bir belediye hizmet
binası kazandırdı. 1958 – 2008 yılları arasında
kent hali olarak faaliyet gösteren yaklaşık
35 bin metrekarelik alana konumlandırılan
8 bin 942 metrekare taban alanlı modern
belediye hizmet binası sayesinde kentin farklı
noktalarındaki hizmet birimleri tek çatı altına
toplanmış oldu.
Meclis Binası, poliklinik, seminer ve çok
amaçlı salonlar, fuaye, sergi salonu, yemekhane ve kafeterya gibi tesisleri de bünyesinde
bulunduran Belediye Hizmet Binasının yanı
sıra 25 bin metrekare park alanında çocuk
oyun alanı, restoran, büfe, gezinti yolları, açık
otoparklar, oturma alanları ve kafeterya ile
bölge yeni bir yaşam alanına kavuşmuş oldu.
Ayrıca park ve belediye binası arasında tasarlanan yaya yolu ile Zafer Mahallesi ve Ankara
yolu arasındaki yaya bağlantısı sağlanırken,
254 araçlık kapalı ve açık otopark alanı ile
parklanma sorununa da çözüm üretildi.
Bursa’ya 136 yıl sonra kazandırılan Belediye
Hizmet Binası’nın açılış törenine Sağlık Bakanı
Mehmet Müezzinoğlu, Vali Münir Karaloğlu,
Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe,
ilçe belediye başkanları, AK Parti İl Başkanı
Cemalettin Torun, Bursa milletvekilleri, Büyükşehir Belediyesi eski başkanları Erdoğan
Bilenser ve Erdem Saker, meclis üyeleri, muhtarlar ve çok sayıda vatandaş katıldı.
1912’de Bursa’nın ilk belediye başkanı olan
Sadrettin Efendi’den 1987 yılına kadar 42
belediye başkanının, Büyükşehir statüsüne
geçtiği 1987 yılından bu yana da 5 belediye
başkanı hizmet verdiğini hatırlatan Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, 48’inci
başkan olarak Belediye hizmet binası yapmanın kendine nasip olduğunu vurguladı. Bursa’ya hizmet eden tüm belediye başkanlarına
teşekkür eden Başkan Altepe, Teoman Özalp
ve Hikmet Şahin başta olmak üzere ebediyete
intikal eden tüm başkanları da rahmetle andı.
Osmanlı’nın kent yönetimi ile ilgili çıkardığı ilk
yasalardan birinin de Bursa Belediye İhtisab
Yasası olduğunu ve 1839 Tanzimat öncesinde mülki ve idari yönetim kadılarının görev
yerinin Ulucami’nin doğusunda yer alan
“ihtisab belediye çadırı” olduğunu hatırlatan
| Ocak 2016 | Sayı 17
93
haber / 136 Yıl Sonra Yapılan; Bursa Belediye Sarayı
Başkan Altepe, “Çardakta başlayan halka
hizmet hareketi, bugünden itibaren Bursa’nın
bu modern abidesinde devam edecek. Düne
kadar Büyükşehir Belediyesi’nin hizmet ve
yönetim birimleri birbirinden ayrı mekanlarda
hizmet vermek zorundaydı. Hele Bütünşehir
yasasının çıkmasıyla birlikte Büyükşehir’in tek
merkezden idaresi elzem hale gelmişti. 2011
yılında başladığımız hizmet binası projemle
tüm birimlerimiz 15 bloktan oluşan tek çatı
altında hizmet vermeye başlıyor. Bursa’mıza
hayırlı olsun” diye konuştu.
Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu da Başkan Altepe’nin aynı zamanda Sağlıklı Kentler
Birliği Başkanı vizyonu ile Türkiye’ye öncülük
yapmasının Bursa için büyük bir kazanç olduğunu söyledi. Büyükşehir Belediye Başkanı
Altepe’nin, en ücra köşeden merkeze kadar
24 saat hizmet verme duyarlılığı ile Bursa’yı
94
| Ocak 2016 | Sayı 16
marka kent haline getirmesinin onurunu ve
gururunu bütün Bursalıların yaşadığını dile
getiren Bakan Müezzinoğlu, “Bu onur ve
gurur hizmete açtığımız bu eserle taçlanıyor.
Yerel yöneticiler hamile bir anneyi de vefat
eden bir bireyi de düşünür. Yani doğum
öncesinden vefat sonrasına kadarki süreci
planlamak zorunda olan bir yönetim sorumluluğu bulunan bir alan. Geçen hafta kent içi
ulaşım açısından büyük önem taşıyan Demirtaş Kavşağını açtık. İnşallah stadyumu da
kısa zamanda açacağız. Biz özgüveni merkeze
alan bir anlayışla hizmet veriyoruz. 136 yıl
sonra mimarisiyle estetik, hizmet alanlarıyla
çok fonksiyonlu bu modern binamız da Bursalıların geleceğe umut ve güvenle bakmalarını sağlayacak. Bu eseri Bursa’ya kazandıran
Büyükşehir Belediye Başkanımıza ve ekibine
teşekkür ediyorum” dedi.
Bursa Valisi Münir Karaloğlu ise kamu hizmeti
verilen binaların kaliteli olmasını çalışanlar
için değil, bizzat bizzat o kamu kurumundan
hizmet talep eden ve hizmet alan vatandaşlara duydukları saygı nedeniyle istediklerini
söyledi. Büyükşehir Belediyesi’nin artık çağır
gereklerine uygun modern bir binada hizmet
vereceğini dile getiren Karaloğlu, “Yani bu
hizmeti çalışanlar için değil, 2 milyon 800 bin
Bursa halkı yapılmış bir hizmet olarak görün.
Bursa’nın vizyonunu sadece Bursa ve Türkiye’de değil Uluslararası alanda da en iyi şekilde gösteren Büyükşehir Belediye Başkanımızı
kutluyorum. Meclis salonumuz artık yetersiz
geliyordu. Bu binanın Bursa halkı için önemli
kararların alınacağı bir mekan oldu. Hayırlı
olsun” diye konuştu.
Bir zamanlar Yeni Hal
| Ocak 2016 | Sayı 17
95
haber / Umurbey İpek Üretim ve Tasarım Merkezi
UMURBEY İPEK ÜRETİM VE
TASARIM MERKEZİ
Bursa’nın değerlerini bir bir gün yüzüne çıkaran Büyükşehir Belediyesi’nin kentte, ipek üretiminin yeniden
canlandırılması adına sürdürdüğü faaliyetlerine her gün yenileri ekleniyor. Bu kapsamda Büyükşehir
Belediyesi tarafından kente kazandırılan Umurbey İpek Üretim ve Tasarım Merkezi ile aynı kompleks
bünyesinde kadınlara hizmet veren Umurbey Yüzme Havuzu, törenle hizmete açıldı.
96
| Ocak 2016 | Sayı 16
Özel mülkiyetten takas yoluyla bursa büyükşehir belediyesi mülkiyetine geçen eteler
dokuma fabrikası olarak bilinen alan, yaklaşık
1080 metrekarelik tescilli fabrika yapılarından
oluşmaktadır. 4185 metrekare açık
alanla birlikte toplam 5265 metrekarelik bir alanı kapsamaktadır.
gelen talepler doğrultusunda; 2010 - 2012
yılları arasında koruma kurulunca onaylanan
proje çalışmaları sonucunda 2014 yılında
restorasyon uygulamasına başlanıldı.
Tüm bu kültürel, sosyal ve sportif
amaçla kullanılacak kompleks alanı
içerisinde tescilli fabrika yapıları ile
bunlara ait kazan, yeni havuz yapısı ile
içinde tescilli çınar ağacı, tescilli boya
havuzu, tescilli istinat duvarı ve sivil
mimarlık örneği bir binaya ait temel
kalıntılarını barındıran halka açık park
alanı bulunmaktadır.
Yapılar 1940-1950 yılları arasındaki
2. Ulusal mimarlık dönemine ait üslupta
ipek fabrikaları olarak inşa edilmiştir. Yapısal
anlamda yıkılmakta olan, can ve mal güvenliğini tehlikeye sokan söz konusu yapılarla ilgili
İpek üretim ve tasarım merkezi olarak işlevlendirilen söz konusu yapı topluluğu içindeki
büyük salonda üretim için ipek dokuma tezgâhları, ipek müzesine yönelik sergiler, bilgilendirme panoları, dinlenme alanı, idari
ofisler gibi fonksiyonlar yer almaktadır.
Birbirine bir geçişle bağlı doğudaki yapı
topluluğunda ise atölyeler ile fuaye ve
mutfak bölümleri bulunmaktadır.
Yapı duvarları klasik tip yığma tuğla ile
teşkil edilmiştir. Tescilli fabrika yapılarını
birbirine bağlayan karşılama yapısı,
mevcut yapılar ile çınar ağacına zarar
vermeyecek biçimde çelik sistemde
inşaa edilmiştir. Çınar ağacı korunmak
suretiyle bir iç avlu oluşturularak doğaya saygılı bir imalat gerçekleştirilmiştir.
Günümüzde alanın kuzeyindeki bina ile
doğusunda yer alan tescilli fabrika yapıları,
bir karşılama yapısı eklenerek bütünlüklü hale
getirilmiştir.
yapıların tüm pencere, kapı, tavan ve
cephe kaplamaları 1. Sınıf ahşap malzeme
kullanılarak imal edilmiştir. Özellikle tavanlarda özel bir süsleme gerçekleştirilmiştir.
| Ocak 2016 | Sayı 17
97
haber / Umurbey İpek Üretim ve Tasarım Merkezi
Büyük salonun pencerelerinden Yeşil
Türbe manzarası seyredilebilirken,
kompleksin güneyinde Uludağ manzarası vardır. Tüm yapılarda erişilebilirlik
gözetilmiştir. Proje kapsamında kadınlara hizmet veren yüzme havuzu da inşa
edilmiştir.
Umurbey İpek Üretim ve Tasarım Merkezi, yaşayan müze konsepti ile tasarlanmış olup geçmişte de Bursa İpeği’nin
üretiminin yapıldığı mekanlardan bir
tanesidir. Müze ve atölye olarak 2 bölümden oluşan yapı topluluğunun müze
konseptinde Bursa İpeği’nin tarihçesi
yer almaktadır. Aynı zamanda ipeğin tarımsal anlamda üretiminden başlayarak
nihai ürüne dönüştürülene kadar olan
süreci canlı bir şekilde vatandaşlarımıza
gösterilmektedir. Atölye bölümünde ise
dokuma tezgahlarının konuşlandırıldığı
alan yer almaktadır.
98
| Ocak 2016 | Sayı 16
araştırma / Bursa’nın İpek Hafızası / Aziz ELBAS
Aziz ELBAS
BBB Kültür ve Turizm Daire Başkanı
BURSA’NIN İPEK HAFIZASI
Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucu
başkentliğini yapan Bursa, aynı zamanda
dünyanın ilk kalite standardının oluşturulup
uygulandığı, bir dönem dünya ticaretinin
şekillendiği merkezlerden biri. İpek Yolu’nun
önemli şehirlerinden birisi olmasının yanında
İpek Yolu ticaret ağının Avrupa’ya geçişin
şehri.
Böylesine önemli misyonları üzerinde barındıran Bursa’da, belki hiç arzu edilmese
de bir ipek şehri markasını, üzerindeki ipekli
kaftanını gelişen şartlar neticesinde üzerinden çıkarmak zorunda bırakılmış. Yüzyılların getirdiği bu deneyim, bilgi birikimi ve
hafıza kolay kolay yok olacak gibi değil. Bu
günlerde bunun somut örneğine hep birlikte
şahitlik ediyoruz.
‘Koza’dan Vitrinlere Bursa İpeği Yeniden’
sloganıyla Büyükşehir Belediyesince başlatılan çalışmalar önemli bir aşamaya gelmiş
durumda.
2015 yılında startı verilen çalışmalarla
öncelikle Bursa’da üretilen kozanın başka
yerlere satılmaması burada değerlendirilmesi
amaçlanmış idi. Bu çerçevede Muradiye’de
daha önce faal olan bir fabrikanın ayakta
duran yapılarının bir kısmında, bu işe gönüllü
olarak emek veren Mehmet Ünal beyin kendi
imkanlarıyla kurduğu geleneksel yöntemlerle kozadan ipliği üreten tesisi, hem ayakta
tutmak hem de geliştirmek amacıyla işbirliğine gidildi. Bu vesileyle Bursa’da üretilen
kozaların Bursa’da değerlendirilmesinin önü
açılmış oldu.
Ardından Umurbey’de yer alan tarihi ipek
fabrikasının restorasyon çalışmaları neticesinde hem üretim alanı hem de ipek ile ilgili
başka başka çalışmaların yapılabilmesi için
uygun mekanlar ortaya çıkmış oldu. “Umurbey İpek Dokuma ve Tasarım Merkezi” adıyla
hizmete sokulan tarihi fabrikanın ana misyonu bir yandan Muradiye’de üretilen yüzde
yüz Bursa ipeği iplikleri gerek halı gerekse
kumaş olarak dokunarak değerlendirmek,
tasarım bölümünde yapılacak tasarımlarla
nihai ürün şeklinde hediyelik olarak değerlendirmek, diğer yandan ise Bursa’da bir
külttür olarak tarihi derinliklerinden günümüze miras kalan bu değeri yeniden hafızalarda yeşerterek yaşatmak şeklinde kısaca
özetlemek mümkündür. Ayrıca yaşayan ipek
müzesi kimliğiyle de her yaştan ziyaretçilerine bu kültürün anlatılıp bilgilendirilmesi
önemsenmesi gereken bir işlev olarak dikkat
çekmekte.
Çalışmaların boyutu yalnızca merkezde sınırlı
kalmayıp çevre ilçe ve köylere yaygınlaştırılması başkaca bir hedef idi. Bu doğrultuda
özellikle Dağ ilçeleri, Harmancık, Büyükorhan, Orhaneli ve Keles merkez ve köylerinde
talepler doğrultusunda bulunan uygun mekanlar elden geçirilip atölye haline getirilmiş,
yerleştirilen tezgahlar hanımların hizmetine
sunulmuştur.
Busmek ile birlikte kurulan sistem sayesinde
söz konusu mekanlarda bir yandan eğitimler
verilirken diğer taraftan hanımlar için birer
gelir kaynağı olabilecek alt yapının hazırlığı
yapılmıştır.
Kozadan hediyelik eşyaya olan sürecin bir
sistem dahilin de işler vaziyete getirmesi için
Kültür ve Turizm Daire Başkanlığının koordinatörlüğünde Tarım Aş. ve Busmek’le birlikte
önemli bir çalışma sürdürülmektedir. Bu
çerçeve yakın zamanda Bursa Ticaret Borsası ve Koza Han esnafının katılımıyla daha bir
genişleyerek yeni hedeflerle buluşacaktır.
Amaç yeni bir şeyler keşfetmek değil, var
olan değerimizi hafızalarımızı tazelemek
suretiyle geleceğe taşımak ve yaşatmaktır.
Harmancık, Büyükorhan, Orhaneli ve Keles’in köylerine Bursa Büyükşehir Belediyesi’nce gönderilen ipek tezgahları, özellikle hanımlardan yoğun ilgi gördü. Yüzlerce kadın bu tezgahlarda çalışarak hem kendi ekonomisine
katkıda bulunuyor hem de yeni bir sektörün doğmasına önayak oluyor.
| Ocak 2016 | Sayı 17
99
haber / Uludağ Artık Dağcılar İçin Daha Güvenli
100
| Ocak 2016 | Sayı 16
ULUDAĞ ARTIK
DAĞCILAR İÇİN
DAHA GÜVENLİ
Bursa Büyükşehir Belediyesi,
2453 metre rakımlı Zirve Tepe’de
yaklaşık 60 yıl önce yapılan
ancak günümüzde kullanılamaz
duruma gelen dağcı sığınağını
kullanılabilir hale getirerek
yeniden dağcıların hizmetine
sundu.
Bursa Büyükşehir Belediyesi, 2453 metre
rakımlı Zirve Tepe’de yaklaşık 60 yıl önce
yapılan ancak günümüzde kullanılamaz duruma gelen dağcı sığınağını kullanılabilir hale
getirerek yeniden dağcıların hizmetine sundu.
Bursa Büyükşehir Belediyesi, Uludağ Zirve
Tepe’de bulunan dağcı sığınağını, Türkiye
Dağcılık Federasyonu ve Bursalı dağcıların
talebi üzerine kullanıma uygun hale getirerek
dağcıların hizmetine sundu. Yaklaşık 60 yıl
önce yük hayvanları marifetiyle taşınan malzemelerden oluşturulan sığınak, günümüzün
ileri teknolojik imkanlarıyla yeniden düzenlendi. Sığınağın yeniden kullanıma açılması
nedeniyle Uludağ Zirve Tepe’de düzenlenen
törene Bursa’daki 18 dağcılık kulübüne bağlı
yaklaşık 260 dağcı katıldı.
| Ocak 2016 | Sayı 17
101
haber / Uludağ Artık Dağcılar İçin Daha Güvenli
Dağcı sığınağının açılışı aynı zamanda Bursa’daki tüm dağcı kulüplerini bir araya getirdi. 20’yi aşkın kulüp ve yaklaşık 260 dağcı, bu tarihi an’a tanıklık etmek üzere sığınağın yeniden kullanıma açılması nedeniyle
düzenlenen yürüyüşe katıldı.
Dağcıların İstiklal Marşı okuması ve AKUT’un
kurucusu Aziz Doğan ile yaşamını yitiren
dağcılar anısına bir dakikalık saygı duruşu ile
başlayan törende konuşan Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Abdülkadir Karlık, tüm
spor dallarının olduğu gibi dağcılık sporunun
da yanında olduklarını bildirdi. Yaklaşık 60 yıl
önce yapılan ancak doğal koşullar nedeniyle
kullanılamaz duruma gelen sığınağın yeniden
düzenlenmesini kısa bir süre içinde gerçekleştirdiklerini kaydeden Karlık, “Burada çalışmak
oldukça zor, doğal şartlar normal çalışmaya
izin vermiyor. Buna rağmen teknolojinin
imkanlarını da kullanarak bu sığınağı kullanılır hale getirdik. Şimdi artık dağcılarımızın
sığınabilecekleri güvenli bir yerleri oldu” dedi.
İki katlı sığınak binasının bundan sonra da
Büyükşehir Belediyesi kontrolünde olacağını ifade eden Karlık, “Ufak tefek eksiklerini
102
| Ocak 2016 | Sayı 16
sezon sonuna kadar tamamlayacağız, ayrıca,
doğal koşullar nedeniyle bundan sonra oluşabilecek sıkıntıları da gidereceğiz” şeklinde
konuştu.
Törende konuşan Türkiye Dağcılık Federasyonu Bursa İl Temsilcisi Nazif Makas ise, yıllar
önce oldukça zor koşullarda yapılan sığınağın
yıllarca dağcılar için bir güvence olduğunu
hatırlattı. Yoğun kar ve rüzgar gibi etkenler
nedeniyle uzun bir süredir kullanılamayan
sığınakla ilgili durumu Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’ye ilettiğini bildiren
Makas, “Sağ olsun Sayın Başkan konuya
hemen el attı ve ilgili arkadaşlarına görev
verdi. Biz ufak tefek toparlamalar beklerken
Sayın Başkan burayı tümüyle elden geçirdi.
Dağcılar olarak kendisine şükranlarımızı ifade
ediyoruz. Evliya Çelebi’nin 375 yıl önce çıktığı
ve ismini “kule-cihan” diye bildirdiği Zirve
Tepe’deki bu sığınaktan tüm doğaseverler,
dağcılık, kayak ve arama kurtarma faaliyetlerinde de faydalanabilecekler” dedi. Makas
daha sonra, dağcılık sporuna ve sığınağın
yeniden yapımına verdiği desteklerden ötürü
Büyükşehir Belediyesi’ne bir teşekkür plaketi
verdi. Törene katılan Büyükşehir Başkan Vekili
Abdülkadir Karlık da, sığınağın anahtarını
Bursalı dağcılar adına Dağcılık Federasyonu İl
Temsilcisi Nazif Makas’a sundu.
YOĞUN KATILIM
Sığınağın yeniden kullanıma açılması nedeniyle Zirve Tepe’ye yürüyüş düzenlendi. Törene
Bursa’da faaliyet gösteren Ayak İzi, AVP
Cihan, Demirtaş, Nokta Dağcılık, Yeşil Bursa,
ULUDAK, ODAK, BAKUT, BUDAK, ALFA ve
UDK gibi 18 dağcılık ve spor kulübünden 260
civarında sporcu katıldı. Bursa’daki dağcılık
sporu camiasını bir araya getiren tören ve
yürüyüşün ardından tüm dağcıların büyük bir
memnuniyet içinde oldukları gözlendi. Törene
katılan tüm ekipler, sığınak önünde kulüp
flamalarıyla fotoğraf çektirdiler.
SIĞINAK NASIL ONARILDI?
Yaklaşık 60 yıl önce yük hayvanlarının taşıdığı
malzemelerle yapılan sığınak günümüzde
teknolojik imkanlar kullanılarak yenilendi.
Bölgenin doğal yapısının bozulmaması için
büyük özen gösteren Büyükşehir Belediyesi,
demir, kum, çimento, boya, su gibi yaklaşık
20 ton inşaat malzemesini 600’er kilogramlık paketler haline getirdi. Ardından, bir yük
helikopteri ve akaryakıt tankeri temin edildi.
Helikopter, yenileme işini yapacak personelin
barınma ve yiyecek malzemeleri ile inşaat
malzemelerini taşımak için, Uludağ oteller
bölgesi ile 2453 metre rakımlı Zirve Tepe
arasında 60 sorti yaptı. Bölgede hava koşullarının sürekli değişkenlik göstermesi, özellikle
Zirve Tepe noktasında çok ciddi bir hava
hareketi olması nedeniyle taşıma işi 4 günde
tamamlanabildi. Sığınakta Ağustos sonunda
başlayan yenileme çalışmaları ise Ekim ayı
içinde tamamlandı.
Dağcı sığınağını yenileme çalışmaları kapsamında, yıkılan giriş merdiveni yeniden
yapılarak yapıya giriş çıkışlar sağlıklı hale
getirildi. Yapının çatı tabliyesi kar suyuna
maruz kaldığı için deforme olmuştu, yenileme
çalışması kapsamında çatıda iki kat membran kullanılarak su yalıtımı yapıldı ve üzerine
koruma betonu atıldı. Yapının dış cephe ve
duvarlarında yoğun yağmur ve rüzgar nedeniyle yıkılmalar, dökülmeler olmuştu. Yıkılan
beden duvarları çürütme yöntemiyle onarıldı.
Bölgenin iklim şartları dikkate alınarak, dış
cepheler, bu koşullarda daha dayanıklı olduğu
kanıtlanmış olan betopan malzeme giydirme
yapıldı. Yapının tabliyeleri ve balkonu çelik
profillerle desteklenerek güçlendirildi ve
ardından betopan ile kaplandı. Yapının alt ve
üst giriş kapıları yenileme çalışması kapsamında tümüyle yenilenirken, pencere kısımlar
da iklim koşullarına uygun malzeme kullanılarak tamamlandı.
Dağcı sığınağı, hem dağcılar için önemli bir
güvenli bir şekilde barınma noktası olacak
hem de Uludağ’ın sağlıklı ve güvenli bir
turizm ve spor merkezi olması noktasında
önemli bir işlev üstlenecek.
Helikopter, Uludağ oteller bölgesi ile 2453 metre rakımlı Zirve Tepe
arasında 60’dan fazla sorti yaptı. Bölgede hava koşullarının sürekli değişkenlik göstermesi, özellikle Zirve Tepe noktasında çok ciddi bir hava
hareketi olması nedeniyle taşıma işi ancak 4 günde tamamlanabildi.
| Ocak 2016 | Sayı 17
103
haber / Çukur Mescid Yeni Yüzüyle..
ÇUKUR MESCİD
YENİ YÜZÜYLE...
Kentin değerlerini birer birer gün yüzüne çıkaran Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından
restorasyonu tamamlanan Çukur Mescid, çevre düzenlemesiyle birlikte hizmete açıldı.
Yıldırım külliyesinin bir parçası olan Çukur
Mescid, 620 yıl önce yapılan Yıldırım Camii inşaatında çalışan ustaların şantiye olarak kullandığı bölgede namazlarını eda edebilmeleri
gayesiyle inşa edilmiş, bir dönem de dokuma
atölyesi olarak kullanılmış, günümüze sadece
yıkık iki duvarı kalmış bir şekilde ulaşmıştır.
Çukur Mescid’in orijinal haliyle gün yüzüne
çıkarılması için gereken çalışmaları başlatan
Büyükşehir Belediyesi mescid çevresinde yer
alan 4 binanın kamulaştırmasını yaptı. Anıtlar
Kurulu’nca onaylanan restorasyon projesinin
uygulaması kapsamında sponsorların da desteği ile özgün halde yeniden ayağa kaldırılan
Çukur Mescid ve çevresi bölgeye değer katan
özelliği ile yaşayan Bursa’ya kazandırıldı.
104
| Ocak 2016 | Sayı 16
| Ocak 2016 | Sayı 17
105
w w w. b u r s a . b e l . t r
w w w. b u r s a d a z a m a n d e r g i s i . c o m
ZAFER MAH. ANKARA YOLU CAD.
NO 1 16270 OSMANGAZİ - BURSA
T:
106
| Ocak 2016 | Sayı 16
444 16 00
Download