1 Nadia Visser SÖYLEŞİ Munzur müziğin esin kaynağı Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL Sayı:68 31 Ağustos - 06 Eylül 2015 S16 basnews.com rg Mesrur Barzani kriz için devrede ak ur d .o KBY’deki sorunların geniş bir konsesüs ile aşılması gerektiğini savunan PDK yöneticilerinden ve Genel Asayiş Müsteşarı Mesrûr Barzani, Parlamento dışındaki siyasi partiler ve azınlık temsilcileri ile bir araya geldi. w w .a rs iv S04 - 05 Siyaset Bilimci-Sosyolog Doğu Ergil BasHaber’in sorularını yanıtlarken, “Türkiye’nin 100 yıla varan bir sorunu, anlamakta ve çözmekte bu kadar zaafiyet göstermesi müthiş bir ideolojik koşullanmayla ilgilidir. Bu bagajdan kurtulamadık ve Türkiye kendi düşmanını, kendi içinde üretip onunla çatıştıkça ne ulusal birlik sağlayabilir. Benim önerim Kürdistan’ı Türkiye sınırları içinde tutmak” dedi. S08 - 09 HDP kabinede w “Kürdistan’ı Türkiye sınırlarında tutalım” Türkiye siyaseti ‘ilklerin’ yaşandığı günlere tanıklık ediyor. Ankara kulislerinde 1 Kasım’da yapılacak Genel Seçimlerin, sonuçlar bakımından ‘siyasi depremlere’ yol açacağı tahminleri yapılırken, ‘ilk kez’ silahların gölgesinde böylesi bir seçime gidilmesi dikkat çekiyor. Geçici Hükümet’te HDP’li 2 bakanın yer alması barış umudunu yeniden yeşertirken, taraflardan sert açıklamalar gelmeye devam ediyor. Türkiyelileşme antagonizması HAMİYET ÇELEBİ s03 Cumhuriyet tarihinde ilk kez Kürd tandanslı bir parti kabinede yer alırken, teklif götürülen bir HDP’li vekilin teklifi reddetmesi ise HDP içerisinde siyasi bir krizin işareti olarak yorumlanıyor. Kandil’in sert eleştiriler yönelttiği HDP ile makası iyice araladığı ileri sürülürken, Öcalan’ın çatışma sürecinin sonlanması için 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde ateşkes mesajı vereceği iddia ediliyor. S02 - 03 Seçim sürecinde HDP BİLAL SAMBUR ‘Doğanın milliyeti yoktur’ S10 Duran Kalkan ve HDP s07 HAKAN TAHMAZ s09 Mülteci katliamı sürüyor S13 02 MANŞET BasHaber SÖYLEŞİ 31 Ağustos - 6 Eylül 22015 MANŞET BasHaber 31 Ağustos - 6 Eylül 2015 3 SÖYLEŞİ HDP - AKP kabinesi barışa umut olacak mı? kalabalığa dahil oldum. 35-40 yaşlarında bir teyze elindeki metni okumamı istedi. Ben de bunun üzerine okudum. İçeriğini tam olarak bilmiyordum.” HDP’ye AB ve Kalkınma Bakanlığı HDP Kocaeli Milletvekili Ali Haydar Konca AB Bakanlığına, HDP İzmir .o ur d rs iv ak HDP’li Tüzel: Parti’de çatlak yok! HDP İstanbul Milletvekili Levent Tüzel bakanlık teklifini neden reddettiğini ve HDP içerisinde bir çatlağa neden olduğu yönündeki iddiaları BasHaber’e değerlendirdi. Kurucusu olduğu parti EMEP’in bakanlık teklifini doğru bulmadığını ve bu nedenle reddettiğini açıklayan Tüzel şunları söyledi: “HDP ile mücadelede, her şeyde yine beraber olacağız. Ülkenin demokrasisi, barışı, halkların kardeşliği mücadelesinde çalışmalarımız sürüyor. Orada bir sıkıntı yok. Sadece bir görevi alıp almama konusunda görüş farklılığı yaşanmıştır. Partide çatlak var diyenler başka hesaplar içindeler. AKP’nin savaş tutumunu önleyecek bir tutum sergilemek lazım. Artık her şeyi göze almış durumlar. Böyle bir ortamda seçim güvenliğinin meşruiyetinin sağlanması da mümkün değildir, bu yüzden kabul etmedik. Halkı terörize ederek, sindirerek orada nasıl gerçekten adil bir seçim yapılacak ki?” .a Milletvekili Müslüm Doğan’da Kalkınma Bağanlığı’na atandı. Bu teklifle Davutoğlu’nun geçici hükümette Milli Güvenlik Kurulu’nda temsil edilen bakanlıklardan hiç birine HDP’lileri getirmemiş oldu. Böylelikle merakla beklenen MGK’nın 2 Eylül’de yapılacak toplantısında HDP’li üye bulunmayacak. Öte yandan HDP’li bakanlar Konca ve Doğan yaptıkları ilk açıklamalarında, kırmızı plaka kullanmayacaklarını, makam ve mevki dertlerinin olmadığını, tek dertlerinin silahların susması olduğunu, halkla bütünleşeceklerini ve bu nedenle koruma ordusu istemediklerini ifade ettiler. w Yeni Bakanlar Kurulu’nda kimler hangi görevde? Yeni seçim hükümetinde Başbakan Ahmet Davutoğlu Başbakan Yardımcıları Numan Kurtulmuş ve Yalçın Akdoğan, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık, Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu ile Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu yerini korudu. Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz ise Başbakan Yardımcılığına kaydırıldı. Diğer bakanlıklar ise şu isimlerden atandı; İçişleri Bakanı Selami Altınok, Gümrük ve Ticaret Bakanı Cenap Aşçı, Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu, Kültür ve Turizm Bakanı Yalçın Topçu, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ahmet Erdem, Adalet Bakanı Kenan İpek, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Kutbettin Arzu, Ulaştırma ve Haberleşme Bakanı Feridun Bilgin, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşen Gürcan. MHP’li Tuğrul Türkeş Başbakan Yardımcılığına, 3 dönem kuralına takıldığı için 7 Haziran’da listeye giremeyen Ali Rıza Alaboyun Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na, Vecdi Gönül’ün de Milli Savunma Bakanlığı’na atanması dikkat çeken diğer gelişmeler olarak izlendi. rg Kabine bağımsız isimlerden mi oluştu? Başbakan Davutoğlu’nun ‘anayasal zorunluluk’ olarak belirttiği Parlamento içinden Bakanlar Kurulu oluşturma çalışmasının, kısmen MHP ve HDP’de, topyekün CHP’de karşılık bulamaması ardından kabineye seçilen isimlerle, ‘bağımsızlar bağımsız mı?’ tartışmasına yol açtı. HDP Kocaeli Milletvekili Ali Haydar Konca, HDP İzmir Milletvekili Müslüm Doğan ve MHP İstanbul Milletvekili Tuğrul Türkeş dışında kalan ve bağımsız statüsüyle atanan 11 ismin AKP’nin bakan yardımcıları, bürokratları ve eski milletvekillerinden oluşması dikkat çekti. Cumhuriyet tarihine bir ‘ilk’ de yeni kabineye ‘türbanlı’ bir kadının Ayşen Gürcan’ın bakan olarak atanması oldu. w nkara’nın siyaset kulislerinde 1 Kasım’da yapılacak Genel Seçimlerin sonuçlarının‘siyasi depremlere’ yol açacağı tahmini yapılırken, silahların gölgesinde yapılacak bir seçimin şaibeli olabileceği ifade ediliyor. Ahmet Davutoğlu Başbakanlığında kurulan Geçici Hükümete HDP’li 2 bakanın yer alması yeni bir barış umudu yaratırken, çatışma süreci ile ilgili taraflardan sert açıklamalar gelmeye devam ediyor. Cumhuriyet tarihinde ilk kez Kürd tandanslı bir parti kabinede yer alırken, teklif götürülen bir HDP’li vekilin teklifi reddetmesi ise, HDP içerisinde siyasi bir krizin varlığına işaret olarak yorumlanıyor. Kandil’in sert eleştiriler yönelttiği HDP ile makası iyice araladığı ileri sürülürken, Öcalan’ın çatışma sürecinin sonlanması için 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde örgüte ateşkes mesajı vereceği iddia ediliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1 Kasım seçimlerinden de istediği yönde sonuçlar çıkaramayacağına dair anket sonuçları ortalıkta dolaşırken, 7 Haziran tablosunun korunması ya da aksi yönde verilerin oluşmasını sağlayan gerekçelerin nedeni olarak PKK ile devam eden çatışmalar gösteriliyor. Suruç katliamı, Ceylanpınar’daki polis infazları ile 24 Temmuz’da TSK’nın PKK kamplarını bombalamasıyla bozulan ateşkesin ekonomik maliyeti henüz hesaplanmamışken, İnsan Hakları Derneği’nin açıkladığı raporda; 37 günde 92’si asker-polis, 38’si HPG’li ve 47 sivil ile birlikte toplam 177 kişinin öldürüldüğü, 2 bin 544 kişinin gözaltına alındığı, bunlardan 338 kişinin de tutuklandığı bildirildi. Öte yandan Diyarbakır’da ‘özyönetim’ ilan ettikleri gerekçesi ile tutuklanan belediye başkanlarının mahkemelerde verdikleri ifadelerde, ’özyönetim’ ilanından haberdar olmadıklarını beyan etmeleri bölgedeki çatışma ve olaylara dair yeni yorumların yapılmasına neden oldu. Ankara seçim hükümeti çalışmaları nedeniyle yoğun bir haftayı geride bırakırken, bu yoğun trafiğin yaşandığı günlerde HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Nazmi Gür ve DBP Eş Başkanı Kamuran Yüksek’ten oluşan heyetin Avusturya Cumhurbaşkanı ve bir dizi görüşme yapmak için yurtdışında olması dikkat çekti. Demirtaş, Tüzel’in red kararını ve yeni bakanlar kuruluna dair gelişmeleri değerlendirdiği açıklamasını Viyana’dan yaptı ve bir kez daha barış mesajı verdi. KCK Yürütme Konseyi: 2 HDP’li bakanla bir şey değişmez HDP’li vekillerin katımıyla kurulan seçim hükümetini eleştiren bir açıklamasında KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanlığı, “AKP hükümetinin Kürd halkının özyönetimlerini kriminalize ederek saldırılarını sürdüreceği anlaşılmaktadır. Bu kurulacak hükümetin bir savaş hükümeti ya da yürütülen saldırı ve savaşa bir kılıf olacağı anlaşılmaktadır” diyerek, AKP’nin seçim yapmayı amaçlamadığını, iktidarını sürdürmeyi amaçlayan bir siyaset yürüttüğü ifade etti. Açıklamanın devamında şu görüşlere yer verildi: “Şimdi bu ortamda hangi seçimden, seçim sürecinden, seçim hükümetinden söz edilebilir? Normal bir zamanda anayasanın hükmü olan farklı partilerden oluşan bir seçim hükümetinden söz edilebilirdi. Bir iki HDP milletvekilinin bu seçim hükümetinde olması bu hükümeti anayasa gereği oluşmuş bir seçim hükümeti haline getirmeyecektir. Şu anda tüm w A Besê Çelik demokrasi güçlerinin görevi, Kürd halkının kendi kendini yönetmesine saldıran AKP hükümetinin bu politikalarına karşı mücadele etmek ve mücadeleyi yükseltmek olmalıdır.” Belediye başkanları: Özyönetimden haberdar değiliz Diyarbakır’da özyönetim açıklaması yaptıkları için gözaltına alınan belediye başkanları Diyarbakır 5. Sulh Ceza Hakimliği’nce tutuklandı. Diyarbakır’da 19 Ağustos’ta gözaltına alınan DBP’li Merkez Sur İlçe Belediyesi Eş Başkanları Seyid Narin, Fatma Şık Barut, DBP Sur İlçe Eş Başkanı Ali Rıza Çiçekli ve bildiriyi okuyan Özgür Kadın Kongresi aktivisti Güneş Ölmez sorgulamada verdikleri ifadelerinde özyönetim açıklamasından haberdar olmadıklarını, yaşanan olaylar sebebiyle bir açıklama yapıldığını sandıklarını söylediler. Haberdar olmadıklarını söylediği ve ‘özyönetim ilanı’ yapılan basın açıklamasını okuyan Güneş Ölmez ifadesinde şunları söyledi: “Bildiri okunan yerde bulunan bayanlar süreçte yaşanan çatışmaların sona ermesi ve müzakere sürecine tekrardan başlanabilmesi açısından toplanmışlardı, ben de o esnada AB Bakanı Konca: Amacımız şiddeti durmaya katkı sunmaktır Çatışma ortamında seçim güvenliğinin nasıl sağlanacağı ve kabinede yer almalarının bu konuya ne tür bir katkı sağlayacağını sorduğumuz AB Bakanı Ali Haydar Konca BasHaber’in sorularını yanıtladı. Her iki tarafa da silahları susturma çağrısı yaptıklarını hatırlatan Konca, “Ateşkes ilan edilmesini ve barış masasının yeniden kurulmasını istiyoruz. Bizim derdimiz silahların susturulmasıdır” diye konuştu Bakanlık teklifini kabul etmelerine ilişkin tartışmalara da açıklık getiren Konca şöyle devam etti: “Bu görevi kabul etmemizin temelinde bunun anayasal bir hak olması, diğer boyutunda meşruiyet tartışmalarına son vermek var. Amacımız öbür yandan akan kanı durdurabilmek. Bu noktayı bir amaç olarak kullanıp, bu konuda bir görevi yerine getirebilir miyiz derdimiz, davamız budur. Bizim koltukla, kırmızı plakayla ilgili bir derdimiz, hevesimiz yok. Türkiye’deki en acil ihtiyaç bu şiddet sarmalının sona ermesidir. Bu konuda üstümüze ne görev düşüyorsa onu yerine getirmeye hazırız. Umarım aklı selim ağır basar ve akan kanı durdururuz.” Kalkınma Bakanı Doğan: Toplumsal barışı sağlamalıyız Tarafların müzakere sürecindeki pozisyonuna geri dönmesi gerektiğini söyleyen Kalkınma Bakanı Müslüm Doğan BasHaber’e şu açıklamalarda bulundu: “Ölümlerin kabullenebilecek bir tarafı yok. Asker, sivil, gerilla ve çocuk ölümlerinin durdurulmasını istiyoruz. Bu saatten sonra hiç kimse bunu kaldıramaz. Toplumsal barışı sağlamamız gerekiyor. Analar ve babalar acil çağrılarda bulunmalı, kim varsa herkes bu olaya müdahale etmeli. Partimiz, halkların, inançların, yoksulların, emekçilerin, sosyalistlerin bir araya geldiği geniş bir çerçevedir. Yeni bir yaşamı oluşturmaya çalışan bir yapıdır. Bu anlamda Levent Tüzel’in tavrına saygı duyuyoruz. Parti organlarımızda bunu değerlendireceğiz.” CHP’li Tanrıkulu: Hükümette yer almayı doğru bulmadık Bakanlık teklifini topyekün reddeden CHP’nin tavrını gazetemize değerlendiren CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, “CHP’nin tavrı bellidir. Koalisyon hükümeti için CHP’ye yetki verilmemiştir. Anayasa ve kanunlar uyarınca hükümette bulunmayı siyaseten doğru bulmadık ve o yüzden katılmadık. Geçtiğimiz seçimde seçim bildirgesi hazırlamıştık. O bildirgedeki vaatlerimiz toplum tarafından olumlu karşılandı. Yeniden güncelleyeceğiz. Bugünkü asıl gündem Türkiye’nin ölümlerle, ölüm çemberiyle karşı karşıya kaldığı süreçtir. Toplumsal barışı, özgürlüğü önde tutan bir yeni anayasayla yeni bir seçim bildirgesiyle” seçime hazırlandıklarını ifade etti. Avni Özgürel: Türkeş’in gidişi MHP’de tartışma yaratır Tuğrul Türkeş’in ayrılması ile MHP’de yaşanacağı iddia edilen bölünmeye dair sorumuzu yanıtlayan Gazeteci Avni Özgürel, “MHP’de bir bölünmeye yol açmaz ama MHP tabanında bir tartışmaya yol açar. MHP tabanında zaten Devlet Bahçeli’nin izlediği siyaset çok kabul görmüyor. MHP tarihinde ilk kez en fazla milletvekili ile 7 Haziran seçimlerinden çıktı. AK Parti ve MHP tabanında bir uyumsuzluk da söz konusu değil. MHP’nin ağırlıkla temsil edildiği bir koalisyon hükümeti kurulabilirdi. Sayın Bahçeli’nin neye karşı çıktığını kimse bilmiyor herkes, parti teşkilatı dâhil hataya düşmüştür. Sayın Bahçeli de hiç kimseye bunu anlatabilmiş değil. O bakımdan MHP teşkilatının tabanında bu tavrın tartışılacağını düşünüyorum. Asıl tartışma seçimden sonra olacaktır. MHP’nin bir oy kaybetmesi muhtemeldir. O oy kaybı tekrar tartışma yaşatacaktır. MHP de HDP de barajın altına düşmezler, seçmen kısa sürede karar değiştirmez. MHP oy kaybeder, bunun MHP içerisinde tartışmaya yol açacağını düşünüyorum” dedi. 03 HDP ve Türkiyelileşme antagonizması! HAMİYET ÇELEBİ Türkiye siyasi tarihinde hükümet kuramadığı için seçime gitme deneyimi de yaşayacak. Şimdiye dek hükümet kurma çoğunluğunun sağlanamadığı dönemlerde doku uyuşmazlıklarına rağmen şartlar zorlanmış, bir şekilde koalisyonlar kurulmuştu. Türkiye’nin bu yaşadığı şey bir ilk olacak. Ancak ‘Türkiyelileşme evrimine’ rağmen temel dayanağı, sosyal tabanı Kürd seçmenler olan HDP gibi bir partinin hükümete iki bakan vermesi, HDP ile aynı tabana dayalı PKK’nin taraf olduğu kanlı savaşın da eş zamanlı olarak sürmesi de yaşanan diğer bir ilk.Avrupa Birliği Bakanlığı ve Kalkınma Bakanlığı gibi aslında protokol kurumlar olan, fonksiyonel olmayan ve diğer icracı bakanlıklar gibi idarede etkisi olmayan, ancak uluslararası temsiliyette, ve Türkiye’nin ekonomik, sosyal hedeflerinin belirlenmesinde rolü olan iki bakanlığın iki aylığına da olsa HDP’ye verilmesi kuşkusuz tesadüf değil. Her iki bakanlığın da görevleri geçtiğimiz yıllarda yayınlanan Kanun Hükmünde Kararnameler ile belirlendi. Buna göre; üyelik müzakerelerinin donduğu Avrupa Birliği Bakanlığı Türkiye’nin Birlik sürecine hazırlanması ve bu sürecin koordinasyonu görevini üstlenirken, Kalkınma Bakanlığı ise ülkenin kalkınmasında hedef belirleme, plan, program üretme ve hükümete danışmanlık yapma görevinden sorumlu.Görüldüğü gibi bu bakanlıklar aslında hiç de hafife alınmayacak ayrıca birbiriyle ilintili görev ve sorumluluk alanlarına sahip. Biri ülkenin Avrupa Birliği standartlarına getirilmesi ve bu sürecin takibinde, öteki de ekonomik kalkınmasında önemli olması gereken noktalar. AB; Türkiye’yi, demokrasi kapasitesiyle, hukukun üstünlüğüne verdiği değerle, insan hak ve özgürlükleri ile azınlık haklarına yaklaşımlarıyla, bölgeler arası dengesizlikleri giderip gideremediğiyle ilgili kriterler çerçevesinde değerlendirmeye alır. Avrupa Parlamentosu her yıl genellikle Ekim ayında yayınladığı ilerleme raporlarıyla da Türkiye’nin üyelik sürecinde yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini, AB müktesebatını ne derece uyguladığını belirler. Raporları takip edenler bilir, Türkiye’nin eleştirilere hedef olduğu ana noktalar Kürd Sorunu, insan hakları konularında Türkiye’nin kapasitesi ve bölgeler arası ekonomik dengesizlik oluşturur. Genellikle de Türkiye bu raporlara yönelik Avrupa Birliği Bakanlığı aracılığı ile daha çok savunma pozisyonuna çekilerek, AB’nin pek de iyi niyetli davranmadığı iddialarını ileri sürer. Örneğin geçen yıl Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır, Avrupa Parlamentosu’nun 2014 Türkiye raporunu kabul etmeyeceklerini ve iade edeceklerini kamuoyuna açıklamış, ardından Türkiye’yi sertçe eleştiren AB İlerleme Raporu çöpe atılmıştı! Artık AB kalitesine uyum konusunda Türkiye’nin çabalarını ifade etme görevini seçime kadar HDP milletvekili Ali Haydar Konca yerine getirecek! AB’nin en hassas olduğu Kürd Sorunu konusunda Türkiye’yi ifade etme görevi, Avrupalılar tarafından ‘pro Kürd’ bir parti olarak tanımlanan HDP’li bakanın görevi! Kalkınma Bakanlığı’nın 2014-2018 yılları arası 10. Kalkınma Planı’nın ana çerçevesini “kapsayıcı ekonomik büyüme, hukukun üstünlüğü, bilgi toplumu, uluslararası rekabet gücü, insani gelişmişlik, çevrenin korunması ve kaynakların sürdürülebilir kullanımı” olarak tasarlamıştı. Henüz bu dört yıllık planın ilk çeyreğinde iken bile yansımalarını gerek Kürdistan’da gerekse de diğer bölgelerde artarak devam eden HES inşaatlarında, Yeşil Yol projelerinde, sel baskınlarında, bilgi toplumu olarak bilgiye erişimimizdeki kısıtlayıcı hükümet uygulamalarında, savaş koşullarına yeniden dönmenin çevreye verdiği tahribatlarda yakından gördük. Şimdi hükümette bakanlığın bu hedeflerine ulaşmasındaki zorlu görevi yerine getirecek olan Bakan HDP’li Müslüm Doğan olacak. HDP 7 Haziran seçim bildirgesinde “Koşullar ne olursa olsun, Kürd Sorunu’nda silahsız çözüm ve demokratik siyaseti savunacağını; ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal tüm mücadeleleri kendi mücadelesi ve deneyimi olarak göreceğini; halklara ve azınlıklara yapılan soykırım ve katliamlar nedeniyle, bu halklardan devlet adına özür dileneceğini; kentleri meydanları, parkları, koruları ve kıyıları koruyacağını; doğayı tahrip eden projeleri durduracağını; HES, termik ve nükleer gibi enerji projelerine son vereceğini” açıkça taahhüt etmişti. Bir taahhüdü de ‚Türkiyelileşmeye’ dair idi. Seçim hükümetinde yer alarak, ülkenin sorunlarının çözümüne ortak olma niyetini de ifade eden HDP açıktır ki önemli bir kavşaktan geçmektedir. Antagonizmanın halesinin sardığı HDP tam da şimdi ‘Türkiyelileşme sınavı ile’ yüz yüzedir. HDP, ya sorunların çözümünde - hiç değilse- duyarlılıklarını ortaya koyacak, ya da geleneksel iktidar ilişkilerinin bir parçası olarak iddialarını yitirecektir. 04 HABER BasHaber SÖYLEŞİ 31 Ağustos - 6 Eylül 42015 Mesrur Barzani kriz için devrede .o ur d ak iv rs .a PDK’li Cewher: Seçim usulünü halk belirlesin Siyasi kriz ve gündemdeki diğer konular hakkında BasHaber’in sorularını yanıtlayan PDK Mil-letvekili ve Kürdistan Parlamentosu Kültür-Medya Komisyonu Başkanı Ferhan Cewher YNK, Goran ve Komele’nin KBY Başkanı Mesud Barzani’nin iki yıl daha görevde kalmasını kabul ettiklerini, buna karşılık PDK’nin de taraflara Bölge Başkanı, Parlamento ve hükümetin yetki alanlarının tartışılabileceğini ilettiğini belirtti. Cewher, tarafların anlaşmaya vara-madıkları konunun Bölge Başkanı’nın seçim usulü hakkında da YNK, Goran ve Komele’nin Başkan’ın Parlamento tarafından seçilmesi şartını dayattıklarını buna karşılık PDK’nin de Başkan’ın halk veya Parlamento tarafından seçilmesi seçeneklerinin referandumla halka sorulması önerisinde bulunduğunu söyledi. Cewher şöyle konuştu: “Biz PDK olarak şu öneride bulunduk: 6 ay sonra Bölge Başkanı’nın nasıl seçilmesi gerektiğini referandumla halka soralım. Bırakalım halk karar versin. Bütün dünyada olduğu gibi halk, neye karar verirse siyasi partiler olarak biz bunun gereklerini yerine getirelim ve bu sorunu kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturalım. Bu öneriyle ilgili şimdiye kadar herhangi bir açıklama yap-madılar ama kanaatimce onlar da birkaç gün sonra bu öneriye olumlu cevap verecekler.” YNK Genel Sekreter Yardımcısı Dr. Berhem Salih’in, Mesud Barzani’nin 2 yıl daha görevde kalmasının yanı sıra, KBY’nin sınırlarının denetim altına alınan tartışmalı bölgeler çerçevesinde yeniden çizilmesi ve Peşmerge güçlerinin bir çatı altında birleştirilmesi gibi önemli konularda çözüm önerileri sunan projesinin PDK tarafından tartışmaya değer bir proje olarak değerlendirildiğini ama bu projenin YNK tarafından reddedildiğini vurgulayan Ferhan Cewher, bunun neticesinde PDK’nin KBY ile ilgili hayati meselelerde karar vere-bilecek yetkilerle donatılmış ve Siyasi Parti Başkanları, Başbakan ve Bölge Başkanı’nın dai-mi üyesi oldukları bir Başkanlık Komitesi’nin kurulmasını öngören bir projesinin olduğunu ve bu projenin yakında tartışmaya açılabileceğini söyledi. w gerektiği ifade ediliyor. w KBY’de umut ve belirsizlik bir arada Siyasi gözlemcilere göre KBY’de devam eden siyasi krizin esas nedeni de bu bölgesel çatışmanın Kürd siyaseti üzerindeki etkisinden kaynaklanıyor. Mevcut anayasaya ve te-mayüllere bağlı kalmanın ortaya çıkaracağı siyasi riskler, başarılı bir yönetim sergileyen KBY Başkanı Mesud Barzani’nin olağanüstü durumun normale evrilmesine kadar Bölge Başkanlığı görevini yürütmesinin siyasal, askeri ve diplomatik zorunluluğunun görülmesi gerekiyor. Çok sayıda ülkenin siyasi tarihinde, savaş dönemlerinde özel bir hukukun uygulandığı ve ulusal çıkarlar gereği, hassas mevkilerin korunduğu bilinmesine rağmen, aynı durumun Kür-distan’da geçerli olmasına ayrıca bağımsızlık hazırlıklarına, devletleşme girişimlerine, ekononik ve siyasi bağımlılığın olduğu Bağdat’tan ayrılma duruma rağmen, bu süreci sabote edebilecek formalitelerde ısrar edilmesinin „anayasal hassasiyetler“ değil de tüm bu plan-ların sabote edilmesi olduğu şeklinde yorumlanıyor. Bu durumda YNK, Goran Hareketi ve İslami partilerin karar mercileri, Barzani’nin 2 yıl daha görevde kalmasına rıza gösterseler de, buna karşılık öne sürdükleri Başkan’ın halk değil de Parlamento tarafından seçilmesi, Başkomutanlık ünvanı dahil bazı yetkilerinin daraltılması ve benzeri şartları, krizin sadece ertelendiğini ama sürdüğünü gösteriyor. Zira bu şartların mevcut kriz halinde tartışılması bile KBY’nin iç siyaseti ve birliği dış müdahaye açık bir hale getiriyor. Oysa bu tartışma konuları Yeni Anayasa’yı yazmakla yükümlü komisyonunun çalışma alanını teşkil ediyor. Dolayısıyla bu tartışmaların komisyonun çalışma alanı çerçevesinde yürütülmesi rg parçalı bir duruş sergilemesi, bu mihverler arasındaki siyasi çatışmalara göre birbirine karşı konumlanması Kürd ulusal birliği açısından en ciddi handi-kap haline gelirken, bu çekişmelerin Kürdlerin siyasal ve toplumsal kazanımlarını ve çıkarlarını tehlikeye atması kaygı ile izleniyor. Peşmerge güçlerinin cephelerdeki yekpare duruşu ve başarılı operasyonları da, siyaset sınıfının yakınlaşmasına yetmiyor. Elbette Kürdlerin kaygılarının artmasının tek sebebi Güney Kürdistan’daki siyasi kriz değil. Kuzey’de PKK ve Türk devleti arasında patlak veren savaş hali, Rojava’da Türkiye’nin IŞİD’e karşı hava operasyonlarına katılması ihtimali ve sonrasında yaşanacak belirsizlikler de kaygıları arttırıyor. w I ŞİD’e karşı geniş bir cephe hattında mücadele yürütülen KBY’de Bölge Başkanlığı konusunda Kürd siyaseti arasında çıkan siyasi krizin devamı halinde Kürdlerin bağımsızlık planlarının ciddi darbe alabileceği bildiriliyor. Barzani’nin görevde kalmasına karar verilmesine rağmen, ülkenin geleceği ve önemli sorunları hakkında siyasetteki parçalı duruş ve dış güçlerin içerdeki etkisi, Kürdistan’ın gelecekte daha ciddi sorunlarla karşılaşabileceği siny-alleri verirken, iç birliğini sağlama konusunda yetersiz bir siyasetin uluslararası alanda Kürdlere duyulan saygı ve güveni sarsabileceği endişeleri artıyor. Mevcut sorunların geniş bir konsesüs ile aşılması gerektiğini savunan PDK yöneticilerinden ve Genel Asayiş Müsteşarı Mesrûr Barzani, Parlamento dışındaki siyasi partiler ve azınlık temsilcileri ile bir araya geldi. Barzani’nin görüştüğü kesimler Başkan’ın halk tarafından seçilmesi ve kendilerinin de sorunların çözümü konusunda dikkate alınmasını istedi. Başkanlık seçim usulu üzerinden başlayan ancak esas olarak, bölgesel güç dengelerinin Kürd siyaseti üzerindeki etkisinin bir yansıması olduğu bilinen iktidar mücadelesinde ulusal dinamiklerin ve çıkarların gözardı edilmesi, kamuoyunda ciddi rahatsızlıklara neden oluyor. Son zamanlarda Kürd siyasetinde akil pozisyonunda olanların sorunu aşmak konusundaki ciddi girişimlerine, Batılı diplomatların Erbil’de yürüttükleri arabuluculuk ve uzlaştırma gi-rişimlerine rağmen, Süleymaniye ve Erbil’in arasındaki mesafenin aşılamadığı ve uzlaşı, yakınlaşma sağlanan konularda dahi karşılıklı güven tesis edilemiyor. YNK ve Goran’ın bölgeci ve İran etkisinde davranarak ve bağımsızlığı PDK’nin iktidar olduğu bir dönemde engelleyici girişimlerinin Kürdistan’ın geleceğini tehlikeye attığı, Kürdlerin bu fırsattan faydalanmamaları halinde yakın gelecekte ciddi sorunlarla karşılaşabilecekleri şeklinde yorumlar yapılıyor. Öte yandan YNK’nin ciddi bir kriz içinde olduğu, İran’ın örgüt üzerindeki etkisinden rahatsız olan Kosret Resul ve Berhem Salih’in diğer birçok yönetici ile yeni bir parti kurma arayışında olduğu haber veriliyor. Goran’ın idare ettiği bölgelerde geçtiğimiz günlerde yolsuzluk ve suistimallere karşı gelişen toplumsal tepkiler ve göster-ilerin de bu partiyi zorladığı bildiriliyor. Belirgin kitle ve askeri gücü olan Kürd siyasetinin bölgesel güç dengeleri bağlamında „Batı“ ve „Şia“ mihveri arasında Şii Lider Gazali: Kürdler bölünsün Baas rejiminin Irak’ta devrilmesinin ardından yönetime gelen Şii partiler sürekli yolsuzluk, para aklama ve Sünnileri dıştalama uygulamalarıyla gündeme geldiler. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesiyle hem ABD hem de İran’ın gözden çıkardığı Nuri El Maliki’den sonra büyük umut-larla yönetimin teslim edildiği Haydar İbadi döneminde de yolsuzluk suçlamalarının ardı ar-kası kesilmedi. Son zamanlarda Bağdat’ta yönetim karşıtı gösteriler artmaya başladı. Gelirlerin adaletli bir şekilde dağıtılmadığı şikayetlerinin doruk noktasına vardığı bu günlerde 2006 yılında İran Kudüs Ordusu bünyesinde kurulan ve Bağdat’ta güçlü bir tabana sahip olan Eshab Ehli Hak Şii Milis Grubu Genel Sekreteri Şeyh Kays Gazali Iraklıların büyük bir kısmının KBY’nin Irak kaynaklarından HABER BasHaber 31 Ağustos - 6 Eylül 2015 5 SÖYLEŞİ fazla pay aldığını iddia ederek, çözüm için ya Kürdler-in ayrılması gerektiğini yada Irak’ın konfederal bir şekilde yönetilmesi gerektiğini söyledi. Maliki döneminde Bağdat tarafından desteklenen grubun Lideri Gazali, Kürdlerin de federal sistemden yana olmadıklarını, federal sistem ile kaynakların adaletsiz bir biçimde dağıtıldığını, dolayısıya Kürdlerin ya Irak’tan ayrılıp bağımsızlık ilan etmeleri ya da Irak’ın konfederal sisteme geçmesi gerektiğini vurguladı. Peşmerge tekrar operasyonlara başladı Uzun bir sessizlik döneminin ardından Peşmerge güçleri IŞİD’e karşı Kerkük ve Selahaddin de tekrar geniş çaplı operasyonlara başladı. Kerkük’ün Dakuk ve Selahaddin’in Tuzxurmatu ilçelerinde başlatılan operasyonda IŞİD’in önemli karargahlarından birisi olan Elbunecm köyü dahil yaklaşık 11 köyün IŞİD’den temizlendiği bildirildi. Geçtiğimiz Çarşamba günü başlatılan operasyonlarla ilgili basını bilgilendiren Kerkük Cephesi Peşmerge Komutan-larından Westa Resul, Peşmerge’nin çatışmalardan çok IŞİD mensuplarının kaçarken artlarında bıraktıkları bombalı tuzaklardan çekindiğini, bundan dolayı operasyonları kontrollü bir şekilde yürüttüklerini bildirdi. Koalisyon hava kuvvetleriyle koordineli yürütülen operasyonların IŞİD mensuplarının zaten bozuk olan morallerini daha da bozduğunu belirten Resul planlamalar çerçevesinde gerek görülmesi halinde operasyonların devam edeceğini söyledi. 05 Uzlaşı arayışları sürüyor Güney Kürdistan’da bir taraftan parlamentoda grubu bulunan 5 siyasi partinin temsilcil-erinin krizi aşmak için yaptıkları görüşme trafiği devam ederken, diğer taraftan PDK, Par-lamento dışındaki diğer partilerin de konuyla ilgili söz söyleme hakkı olduğunu savunarak, ilgili partilere ziyaretlerde bulunuyor. YNK, Goran ve Komeleyi İslami’nin çözüme yanaşmaması ardından Parlamento dışındaki siyasi parti ve Yekgirtuyi İslami’ye ziyaretlerde bulunan KBY Genel Güvenlik Müsteşarı ve PDK Politbüro Üyesi Masrur Barzani başkanlığındaki PDK heyeti, basına kapalı gerçekleşen görüşmelerin ardından görüştükleri parti başkanlarıyla ortak açıklamalarda bulundu. Kürdistan Demokratik Sosyalizm Partisi (PSDK) Başkanı Muhemed Heci Mehmud ile gerçekleşen görüşme ardından yapılan basın açıklamasında konuşan Mesrûr Barzani, yaşan-an krizin istikrarı ve demokratik işleyişi engellemediğini ama birileri ülke istikrarını bozma-ya çalışsa da karşısında halkı bulacağını ve KBY Başkanı Mesud Barzani’nin yasalar çerçevesinde görevinin başında olduğunu söyledi. PDSK Başkanı Mihemed Heci Mehmud ise hiç bir partinin etkisinde kalmadan düşüncelerini dile getirdiklerini ve krizin aşılması için diyalog çabalarına katılan tarafların artması gerektiğine vurgu yaptı. Barzani ve Heci Mehmud, Başkanın halk tarafından seçilmesi konusunda hemfikir olduklarını deklere ettiler. Yekgirtuyi İslami Genel Sekreteri Muhemed Emin Ferec ile gerçekleşen görüşme ardından yapılan ortak basın açıklamasında ise Mesrûr Barzani, krizle ilgili PDK’nin tavrının net olduğunu, siyasi sorunların çözümünde demokratik yöntemlerin esas alınması ve Parlamen-to’da grubu bulunan 5 siyasi parti temsilcileri arasında devam eden görüşmelere azınlık temsilcilerinin de dahil edilmesi gerektiğini vurguladı. Emin Ferec krizinin diyalogla giderilmesi için çaba sarf edeceklerini belirterek, “Siyasi tarafların yaptığı toplantılara Par-lamento üyesi azınlık temsilcilerinin de yer almasını destekliyoruz” dedi. “YNK ve Goran fikri terör uyguluyor” PDK heyetinin Bizotneweyi İslami Başkanı İrfan Mela Ali ile gerçekleştirdiği görüşme ardından yapılan basın toplantısında da parlamentodaki azınlık temsilcilerinin de devam eden görüşmelere katılması gerekliliğini vurgularken, Mela Ali, Bölge Başkanı’nın halk tarafından seçilmesini savundukları için hareketlerinin fikirsel teröre maruz kaldığını ve YNK, Goran ve Komelayı kastederek, “Bu üç parti, sergiledikleri yaklaşımlarından dolayı bizden özür dilememeleri halinde, yeni dönemde Parlamento çalışmalarını boykot ede-ceğiz” dedi. Mela Ali, Barzani’nin Başkanlığı’na hiç kimsenin karşı olmadığını, tartışmaların başkanın seçim usulü ve yetkilerinin sınırları üzerinden devam ettiğini sözlerine ekledi. Goran Milletvekili: Siyasiler devrim zihniyetinden kopamadı Mevcut siyasi krizin teorik sebepleri konusunda BasHaber’e konuşan Goran Hareketi eski Parlamenteri Latif Mustafa, sorunun kaynağını herhangi bir siyasi parti veya partilerin haklılığı veya haksızlığı bağlamında ele alınmasının doğru olmadığını, sorunun kaynağının halkın 91’devriminin perspektifinden sıyrılıp yeni şartlara uyum sağlamasına karşılık siyasi odakların yeni duruma evrilememesi ve demokrasinin içselleştirilmemiş olmasından kaynak-landığını söyledi. Siyasilerin olaya ulusal var olma mücadelesi döneminin askeri mantığıyla yaklaşmalarından dolayı aslında olmayan veya olmaması gereken bir sorunu var ettiklerini, öz olarak böyle bir sorunun olmadığını ve halk nezdinde bunun böyle algılandığını vurguladı. KBY’deki krizi Türkiye’deki siyasi krize benzeten Mustafa, KBY’deki krizin dış müdahalelere açık duruma gelmesi itibariyle Türkiye’deki krizden ayrıldığını ve çözümlenmemesi duru-munda tehlikeli boyutlara varma riskiyle karşı karşıya kalınabileceği uyarısında bulundu. Sorunun bu haliyle cephede IŞİD’e karşı aktif savaş yürüten Peşmerge’ye moral-motivasyon açısından olumsuz etkide bulunduğunu ve bunun siyasilerin Kürdistan’a büyük bir haksızlık olduğunu belirten Latif Mustafa, her ne kadar büyük çoğunluğu partilerin denetiminde olsa da Peşmerge’nin elden geldiğince bu siyasi tartışmalara uzak kalmaya çalıştığını ama yine de krizin hem halkın hem de Peşmerge’nin savaş kabiliyetine olumsuz etkide bulunduğunu söyledi. KBY’nin IŞİD’e karşı verilen savaş ve ekonomik kaynaklı kamusal hizmetlerin yerine getirilmemesi gibi iki temel sorununun dışındaki diğer sorunların yapay olduğunu iddia eden Mustafa siyasi krizin giderilmesi tartışmalarına dair de şunları söyledi: “Sayın Barzani’nin 2 yıl daha görevde kalmasında tüm partiler ortak bir noktada birleştiklerine dair açıklamalar olmakla birlikte bu resmi ağızlar tarafından doğrulanmış değil, ama Bölge Başkanı’nın seçim usulü, Başkomutanlık yetkisi ve diğer yetkilerinin çerçevesi gibi konularda herhangi bir mu-tabakat sağlanmadığını söyleyebilirim.” “Tartışmalar Peşmerge’yi etkilemez” Siyasi kriz ve Kerkük cephesinde operasyonların yeniden yoğunlaştığı bir dönemde diplo-matik çalışmalarını ara vermeden sürdüren KBY Başkanı Mesud Barzani, Norveç Dışişleri Ba-kanı Borge Brende, Savunma Bakanı İne Marie Eriksen Söreide ve beraberindeki heyeti kabul etti. Barzani görüşmede Peşmerge güçlerinin teröre karşı yürüttüğü mücadelede Norveç’in yardımların çok önemli olduğunu vurgulayarak, “Kürdistan halkı ve Peşmerge’nin teröre karşı onur mücadelesi devam edecektir ve Norveç’in yaptığı yardımlar bu anlamda çok önemlidir” dedi. Başkanlık tartışmalarına da değinen Barzani, KBY’nin zor bir süreçten geçtiğini, bu zor sü-reçte Başkanlık tartışmalarının olağanüstü bir durum arz etmediğini, dolayısıyla bu tartışmaların Peşmerge’nin terörizme karşı verdiği mücadeleyi ve bölgenin istikrarını etkileyebilecek gelişmeler olmadığını söyledi. Barzani ayrıca Türkiye’deki çözüm sürecinin yerini çatışmalı bir ortama bırakmasıyla ilgili olarak ta, “KBY olarak bu meseleyle ilgili üzerimize düşen görev ve sorumluluğu yerine getirdik ve gerek görülmesi halinde bu sorumluluğu tekrar üstlenebileceğimizi tekrar vurguluyorum”dedi. Norveç heyeti adına söz alan Dışişleri Bakanı Borge Brende ise terörle mücadelesinde KBY’yi desteklemeye devam edeceklerini söyledi. BasHaber “Operasyonlara karşı irade göstereceğiz” “HDP’nin içinde yer alacağı hükümetin sivillerin ölümüne neden olan çatışmalarak karşı tavrı ne olacak“ sorusuna yanıt veren Bilgen, ‘AKP’nin operasyonlarına “Kandil’in HDP beklentileri” 7 Haziran seçimleri ardından Kandil’in HDP’ye yönelik yaptığı sert açıklamaları da değerlendiren Bilgen, Kandil’in HDP’den beklenti içinde olmasında sıkıntılı bir durumun olmadığını vurguladı. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın çatışmalı durumun sona erdirilmesine yönelik “Amasız silahlar bırakılmalı” çağrısına Kandil’den “Siz ne yaptınız” yanıtının da bu beklentiden kaynaklandığını sözlerine ekledi. Bilgen, 30 yıl silahlı mücadele yürütenlerin legal siyasetten beklenti içine girmiş olmasının yerinde olduğunu ve yadırganacak bir durum oluşturmadığını aktardı. HDP ile PKK arasında var olduğu iddia edilen gerginliğe de değinen Bilgen, “Pratikte HDP için zorluklar, handikaplar, kuşatmalar var. HDP’yi kriminalize etme çabaları var. Tümüyle çatışmanın tarafı haline getirmeye dönük tutuklama ve gözaltı uygulamaları var. Bu eleştirileri HDP’yi yıpratma, tahrip etme veya tasfiyeye dönük çabalar olarak yorumlamamak” gerektiğini söyleyerek, HDP’nin herhangi bir çatışmanın tarafı olmadığını, Kandil’den yapılan eleştirilerin Kandil-HDP-İmralı-DBP arasında rekabet varmış görüntüsünün gerçeği yansıtmadığını ifade etti. “HDP’nin oyları yükseliyor” HDP’nin 7 Haziran öncesi “seni başkan yaptırmayacağız” eksenli seçim propagandasının Erdoğan’ın kişiliğine yönelik geliştirilen bir siyaset ve propaganda olmadığını da dile getiren Bilgen, Meclis Anayasa Komisyonu’nda Başkanlık konusunu tartışmaya açık olduklarını, modeller üzerinde çekincelerinin olduğunu söyledi. 1 Kasım seçimlerinde hedeflerinin iktidar olduğunu ve buna hazırlandıklarını dile getiren Bilgen, HDP’nin yeni seçim kampanyasını da şu sözlerle açıkladı: “Seçim kampanyası boyunca bu ülkeyi yönetebilecek bir kadromuzun olduğu, biz zihin dünyamızın ve becerimizin olduğunu toplumla, seçmenle paylaşacağız. Bunun sonuçlarını elbette görmemizi sağlayacak olan da sandıkta halktır.” Açıklanan seçim anketlerine ve Kürdistan halkının HDP’ye oy vermeyeceği şeklinde yapılan yorumlara da değinen Bilgen, Kürd halkının çatışmayı kimin çıkardığını iyi bildiğini dile getirdi. Bilgen son olarak HDP ve DBP’li yöneticilerin gözaltına alınmasına tepki göstererek, DBP’li yöneticiler tarafından ilan edilen ‘öz yönetimin’ insan hakları bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini, ’öz yönetimi ve demokratik özerkliği yönetim modeli olarak değerlendirdiklerini’ ve ulusların yönetim haklarının BM kararları ile korunduğunu söyledi. 07 1 Kasım sürecinde HDP Laser Mario .o rg eçimlerin hemen ardınan birçok yerleşimde KCK öncülüğnde ‘öz yönetim ilanları’ yapılırken, sözkonusu ilçelerde çatışmalar ve sivil ölümleri devam ediyor. ’1990’lara dönüş’ şeklinde nitelendirilen siyasal kriz ve karşılıklı tırmanan şiddet ortamı kaygıları derinleştiriyor. Onlarca sivilin, gerilla ve güvenlik gücü mensubunun hayatını kaybettiği çatışmalar devam ederken, gözaltı ve tutuklamalar da sürüyor. Son olarak DBP Diyarbakır İl Eşbaşkanı Hafize İpek tutuklandı. Son bir haftada ‘öz yönetim ilan ettikleri gerekçesi’ ile 8 ayrı il ve ilçede 9 DBP’li belediye başkanı tutuklanıp görevden alınırken, birçok belediye çalışanına yönelik de tutuklama ve gözaltı kararı çıkarıldı. Belediye başkanlarına yönelik yapılan tutuklamaların siyasal bir operasyon olduğunu söyleyen baro başkanları ve DBP’li yöneticiler, ’öz yönetim ilanlarının’ siyasal bir talep olduğunu vurgulayarak, hem hukuksal hem de siyasal açıdan yapılan baskıları, HDP’nin seçimde elde ettiği başarıyı kırmak ve seçmenin gözünü korkutmak olarak nitelendiriyor. Öte yandan medyaya yansıyan mahkeme tutanaklarında yer alan ifadelerde, tutuklanan belediye başkaları katıldıkları basın açıklamasının içeriğinden ve ‘öz yönetim ilanından‘ haberdar olmadıklarını söyledi. Şırnak Belediye Başkanı Serhat Kadirhan bununla ilgili Bashaber’e, “Öz yönetim ilanı yapanlar aslında bizim belediye başkanlarımız değil. Halkın kendisidir ve biz seçilmiş insanlar halkın yanında durma sözü verdik” değerlendirmesinde bulundu. ur d karşı HDP milletvekillerinin tavır alacaklarını ve AKP’nin bu tavırdan çekindiğini belirterek’ şöyle dedi: “AKP askeri tezkereyi meclisten süre bitimini beklemeden geçirdi. AKP’nin öngördüğü geçici Bakanlar Kurulu siyasi vesayetten uzak olacak, süreci emniyet politikaları ile sürdürecekler. Bakanlar Kurulu bypass edilecek. Bakanlar Kurulu yok sayılarak fiilen bu süreç bir milli güvenlik konseptinin ya da bildiğimiz güvenlikten sorumlu bakanların üst heyetinin inisiyatifiyle yürütülmeye çalışılacak. Kurulacak Bakanlar Kurulu ve hükümet darbe dönemini andıran izler taşıyor.“ ak “Kabinede olmak seçmenimize karşı bir görev” HDP Parti Sözcüsü ve Kars Milletvekili Ayhan Bilgen, HDP Kocaeli Milletvekili Ali Haydar Konca ile HDP İzmir Milletvekili Müslüm Doğan’ın da yeni kabinede olmanın seçim güvenliğinin sağlanması için gerekli olduğunu ifade ediyor. Geçici Bakanlar Kurulu’na girme nedenlerinin halkın iradesini yansıtmak olduğunu dile getiren Bilgen, hiçbir tartışma içine girmeden üzerlerine düşen görevi yerine getireceklerini vurguladı. Devlet imkânlarının tek bir partinin denetimine verilmemesi yönünde irade koyacaklarını açıklayan Bilgen konuyla ilgili, “Biz bu mekanizmanın içinde olmayı hem seçmenimize karşı bir görev, hem de bir anayasal hak olarak görüyoruz. Dolayısıyla isimlerle ilgili hiçbir tartışma yapmadan, bakanlıkla ilgili hiçbir tartışma yapmadan bu sürecin içinde olmayı düşündük. Bu seçim döneminin güvenli geçmesini ve devlet imkânlarının tek bir parti için seferber edilmesini engelleyici bir irade ortaya çıkması bizim için başarıdır” diye konuştu. S DBP’li ilçe yöneticileri tarafından ilan edilen öz yönetimlere ve emniyet güçlerinin sivil halka yönelik giriştiği saldırılara değinen Bilgen, Erdoğan’ın Ergenekon yapılanması ile işbirliği içinde olduğunu, Kürdistan’da yaşanan kaos ortamının özel birlikler tarafından yürütüldüğünü iddia etti. Kürdistan’daki sivil ölümleri işaret eden Bilgen, HDP ve DBP’ye savaş açıldığını vurgulayarak, “Erdoğan’ın bir süredir bilinçli olarak kurmaya çalıştığı ittifakı görmemiz gerekiyor. Ergenekon davasının bir yerinden sonra cemaatle kavga etmek, çatışmak, cemaati tasfiye etmek adına 7 Haziran’dan önce ve sonrasında HDP ve DBP’yi, legal partileri, toplumsal aktörleri de, akademideki, medyadaki dayanışma ilişkilerini de tahrip etmeye dönük bir arayış var” dedi. Siyasi iktidarın otoriteyi emniyet bürokrasisine bıraktığını da söyleyen Bilgen, AKP’nin 90’lı yıllara dönme hevesi içinde olduğuna dikkat çekti.. iv emmuz ayında Suruç katliamıyla başlayan çatışmalı süreç ve seçimler ardından ortaya çıkan siyasi krizin erken seçime gidilme kararı ile aşılmaya çalışılması Türkiye’de beraberinde bir çok yeni sorunu doğurdu. 7 Haziran seçimlerinden sonra 80 milletvekili ile meclise giren HDP’nin ‘meşruluğu’ tartışmasıyla devam eden kaos, Kandil’den HDP’ye yönelik eleştiri ve parti içi çatlakların gün yüzüne çıkmasıyla derinleşiyor. Hükümetin kurulamaması, TSK’nın PKK kamplarına yaptığı hava operasyonları ve PKK’nin operasyonlara karşılık vermesiyle bozulan ateşkes, ’özyönetim ilanları’ ile de iç savaş atmosferine evriliyor. Kimi yerleşimlerde ilan edilen ‘öz yönetim’ ve YDGH gruplarının etkinliklerine müdahele eden emniyet güçlerinin yaptığı operasyonlar ve kırsaldaki çatışmalar sonucunda meydana gelen can kayıplarında 78 sivil hayatını yitirirken, aralarında, Hakkari, Sur, Lice ve Silvan Belediye eş başkanlarının da olduğu 628 kişi gözaltına alındı ve bunlardan 298’i tutuklandı. Diğer taraftan Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) ilçe yöneticileri tarafından Nusaybin, Varto, Silvan, Yüksekova, Şemdinli, Cizre ve Silopi ilçelerinde ilan ettiği ‘öz yönetim’ tartışmaları da devam ediyor. Bir yandan erken seçime hazırlanırken, bir yandan ’öz yönetim’ ilan edilen ilçelerde emniyet güçleri müdaheleleri devam ediyor. Kandil’in “bedeli ne olursa olsun öz yönetimden geri adım atılmayacak” açıklaması ve devlet yetkililerinin sert çıkışları endişeye yol açıyor. HDP Kars Milletvekili ve Parti Sözcüsü Ayhan Bilgen’e 7 Haziran seçimleri sonrasında HDP-Kandil arasında ortaya çıkan gerginliği, Kandil’den HDP’ye yapılan eleş- tirilerin nedenini, DBP’nin ilan ettiği ‘öz yönetimleri’ ve HDP’nin de dahil olduğu yeni kabinenin Kürd siyasetinde getireceği yeni durumu BasHaber’e değerlendirdi. Bilgen, HDP’nin geçici hükümete katılmasının nedenini “Devlet imkanlarının tek bir parti denetiminde kalmaması için yeni kabinede yer alarak irademizi ortaya koyduk” şeklinde izah ediyor. rs T Siwar Bedirxan .a İktidara hazırlanıyoruz HABER 31 Ağustos - 6 Eylül 2015 ‘Öz yönetime’ kelepçe! “HDP ve DBP’ye savaş açıldı” w HDP Parti Sözcüsü Ayhan Bilgen: BasHaber 31 Ağustos - 6 Eylül 2015 w HABER w 06 “Siyasal talepler ceza yasasına girmemeli” Hakkari’de özellikle Yüksekova ve Şemdinli ilçelerinde son bir haftadır çok şiddetli çatışma ve saldırılar yaşandığını hatırlatan Güngör, konuşmamız sırasında da saldırı ve çatışmaların devam ettiğini ve gaz bombalarına maruz kaldığını belirtiyor. Hakkari Belediye Eş Başkanları Nurullah Çiftçi ve Dilek Hatipoğlu’nun tutuklandığını ve Yüksekova Belediye Başkanlarının da tutuklama talebiyle arandığını söyleyen Güngör, siyasi partilerin kuruluş amacının iktidara gelmek veya düzeni değiştirmek olduğunu belirterek tutuklamaların haksız olduğunu ifade ediyor. Siyasal taleplerin ceza yasası konusu olmaması gerektiğini savunan ve bu doğrultuda Türkiye’de hukuksal açıdan geniş kapsamlı düzenleme yapılmasını dile getiren Güngör yapılan operasyon- BİLAL SAMBUR Serhat Kadirhan Murat Timur ların seçim endeksli olduğunu söyleyerek, “Sonuçta tamamen siyasal istekler olduğunu ve bu operasyonların yersiz ve haksız olduğunu düşünüyoruz. Dile getirilen talepler siyasaldır. Hükümet seçim endeksli politikalar yürüterek bunu krimanilize ediyor. Geçen sene de böyle çağrılar yapıldı ancak böyle bir durum yaşanmadı. Önümüzde bir seçim var ve yapılan operasyonlar buna yönelik bir politikadır“ diyor. 1990’lara dönüş ifadelerinin sadece siyasal ve politik yönlü olmadığını aynı zamanda hukuki açıdan da çok geriye gidildiğini söyleyen Güngör, mahkemelerin bile kendi kanunlarına riayet etmediğini belirterek Yüksekova’daki sokağa çıkma yasağının 1949’daki bir yasaya dayandırıldığını söylüyor. Güngör operasyonların hukuki boyutunu ise şöyle değerlendiriyor: “Biz sadece mevcut hukukun uygulanmasını istiyoruz ama bir şekilde kendi istedikleri yöne çekebiliyorlar. Belediye başkanlarının tutuklanması da kanunların yorumu üzerinden yapılmıştır. Mesela bugün Yüksekova’da 2 günlük sokağa çıkma yasağını 1949 tarihli bir yasanın 11. Maddesine dayandırıp bir genişletme üzerinden yapıyorlar. Ceza hukuku açısından bir kısıtlama yapılacaksa bu genişletme anlamında değil daraltma anlamında yapılır. Fakat bunlar geniş yorumlayıp Vali’ye bu yetkiyi veriyor. 1924 anayasasından kalma bir kanunu “ “Operasyonlar mesaj vermek için” Van Baro Başkanı Murat Timur ise Türkiye’nin güvenlik endeksli bir politika veya özgürlükler eksenli bir politika ikileminden kurtulması gerektiğini söylüyor. DBP’li belediye başkanlarına yönelik yapılan operasyonların güvenlik eksenli politikalar olduğunu söyleyen Timur, bunun demokratik siyaseti baskı altına almak için yapıldığını ifade ediyor. Toplumda tedirginlik yaratıldığı için sürekli 90’lı yıllarla karşılaştırmalar yapıldığına dikkat çeken Timur, bunun tartışılmasının bile vahim bir durum olduğunu dile getiriyor. AKP’nin kaos ve karmaşa ile milliyetçi alana oynadığı iddiasında olan Timur, Kürd Muhittin Güngör halkına bir mesaj verilmek istendiğini söylüyor: “Esas neden 2009’u hatırladığımız zaman bunun kamuoyuna ‘sizin seçtiğiniz kim olursa olsun bu devlet gerektiğinde bunları cezaevine atabilir’ mesajı vermektir. Seçilmiş belediye başkanları üzerinden böyle bir mesaj vererek ‘siz hangi konuma gelirseniz gelin istediğimiz şekilde kulağınızı çekebiliriz’ demeye getiriyorlar. Siyasi rakibi HDP’yi böyle bir yöntemle kriminalize etme amacı da var.” Tutuklanan belediye başkanlarının Ankara Sincan Cezaevi’ne gönderildiğine de dikkat çeken Timur, geçmişten beri Kürd toplumunun ileri gelenleri ve siyasetçilerinin toplama kampı mahiyetinde bir yerlerde tutulduğunu hatırlatarak, bunun da bir mesaj niteliğinde olduğunu dile getiriyor. 12 Eylül’ü ve 49’lar davasını hatırlatan Güngör, “Buralarda birçok yüksek güvenlikli cezaevi yapılmış birçok örgüt lideri burada bulunuyor. Şimdiye kadar bir güvenlik sorunu yaşanmadı da bundan sonra mı yaşanacak. Bunun amacı tamamen topluma mesaj vermektir“ dedi. “Öz yönetim ilanlarını belediye başkanları yapmadı” Şırnak Belediye Eş Başkanı Serhat Kadirhan ise öz yönetim ilanlarının siyasal bir talep olduğunu halkın iradesi ve seçilmişlere bir saldırı yapıldığını söylüyor. Öz yönetim yapanların belediye başkanları olmadığını ama halkın yanında durma sözü verdiklerini ifade eden Kadirhan, öz yönetim ilanlarına destek verilmesinin bu yüzden doğal olduğunu dile getiriyor. AKP’nin 7 Haziran seçimlerinde yenilgi aldığı yerlerden intikam aldığını düşündüğünü söyleyen Kadirhan, “Bu tamamen siyasi bir operasyondur. 2009’daki operasyonlarla arasında fark yoktur. Halkı orada bastırmaya ve sindirmeye çalışıyorlar. Hem seçilmişleri tutukluyor hem de bütün güçleriyle halka sal dırıyorlar. Erken seçime doğru giderken bunları yaparak halkı korkutacaklarını ve HDP’ye oy vermekten vazgeçireceklerini düşünüyorlar. Ama şundan eminiz ki bu konuda yanılıyorlar“ ifadelerini kullandı. Türkiye’nin 1 Kasım’da seçime gitmesi için süreç resmi olarak başlatılmıştır. Arka arkaya gidilen sandıklar, Türkiye’nin seçimler ülkesi olarak ün yapmasına neden olmuştur. 1 Kasım seçimlerinin mevcut siyasi tabloda büyük bir değişikliğe neden olmayacağı, Ak Parti’nin tek başına iktidar olmak için büyük bir kumar oynadığı yorumu güçlü bir şekilde yapılmaktadır. Her seçim, büyük riskler taşıyan bir kumardır, ancak 1 Kasım, varını yoğunu kaybetme tehlikesini göze alarak Ak Parti’nin iktidara tek başına sahip olmak için gerçekleştirdiği çılgın bir projedir. Ak Parti’nin kaderi 1 Kasım seçimlerine bağlı hale gelmiştir. 7 Haziran seçimlerinde olduğu gibi 1 Kasım seçimlerinde de HDP, kilit parti konumundadır. 1 Kasım seçimlerinde MHP ve Ak Parti, kampanyalarını HDP merkezli olarak yürüteceklerdir. 7 Kasım ve 1 Kasım arasındaki en önemli fark, bu süreçte HDP’nin parti olarak seçime girip girmemesi gerektiği şeklinde bir tartışma yapılmamasıdır. HDP, 7 Haziran seçimleri testini geçmiş olmasından dolayı siyasette ve seçimde parti olarak varlığını tescillemiş ve bu konuda daha önce yapılan tartışmayı kapatmıştır. HDP, 1 Kasım seçimlerine baraj tartışmasını da geride bırakarak girmektedir. HDP, parti olarak seçimlere girme ve barajı geçme korkusu yaşamadan bu seçimlere deneyim kazanmış büyük bir parti olarak hazırlanmaktadır. HDP, parti kimliği ve baraj tartışmasını geride bırakmasına rağmen, HDP’nin oy oranının düşüp düşmeyeceği, HDP’ye oy veren dindar Kürdlerin Ak Parti’ye dönüp dönmeyeceği şeklinde yeni bir tartışma konusu gündemde olacaktır. HDP’nin oy oranını, Ak Parti’nin tek başına iktidar olup olmayacağı hesapları üzerinden değerlendirme yaklaşımı, önümüzdeki seçim sürecinde de devam edecektir. HDP, 7 Haziran seçimlerine Türkiyelileşme şeklinde ifade ettiği söylemle girmişti. 1 Kasım seçimlerinde Türkiyelileşme söylemi, eskisi gibi cezbedici bir etki oluşturmayacaktır. HDP’nin Türkiyelileşme söylemi yerine, barış için mücadele eden güç söylemine yöneleceğini öngörebiliriz. HDP, Türkiyelileşme söylemini korumakla birlikte merkeze taşıyacağı yeni kavram ise barış olacaktır. 1 Kasım seçimleri, 3 S olarak ifade edebileceğimiz seçim, silah ve siyaset üzerinden yürütülecektir. Ak Parti, HDP’yi silahların arkasına saklanmakla suçlamaya devam edecek ve HDP’nin PKK vesayetinde olduğu iddiaları güçlü bir şekilde dile getirilecektir. HDP üzerindeki PKK veya silahın vesayeti söylemi üzerinden seçim güvenliği tartışması sürekli gündemde tutulacak ve seçim güvenliğini sağlama adına bir takım yeni düzenlemeler yapılacaktır. 7 Haziran sonrası başlayan çatışmalı süreç, HDP’yi çok olumsuz olarak etkilemektedir. PKK’nin eylemlerinin maliyeti HDP’ye çıkarılmakta, HDP’nin terör destekçisi kriminal bir yapı olduğu algısı kamuoyunda oluşturulmaktadır. Şiddet ve çatışmalı süreç, HDP’nin siyaset alanını 7 Haziran öncesine göre ciddi bir şekilde daraltmış durumdadır. HDP, bu seçimde artık tek başına gündeme gelmeyecektir. Kendisine bağlı belediyelerin özyönetim ilanlarıyla gündeme gelen Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), önümüzdeki süreçte HDP ile birlikte daha çok tartışılacaktır. HDP, kardeş partisi konumundaki DBP’ye yöneltilen suçlamalar ve iddialara cevap verme durumunda kalacaktır. Kürd siyasi hareketinin birbiriyle ilişkili ancak birbirinden farklı iki partisinin birlikte gündeme gelmesi, 1 Kasım sürecinin en ilginç yönlerinden birisini oluşturacaktır. Kürd kamuoyunda Ak Parti’ye yönelik şüpheci ve sorgulayıcı tavır güçlü bir şekilde artmaya ve var olmaya devam etmektedir. HDP’nin Ak Parti karşısındaki en büyük avantajı, Kürd kamuoyunun bu eleştirel ve sorgulayıcı tutumudur. HDP, muhafazakar Kürdlerin Ak Parti’ye yönelimini engellemede bu sorgulayıcı ve eleştirel eğilimi ciddi bir politik duruşa dönüştürmeye çalışacaktır. HDP, bu seçime büyük avantajlarla ve dezavantajlarla girmektedir. HDP’nin 1 Kasım seçimlerinden başarıyla çıkması için yeni söylemler ve politikalar üretmesi gerekmektedir. 08 SÖYLEŞİ BasHaber SÖYLEŞİ 31 Ağustos - 6 Eylül 82015 SÖYLEŞİ BasHaber 31 Ağustos - 6 Eylül 2015 9 SÖYLEŞİ Sosyolog - Siyaset Bilimci Doğu Ergil: Kürdistan’ı Türkiye sınırlarında tutalım Hükümette yer almanın HDP açısından bu şiddet ortamına da ortak olmak anlamına geldiği şeklinde HDP’yi hedef alan tartış- Deniz Baykal, Levent Tüzel ve Tuğrul Türkeş’in CHP, HDP ve MHP’yi bölmek için seçilen isimler olduğu özellikle seçildikleri konuşuldu. Davutoğlu’nun bu isimlerle muhalefeti bölme projesi olduğu fikrine siz de katılır mısınız? Doğrudur bu. Ama anladığım kadarıyla Baykal, “böyle bir teklifi uygun bulmuyorum” dedi. Baykal Meclis Başkanlığı’na aday olduğunda destek vermeyen iki parti, şimdi CHP içinde ikicilik yaratma ve fırsattan yararlanmak için taktik hamle geliştirmek istemektedir. Bu, siyaseten çok doğru bir şey değil. Bu bölünme hesapları sandığa nasıl yansır, sonuçlara bir etkisi olur mu? MHP bölünmez. MHP reaksiyonel bir partidir. PKK karşıtlığından Kürd karşıtlığına dönmüş bir parti. Hiçbir biçiminde 1 Kasım’dan sonra koalisyon hükümeti çıkarsa, Türkiye’nin geleceğinde bir şey değiştirir mi? Şu anda kamuoyu yoklamalarından AKP’nin tek başına iktidar olamayacağı anlaşılıyor. İkinci bir seçimden sonra artık ayak diremesi mümkün değil. AKP’nin özellikle Sayın Erdoğan’ın tek başına iktidar olmak, AKP merkezli bir azınlık hükümeti kurmasında ısrar etmesi mümkün olmaz. O zaman AKP’nin büyük ortak olacağı bir koalisyon kurulacaktır. Koalisyonun kurulması çok çekişmeli olacaktır. AKP’nin bir takım şartları var. En önemli şartı yolsuzlukların, usulsüzlüklerin üzerinin kapatılması, üzerine yasal anlamda gidilmemesidir. Şimdi hiçbir parti, koalisyona gelen hiçbir parti bunu yapmayı kabul ederek hükümet ortağı olamaz, olursa bir kere seçmenini kaybeder. Çünkü o seçmen AKP karşıtlığıyla oy vermiştir. Ya da AKP’nin şimdiye kadar kusurlarının cezasız kalmaması için oy vermiştir. O nedenle çok çekişmeli geçecektir. Bu çekişmede .o rg Demirtaş hem Kandil’den, hem hükümet tarafından eleştirilen bir isim haline dönüştü yüzde 13 başarısına rağmen. Demirtaş’a yönelik eleştirilerin sandıkta karşılığı ne olur? Bu söylem düzeyindeki diyalogları çok önemsemiyorum, yani kaale alıyorum ama çok önemsemiyorum. Bir meşru siyasi parti olarak HDP ve tabi ki onun Başkanı ‘şiddetin olmaması gerekir. Şiddetin yerini siyaset doldurmalıdır. Şiddet yerine siyaset konuşulmalıdır. Bu uygun değildir’ demek zorundadır. Başka türlü siyasetçi olunmaz. Hele hele çok yakın zamana kadar Türkiye’deki iç barışın bir tarafı olan HDP’nin başka türlü hareket etmesi mümkün değildir. O yüzden ne yapacak, en azından kendisine en yakın olan aktöre ‘şiddete son verin’ diyecek. Çünkü öteki taraf, orduyu kontrol eden hükümet. Hükümete her zaman çağrı gönderiliyor ‘operasyonlara son verin’ diye. Fakat hükümet barışı müzakerelerle sağlamak istemiyor. Müzakere demek başında PKK’nin de bulunduğu Türk tarafını eşit muhatap olmak demek. O yüzden o yolu her zaman kapalı tuttu. Müzakereler yapılsa bile bunu en az maliyette gördü. Yoksa oturup, bir müzakere masası kurulup tarafların eşit statü kazanmış bir görüşme süreci olarak bakmadı meseleye. HDP’nin başkanı tabi ki PKK’ye ’silahlı mücadeleyi durdurun ve bunu siyasetle yapalım’ diyecek. Ama karşıda bu işi siyaset yoluyla hazır bir muhatap olması lazım. İkisi de bunu kabul etmiyor. PKK’nin de söylediği bu, ‘tek taraflı olarak bizim hareket etmemiz mümkün değildir’, karşılıklı olarak niyetler belirlenmelidir. Bu da anlaşılır bir şeydir. ur d ak iv rs karşılıklı tavizler şeklinde olacaktır. Mesela AKP’nin tavizi dört bakanın yargılanması şeklinde, işte Rıza Sarraf’ın girişimlerinin teşhir edilmesi olacak falan. Ondan sonra bir takım hatalar düzeltilecek; ama büyük çapta, en baştakilere uzanan bir yargılama ve soruşturma sürecinin gerçekleşmesi mümkün değil. Bu da bir AKP’nin ve liderlerinin intiharı demek olur. O yüzden oldukça huzursuz, rahatsız ve tam istikrara kavuşamayan bir Türkiye tablosu karşımıza çıkacaktır. Genel seçimler sonrası koalisyon hükümeti kurulsa bile. Belki üçüncü seçimde sular durulur, ama Türkiye 2005’i kaybetti, 2006’yı kaybetme olasılığı var. 10 bin doların biraz üzerindeyken 8 bin dolara gerilemiş olan kişi başına gelir düşüşü var. Türkiye pek çok alanda patinaj yapıyor, hatta geriye kayıyor. Bu, siyaseten yapay olarak üretilmiş bir krizdir. İnsan buna çok üzülüyor. .a Bu aşırılıkları önleyebilir mi HDP? En azından önlemeye çalışır. Kendi bakanlıklarının icraatıyla elinden geleni yapar ve daha fazla görünürlüğü, daha fazla ses çıkarması bakımından aşırılıkları ve hataları teşhir etme açısından daha avantajlı bir konuma gelir. tüzel kişiliği arzu etmeyen bir partidir. Geleceği yok bu partinin. Hele hele iç barış sağlanabilir, Türkiye’ye istikrar gelirse MHP her şeyden endişe eden bir çekirdek partisi haline gelir. Büzülür, baraj altında kalabilir; meşruiyetini kaybeder, parlamentoda yer alamayabilir. MHP bölünmez, ama daha da küçülmüş derneklere dönüşür. Ülkücülerin bir dönem daha önce aksiyonel olan genç kesimi MHP’den ayrılmıştı o dönem eski bir ülkü ocakları başkanına şunu sormuştum: “Bugünün şartlarında ülkücülüğü nasıl tanımlarsınız?” diye, tanımlayamamıştı. O nedenle MHP bölünmez. Ayrılan parçaların bir geleceği yoktur. w 7 Haziran seçimlerinde “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla yüzde 13 oy alan HDP’nin yeni kabinede yer alması kamuoyunda tartışmalara neden oluyor. HDP çok eleştirdiği hükümetle ‘ortak olmakla’ suçlanıyor. Bunu ’aynı tarafa düşmek’ şeklinde değerlendirenler de var, siz nasıl bakıyorsunuz bu gelişmelere? Ben öyle görmüyorum. HDP’nin Erdoğan’la ‘aynı tarafa düşmüş olması’ mümkün değil; çünkü Erdoğan, HDP’yi hedef almıştı ve baraj altında bırakarak kendi partisinin tek başına iktidar olması tezini savunmuş, stratejisini bu yönde geliştirmiştir. Ancak başlayan çatışmalar gösterdi ki yapılan kamuoyu araştırmalarının da ortaya koyduğu gibi, bu çatışmaları başlatanın PKK ve HDP’den çok Erdoğan, Davutoğlu ve AK Parti çizgisinin olduğu düşünülüyor. Daha büyük oranda öyle düşünülüyor. Bu yüzden bu strateji tutmadı. Şimdi bu birbirine yaklaşma, karşıtlığın azaltılması olarak yorumlanacağına; HDP’nin bakan veririz demesi CHP ve MHP’nin tersine, ’Kürd’ adıyla anılan bir partinin kabineye dâhil olması, bu partinin Türkiyelileşmesi ve aynı zamanda meşrulaşması açısından çok önemli bir adım olacak. O yüzden bunu bir yaklaşma değil, iktidarı paylaşma ve aynı zamanda seçilmiş bir siyasi organ olarak siyasette aradığı yeri bulma çabası olarak görebiliriz. malar yürütülmekte siyaseten bu tartışmaların karşılığı var mı? Hayır niye bu savaşa ortak olduğu anlamı çıkarılsın ki? Hükümette olduğunuz sürece AK Parti’nin tek başına olmasından ortaya çıkacak aşırılıkları önlenebilirsiniz. Bu tartışmalar basit düşünenlerin ürettiği tartışmalardır. w Yeter Polat zaman affetmeyecek. Darbe yapacak mı, hayır. Fakat iktidarın, kontrolünde olan hükümetlerde kendilerinden beklenen istekler usulsüz ve makul olmayan istekleri kabul etmeyecektir. muoyunda yanıt arıyor. Cumhurbaşkanı’nın, ‘Türkiye’nin yönetim sisteminin değiştirilmesindeki ısrarı’ olarak yorumlanan bu ‘Yeni Türkiye’de Kürdlerin her gün ölüm haberleri geliyor. Kürdler seçimlere kadar nasıl bir siyaset izleyecek? Tüm bu soruları ‘Çözüm Süreci’nde’ Akil İnsanlar Heyeti’nde görev almış Siyaset Bilimci-Sosyolog Doğu Ergil’e sorduk. BasHaber’in sorularını yanıtlayan Ergil, ’Türkiye’nin 100 yıla varan bir sorunu, anlamakta ve çözmekte bu kadar zaafiyet göstermesi müthiş bir ideolojik koşullanmayla ilgilidir. Bu bagajdan kurtulamadık ve Türkiye kendi düşmanını, kendi içinde üretip onunla çatıştıkça ne ulusal birlik sağlayabilir, ne de siyasi istikrar sağlayabilir. Benim önerim Kürdistan’ı Türkiye sınırları içinde tutmak’ diyor. w 1 Kasım seçimlerine giderken Türkiye’yi neler bekliyor? Özellikle can güvenliğinin kalmadığı bir ortamda sandık güvenliği nasıl sağlanacak? AKP ve HDP seçimde hangi stratejiler üzerinden yürüyecek? AKP’nin ‘İstikrar ve başkanlık’ arasına sıkıştırılmış gibi görünen yeni kampanya teması beklenen etkiyi yaratacak mı? Yeni kabinede bir Kürd partisinin üyeleri ne anlama geliyor? HDP’yi baraj altında bırakma amacında olan hükümetin yeni hedefinde, MHP’yi baraj altında bırakmak mı var? Buraya yazamadığımız daha onlarca soru hem Ankara kulislerinde hem de ka- Erdoğan’ın bu konudaki ısrarı çok konuşuldu siz nasıl bakıyorsunuz? Erdoğan üzerinden tek başına iktidar olma meselesindeki ısrar, bu ısrarı neye bağlıyorsunuz? O kadar çok görünen ve görünmeyen usulsüzlük ve yolsuzluklar yapıldı ki, yasalar ve anayasa çiğnendi, bu suçu işleyenler aklandı, bunların yaptıklarına göz yumuldu, haksız tutuklamalar oldu. Ordunun üzerine gidildi ki benim kanaatim o, Balyoz Planı bir darbeye hazırlık planıydı. Tam onun üzerine gidilip gerçek suçlular cezalandırılacağına, bu işin önü alınacağına Milli Ordu’ya kumpas kuruldu falan diye bütün sürecin geri sarılması aslında hukuku da yozlaştırdı. Hiç zannetmiyorum ki TSK’yi de tatmin etti. TSK, bir sürü elemanının hapislerde yatmasını hiçbir HDP ve PKK gibi iki farklı aktör arasındaki makasın açıldığı değerlendirmeleri yapılmakta. Makas açıldı mı? Ve bunun sonuçları sandığa nasıl yansır? Bu iki bıçağı makas haline getiren Öcalan’dır. İkisinin birlikte hareket etmesini sağlayan Öcalan’dır. Öcalan devreden çıkartıldı, ama bunu yapan da hükümettir. Öyle olduğu için de iki bıçak birbirinden ayrıymış gibi görünüyor, ama eğer Öcalan devreye girerse bu iki bıçak tekrar makas haline gelip birlikte koordineli hareket edebilir. Ama Öcalan’ın bu süreçten sürekli uzak tutulması, işlevsiz hale getirilmesi bunu bu hale getiriyor. Metropol’de bir araştırma yaptık, AK Parti destekçileri dahil önemli bir kesim Kürd Sorunu’nun silahla, şiddetle bitirilemeyeceğine inanıyor. O yüzden tekrar normalleşmesi için Türkiye’nin Kürd Sorunu’nun nasıl bir gündemle, nasıl bir projeyle çözüleceğini artık karara bağlanması lazım. Bir süreç deniyor süreç yok. Taraflar belli değil, gündem belli değil. Hani 10 maddelik bir mutabakat vardı, o mutabakat falan yok dediler. Onun üzerinden bir müzakere olması gerekiyordu o sadece bir çerçeveydi. Şu anda ‘Kürd Sorunu yok’tur durumuna geldik. O yüzden Kürd Sorunu’nun bir tanımı, Çözüm Süreci için bir proje lazım. Bu kadar kandırılıp, bu kadar yıl geçmesine rağmen hiçbir şey gerçekleşmedi. Ne kadar acı değil mi? Bu devlet demek ki hissleri ve refleksleriyle hareket ediyor. Bu şiddet ortamında seçimlere gidiliyor. Bu ortamın HDP’nin oylarına negatif etki edeceği söyleniyor. Siz negatif etkisinin olacağını düşünüyor musunuz? Negatif etkisi olabilir. İki türlü, birincisi AKP karşıtı olan Türkiye’nin Kürdlük üzerinden şiddete tepkisi nedeniyle artık HDP’ye oy vermemesi gerçekleşebilir. Ama bir de bütün Türkiye’yi neler bekliyor? Üzüntüm şudur, hala bu toplum devletiyle ve milletiyle -milletini ayırmıyorum- neredeyse 100 yıla varan bir sorunu, anlamakta ve çözmekte bu kadar zaafiyet göstermesi müthiş bir ideoloji yüklemeyle, ideolojik koşullanmayla ilgilidir. Bu bagajdan kurtulamadık ve Türkiye kendi düşmanını, kendi içinde üretip onunla çatıştıkça ne ulusal birlik sağlayabilir, ne de siyasi istikrar. Bu istikrarsızlığı sürdürdükçe de kalkınmış bir toplum olması mümkün değil. Kürdlerin, yani muhafazakâr Kürdleri PKK’ye uzak olan, hiçbir zaman bu çizgiye oy vermeyen Kürdlerin de -en azından kendi kültürel ve etnik kimliklerini garanti altına alması için- HDP’ye oy vermesi söz konusu olabilir. Ve o zaman da tabi HDP’nin bu Türkiyelileşme ideali sona erer ve HDP tam anlamıyla bir Kürd partisi olur. Olduğu oranda da Kandil’in daha çok etkisi altına girer. Levent Tüzel bakanlık teklifini ret etti. Bunun HDP içerisindeki bileşenlerde bir çatlağa dönüşeceği konuşulmakta. Bakanlığı reddeden ‘Levent Tüzel ve EMEP’in, HDP’ye gol attığı’ yorumlarına katılır mısınız? Bu HDP içerisinde bir çatlağa yol açar mı? Teşkilatlar, idealler, ideolojiler bu kadar kolay çatlamaz. İnsanların bireysel olarak gerçekleri var. Hem mensup oldukları grup açısından tercihleri vardır. Yani kolektif düşüncelerin ürünü olarak. Sular durulsun, bakalım kim kabul etmiyor, kim ediyor. Kabul edenler ne kadar kendi siyasal teşkilatlarına göre, ne kadar kendi adlarına göre kabul ediyorlar göreceğiz. HDP ‘biz bakanlık veririz’ dedikten sonra bir kişinin kabul etmemesi belki de bireysel bir tercihtir. Partisi istemiyor diye değildir. Ancak Demirtaş ilk açıklamasında eşbaşkanların dışında kalan 78 vekilin gelen teklifi kabul edeceğini söyledi… Demek ki bu bireysel bir karardır. Her şey parti kararıyla olmak zorunda değil. Zorla da bakanlık olmaz yani. Orada istismar edileceğini hissediyorsa, kendisinin hazır olmadığını hissediyorsa niye kabul etsin. Parti bunu zorlayamaz, başka insanlar da var partide. Röportajın tam hali: www.basnews.com 09 Duran Kalkan, HDP ve barış HAKAN TAHMAZ Türkiye 1 Kasım’da seçimlere gidiyor. 7 Haziran seçimlerinin parlayan yıldızı tartışmasız HDP. Ancak KCK yöneticilerinden Duran Kalkan, bu düşüncede olmadığını geçtiğim hafta Med Nuçe haber kanalına verdiği söyleşide açıkladı. PKK’ye yapılan eylemsizlik çağırılarını değerlendirdiği söyleşide Duran Kalkan “HDP siyasette yeterince yaratıcı ve başarılı olamadı. Başkalarına çağrı yapıyorlar, ama kendileri neyi başardılar da çağrı yapıyorlar! Biraz gerçekçi olmaları lazım. Halkların, Kürt halkının temsilciliğini iyi yapmaları gerekli” diye konuştu. İnsan inanamıyor. Bu sözler HDP’ye mi, söylendi diye bir an düşünüyor. Kalkan’ın bu değerlendirmesine HDP Eş Başkanlarından veya genel merkez yöneticilerinden hiç bir yanıt gelmedi. Yanıt verilmemesini bir zaafiyet olarak değerlendirmek mümkündür. Seçim öncesi böylesi bir tartışma partiye ne kazanır çok belli değil. Konu köşe yazılarına taşındı. Bu, KCK yöneticilerinin HDP’ye yönelik ilk sert eleştirileri değil. Daha öncede Duran Kalkan ve Mustafa Karasu benzer eleştiriler yaptılar. Eleştiri yapan Kandil olunca gereğinden fazla dikkat çekiyor. Çeşitli anlamlar yükleniyor. Ortada bir özensizlik ve fazlasıyla Türkiye siyasetini eksik değerlendirme ve ayar verme vakası olduğu bir gerçek. Kalkan’ın sorduğu, HDP neyi başardı sorusu haksız ve yanlış bir soru. Bu, demokratik siyaseti ve elde edilen başarıyı değersizleştiren, önemsizleştiren bir dil ve yaklaşım. Barışı zora sokan bir tarz. Liberal ve demokrat Köşe yazılarının dili ve yaklaşımı ise en az Kalkan’ın ki kadar sorunlu. Fazlasıyla üsten ve nobran. Kalkan’ı eleştirdikleri noktaya düşmüş durumdalar. HDP Kürd siyaseti ilişkisini, HDP’nin konumlanış biçimini ve sessizliğini hiç dikkate almayan bir yaklaşım. HDP başarısının esas mimarı olan Kürd seçmenini yok saymak ve HDP seçmenin yüzde birlik beyaz kesimini merkeze koymak hem HDP’ye hem de tarafgili oldukları Selocan’a büyük zarar verir. Lakin Duran Kalkan’ın sözünü ettiğimiz söyleşisinin gözden kaçan bir bölümü var. Açıklama kamuoyunun “çatışmaların sonlandırması ve ellerin tetikten çekilmesi” talep ve beklentisine dair yeni yaklaşım getiriliyor. Duran Kalkan’ın ”PKK’ye de, HPG-YJA Star güçlerine şu çağrıyı yapıyorum. Kesinlikle operasyona çıkmayan, gerillaya ve halka saldırmayan, siyasi yönetimle ilgilenmeyen, vatanı korumak adına sınırda, karakolunda duran askerlere dönük saldırı yapmamalılar” biçimindeki açıklaması ve buna uymayanlara yaptırım uygulanacağını ifade etmesi çatışmasızlığa giden yolun “tünelin uçundaki ışık ve ilk adımları olarak görmek mümkün mü sorusunu sorduracak nitelikte. Açıklamada polis gücüne yönelik bir belirsizlik var. Ama açıkça “bize yönelmeyen askere karşı silah kullanılmayacak” tutumu ve çağrısı var. Tarafların çatışmasızlığa dönüş için çeşitli temas ve arayış içinde olduğu bir süreçte KCK yöneticilerinden böylesi bir açıklama gelmesi arayış ve temasların bir sonucu olma olasılığı oldukça yüksek. Özelliklede hükümet çevresinin çatışmasızlığa giden yolun ilk adımı PKK tarafından atılmalı beklentisine kamuoyu önünde verilen bir yanıt olarak görmek mümkün. Bildiğimiz kadarıyla hükümet, ilk günden itibaren bu kez Kandil’in kendi iradesiyle adım atmasını bekliyordu. Bu nedenle de faturası çok ağır bir yaklaşımla PKK lideri Abdullah Öcalan’ın devreye girmesine izin vermiyor. Gördüğümüz kadarıyla hükümet, Kandil’in bu yaklaşımını çatışmasızlığa gidiş için yetersiz bulduğundan duymazlıktan geliyor. Kürd illerinin büyük bir kısmının yangın yerine dönüştüğü ve barut fıçısı olduğu bir dönemde AK Parti’nin bu rahatlığı insanı endişelendiriyor. Doğal olarak hangi büyük ve tehlikeli hesaplarla bu kadar rahat davranış sergileniyor sorusu akıllara geliyor. Belki de büyük bir sorumsuzluk kin ve nefretle hareket ediliyor. Ancak barış arayışı içerisinde olanların ve HDP-Kandil ilişkisi üzerine kalem oynatanları anlamak imkânsız. Önümüze gelen küçük fırsatları değerlendirmek uzak durmak veya imtina etmek rasyonel bir tutum olmaz. 10 ÇEVRE BasHaber BasHaber 31 Ağustos - 6 Eylül 2015 ‘Çürük elma kokusu’ bu kez IŞİD’den yayılıyor Uzman Biyolog Prof. Dr. Murat Biricik: Hayvanların, ağaçların milliyeti yoktur Rabia Çetin D .o rg ünyada ismi kimyasal kırımlarla anılan ve tümden katledilen tek kent Kürdistan’ın Helebçe’si. Yıllardır süren hak ve özgürlük mücadelesinde Kürdler defalarca kimyasal silahlarla “Enfal“ edildi. Kürd katili “Kimyasal Ali’nin işlediği suçlarına“ karşılık idam edilmesi ardından Esad rejimi Rojava’da sivillere karşı kimyasal gazlar kullandı. Şimdi de çürük elma kokan kimyasal bombalar IŞİD tarafından kullanılıyor. Rojava ve Güney Kürdistan’daki cephelerde Kürd güçleri karşısında gerilemeyen IŞİD’in kimyasal silah kullandığı haberleri geliyor. Daha önce Musul’da ve Suriye’de kimyasal silah depolarını ele geçiren IŞİD Maxmur – Guwer cephesinde Peşmerge güçlerine karşı bu silahları kullanıyor. Almanya ve ABD kimyasal silah izlerini araştırrken Uluslararası Ortadoğu Barış Araştırmaları Merkezi’nden (IMPR) Akademisyen Veysel Ayhan bunun için Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin harekete geçmesi gerektiğini ifade etti. Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nden (BİLGESAM) Ali Semin de kimyasal silah üreten ülkelerin de yargılanması gerektiğini söylüyor. IŞİD’in Musul’daki Irak ordusu karargahında ve Suriye’de ele geçirdiği kimyasal silahları Güney Kürdistan’daki cephelerde Peşmerge birliklerine karşı kullandığı ortaya çıktı. Peşmerge komutanları IŞİD’in Ağustos ayı içerisinde Guwer – Maxmur ve Musul’daki cephelerde Peşmerge’ye karşı kimyasal silah kullandığı açıkladı. ur d ak iv rs “Doğanın milliyeti yoktur” Biyolojik çeşitliliğin yeterince araştırılmadığına veya belli canlı guruplarına yönelik yapıldığına dikkat çeken Biricik, uzmanların bu konudaki çalışmalarının da yetersiz olduğu görüşünde. Bunun nedeni olarak bölgede arazi çalışmalarının kolay olmamasının yanı sıra üniversitelerin yeterli sayı ve nitelikte uzman biyolog yetiştirmemesi olarak gören Biricik, son yıllardaki eğitim politikalarına da değinerek, “Son yıllardaki eğitim, bilim ve istihdam politikaları sonucunda üniversitelerde fen bilimleri büyük darbe aldı ve bu durumun yansıdığı tek alan doğa araştırmaları değil ne yazık ki. “ diyor. Türkiye’deki yeşil hareketler ve hayvanseverlerin yaşanan yangınlar karşısındaki pasif tutumuna da değinen Bircik, bu haraketlerin nerdeyse seyirci kaldıklarını ve yaşamı savunmakta ikircirlikli davrandıklarının görüldüğünü söyleyerek, “Bu durum belki, günümüz iletişim teknolojilerinin göreli gelişkinliğine rağmen, bölgedeki bilgi ve haber mecralarının yetersizliğinden, muhataplara sesini yeterince duyuramamasından veya medyanın içinde bulunduğu türlü çeşitli sorunlardan kaynaklanıyordur, ama her halükârda yöredeki siyasi tabloyla doğrudan ilgili olduğu aşikâr. Oysa unutulmamalı ki doğanın milliyeti yoktur. Doğa bir bütündür ve her coğrafyada aynı kararlılıkla savunulmalıdır. Nasıl ki mercan kayalıklarının, yağmur ormanlarının, okyanusların karşı karşıya kaldığı tahribat eninde sonunda hepimizi ilgilendiriyorsa, ülkenin herhangi bir yerinde doğa kıyımları da doğayı seven herkesi, kendi kapısının önünde olmuşçasına harekete geçirmelidir“ diyor. .a “Biyolojik çeşitlilik azabilir” Bilindiği gibi bir fidanın yetişip ağaç haline gelmesi yıllar alabiliyor. Buna bağlı olarak yaşanan orman yangınlarında yanan ağaçlar kendisiyle birlikte birçok hayvanın yaşam alanını da götürebiliyor. Yanan ormanların kendini yenilemesi ve burada yaşanan hayvan popülasyonunun kendini yeniden gerçekleştirmesini sorduğumuz Bircik, yanan ormanlık alanların bozkır habitatında yaşamaya uyum sağlamış türlere ev sahipliği yapabileceğini ancak yanan ormanların yeniden eski haline gelmesinin çok zor olduğunu söylüyor. Yangınların kendisiyle birlikte biyolojik çeşitliliğin azalması tehlikesini de getirdiğini söyleyen Biricik, “Doğa açısından büyük değer taşıyan geniş orman alanlarında, yangınlarla ortaya çıkan boşluklar, orman alanının parçalanmasına yol açar. Yangın öncesi yekpare durumda olan geniş alanlar, bölünerek daha küçük parçalar halini alır. Bu durumda, ormanın kenar bölgeleri oransal olarak genişlerken, buralardan çok daha farklı özelliklerde ve değerli olan ormanın iç ve orta kesimleri küçülmüş olur. Buralara uyumlu halde yaşayan canlı türleri, örneğin açık alandan gelecek tehlikelere daha fazla açık hale gelirler ve yerel biyolojik çeşitlilik zaman içerisinde azalmaya yüz tutar” dedi. w “Yerine konamayacak kayıplar olabilir” Yanan ormanların çoğunlukla meşe ağaçlarından oluştuğunu ve gerek o civarda yaşayan insanların yakacak olarak kullanması gerekse yaşanan orman yangınlarının o alanı orman olmaktan çıkarıp bozkır karakterine büründürdüğüne dikkat çeken Biricik, yeniden gelişen meşelerin ise birer çalıya dönüştüğünü ve ağaç olması için gerekli yüksekliğe ulaşamadığını ifade ediyor. Geçmişte yaşanmış olan yangın ve tahribatlar nedeniyle bu gün birçok alanın meşe çalılıkları şeklinde olduğunu belirten Biricik, bu alanların sayısız hayvan ve bitki için korunma alanı olduğunu söyleyerek, “Birçok tür için meşelikler vazgeçilmez yaşam alanlarıdır. Özellikle yüksek boylu yaşlı ağaçlar yaban hayatını çok önemli ölçüde destekler. Kovukları sincaplar, yarasalar, kertenkeleler, baykuşlar, ağaçkakanlar, baştankaralar ve daha nice kuş türü için yuvalanma imkânı sağlar. Gövde ve yapraklarında, kökleri arasında, hatta kopup yere düşmüş ölü dallarında sayısız böcek yaşar ve yumurtaları, tırtılları ve erginleriyle bu böcekler, o ekosistemdeki besin zincirinin belki de en önemli halkasını oluşturur. Örneğin, palamutlarla beslenen alakargalar, meşelikler olmadan düşünülemez” diyor. Yangınların ani ve köklü bir tahribat yarattığını ifade eden Biricik, bunun hayvanlar açısından büyük bir yıkıma neden olduğunu söylüyor. Hızlı hareket edebilen hayvan- ların benzer özellikte alanlara sığındığına, kaçamayanların telef olduğuna ve hayatta kalanların ise avlanma, aç kalma, hava koşullarından etkilenme gibi tehlikelerle karşı karşıya kaldığını dile getiren Biricik, kendine sığınacak bir yer bulabilen hayvanlar için ise şunları dile getiriyor: Kendine sığınacak yer bulabilenlerin de işi kolay değildir; oranın mevcut sahipleriyle rekabet edemeyip kovulanlar olduğu gibi türdeşlerinden ayrı düştükleri veya sosyal grupları dağıldığı için hayata tutunamayanlar da olur. Felaketin büyüklüğüne bağlı olarak, doğanın uğradığı yıkım bazen hiçbir zaman telafi edilemez; örneğin, nadir türlerin genetik çeşitliliğinde bir daha yerine konamayacak kayıplar oluşabilir.” w atışmalar ve bombardımanların neden olduğu orman yangınları doğada geri dönüşü zor tahriplere sebep olmaya devam ediyor. Yaşanan yangınların kırsal kesimler ve ormanlık alanlarda yaşanması ise buraları yaşam alanı edinmiş hayvan türlerini yok edecek derecede tehdit altında bırakıyor. Orman yangınların politik yönünün çokça tartışıldığı son zamanlarda bu tehdit görünmez bir hal alıyor. Yangınların kimi zaman buralarda yaşayan hayvanları göçe zorladığı veya telef ettiği gerçeği karşısında hayvan severlerin sessizliği hala kendini koruyor. Türkiye’nin Batısı’nda belediyelerin sokak hayvanlarına yönelik yaptığı kıyım karşısında kampanyalar başlatan veya sokak eylemleri yapan “yeşil oluşum ve partiler” devletin çatışma alanlarındaki doğa ve hayvan kıyımı karşısında ise neredeyse tepkisiz kalıyor. Orman yangınlarının sadece ağaçların yok olması anlamına gelmediği aynı zamanda hayvanların yaşam alanının yok edilmesi ve kimi hayvan türlerinin tehlike altında bırakılması anlamına da geldiğini söylemek bilimsel bir temele ihtiyaç duymayacak kadar üryan bir gerçek olarak orta yerde duruyor. Ama ne yazık ki politikanın gölgesine esir bırakılan bu gibi konular bir türlü gündeme gelmediği gibi araştırmacıların da ilgisini çekmiyor. Genellikle dağlık bir coğrafyadan oluşan ve birçoğuna insan ayağı değmemiş bu yerlerde keşfedilecek ne kadar çok şeyin olduğu konusu henüz geçen yıl Diyarbakır’ın Çınar ilçesinde nadir bulunan bir leopar türünün çoban tarafından vurulmasıyla gündeme gelmişti. Orman yangınları da dahil, felaketin büyüklüğüne bağlı olarak, doğanın uğradığı yıkımın bazen hiçbir zaman telafi edilemeyeceğini ve nadir türlerin genetik çeşitliliğinde bir daha yerine konamayacak kayıplar oluşabileceğini söyleyen Dicle Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Biricik, Kürdistan’da yaşanan orman yangınlarının hayvan popülasyonu üzerindeki etkisini BasHaber’e değerlendirdi. w Ç Özcan Şahin HABER 31 Ağustos - 6 Eylül 2015 “Saddam dönemi IŞİD kadroları kimyasal kullanıyor” IŞİD’in kimyasal silah kullandığı ve bu nedenle birçok Peşmerge’nin hardal gazından dolayı solunum sıkıntısı yaşadığını açıklayan Güney Kürdistan yetkililerinden Kürdistan Parlamentosu Milletvekili Ferhan Cewher, IŞİD’in Batı Dicle Cephesinde Peşmerge’ye karşı kimyasal silahlarla saldırı gerçekleştirdiğini belirtti. Peşmergelerin vücutlarında kimyasal yanıkların olduğunu ifade eden Cewher, “Amerikalı heyetin de tespit ettiği gibi IŞİD, Peşmerge’ye karşı kimyasal silah kullanmıştır. IŞİD, daha önce de iki ayrı saldırıda karşı kimyasal silah kullanmıştı. IŞİD’in işlediği bu insanlık suçu cezasız kalmamalı. Ama terörist bir yapılanma olduğundan uluslararası sözleşmeleri tanımamasından dolayı IŞİD’e karşı herhangi bir caydırıcı yaptırım uygulama şansı bulunmamakta” diyor. Cewher, IŞİD’in kullandığı kimyasal silahların Saddam dönemi Baasçı kadroların IŞİD’e katılmasıyla örgütün eline geçtiğini ve bu kimyasalların 120 milimlik toplarla atıldığını söylüyor. “Üreten ülkelere dava açılması gerekiyor” BM’nin Suriye’de Esad’ın kimyasal silah kullandığı iddialarını yeniden araştırılacağını açıklamasının ardından IŞİD’in de kimyasal silah kullandığı iddialarının gündeme gelmesi üzerine BİLGESAM’dan Irak ve Suriye Uzmanı Ali Semin bu iddiaların Esad yönetimine yarayacağını söylüyor. IŞİD’im kimyasal silah kullanmasıyla sadece Kürdlerin değil Arapların, Alevilerin Sunnilerin de tehdit altında olduğunu vurgulayan Semin, “Bu iddialar aynı zamanda Esad’ın yaptıklarını da örtbas edecek” diyor. Peşmerge’nin Kerkük’te ciddi ilerleme kaydettiğini ve IŞİD’in bu nedenle bu tür saldırıya geçebileceğini söyleyen Semin, sözlerini şöyle sürdürüyor; “IŞİD bir devlet olmadığı için uluslararası hukuka uyması da beklenemez. Bu nedenle bu iddialar kanıtlandığında kimyasal silah üreten ülkelere dava açılması gerekiyor. Bunların kullanımı suçtur demekten ziyade bu maddelerin nasıl sağladıkları ve nasıl ele geçirdikleri araştırılmalıdır.” ABD: Araştırıyoruz 2003 yılında Irak’a giren ABD’nin Irak’ta kimyasal silah izine rastlamadığı daha önce yapılan açıklanmıştı. Ancak Peşmerge’ye karşı kimyasal silah kullanıldığı ortaya çıkınca ABD’li yetkililer, “Bu tür bir saldırı olasılıklar dahilinde. Kimyasal silah kullanımıyla ilgili iddiaları çok ciddiye alıyoruz” ifadeleri kullanmıştı. Almanya Savunma Bakanlığı yetkilileri de, IŞİD’e karşı mücadele eden 60 kadar Peşmerge’nin hardal gazına maruz kaldığını açıklamıştı. Hardal gazı, uluslararası anlaşmalarca yasaklı olduğundan Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü de (OPCW) soruşturma başlatmak için Irak Hükümeti’nin resmen yardım istemesini beklediklerini deklare etmişti. ABD yetkilileri bu iddiaları ve IŞİD’in kimyasal silahları nereden temin ettiğini araştıracağını açıkladı. “Ortadoğu kitle imha silahlarıyla karşı karşıya” IMPR’dan Veysel Ayhan ise Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin harekete geçmesi gerektiğini ifade ediyor. IŞİD’in Rakka ve Musul’a girerek kimyasal silah depolarını ele geçirdiğini ve o andan itibaren ciddi bir tehdit olduğunu belirten Ayhan, uluslararası kamuoyunun o dönem gereken tepkiyi göstermediğini söylüyor. Ortadoğu halklarının kitle imha silahları tehdidiyle karşı karşı olduğunu vurgulayan Veysel Ayhan, “Bu tehdidin ortadan kalkması için Ortadoğu’da IŞİD’e karşı ciddi bir mücadele veren Kürdlere daha fazla destek verilmeli. Hukuki mücadelenin yanında siyasi ve diplomatik mücadele de başlatılmalı” diyor. “Uluslararası Ceza Mahkemesi harekete geçmeli” Uluslarası Ceza Mahmesinin harekete geçmesi gerektiğini vurgulayan Ayhan, bunun yanı sıra IŞİD’in işlediği suçlardan dolayı ayrı mahkemelerin de kurulabileceğini söylüyor. Bu suçların hem bireysel hem de devlet düzeyinde yargıya taşınabileceğini ifade eden Ayhan, sözlerini şöyle sürdürüyor; “IŞİD’in bölge halklarına karşı fiili katliam ve soykırım gerçekleştiren bu örgütle işbirliği yapan, bu tür silahları kullanmasına göz yuman, destek verenlerin hem devlet düzeyinde hem de bireysel olarak cezalandırılaması söz konusu olabilir. BM Güvenlik Konseyi’nin bu konuda harekete geçmesi gerekiyor. Eğer BM harekete geçmezse devletler de inisiyatif kullanarak harekete geçebilirler. Bu suçlar hem uluslararası ceza mahkemesine hem de IŞİD’e karşı kurulacak özel mahkemelere taşınabilir. Bu bile olmazsa ülkeler kendi iç hukuklarını kullanarak mücadele ve cezalandırma yapabilir. Bunun yanı sıra uluslararası düzeyde eylem başlatılabilir. Bu iddialar tüm bunların yapılması için yeterlidir.” Veysel Ahan Ali Semin 11 Ucuz yönetim FERHAT KENTEL Modernlik öncesi ve modernliğin ilk zamanlarda ya da modernliği dışarıdan apartıp halkına kakalamaya çalışan toplumlarda insanları denetlemek, uysallaştırmak, kontrol etmek, faydalı üretim makinaları haline getirmek ve belli bir istikamete yönlendirmek için devletin baskı aygıtları (asker, polis, yargı, eğitim vb.) tam kapasite çalıştılar. Sonra durum değişti. Michel Foucault gibi düşünürlerin zengin teorik katkısıyla derinliklerine vakıf olduğumuz “modern iktidar” hayatımızın her tarafını kuşattı. Hastane, hapishane, okul, fabrika gibi kurumlarda şekillenip, ilk ivmeyi verdikten sonra, sızdığı cinsellik, sağlık, akıllılık-delilik, normallik-anormallik gibi gündelik hayatın çeşitli veçhelerinde modern iktidarı kendi kendimize yeniden üretir olduk. Yani artık devletin sopasına ihtiyaç duymadan da bedenimizi sürekli bir şekilde uysallaştırmanın yollarını öğrendik. Yani modern devlet bu işten acayip kârlı çıktı. Vatandaş imal etmeyi gayet ucuza getirdi. Yani artık devletin veya onun “öğretmenlerinin” ya da belli bir grubun bize sürekli ders vermesi gerekmiyor. Kabaca, hep beraber birbirimize “ders veriyoruz. Hiçbirimiz hiçbirimizi ıskalamıyoruz. Yani modernleşirken; olanaklarımızın, özgürlüklerimizin, alanlarımızın genişlediğini düşünürken (bu tabii ki tamamen yanlış değil); bir yandan da bal gibi “totaliter” bir ortalamaya sahip olduk. “Bizim kültürümüz”, “bizim medeniyetimiz” diye sabah akşam vaaz veren “eski-İslamcılar” bile bal gibi “modern kapitalistler” olmadı mı? Daha spesifik, daha özel durumlara doğru indiğimizde de, modern iktidar teknolojilerinin ayrıntılarını ve muhteşem totaliter pratikleri görmek hiç zor değil. Mesela saraya yakın mahallelerde oturup, hayata o sarayın sağladığı fildişi kule hissiyatıyla bakanlar, devletin en milliyetçi ve en hamaset dolu politikaları -konusunda halkı “inandırmak” için inanılmaz bir gayretkeşlik içindeler. HDP’ye oy verenlerin şerefsizliğinden başlayıp, onların yanıldığından çıkan her türlü “teoriyi” tezgahlarının üzerine yerleştirmiş durumdalar. Bu teorilere ikna etmek için önce “inandırma” operasyonu yapılması lazım. Ne kadar çok reklam yapılırsa, ne kadar çok hatırlatma yapılırsa, ne kadar çok dipnot, referans sağa sola serpiştirilirse, örneğin HDP’ye “terörist” yaftası yapıştırılmış olacak ve bizim de buna inanmamız beklenecek. Tabii ki, seçimlerde verilen oyların ne kadar “hatalı” olduğunu, koalisyon görüşmelerinin “ne yazık ki muhalefetin tavrı sebebiyle başarısız olduğunu” ve “mecburen yeni seçimler yapmamız gerektiğini” anlatacaklar ve bizim de bunlara inanmamız beklenecek. Ne kadar mükemmel bir “yeni Türkiye” kurmuş olduklarına inanmamızı bekliyorlar ve hâlâ ikna olmayanlar olmasından şikayet ediyorlar. Aslına bakılırsa oldukça açık bir durum; 60’lı ya da 70’li yılların sol örgütlerine atfedilen bir hikayede olduğu gibi bir durum söz konusu. Yani bir türlü örgütleyemedikleri köylüler hakkında solcu liderlerin “bu köylüler teoriye uymuyor!” diye şikayet etmelerinde olduğu gibi... Köylüleri suçlayan, teoriyi sorgulamayan bir zihniyet... Şimdiki iktidar propagandistleri de aynı zihniyetin içinde debelenip duruyorlar. “Teoriye uymayan ahmaklar!” diye yerinde tepinip, “sefaletin teorisi”ni yapıyorlar... Aslında sabah akşam gösterdikleri performansla, kendi “teorilerinin sefaleti”ni açığa çıkarıyorlar; “ahmaklıklarını” gizledikleri teorinin sefaletini... Eski beyazlar da devleti anlatıyorlar ve halkı aşağılıyorlardı. Şimdikiler de öyle. Ne kadar ucuza mal oluyor bilemem, ama medyada, sosyal medyada devletin haklılığı ve düşmanın haksızlığı konusunda sürekli vaaz verenleri gördükçe, en azından yapılan masrafa değdiğini söyleyebiliriz. Ama işte böylesine totaliter bir ortam gene de ful kapasite çalışamıyor... Birileri inatla sizin ucuza getirdiğiniz taşıyıcılara rağmen, ikna olmuyor. 12 DİASPORA BasHaber SÖYLEŞİ 31 Ağustos - 6 Eylül12 2015 Mülteci katliamı Almanya, uzak Kürd vatanı! İlk büyük kitlesel Kürd göçü Almanya’ya 2. Dünya Savaşı sonrasında yakılıp, yıkılan Almanya’nın yeniden yapılandırılması çerçevesinde NATO üyesi olan ve işçi alımına gidilen ülkelerin başında Türkiye gelir. 1961 yılında imzalanan iş gücü anlaşması çerçevesinde binlerce kişi Almanya’ya işçi olarak gitmeye başlar ve bunların neredey- O Politik mülteciler dalgası Bu ilk büyük kitlesel işçi göçünün ardından Türkiye’de 1972 ve 1980’de meydana gelen asker darbeler ile birlikte Almanya’ya politik göçler başlar. On binlerce kişinin politik nedenlerden dolayı göç ettiği bu dönemler 2000’li yıllara kadar devam eder. 1970’lerde başlayan bu göç dalgasında İran, Irak ve Türkiye Kürdleri vardır. 1980’deki İran İslam Devrimi, 1984’te Kuzey’de başlayan savaş, 1988’de Halepçe’deki kimyasal soykırım ve Enfal operasyonları ve öncesi ile sonrasındaki savaştan mağdur olan binlerce Kürd Avrupa demokrasisine sığınır. Kürdlerin, Almanya’ya üçüncü büyük göç dalgası olarak ifade edilen 90’lı yıllardaki bu kitlesel göçlerin sonucunda dört parçadan rg .o ur d ak iv rs se yarısı Kürdlerden oluşur. 1966 yılında Varto’da meydana gelen depremin ardından evsiz ve işsiz kalan binlerce Vartolu Kürd kitlesel olarak Almanya’ya göçer. Kitlesel olarak ilk kitlesel Kürd göçü olarak tanımlanan bu göç, 60’lı yılların sonlarına kadar devam eder. Bu dönem Almanya’ya toplu göç eden işçi Kürdler ülkenin yeniden yapılandırılmasında büyük bir rol oynarken, Kürdler ve Almanlar arasında da ilk toplumsal ilişkilerin gelişir. Eş zamanlı olarak Suriye ve Irak Komünist partilerinin kontenjanından Doğu Almanya gönderilen çok sayıda Kürd öğrenci de bu ülkeye yerleşmiştir. .a adlı eserine yansımış, ‘Aryen köklerini arayan’ Almanlar Kürdistan’a ilgisi başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ordusu’nda görev yapan Alman askerlerinin Kürdistan’daki cephelerde bulunası ile devam eden, İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’ye göçen Nazi muhalifi Alman bilimadalarının İstanbul’da aralarında Musa Anter’in de bulunduğu çok sayıda Kürd aydını ile tanışması ile devam eden bu ilişki, Türkiye’nin Nato üyesi olması ardından, Almanya’nın Türkiye’den işçi alımı ile kitlesel göç formuna girer. Elbette İkinci Dünya Savaşı sırasında Mısır ve Azarbaycan’a dayanan Alman ordularının petrol ihtiyacını karşılama, buna karşılık bir Kürd devleti kurulmasına yardımcı olma amacı ile Alman istihbaratının Kürd Hîwa örgütü ile birlikte İngilizlere karşı yaptığı operasyon ve bu operasyona öncülük eden Alman subayı Johhanes Müller’in Kürdistan anılarını anlattığı kitaplarını da eklemek gerekir. w Kutsal savaşların düşmanlığından ortak yaşama 11 yüzyılda başlayan ve uzun süreler devam eden Haçlı Seferleri ile başlayan Alman-Kürd teması, Almanların Kürdleri “Saladin Sons/ Salahattin’in oğulları“ olarak isimlendirmesine neden olmuş, bu ilişki ve temas ardından çeşitli nedenlerle devam etmiştir. 13. Yüzyıl’ın ardından 15. ve 19. Yüzyılda Osmanlı Ordusu’nun modernizasyonu ile Alman subaylarının Kürdistan’a gelmesi ile devam eden Alman-Kürd teması belirgin olarak General Helmut von Moltke tarafından tanımlanmıştır. 1840’li yılların ardından, Osmanlı tarafından eski sömürgelerinden Mısır ve Afrika’ya sürgün edilen ve aralarında Bedirxani ailesinden ve İttihat ve Terakki’nin kurucularından olan bazı Kürdlerin Almanya’ya gitmesi de, Kürdistan Gazetesinin orjinal sayılarının Marburg Üniversitesi kütüphanesinde bulunması ile taçlanır. 1. Dünya Savaşı’ndan hemen önce Almanların Osmanlılarla geliştirdiği ilişkiler kapsamında Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi kapsamında Kürdistan’a gelen sayıda Alman sosyal ve teknik bilim adamı Kürdlere ilişkilerini geliştirir. Kürdistan’daki demir yollarının büyük bir kısmı Almanlar tarafından dair çeşitli etkinlikler ve araştırmalar yaparak Almanya’da Kürdolojinin de gelişmesine katkıda bulundu. Öncesinde Almanya’nın kadim Kürd uygarlığına dair notları Zerdeşt Peygamber’in Avestası’nın 18. Yüzyılda Fransızca’ya çevrilmesi ile ünlü filozof Nietsche’nin „Also sprach Zaraustra“ Almanya’da doğan her çocuk Kürdistan ismini ilk olarak ünlü fantastik romancı Karl May’ın “Durch wildes Kurdistan / Vahşi Kürdistan’a yolculuk“ adlı romanından duymuştur. Almanların bu fantastik romancısı 19. Yüzyılda yaşadığı romanından Kürdlerin Osmanlı yönetimi ile yaşadığı sorunları, bir Alman kahramının gözü ile anlatır. Karl May’ın Kürdistan’ın vahşi doğasını ve yüksek karekterli insanlarını anlattığı bu romanı birçok Alman’ın bu ülkeyi ziyaret etmesine ve merak etmesine neden olmuştur. Ezdi topluluğu Almanya’da Almanya’ya yapılan Kürd göçmen gruplarından en dikkat çekeni ise Ezdi Kürdler. Almaya’da yaşayan ve sayıları yaklaşık olarak 100 bin civarında olan buradaki Ezdi Kürdler, yaşadıkları Kafkas ülkelerinden, Kuzey ve Güney Kürdistan’da karşı karşıya kaldıkları dinsel tehdit ve katliamlardan kaçarak 1970’lı yılların ortasından itibaren Almanya’ya göç ederler. Kuzey’de sistematik olarak kışkırtılan Ezdi göçü sonucu neredeyse tüm Ezdi nufusu 1990’lı yıllara kadar Almanya’ya göçtü. Yine berbat yaşam koşulları ve politik baskılardan dolayı 30 bin dolaylarında Ezdi’nin ise Ermenistan, Gürcistan ve Rusya gibi Kafkas ülkelerinden Almanya’ya göçtüğü belirtiliyor. 1990 ayaklanması ve Şengal katliamı ardından da Güneyli Ezdlerin Almanya’ya yöneldiği biliniyor. Daha çok Nieder Sachsen eyaletine yerleşen Ezdi toplumunun sayısının şu sıralar 120 bini aştığı bildiriliyor. Kırım tehdidi altındaki dinsel azınlıklar statüsünde yer alan Kürd Ezdilere Almanya’da özel bir statü verilirken, iltica etmek için ise Ezdi olmak yeterli bir sebep olarak görülüyor. w avaş, soykırım, baskı, zulüm, doğal felaket, açlık, işsizlik ve birçok nedenden dolayı dünyanın neredeyse her ülkesine göçen Kürdlerin en yoğun yaşadığı ülkelerin başında Almanya geliyor. Sayıları bir milyonun üzerinde olan Almanya Kürd toplumu kademeli olarak iki yüz yıla yakın bir süre bireysel ve toplulu göçlerle Almaya’ya yerleşti. Her din ve inanç farklı parçalardan Kürdlerin göç ettiği Almanya’yı hedefleyen ‘Kürd yürüyüşü’ devam ediyor. Kürdlerin Almanya’ya yönelen göçünün kitlesel düzeyde devam ettiği bildirilirken, bu ülkedeki Kürd nüfusu 1 milyon 2 bin cıvarına dayanmış durumda. Nufusu 80 milyon cıvarında olan Almanya’da sokaktaki her seksen kişiden biri Kürd. 1800’lü yılların ortalarından bugüne kadar çeşitli biçimler ve nedenlerle Almanya’ya göç eden Kürdler; Ezdi, Alevi, Sunni, Kakeyi inançlarından olmak üzere Ermenistan, Gürcistan, Rusya, Kuzey, Güney, Doğu ve Batı Kürdistanlılardan oluşuyor. Yaşadıkları topraklardan Almanya’ya göçen Kürdlerin Almanlarla ilişkisi ise göç tarihinden çok daha eskilere dayanıyor. nurlu ve iyi bir yaşam umuduyla ülkelerindeki savaş ve şiddetten kaçarak genellikle Avrupa’ya doğru yola çıkan çok sayıda mültecinin yollarda yaşamını kaybediyor. Ortadoğu’daki savaşların etkisiyle, İkinci Dünya Savaşı’dan bu yana son 50 yılın en büyük göç akımı yaşanırken; savaştan, ölümden, açlıktan, ülkelerindeki baskıdan kaçan göçmenler Avrupa kapısına dayanıyor. Sık sık yapılan zirvelere ve toplantılara rağmen Avrupa Birliği de yaşanan göçmen krizine çare bulamazken ölü sayısı her geçen gün artıyor. Almanya ise göçmenlerin seçilerek Avrupa’ya alınması taraftarı. Göçmen ve sığınmacı hakları konusunda çalışma yürüten Avukat Esra Yurum ise büyüyen göçmen krizinin ülkelere yeniden iade edilmesiyle çözülemeyeceğini ve uluslararası hukukun devreye girmesi gerektiğini söylüyor. onbinlerce politik Kürd Almanya’da birleşir. Bu tarihler Almanya’ya yüzbinlerce Kürdün sığınarak politik mülteci olarak yerleştiği üçüncü bir dönemdir. 90’lı yıllarda Kürdistan parçalarındaki savaşın boyutlanması ile birlikte Kürdistan’ın Kuzey, Güney ve Doğu parçalarından çok büyük politik göçler yaşanır. Bunun sonucunda belki ilk kez farklı lehçe ve inançlardan Kürdler Almanya’da tanışır. İlk ulusal farklılıkların temsil edildiği organizyonlar Almanya’da yapılır, ilk örgütler Almanya’da kurulur. w S Çimen Gümüş HABER BasHaber 31 Ağustos - 6 Eylül 2015 13 SÖYLEŞİ Alevi Kürdler de Almanya yolcusu Almanya’da yerleşik Kürd nufusunun en belirgin topluluklarından biri de Aleviler. İlk kitlesel işçi göçlerinde Almanya’ya giden Kürdler arasında Varto, Erzincan gibi yerlerde yaşayan Aleviler yer aldı. 1970’li yılların sonlarına doğru Türkiye’deki Aleviler yönelik Maraş katliamı ardından Aleviler kitlesel olarak güvencede yaşayabilecekleri Avrupa’ya ve özellikle de Almanya’ya yöneldiler. Almanya’da yerleşik Alevi sayısının Ezdi Kürdlerden daha fazla olduğu, çok sayıda Kürd Alevi’nin dinsel kimliklerini daha çok nemsedikleri için Kürd olarak kayıtlara geçmedikleri ve Kürd toplumunun yekunu içerisinden yer almadıkları biliniyor. Ancak Almanya’da yaşayan Kürd Alevilerin saysının en az 150 bin cıvarında olduğu tahmin ediliyor. Suriye iç savaşının başlaması ile birlikte de son dört yıldır en az 30 bin Rojavalı Kürdün Almaya’ya göçtüğü iddia ediliyor. (devam edecek) Mülteci ölümleri katliam sınırında Ortadoğu’daki iç savaştan kaçarak Türkiye’nin kıyı kentlerinde günlerce bekleyen mülteciler insan kaçakçılığı yapan teknelerle ya da TIR kasalarında Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyor. Birleşmiş Milletler verilerine göre son 50 yılın en büyük mülteci akımının yaşandığı 2015’te son 7 ayda 250 bin kişi Avrupa’ya ulaşmayı başarırken 2 bin 500’ün üzerinde sığınmacı da yollarda hayatını kaybetti. Gittikçe büyüyen mülteci krizinde Akdeniz’e gömülen hayatlar bununla da sınırlı kalmadı. Ağustos ayında birçok bölgede insan kaçakçılığı yapan tekneler suya gömüldü. Son olarak Libya’nın batısında suya gömülen teknede kaybolan onlarca mültecinin cansız bedeni kıyıya vurdu. “Sığınmacıların iadeleri kabul edilemez” Sığınmacıların daha iyi bir yaşam umuduyla Avrupa’ya göç etmek istediklerini ancak insan kaçakçılığı yapanların eline düşmeleriyle bu umudun bü- yük bir trajediye dönüştüğünü söyleyen Esra Yurum, kaçak yollarla giriş yapılsa bile göçmenlerin insan haklarının ihlal edilemeyeceğini söylüyor. Ortadoğu ülkelerinden sığınmacıların kötü muamele, işkence, yaşam hakkını koruma gerekçesiyle göç ettiğini vurgulayan Yurum, “Sığınmacıların ülkelerinde savaş ve kötü muamele yoksa ülkelerine veya geldikleri yere iade edilmeleri kabul edilebilir. Ancak yaşam hakkı ihlali bulunan ülkelere sığınmacıların iade edilmesi kabul edilemez. Her ülkenin kendi iç hukukuna göre sığınmacı mevzuatı olabilir ancak yine de sığınmacıların iade edilmesi, insanlık dışı uygulamalar, gözaltı ve tutuklanmaları kabul edilemez. Bu sığınmacıların ikincil koruma grubuna alınmaları gerekiyor” diyor. Aynı durumun Türkiye’deki sığınmacılar için de geçerli olduğunu ifade eden Yurum, özellikle Bodrum’da kafese kapatılan sığınmacılara bu uygulamayı yapanlar hakkında hukuki işlem başlatılması gerektiğini ve bu durumun insan hakları ihlali olduğunu söylüyor. İzmir’e Kamp kurulsun Son zamanlarda artan mülteci krizine bulaşmak istemeyen bazı ülkeler yine Türkiye’de kamp kurulmasını öneriyor. Suriye’deki iç savaşın başlamasıyla bir çok sığınmacının geldiği Türkiye’de sayı 2 milyonu aşarken sığınmacılardan şikayet eden Avrupa ülkelerinden Almanya, AB fonu desteğiyle İzmir’de kamp kurulmasını ve buradan sığınmacıların seçilerek Avrupa’ya alınmasını önerdi. Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maiziere, Avrupa’ya göçmek isteyen sığınmacı sorunun çözümü için; “Yunanistan ve İtalya’da Avrupa’ya gelmek isteyen mültecilerin toplanacağı ve kimin gerçekten yardıma ihtiyaç duyduğunun incelendikten sonra karar verileceği Hotspots kampları kurulmalı. Bunun dışında Türkiye ile de yoğun görüşmeler yapılmalı. İzmir bölgesinde çok sayıda, binlerce hatta onbinlerce mülteci Avrupa’ya geçmenin yollarını arıyor. Seçilen göçmenler! ‘Arap Baharı’ ardından göçmen sorununda patlama yaşanırken, iç savaşın halen devam ettiği Suriye’den kaçan sığınmacılar en fazla Türkiye, Kürdistan Bölgesi (KBY) ve Lübnan’a yerleşti. Türkiye ve KBY’deki sığınmacı sayısı 2 milyonu aşarken Lübnan’da ise ülke nüfusunun dörtte biri kadar mülteci bulunuyor. AB ülkeleri ise Avrupa’ya göçmek isteyenlerin seçilerek alınması taraftarı. Göçmenler arasında seçimin neye göre ve nasıl yapılacağı konusunda açıklama yapılmazken, göçmenlerin Suriye, Irak, Libya, İran, Afganistan, Kosova ve son olarak açlıkla mücadele eden Somali’den kaçtıkları bildiriliyor. Sırbistan – Macaristan sınırında bekleyenler Balkanlar’daki en yoğun mülteci krizi ve trajedisi ise Sırbistan - Macaristan sınırında yaşanıyor. Avrupa’ya göç etmek isteyen sığınmacılar buralarda günlerce sınırda bekletiliyor. Zaman zaman Macar polisilerinin de müdahale ettiği sığınmacılar Yunanistan, İtalya ve Fransa’ya gidebilmek için kendi imkanlarıyla Macaristan’a girmeye çalışıyor. Macaristan hükümeti sığınmacılar için “tek bir mülteci bile istemiyoruz. Ülkeye kaçak yollarla girmeye çalışan herkes yasaları ihlal ettiği gerekçesiyle yargılanacak ve iltica talebinde bulunamayacak” açıklamasını yaparken AB’nin Göç, İçişleri ve Vatandaşlık Komiseri Dimitris Avramopulos ise Macaristan gibi davranan ülkeler için yaptırım uygulanacağını açıkladı. Macaristan’dan Avusturya’ya göçmek isteyen 71 kişilik bir mülteci grubunun Viyana yakınlarında bir TIR kasasındaki toplu ölümü ve cesetlerinin tanınamayacak durumda olması büyük tepkilere neden oldu. Öte yandan mültecilerin Avrupa ülkelerinde son zamanlarda sık sık ırkçı saldırılara uğraması ve ırkçıların mülteci karşıtı eylemler üzerinden biraraya gelmesi de kamuoyunda ciddi endişelere neden oluyor. Bodrum’da kafes Viyana’da kamyon kasası Öte yandan yine deniz yoluyla Avrupa’ya göç etmek için Bodrum’da günlerdir bekleyen sığınmacıları bir araya toplayan Bodrum Emniyet Müdürlüğü polis barikatlarıyla etraflarını kapatarak mültecilerin ilçe merkezine dağılmalarını engelledi. İnsan Hakları Savunucuları bu duruma tepki gösterirken yetkililerden konuya dair herhangi bir açıklama gelmedi. 13 Biz sokakları tutuyoruz siz Meclis’i… SENNUR BAYBUĞA 7 Haziran da seçilen vekillerin hükümet kurması için tanınan 45 günlük anayasal süre 23 Ağustos günü sona erdi. Türkiye Cumhurbaşkanı, anayasal rejime geçildiği tarihten beri ilk kez seçimlerin yenilenmesi ile ilgili yetkisini kullandı. Meşruiyetini tartışırız ya da tartışmayız, evvelce uygulanmıştır ya da uygulanmamıştır, siyasi sebep ve harislik vardır ya da yoktur ama alınan erken seçim kararının yasal meşruluğunu kimse tartışamaz, hele hele hukukçular hiç. Cumhurbaşkanı Anayasa’nın 116. Maddesinden aldığı yetkisini kullanarak seçimlerin yenilenmesine karar verdi. Bakanlar Kurulu’da yine Anayasa’ya uygun olarak kararı 48 saat içinde ilan etti ve karar da Resmi Gazete’de yayınladı. Kararın alınmasından itibaren ve sonra gelen 90. günün ilk pazarı seçim yapılacak ve YSK bu süreyi 60 günde tamamlama yetkisine sahip. Bu yasal prosedürün sonuçlarından biri de böyle bir durumda Cumhurbaşkanı tarafından yetkilendirilmiş Başbakan’ın seçim hükümeti kurabilmesi. Meclis’teki siyasi partilere vekil sayısına göre bakan aday gösteren Başbakan, teklifini bir mektupla bakan adaylarına gönderiyor, başbakanın geçici hükümet kurabilmek için kendisine tanınan süre ise 5 gün. Geçici hükümetin bir seçim hazırlık hükümeti olacağı belli. Fakat seçimlerin yapılacağı 1 Kasım tarihine kadar hükümet etme görevi de bu bakanlarda olacak. 11 AKP’den, 5 CHP’den, 3’er de MHP ve HDP’den olmak üzere gönderilen teklifi kabul etmeleri halinde bakan atanacak. Diğer bir deyimle mevcut durumda matematiksel olarak muhalefet ve başımıza bela olarak gördüğümüz iktidarın bakan sayıları eşitlenmiş oluyor. Şu anda ortalık, toz duman içinde, olan biten siyasetin kabaca anayasal olarak geldiği nokta bu. Peki bizim cephelerde, siyasi temsilcilerimizin sokağında ne oluyor. Aylarca AKP dışındaki tüm siyasi partiler bu ‘melun’ partinin iktidarına son vermek ve partinin hala başında olduğu açık olan Cumhurbaşkanı’nı başkan yaptırmamak üzerine tüm Türkiye halklarına bir propaganda yaptılar. Hele ki biz neredeyse tüm sol muhalefeti bu slogana kilitledik, politik bulmasam da popüler buldum ben de en azından soldan gelen bu meltemi. Yekün olarak halkın çoğunluğu da muhalefetin bu sesini duydu ve temennisine katıldığını oyları ile ortaya koydu. Anayasal kurumlar siyasi hedeflerimizi ve memleketin hakikatlerini karşılamaktan çok uzak olabilir evet öyle. Ama istemesek de erken seçim sattı mahalline girmiş bulunuyoruz. Bunun şu anda dönüşü de en azından anayasal anlamda var gibi görünmüyor. Peki parlamentoya yolladığımız sevgili vekillerin, partilerinin de iradesi hilafına üstelik, bakanlık teklifini reddetmesini nasıl okumak gerekir. Ülke son iki ayını seçme-seçilme hesapları yüzünden yüzlü rakamları bulan ölülerin olduğu bir çatışma ve saldırı ortamında geçirmiş ve geçiriyorken, -parlamenter demokrasiye inanalım ya da inanmayalım- oy verip parlamentoya tüm halklara temsilci olarak yolladığımız vekillerin, bu iklimde kendi siyasi hesaplarını yapma lüksü var mı? Hakları olup olmadığı ya da HDP bileşeni olsa bile tüzüğe uygun hareket edip etmediklerini hesaba katmaksızın bir seçmen olarak soruyorum bu soruyu. İki gündür Levent Tüzel ve EMEP hakkında çoğu HDP’li arkadaşların yazdığı yazı ve yorumları izliyorum. HDP’nin tüzüğü ve bileşen iradeleri bağlamında elbette tartışılacak, o hukukun öngördüğü hak ve yükümlülük alanları olabilir, artık bu mesele örgütsel perspektif meselesi olmaktan çıkmıştır. Mevcut siyasi krizin ve derinleşmeden özellikle savaş siyasetine müdahale edebilmenin önünün bir an önce açılması için, krizi derinleştirmek için elinden geleni yapan tek adamın hamlelerine sessiz kalıp bir köşeden izleyecek ve meclise vekil seçildiğimizi unutacak mıyız? Yoksa temsili demokrasinin gereği halkların vekili olduğumuzu görüp, Meclis’te görevlendirildiğimizi fark edip, en azından kendimiz için yerimizin sokak değil Meclis ve hükümet görevi olduğunu anlayacak mıyız? Biz sokağı tutarız ama sizi Meclis’e mi seçtik ne? 14 MEDYA BasHaber SÖYLEŞİ 31 Ağustos - 6 Eylül14 2015 Medya: Ne kadar kan, o kadar manşet! “Türkiye’de nefret ata sporu gibi” Medyanın savaş dilini ve Kürd Fobisini değerlendiren Yalova Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Polat Alpman, medyanın toplumu savunmak gibi kamusal bir yükümlülüğü olmasına rağmen bu yükümlülüğün iktidarın gücüne göre değişkenlik gösterdiğini söylüyor. Medyanın kamusal görevinden ziyade siyaset ile bir ilişki içerisinde olduğunu vurgulayan Alpman, “Televizyonları kapatın” “Zaten birbirine güvenmeyen birbirini dinlemeyen birbirinden hoşlanmayan bir toplumuz. Bunun medyaya yansıması kamusal sorumluluk çerçevesinde Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Faysal Dağlı Editörler: İsmail Yıldız, Yeter Polat Haber Merkezi: Özcan Şahin, Çimen Gümüş, Rabia Çetin / Diyarbakır: Mustafa Turan / Emin Kan / Ankara: Salih Batırhan İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına Faysal Dağlı Sahibi: Botan Tahsin Hukuk Danışmanı: Av. Hamiyet Çelebi İdare Müdürü: Esin Alp Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç, Hüseyin Ünal “Günlük dilin de değişmesi gerekiyor” Bağımsız İletişim Ağı (BİA Net) Yayın Yönetmeni Haluk Kalafat ise medyadaki savaş diline karşın sadece haber dilinin değil günlük konuşulan dilin de değişmesi gerektiğini ifade ediyor. Medyanın savaşı çıkarmaya muktedir olmadığını ancak savaşın basın yoluyla yeniden üretildiğini söyleyen Kalafat, “Gazeteciliğin en Tel: +90 212 243 27 60 Fax: +90 212 243 27 79 E-mail: turkce@basnews.com www.basnews.com Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir. Adem Özgür .o rg rfa ve Adana’da pamuğa, Ordu’da fındığa, Konya’da kimyon ve şeker pancarına, Ankara Polatlı’da ise mevsimine göre mercimek ve soğan tarlalarında çalışmaya giden Kürd işçilere, bir yerel ‘gazete’ “Bu şehri terk edin” manşetiyle yol veriyor. Türklerin ağır çalışma koşulları nedeniyle tercih etmediği işler arasında sıralanan tarım işçiliğinde Kürdlerin çalışmasına da engel olunuyor. “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan gelen tarım işçilerinin şehrin huzuru ve dengesini bozduğu” iddia edilen haber Berkant Ergin imzası taşıyor. Toplumsal infiale neden olabilecek bu manşet meslek kuruluşlarının dikkatini çekmezken, Kürdistan’da yaşayamaz hale gelen Kürdlerin Türkiye’nin herhangi bir yerinde alın teriyle çalışarak da yaşaması istenmiyor. Polatlı Postası’nın bu manşeti bir iki haber sitesinde küçük bir haber olarak kendine yer bulurken, haberi yapan muhabir haberin kendisine ait olmadığını iddia ediyor. Kürdlerin hedef gösterildiği, Polatlı’nın ekonomik ve sosyolojik analizinin yapıldığı ve hiçbir yerde istenmediği ileri sürülen haber sonrası Kürd işçilere yönelik saldırıların arttığı gelen bilgiler arasında. İşsizlik ve yoksulluk nedeniyle kentlerinden Türkiye’nin Batısı’na çalışmaya giden Kürd işçiler, ilkbahar ve yaz aylarında inşaat ve tarım gibi sektörlerde çalışarak geçimini sağlıyor. Ağır iş yükü, ucuz iş gücü, sağlık sorunları, barınma gibi problemlerin yanı sıra sosyal ve siyasal sorunlarla da karşı karşıya gelen işçiler, toplu bir trafik kazasında can kayıpları ile ancak gazete - TV haberlerinde yer alabiliyor. Tıpkı maden ocaklarında çalışan işçilerin dramı gibi, mevsimlik işçiler de kaza anlarında Türkiye kamuoyu ve medyasında hatırlanıyor. Tüm sosyo-ekonomik problemlerde olduğu gibi mevsimlik işçiler, savaş ve çatışmanın yoğun yaşandığı dönemlerde hedef gösterilmekte. Basın ve medyanın yardımıyla özellikle asker ölümleri ve seçim dönemlerinde yaşadıkları yerlerde şiddet gören, dışlanan, tehdit edilen kesimler yine onlar oluyor. Son zamanlardaki çatışmalı ortamın ve erken seçimin etkisiyle Ankara’nın Polatlı ilçesinde yayın yapan Polatlı Postası, mevsimlik işçileri ur d ak iv rs .a Ama bu Türkiye koşullarında mümkün değil. Medyanın hem sermaye ile ilişkisi hem de siyaset ile ilişkisi bu kadar iç içe girmişken medya sermaye ve siyasetin çığırtkanı haline gelmişken, nasıl tarafsız olmasını bekleyebiliriz. Televizyonları kapatın. gazeteleri almayın evinize. İzlemeyen bakmayın bunlar kan kusuyorlar. Siyasetin güdümünde ve bağımsız bir medya yok ortada. Barbarlığı olağanlaştırmaya çalışan bir dil var.“ w gerçekleşmiyor” diyen Alpman sözlerini şöyle sürdürüyor: “Siyaset nefret dilini ürettiğinde siyasetin yörüngesindeki medya bu nefret dilini normalleştiriyor. Yeteri kadar nefret etmeyenler ‘bizden olmayanlar’ yok edilmeye müstehaktır. Medyanın işlevi de bir anda yok edilmeyi normalleştiren barbarlığı normalleştiren medeniyet kaybını doğallaştıran bir araca dönüşüyor. Bunlar birbirini besleyen bir kısır döngü. siyaset normalleşirse medya da normalleşiyor. Siyaset barbarlaşırsa medya da barbarlaşıyor. Ama toplumun köklerinde bu nefret tohumları sadece bugün değil belki de yüz yıla yakın bir zamandır ikili halde. linç etme, yok etme nefret kültürü bizde zaten bir toplumsal refleks olarak var. Objektif tarafsız sadece haber verme - haber alma özgürlüğünü kullanan bir medyaya olmalı. Medya bana gördüğü olguyu sadece görüldüğü gibi aktarsın. w “bizi bir barbarlığın olağan olduğuna ikna etmeye çalışan bir medya dili var. özellikle iktidar çevresindeki medya mevcut barbarlığın doğal ve olağan moduna ikna olmamızı istiyor. bu birinci aşama. ikinci aşaması birbirimizi yok ederek bu ülkenin cennet olacağına inanmamızı istiyorlar ama yaşadığımız gerçeklik ise bunun cehennem olduğudur” diyor. Özellikle medyanın kullandığı dilin yanı sıra okuyucu yorumlarının da edit edilmeden olduğu gibi verilmesinde yeniden gün yüzüne çıkan nefret söylemini de değerlendiren Alpman, bunu“Türkiye’de nefret bir ata sporu gibi işliyor” diye yorumluyor. “Ne kadar kan, o kadar manşet“ Temmuz’un son dönemlerinde ateşkesin fiili olarak son ermesi bombadırmanların başlaması asker, sivil ve gerilla ölümlerinin artmasıyla medyadaki dili 90’lar dönemine yeniden döndü. Özellikle “Gazeteci gerçeği yeniden üretir” mantığının “Haber ne kadar kanlı olursa o kadar manşete çıkar” haline dönüşmesiyle toplumsal dinamikler gözardı edilerek barışa karşılık savaş çığırtkanlığı had safhaya çıkıyor. Asker, polis cenazelerinde atılan “O hainlere söyleyin”, Lice, Varto, Silopi, Silvan ilçelerinde çıkan olaylar sonrasında “Özerklik üçgenine ağır darbe”, “Kışanak provokasyon peşinde”, “Hain plan tutmadı” ve HDP’ye oy veren seçmenler için “PKK’ya oy veren katiller” diye başlıklar atıldı. Bu haberlerin altında ise; “Kanın yerde kalmayacak şehidim”, “Öldürün tüm p.çleri” gibi okuyucu yorumları edit edilmeden verildi. Alternatif Medya Derneği’nden Avukat Tuba Güneş bu tür söylemlerin halkı nefrete ve şiddete özendirmeden suç olduğunu ifade ediyor. Şiddeti ve savaşı körükleyen halkı nefrete ve toplumsal infaale sürükleyen bu tür haberler için Güneş bireysel olarak suç duyurusunda bulunabileceğini ve 4 saat içerisinde bu tür haberlerin yayından kaldırılabileceğini söylüyor. Bölgede operasyonlara karşı canlı kalkan eyleminin başlatılmasının ardından bir gazetenin “PKK’ya kalkan olanları vurun” diye başlık atmasının yaşam hakkını savunanlara karşı azmetirici bir dil olduğunu söyleyen Güneş, bunun da ‘öldürmeye azmettirme’ suçu olduğunu ifade ediyor. w T elevizyon kanalları, gazeteler ve haber siteleri yeniden “terör” haberleri ile tıka basa dolmaya başladı. Acılı cenaze törenleri eşliğinde “şehit kardeşinden intikam sözü / şehidin bebeğinden asker selamı” gibi nerfet söylemi üzerinden general gazetecilerin savaş çığırtkanlığı yeniden Türkiye’nin gökkubesini sarıyor. Türkiye’de her türden devlet güdümlü medya, düğmesine basılmış gibi şiddeti ve savaşı kışkırtan, linçlere ve infazlara çağrı yapan günlerine dönüyor. Özellikle tarih hafızasının en karanlık dönemlerinden 90’ların mirasını bugün de sürdüren bu medyanın kullandığı dil ve internet sitelerinde haberlere yapılan yorumları olduğu gibi vererek şiddetin pornografisini yeniden üretiliyor. “Teröristler etkisiz hale geldi”, “şehitlerimiz uğurlanıyor”, “çatışmada 10 terörist öldürüldü”, “tetlerimiz vuruyor” gibi ölüm ve ceset kokan Türkiye medyasında son günlerde bu söylemler yeniden manşet olmaya başladı. Atılan başlıklar, yazılan haberler ve haber kanallarındaki görseller savaşı ve şiddeti meşru gösterirken Çözüm Süreci’nin bir öfke kusmaya dönüşmesiyle haber sitelerinde verilen okuyucu yorumları da şiddetin yeniden nasıl üretildiğini, kışkırtıldığını gösteriyor. U iyi yapıldığı yerde bile bir politik sansür var. Yayın kuruluşlarının, ana akım medyanın tutumu her zaman aynıydı. Dünyada ‚Barış Gazeteciliği‘ diye bir olgu var. Ancak bu olgu Türkiye’de bilinen ve uygulanan bir olgu değil. Savaşı çıkartan medya değil ancak bunu yeniden üreten ve okutan medya. Bu nedenle Barış Gazeteciliği’nden önce hem haberlerde hem de günlük kullandığımız dilin tamamen değişmesi gerekiyor” diyor. Yağmur Çetin MEDYA BasHaber 31 Ağustos - 6 Eylül 2015 15 SÖYLEŞİ ‘Bu şehri terk edin!’ hedef alan bir manşetle çıktı. “Bu şehri terk edin!” manşetini atan gazete işçilere yönelik açıkça nefret dilini kullanmaktan çekinmedi. 20 Ağustos 2015 tarihli gazetedeki “Bu şehri terk edin!” başlıklı haberde Polatlı’ya gelen mevsimlik Kürd işçilerin şehrin dengesini, huzurunu ve sosyal yapısını olumsuz yönde değiştirdiği iddia ediliyor. Haberde, “Sadece mevsimlik değil ikamet olarak da ilçeyi seçen Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinden gelen mevsimlik tarım işçileri ile Suriyeli mültecilerden oluşan işçiler adeta şehrin yerlisi haline geldi. ” denildi. Emniyet güçlerine çağrı! Haberde ayrıca emniyet güçlerine de çağrı yapılarak; “Mevsimlik tarım işçileri ve Suriye kökenli mülteciler, Polatlı’da tarımdan inşaata kadar pek çok sektörde çalışarak paralarını kazanmalarına rağmen, devletin yanlış politikaları, şehri yönetenlerin ‘aman bana dokunmayan bin yaşasın’ mantığıyla birlikte şehirde turist edasıyla yaşamayı” sürdürdüğüne dikkat çekilerek Kürd işçilerin tepelerinde olmaları talep edilmektedir. Yazı İşleri Müdürü: Bir anlık öfkenin manşeti! Haberi yapan muhabir Berkant Ergin’a ulaşarak konu hakkında sorular yönelttik. Sorularımızı yanıtsız bırakan Ergin, haberde adının kullanıldığını, ancak bu konuda gazetenin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ile görüşmemizi istedi. Polatlı Postası Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Aykut Kaya’ya neden böylesi bir haber yapmaya ihtiyaç duyduklarını sorduk. Kaya’ya atılan manşetin direkt hedef gösterme olduğunu hatırlatınca, “mutlaka hedef gösterme oluyordur” cevabını vererek sözlerini şöyle sürdürdü: “O manşette bir art niyet söz konusu değil, huzurumuzu bozmayın diyebilirdik; ama o gün gece ikiye kadar hastanede bekledik insanları orada görünce o ruh haliyle o manşeti attık. Eğer huzurumuzu bozmuyorsanız eyvallah” dedi. Kürdlerle hiçbir sorunlarının olmadığını ve yıllardır beraber yaşadıklarını söyleyen Kaya, yaptıkları habere yönelik yapılan yayınları eleştirdi. Kaya, “O gün kızgınlıkla yazdığım bir şeyden dolayı insanlar sosyal medyadan bunu aleyhimde kullanıyor” açıklamasını yaparak attığı manşetin “bir anlık öfkenin” sonucunda ortaya çıktığını savundu. Medyanın haber dili nefreti körüklüyor “2000’li yıllardan sonra mevsimlik tarım işçileri daha fazla saldırı ve dışlanmaya maruz kaldıklarını iddia ediyorlar. Bu saldırıların artmasının nedeninin işçi arzının artışı gösterilebilir, ancak yeterli olmaz” diyen Mardin Artuklu Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İclal Aydın Küçükkırca, sözlerini şöyle sürdürdü: “Keza arzın artış nedeninin 1990’lı yıllardaki zorunlu göç ve daha öncesindeki tarımsal politikalarla ilişkilendirilmesi gerekir. O zaman da karşımıza bu göçün sınıfsal ve etnik boyutları çıkar. Aslında meselenin özünde mevsimlik göçe baktığımızda önümüzde topraksızlaştırılmış ve çoğunluğu Kürd olan bir işçi grubu ve toprağını farklı nedenlerden dolayı kendisi işlemeyen, işçilere işleten bir çiftçi grubu var.” Küçükkırca, 7 Haziran seçim sonuçlarının ardından Kürd bölgesinde yapılan katliamların Türk medyasında taraflı yer alması ve bir anda terörist/şehit ikiliği üzerinden üretilen haberlerin Türkiye’nin batısında Kürd düşmanlığını körüklemeyi başardığını söylüyor. Kırca, “Ayrıca mevsimlik işçilerle ilgili sigortasızlık, ucuz iş gücü ve kötü koşullarda çalışma gibi problemler var. Fakat bizler, kaza dönemlerinde onları ‘kısa’ bir dönemde hatırlıyor ve unutuyoruz. Medyanın rolü, mevsimlik göçü farklı katmanlarıyla ele alacak, yazı dizileri hazırlamak olabilir” şeklinde konuştu. Saldırılar çatışmalı dönemin ürünü Kalkınma Atölyesi’nin Yönetim Kurulu Başkanı Ertan Karabıyık, BasHaber’e yaptığı değerlendirmede mevsimlik işçilere yönelik yapılan saldırıların veya onlara yönelik yayınlanan tehdit içerikli yayınların kimlikten öte o günün şartlarında gelişen konjonktüre bağlı olduğunu söyledi. Karabıyık, “Son iki üç aydır ortaya çıkan gerilim bir parça batı illerinde mevsimlik tarım işçiliği üzerinden ortaya çıkıyor” dedi. İşçilere yönelik saldırı ve tehditlerin seçimlerle bir ilgisinin olmadığını söyleyen 15 Karabıyık, sözlerini şöyle sürdürdü: “Mevsimlik işçilere yönelik yapılan bu haberin veya onlara yönelik saldırıların seçimle ilgisinden ziyade ülke gündemiyle bir ilgisi var; çünkü önceki dönemlerde yapılan seçimlerde böyle bir saldırı veya tehdit söz konusu değildi. Ama son yaşanan gelişmelere bağlı olarak var. Son günlerdeki çatışma ve gergin ortam batı illerini etkiliyor. Bu durum Roman ve Suriyeliler için de geçerlidir.” “Suç duyurusunda bulunacağız” Öte yandan, Güneydoğu Anadolu Mevsimlik İşçileri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Rıdvan Akbaş ise yaptığı değerlendirmede Polatlı Postası gazetesinin haberini direkt hedef göstermeye yönelik bir haber olarak değerlendirdi ve şunları söyledi: “Bu yayınlarla birlikte işçilere yönelik ciddi bir tehlike oluşuyor. Herkes bunu düşünse ve dikkate alsa ne olacak? Direkt hedef gösteriliyor. Bu yayın kabul edilemez bir şeydir. Umarım kimse bu yayınları dikkate almaz. Bölgede zaten ciddi bir çatışma söz konusuyken bu tür yayınların yapılması batıda da bir çatışmaya neden olabilir. Bu insanlar zor koşullarda çalışıyor zaten.” Nefret diliyle Kürdler hedef gösteriliyor BasHaber’e konuşan DİSK Basın İş Genel Sekreteri Özge Yurttaş da, “Polatlı Postası’nın mevsimlik tarım işçisi olarak ilçeye gelen göçmen işçileri hedef göstermesi Türkiye’de yukarıdan aşağıya örgütlenen ırkçılığın yerel dokuda ne kadar pervasızca karşılık bulduğunu gösteriyor. Polatlı Postası gibi gazeteler nefreti körükleyerek habercilik yapmaktan çok faşizmin kitle temelini güçlendirmeye hizmet etmektedir” dedi. “Hukuki işlem başlatılacak” Ayrıca Mevsimlik Tarım İşçilerinin Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi Derneği’nin Başkanı Abdulsamet Kubat, Polatlı Postası haberinin nefret diliyle yazılmış bir haber olduğunu ve bu konuda toplantı yaptıktan sonra hukuki işlemi başlatabileceklerini söyledi. Kubat gazetenin yapmış olduğu şeyin gazeteciliğin, etik ve ahlakına sığmadığını da dile getirerek atılan manşet ile toplumsal olaylara kapı aralanmış olduğunu söyledi 16 MÜZİK BasHaber SÖYLEŞİ 31 Ağustos - 6 Eylül16 2015 Nadia Visser: Munzur müziğin esin kaynağı rg .o ur d ak iv rs .a “Dili Dersim’de öğrenmek harika olur” Nadia Visser’e, ileride Kürdistan’da yaşamak isteyip istemeyeceğini sorduğumuzda, Türkiye’deki siyasi engelleri ve çatışmalı ortamı hatırlatıyor. Visser, şunları söylüyor: “Mevcut politik durum düzeldiğinde bu muhteşem topraklarda yaşamak isterim elbette. Çok sevdiğim bu dili ait olduğu topraklarda öğrenmek harika olurdu.” “Munzur’un suyundan etkilendim” 2012 yılında geldiği bir gezi sonrası Dersim’in doğasına, müziğine, insanlarına hayranlığını dile getiren Visser, Hollanda’ya gittikten sonra Kürd müziğiyle ilgilenmeye devam ediyor. Kürdistan coğrafyasının kendisi için çok şey ifade ettiğini söyleyen ve profesyonel anlamda müzikle ilgilenen Visser, şunları söylüyor: “İnsanları ve onların yaşadıkları zorlukları önemsediğimi en sevdiğim şeyi yaparak, şarkı söyleyerek hissettirmek beni onurlandırıyor. Ayrıca çok güzel bir yer Dersim, manzarası harika. Munzur’un akan suları ilham verici.” w Kürd müziğine açık ve gizli tehdit Kürdistan topraklarına her çağda yönelen saldırılarda farklı olan sesler, kültürler, diller ve dinler tehdit edilmiş, yok olma tehlikesiyle yüz yüze bırakılmıştır. Kültür tacirleri, diller ve melodileri talan ederek, tekçi düzen hayalleri için ne gerekiyorsa yapmaya devam etmekteler. Müzik icracıları ise internette youtube ve türevi müzik portallarında ‘ben de varım’ çabası içerisindeler. Kürdçe şarkı söylemenin, albüm çıkarmanın, konser vermenin suç sayıldığı yıllar her ne kadar geride kalmış gibi görünse de, ‘yok olma’ tehlikesine farklı boyutlar eklenmiş görünmekte. Kürdçe müzik yayını yapan TV kanallarında ve internette kitle bulan müzik çalışmalarının kalitesizlik yarışına tutuştuğu, internette ‘tık almayan’ müzik eserlerinin o sanal müzik simülasyonunda kaybolduğu bir yok oluş hikayesini de içinde barındırmakta. Avrupalı müzisyenler direniyor Kürd müziğinin artık sadece Kürdlerin icra ettiği bir müzik türü olmaktan uzaklaştığı eleştirisini de içinde saklı tutarak, Avrupalı sanatçılardan destek buluyor olması böylesi kaotik bir süreçte anlamlı ve önemli sayılmakta. Avrupa’ya göç eden Kürd entelektüel kesim buradan sanatlarını teknolojik argümanları da kullanarak Kürdistan’a ve tüm dünyaya duyurmaya çalışmaktalar. Birçok müzisyen ve yorumcu Kürd, Avrupa’dan Kürdçe müziği dünyaya tanıtıyor. Bu zorunlu gibi görünen tanışıklık zaman içinde yerini aynılaşmaya bırakıyor. Kürdlerin Avrupa’ya zorunlu göçü, sürgün hikâyeleri, Kürd müziğinin burada gelişmesi ve kültürlerin birbiriyle kaynaşmasıyla birlikte Avrupalı müzisyenler de Kürd kültürü ve müziğiyle ilgilenmeye başlıyor. O müzisyenlerden birisi de Hollandalı sanatçı Nadia Visser. Breda Üniversitesi Uluslararası Turizm Yönetimi ve Danışmanlığı bölümünde öğrenci olan Nadia Visser henüz 18 yaşında. Bilinen birçok Kurmancî, Dimilkî ve Türkçe eseri sosyal medya üzerinden hayranlarıyla buluşturan Visser, tanınan ve oldukça sevi- len bir sanatçı. Sosyal medyada binlerce takipçisi olan ve Kürd müziğine hayranlığını her fırsatta dile getiren Nadia Visser, BasHaber’in sorularını yanıtladı. w enüz 18 yaşında olan üniversite öğrencisi Hollandalı Nadia Visser, söylediği Kurmancî, Dimilkî ve Türkçe şarkılarla hayranlık uyandırıyor. Visser, Kürd müzisyenlerle konserlerde Kürdçe şarkılar söylüyor ve bu performanslarını sosyal medyadan dünyaya ulaştırıyor. Sosyal medyadan dünyaya ulaşan bu ses heyecan verici bir efekte yol açsa da, Kürd müziğinin içinde bulunduğu tıkanmayı da akıllara getirmekte. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan Kürdistan coğrafyası, farklı kültürlerin, seslerin, dillerin ve dinlerin bir arada boy verdiği çok eski bir türkü olarak görülmeye ve başka coğrafyalarda yaşatılmaya çalışılmakta. Bu eski türkünün talan hikayesi, insanlığın uzak akrabalarından farklı kıtalardan gelen desteklerle melodik bir direnişte ortaklaşmanın simgesi olarak görünürleşmekte. Albüm yapan Türk şarkıcıların sayısı bir elin on parmağını geçemezken, Kürd sanatçılar kişisel birikim ve çabalarını seferber etmekteler. En çok satan Kürd sanatçılar bile neredeyse 3-5 yılda bir albüm çıkarıyor, ‘halkla buluşma’ diye tabir edilen konserlere ise neredeyse hiçbir Kürd sanatçı katılamıyor. 90’ların yasak ve engellemelerinin yerini ekonomik yoksunluklara terk ettiği Kürd müziği; yeni ürünler veremiyor adeta, ‘popüler kültüre’ karşı direnme araçlarını da kaybetmiş görünüyor. w H Özgür Celikanî Ayrıca Kürd müziği için esin kaynağı olmak istediğini şu sözlerle ifade ediyor: “Umuyorum ki müziğim ve çabalarım diğer insanlara ilham verir ve kendilerini desteklenmiş hissetmelerini sağlar. Tıpkı benim, göğüslemek zorunda oldukları bütün zorluklara karşın, Zaza/Kürd kültürünü ayakta tutan insanlardan ilham almam gibi.” “Zazacayı yaşatmaya destek olmak istiyorum” 15 yaşında iken yabancısı olduğu bir ülkeye, üstelik binlerce insanın katledildiği, sürgün edildiği ve halen insanların dini inançları ve dilleri üzerindeki baskıların olduğu bir şehre, Dersim’e gidiyor Visser. Üniversitede okurken arkadaşlarıyla birlikte Dersim’e gittiğini söyleyen Visser, sözlerini şöyle sürdürüyor: “2012 yılında Music Generations adında bir proje nedeniyle Dersim’e gittim. Orada bana ve diğer 20 Hollandalı’ya birkaç şarkı öğreten Metin Kahraman ve Ahmet Aslan ile tanıştık. Hollanda’ya döndükten sonra dışarıda ve projede Dimilkî türküler söylemeye devam ettim ve insanlar bunu çok duygusal karşıladı.” Henüz 15 yaşındayken ilk kez gördüğü bir şehirde ve anlamadığı bir dilde şarkılar söylemeye başlayan Visser, bu dilde şarkılar söylemeye devam edeceğini söylüyor ve şunları ekliyor: “Bu dil hakkında daha çok okudukça bu müziğin ve dilin konuşulmaya ve söylenmeye değer olduğu aşikâr bir hal aldı.” Nadia Visser, dile katkı sunmak istediğini ise şu sözlerle dile getiriyor: “Bu dili hayatta tutmaya çalışan insanların çabalarına katkıda bulunmayı çok istedim.” “Dersim’in acısı müziklerine sinmiş” Dersim, bir acılar şehri. 1938 yılında ve sonrasında binlerce insan katledilmiş, sürgün edilmiş ve acı çekmiştir. Bu yüzdendir ki Dersim’le ilgili yapılan her müzikte, söylenen her şarkıda acı, keder ve gözyaşı vardır. Acıyı, kederi ve hüznü içine barındıran Kürd müziğini şöyle tarif ediyor Nadia Visser: “Müzikteki acıyı hissetmemek imkânsız, pek çok şarkının kederli olması, yöre insanının hazin geçmişi sebebiyle çok doğal. Bu da müziğe işliyor.” Bugüne kadar birçok Kürdçe şarkıyı seslendiren ve konserlerde de yer alan Visser, Metin Kemal Kahraman ile Gulê Meyêra ve daha birçok müzisyenle çalışıyor. Ayrıca bu insanlardan etkilediğinin de altını çizerek kendisine has bir üslup yakaladığını ve insanların bunu sevdiğini söyleyen Visser, “Son bir yıldır Gulê Mayêra ile sıkça çalışıyorum, ses uyumumuz çok iyi ve insanlar Kürd-Hollandalı karışımını seviyor. Dinleyenler çoğunlukla müteşekkir ve sempatik davranıyor” diyor.