İnsanı insan yapan düşünebilmesi, düşündüğünü ifade edebilmesi ve düşüncelerinin gereklerini yerine getirebilmesidir. Özgür düşünce ortamı olmadan çağdaş uygarlık düzeyine ulaşılamaz. Özgürce düşünmemiz, düşüncelerimizi ifade etmemiz engelleniyorsa, bu engelleri aşmasını bilmeliyiz; çünkü uygar toplumlar özgürce düşünebilen, düşündüklerini rahatça ifade edebilen insanların ellerinde yükselebilir. Düşünen insan neyin yanlış, neyin doğru olduğunu bilir ve eleştirir. Düşünen insan konuşmaktan korkmaz, korkmamalı. En karanlık zamanlarda dahi yönünü aydınlığa çevirebilmiş bir milletimiz var. Bizler Kurtuluş Savaşı’nda yedi düvele baş eğdirmiş Mustafa Kemal’in çocuklarıyız. Bu nedenle cumhuriyetin, özgürlüğün kıymetini biliyoruz ve bu değerleri korumak için üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmeye devam edeceğiz. Özgür düşünceye, düşündüğünü söylemeye engel olunabilir mi? Engel olanların, toplumlarını ne hale getirdiklerini görmek için tarih kitaplarına bakmak yeterlidir. Kulüp Öğrencileri Vakanüvis ODTÜ GV Özel Lisesi Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü Gazetesi Sayı: 3 Ocak 2013 İran’ın Karanlık Gerçeği Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur. DÜNYA TÜRK HALKININ ATASINA DUYDUĞU SEVGİYİ BİR KEZ DAHA GÖRDÜ 10 Kasım günü Ankara’ da toplanıp Anıtkabir’e sel gibi akan yarım milyondan fazla insan atasına saygısını gösterdi. İzmir’de tam 2 bin 400 kişiyle gerçekleşen Atatürk portresi fikri gerçekleşti. Kadıköy’de binlerce kişi Caddebostan Sahili’nde yaşlısı genci hep birlikte el ele tutuşup 6.5 kilometrelik ATATÜRK’e saygı zinciri oluşturdu. İnsanlar ATA’NIN hayata veda ettiği Dolmabahçe Sarayı’ na akın etti. Vatandaşların ziyareti saatlerce sürdü. Rüzgar sörfü yapan pek çok genç yelkenleri suya bırakıp, denizde sörf tahtası üzerinde saygı duruşunda bulundular. Halkımız büyük bir katılımla yurdun her yerinde ATATÜRK’e sevgi ve saygısını gösterdi. Saat 09.05’te Türkiye’de hayat bir dakikalığına da olsa durdu. Bu tüm düşmanlara, ülkemizi bölmek isteyenlere, ATATÜRK’ü itibarsızlaştırmaya çalışan itibarsızlara, onun düşüncelerini yozlaştırmaya çalışanlara en büyük cevaptı. Halkımız ATATÜRK’e olan sevgi ve saygının hiç bitmeyecegini bir kez daha gösterdi. ATATÜRK’ü unutturmaya çalışanların tepesine, 10 KASIM günü halkın sillesi bir kez daha indi. Çağatay TIRPANCI 1979 senesinde anayasal monarşiden şeriat benzeri bir İslam cumhuriyetine dönüştü İran. Muhammed Rıza Pehlevi iktidarı kaybederken, yerine Ayetullah Humeyni liderliğinde dinci gruplar geldi. İran artık dönüşü çok zor olan bir yola girerek rejim değişikliğine gitmişti. Başlarda ülkenin yönetimi cumhuriyet tarzı bir yönetim olacakmış gibi dururken, zamanla Şii düşüncelerin hakim olduğu bir diktatörlük rejiminin temelleri atılıyordu. İktidar olma ve şeriatla yönetilen bir ülke düşüncesi mollalar tarafından eskiden beri gelen bir istekti. Mollalar tarihte bir defa şah rejimine karşı ayaklanma çıkartmışlar, fakat Tebriz’den gelen Sattar Han ve Bagir Han komutasındaki ordu, Tahran’ı ele geçirdikten sonra şeriat yanlısı mollalar yargılanmış, Şeyh Fazullah Nuri idam edilmiş ve şeriatçılar böylece bastırılmışlardı. Bu baskı şiddetli bir şekilde Rıza Şah döneminde de sürmüştü. Rıza Şah döneminde Amerikan ve İngiliz yetkililerin desteği ile “SAVAK” adında bir istihbarat teşkilatı kurulmuş ve bu teşkilat büyük oranda şah karşıtı yapılanmaları durdurmak için kullanılmıştı. Bununla birlikte Rıza Şah, Ak Devrim adında bir reform paketi oluşturdu. Bu pakette toprak reformu, kadınlara oy hakkı tanınması ve devlet işletmelerinin belirli oranlarda satılması gibi düzenlemeler yer almışdı.. Bunun sonucu olarak tarıma dayalı ekonomi devre dışı bırakılıyor, kapitalist sistem kuruluyordu. Kapitalizmin oluşması için “bazargan” adı verilen ve geleneksel olarak İran’ın siyasal, toplumsal yaşamında büyük önem taşıyan küçük ve orta sınıf esnafın sistem dışı bırakılması, zenginlerin ise sanayiye yatırım yapması hedefleniyordu. Merg ber Şah (devamı 2. sayfada) Arkadaşımız Melis Naz Taheri, 28 yaşına kadar İran’da yaşamış olan annesi Peri Naz Taheri ile İran Karşı Devrimi hakkında bir röportaj yaptı. * İran karşı devrimi öncesinde yaşamınız nasıldı? Birçok açıdan güzel bir yaşamımız vardı. Ekonomik anlamda sorunlarımız yoktu. Bu anlamda da zayıf bir ülke değildik zaten. Ülkemiz kendine yetebiliyor, halkının aç kalmamasını sağlayabiliyordu. İnsanlarımızda bilgili ve çağdaşlardı. Genç nesil ülkesinde olup bitenlerin farkındaydı. Toplum siyasetle ilgilenmediği sürece devlet açısından hiç bir sorun yoktu. Benim abim Tahran’da tıp öğrencisiydi. O dönemde Şah karşıtı kitaplar okumuştu. Abim o dönemde Tahran’da yurtta kalıyordu. Oda arkadaşı o dönemde ki İran İstihbarat Teşkilatına abimin siyasi kitaplar okuduğunu iletmiş. Abim kısa bir süreliğine siyasi suç işlediği gerekçesiyle hapis yatmak zorunda kaldı. Daha sonra eğitimine devam etti ve şimdi Amerika’da yaşıyor. Kısaca yaşamımız bazı sorunlar dışında iyiydi. * İran’da şahlık rejiminin yıkılmasının nedenleri sizce nelerdir? Şahın ülkesine karşı dürüst olmaması temel nedenlerden birisi. Ülkesinin gelirlerini boşa harcayan bir devlet yöneticisini kim ister ki? Ülkenin kazandığı parayı, Pehlevi ailesi gereksiz istekleri için harcıyordu. Ayrıca Şah ülke gelirlerini emperyalist ülkelerin yararı için de harcıyordu. Bu sebeple halkının gözünde yavaş yavaş değeri’ de düşmeye de başlamıştı. Ancak Şahlık rejiminin son yıllarında artık Şah kendisini dünya lideri olarak nitelendirmeye başlamıştı. Bu sebeple emperyalist ülkelere boyun eğmemeye karar vermişti. Bu da rejimin yıkılmasının diğer bir sebebi. * İran karşı devrimi sürecinde neler yaşadınız? Ülke genelinde iç savaş vardı. Şahın askerleri ve şah muhalifleri arasında yaşanan bir savaş. Korku içinde geleceğimizden emin olmadan yaşıyorduk. Okullarımız yaşanan olaylardan dolayı beş ay tatil edilmişti. Üniversitelerde buna dahildi. Şah gidecek mi, kalacak mı, giderse kim gelecek diye düşünüp duruyorduk. Tabi ben o zaman küçüktüm, ilkokuldaydım. Yaşıtlarımızla olan biten herşeyin neredeyse farkındaydık. Ama elimizden gelen tek şey eylemlere katılıp “Merg ber Şah” (Kahrolsun Şah) diye bağırmaktı. Çoluk , çocuk, ailecek eylemlere katılıyor, ülkemizin geleceği için orada bulunmamız gerektiğine inanıyorduk. (devamı 2. sayfada) Atarlı Ülkenin Giderli Başkanı: Hugo Chavez “Bazı insanlar duşta şarkı söylüyolar, hem de yarım saat boyunca. Hayır sevgili halkım, üç dakika yeter de artar bile. Ben zaman tuttum, üç dakika ve kokmuyorum.” Ben kim miyim? Ben Venezuela’nın sempatik , karizmatik ve moda deyişle “atarlı” devlet başkanı Hugo Chavez’im... (devamı 3. sayfada) Alman Nazi İstihbarat Örgütü Abwehr’de “WESTMİNSTER” Kod Adlı “AJAN 7124” Kimdi? (cevabı 4. sayfada) Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü SAYFA 2 SAYFA 3 Gizli Servisler: KGB Merg ber Şah * 1984’de Taberi’nin TV’den yaptığı konuşma sizi nasıl etkiledi? Taberi ülkeyi tekrar biraraya getirip ilerletebileceğimizi düşünüyordu. Halkımızın bir kısmı ben ve ailem’ de dahil ona inanıyorduk. Humeyni rejimi halkın Taberi’ye olan inancını kullanarak Taberi ile birlik olmak istediğini açıklamıştı. Birlikten ziyade amaç Taberi’nin başkanı olduğu Tudeh Partisini ortadan kaldırmaktı. Çünkü Humeyni rejimi ona karşı olan bütün siyasi partileri ortadan kaldırmıştı. Tek rakibi de güçlü Tudeh partisiydi. Böylece birlik olmaya karar verdiler. Taberi’de yeni gelen Humeyni rejimine şans verdi. Böylece Taberi ve Humeyni birlik oldular. Ancak yeni rejimin kendisine uygun olmadığını fark eden Taberi ve halk, Humeyni rejimine karşı gelmeye başladı. Malesef bu da Ehsan Taberi’nin sonu oldu. Hapise atıldı ve işkence gördü. İran’ın Karanlık Gerçeği Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü Bu sebeple Taberi televizyona çıkıp 1984’de ki konuşmayı gerçekleştirdi. Taberi kendi fikirinin yanlış olduğunu en doğru rejimin Humeyni rejimi olduğunu söyledi. Tabi ki bu konuşma işkencelerin bir sonucuydu. Taberi’ye yapılan işkencelerin izleri televizyondan bile belli oluyordu. Daha sonra Ehsan Taberi’den uzun süre haber alınamadı. Daha sonra öldüğünü öğrendik. * İran’dan ayrılma süreciniz nasıl oldu? Eşimle İran’da tanıştım. O dönemde ben İran’da üniversite öğrencisiydim. Eşim’ de Türkiye’ de yaşıyordu. Eğitimini tamamlamıştı. Ailesini görmek üzere İran’a geldiğinde tanıştık. Ben üniversiteyi bitirdikten sonra da evlendik. Ben’ de bu sebeple Türkiye’ye yerleştim. Eğitimimim geri kalanını da burada tamamladım. * İran- Irak Savaşı’ nın İran’da yaşananlarla ilgisi var mıdır? Varsa açıklar mısınız? 19. yüzyıldan bu yana ulema (mollalar) halk üzerinde etkindi. Ulemanın yüzyıllardır etkin olmasının başlıca nedeni; yönetim mekanizmalarından ayrı kalmayı başarmış olmasıydı. Her zaman halk ile iç içe olmuşlardı. Merkezi bir şekilde değil, ülkenin tüm şehirlerinde ve köylerinde yaşıyorlardı. Halkın bir sorunu olunca yardımcı oluyorlardı. Yaptığı reformlarla halkın tepkisini çeken ve ABD‘li yetkililerle fazla içli dışlı olan şahın bu tutumu mollaların iktidar olma isteğini iyice kabarttı. Eskiden beri iktidar olma isteği olan mollalarda halk üzerindeki bu etkisini çok iyi bir şekilde kullanarak rejime bir başkaldırıda bulundular. İslam Karşı Devrimi’nin öncüsü olacak olan Humeyni, 1962-63’te şahın toprak reformu programı çerçevesinde bazı dinsel vakıfların mülklerine el konulmasında ve kadınlara bazı yeni haklar tanınmasında muhalefet ettiği için tutukandı. Bunun üzerine İran’ da çok büyük ayaklanmalar oldu. Halk şaha karşı çok büyük isyandaydı. 1960’larda sürgüne gönderilen Humeyni önce Türkiye’de daha sonra Irak’ta kaldı. 1978’de Saddam Hüseyin, Humeyni’yi Irak’tan kovunca ABD’nin tekelinden çekinen Fransa ona sahip çıktı. Humeyni devrimden önce Paris’te kaldı. Şaha karşı ayaklanmalar mücadele edilemez hale gelmişti. Şah Şubat 1979’da ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Humeyni 1 Şubat 1979’da İran’ a döndü ve görkemli bir şekilde karşılandı. 16 ay süren fiilî ayaklanmanın ardından şahlık rejimi yıkılmıştı. Devrimin dinsel önderi ilan edilen Humeyni dört gün sonra bir hükümet atadı ve 1 Mart’ta Kum’a yerleşti. 1979 Aralık’ta anayasa referandumu yapıldı. Buna göre; ya şahlık rejimi devam edecekti ya da İslam Cumhuriyeti kurulacaktı. Halk şah yönetiminden bıktığı için bu siyasi manevraya aldandı ve referandum sonucunda çoğunluk İslam cumhuriyetine geçilmesi yönünde oy kullandı. Humeyni İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra ömür boyu siyasi ve dini önder seçildi. Humeyni rejiminin ilk adımı siyasi intikam almaya girişmek oldu. Ülke içindeki muhalefet güçleri de bastırıldı, üyeleri sistemli bir biçimde ya tutuklandı ya da öldürüldü. Kadınların başlarını kapamaları zorunlu kılındı. Batı müziği ve alkol yasaklandı ve şeriat yasalarında belirtilen cezalar uygulamaya konuldu. Ülkede hükümet politikasının belirlenmesini büyük ölçüde içtihat yetkisine sahip mollalar üstlendi. Yurt dışında eğitim alan İranlılar ve komünistler ise İslam Devrimi’nin ardından adında olduğu gibi “cumhuriyet”in geleceği yanılgısına düştüler. Böylece İran’ın solcu kesimleri bile İslam Devrimi’nin yerleşmesi sürecine seyirci kaldı. Onlar cumhuriyetin gelmesini beklerken anayasa şeriata göre düzenlendi ve halk, özellikle kadınlar yeni sosyal düzene uymaya zorlandılar. Yaşanan bu çalkantılı süreçten sonra ortaya bugünkü İran çıktı. Çok olağanüstü bir gelişme olmadığı sürece İran’da bir rejim değişikliği olacak gibi durmuyor; fakat Arap Baharı adı altında Amerikan karşıtı devlet başkanlarının indirildiği şu dönemlerde, ülkenin başında Ahmedinejad gibi Amerikan karşıtı bir lider varken acaba bir sürpriz olur mu, bilinmez. Belki Suriye’de olduğu gibi İran’ da da sokak çatışmalarıyla başlayan süreç rejim değişikliğine kadar gidebilir. İbrahim Yağmur Uzunırmak Tabi ki vardı. Humeyni iktidara geçince bütün komşu ülkelere devrimi ihraç edeceğini yani komşu ülkere rejimini benimseteceğini söyledi. Bu da Irak’ta ki Şiilerin Saddam’a cephe almasına sebep oldu. Saddam’da İran’da yaşayan Arapların Humeyni’ye cephe almasını sağladı. Bununla da yetinmeyen Saddam, Şah’la imzaladığı Setolarab (Şattül Arab) Antlaşması’nı kameraların gözü önünde yırttı. Setolarab nehri (Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşmesiyle oluşmuştur) yıllardır İran’a aitti. Saddam, antlaşmayı yırtma sebebinin ise bu antlaşmanın bir öneminin olmadığını, muhatabının artık Şah değil Humeyni olduğunu belirtti. Setolarab nehrinin ise Irak’a ait olduğunu söyledi. Böylece sekiz yıl süren anlamsız bir savaşda başlamış oldu. Binlerce gencin boşu boşuna ölmesine sebep olan bir savaş. * Türkiye’nin yaşadığı siyasal toplumsal süreci gözlemliyor olmalısınız. 1979 öncesi İran’da yaşananlar ile bugün Türkiye’de yaşananlar arasında benzerlikler nelerdir? Çok fazla benzerlik var. Örneğin İslami faaliyet yapan grup sayısının artışı. Şah rejiminin son yıllarında bu tip grup sayıları artmaya başladı. Şimdi Türkiye’de de aynı şey geçerli. İslami faliyet içerisinde olan grup sayısı son on yıl içerisinde çok fazla arttı. Bir diğer benzerlik de türban konusu. Şahlık rejiminin sonlarına doğru türbanlı kadın sayısı çok fazla artmıştı. Türkiye’ de de türbanlı kadın sayısı birkaç yıl içerisinde artış gösterdi. Şahlık rejiminin son yıllarında milli değerler yerini dini değerlere bıraktı. Milli değerlere gösterilmesi gereken önem, dini değerlere gösterilmeye başlanmıştı. Her iki değer de önemli ve önemini yitirmemeli. Ancak yerinde ve zamanında olmak koşuluyla. Türkiye’de son birkaç yıldır malesef milli değerlere verilmesi gereken değer verilmiyor. * İran ile Türk toplum yapısı, kültürü arasında benzerlikler var mıdır? Evet var, hatta Türkiye’ye adaptasyon yaşamada sıkıntı çekmememin temel sebebi de bu. Yemekler, gelenek ve görenekler hepsi çok benzer. İran’da da Türkiye’de olduğu gibi aile bağları çok güçlü. Uzun yıllar boyu komşu ülkeler olmamız, kültürlerimizin benzer olmasına da sebep olmuştur. * Kendinizi Türkiye’de nasıl hissediyorsunuz? Kendimi Türkiye’de mutlu ve huzurlu hissediyorum. Çocuklarım, ailem burada mutlu ve huzurlu. Ancak ülkemi de özlüyorum. Sonuçta vatanım. Her yaz İran’a gidip ailemle hasret gideriyoruz. Kısacası Türkiye’de keyfim yerinde ancak İran’ı da düşünmeden yaşayamıyorum. Kulüp Günlüğü Biz Tarih Kulüp’ü olarak 27 Eylül’de Anadolu Medeniyetleri müzesini, 11 Ekim’de Tabiat Tarihi Müzesini ziyaret ettik. 22 Kasım Tarihinde ise okul olarak Çanakkale 1915 filmini izledik. 23 Kasım’da ise öğretmenlerimiz, 12. Sınıflar ve okul meclisimiz Ulu Önderimiz’i ziyaret ettiler. KGB, yani Komitet Gossudarrstvennoi Bezopastnosti (Sovyet Gizli Haber Alma Teşkilatı). Bir ulusal savunma ajansı olup bir çok ülkede de faaliyet göstermektedir. Asıl kuruluş amacı: Yabancı ülkelerden istihbarat toplamak ve kendi ülkesinin güvenlik açıklarını kapatmaktır. Hükümet için önemli bilgiler KGB tarafından arşivlerde saklanır ve sızdırılması önlenir. KGB bir askeri birlik gibi hükümet yasa ve koşullarıyla Rus ordusuna paralel olarak oluşturulmuştur. 1983’te dünyanın en etkili gizli servisi olarak Time dergisinde tanıtılmış, legal ve illegal olarak hedef ülkeler üzerinde bilgi topladığı ve operasyonlar yaptığı belirtilmiştir. Toplanan bilgiler Sovyet Konsolosluğu veya Elçiliği’nde bir araya getirilir ve orada arşivlenir. KGB zaman zaman politik, ekonomik, askeri ve stratejik konularda diğer gizli servislerle iş birliği yapmıştır. KGB bütün operasyonlarını ajanlar aracılığıyla gerçekleştirmiş ve çift yaşam (live double) prensibiyle yürütmüştür. KGB Sovyetler Birliği’nin merkezi otoritesinin güçlü tutulmasında büyük katkıda bulunmuştur. Joseph Stalin zamanında Sovyetlerin iç güvenliğini sağlamak amacıyla Sovyetler çatısı altında bulunan farklı etnik kökenli milletleri, Rusya’nın farklı bölgelerine sürerek din, dil ve tarih bakımından o milletlerin milli benliklerini asimile etmekte KGB başrolü oynamıştır. Bu yöntemle farklı etnik kökenli milletlerin iç karışıklık çıkarması engellenmiş, Rusya’nın merkezi otoritesi korunmuştur. KGB 6 Kasım 1991’de resmen KGB’nin Amblemi kaldırılmış olmasına rağmen, günümüzde FSB ve SVR adları altında aktif olarak görevini sürdürmektedir. Beyaz Rusya’daki gizli servisin adı halen KGB’ dir. Günümüzde dünyayı sarsacak bir çok olayın içinde var olduğu söylentileri yayılmış olsa da KGB personeli dışında bu bilgiye erişen kişiler yoktur. İlginç bir not olarak; Marilyn Monroe’nun soğuk savaş döneminde KGB ile iş birliği yaptığı söylenmektedir. Günümüzde Rusya’nın Devlet Başkanı Stalin Vladmir Putin eski bir KGB ajanıdır. Mehmet KÖKSAL Mustafa Kaan OKUMUŞOĞLU Atarlı Ülkenin Giderli Başkanı: Hugo Chavez “Bazı insanlar duşta şarkı söylüyolar, hem de yarım saat boyunca. Hayır sevgili halkım, üç dakika yeter de artar bile. Ben zaman tuttum, üç dakika, ve kokmuyorum. Eğer banyoda geriye yaslanarak yatıp bol köpüklü banyonuzda adına ne diyorlar, “jakuzi”yi açacaksanız; söyleyin bana, bu nasıl bir komünizm? Zaman jakuzi zamanı değildir.” Bu sözler, 1999’da ilk göreve geldiğinden beri politikayla birazcık ilgilenen herkesin adını duyduğu; Venezuela’nın sempatik, karizmatik ve moda deyişle “atarlı” devlet başkanı Hugo Chavez’e ait. Twitter hesabında kendini “sosyalist, antiemperyalist” olarak tanıtan Chavez, bu kimliğinin sonucu olarak ülkede yürüttüğü “21. Yüzyıl Sosyalizmi” politikası ve dünyadaki en büyük emperyalist güç olan Amerika’nın yaptığı her şeye karşı çıkması, bu ülkeyi sürekli eleştirmesi ile hem ülke çapında hem de dünya çapında çok büyük sempati ve hayranlık kazandı. Gerek başkan olmadan önce yaptıklarıyla, gerek devlet başkanı olduktan sonra yaptıkları ve söyledikleriyle günümüz dünya siyasetinde çok önemli bir sima Hugo Chavez. 28 Temmuz 1958’de öğretmen bir anne babanın 6 çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Ebeveynlerinin geliri öğretmen olmalarına rağmen düşüktü; bu yüzden küçükken zaman zaman tarlalarda çalıştı. 17 yaşında başkent Carakas’taki askeri akademiye girdi. Eğitim yıllarında, Güney Amerika’nın efsanevi devrimcisi Simon Bolivar’ı kendine örnek alarak “Bolivaryanizm” adını verdiği milliyetçi-sol bir politik görüş benimsedi. 17 yıllık askeri kariyeri boyunca orduda pek çok görevde bulundu. Bu sürede kendisinin benimsediği “Bolivaryanizm”e sıcak bakan kişilerle birlikte ordu içinde Bolivarcı Devrimci Hareket-200 (MBR-200) adlı gizli bir topluluk yarattı. Başarısız bir darbe girişimi de var Chavez’in. 1989 yılında başkanlığa seçilen Carlos Perez’in ülkeyi ekonomik açıdan ABD ve IMF’ye bağımlı kılacak neoliberal para politikalarına tepki göstermekte gecikmedi. Darbe girişimi başarısız oldu; teslim oldu ve hemen hapse atıldı. 1994’te göreve gelen yeni başkan Rafael Caldera, Hugo Chavez ile diğer üst düzey MBR-200 yöneticilerini serbest bıraktı ama Caldera kendisine karşı da bir darbe girişiminde bulunabileceğini düşünerek Chavez’i ordudan ihraç ettirdi. 1997’de “Beşinci Cumhuriyet Hareketi” adıyla kendi partisini kuran Chavez, 1998’deki seçimlerde oyların %56,2’sini alarak kazandı. Kendisine oy verenlerin çoğu ülkenin dar gelirli kesimiydi. Seçim sonrası yaptığı balkon konuşması’nda “Venezuela’nın dirilişi başlamıştır ve artık kimse bunu durduramaz.” diyerek gelecek yıllarda ülkede radikal değişiklikler yapacağının ilk sinyallerini verdi. Başkanlığı boyunca birçok icraatı oldu Chavez’in. Göreve geldikten kısa süre sonra başkana ait limuzini ıskartaya çıkardı, başkanlık maaşı olarak aldığı aylık 1200 doların tamamını bir burs fonuna bağışladı, hükümete ait pek çok uçağı sattı. “Plan Bolivar 2000” adlı bir sosyal kalkınma planı hazırladı. 2000 yılında başlayan ikinci başkanlık döneminde bir diğer komünist ülke olan Küba’ya günlük 80 bin varil petrol verilmesi karşılığında 30 bin doktor istihdam etdi. Chavez Amerikan hükümetine karşı ilk eleştirisinde de bu dönemde bulundu. Amerikan askerlerinin bombalı saldırılarında ölen Afgan çocuklarının resimlerini göstererek “Bu çocuklar Usama bin Ladin’in veya herhangi başka bir kişinin terör faaliyetlerinden dolayı suçlanamaz, cezalandırılamaz.” dedi, Amerikan hükümetini “masumların katliamını durdurmaya” çağırdı ve “teröre, terörle karşı konulamayacağını” söyledi. Daha önce 1992’de kendisi bir darbe yapmaya çalışan Hugo Chavez tam 20 yıl sonra bu kez de kendisi bir darbe girişimine maruz kalmışdı. Başkanlık sarayı basılarak Chavez tutuklandı. Ancak hem halkın yeni başkan Carmona’yı istememesi hem de ordudaki Chavez yanlısı komutanların uğraşlarıyla darbe hükümeti iki gün içinde düştü ve Hugo Chavez 14 Nisan 2002’de görevinin başına döndü. Aşağıda yer alan örnekler Cavez’in ilginç kişiliğini gözler önüne sermekte; - Chavez göreve gelene kadar ‘Venezuela Cumhuriyeti’ olan ülke adı, Chavez’in idolü olan Simon Bolivar’ın anısına “Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti” olarak değiştirildi. - 2006 yılında ülke bayrağında ufak değişikliklere gitti. Armada sağa doğru koşan atın yerine ‘sola’ koşan bir at konuldu ve İspanya İmparatorluğu’na karşı gelen 7 eyaleti temsil eden 7 yıldıza Guyana’ya ithafen sekizinci bir yıldız eklendi. - “Emperyalistlerle aynı saat diliminde olamaz benim ülkem” diyerek ABD’yle aynı saat diliminde bulunan ülkesinin uluslararası zaman dilimini 30 dakika geri aldırmıştır. Bu uygulamayla birlikte Venezuela dünya üzerinde resmi saati GMT -4.30 olan tek ülkedir. - Kendisi, Brezilya başkanı Lula da Silva ve Paraguay başkanı Fernando Lugo’nun ardından Arjantin başbakanı Christine Kirchner’e de yakın zamanda kanser teşhisi konması üzerine “Ben sadece kendi düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Sizce tüm bunlardan sorumlu ülke, Güney Amerika’yı kontrolü altına almak isteyen ABD olamaz mı?” demiştir. - BM’deki bir konuşmasında, kendisinden bir gün önce aynı binada konuşma yapan ABD Başkanı George Bush’u kast ederek “Şeytan dün buradaydı.” demiştir. Denizhan AKPINAR Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü SAYFA 4 Coco Chanel Sıradışı bir modacı, sıradışı bir insan, ünlü Fransız modacı. 1883 yılında Fransa’da dünyaya geldi. Gerçek adı Gabrielle Bonheur Chanel’ dir. Babası onu bir yetimhaneye bırakmış. Babasının kendisini almak için hiçbir zaman dönmeyeceğini anlayan Chanel, 18 yaşına bastığında yetimhaneden çıkıp bir terzi dükkanında çalışmaya başlamış. Bu arada şarkıcılık da yapan Chanel, söylediği bir şarkıdan dolayı “Coco” lakabını almış. Sahneye çıktığı bir akşam, varlıklı bir adam olan Etienne Balsan ile tanışmış ve onun aracılığıyla Paris sosyetesine girmiş. İlk önce basit şapka tasarımlarıyla atıldığı moda dünyasına yıllar sonra Holywood’un ünlü aktrislerinin şapka tasarımcısı olarak damgasını vurmuş. Birinci Dünya Savaşı’nda kocaları savaşa giden kadınlar, tek başlarına ayakta durmayı öğrenmek zorunda kaldılar. Chanel özgürlük arayışı içine giren kadınlar erkeklere bağımlı kılan ruhsal tembellikten kurtarmak istiyordu. O, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ‘’kadın bağımsızlık hareketi’’nin en güçlü figürü oldu. Coco Chanel tasarladığı kadın giysilerinde sadelik ve rahatlığa önem vermiş, küçük dükkanından herkese hitap edecek giyim tarzı sunmuş. Sürekli çalışanlarla birlikte olması onun ilham kaynağıymış. Örneğin tamircinin gömleğinden, kanal kazan bir işçinin boynuna attığı atkıdan, bir garson kızın gömleğinin manşetleri bile onun için ilham kaynağıydı. Chanel, moda dünyasında yaptığı devrimlerin yanında özel hayatıyla da dikkat çeken birisi. Evli bir düke aşık olan ve dük karısından boşanıp kendisiyle evlenmediği için intihara kalkışan Chanel, makası tam karnına saplayacakken aynada kendisini görüyor ve başlıyor saçlarını kesmeye. Bir gün ata binerken uzun, kabarık elbisesini sinirlenerek ortadan ikiye kesti ve böylece ilk kez kadınların pantolon giymesi fikrini ortaya attı. Yaşadığı dönemde yalnızca hayat kadınlarına özgü olan kırmızı ruj sürdü. Etrafındaki erkekler ne kadar onu yönettiklerini düşünseler de, onların toplumdaki baskınlığına karşı açtığı savaşını yine onları kullanarak kazandı. Bu kadar üne sahip olmasına rağmen pek mutlu olmadığı bilinen Chanel’in “Sahip olduklarım yerine düzgün bir kocam olmasını isterdim” demesi bunu kanıtlıyor. İlk defilesi ayın beşinde yapıldı ve ertesi gün basından büyük ilgi gördü. Bu yüzden uğurlu rakamı beş olarak kaldı ve her defilesi hâlâ ayın beşinde yapılıyor. Giderek ünlenen Chanel, parfüm ve kozmetik işine girdi. Bugün hâlâ çok ünlü olan “Chanel No.5” parfümünün adı da, uğurlu rakamından geliyormuş.1930’lu yıllarda Atatürk, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üniformalarını Coco Chanel’e tasarlattı. Türk Silahlı kuvvetleri 1980’e kadar onun imzasını taşıyan üniformalar giymiştir. İsmi “Time: Yüzyılın En Önemli 100 Kişisi” listesinde de geçen tek moda tasarımcısıdır. 20. yüzyılın önemli moda tasarımcılarından olan Coco Chanel’in 2011 yılında Alman Nazi istihbarat örgütü Abwehr’de “Westminster” kod adlı “Ajan 7124” olarak kayıtlı olduğu ortaya çıkarılmıştır. 1971 yılında, 30 yıldır yaşadığı Paris’in Ritz Carlton otelindeki odasında ölmüş. Ölmeden önce son sözlerinden birisinin ise şu olduğu anlatılır: ”Evet çok zenginim ve milyonlara sahibim. Ama o kadar yalnızım ki.” Deniz BIÇAKCI Bir Dünya Dolusu Sinema Tarih 29 Aralık 1895, Lumiere Kardeşler’in “La Ciotat Garı’na Trenin Varışı”nı anlatan filmi ilk kez Paris’te seyirciye sunuldu. Rivayetlere göre bu ilk gösterimde trenin kendilerine doğru geldiğini gören seyircilerin paniğe kapıldıkları hatta ön sırada oturanların ya kaçtığı ya da iskemlelerin altlarına saklandıkları söylenir. Gerçek ya da değil işte bu ilk gösterim kitleleri kendine hayran bırakacak dünyanın en büyük sektörlerinden biri olan sinemanın doğuşu olarak kabul görmektedir. Bu ilk gösterimden sonra dünya adeta bir film setine dönmüştü. Fransız yönetmenlerin günlük hayattan karelerle ilgilendiği bu dönemde, Amerikalı yönetmen Edwin S. Porter filminde bir öykü anlatmayı denedi ve “Life of an American Fireman” filmi ile sinemanın anlatma gücünü gösterdi. Sinemanın bu kadar çok ilgi çekmesiyle birlikte ilk stüdyo imparatorluklarının kurulması da fazla gecikmedi. Carl Leammle (Universal) ve Adolph Zukor (Paramount) gibi isimler Amerikan film sanayisinde egemenlik sağlayabilmek için harekete geçtiler, bu şirketler Hollywood’da kocaman binalara yerleşerek bügünkü Hollywood’un temellerini de attılar. I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesine geldiğimizde ise Avrupa estetik açıdan Amerikan sinemasından daha öndeydi diyebiliriz. İtalyan klasik epik filmleri, Fransız dönem filmleri, Alman sanat anlayışı... Savaş sonrasında Amerikan sinema sanayisinde de çok büyük bir hareketlenme başlamıştı; Griffith dönemin en çok izlenen filmi “Birth of a Nation”ı seyirciye sundu ve yetenekli ve yaratıcı bir yapımcı olan Thomas H. Ince döneme yeni bir tür olan “western”i kazandırdı. Sinema 1920’li yıllara geçerken tam anlamıyla kitleleri kendine çeken bir eğlence sanayisi haline gelmişti. Sinemanın etkisini daha da arttırmak için yeni bir şeyler gerekiyordu ve bu gelişme 1920’li yılların başında görüntü ve sesin birleşmesiyle gerçekleşti. Bu dönemde kısa “slapstick” (fiziksel komedi) tarzı filmler Amerikan sinemasına damgasını vurdu. II. Dünya Savaşı başlamadan önce bir çok Avrupalı başarılı yapımcı ve yönetmen şöhret, zenginlik ve sosyal istikrar vaadleri ile Hollywood’a geldi ve yeni gelen bu yönetmenler Hollywood sinemasına zerafet ve yenilik kattı bu da klasik Hollywood üslubunun yavaş yavaş şekil almasını sağladı. Avrupa, Nazi Almanyası’yla mücadele ederken Amerika’da büyük bir krizin pençesindeydi. Bu durumunda etkisiyle sosyal açıdan duyarlı filmler ikinci plana itilmiş, komedi ve müzikal gibi gerçek hayattan uzaklaştırıcı türler popülerleşmişti. Fakat bu dönemde bir diğer göz ardı edilemeyecek olan gerçek, seyircilerin çoğunlukla kadın olmasıydı. Yapımcılarda bu durumu kâra dönüştürmek için acıklı film olarak tabir edilen bir dizi kadın filmi yaptı. Bu yıllarda beyaz perdeye yansıyan bir diğer tür ise animasyonlardı, Walt Disney, yapımcılığını yaptığı bir çok başarılı animasyon ile bu türe öncülük eden bir Hollywood devi oldu. 1940 kuşağına geldiğimizde Hollywood “günahkarlar şehri” olarak ün salmıştı ve filmlerde işlenen konularda kilise önderlerini öfkelendirmişti. Buna bağlı olarak resmi sansürden korkan stüdyolar Will Hays önderliğinde bir büro kurdular ve “yapılmayacaklar ve dikkat edilecekler listesi” oluşturdular. Bu yasalar bütün Hollywood camiasında yaklaşık 30 yıl boyunca geçerliliğini korumayı başardı. Savaş sonrası Hollywood’unda yapılan filmler bol miktarda dans, silahlı çatışmalar ve gerilim unsurları içeriyordu. Avrupalı sinemacılar Nazi baskısından kaçarak ABD’ye sığınmışlar, dışavurumcu ve dramatik tarzlarınıda berberlerinde getirmişlerdi. Sinemanın mutlak egemenliğini tehdit eden bir unsur ortaya çıkmıştı “televizyon”. Bu tehdit altında stüdyolar filmlerine çok daha büyük bühçeler ayırdılar şaşalı dekorlar kullandılar. Amerikan sinemasına o dönemde damgasını vuran türlerse western, dram, gerilim, müzikal, tarihi filmler ve romantik komedilerdi. Dilhan AKKAYA Bu gazete ODTÜ GV Özel Lisesi Atatürkçü Düşünce ve Tarih Kulübü tarafından basıma hazırlanmıştır. Kulüp danışman öğretmeni: Elif ÖZEN. Gazete Editörleri: Kaan OKUMUŞOĞLU, Mehmet KÖKSAL, Denizhan AKPINAR Kulüp Öğrencileri: A. Kutay ERÖZDEN, Alihan ALTUNIŞIK , Arda SÜMER, Batuhan Mert ALTUN, Başak SEKBAN, Bora DEMİRER, Çağatay TIRPANCI, Deniz BIÇAKCI, Dilhan AKKAYA, Emre BAĞCI, Levent YAZER, Melis Naz TAHERİ, Melis KORKUT, Mert Can POLAT, M. Kerem ŞENOL, Umut ÖZASLAN, Yağmur UZUNIRMAK. Katkılarından dolayı öğretmenimiz Süleyman KEÇECİ’ye teşekkür ederiz.