İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Yavuz Bahadıroğlu Yavuz Bahadıroğlu Yavuz Bahadıroğlu (gerçek adı Niyazi Birinci; d. 1945; Hisarlı, Pazar, Rize), Türk tarihçi ve yazar. 1971'de İstanbul’da gazeteciliğe başladı. Yeni Asya- Yeni Nesil Gazetesi'nde Muhabirlik, araştırma-inceleme, röportaj ve fıkra yazarlığı yaptı. Gazete, dergi ve şirket yöneticisi olarak çalıştı. Gazeteciliğini muhabir ve röportajcı olarak sürdürürken, çocuklara yönelik eserler üretti. Yüzlerce çocuk romanı, hikâye yayınlandı. Aynı dönemde Yeni Asya - Yeni Nesil Gazetesi'nde Yavuz Bahadıroğlu, Şeref Baysal ve Veysel Akpınar isimleriyle köşe yazıları yazdı. Asıl çıkışını Yavuz Bahadıroğlu ismiyle yazdığı romanlarla yaptı. İlk romanı Sunguroğlu ve ardından yazdığı Buhara Yanıyor romanı ülkenin en çok satan romanlarından oldu. Genelde Osmanlı’nın çeşitli dönemlerini ele alan otuzu aşkın romanı vardır. Son çıkan kitaplarından biri Biz Osmanlıyız.. Yavuz Bahadıroğlu, roman, çocuk kitapları, hikâye, araştırma, oyunlar, film yapılmış senaryolar ve fikri eserler olmak üzere yüzlerce çalışmaya imza attı. Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli konularda binlerce konferans verdi, çeşitli kurum ve kuruluşlardan ödüller aldı, iki kitabı Kültür Bakanlığı tarafından yayınlandı. Halen ulusal bir radyoda günlük yorumlar yapıyor ve Yeni Akit gazetesinde köşe yazarlığı sürdürüyor. Ayrıca Moral FM de günlük yorumlar yapmaktadır. Yazar evli ve üç çocuk babasıdır. İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Yavuz Bahadıroğlu KOCAELİ BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR VE SOSYAL İŞLER DAİRESİ BAŞKANLIĞI KÜLTÜR YAYINLARI İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Yavuz Bahadıroğlu KAPAK ÇİZİM ECE ZEBER İLLÜSTRASYON YUNUS KOCATEPE ISBN: Karabaş Mah. Oramiral Salim Dervişoğlu Cad. No:80 İzmit / KOCAELİ Tel: +90 262 31816 00(Pbx) Faks: +90 262 318 16 31 www.kocaeli.bel.tr Baskı ve Cilt: Matsis Matbaa Tevfikbey Mahallesi Dr. Ali Demir Caddesi NO:51 34290 Sefaköy/İSTANBUL Tel: 0212 624 21 11 Fax: 0212 624 21 17 e-mail: info@matbaasistemleri.com Bu kitabın tüm yayın hakları Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ne aittir. SUNUŞ Sevgili çocuklar, Değerli hemşehrilerim, Her medeniyet kendisine hayat veren ve onu geliştiren değerleri korur, bunu gelecek nesillere aktarır. Bunu başaramayan yeni kuşaklara bu kültür birikimini aktaramayan milletler ise tarihin tozlu sayfaları arasında unutulup giderler… İşte bu; toplumu millet yapan değerleri ve bunun için hayatını adayarak bütün ömrünü milletinin daha rahat ve huzurlu yaşaması için harcayanları gelecek nesillere hatırlatmak bizlerin en büyük vazifesidir. Bu amaçla iki yıldır düzenlemekte olduğumuz Kocaeli Tarihi Sempozyumları, kent tarihimizin akademik ortamda yeniden ayrıntılı olarak gözler önüne serilmesi ve Kocaeli’mizin kurucularını gençlerimizin ve çocuklarımızın tanıması açısından büyük fayda sağlamıştır. Türk Milleti de on bin yıllık tarihi boyunca pek çok kent kurmuş, pek çok yeri yurt haline getirmiş ve kendisine ‘vatan’ yapmıştır. Şehrimiz de o kentlerden birisidir. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi olarak geçen yıl düzenlediğimiz Gazi Akça Koca ve bu yıl tertiplediğimiz Kara Mürsel Alp Sempozyumlarıyla kentimizin kurucularını halkımızla yeniden tanıştırdık. Ayrıca bu sempozyumlar akademik olarak da ülkemizde son yıllarda gerçekleştirilen en önemli tarih sempozyumları olarak bilim dünyasında hak ettikleri yeri aldı. Sevgili çocuklar, İstedik ki, kent tarihimizde çok önemli dönüm noktası olan kurucu şahsiyetlerimizi tanıyın. Bu amaçla Değerli Yazarımız ve Usta Edebiyatçı Sayın Yavuz Bahadıroğlu, bir ilçemize adını da vermiş olan Kara Mürsel Alp’in hayatını ve o dönemde yaşananları sizler için hikâye tadında kaleme aldı. Biz de Kocaeli Büyükşehir Belediyesi olarak bu eseri geleceğimiz olan sizlerle paylaşmaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Tarihimizi bilmeniz, geleceğinize çok daha güvenle bakmanızı sağlayacak, geçmişteki hatalardan ders, başarılardan örnek alarak 2071 vizyonuna sahip Lider Türkiye’nin kuruluşunda üzerinize düşen vazifeyi çok daha büyük başarıyla gerçekleştirmenizi sağlayacaktır. Sevgili çocuklar, Sözlerime son verirken, sizlerle bir müjdeyi de paylaşmak istiyorum. Bu eseri gelişen çağa uygun olarak elektronik kitap halinde, 6’ncı sınıf öğrencilerimize verdiğimiz bilgisayarlara da yükledik. Okuyun, çünkü ancak okuyan insanlar başarıya ulaşabilir… Sizleri sevgiyle selâmlıyorum… İbrahim KARAOSMANOĞLU Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Girizgâh Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu, beşer tarihinin en hayrete değer ve en büyük vâkıalarından biridir. (Grenard) Müneccimbaşı Ahmed Dede Efendi, Osmanlı Devleti’ni kuranları şöyle anlatıyor: “Bil ki, bu devleti kuranlar, tarihin en haşmetli ve en büyük hükümdarlarıdır. Çok hayır yaparlar, çok ihsanda bulunurlar. Dâimâ adâletle hükmetmişler, kılıçlarının hakkı, mızraklarının meyvesi olarak bu devleti kurmuşlar ve büyütmüşlerdir.” Fransız tarihçi Fernand Grenard ise Osmanlı Devleti’nin kuruluş safhasını, “İnsanlık tarihinin en hayrete değer ve en büyük olaylarından biri” olarak selamlıyor. Bu oluşun temellerini atan isim ise, hiç kuşkusuz, kurucu olarak andığımız Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi’dir… (Ertuğrul Gazi’nin babası Gündüz Alp, Gündüz Alp’in babası ise Kaya Alp’tır. Bunlar Kayı Han aşiretinin beyleridir). Kendisi Osmanlı padişahları arasında sayılmamakla birlikte, Ertuğrul Gazi, Kayı Han Aşireti’nin Anadolu’ya yerleşmesi ve kökleşmesinde çok önemli bir rol üstlenmiştir ve neslinden gelen padişahlar hem duruşları, hem de icraatlarıyla onun arkasından gitmişlerdir… O, devlet fikrinin babasıdır… Bu açıdan “Osmanlı padişahlarının hocaları” arasında sayılmaya hak kazanmıştır. 08 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Ertuğrul Gazi’nin kesin doğum tarihi bilinmiyor. Ama 1191’de dünyaya geldiği genellikle kabul ediliyor. Annesi, gencecik evlâdını bayrağa sarılı tabutundan alıp toprağa verdikten sonra “Vatan sağolsun” diyebilen Anadolu anneliğinin ilk örneklerinden biri Hayme Ana’dır. (Domaniç’teki türbesinde ebediyeti yaşıyor). Hayme Ana devlet evinin direğidir. Kardeşleriyle ihtilâfa düştüğünde Ertuğrul oğlunu desteklemiş, büyük ihtimalle yüreğini geri dönüşlere değil, Peygamber müjdesine kilitlemesini ve bir Peygamber vediası olan Bizans’ı fethetme gayesiyle Batı’ya yürümesini o öğütlemiştir. (Hayme Ana, tıpkı Yunus Emre gibi Anadolu’nun paylaşamadığı bir “değer”dir ve yine Yunus gibi Anadolu’nun bazı yerlerinde (mesela Ankara’nın Haymana’sında) mezarı vardır. Aynı zamanda, Osmanlı tarihinde, kendisine türbe yapılan ilk “kadın önder”dir. Kayı Han Aşireti, Oğuzların Günhan Kolu’ndan gelir. Malazgirt Meydan Savaşı’nın kazanılmasından (1071) sonra yerleşmek için akın akın Anadolu’ya gelen Türk boyları arasında, Kayı Boyu da vardı. Kayılar önce Horasan taraflarına konmuş; Moğol istilâsının başlaması üzerine Harzemlilerle birlikte Moğollara karşı savaşmış; Harzem Şahı Celâleddin Mengübirtî, kahpece arkadan vurulup şehit edildikten sonra (1221) ise Merv ve Mahan yoluyla Van Gölü yakınlarındaki Ahlat’a yerleşmiş, devlet fikrini orada demlemeye başlamıştır. Kayı Boyu’nun Horasan’dan 50 bin kişi ile hareket ettiği bazı tarihlerde kayıtlıdır. Ancak Ahlat’a ne kadarının sağ ve salim varabildiği bilinmemektedir. Çünkü Kayılar, yol boyunca hem Moğollarla, hem düşman kabilelerle savaşmak zorunda kalmışlardır. Bu arada kayıplar vermiş oldukları muhakkaktır. Kayılar Ahlat’da dokuz yıl kadar oturdular. Moğolların her şeyi yakıp yıkarak buralara kadar gelmeleri sonucu, tekrar göçe başladılar. Öce Erzurum’a, oradan Erzincan’a, nihayet Amasya’ya geldiler. Bu sırada Ertuğrul Gazi’nin babası Gündüz Alp, Ankara yakınındaki Kızılcasaray civarında bulunan Kırka Köyü’nde vefat etti (türbesi aynı köydedir). Bunun üzerine Ertuğrul Gazi, aşiret beyliğine getirildi. Ertuğrul, Hayme Ana’sı, Gündüz Alp babası ve Aradolu Alperenleri tarafından yüreğinde yakılan “fetih” meşalesi sayesinde, rotasını Girizgâh / 09 belirlemede hiç zorlanmadı: “Bizans’ı fethetmek” üzere yola çıkacaktı. Çünkü Bizans, Peygamber müjdesiydi. Bu düşünce beynini ve yüreğini kor gibi tutuşturunca, “Deryayı (İstanbul Boğazı’nı kastettiği çok açık) geçeceğiz ve devlet olacağız!..” deyiverdi. Fakat ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu Bey’in ufkunda devlet yoktu: Onlar eski topraklarına dönmek, “Ekip biçmek, geçinip gitmek” istiyorlardı. “Deniz suyu tuzludur, ne hayvan, ne insan içebilir, ne de ekin sulanabilir” gerekçesiyle bu fikre karşı çıktılar. Nihayet aşiretin büyük kısmını alarak eski topraklara (Orta Asya) döndüler. Ancak akıbetlerinden hiçbir tarih bahsetmiyor. Muhtemelen Moğol çapaçulları tarafından basılıp öldürüldüler. Ama “devlet” fikrinin babasını, oğullarını, oğullarının oğullarını ve arkadaşlarını, tüm tarihler “Osmanlı Devleti’nin kurucuları” olarak selamlıyorlar. Ertuğrul Bey, anası, küçük kardeşi (Dündar) ve kendisine güvenen yakınlarıyla birlikte Batı’ya yürüdü. Meşru hedefine yürüyen Müslümanın önündeki engelleri Allah bir bir kaldırır ve hedefine ulaştırırdı. Ertuğrul Gazi’nin önündeki engeller de kalktı. Bazı olumlu gelişmeler neticesinde Söğüt ve Domaniç’e ulaştı. Artık o Selçuklu Sultanlığının bir “ucbeyi” idi. Oğlu Osman Gazi’yi sık sık Şeyh Edebali tekkesine götürüyor, tekke sohbetleriyle yüreğini mayalamaya çalışıyordu. Ölümüne yakın günlerde Osman Bey’i karşısına aldı ve dedi ki: “Oğulcuğum! Şeyh Edebali bizim boyun (obanın-aşiretin) ışığı ve yüreğidir. Terazisi ince tartar, dirhem şaşmaz? Bu yüzden beni kır, Şeyh’i kırma; bana karşı gel, ona karşı gelme... “Bana karşı gelirsen üzülürüm, ama ona karşı gelirsen gözlerim sana bir daha bakmaz olur, baksa da görmez olur... “Sözüm Edebali’yi korumak için değil, seni korumak içindir... “Oğulcuğum! Bu dediklerimi vasiyetim say, ona göre uy.” Ona göre yaşadı: Yaşantısıyla torunlarına örnek oldu. 10 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Koca Gazi devlet tefekkürünü ninnilerken, pek tabii yalnız değildi: Çevresinde devletin temeline yüreğini koymuş idealist ve hedef sahibi serdengeçtiler vardı. Bunlar beylikle birlikte osman Gazi’ye intikal edecek ve Osman Gazi, devlet tefekkürünün de mirasçısı olacaktı. Yanıbaşında baba yadigârı gazilere tutundu. Onları “kardeş” belledi ve yüreklerini yüreğine kattı. Bunlardan biri Akça Koca, ötekisi Kara Mürsel’di. Aralarında baba-oğul münasebeti vardı. Akça Koca, Ertuğrul ve Osman Gazi önderliğinde savaşarak devletin inşa döneminde önemli görevler yapmış, Kara Mürsel ise Osman Gazi’nin son yıllarına yetişmiş, büyük ihtimalle Orhan Gazi ile birlikte Bursa fethi başta olmak üzere tüm savaşlara katılmıştır. Bugün Karamürsel olarak anılan ilçe, onun emeğinin ürünü olarak doğmuştur. Ayrıca “İlk Osmanlı Amiralı”dır. Emrindeki donanmayla Bizans sahillerini defalarca vurmuş, bazen karada, bazen denizde savaşarak “Fethi Mübin”in (İstanbul’un fethi) yollarını açmıştır. Başta, yıllarca yüreklerinde taşıdıkları devlet çekirdeğini münbit Anadolu topraklarına eken Ertuğrul Gazi ile Hayme Ana (Devlet Ana) ve muhteşem dâva arkadaşları Akça Koca, Samsa Çavuş, Abdurrahman Gazi, Turgut Alp, Aykut Alp, Kara Mürsel olmak üzere, ilk münşileri rahmetle, minnetle anıyor, hepsini saygıyla selamlıyoruz. Yavuz Bahadıroğlu Nisan, 2015 Girizgâh / 11 Kara Mürsel Alp Kimdir? Osmanl kaynaklarna göre, Kara Mürsel Alp, ilk Osmanl amiralidir. Kendi adn taşyan kendine özgü savaş gemileri inşa edip Bizans'n soluğunu kesmiş, bu yüzden de “İlk Osmanl Kaptan- Deryis” olarak anlmştr. Osmanllarn sahil kesimlerini fethe başlamalar sürecinde, hem denizden gelecek tehditleri bertaraf etmek, hem de Bizans donanmasn skştrmak ve başbozuk biçimde dolaşp duran korsanlara hadlerini bildirmek için, donanmaya mutlak mânâda ihtiyaç duyulmuş, Osmanl'nn bu ihtiyacn Kara Mürsel karşlamştr. Kuruluşa canlarn, kanlarn katan diğer serdarlar gibi, Kara Mürsel Alp da, merttir, cesurdur, gözü karadr, ama ayn zamanda yardmseverdir, mütevazdr, müşfiktir: Hile ve desise nedir bilmeyen bir babayiğittir… Bu meziyetleriyle Orhan Gazi ve arkadaşlar tarafndan çok sevilmiş, çok takdir edilmiş ve çok güvenilmiştir. Prenetos (bugünkü Karamürsel ilçesi ve çevresi) kasabasn ve civarn fethedip Bizansllardan tamamyla arndktan sonra, burada bir tersan kurup, Karesi Beyliği'nden getirdiği ustalarla gemi inşasna başlamştr. 12 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Hayat hakknda çok şey bilmediğimiz bu kahraman, büyük ihtimalle Osman Gazi'nin son yllarnda Osmanl hizmetine girmiştir. Orhan Gazi ile yakn arkadaşlk kurmuş, istişare meclislerinde bulunmuş, verilen her görevi üstün zekâ ve kabiliyeti sayesinde eksiksiz yerine getirmiştir. Üstün hizmetlerinden dolay, Orhan Gazi'nin beylik döneminde, Orhan Gazi tarafndan “Kara” lâkabyla ödüllendirilmiş, ayrca fethedip tersanesini kurduğu Prenetos (yahut Pronectus) kasabasna de onun ismi verilmiştir. Ne yazk ki, hangi tarihte, nerede dünyaya geldiği meçhuldür. Karesi Beyliği'nin deniz kuvvetlerinde görevli iken, Ertuğrul Bey ve Osman Bey'in silâh arkadaşlarndan Akça Koca tarafndan keşfedilip yetiştirildiği yolunda rivayetler mevcuttur. Rivayete göre, ilk tersaneyi Karamürsel ilçesinin güneybatsndaki koyda kurmuş, kendi adyla anlan gemileri burada inşa etmeye başlamştr. Bu tersanede başlangç olarak beş gemi yaplmştr. Hafif ve süratli olduklar için bu gemilerden oluşan deniz filosuna “ince donanma” denmiştir (Karamürsel Alp'in plânlarn çizip inşa ettiği bir buçuk direkli güvertesiz çektiriler, yakn zamana kadar “Karamürsel Gemisi” adyla Akdeniz'de kullanla gelmiştir). Kara Mürsel, damlarn gözüpek, cesur gençlerinden seçerek, deniz savaşçs (leveent) olarak eğitmiştir. İlk Osmanl kaptan- deryas Kara Mürsel'in reisliğinde denize açlan ilk Osmanl donanmas, Bizans donanmasyla defalarda savaşmş, defalarca yenmiş, hem onlarn, hem de zaman zaman Marmara'ya çkan korsanlarn korkulu rüyas haline gelmiştir. Kara Mürsel gemi saysn git gide arttrmş, ksa süre içinde Bizans'tan ve korsanlardan zaptettiği gemilerle birlikte, Osmanl donanmas, hatr saylr bir deniz gücüne dönüşmüş, bunun bir sonucu olarak da İzmit'le İstanbul'un denizden irtibat kesilmiş, Marmara Denizi tümüyle Osmanl hâkimiyetine girmişir. Bu sayede, denizden ve kardadan kuşatlan İzmit kolayca fethedilebilmiştir. Ayrca Prens Adalarna (Marmara Adalar) saldrlar düzenlemiş, hatta bugünkü Fenerbahçe sahillerine kadar yaklaşmştr. Girizgâh / 13 Kara Mürsel Reis, son derece hareketli bir hayat sürmüş, ömrü savaşlar ve fetihlerle geçmiş, zaferden zafere koşmuş, tam bir deniz tutkunudur. O kadar ki, kabrinin denizi gören bir tepecikte yaplmasn vasiyet etmiştir: “Ölünce beni öyle bir yere defnedin ki, srtm dağlara dayansn, kucağma deniz gelsin. Böylece daima donanmam göreyim.” Bu vasiyeti yerine getirilmiştir. Türbesi Yalova-İzmit yolu üzerindeki Karamürsel ilçesinin büyük mezarlğndadr. Bat tarafnda taşa oyulmuş bir kadrga resmi bulunur. İlk yaptğ geminin modeli de türbenin yannda sergilenir. Allah rahmet eylesin. 14 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp ı Gönlünden Gönlüne Sürgün Yaşamak Karesioğulları topraklarında kalan yitik bir Türkmen köyü idi, Karasu… Karasu köyünde o gün çocuklar karmaşası vardı… Ellerde tahta kılıçlar, dillerde “Savulun bre!” nâraları, dudaklarda mutlu tebessümler saçan bir sürü çocuk, cenk oyunu oynuyordu… Mevsim yazdı. Güneş tam tepede, hava sıcak mı sıcak, yüzler buram buram ter, yanaklar kan kırmızıydı… Çocuklardan biri tahta kılıcını döndüre döndüre, kalabalığa daldı: “Mürsel geliyor bre, savulun!..” Tahta kılıcını yaşıtlarından birinin kılıç yerine değnek tutan koluna indirdi: “Savulun dendi bre!” Çocuğun elindeki değnek düştü, diğer eliyle bileğini kavrayıp, ağlamaya başladı. Yaşça büyük çocuklardan biri, Mürsel’i itti: “Sen savul zevzek! Kardeşimin elini acıtanın canını acıtırım!” Mürsel, kendisini iten yaşça büyük çocuğa diklendi: “Sen de savul” dedi pervasız, “alargalan!” “Alargalanmasam ne olacak?” I- Gönlünden Gönlüne Sürgün Yaşamak / 15 Mürsel, tahta kılıcını ileri uzattı: “Deşerim!” “Deş de görelim.” Yaşça büyük çocuk, Mürsel’in iki yanağına üst üste iki tokat attı... Mürsel tahta kılıcını fırlatıp tokat atan çocuğa daldı… İlk dalışta yere yıktı… Alt alta, üst üste boğuşmaya başladılar… Nihayet yaşça büyük çocuğun sırtını yere getirip, üstüne oturdu: “Bir daha sataşırsan” dedi, “gözünün yaşına bakmam. Kardeşine isteyerek vurmadım, oyunun fazlaya kaçmışı böyle kazalara sebep olabilir. Bu iş onunla benim aramda. Yaşının büyüklüğüne, cüssenin iriliğine gövenip bir daha sataşırsan, karışmam.” Üstünden kalktı. “Boşluğuma geldi” dedi, çocuk; “hadi şimdi gel.” “Kaşınma… Kavga istemiyorum.” “Hadi kaşı! Korktun di mi?” Kabardı, Mürsel: “Ben asla korkmam!” “Gördük, korkmadığını” diye, üsteledi çocuk. Etraflarına biriken çocuklara doğru bağırdı: “Mürsel bir korkaktır!” Mürsel’in “Korkak değilim” demesi işe yaramadı. Çocuklar koro halinde bağırdılar: “Korkak Mürsel!.. Korkak Mürsel!” Artık korkmadığını ispatlamak zorundaydı. Tekrar daldı. Yaşça büyük çocuk, ilk dalışı savuşturmak için direndi, çabaladı, var gücüyle karşı koymaşa çalıştı, ama nafile: Yere yapışmaktan kurtulamadı. Bastırdı Mürsel, bastırdı, kalkmasına izin vermedi. Çocuk pes etti sonunda. Kendini bıraktı. Fakat Mürsel üstünden kalkmıyor, “Yenildim demeden üstünden kalkmam” diyordu; “söyle de herkes duysun.” Çaresiz itirafı bastı: “Tamam, yenildim, pes ediyorum!” 16 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Bunlar da bana vurduğun tokatlar…” İki yanağına okkalı iki tokat aşketti. Sonra üstünden kalktı. İki kardeş ağlayarak uzaklaşırken, çocuklar Mürsel’i alkışlıydu. “Yetim, ama yaman” diye bağırdı çocuklardan biri. Mürsel, alkışlara zerre kadar aldırmadan, sahile indi. Denizle buluştu. Dalgaların köpük köpüğe mucaklaşmasını seyretti. Ufka uzun uzun baktı. Dalgın dalgın söylendi sonra: “Bir gün gemilerimle şu denizle gökyüzünün buluştuğu çizgiyi geçeceğim. Çizginin ötesinde ne olduğunu göreceğim.” İç çekti: “Bir gün mutlaka…” Bir iç daha çekti: “Ah bir büyüsem!” Ve büyüdü. Büyüdükçe kalabalıklaştı, kalabaklaştıkça yalnızlaştı. Her yalnızlaşması deniz kıyısında soluklandı. Köpüren dalgaların sahili öpmesini saatlerce izliyor, hayaller kuruyor, kumsala gemi resimleri çiziyor, defalarca iç çekiyor, hasret soluyordu… Hasretinin odağında hep deniz, hep deniz ötesi, yüreğinde denizcilik sevdasıyla on yaşına girdi. O yaşına kadar okuma-yazmayı sökmüş, gürül gürül Kur’an okumaya başlamış, hatta hafızlığı bile yarılamıştı… Hafız Kumral Hoca, her dersten sonra aferinler yağdırıyordu. Yine de mutsuzdu. “İnsan” diyordu, “allâme bile olsa karada çürür gider, oysa denizde her daim yenilenen taze bir hayat var. Tenim deniz kokuyor, kanım deniz akıyor.” Bu cümleyi ilk kez obanın önderlerinden Kılıç Bey’in kızı Melekcan’a söylemiş, kızı tepeüstü çakılmıştan beter şaşırtmıştı. Melekcan’ın deniz mavisi gözleri büyümüş, başını arkaya atıp sarı saçlarını savurmuş, şaşkın şaşkın sormuştu: “Buralardan gidecek misin?” Bu kez şaşırma sırası Mürsel’deydi: “Nereden çıkardın?” “Herşeyden fazla denizi sevidiğine göre, gidersin.” Cevap beklemedi bile, yanından kaçarcasına uzaklaştı. Mürsel tek başına kala kaldı yine… I- Gönlünden Gönlüne Sürgün Yaşamak / 17 Üç gün sonra kızı tekrar gördüğünde, yanında yaşlı bir yabancı vardı. Melekcan’ı atına oturutmuş, gezdiriyordu. “Nereye?” diye sordu, barışmak için. Melekcan şımarık bir karşılık verdi: “Sana ne?” “Hâlâ bana kızgın” diye düşündü, Mürsel. “Yanındaki amca kim?” diye sordu bu kez… Bu kara yağız, deri giysili, ak saçlı, ak sakallı, uzun boylu, aleste duruşlu koca yiğidi ilk kez görüyordu. Adamın at sürerken savrulan pelerinine bayılmış, sol yanında sallanan uzun kılıcına vurulmuş, daracık deri yeleğini, savruk poturunu sevmişti… Ama en çok gözlerindeki çelik bakışa dalgındı: Bakmıyor, delip geçiyordu sanki. “Deniz levendi olunca ben de böyle bakacağım” diye geçirdi içinden. Melekcan’ın sesine toparlandı: “Amcam” diyordu kız, gururla; “benim amcamdır, atıyla gezdiriyor.” “Buralarda hiç görmemiştim.” “Çünkü akıllım, amcam Bitinya (Söğüt ve çevresi) taraflarındandır.” Bir an sustuktan sonra, gururla ekledi: “Osman Gazi Beyimizin hizmetindedir.” Mürsel’in merakı büyüdü birden: “Bitinya’yı duymuşluğum var, Osman Beyimizi de, lâkin oralar nerelerdir bilmem.” “Sen ne bilirsin ki zaten denizden başka” diye burun kıvırdı kız; “kanında deniz varmış da, içinde deniz akarmış.” Mürsel alaya alınmasına kızmıştı: “Öyle değil bi kere, tenim deniz kokuyor, kanım deniz akıyor dediydim, bunu bile doğru ezberleyemedin.” Atla birlikte koşarak konuşmaktan yorulmuştu. Nefes nefese kalmıştı. Alnı boncuk boncuk terlemişti. Adam atı durdurdu. Önce kendisi indi, sonra Melekcan’ı indirdi. Elini Mürsel’e uzattı: 18 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Adım Akça Koca, ya sen kimsin?” “Mürsel” dedi, gözlerine bakarak. “Mürsel, güzel isim. Gönderilmiş demek… Daha ziyade peygamberler için kullanılır. Demek denize sevdalısın.” “He” dedi gözlerini kırpıştırarak, “denizi bilir misin?..” Akça Koca, dalgın gözlerle denize baktı: “Bilmesine bilirim de, ben kara adamıyım. Hep karada savaştım.” Mürsel’in ilgisi adama iyice yoğunlaştı: “Savaştın mı?” “Beli.” “Üstündeki savaş kılığı yani?..” “Eh, sayılır.” “Kılıcın da kılıç ha…” “He ya, kılıçtır, ne sandın.” “Kaç kelle uçurdun peki?” “Siz erkek milleti” diye araya girdir Melekcan’ın sesi, “ölmekten öldürmekten, çekip gitmekten başka söz bilmezsiniz. Ben eve gidiyorum amca.” Sesi kızgındı. Mürsel fark eti bunu. “Gideceğim diye hâlâ kızgın” diye düşündü. Keyiflenmişti. Dudaklarında keyifli bir gülümsemeyle, Melekcan’ın arkasından baktı. “Kalmaya mı geldin, dönmeye mi?” diye sordu adama, sonra. “Bir süre kalmaya, sonra Allah ne gösterir bakalım.” Yeni tanıdığı adamı öyle merak ediyordu ki, soruları arka arkaya dizmekten kendini alamıyordu. Adam da gülümseyerek, her sorusunu cevaplandırıyordu. “Ailen yok mu?” diye sordu, bu kez. “Var olmaz mı” diye cevap verdi, adam; “var olmasına var, amma ki onları getirmedim, çünkü buralarda kalıcı değilim.” “Peki, evin uzaklarda mı?” “Pek sayılmaz. Nicomedya (İzmit) taraflarında, Ayan Obası’nda…” “Denizi var mı?” Güldür, Akça Koca: “Var” dedi, “yüzecek misin?” “He ya, hem yüzerim, hem gezmek isterim gemilerle.” I- Gönlünden Gönlüne Sürgün Yaşamak / 19 “Yine deniz yani?” “Hep deniz, daima deniz! Bazen gözlerimi kapatıyorum, hiç toprak olmadığını, her yerin denizle kaplı olduğunu düşünüyorum.” “Ne yer ne içeriz?” diye şakacıktan sordu, Akça Koca. Mürsel hayretle baktı yüzüne: “Deniz rızıktır aynı zamanda. Envai çeşit balıklar var. İnsan denizde aç kalmaz “Doğru, lâkin suyu tuzludur. Ne içeceksin?” Mürsel bir an daldıktan sonra, toparlandı: “Haklısın, bunu ben de bulamadım.” Akça Koca bir kahkaha attı: “Ya, bilmek için yaşamak lâzım.” Mürsel’in içinde merak kaynıyordu: “Bana savaşlarını anlatsana…” Birlikte kumsala inip yan yana bağdaş kurdular. Gözleri denizi taraya taraya konuşmaya başladılar. “Senin anlayacağın, evlât” diye söze girdi, Akça Koca; “biz Türkmen boyuna mensup bir aşiretin çocuğuyuz. Cennetmekân Ertuğrul Gazi'ye biat ettik. O ölünce oğlu Kara Osman Gazi’ye biatımizi tazeledik. Emrinde nice yıl kılıç üşürüp boy boyladık, soy soyladık, at tepikledik ve bugünlere geldik. Aykut Alp, Hasan Alp, Konur Alp, Turgut Alp, Abdurrahman Gazi, Köse Mihal, Gazi Fazıl, Ece Bey gibi dostlar edindik. Sen bilmezsin oraları, Nicomedya (İzmit), Diapolis (Akçakoca) gibi beldelere akınlar düzenledik. Ayan Gölü’nü (Sapanca Gölü), körfezini ve dahi hice Bizans kalelerini kılıç hakkıyla fethettiğimizde, uzun yaşayası Osman Beyimiz lütfettiler, bize ‘Koca’ unvanını verdiler. Amma asıl niyetimiz Nicomedya’yı fethedip Bizans’ın böğrüne girmek…” “Böğrüne girmek!..” diye atıldı, Mürsel… Öyle bir heyecan ve istekle bağırmıştır ki, Akça Koca, sözlerini aralayıp, gözlerini kırpıştıraraktan yanıbaşındaki çocuğa daha bir derin bakma ihtiyacı duydu: “Tekmil ciğeri kopmuştur” diye düşündü bir yandan da, “fetih aşkı olursa bu kadar olur!” “Amma artık Osman Beyimiz de kocadı, biz de kocadık” diye devam etti, “muradımız yerimize birini yetiştirip huzur içinde ölmeye çekilmek, lâkin o da olmadı işte: Savaşmaktan fırsat bulamadık.” 20 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Sözün burasında, Mürsel yine kendini tutamıyor, “büyüklerin sözü kesilmez” kuralını ıskalayıp söze dalıyor: “Beni yetiştirsene gendi yerine?” Akça Koca bir daha derin derin çocuğa baktı. Gözlerinden zekâ karışımı engin bir arzu fışkırdığını görünce, yoklamaya karar verdi: “Anan-baban bu işe ne der peki, öyle evinde oturup kılıç eri olunmaz.” Çocuğun yüzü karardı, başı düştü: “Anam babam” diedi iki hasret soluğu arasında, “Rodos korsanlarının baskınında şehit oldular. Bir öğle vakti ezanla geldiler ve obadaki herkesi kılıçtan geçirdiler. Kimisini de kaçırdılar. Ben dağlarda koyun gütmedeydim. Döndüm ki…” Ellerini yüzüne kapatıp sustu, deşhet sahnesini yeniden yaşıyordu. Yine sustu… Sadece sustu. Akça Koca biraz daha yaklaştı çocuğa. Sımsıkı sarıldı. Acılarını unutturmak istiyordu. “Üzülme. Hayat işte. Ne mutlu onlara ki, senin gibi bir çocukları var.” Mürsel ağlamayı da üzülmeyi de unutup sordu: “Sahi mi?” “Sahi ki, bir söz ancak bu kadar sahi olur. Yaman bir çocuksun!” Bir an düşündü: “Benim evladım olmak ister misin?” Bunun delice bir fikir olduğunu biliyor, ama kendini tutamıyordu. Çünkü onda kendi çocukluğunu görüyordu. Belki de bu yüzden görür görmez ısınıvermişti. Bu çocuğu yetiştirmek istiyordu… Yüreğini devletinin temeline koymasını ve kendisinin yarım bırakmak zorunda kalacağı herşeyi tamamlamasını arzuluyordu. *** I- Gönlünden Gönlüne Sürgün Yaşamak / 21 Üç gün sonra obadan birlikte ayrıldılar. Mürsel’in içine hüzünlü bir mutluluk dolmuştu. Obasından ayrılmanın hüznü, Melekcan ve ailesinin kendileriyle birlikte gelmekte olmalarının sevincine karışıp duruyordu… Bazen biri öne çıkıyordu, bazen öbürü… “En azından Melekcan var” diye düşünüp, hüznünü yenmeye çalıştı. 22 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp II Diriliş Yollarında Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmâniyânız kim, Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-i şehâdetten, Biz ol âlî himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim, Cihangirane bir devlet çıkardık bir aşîretten (Namık Kemal). Osmanlılar için Prusa (Bursa) ve Nikea’nın (İznik) önemi büyüktü. Prusa’yı “başkent” yapacak, ardından Nikea’yı (İznik) alarak Bizans’ı kalbinden vuracaklardı… Nikea’ya (İznik) sahip olduklarında, Olbia, Astakos düşecek, Nicomedia (İzmit) Yarımadası’nın ağzını kapatıp Körfeze, oradan da yarımadaya (Kocaeli Yarımadası) açılacaklardı. Onun öte tarafı ise İstanbul’du. Lâkin Bizans’ı çepeçevre sarıp dünyadan izole etmek, düzenli askerî birliklere sahip olmayı icap ettiriyordu. Bu işe kardeşi Alâüddin Beyle Kara Halil’i memur eden Orhan Gazi, öte yandan baba yadigârı silâh arkadaşları Akça Koca, Konur Alp, Abdurrahman Gazi ve Kara Cebeş’i İznik ile İzmit civarını tâcizle vazifelendirdi. II- Diriliş Yollarında / 25 Bu kuvvetler Hammer’in de kaydına göre, Rum askerlerini son derece yorduktan sonra kuzeyde Karadeniz, güneyde İzmit Körfezi, batıda İstanbul Boğazı ile sınırlı yarımadaya girdiler. Durmadan ileriye doğru hareket ederek ancak Boğaziçi kıyılarında durdular. Konur Alp, Akyazı ile Konurpa ve Ak-Ova’nın beri tarafında Sakarya Nehri’nin iki kıyısındaki kaleleri Rumların elinden aldı. Akça Koca da Ermenipazarı, Ayangölü, Kandıra kalelerini ele geçirdi. Ardından Akça Koca Semendire’yi zaptetti. Ondan sonra bütün bu civar kendi adıyla “Kocaeli” olarak anıldı. Nihayet Aydos üstüne gidildi. Aydos’un fethini, müverrihlerimiz, romantik bir hâdiseye bağlar… Buna göre, kale kumandanının kızı, rüyasında Abdurrahman Gaziyi görüp sever… Bir gün burçlardan, kaleyi muhasara eden Türkleri seyrederken, rüyasına giren Abdurrahman Gazi’ye gözleri ilişir. Çarpılmışa döner. Hemen bir mektup yazar. Bir taşa bağladığı mektubu, Abdurrahman Gazi’nin ayakları dibine atar… Abdurrahman Gazi mektubu alır. Kumandanın kızı, gece bu mevkiye gelmeleri halinde, onları bir ip merdivenle kaleye alacağını yazmaktadır. Osmanoğullları istişareye oturup meseleyi tartışırlar. Kimisi Allah’ın hikmeti der, kimisi umulmadık fırsat der, kimisi de tuzak olduğunu söyler. Fakat kaybedecek bir şeyleri yoktur. Hayli zamandır muhasara ettikleri halde, çok sağlam surların ardında bulunan şehir fethedilememiştir. Karar, Abdurrahman Gazi’ye bırakılınca, deneyeceğini bildirir. Seksen civarında bir kuvvet hazırlayıp, bir gece yarısı kızın mektupta belirttiğe yere gider. Hakikaten ip merdiven sarkıtılmıştır. Abdurrahman Gazi yukarı tırmanır, kapı nöbetçilerini bertaraf ederek dışarıda bekleyen arkadaşlarına kale kapısını açar. Şehri böylece ele geçirirler. Hemen hemen bütün yerli müverrihlerin tarihlerinde yer alan ve Hammer tarafından da kaydedilen bu olay, biraz romantik görünse de, olmayacak şey değildir. Çünkü himmet ehlinin dâimâ Osmanoğullarıyla birlikte olduğunu ve çeşitli sebepler altında bu muhteşem teşekkülde büyük rol oynadığını, cereyan eden ve edecek olan hâdiseler göstermiş bulunmaktadır. Daha sonra bu kız, Orhan Gazi tarafından, Abdurrahman Gazi’ye nikâhlanmış ve bu izdivaçtan Kara Abdurrahman dünyaya gelmiştir. 26 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Sonra da bu yiğit öyle büyük kahramanlıklar gösterip efsâneleşmiştir ki, Hammer, Rum kadınlarının, yaramaz çocuklarını “Kara Abdurrahman geliyor” diye korkutarak susturduklarını kaydeder. Bir yandan fetihler sürerken, diğer yandan Osmanlılar, Alâüddin Bey’in komutasında teşkilatlanıyor, beylik sür’atle devlet statüsü kazanıyordu. Bu süreçte para bazıldı, askere tek tip kıyafet giydirildi ve düzenli ordular kuruldu. 1327-28 yıllarına kadar Osmanlı Beyliğinde Selçuklu ve Bizans parası tedâvüldeydi. İlk Osmanlı sikkesinin bu tarihlerde basıldığı ve tedâvüle çıkarıldığı düşünülmektedir. Bunlar şayet doğruysa, Orhan Gazi, para bastıran ilk hükümdardır. Yine bu tarihlerde düzenli süvari ve yaya birlikler kurulmuş, asker ilk defa sınıflara ayrılmıştır. Bu tarihe kadar Ertuğrul ve Osman Beyler, umumiyetle süvari birlikleri kullanırlar ve bunlar gönüllülerden teşekkül ederdi. Orhan Gazi, artık bunun kifâyet etmeyeceğini görmüştü. Devlet olacaklarsa, her zaman savaşa hazır bulunacak düzenli ordu birliklerine muhtaçtılar. Sık sık savaşlara çıkılıyor, her zaman gönüllü asker toplamak, günün ulaşım şartlarında zor oluyordu. Ücretli asker bulundurulmalı, bunlar topluca bir yerde kalmalı, eğitim yapmalı ve kılık kıyafetleriyle, sivillerden ayrılmalıydılar. “Yaya” ve “müsellem” adlı iki sınıf asker meydana getirildi. Bunlar aylıklıydı. Sefer vaktinde, her nefere iki akçe yevmiye verilir ve dâimî surette her türlü vergiden muaf tutulurlardı. Gerçi Avrupa tarihleri ilk düzenli ordunun kurucusu olarak Fransa Kralı Yedinci Şarl’ı gösterirler. Vâkıa şudur ki, ilk düzenli askerî birlikler Orhan Gazi devrinde, Osmanlı Beyliğinde, Şarl’ın birliklerinden tam bir asır önce kurulmuştur (Hammer bunu itiraf etmekle dürüstlük gösteriyor). Bazı tarih kaynakları, yeniçeri birliklerinin de Orhan Gazi zamanında kurulduğunu kaydeder. Ancak bunu ihtiyatla karşılamak lâzımdır. Çünkü yeniçeri ocağı, daha sonra Murat Hüdavendigâr zamanında teşekkül etmiş, Hacı Bektaş Veli’nin duasını almıştır. Muhtemelen “yaya” sınıfının ilk teşekkülü, yeniçeriliğin temeli sayılmış ve Hüdavendigâr devrinde kurulan yeniçeri ocağı ile Orhan Gazinin “yaya” askeri karıştırılmıştır. Uzunçarşılı ile Danişmend de bu görüşü paylaşarak mütalâalar serd etmektedirler. II- Diriliş Yollarında / 27 Düzenli birliklerin meydana getirilmesi fikrini, müverrihlerimizden Neşrî, Cendereli (Çandarlı) Kara Halil’e mal eder. Tarihinin 154-155. sayfalarında hadiseyi şöyle anlatır: “Orhan Gazi diledi ki, leşkeri (askeri) ziyade olup amma ol leşker dahi kendü vilâyetinden (ülkesinden) ola. Bu işi Alâüddin Paşaya danıştı. Ol yetti, ana kadıya danışmak gerek. Cendereli Kara Halil Bursa Kadısı idi ve hem Edebâli’nin hısmı (bacanağı) idi. Ona danıştılar. O eytti: Sultanum, meğer ilden yaya yazub çıkaruvuz, didi. Reâyâ bu haberi işidecek pâdişah hizmetinde olalum deyu yaya yazılmağa bir mertebede riâyet gösterdiler ki, dimelü değil.” Bu ıslahat hareketlerini, bir veya birkaç kişiye mal etmek yerine, tarihî teşekkülün tabiî neticesi olarak görmek ve şahıslar yerine bir devre mal etmek, herhalde daha isabetli olur. 28 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp III Yürek, Bilek ve Emek Kılıç hızla kalktı… Aynı hızla havada bir kavis çizdikten sonra, indi… Çifte su verilmiş iki çeliğin buluşmasından doğan çınlama sesi tüm vadiye yayılıp yankılandı… Çınlamaya neşeli bir ses eşlik etti: “Hayda bre!..” Mürsel’in elindeki kılıç fırlamış, döne döne havalandıktan sonra yere inmiş, az ötede yere saplanmıştı… Mürsel şaşkın şaşkın boş eline baka kalmıştı. Kılıç ustası Akça Koca ise keyfince gülüyordu: “İşte buna hamail çıkarmak derler evlât!” Mürsel neden sonra toparlanabildi: “Bunu nasıl yaptın?” diye sordu ustasına, “hani bana herşeyi öğretmiştin.” Akça Koca hâlâ gülüyordu: “Ustaların çıraklarına öğretmediği birkaç oyun mutlaka vardır, genç dostum; onları da kendi becerinle ve kabiliyetinle öğreneceksin.” Mürsel gitti, toprağa saplı kılıcını aldı. Şöyle bir okkaladıktan sonra konuştu: III- Yürek Bilek ve Emek / 29 “Kılıcımda iş yokmuş.” “Kabzasında mı, çeliğinde mi?” diye sordu Akça Koca, ak sakalını sıvazlaya sıvazlaya; duydukları hoşuna gitmemiş gibiydi. “İkisinde de” dedi Mürsel, “kabzasında da iş yok, çeliğinde de.” Akça Koca, elini çırağının omuzuna koydu, kenara aldı, çimlere oturdu: “Geç bakalım evlât karşıma, otur gönlünce.” Mürsel de oturdu. Bal rengi gözlerini baba bellediği ustasına dikmişti. Merakla söyleyeceklerini bekliyordu. “İmdi” diye söze başladı Usta, “imdi sözlerimi eyi belle; belle ki, sonradan çuvallayamayasın. Bu essahtan bir dövüş olaydı şimdiye sen ölüydün çoktan, doğru “Doğrudur.” “Sağ kalmanı öğrenme maksatlı dövüşe borçlusun; bu da doğru mu?” “Beli, bu da doğrudur.” “Bir nevi kılıç oyunu oynuyorduk yani.” “Oynuyorduk.” “Velâkin hayat oyun değildir evlât! Küçük bir hata, azıcık gaflet ölüme kadar giden yolu açar ve sen ardı sıra kendi hayatına baka kalırsın.” “Yani?” Akça Koca yaşından beklenmeyen bir çeviklikle ayağa fırladı. O kaltınca Mürsel de hemen kalaktı. Şimdi karşı karşıya duruyor bir birlerinin gözlerine bakıyorlardı… Akça Koca’nın gözleri şaşılacak kadar gençti. Delikanlı delikanlı bakıyordu. Hafif büzülmüş, çehresine bir yumuşaklık katmıştı. Ama istediğinde çelik temren gibi baktığını ve bakışlarıyla karşısındakini delip geçtiğini Mürsel çok iyi biliyordu. Nasıl dövüştüğünü birkaç kez görmüştü. Onun gibi olmak istiyordu: Onun gibi bakmak, onun gibi yakmak… Fakat yanmayan yakamazdı: Bunu da Akça Koca’dan öğrenmişti. “Yanmayan yakamaz evlât” demişti, “yanacaksın ki, yakasın; kavrulacaksın ki kavurasın, oda döneceksin ki, düşmanını eritesin, korkutasın. Düşmanını kılıcından önce yüreğinle yeneceksin.” “Nasıl olacak bu?” diye sormuştu, merakla. 30 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Zamanla olacak helbet. Evvela ustalaşacaksın. Yetmez: Okuna, kılıcına yüreğini katacaksın. Yine yetmez: Yüreğine de cesaret, fedakârlık ve kararlılık karıştıracaksın. Bu dahi yetmez, kılıcını keyfin için değil, devletin ve milletin için kullanacaksın…” Sözün burasında iyice ciddileşmiş, sakalının arasında parmaklarını dolaştıra dolaştıra konuşmasını sürdürmüştü: “Eh, gayri bu kadarı yeter demektesin şimdi ya, bunlar dahi yetmez: Mutlaka bir hedef sahıbı olacaksın. Hedefin yoksa sen de yoksun. Yani ancak hedefin kadar var olabilirsin.” Birden gözlerini gözlerine mıhlayıp, sormuştu: “Senin hedefin nedir evlât?” Soru o kadar beklenmedik bir zamanda gelmişti ki, Mürsel kararlılığını unutup çocuklaşmış, çocukluğunu kekelemişti: “Re.. Reis olacağım.” “İnşallah de…” “İnşallah!” “Unutma: Kudret onun, gayret bizimdir. O istemezse hiçbir şey olmaz. İmanın ne kadar kuvvetliyse, sen o kadar kuvvetlisin! Eyice bir belledin mi?” “Belledim Usta!” Ellerini arkasına atmış, bir o yana bir bu yana voltalanmış, sonra durup gözlerini Mürsel’in gözlerine çivilemişti. Uzun uzun bakmıştı… Mürsel de inadına gözlerini kaçırmamıştı… “Aferin evlât, gözlerini gözlerimden çekmemen eyi, bu kararlılğını ve cesaretini gösterir.” “Evvelallah!” “Dur dur dur, şımarma hemen! Anladık reis olacaksın. Peki niçin?” “Daha önce söylediydim ya, denizi seviyorum.” “Ha tamam. Terim deniz kokuyor, kanım deniz akıyor dediydin. Bu kadarcık “He ya, yetmedi mi?” Duydukları hoşuna gitmemiş olacak ki, Akça Koca’nın yüzü düşmüştü: “Yetmez helbet, dahası gelmeli.” III- Yürek Bilek ve Emek / 31 “Dahası” demişti çabuk çabuk, “Osmanlı’ya reis olup yedi deryada bayrak göstereceğim.” Yüzü yeniden aydınlanmıştı Akça Koca’nın: “Haşşöyle. Reisliği gendin için isteseydin, sana öğrettiklerimi haram eder, bir daha da yüzüne bakmazdım. Amma bir dava için istiyorsan, emeği hak ediyorsun.” Dalgın dalgın sormuştu: “Peki, neden Osmanlı, Karesi neyine yetmez?” Bunun cevabını biliyordu. Yıllar önce kendisi ustasına aynı soruyu sormuştu çünkü. Vaktiyle aldığı cevabı verdi: “Gelecek Osmanlı’da, bunun için Osmanlı!” Bu kez yüzüne güneş vurmuş gibiydi, göz bebekleri ışımış, neşeyle gülümsemiş: “Hah” demişti, “bunun için Osmanlı! Aferin.” Koyunların, keçilerin melemesiyle köpeklerin havlamasına uyandı.Türkmen boylarından biri daha bir yerlere göçüyordu. “Bu böyle olmaz” diye geçirdi aklından, “elden ele, ilden ile savrulup durmak olmaz, yerleşik düzene geçmeliyiz. Bütün Türkmenleri bir bayrak altına alıp savrulmaktan kurtarmalıyız.” Akça Koca’ya baktı. O da sabırla kendisine bakıyordu. Gözleri buluştu. Buluşup anlaştı: “Anlayacağın evlât” dedi, “kusur ne kılıçtadır ne kabzasında, kusur kabzayı tutan eldedir, hatta elde bile değil, o eli el yapan yürektedir.” Cümleyi bıraktığı yerden alıp, yine tayşı gediğine koymuştu. Koymasına koymuştu, ama gencecik Mürsel’i de kızdırmıştı: “Yüreksiz miyim yani?” “Değilsin tabii, hemen surat asma. Sadece kılıcının kabzasını yüreğinle tutmuyorsun. Yüreğinle tutsan elinden uçup gitmez.” Atılıp bileğini yakaladı: “Yürek ayrı, bilek ayrı, kılıç alrı, kabza ayrı değildir Mürsel, bunlar bir bütündür. Yüreğin bileğine, bileğin kabzaya, kabza kılıca akacak. İşte o zaman tuttuğun şeyin kılıç kabzası değil, hayatın olduğunu anlayacaksın. Ancak o zaman nasıl bir darbe gelirse gelsin, kılıcın elinden fırlamayacak… Yürek, bilek, kabza ve kılıç… 32 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Anlamıştı… “Anladım” derken hızlı hızlı başını salladı. “Eh madem anladın, hadi bakalım, biraz daha devam edelim, ardından ok talimi yaparız.” Talime başladılar… Ne o gün, ne de o günden sonra, Mürsel’in elinden kılıcı düşmedi. Yaralanıp yere serildiği zamanlarda bile kılıcını sım sıkı tuttu. İkisi bir bütün oldular. Nihayet bir gün Akça Koca, onu karşısına oturtup, “Buraya kadar” dedi, “bildiğim herşeyi öğrettim, değme kılıç ve ok ustası oldun, var hayatını çiz.” “Bu kadar erkence mi?” diye kekeledi, “ayrılıyor muyuz yani?” Akça Koca gönlünce güldü: “Yok be evlât. Demem o deme ki, sen de artık ustasın. Ustaçırak münasebetimiz burada bitti. Bundan sonra yoldaşız.” Bu nasıl olurdu? Aralarında elli yaş vardı. Bildiği herşeyi ondan öğrenmişti. Yalnızlığını gölgesinde gidermiş, umutsuzluğunu onun umutlarıyla yenmişti. Baba diyesi vardı, ama diyemiyordu. Oysa Akça Koca’nın ak çehresi, “Ana” dediği kadının şefkat bakışı, “kardeş” bellediği Akça Koca kızlarının ılık tebessümü ve tabii deniz tüm dünyasıydı. Yine de ustasına “baba” diyemedi. Zaten o da izin vermezdi. “Ben yalnızca üç kızımın babasıyım, seni de yoldaş belledim, o kadar!” deyiverirdi. Üç kız… Büyüğü yirmisinde, ortancası onyedisinde, küçüğü on dördünde… Halime Ana beş sene kadar önce ölmüş, annesini ikinci kez kaybetmiş gibi hissedip günler boyu ağlamıştı… Kızların hepsini kardeş bellemişti. Kardeşlerin en büyüğü Gülaçtı’ya “abla”, Aykız’la Bâlâ’ya “kardeş” diye diye büyümüştü. Ne var ki, Akça Koca’nın kardeşi Kılıç Bey’in tek kızı Melekcan’a aynı gözle bakamamıştı. Gördükçe içinde güller açıyor, kalbi hızlı hızlı çarpıyor, binlerce meleğin kelebekleşerek çevresinde uçuştuğunu, ateş olup yanaklarını bastığını hissediyordu. III- Yürek Bilek ve Emek / 33 Her defasında utanıyor, ezilip büzülüyor, fakat bir türlü kabullenemiyordu: “Yok canım” diyordu kendi kendine, “ne aşkı, ne sevmesi, ne tutkusu? Ben denize aşığım, kılıç erliğini seviyorum, reisliğe tutkunum, hayatımda başka tutkulara yer yok.” Öteledikçe yüreği eziliyor, tutundukça gevşiyordu, ama hissettiği her neyse, adını bir türlü koyamıyordu, kendine bile itiraf edemiyordu. “Yok hayır, mümkün değil!” diye diye çadır direğini yumrukluyordu. Gördükçe, neden ateş oku yemiş gibi dengesi bozuluyordu peki?.. Sesini duydukça, niçin kalbi yerinden çıkacak gibi çarpıyor da, yerinden çıkmasın diye elini göğsüne bastırmak zorunda kalıyordu?.. Hele de kızın yosun bakışlı gözleri, kendi gözlerine değince, neden her tarafı yanmaya başlıyor, ne diyeceğini şaşırıyor, saçma sapan konuşmaya başlıyordu? Melekcan’ın gözleri de gözdü hani: Derin maviliği Hellespontos&(Çanakkale) Boğazı’nın suyundan daha parlak, derinliği görmediği en büyük denizin derinliğinden daha fazlaydı… Bakışları buluştukça ışık saçıyor, onun gözleri ışık saçarken, Mürsel, en meçhul denizin en dev dalgalarının arasına yuvarlanıyordu… Çırpınıyordu… Boğuluyordu… “Tut elimi, boğuluyorum!” diyemiyordu. O sabah dayanamadı, obanın en namlı ismi Bilge Dede’yi görmek ve yol yordam öğrenmek için dağlara gitti… Ovaya hâkim tepenin üstündeki bir mağarada yaşıyordu. Kapı yerine bir deve postu asmış, koyun postlarından yatak ve yorgan yapmıştı. Üstünde ise kara keçeden kendi biçip kendi diktiği tuhaf elbise vardı. İddiasına bakılırsa, giydiği elbise yazın serin, kışın sıcak tutardı. Mürsel içeri girdi. Mevsim yaza evrildiği için ateş yoktu. Tabii ışık da yoktu. Sadece okurken mum yakar, zamanının çoğunu alaca karanlıkta düşünerek geçirirdi. “Karanlık beynin çalışmasını hızlandırır, dikkatin dağılmasını da önler” derdi. 34 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Mürsel, gözlerinin karanlığa alışması için bir süre bekledi. Ancak gözleri karanlığa alıştığında Bilge Dede’yi fark etti. Mavi ile kırmızı karışımı bir mindere yaslanmış, geni çıkarmak için derin derin bakıyordu. “Benim Bilge Dedem” dedi, Mürsel, yaşlı adamı zahmetten kurtarmak için, “dert döküp, deva aramaya geldim.” Bilge Dede’nin bembeyaz saçları omuzlarında, aynı beyazlıkta sakalları göğsündeydi. Gözlerini iyice kısıp bir zaman daha baktı. Karşısındakini istediği netlikte göremeyince de ahşap çerçeveli gözlüğünü burnunun üzerine yerleştirdi. Camlarını da çerçeveyi de kendisi yapmıştı. Oba halkı şaşırıp kalmış, herkes denemek istemiş, fakat Bilge Dede, başkasının elinin değmesi halinde sihrin bozulacağını söyleyecek kimseye dokundurtmamıştı. Onsuz burnunun ucunu dahi göremiyor, onu burnunun üzerine oturtur oturtmaz, herkesi tanıyor, özellikle bir şeyler okurken ya da yazarken gözünden çıkarmıyordu. Oba halkı Bilge Dede’nin icadını kerametine veriyor, “Mübarek adam ermişlerden en ermişi” deyip daha derin bir saygı gösteriyordu. “Sen miydin Mürsel oğlum?” “Beli Dedem, benim.” Yekten kızdan bahsetmeye utandığı için de, söze Karesilerle Osmanlılardan girdi: “Bilge Dedem, bir yol bana de ki, Karesioğulları mı, Osmanoğulları mı?” Sanki böyle bir soru bekliyordu. Hemen söze girdi: “Sana kestirmeden deyivereyim ki ayoğul, Karesi’nin ömrü kısadır. Nedendersen, bu topraklar böyle topraklardır. Bu topraklarda kurulan devlet paydar olmaz.” Derin bir nefes alıp verdikten sonra devam etti: “Büyük İskender’in Granikos Çayı (Biga Çayı) kıyısında uğradığı bozgundan sonra, bu topraklara kim geldiyse, tutunamadı. Neden dersen, buraya yerleşenler desteği Anatolya’dan (Anadolu) almalı. Anatolya olmazsa, bura da olmaz.” “Osmanoğulları diyorsun?” III- Yürek Bilek ve Emek / 35 “Aynen onu diyorum. Amma ilkten kendini geliştir ki, Osmanlı buralara geldiğinde yahut biz Osmanlı’ya gittiğimizde hazır olasın.” “Yani?” “Deniz tutkunluğun berdevam mı?” “Berdevam evvelallah!” “Karesioğulları denizcidir, onlarla kendini çabuk geliştirirsin. Ardından ver elini Bitinya, ver elini Osmanoğulları…” “Nereden gelme bu Osmanoğulları, Dede?” “Bizim geldiğimiz yerlerden, illa velâkin bizden daha cevherli yürekleri var. Biraz anlatmamı ister misin?” “Zahmet olmazsa…” “Olmaz. Keyif olur. Hele iyice bir yerleş de…” Diz çöktüğü yere iyice yerleşti Mürsel. Bilge Dede anlatmaya başladı: “Varlığın çekirdeği, Merv ve Mahan bölgelerinden Anadolu’ya gelen Oğuzların Bozok kolundan Kayı Boyu’nun Karakeçili Aşireti tarafından atıldı… “Büyük göç Ahlat civarında sekiz sene kadar soluklanıp hazırlandıktan sonra, Batı’ya yöneldi. Engürü (Ankara) yakınlarında Aşiretin Beyi Gündüz Alp öldü. Dul eşi Hayme Ana, eski Türk geleneklerindeki töreye uygun olarak, bir süreliğine yönetimi ele aldı. Sungur Tekin, Gündoğdu, Ertuğrul ve Dündar isimli dört oğlu vardı. Dündar henüz çocuk yaştaydı. Bir gün Hayme Ana, Ak Saçlular Meclisi’ni toplayıp yetişkin oğullarını tek tek bu meclise çağırdı. Her birine tek soru soruldu: ‘Seni aşirete bey yaparsak, bizi nereye götüreceksin?” “Sungur Tekin ile Gündoğru, yaklaşık olarak aynı cevapları verdiler: ‘Moğol istilâsı sebebiyle terk etmek zorunda kaldığımız ata topraklarımıza gerü döneceğiz. Eski topraklarımızda çiftçilik ve hayvancılık yapacağız. Böyle böyle geçinip gideceğiz.’ “Böyle dediler, çünkü ufukları çiftçilik ve hayvancılıkla sınırlıydı. Hayme Ana, son bir umutla Ertuğrul’u çağırdı ve aynı soruyu sordu. Ertuğrul’un verdiği cevap, Hayme Ana’nın özlediği cevaptı. Şöyle diyordu: ‘Anacığım ve ey aşiretimin uluları! Deryayı (denizi) geçeceğiz ve devlet olacağız!’ 36 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Ertuğrul ne deniz görmüştü, ne de devlet bilirdi. Muhtemelen bunları Ahi Evran’ın ve Ahmed Yesevi’nin göçebe dervişlerinden öğrenmişti. “Ağabeyleri buna şiddetle itiraz ettiler. Ufukları sınırlıydı: Herkes ancak ufku kadar vardır evlât.” Mürsel dayanamayarak söze girdi: “Ah, bunu Akça Koca ustam da her daim söyler.” “Bilirim” derken güldü Bilge Dede, “benden öğrendi. Neyse biz hikâyemize dönelim…” “Dönelim, evet, çok garip bir hikâye…” “Ağabeyleri itiraz edince, konuyu görüşmek üzere “Aksaçlular Meclisi” tekrar toplandı. Maalesef onlar da ikiye bölünmüştü: Kimisi dönelim dedi, kimisi kalalım, bir uzlaşma sağlanamadı.” “Bölünüp parçalandılar yani.” “Öyle oldu. Sonuçta Ertuğrul’un ağabeyleri, aşiretin yarısından fazlasını yanlarına alarak geri döndüler. Döndüler ya, dönenlerin akıbetleri bilinmiyor. Evlât, tarih dönenleri değil, hedefe düşe-kalka yürüyenleri yazar.” “Bunu söylerken yanıbaşında duran kara deri kaplı kitaba “tak tak” vurmuştu. Devam etti: “Şimdiki Kayı Boyu’nun Beyi Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Bey ise Peygamber müjdesi şehrin (İstanbul) istikametine yöneldi ve yüreğinin götürdüğü yere yürüdü. Yolda karşılaştığı kolaylaştırıcı hadiselerin de yardımıyla Söğüt ve Domaniç’i yurt tuttu. Zamanla Selçukluların ucbeyi oldu. Mânevi kardaşım Şeyh Edebali’nin himmetiyle çarklar dönmeye ibaşlamıştı.” Biraz durup dinlendikten sonra, konuşmasını bıraktığı yerden sürdürdü: “Ertuğrul Gazi ölünce yerine oğlu Osman geçti. Devletler ve milletler hayatı açısından çok kısa sayılabilecek bir zaman zarfında çevredeki Bizans kalelerini alıp kök saldı. Daha da kök salındıkta, büyük fetih seferi başlayacak. Bu bir yürek seferidir ve özünde Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in fetih müjdesi vardır. Maksat malmülk biriktirmek, şan-şöhret kazanmak değil, Allah adını ilâ etmek, yaymak ve yüceltmektir! Bunu bilen gazi dervişler, abdallar, Alperenler, kısacası yürek adamlar kitleler halinde Osmanlılara katılıyor, Osmanlı III- Yürek Bilek ve Emek / 37 ordusu git gide evliyalar ordusuna dönüşüyor. Senin anlayacağın, cihan hâkimiyeti mefküresi önce yüreklerde tutuşuyor, ardından dünyayı tutuşturuyor. Onlara katılırsan meşale olur, hem kendini hem de çevreni aydınlatırsın, buralarda ise sönüp gidersin.” Ürperip titredi. “Üşüdün mü?” diye sordu Bilge Dede. “Yok, üşümedim, sözlerinin kuvvetinden ürperdim. Peki ya bunlar olurken, Akça Koca ustamın bahsettiği Avropa uyur da bekler mi?” “Avropa’yı boşver. O meçhul beldede sadece bölük-pörçük devletcikler var. Dönenim en büyük Avropa Devleti, Altınordu Türk Hakanlığı’dir. Bizden yani. Moskova Büyük Prensliği ve Novgorod Cumhuriyeti gibi Rus ve Norman devletçikleri, Altınordu’ya bağlıdır. Finlandiya’ya İsveç Krallığı hâkimdir, Kuzeyde Norveç ve Danimarka Krallıkları vardır. Lehistan Krallığı ile Litvanya Büyük Dükalığı önemsiz devletçiklerdir. Gerisini hatırlamak ister gibi bir zaman bekledi: “Amma ki Macaristan yabana atılamaz: Avropa’nın en güçlü devletlerinden biridir. Sınırları Adriyatik’ten Karadeniz’e kadar uzanır. Bulgaristan Krallığı ile Eflak ve Boğdan Prenslikleri, Altınordu’nun nüfuzu altındadır. Sırbistan Krallığı ise henüz gelişme halinde küçük bir devlettir… “Avropa’nın en büyük deniz gücü Venedik Cumhuriyeti’dir. Bu yüzden Avropa’da geniş bir nüfuza sahiptir. Girit ve Ağrıboz gibi bazı önemli adalar da ona aittir. En büyük rakibi Ceneviz Cumhuriyeti’dir. Zira Ceneviz’in de denizlerde hâkimiyeti tartışılmazdır. “Orta İtalya, Papalık Devleti’nin elindedir. İspanya da Avropa’da ciddi sayılabilecek bir güçtür, amma Güneyi Endülüs İslâm Devleti ile sınırlanmıştır… “Endülüs Emevi Devleti Avrupa’nın hâlâ büyük güçleri arasındadır. Başkent Gırnata Avrupa’nın en büyük ve en mamur şehri olarak bilinir. İngiltere Krallığı hemen hemen tüm İrlanda’ya hâkimdir… İskoçya ise bağımsız bir krallıktır… Fransa Krallığı nüfus bakımından Avrupa’nın en büyüğüdür. Almanya dönemin en geniş topraklarına sahip bir Avropa devletidir. Aynı zamanda Katolik dünyasının tek imparatorluğudur. 38 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Napoli-Sicilya Krallığı da dönemin önemli devletleri arasında sayılabilir. Avropa’nın en yoğun nüfuslu şehirleri Gırnata, İstanbul ve Paris’tir… “Avropalı insanlar genel olarak fakir, bilgisiz, görgüsüz insanlardır. Birbirlerini yeyip dururlar. Yani vaziyet bu beyliklerden birini büyütecektir ve büyüyen Osmanoğulları olacaktır.” Mürsel daha fazlasını dinlemeye dayanamayıp sordu: “Niye ki?” “Çünkü her ferdi yüreğinde devlet çekirdeği taşıyor.” “Ben de taşıyor muyum peki?” “Onlarla buluşursan sen de taşırsın. Varlığının bir hedefin olur. Nereye gideceğini bilirsin. Nereye gideceğini bilen yolcu yolunu şaşırmaz. Nereye gideceğini bilmeyen yolcuyu ise hiçbir yol hedefine götürmez.” Kafası karışmıştı, ama anlatılanların bir kismini de net olarak anlamıştı. Osmanoğullarına katılacaktı. Bunca ciddi konudan sonra kız meselesini açmaya cesaret edemedi. İstemeye istemeye kalktı. “Sağol. Ver elini öpeyim.” Bilge Dede elini vermedi. Lıkır lıkır gülüyordu: “Dur hele” dedi, “asıl mesele gelsin…” Mürsel irkildi… “Bilge Dede insanın aklından geçenleri okuyor” derlerdi de, inanmazdı. Peki, şimdi bu soru neyin nesiydi? Okumuştu işte içinde dönüp duran Melekcan’ı… Cesareti kırıldı: “Yok, bu kadardı, sağol, içimi ferahlattın.” Hâlâ lıkır lıkır gülüyordu: “Bu kadar değil genç dostum, ötesi gelmeli ki ben de sen de ferahlayalım. Gönül acısı mı?” Zaten biliyordu işte, saklamakna ne mânâ vardı? Başını salladı. “Akça Koca’nın kerimelerinden biri mi?” Mürsel atıldı hemen: “Tövbe! Onlar benim bacım…” “Şu halde Kılıçbey’in kızı.” Bu adam ne çok şey biliyordu böyle, tüm vücudu kasılmış ve terlemişti, galiba biraz da korkmuştu. III- Yürek Bilek ve Emek / 39 Yine başını öne doğru salladı. Yüzü ateşten yanıyordu. “Anladım. İki hafta sonra Nevruz toyu var obada, biliyorsun? Lakin yavrum sen kaç yaşındasın bakalım, evlilik için erkence değil mi vakit?” “Onsekizindeyim” dedi boğuk bir sesle…” “Eh, çok da erkence sayılmaz. Zaten aşk toyluk felan da tanımaz.” Sesi çıkmaz diye korktuğu için konuşmuyor, kafa sallamaktan başka bir şey yapamıyordu. “Nevruz toyunda yavuklular yavuklanırken, sevdiğin kızın yanında durup dur, bir saniye bile ayrılma. Eğer kız ‘ötelen’ falan derse, bil ki sende gönlü yoktur. Yanında kalıp kalmaya razı gelirse, bil ki gönlü sendedir. Gerisi kolay.” Bilge Dede’nin mağarasından sevinerek çıktı. Nevruz toyunu bekleyecekti. Utansa da, sıkılsa da Bilge Dede’nin söylediklerini harfiyen uygulayacaktı. Uyguladı, gördü ki kızın da gönlü kendisinde. Ne var ki kızı isteyecek, toy-düğün kuracak vakti olmadı. Akça Koca bir gecenin sabah alacasında başına dikilip,“Haydan bre!” çekti. Bu “Gidiyoruz” demekti. Artık “nereye” diye sorulmaz, yola düşülürdü. Giyinip avluya çıktığında atları eğerlenmiş, erzakları yüklenmiş buldu. Akça Koca onu her defasında şaşırtmayı başarıyordu. “Ne zaman kalktın” diye sordu. “Kalkmadım, çünkü uyumadım. Hayat geceler boyu uyuyacak kadar uzun değildir. Neyse, bin bakalım atına. Yolcu yolunda gerek.” “Bacılar?” dedi, “bacılarla vedalaşmamız gerekmiyor mu?” Aslında aklı Melekcan’da idi. “Gerekmiyor” dedi ihtiyar, “hasat iyiydi, yiyecekleri var, kardeşim de göz-kulak olacak. Zaten onlar bensizliğe alışkındır. Yakında sensizliğe de alışırlar.” Nereye gittiklerini yine sormadı, ama bu seferki suskunluğu kızgınlığındandı. Bu gidişi akşamdan haber verse olmazdı sanki. İnadına sustu. “Akşamdan haber verseydim, onunla vedalaş, bununla konuş derken uyuyamazdın. Bak şimdi güzelce uyudun, gideceğimiz yerlerde kuvvete ihtiyacımız var Buna da sustu. Sessizce atına atladı. Akça Koca’nın yanı sıra sürmeye başladı. Uzaklaştıkça içi dağlanıyordu. 40 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp 42 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp IV Çapaçul Şövalyeler Osmanlılar için Prusa (Bursa) ve Nikea’nın (İznik) önemi büyüktü. Prusa’yı “başkent” yapacak, ardından Nikea’yı (İznik) alarak Bizans’ı kalbinden vuracaklardı… Nikea’ya (İznik) sahip olduklarında, Olbia, Astakos düşecek, Nicomedia (İzmit) Yarımadası’nın ağzını kapatıp Körfeze, oradan da yarımadaya (Kocaeli Yarımadası) açılacaklardı. Onun öte tarafı ise İstanbul’du. Lâkin Bizans’ı çepeçevre sarıp dünyadan izole etmek, düzenli askerî birliklere sahip olmayı icap ettiriyordu. Bu işe kardeşi Alâüddin Beyle Kara Halil’i memur eden Orhan Gazi, öte yandan baba yadigârı silâh arkadaşları Akça Koca, Konur Alp, Abdurrahman Gazi ve Kara Cebeş’i İznik ile İzmit civarını tâcizle vazifelendirdi. Bu kuvvetler Hammer’in de kaydına göre, Rum askerlerini son derece yorduktan sonra kuzeyde Karadeniz, güneyde İzmit Körfezi, batıda İstanbul Boğazı ile sınırlı yarımadaya girdiler. Durmadan ileriye doğru hareket ederek ancak Boğaziçi kıyılarında durdular. Konur Alp, Akyazı ile Konurpa ve Ak-Ova’nın beri tarafında Sakarya Nehri’nin iki kıyısındaki kaleleri Rumların elinden aldı. Akça Koca da Ermenipazarı, Ayangölü, Kandıra kalelerini ele geçirdi. Ardından Akça Koca Semendire’yi zaptetti. Ondan sonra bütün bu civar kendi adıyla “Kocaeli” olarak anıldı. Nihayet Aydos üstüne gidildi. IV- Çapaçul Şövalyeler / 43 Tam gün at süren ikili, yemek ve namaz için sadece üç kez mola verdiler. Havakararmaya yüz tutmuştu. Aksi gibi yağmur da fena bastırmıştı. Ormanlık alanda at sürmekte ikisi de zorlanıyor, ancak bunu bir birlerine itiraf etmiyorlardı. Mürsel, ancak akşam namazı molasından sonra ağzını açtı: “Yoruldun mu?” Akça Koca’nın keyfi o dakika yerine geldi. Asık süratla at koparması, sabahtan beri sinirine dokunmuştu, ama üstüne varmamıştı. Ne de olsa obadan ilk ayrılışıydı. Yürdeğinin acıması ve bunu bir şekilde yansıtması normaldi. “Yoruldum, ancak senin kadar değil. Ben eski toprağım.” Delikanlı eski toprağa baktı: Yetmişine dayanmış yaşıyla hâlâ delikanlı gibiydi. “İyi” dedi, “o zaman sabaha kadar sürelim benim için hava hoş.” “O kadar da uzun boylu değil. Şu orman bitiminde eski bir ahbabımın hani var, orada dinleniriz. Hem hayvancıklar da yoruldu.” “Kendi yorgunluğunu atlara atmana bayıldım, doğrusu çok iyi bir buluş.” Çın çın bir kahkaha attı. “Yavaş” diye uyardı eski kurt, “buralar tekin değil. Bir yanı Karesioğulları ise öteki yanı Bizans...” “Bizans yakın yani?” At sürdüğümüz toprak onların. Ama yakında bizim olur.” “Gelmişken fethetmeli ki…” Sustu. İki kişi ile olacak iş miydi? Bu kez Akça Koca’nın kahkahası çınlattı ormanı. Kara Mürsel’e de uyarmak düştü: “Sus Koca yiğit, buralar tekin değil denmiştir, sözü ikiletme!..” Börkünü çıkardı. Islaklığını silkeledi. Yüzünü sildi: “Aslında biz de tekin değiliz! Keşke birileri sataşsa de senden öğrendiklerimi bir bir uygulasam!..” Akça Koca kahkahasını yutkunurken, boğuk boğuk konuştu: “Dertsiz başına dert arıyorsun anlaşılan.” “Aramama gerek yok. Nasılsa gelir. Şu senin hancı bizden biri mi?” “Yok, neden sordun.” “Bizanslı filan mı yani?” 44 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Bizanslı filan, bir Bizanslı ile arkadaş olamam mı yani?” “Olursun elbet, fakat onlar fitnenin başı demez misin, bir de Sen-Jan şövalyeleri… Bu ikisinden birine çattık mı belanın ortasını bulduk demektir.” “Handa rahat dur. Başına bela arama. Yaşlı yoldaşın dövüşmek değil, yalnızca uyumak istiyor.” Akça Koca’nın söylediği gibi, ormanın sonunda karşılarına taş bir han çıktı. Hancı şaşılacak kadar kısa ve yürürken yuvarlandığını düşündürecek kadar şişmandı. Atları ahıra çekildi. Kendileri ocak başına geçip kurulanmaya oturdular. Bir de çorba söylediler: “Aman Kalamos, bilirsin ki domuz eti yemiyoruz, çorbamızda zerresi bile olmayacak!” Şişman hancı elini boşlukta sallayıp süne sineği gibi döndürerek, “Nerdeee” diye uzattı. Bizans’taki tüm domuzcukları saraydaki domuzlar yiyor. Bize kala kala koyun moyun kalıyor. Aylar var ki, hana domuz eti girmedi. Merak etme.” Uzaklaşırken, dönüp tekrar baktı: “Seni gördüğüme sevindim Akça yiğit. Ama yanındaki gence dikkat et, gözleri dehşet saçıyor.” Mürsel az daha yerinden fırlayıp adamın gırtlağına sarılacaktı. Bereket versin Akça Koca onu durdurdu: “Sakin ol, sadece şaka yapıyor.” Mürsel sakinleşince handakilere baktı. Denizci kılıklı üç kişi, hana girdikleri andan itaberin kendilerini göz hapsine almışlardı. Bir yandan içiyor, bir yandan bakıyor, zaman zaman da fısıldaşıp kahkahalar atıyorlardı. “Niyetleri iyi görünmüyor” diye fısıldadı. “Kimlerin?” diye sordu, Akça Koca. “Şu karşıda oturan denizci kılıklıların... Bir yol başka tarafa baktıkları yok.” “O zaman sen başka tarafa bak.” Bu sırada denizcilerin üçü birden ayağa kalktı. Gözlerini Mürsel’in üstünde tutarak kahkahalar atmaya başladılar. Mürsel diş gıcırdatıyor, Akça Koca onu yatıştırmaya çalışıyordu: IV- Çapaçul Şövalyeler / 45 “Aldırma aslanım, serseri takımı bunlar! İnsan soymayı gözlerine kestirdiler mi, böyle kavga çıkarırlar.” “Olmaz!..” diyerek kestirdi attı Mürsel, “belâdır, sakınalım deriz; lâkin ille de üstümüze gelirler. Bak şu şişkoya, güldüğü yetmez gibi, üstelik parmağıyla beni işaret ediyor. Bütün hana rezil olmaktansa dövüşürüm daha iyi.” “Uzun etme! Bütün han dediğin biz, onlar, bir de hancı... Kim duyacak, kim bilecek? Otur oturduğun yerde!” Akça’nın alay edip etmediğini anlamak için yüzüne dikkatlice baktı. Haniyse korktuğuna hükmedecekti. Muzip gülüşünü ince dudaklarında gezinir görünce, rahatladı. Fırladı kalktı, ellerini beline dayayarak iki adım ileri attı: “Ne o denizciler, garip bir şey mi gördünüz?” “Sana ne be!” diye aksileşti, şişman olanı. “Beni işaret ediyorsunuz da beğenip beğenmediğinizi merak ettim; uzunca ölçüp biçtiğinize göre, söyleyin bakalım, niye sırıtıyorsunuz?” Üçü birden ağır adımlarla yaklaştılar. “Vay!..” dedi biri diğerlerine, “acaba kemerindeki kese de ağzı kadar kalabalık mı? Eğer öyleyse değmeyin keyfimize.” Mürsel’de az önceki sinir hali kalmamıştı. Keyfince gülüyordu: “Demek kemerimdeki keseyi merak ediyorsunuz. Eh, madem öyle, sizi kıracak değilim; buyrun, kesem emrinize amadedir. Ne yazık ki, kendi ellerinizle almanız gerekiyor.” Kararlı hâli, gergin duruşu ve umursamaz bir tavırla alay edişi, şişman denizciyi tereddüde sevk etmişti. Bizzat gitmek yerine sağında duran kara kuru adama başıyla Mürsel’i gösterdi. “Git, çocuğun kesesini al bakalım.” Akça Koca oturduğu yerden sadece seyrediyor, hiç karışmıyordu. Kara kuru denizci ürkek adımlarla yaklaştı. Sağ elini sürekli kılıcında tutarak sol elini Mürsel’in kemerine attı. Atmasıyla kasıklarına yapışan zorlu tekmenin acısını ta ciğerlerinde duyması bir oldu, kılıcını çekmeyi dahi akıl edemeden kıvranmaya başladı. Aynı anda diğer ikisi kılıçlarına sarıldılar ve şişkonun hırıltılı emrine uyup saldırdılar. 46 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Hancı mutfaktan çıkmış, iki elinde iki çorba tası olduğu halde korkusundan olduğu yere çakılmıştı. Akça Koca hancının imdadına koştu: “Aman hancıbaşı. Çorbanın başına bir hâl gelmesin. Sen ikisini de ver, daha soğumadan yetişir bizim oğlan.” “Arkadaşına çok yazık olacak” diye mırıldandı hancı. “Aksine” dedi Akça, “şu üç soytarı denizciye yazık olacak.” “Onlar denizci değil ki” dedi hancı esefle, “kılık değiştirmiş SenJan şövalyeleridir. Nicedir civarı haraca kesiyorlar.” Akça Koca bir sevinç çığlığı attı: “Sen-Jan Şövalyeleri ha? Vay canına!.. Bizim oğlan tam aradığını buldu desene.” Mürsel’e doğru bağırdı: “Önündekiler Sen-Jan kopuklarıdır evlât, haberin olsun!” Tasları kaptığı gibi sofraya koydu, keyifle içmeye başladı. Ama gözlerini dövüşenlerden ayırmıyordu. Bir terslik görürse, müdahale edtmeye hazırdı. Fakat gerek kalmadı. Mürsel, ustasından öğrendiği kılıç oyunlarına yenilerini ekleyip Akça Koca’yı bile şaşırttı: “Vay be!” diye söylendi, “bizim oğlan bizi geçmiş çoktan.” Daha bir keyifle çorbaya kaşık çalmaya döndü. Bu sırada Mürsel, birinciyi safdışı bırakmış, ikinciye hamail çıkarıp kılıcını uçurmuştu. Canını kurtarma derdine düşüp büyük bir hızla dışarı kaçtı. Şimdi karşısında yalnız şişko şövalye kalmıştı: “Şu ağırlığınla ne tür bir ata biniyorsun merak ettim doğrusu” dedi alaycı, “hayvanı bu eziyetten kurtarmanın yolu, seni bir daha ata binemez hale getirmektir. Kolla bakalım kendini!” Öyle bir hamle çıkardı ki, adamın kılıcı ikiye bölündü. “Şeytan” diye bağırarak kapıya koşarken, Akça büyümüş gözlerle dövüşü seyreden hancıya seslendi: “Kilitle şu kapıyı!” Kapı kilitlendi. Şövalye mecburen dönüp dövüşe devam etmek istedi, ama kılıçsızdı. Hançerini çekti. “Peki bakalım, eşit olalım” diyerek Mürsel de kılıcını bıraktı. Hançerini sıyırdı. IV- Çapaçul Şövalyeler / 47 “Pişman olacaksın!” diye tısladı şişko şövalye. “Et bakalım” diye karşılık verdi Mürsel. Yeniden kapıştılar. Fakat kavga kısa sürdü. Adam gerçekten çok hantaldı ve çok açık veriyordu. Mürsel bir ara adamın hançerli elini yakaladı. Ters döndürüp kabalarına iki hançer çaldı. Sonra bir tekme yapıştırdı. Adam acıdan böğürüyordu. Nihayet bıraktığında, şişko şövalyenin ayakta duracak hali kalmamıştı. “Atını işkenceden kurtardım” diye güldü Mürsel, “bir zaman rahat eder artık.” Akça Koca, hancıya kapıyı açmasını işaret etti. Hancı kıpıyı açar açmaz da, şövalye bozuntusu defolup gitti. Mürsel ocak başına döndü. Ne var ki, iki tası da Akça Koca bitİrmişti. Hancıya bir tas daha söylediler. “En az birkaç ay ata binemez” dedi, Mürsel, gülerek; “hayvanı büyük bir yükten kurtardım.” Akça hiç sesini çıkarmadı. Hancı bir tas çorba daha getirdi. Yüzü asıktı. Eski neşesinden eser yoktu. “Hayrola” dedi Mürsel, “neye üzüldün?” “Kendime” dedi hancı, “herifler şimdi intikam almaya gelirler.” “Geldiklerinden beter de dönerler” dedi Akça, “ne yani, heriflerin başımıza tebelleş oluşlarına aldırmasak mı demek istiyorsun?” “Aldrmamalydnz. Bunlar yaral maral, ama canl! Hele elinizden kaçan şişko var ya, bütün civar köyler ondan illallah demiştir. Öyle bir belâ ki, yeryüzüne benzeri gelmiş değil. Daha bir sürü adam var, avenesini toplayp hanm darmaduman etmeye gelir mutlaka. O kadarla kalacağn da hiç sanmam, öküzün boynuzuna dahi girseniz sizi bulur ve intikamn alr.” “Oh be, ne âlâ!” diye sözünü kesti Akça, “elin köpeği yüzümüze havlayacak da biz seyredeceğiz. Hadi ordan! Derslerini aldlar işte, bir daha buralara gelemezler.” “Gelirler” diye konuştu hanc, “bu civarda ne Karesi'nin, ne Osmanoğlunun, ne de Bizans'n hükmü geçmez; Sen-Janllar ne isterlerse o olur, ne dilerlerse o yaplr. Hayvanlarn bir ksmna el 48 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp koyarlar seslenilmez, mahsulâtmz talan ederler bir şey söylenmez, kzmzn gelinimizin ziynetine el uzatrlar... Hülâsa; gerisi söylenebilir cinsten değil. İyi ders verdiniz, velâkin siz daim durucu değilsiniz. Beylerimizin de işleri başlarndan aşkn.” İç çekti: “Osmanoğullar bir an önce buralar fethetseler de adalet tesis etseler. Yoksa hep birlikte telef olup gideceğiz. Zaten herkes kaçyor.” Sabah erkence yola vurup Karesi Liman'na gittiler. Mürsel bir çektiride (Yelkenli küçük bir savaş gemisi) miço olarak işe yerleştirildi. Böylece denize kavuşmuş, ama Melekcan'dan ve Akça Koca'dan ayrlmşt. Aclarn unutmas lâzmd: İşine dört elle sarld… Ne çare ki, ismi büyüdükçe, aclar da büyüyecekti… IV- Çapaçul Şövalyeler / 49 V Dâvetnâme-i Akça Koca Beş yl geçti… Bir haberci, “Mektup var” diye bağrmasayd, Mürsel Reis uyumaya devam edecekti… Çektiri küçük dalgalara uymuş, aheste sallanp yorgunluğunu ninnilerken, uyanmak kolay değildi. Seferden yeni dönmüş, Karesi Beyi'nin emri üzerine sahilleri vurmuş, ganimetle limana demirlemişti. “Gemidekiler annda karşlk verdiler: “Kimsin?” “Ulaşm, Osmanelinden haberle geldim.” “Kime?” “Mürsel Reis'e…” “Gemiye gel.” “Yok valla gelemem, admm gemiye atmamla kusmaya başlamam bir olmuyor. Öylesine deniz tutuyor beni.” Gemici aksilendi: “Ne kalabalk ağzlsn bre! Bekle, ben geliyorum.” Mürsel Reis uyanmş, alelacele giyinip çoktan güverteye çkmşt. Oradan merdivene aslp karaya çkt. V- Dâvetnâme-i Akça Koca / 51 Orta yaşl sska ulaktan mektubu kaptğ gibi gemiye döndü. Kalbi yine titreşmeye başlamş, yüzünü yine ateş basmşt… “Melekcan'dan m acaba?” diye geçirdi içinden… Ayrlal kaç yl olduğunu düşündü. Hesaplayamad. Yüzlerce yl geçmiş gibiydi. “Çoktan evlenmiş de çoluk çocuğa karşmştr bile.” Dengesi bozuldu, bacakları gövdesini taşıyamaz oldu, az daha ip merdivenden aşağa yuvarlanıyordu. “Toparlan bre!” diye çıkıştı kendine, “toy âşıklar gibi sarsaklaşma! Aşk varsa ayrılık da var, amma umut da var…” Küçücük kamarasına döndü. Mektubu muhafazasından çıkardı. En baştaki besmeleyi yüksek sesle okudu. “Bismillâhirranmanırrahim…” Ardından selâmı da yüksek sesle okudu: “Esselâmüaleyküm…” “Vealeykümselam” diyerek aldı Akça Koca Bey’in selamını, “gönderen de getiren de sağola.” Hızla okumaya başladı… Sonra bir daha okudu. “Doğru söylüyor” diye düşündü, “Osmanoğullarına katılmanın vaktidir artık!” Akça Koca, Osmanoğullarının “Devlet-i ebed müddet” hedefine kilitlenip fetihten fethe koştuklarını söylüyor, Büyük hedef Konstaniyye’ye ulaşmak için kendisine ihtiyaç duyulduğunu bildirip davet ediyordu. Konstantiniyye, kuruluş tefekkürünün odağıydı. Çorbada tuzunun bulunmasını istemez miydi? “İsterim!” diye bağırdı farkında olmadan, “zaten hedefim budur. Karesi hizmetinde öğreneceğim kadarını öğrendim. Daha fazla kalmam Osmanlı’ya da gendime de ziyandır.” Sonuçta burası bir geçiş yeriydi ve kalıcılığı Osmanoğullarında aramalıydı. Zaten Akça Koca ile böyle konuşmuşlar, böyle de ahidleşmişlerdi. Ama aniden çekip gitmek kolay mıydı? Bir sürü dost edinmiş, Karesi Beyliğinin umut odağı haline gelmişti. 52 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Emrinde bir sürü gemi, öl dese ölüme atılacak bir sürü levent vardı. Onları bırakıp gitmek, yeni bir hayata başlamak kolay mıydı? Öğle namazını kıldı. Açtı ellerini: “Bir çıkış Allah’ım, bir yol, bir işaret göster! Ben kendime hâkim değilim, sen hikmetinle hâkim olup beni doğruya müteveccih kıl!” Kul, meşru hedefini belirler, yüreğini emeğiyle bütünleyip hedefine kilitlerse, Allah engelleri kaldırır, yolları açardı. Böyle görmüş böyle bilmiş ve böyle inanmıştı. İnandığını yaptı. Bir gece iki gemi ile Osmanlı sahillerine doğru rota tuttu. Geminin birinde ölene dek kendisiyle birlikte olmaya yeminli leventler, diğerinde gemi ustalarıyla gemi yapımında kullanılan âlet-edavat vardı. Kaderinin çizdiği yolda, geleceğine gidiyordu. “Allah yardımcımız olsun!” V- Dâvetnâme-i Akça Koca / 53 VI Büyük Bey’in Huzurunda Üç gün sonra, Akça Koca’nın yanındaydı. Daha birkaç saat önce ayrılmış gibi konuştu: “İşte geldim.” Geçen zaman içinde arada bir görüşmüşler, birlikte güzel günler geçirmişlerdi, ama bu görüşmeler hasret ateşini söndürmeye yetmemişti. Elini öpmeye bırakmadı, baba evlâdına sarılır gibi, Mürsel’e sarıldı. “Eee, söyle bakalım Mürsel Reis, deniz sevdan berdevam mı?” “Berdevam ne demek, ben denize âşığım Akça Babam.” “Babam” kelimesi bilinçsiz olarak ağzından çıkmıştı. Başını indirerek azarlanmayı bekledi… Bekledi, bekledi… Ses çıkmayınca, başını kaldırdı. Akça Koca, aksakalıyla ak bıyıklarının ortasından gülüyordu. Gülmesini aralayıp, “Haklısın” dedi, “geç bile kaldık, aramızda baba-oğul hukuku oluşalı çok oldu. Sen benim oğlumsun.” VI- Büyük Beyin Huzurunda / 55 Ardından hemen ciddileşti ve emreder gibi konuştu: “Seni Osman Beyimize götüreceğim, hazırlan.” Bu habere Mürsel’in yüreği koptu. Öyle heyecanlandı ve sevindi ki, ölesiye özlediği Melekcan’ı bile unuttu. “Hemen gidelim!” Yollara düştüler. Gece çöktüğünde Bilecik yakınlarındaki bir handa mola verdiler. Hava iyice soğumuş yağmur bastırmıştı. Yağmur bastırmasa yola devam etmeyi düşünüyorlardı, ama artık imkânsızdı. Göz gözü görmüyordu. Hancı, Akça Koca’nın eski bir dostuydu. Çok iyi karşıladı. Karınlarını güzelce doyurup, uyumaya hazırlanırken, kapı yumruklanmaya başladı. Hancı kapıyı açmaya giderken, Mürsel bir el işaretiyle durdurdu onu: “Şu önlüğünü bana ver, hancı rolüne çıkayım. Malum, etraf Bizans çapaçulu kaynıyor.” “Aferin” dedi Akça Koca, “ben de gençliğimde böyle yapardım.” “Kendini ihtiyarlığa vurma” diye çıkıştı Hancı, “hâlâ gençsin!” Mürsel, kapıya yöneldi. Açtı. Hazır bekledi. Dört Osmanlı akıncısı girdi içeriye. Akça Koca girenleri görür görmez, oturduğu yerden fırladı: “Samsa Çavuşum, Sungur Alp’ım!..” Samsa Çavuş’un gözleri sevinçten parlıyordu: “Vay koca gazi, senin han köşelerinde ne işin var?” Birbirlerine sarıldılar.” Sungur Alp bakınıyordu: “Buranın hancısı mı değişti? İhtiyar Dumrul öldü mü yoksa?” “Yok be” derken, güldü Akça Koca, “kapı yumruklanınca Bizans çapaçulları felan zannettik de bizim Mürsel hancı kılığında kapıya çıkmak istedi.” “Aferin ona! Temkinli olmak iyidir.” Tanıştılar. “Beyimiz ne yapıyor?” diye sordu, Akça Koca Samsa Çavuş’a, “sıhhatı yerindedir inşallah.” “Pek değil” dedi Samsa Çavuş, “kocadı, bakışları aynı bakış, ruhu ve yüreği de aynı, lâkin beden eskidi. Hastalıklar yakasını bırakmıyor.” 56 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Biz de ona gidiyoruz, Allah’ın izniyle, şu yanımdaki evlatlığı tanıştıracağım.” “Yaman mıdır?” “Hem de yamanın yamanıdır. Denizde ve karada üstüne yoktur. Kara tarafını ben hallettim, deniz tarafını kendi halletti.” “Geleceği hayrola!” Ellerini göğüslerine çakıp dileğe katıldılar: “Amiiin, hayrola!” *** Osman Gazi Söğüt kıyısında meşveret kurmuştu… Akça Koca Gazi’nin geldiğini o sırada bildirdiler. “Baba yadigârımı bekletmen” dedi, “hemen içeri alın!” Akça Koca’yı görmesiyle, ağır ağır ayağa kalktı. “Gel hele gel baba dostum, can yoldaşım, bu defa çok uzattın arayı, hele gel.” Kolları kenetlendi. Osman Gazi bir hayli zayıflamıştı. Rengi sarıya dönmüştü. Akça Koca’nın içi burkuldu. Fakat bu konuda tek kelam etmedi. Dizdize bağdaş kurdular. “Gelişin hayrolsun Akça…” “Varlığın hayrolsun Beyim.” “Şu genç, yamağın mı?” Hâlâ gözünden hiçbir ayrıntı kaçmıyordu. Gözleri Mürsel’e çevriliydi. “Bu genç” dedi Akça Koca, “say ki, evlâdım. Öyle emek vermişim. Karada ve denizde mahir silahşördür.” Mürsel’e döndü: “Koca Beyimizi huzurla bakalım Mürsel oğlum.” Mürsel diz kırdı, uzatılan eli öptü, alnına vurdu: “Hizmetinizdeyim, Beyim.” “Hizmette ve dirlikte daim olasın, adın ne bakalım?” “Mürsel…” “O kadar mı?” “Reis” çıktı ağzından, “Mürsel Reis” deyiverdi. VI- Büyük Beyin Huzurunda / 57 “Şimdi oldu Mürsel Reis. Deniz adamısın yani?” “Beli, Beyim.” Osman Bey’in parmakları sakalında dolaştı bir zaman. Bir sessizlik oldu. Bu sessizlik deminde nöbetçilerden biri içeri girip Abdurrahman Gazi ile Turgut Alp’in u8geldiğini haber verdiler. Haberi alır almaz elini dizine vurdu, Osman Bey: “Gelsinler.” İki can yoldaşı, girdip selam verdiler… Sonra diz çöküp el öptüler. “Deyin bakalım ne haberlerle geldiniz?” “Beyim” dedi Abdurrahman Gazi, “Kayzer’in (Bizans İmparatoru) ulağını (haberci) yakaladık. Üzerinden çıkan mektubu da gendisiyle birlikte getirdik.” “Mektup okunsun” diye emretti, Osman Bey. Okundu. Bursa Tekfuru’na hitaben yazılmıştı. İmparator, Bursa kuşatmasını kırmak için yardım göndermekten söz ediyordu. Osman Bey’in yüzü asıldı, kaşları çatıldı. Osman Gazi’nin sevineceğini umarken, üzüldüğünü görünce, Turgut Alp’ın aklı karıştı. Abdurrahman Gazi’nin kulağına eğildi: “Yahu birader, biz beyimizi sevindirelim derken, üzdük galiba!” Abdurrahman Gazi, Turgut’un kolunu sıktı: “Sevinçten zıplamasını mı bekliyordun, getirdiğin haber müjde değil ki, cenk- cidal haberine kim sevinir?..” “İyi ama gafil avlansak daha mı iyiydi?..” “Gafil mi, ne demek bu? Bizde gaflet ve dalalet olmaz Allah’ın izn-u keremiyle.” Turgut Alp derin bir hayal kırıklığı yaşıyordu: “Yani punduna getirip dil aldık, üzerinde imparatorun mektubunu yakaladık, her bir şeyi öğrendik. İyi değil mi bu?..” “İyi ama mektubun değerlendirmesi beyimize ait bir iş, bizim aklımız ermez. Vazifeni yaptın, ötesine karışma. Şöyle alarga dur biraz.” Osman Gazi başını kaldırıp bakmaya başlayınca, sustular… “Aferinler size yoldaşlarım” dedi, “iyi iş başardınız. En azından tedbir almaya vaktimiz var. Yalnız…” Bakalım sonu nasıl gelecekti? 58 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Yalnız mevsim kış, böyle bir zamanda Bizans’ın üzerimize gelmesi bizi zora sokar.” “Onları zora sokmaz mı Beyim?” diye sordu, Turgut. “Onları da sokar elbet.” “O zaman endişelenecek ne var ki? Biz her türlü zorluğa alışkınız.” Osman Bey hâlâ düşünceliydi. O düşünürken, ortalık sessizliğe gömülür, nefesler bile tutulurdu. Sessizlik uzadı… Nihayet, Osman Bey, emretti: “Orhan’ı çağırın, gelsin!” Az sonra Orhan Gazi huzurdaydı: “Emredin Beyim!” Vakit akşama dönmüştü. Dışarıda günün son oyunlarını oynayan çocukların çığlıkları geliyordu. Osman Bey yavaş yavaş doğruldu. Eli değirmi sakalından ayrılmıyor, hep düşünceli halini muhafaza ediyordu. İçerdekiler susmuş, beylerinin konuşmasını bekliyorlardı. Biliyorlardı ki, Osman Bey çoktan savaş planları yapmaya başlamıştı. Biraz sonra bunları herkese anlatacak ve tartışmaya açacaktı. Öyle de oldu: Osman Bey birkaç dakika sonra konuşmaya başladı: “Arkadaşlar, kâfir milletinde oyun bitmez. Etrafımızda kum gibi kaynıyorlar, ama çok şükür şimdiye kadar metelik vermedik, biiznillah bundan sonra da vermeyiz. Lakin biz artık kocadık, oysa bu vakitte beyliğimize genç bir serdar lâzım...” Tek tek arkadaşlarına baktı. Bir ömür billikte kılıç sallamış, nice yapılmazları yapmış, girilmezlere girmiş, alınmazları almışlardı. “İmdi” diye başladı tekrar, “bu damla illeti canımızı fena acıtır, hareketlerimizi yavaşlatır, nicedir ata binemez olduk…” Yine sustu… Ağır adımlarla gezindi bir süre… Nihayet, bıraktığı yerden sözü alıp devam etti: “Demem o deme ki, Orhan Bey oğlumuzu bundan böyle yerime sayın. Mutlak vekilimdir. Bana itaat ettiğiniz gibi, ona da itaat edin. Bana verdiğiniz akılları ona da verin. Her daim bana yol gösterdiğiniz gibi, ona da gösterin…” VI- Büyük Beyin Huzurunda / 59 Yapışkan bir sessizlik içinde kof bir şaşkınlık uzadı gitti… Orhan Bey babasına bakıyordu. Hiç beklemediği anda gelen büyük sorumluluk,nefesini kesmiş gibiydi. Sesi-soluğu çıkmadan dikiliyordu. Babası, oğluna yaklaştı. Kollarını açtı… Orhan Bey, babasının kollarına atıldı: “Beyim” diye fısıldadı çocukluğundaki gibi, “bu ne büyük şeref…” “Ve dahi ne kadar büyük bir mesuliyet Orhan, ille üstesinden geleceğine inanıyorum. Çünkü sana her biri beylikten daha önemli, daha aziz yoldaşlarımı bırakıyorum. Onlarla bile alamayacağın kale, giremeyeceğin toprak, yapamayacağıniş yoktur.” Hepsine baktı: “Göreyim sizi yoldaşlarım aranızdaki uhuvveti bozmayın. Bir birinize öyle bir yapışın ki, aranıza fitne giremesin. Bilirsiniz, ‘fitne katlden eşeddir’ (âyet meali). Orduların yapamadığını fitne yapar.” Elini Orhan Beyin omuzura koydu: “Önce Bursa muhasarasını güçlendiresin. Oradan Mudanya taraflarını feth edesin…” Kara Ali Bey’in önüne gitti: “Sen Kara Ali, Gemlik taraflarını senden istiyorum.” Akça Koca’ya yöneldi: “Koca Gazi, baba dostum, takatım hâlâ yerindedir diyorsan, ihtiyaç duyduğun sayıda kuvvet alıp vur Karadeniz sahillerini! Bunca senenin gazisine ne yapacağını söyleyecek değilim. Gönlünce fetihler yap.” “Beyim…” Osman Bey, Akça Koca’nın sormasına fırsat vermeden, konuştu: “İmdi, benim oğlancık ne olacak diyeceksin, he mi?” “He kurban Beyim, ne olacak?” Osman Bey gülerek Mürsel Reis’in yanına gitti: “İlk gelişinde acemi takımını meşverete katmak töre değildir, amma velâkin, sen de acemi değilsin. Akça gibi bir yiğidin evlâtlığıysan bize de evlât gelmiş sayılırsın. Var git ne yapacağını Orhan’dan sor. Gayri serdarınız Orhan’dır.” Mürsel, Akça Koca ile göz göze geldi. Oradan Orhan Bey’e gitti. Diz vurdu: 60 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Emrinizi bekliyorum!” “Akça Koca’nın yetiştirmesidir” diye araya girdi Osman Bey’in sesi, “sakın yabana atma, karada ve denizde mahirmiş. Sen de hep bir donanman olsun istemez misin?” “İstemez miyim? Deryaya açılmadan Konstantiniyye fethi imkânsızdır. Önce sahiller vurulacak, sonra Rumeli’ne geçilip Avropa’dan erişecek yardımların önü kesilecek, Boğaz kontrolümüze alınacak ve nihayet son de-arbe indirilip Peygamber Efendimiz’in müjdesine ulaşılacak…” Cevap bir ağızdan geldi: “İnşallah.” O akşam oradaki herkes, Orhan Gazi’ye geçici biat verdi. Meşveret dağılmadan önce, Osman Bey, Orhan oğluna sıkı bir tembih verdi: “Bursa işi daha fazla uzamamalı, vaktimiz kalmadı Orhan, Bursa’yı aç, gülzar eyle…” El öptü, söz verdi, meşveret hüzünle sevinç molasına girdi. Çıktıklarında, Orhan Bey, Akça Koca ile Mürsel Reis’i durdurdu: “Hele söyleşelim biraz. Bre Mürsel, hedefin nedir?” Tereddüt etmeden cevap verdi: “Hizmettir Beyim!” “Peki, nasıl hizmet etmeyi düyünmektesin?” “İzin ve imkân verilmesi halinde müsait bir sahil köyünde tersane kurup gemiler inşa etmeyi düşünüyorum.” “Ya sonra?..” “Bir donanma vücuda getirip Bizans sahillerini vuracağım. Vaktiyle atam Çaka Bey, inşa ettiği donanma ile Üsküdar’a dayanmıştı. Bunu biz neden yapamayalım?” “Ya daha sonra?” diye tekrar sordu, Orhan Bey; alaca karanlıkta bile gözlerindeki şavklanma görülebiliyordu. “Daha sonrası malum Beyim” diye cevap verdi Mürsel, “ebedi vuslat!” “Yani?..” Tek kelime söyledi: “Konstantiniye…” VI- Büyük Beyin Huzurunda / 61 Camie doğru yürüyerek konuşuyorlardı. Konstantiniye’yi duyar duymaz, Orhan Bey durdu. Derin derin Mürsel’e baktıktan sonra: “Allah yolunu açık etsin” dedi, “münasip bir yerde tersaneni kurmaya başla, ihtiyacın olan herşey verilecek. Adamın var mı?” “Yeteri kadar var Beyim, Karesi ilinden bir gemi dolusu usta getirdim. Şimdilik iki gemimiz var. Bunu beş adede tamamladık mı, sahilleri harmanlarız.” “Ne kadar sürer bu iş?” Düşünmeden cevap verdi: “Altı ay kadar.” “Çok” dedi Orhan Bey, “sana dört ay, yap gemilerini, düz tayfalarını, kara adamlarını eğit denizci yap ve dört ay sonra gel, yaptım de!” Sözü ikiletmeden, “Başüstüne” çekti, Mürsel, “yapar gelirim Beyim.” Akça Koca sadece dinliyor, kaynaşmalarını istiyordu. Dayanamadı, sözün burasında araya girdi: “Dört ay çok az Beyim” dedi, “bunu beş yapalım.” Orhan Bey, Akça Koca’ya gülümseyerek baktı: “Ne o, evlatlığına güvenmiyor musun? Yaparım dedi, yapacak. Hem Osmanoğlu’nun başarısı hızında saklıdır demez misin?..” “Derim de Beyim...” “Yine de Akça Gazi, yine de… Çünkü gerçek budur. Ayrıca mizacımızda pazarlık da yoktur.” Arka arkaya camie girdiler. *** Mürsel donanma inşası için müsait bir sahil aradı, ama bulamadı. İnşa sırasında baskın yemmek için gözden uzak olması gerekiyordu. Herşey gizlilik içinde yürütülmeli, Bizans casuslarının ruhu bile duymamalıydı. Sonunda bir karar verdi ve gidip Orhan Bey’e açtı: “Müsaaden olursa Beyim, keferenin Pronectus (yahut Prenetos) dediği bölgede tersanemi kurmak istiyorum.” Orhan Bey, şöyle bir baktı: 62 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “İyi ama, orası Bizans toprağı değil mi?..” “Şimdilik Beyim, ama ruhsat verilirse, topraklarımıza katılır.” Bu kez hayretle baktı Orhan Bey: “Fethetmekten mi söz ediyorsun, Mürsel Reis?” “Beli.” “Bunun için kaç kişi istersin?” Kestirmeden cevap verdi, herşeyi hesaplamıştı: “Üçyüz savaşçıyla da olur, ama beşyüzle daha kolay olur.” “Kolayı ve rahatı sevmem” dedi Orhan Bey, “üçyüz yiğit al ve Pronectus’u (bugünkü Karamürsel ve çevresi) fethet!” “Başüstüne Beyim!” Üçyüz kişiyle birlikte atlanıp pusatlandı. İzmit koyuna doğru at ılgar ettiler. Üç gün içinde iş tamamdı: Dokuz şehit vererek körfezi Rumlardan temizlemeyi başarmıştı. Bu başarı ona “Kara” (cesur ve atak anlamında bir rütbe) lâkabını kazandırdı: Orhan Bey bizzat eliyle başına çetel sorgut taktı: “Artık Kara Mürsel Gazi’sin, berhüdar ol!” Biraz durduktan sonra etledi: “Fethettiğin kasaba da bundan böyle adınla anılacak.” Kara Mürsel, fethettiği kıyıları komutası altına aldıktan sonra, etrafa gözcüler yerleştirdi. Elindeki iki gemi de denizde sürekli devriye geziyor, Bizans donanmasını gözlüyordu… Her iş gizlilik içinde yapılacaktı. Yoksa Bizans donanması baskın verir, herşey allak-bullak olurdu. Emrindeki birliğin bir kısmını tersane kurma işinde görevlendirirken, bir kısmını da emniyet tedbirlerinde kullandı. İnce eleyip sık dokuyor, herşeyi en ayrıntısına kadar hesaplıyordu. Nihayet tersaneyi kurdu… Bunun için en gözden uzak yeri seçmiş, tersanesini kasabanın güneybatısındaki koyda kurmuştu. Sıra gemileri inşa etmeye gelmişti. Bu iş de Orhan Bey söz verdiği süreden bir ay kadar önce tamamlandı… Kara Mürsel her işle bizzat meşgul oluyor, havalecilik yapmıyor, hem çalışıyor, hem de yapılanları denetliyor, ayrıca seçkin gençlerden kurduğu birliği eğitiyordu… VI- Büyük Beyin Huzurunda / 63 İyice zayıflamıştı. O kadar ki, ziyaretine gelen Akça Koca, bir iyiden iyiye incelenmiş bedenine, bir yanmış yüzüne baktı ve içi acıyarak: “Bu ne hal!” diye bağırdı, “iğne ipliğe dönmüşsün.” Mürsel gülüyordu: “Öyle oldu. Lakin bu iğne Bizans’ın yüreğine batacak!” “Afferin evlât, işi kolaylamışsın.” “Kolayladık şükrolsun.” “Yüzümü ak ettin, Allah da senin yüzünü ak etsin.” Mürsel kara kara gülüyor, güldükçe dişleri parlıyordu. Sonunda Akça Koca da gülmeye verdi. “Kendine mukayet olasın, delilik yapma sakın.” “Bilmem artık” derken de gülüşü dudaklarındaydı, “akıllı düşünene kadar deli köprüyü geçer diyen sensin. Bir miktar deli olmak iyidir diyen de...” “Belli belli” dedi Akça Koca, “zaten yaptığın iş akıllı işi değil.” Sözü değiştirdi: “Nasıl gidiyor?” “Çok iyi. Bir taraftan da kara askerini denize alıştırıyorum. Hazır sayılırız.” “Sonra denize açılacaksın.” “Açılacağız evvellallah! Şimdiyle kadar inşa edilmiş bütün gemi modellerinden faydalanıp kendi tarzımı çıkardım. Şimdilik beş hafif çektirimiz oldu. Gemilerimin manevra kabiliyetleri sonsuzdur. Bizans donanmasını bunlarla belki yok edemem, ama yıpratırım. Daha büyük gemileri de hemen kızağa koyacağım. Elimdekilerle Bizans sahillerini vururken, ağır donanmanın yapımı burada sürecek.” Akça Koca “Çok iyi” dedikten sonra, ne zamandır içinde dolanıp duran şeyi ortaya attı: “Boş vakitlerinde evlenmeyi de düşünsen iyi olur, zamanıdır artık.” Mürsel bir süre duraksadı. Gözünde ve gönlünde Melekcan’ın hayali uçuştu. İç “Şimdi hiç sırası değil, Akça Baba, hem benim gibi gecesi gündüzüne karışık bir denizciye hangi kız varır?” 64 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Ağzını yokluyordu. Acaba Melekcan hâlâ bekâr mıydı? “Bir varan olur elbet” dedi Akça, gülerek; “seve seve varan da olur ihtimal. Sen bir karar ver, gerisi kolay.” Mürsel kıpkırmızı olma pahasına sordu: “Aklında biri mi var yoksa?” Akça Koca, soruyu soru ile karşıladı: “Senin yok mu sanki?” Ve pat diye aklındaki ismi ortaya attı: “Melekcan seni bekliyormuş…” Yüreği titredi. Ürperdi. Bacakları büküldü. Bir kalasın üstüne oturdu. Eline geçen yongayı evirdi çevirdi, sonra tekrar yere bıraktı: “Şu en büyük çektirinin adı ne biliyor musun Baba?..” Yine sustu. Adını telaffüz edemiyordu. Dudaklarına kadar çıkıyor, yüreği gibi dudakları da yanıyor, geri yutkunuyordu. “Melekcan” dedi Akça Koca, “bunu bilmeyecek ne var?” Mürsel hayretle baka kaldı: “Beli” dedi sadece, yine sustu. Gemi ustalarından biri gelmeseydi, bu konuşma dallanıp budaklanacaktı. Adam telaşlıydı: “Melekcan’ın serenini oturtamadık Reis” dedi nefes nefese, “bir çare bul.” Mürsel, hızla doğruldu. “Müsadenle” dedi, Akça Koca’ya… Ustanın peşinden yürüdü. VI- Büyük Beyin Huzurunda / 65 VII İlk Kaptan-ı Derya, İlk Donanma, İlk Sefer Gemilerin son eksikleri de tamamlandı… Mürettebatın eğitimi bitti… Mürettebat ve leventler, gönüllü gençler arasından seçilmiş, soluksuz eğitilmiş, âdeta iğnenin deliğinden geçirilmişti. Kara Mürsel’i de çok seviyorlardı. Çok da sabırsızdılar: Artık denize açılmak istiyorlardı. Bir ikindi sonrası, onları tersanede topmadı ve sordu: “Denize hazır mısınız?” Cevap bir ağızdan ve coşkuyla geldi: “Hazırız Kaptan!” “Öyleyse yarın şafakla yelken basıyoruz. O vakte kadar güzelce uyuyup dinlenin!” Ve şafak vakti Kara Mürsel “aleste” çekti… “Aleste miyiz?” Cevap Lostromo Ömer’den geldi: “Gemiler alestede Kaptan!” Kara Mürsel, “Melekcan” adını verdiği en büyük çektirinin kaptan köşkünde durmuş, emir üstüne emir veriyordu: VII- İlk Kaptan-ı Derya, İlk Donanma, İlk sefer / 67 “Yelkenler?..” “Alestede Reis!” “Kürekçiler?..” “Alestede Revis!..” “Halatlar?..” “Alestede Reis!” “Rüzgâr keşişleme, rota malum, ya Allah bismillah!” Hep birlikte “Ya Allah” çekip yelken açtılar. İlk Osmanlı donanması, ilk Kaptan-ı Derya’nın emrinde, ilk kez denize açılıyordu. Kara Mürsel Reis, bazı örneklerden yola çıkarak o zamana kadar hiç yapılmamış hafif gemilerden oluşan bir donanma vücuda getirmiş, şimdiye kadarkilere benzemediği için de, adamları tarafından gemilere “Kara Mürsel” adı münasip bulunmuştu. Su altında kalan kısmı o kadar azdı ki, sığ nehirlerde bile rahtlıkla girebilir, gerektiği zanan kendini saklayabilir ha da nehir krıyılarına sere serpe uzanmış Bizans şehirlerini vurabilirdi. Bundan böyle Bizans’a rahat uyku haramdı. Kara Mürsel Reis’in “Melekcan” adını verdiği amiral gemisi filonun en önünde gidiyordu. Kaptan kıç puruvada dimdik ayakta duruyor, elini gözlerine siper ederek ufka bakıyordu. Uzunca bir aradan sonra denizle buluşmanın heyecanı yüzüne yansımış, yanaklarını pençe pençe kızartmıştı. Direkteki gözcüye doğru bağırdı: “Görünürde bir şey var mı?” Sırım gibi genç bir denizci gözcülüğe talip olmuş, Kara Mürsel de bu imkânı ona vermişti. “Yok Reis.” “Yok olsunlar” diye söylendi. Kamaraya girdi. Yorgundu. Heyecandan doğru düzgün uyuyamamış, ikide bir uyanmıştı. Yine de uykusu yoktu. Gözlerini kapattı ama bir türlü uyku tutmadı. Kalkmak üzereyken, direğin tepesinden bir çığlık koptu: “Karşıda altı yelkenliiii!..” Dışarı fırladı. Direkteki gözcünün parmağını diktiği istikamete dikkatle baktıktan sonra, sordu: “Milliyetiii?..” 68 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Belirsiiiz” dedi gözcü. “Sınıfııı?” “Kadırga tipi.” “Daha ilk günden altı kadırga” diye düşündü, Kara Mürsel; “başarırsak altı kadırgamız olur, bu da gücümüze güç katar. Ama bizden güçlüler. Geri mi dönsek?..” Bu fikri anında kafasından sildi: “Daha ilk seferde geri adım atarsam, adamlarım bir daha bana güvenmez. Risk almam lâzım. Allah Kerim’dir!” Ellerini ağzının iki tarafında tutarak emretti: “Ceng-u cidal vaziyeti al!..” Hemen arkasındaki gemide bulunan Lostromo emri tekrarladı: “Ceng-u cidal vaziyeti alınaaa…” “Kancacılar aleste” diye tekrar emretti, Kara Mürsel… Anında emir tekrarı geldi: “Kancacılaaar alestedeee!..” Herkes emre uyuyor, tüm gemilerde hummalı bir faaliyet görülüyordu. Kancacılar da hazırdı. Gemiler yeteri kadar yaklaşıp kancaları atacaklar, böylece bordalayacaklardı (iki geminin yan yana gelmesi). Ardından da düşman gemisine yalın kılıç fırlayıp, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” dercesine, baht imtihanına gireceklerdi… Ötesi gazilikle şetlik arası… “Hızlaaan!..” Küreklere asıldılar. Gemiler hızlandı. Kara Mürsel’in beş çektirisi dalgalarla oynaşa oynaşa düşman gemilerine doğru dümen kırdı. Kısa bir süre sonra yaklaşan gemilerin Bizans’a ait olduğu anlaşıldı. Fakat hayret! Gemilerde hazırlıktan eser yoktu. Hiçbir kaynaşma gözlenmiyordu. “Allah Allah” diye hayretini döktü, Kara Mürsel; “bu nedir ki şimdi, neden köylerinde gezmeye çıkmış gibi aheste geliyorlar?” Leventler vedilen emirlere anında koşuyor, herkes üzerine düşeni eksiksiz yapıyordu. “Ne bu gaflet!” diye söylendi tekrar, Kara Mürsel. Gözleri gemilerin üzerindeydi. Tayfalar güvertelerde birikmiş, el sallıyorlardı. VII- İlk Kaptan-ı Derya, İlk Donanma, İlk sefer / 69 “Ha” dedi, “bunlar bizi kendilerinden sanmışlar, işin henüz farkında değiller. Bu gafleti zafer tacı yapıp başıma geçirmeliyim.” Bölgede Bizans dışında donanma olmadığı için, Bizans denizcileri işin farkına varamamıştı. İşin farkına vardıklarında ise artık iş işten geçmiş, Kara Mürsel’in leventleri, “Haydaaa breee!” işaretiyle birlikte palalarını dişlerinin arasına kıstırıp direkten sarkan halatlar aracılığıyla düşman gemilerine girmişti. Gerisi kelle koltukta savaştı… Fakat Bizanslılar o kadar şaşkındılardı ki, bir türlü toparlanamıyorlardı. Bu gemiler de nereden çıkmıştı? Osmanoğlu’nun donanması yoktu ki, bu nasıl olurdu? Toparlanana kadar işleri bitti, kârları itmam edildi… Kara Mürsel, ilk deniz savaşında beş gemi kazanmıştı. Altıncı gemi ise arkadaşlarının yardımına koşmayı denemeden kaçmıştı. Kara Mürsel’in gemileri daha hızlıydı, ama takip etmek istemedi. Bu ders onlara yeterdi. Ama bundan sonra işleri daha zordu: Zira Bizans, varlıklarından haberdar olmuştu. Kuşkusuz tedbirsiz dolaşmaktan vaz geçecekti. Düşman gemisinin personelini forsa (kürekçi) yaptılar. Gemileri ise yedeklerine alıp Karamürsel Limanı’na çektiler. “Av iyi geçti” diye gülümsedi karaya çıkarken, “bereket versin.” Baskın ihtimalni düşünüp hazırlıklı olmalarını emretti. İlk Osmanlı donanması, ilk Osmanlı amirali Kara Mürsel Kaptan’ın komutasında her geçen gün biraz daha gelişip güçlenecek, İzmit Körfezinden Marmara Denizi Adalar civarlarına kadar her yerde bayrak gösterecekti. “Artık deryalarda biz de varız” diyordu, Osmanlı hem karadan, hem denizden büyük devlet hayaline doğru emin adımlarla ilerliyordu. 70 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp VIII En Acı Günlerden Biri Milâdi 1326 yılı Ramazanının ilk günüydü (1 Ağustos 1326). Söğüt’te her Ramazan’ın ilk gününde görülen coşkudan eser yoktu. Söğüt, havanın sıcağına yüreğinin ateşini de eklemiş, yanıyordu. Avlular sessizdi. Ne çocukların şen şakrak çığlığı, ne gazilerin coşkun nârâsı, ne çobanların yanık kaval sesi geliyordu. Arada kulübelerden birinin bacasından yanık ağıt yükseliyor, dumana karışıp semâya dağılıyordu. Osman Gazi’nin evinin etrafında süm sükût bir kalabalık vardı. Hastalandı hastalanalı bu kalabalık bir an olsun dağılmamış, Söğüt ahâlisi şanlı reislerinin hastalanmasına hâlâ akıl erdiremediğinden, her an sıhhat haberini beklemek üzere nöbete oturmuştu. Akşamın alaca pençesi günü örterken, kalabalığa dört atlı yaklaştı. Kalabalık saygıyla iki yana açılıp atlılara yol verdi. Aynı anda evin verandasında beliren ihtiyarAkça Koca, bir zaman gelenleri kestirmeye çalıştıktan sonra, dudaklarında sönük ve acılı bir gülümseyiş olduğu halde sekiz basamağı sessizce indi. Atlılardan en öndekinin yanına yürüdü. Atlı attan indi, Akça Koca’nın elini öptü. Soluklandı. Endişesini tek cümlenin sınırlarına sığdıramadığından, sesine bütün hüzün ve endişelerini de döküp sordu: “Koca Gazi, babam nasıl?” VIII- En Acı Günlerden Biri / 71 Kalabalık, suali duyunca soluğunu tuttu. Hayırlı bir cevap gelir de kaçırırlar korkusu herkesi sardı. Dikkat kesildiler. Fakat Akça Koca temkinliydi. Uluorta söylenmesi icap edeni söyler, ancak söylenmemesi icap ediyorsa, ölene kadar susmasını bilirdi. Şimdi de sustu. Orhan Gazi’yi kolundan tutup merdivenlere âdeta sürükledi. Bu hareketi kalabalığı ürkütmüştü. Akıllarının köşesinden dahi geçirmek istemedikleri, Osman Gazinin ölümü ihtimalini, belki de Akça Koca’ya duyulan saygıdan dolayı kimse bir şey sormuyor, sadece yürekleri buruk bir endişenin kıskacında kıvranıyordu. Son ümit merdivenlerin üstünde kaybolmak üzereyken, bu yürek ısıran acıyı daha fazla yüreğinde taşımaya mecal getiremeyenlerden biri kalabalıktan hızla kopup merdivenlere fırladı. Basamakları ikişer ikişer çıkarak Akça Koca ile Orhan Gazinin yolunu kesti. Alıp vermeyi ne zamandır unuttuğu soluğu ağzına sığmıyor, bu yüzden sesi hırıltılı çıkıyordu: “Beyimizi görmek istiyoruz!” Orhan Gazi sinirlendi. Bu densizlikti. Bey evine destursuz çıkmanın başkaca adı olamazdı. Terslemeye hazırlanmışken, Akça Koca’nın avucunda bulunan bileğinde bir acı duydu. Koca Gazi, Orhan Beyin terslendiğini hissetmiş, acılı insanların acısını arttırmaktan başka işe yaramayacak cevabını ağzına tıkamak için var gücüyle bileğini sıkmaya başlamıştı. Gözleri buluştu. Koca Gazi’nin gözlerindeki ifadeyi okur okumaz, öfkesini yuttu. Cevabı ona bıraktı. Genç adam kapının önünde gerilmiş, yol vermiyor; fakat yaptığı hareketten duyduğu utancı da yenemeyip başı önünde duruyordu. Akça Koca bir zaman delikanlıya baktı. Cenk yerinde böylesine atak, böylesine pervasız ve yamandı. Kızamadı. Uçuk acı gülüşü dudaklarında soğuturken, şu delikanlının hislerini paylaşan kalabalığa döndü: “Beyimiz hastadır, yatıyor” dedi. Akça Koca’nın sözlerinde yeni birşey yoktu. Bu kadarını zaten onlar da biliyordu. Şanlı hastayı rahatsız etme korkusunu bir anda unutmuşlardı. Endişe, merak ve korku galip gelmiş, bir haber alma ümidi bütün düşüncelerinin üstüne çıkıp, kalabalığı avuçlamıştı. Birkaç dalgada merdivenin altına yığıldılar. Tek tük sesler yükseldi: 72 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Beyimizi görsek gerektur!” “Hastalığı ne seviyededur?” “İzin verin tek tek ziyaret edip ellerini öpelim.” İşte o zaman Akça Koca kızdı. Bu, töre bozgunculuğuydu. Sessizliğin sihirli kilidi şu delikanlının sabırsızlık anahtarıyla açılmış, ağırdan bir uğultu, gittikçe temposunu arttırarak hasta evini kuşatmıştı. “Densizler!” diye bağırdı, “Beyimiz hasta denmiştir. Hastayı rahatsız etmeye utanmaz, Allah’tan korkmaz mısınız?” Kapıya gerilen delikanlıyı omuzundan kavradığı gibi yana fırlattı. Bu yaşta bu kuvveti kafasına sığdıramayan delikanlı şaşırmış, bir zaman şaşkın şaşkın kenarda dikildikten sonra, yere çömelerek hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Orhan Gazi ile Akça Koca ise çoktan kapının arkasında gözden silinmişlerdi. Orhan Gazi bir çocuk çaresizliğiyle kendini Akça Koca’ya bırakmıştı. Nereye çekerse gidiyor; derin acısı, olup bitenleri kavramasına izin vermiyordu. Böyle kendini bırakmaması gerektiğini biliyordu. Lâkin elinde değildi. Yıllardır babasından direktif almaya, onun çizdiği yoldan yürümeye öylesine alışmıştı ki, onsuz bir dünyayı tasavvur etmek istemiyor, ölüm ihtimalini yüreğine sığdıramadığından, kendini çok çaresiz buluyordu. Eyvanı geçip Osman Gazi’nin yattığı odaya girdiklerinde, durakladı. İlk defa Akça Koca’ya isyan etti. Bir sessiz isyan hıçkırığıyla olduğu yere çakıldı. Babası bir yer yatağının ak örtüleri içinde yatıyordu. Sağ eli örtünün dışındaydı. Yıllarını kılıç çalmakla geçirmiş o aslan pençesinin, bir gün şimdiki görünüşü alacağına hiç ihtimal vermezdi. Elinin üstündeki damarlar kabarıp morarmış, zayıflıktan dolayı derisi matlaşarak eklemlere yapışmıştı. Akça Koca, Orhan Gazi’nin sessiz isyanını hissettiğinden, duygularını keşmekeşe çevirip aklını alabora eden fırtınanın kaynağını tahmin edebiliyordu. Esasen kendisi de Orhan Gazi’den ve şu dışarıda bekleşen kalabalıktan farklı değildi. Kalbinden kopup genzini tırmalayan feryatları insanüstü bir gayretle ancak bastırabiliyor; iradesinin yularını sımsıkı tutup, sanki hiçbir şey olmamışçasına, Osman Gazi ölüm döşeğine serilmemişçesine, davranmaya dikkat ediyordu. O da kendini kapıp koyuverirse, aşirette kim bilir neler olurdu. Şimdi ölenden çok, olanı düşünme sırasıydı. Vaktiyle Ertuğrul Bey’in VIII- En Acı Günlerden Biri / 73 ölümünde karşılaşılan güçlükler, tekrarlanmamalı, aşirete hemen bir baş bulunup devlet yolunda yürünmeliydi. İdeal meşalesinin titremeye başlaması demek, tehlike demekti. Bu dâvâ şahıslarla kàim değildi. Millî bir mefkûre halinde ebediyete kadar uzanmalı, idareciler değiştikçe tereddüt doğmamalı, yürekler sarsılmamalıydı. Şahıslarla kàim olan dâvânın dâim olmayacağını, şahısların ölümüyle birlikte öleceğini biliyordu. Devlet yolu henüz açılmış, aşiret bu yola henüz gitmişti. Büyük umutlar henüz filiz sürmüşken, kırılmamalıydı. Yüz yıllık düşünceyi birkaç adıma sığdırarak yatağa yaklaştı. Osman Gazi’nin başucuna diz çöktü. Elinin üstüne elini koyup, “Yiğit Beyim” dedi, “Orhan geldi.” Osman Gazi gözlerini açtı. Beyinin göz bebeklerindeki parıltıyı gören Akça Koca, birden umutlandı. Osman Gazi’nin gözleri eskisi gibiydi: Ne yüzünün süzgünlüğü, ne ellerinin matlığı, ne soluğunun kesikliği gözlerine aksetmemişti. Yine şimşekler çakıyor, yine zekâ döküyor, yine mefkûre meşalesini ateşleyecek kadar bol kıvılcım saçıyordu. “Oğlun Orhan geldi, Osman Beyim” diye fısıldadı, başucuna çömelerek. Osman Gazi, gözleriyle yatağın etrafındakileri tek tek süzdü. Beklediği müjdenin emâresini göremeyince, mahzunlaştı. Akça Koca’ya gözleriyle sordu: “Hani nerede?” Akça Koca Orhan Gazi’ye “yaklaş” işareti yaparken, “burada” dedi, “Bursa’dan emrin üzere geldi.” Orhan Gazi tereddüdünü yenmiş, derin kederini yutkuna yutkuna yatağa sokulmuştu. Başucuna diz çöktü. Akça Koca’nın yavaşça bıraktığı sağ elini avuçlarına alıp öptü, alnına koydu: “Geldim, Bey babam.” O kadar nadir “baba diyordu ki, heam çevredekilerin şaşkınca bakmalarına sebep olmuştu, hem de Osman Bey tekrar gözlerini açıp oğluna mutlu mutlu gülümsemişti. Canlanmış gibiydi. Sanki ağrıları birden dinmiş, nefes alıp vermesi birden düzelmiş, sihirli bir el değmiş de sanki iyileşmişti. “Bursa’yı açtım (aldım) geldim de, Orhan.” Orhan Gazi’nin hüzünlü susuşunda istediği cevabı bulamayınca, celâllendi: “Çok yazık!” 74 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Hayal kırıklığı kısa sürdü, gözlerine yine o parıltılı ışık geldi, yerleşti. Orhan Gazi’nin avucunun içindeki elini kastı. Kesik kesik konuşmaya başladı: “Bursa’nın fetih müjdesinden sonra ölmek isterdik. Bursa’da Gümüşlü Kümbet mevkiine gömülmek isterdik. Lâkin ecel acele eder. Öleceğim için üzülmüyorum. Çünkü Orhan, senin gibi bir halef bırakıyorum. Âdil ol, merhametli ol, dininin emirlerinden çıkma. İstişareye ehemmiyet ver; ama ehliyle istişareye dikkat göster.” Bir müddet dinlendikten sonra devam etti: “Teşekkülümüzün iki büyük hedefi var: Birincisi İ’lâ-i Kelimetullah… İkincisi Kızılelma. Biri bütün olarak manevî, diğeri mâna çerçeveli, ama maddî… İslâm Dini’ni yaymak için Allah’ın emri mûcibince cihâd eyle. Din adamlarını, âlimleri, dervişleri, koru, onlara yardım et, duâlarını al. Rahatı düşünme, güçlüklerden yılma, emeklerini cihad uğruna harca, dünya malına değer verme, çünkü dünya malı geçicidir. Bütün beşeri lezzetler biter; sen ebedî güzelliklere tâlip ol, mükâfatını da Allah’tan bekle…” Yine sustu… Bu kez susmazı daha uzun sürdü. Nefesi hırıltıya dönmüştü, ama devam etti: “Bizim gavgamız mihnetle kuru gavga değil, dâvâmız cihana hükmetme dâvâsı değil; dâvâmız bütün bunlardan çok daha mukaddes olan İ’lâ-i Kelimetullah dâvâsıdır. Zaferlerimiz, büyük dâvâmızın zaferleridir. Bu dâvâda insanlar sadece vasıtadan ibarettir. Nöbet senin Orhan, biz göçer olduk! Göreyim seni, ilminin de kılıcının da hakkını ver. Yolun açık olsun. Var git, Bursa’yı aç, gülzar eyle!” Biraz dinlenip nefeslendikten sonra, yatağının etrafını çevreleyen diğer oğullarına baktı: “Orhan’ı yerime sayın ve ona itaat edin, oğullarım” dedi. Alâüddin, Savcı, Melik, Çoban, Hamid ve Pazarlu Beyler ayakta el bağlamışlardı. Varıp Orhan Gazi’nin önünde bir ir dize geldiler: “Beyliğin mübarek ola!” Orhan Gazi, babasının elini defalarca öptü. Kardeşlerini kucakladı. İçinin buruk acısını gözlerinden dökmek için tenhâ bir yer aramak üzere mütereddit adımlarla dışarı çıktı. VIII- En Acı Günlerden Biri / 75 Kırk beş yaş civarlarındaydı; ama şimdi kendisini dört yaşında bir çocuk gibi görüyor, dört yaşındaki bir çocuk acziyle ağlamak istiyordu. Evinin kıyısını dolanırken, bir bebek ağlaması duydu. Yüreğindeki acı gözlerine çıkıp gözyaşına dönüştü ve yanaklarına doğru sicimlendi. Bir yandan da bebek ağlamasını dinliyordu. Herşeyi anlamıştı. Söğüt’e son gelişinin ardından dokuz aydan fazla bir zaman geçmişti. İlk defa bir evi ve bir karısı olduğunu hatırlıyordu. Dokuz aydır ilk defa bunu hatırlayacak vakti buluyordu. Eve girdi. Ebe kadın, yeni dünyaya gelmiş bebeği ağaçtan oyma leğende yıkamakla meşguldü. Birden Orhan Gazi’yi karşısında bulunca, kekeledi: “Bir… bir oğlunuz oldu, Orhan Beyim.” Sarmalayıp kucağına verdi. Orhan Gazi ne yapacağını bilemiyor, toy bir delikanlı kadar şaşkın, dikiliyordu. Gözlerinde sicimlenen keder yaşına sevinç karışmıştı. İçinde de hüzünle saâdet çarpışıyordu. Bu ne tuhaf tevâfuktu. Allah birini alırken birini vermişti. Osman Gazi ölüm döşeğinde hayatını tüketirken, torunu hayata ilk adımı atmıştı. Kendi doğumunda da böyle bir tevâfuk vardı: Dedesi Ertuğrul Bey’in ölüm yılında dünyaya gelmişti. “Allah bizden birini alıp birini veriyor” diye düşündü. Şaşkınlığını bastırdı. Bebeğin sağ kulağına ezan, sol kulağına kàmet okudu. “Adın Murad olsun” diye fısıldadı, “dilerim Mevlâ’dan, muradını versin.” O gece Osman Gazi ebedî saâdetin kollarına uçtu. O tarihten bir yıl kadar sonra da Akça Koca Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kara Mürsel bu iki acıyla sarsılacak, ama ne sevincine ne de acılarına teslim olmadan, hedefine yürümeyi istikrarlı biçimde sürdürecekti. 76 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp IX Prusias’dan Bursa’ya "Hele simdi görelum Orhan Gazi Bursa'da neyler: Devletle geldi imâret yaptı.Vilâyetin dervişlerini teftiş eylemeye başladı. İnegöl yöresinde Keşiş Dağı’nın (Uludağ) arasında bir nice derviş gelmişti. Anda makam tutmuşlardı. Bu dervişlerden biri ayrılır varır dağda geyiciklerle yürür ve ol Turgud Alp âni sever. "Orhan Gazi'ye adam gönderdi kim, "Benum köylerim yanında bir derviş daim ânin yanına gelur. Ânınla musahabbet eder’. Turgut Alp pir olmuştu (yaşlanmıstı). Geldi mukim oldu. ’Hayli mübarek derviştur’ dedi. Orhan Gazi eydür: ’Aceb kimin mürididur? Eydür: ’Sorun kendinden’ der. Geldiler sordular. Eydür: ’Baba İlyas müridiyim’ der. ’Seyyid Ebu'l-Vefa tarikatindanım’ dedi. Emr etti kim getirin dedi. Geldiler davet ittiler, gelmedi. Derviş dahi haber gönderdi kim sakin gelmesun. Orhan Gazi'ye haber virdiler. Orhan Gazi yine haber gönderdi kim ’Niçun gelmez, veya beni niçun komaz anda varmaya?’ Cevab verdi kim, ’Dervişler göz ehli olur. Gözetirler, dahi vaktinde varirlar kim dualari makbul olur’. "Bir nice günden sonra bir kavak agacini omuzuna kodu. Doğru Bursa'nın hisarına geldi, padişahın hisarina (sarayina) girdi. Gördüler, Han'a haber virdiler. ’Ol derviş geldi bir agaç dahi getirdi, kapıda dikiyor. Orhan Gazi çikti gördü, tamam dikmiş. Dahi sormadın, Han'a eydür, ’Teberrükümüz oldukça dervişlerin duası makbuldur’ dedi. Hemandem dua etti, durmadı geri mekânına vardı. IX- Prusias’dan Bursa’ya / 77 "Orhan Gazi dahi dervişin mekânına vardı. ’Ey Derviş, bu Inegöl nevahisi senin olsun’ dedi. Derviş eydür: ’Mülk ve mal Hakk'ındır, ehline verir biz ânin ehli degiliz’. Soralar: ’Ehli kimdir? Ayudtu (dedi): ’Hak Teâlâ dünya mülkünü sizin gibi Hanlara ısmarladı. Kulları birbirleri ile mesalihin görsün deyü’. Orhan Gazi eydür: ’Derviş! N’ola benden şu sözü kabul etsen. Dervis eydür: ’Şol karşiki tepecikten bericiği dervişlerin havliciği olsun’ dedi. Orhan Gazi dahi bu sözü dua aldı, yine mekânina gitti. "Orhan Gazi o dervişin üzerine kubbe (türbe) yaptı. Yaninda tekye yaptı… Ol zâviyeye ’Geyikli Baba Tekkesi’ derler." (Âsikpasazâde). Osman Bey, sağlığında Prusias’ın (Bursa) fethini zarurî görüyordu. Kendi devletini geleceğinin selâmeti bakımından Bursa, İznik, İzmit ve civarı fetholunmalı, Bizans’ın yumuşak karnına hançer gibi girilip Boğaz’a çıkılmalı, Marmara’nın, Karadeniz’in ve Ege ile Akdeniz’in başı tutulmalıydı. Niyeti, mevcudu muhafaza etmek değil, Kostantinye’nin fethini gerçekleştirip, soyunu hadis-i şerifin methine mazhar etmekti. Aynı zamanda yüzyıllar boyu yaşayacak mutasavver imparatorluğu sağlam temeller üstüne inşa etmekti. Aksi takdirde mevcudu muhafaza bile güçleşebilir. Çünkü Omsalı Devleti’nin güneyi Germiyanoğulları, güney doğusu Ankara Ahi Cumhuriyeti ve bütün kuzeyi devrin en kuvvetli devletlerinden Bizans’la kuşatılmış gibiydi. Bu boğaz gibi yerde kısıp kalmak, zaman içinde yok olmak anlamına geliyordu. Osman Bey dehâsıyla bu hakikati çok önce fark etmiş ve fetih plânını buna göre geliştirmişti. 78 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Bursa’nın fethi için Bursa’ya hâkim iki müstahkem tepeye kale inşa ettirdiği sıralarda (1314-15) elinde bulunan askerî kuvvetin ve harp levâzımatının Bursa fethine yetmeyeceğini elbette biliyordu. Fakat şunu da biliyordu ki, İznik ve İzmit’in fethi, Bursa’nın fethine bağlıydı. İdealin düğümü olan Kostantinye’nin fethi ise, İznik ile İzmit’in düşmesiyle Rumeli’ye geçilmesine dayanıyordu. Bütün plânları buna göre hazırlamış, bu plânlar, gerek kendisi gerekse şanlı evlâdı Orhan Gazi tarafındanharfiyle tatbik edilmiştir. Ölümünde, Osman Bey’in oğluna bıraktığı toprakların yüzölçümü on altı bin kilometrekaredir. Osman Bey’in babasından devraldığı toprakların yüzölçümü ise en iyi ihtimalle 5.000 kilometrekare civarındaydı. Demek oluyor ki, Osman Bey, babasından kendisine intikal eden toprakları, hükümdarlığı müddetince üç mislinden fazla büyütmüş, üstelik hep stratejik önemi hâiz beldeler fethederek, büyük fethin yoların açmıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse, “Osmanlı Beyliği, Osman Gazi’nin vefatında, bir atom çekirdeğindeki kudret hâlinde patlamaya hazırdır.” (Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi (İstanbul: Ötüken Yayınları, 1977), c. 2, s. 259). Babasının derinden açtığı yolda ustalıkla yürüyen ve sağlığında gerek sözleriyle, gerek hal ve etvarıyla gösterdiği ideal çizgisini, babasından miras aldığı dehâsıyla tamı tamına sezen Orhan Gazi, ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Babasının yerine geçtiği gün, sırtına ateşten gömleği giydiğinin farkındaydı. Bu mes’uliyeti bilgin kardeşi Alâüddin Bey’le paylaşmak istiyordu. Feragatin, ehliyetin ve tevazuun mimarı Orhan Gazi, kardeşine şu teklifle gitti: “Kardeşim, benden bilgin ve akıllısın. Beyliğin idaresini ellerine al, ben de askerlerine kumanda etmek suretiyle sana yardımcı olayım.” İkisi de Osman Bey’in oğlu olduklarını ispatta yarışıyor gibiydiler. “Tam tersi” diye cevap verdi, Alâüddin Bey, “sen hükümdar olacaksın, çünkü bu yolda hem babamızın vasiyeti vardır, hem de bu işe daha yatkınsın. Evet, ben bilginim, fıkha vukufum var; fakat sen askerliği benden iyi biliyorsun. Şu yaşına kadar harp meydanlarında kendini ispat ettin. Şimdiki zamanda beyliğimize asker bir hükümdar lâzımdır. Ben sana beyliği teşkilatlandırma hususunda yardım eder, birbirimizin eksiğini tamamlayıp mükemmele yaklaşırız. Böylece, ihtimaldir ki, babamızdan kalan boşluğu doldururuz.” IX- Prusias’dan Bursa’ya / 79 Tablo göz yaşartıcıydı. Nitekim hazır bulunanlardan bazıları gözyaşlarını tutamamış, sessizce ağlamaya başlamışlardı. Bütün endişeleri dağılmıştı. Genç beylik bölünmeyecek, devlet ideali doğmadan ölmeyecek, kardeşlerin el ele, gönül gönüle vermesi sayesinde daha da yükselip genişleyecekti. Henüz hiçbir devlet bu teşekkülün farkında değildi. Komşuları, en başta Bizans olmak üzere, beyliğin büyümesini Osman Beyin liyakatine bağlıyordu. Onun ölümüyle kardeşler arasında kaçınılmaz bir infilâk meydana geleceğini ve beyliğin parça parça olacağını zannediyorlardı. Bu tatlı rüya, daha sonra yarım düzine imparatorlukla düzinelerce krallığın hayatına mal oldu. Ve bu gaflet Osmanlı Beyliğinin bütün komşularını Osmanlı Devleti’ne yem etti. İlk hedef Bursa idi... Yıllar önce kuşatma altına alınmış, Bizans ve civar kalelerle bütün irtibatı kesilmişti. Osman Bey öldüğünde Bursa’nın düşmesi an meselesiydi. Nitekim aynı yıl Bursa, Osmanlıların eline geçti. Başşehir yapıldı. Artık hedef İznik’ti. Hıristiyanlığın kalbi mesabesinde olan bu şehir, ekonomik kıymet bakımından da mühimdi: Bizans’ın Anadolu’daki en büyük, en mâmur şehriydi. Ama Bizans kıpırdamış, Osmanlı üzerine gelmeye hazırlanmıştı. Önce bu defter kapanmalı, Bizans’ın beli kırılmalıydı… Bu da Pelekanon (Darıca ile Eskihisar arası) Meydan Savaşı’yla gerçekleşecekti. 80 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp X Pelekanon Meydan Muharebesi “İznik tekfuru İstanbul kapısından çıkub maiyetiyyle İstanbul’a gitti; amma ekser sipahi gitmeyub şehir halkiyle Orhan’a karşı çıkub istikbal itdi...” (Neşrî Tarihi) Bizans’la Osmanlılar Pelekanon’da (Hammer, “Pelekanon”u Maltepe olarak yazmış, yabancıların her yazdığını doğru kabul eden bizim bazı tarihçiler de aynen kopyalamıştır. Halbuki Pelekanon mevkii Darıca ile Eskihisar arasındadır. Maltepe’nin eski ismi de zaten “Virias” tır) karşılaştılar. Bizans ordusunun çok ağır yol almasına bakılırsa, ya asker isteksiz ve korkaktı, yahut İmparator, bu sefere birtakım zorlamalar neticesi gidiyor, bu yüzden de işi ağırdan alıyordu. Sanki Orhan Gazi’nin bu seferi duyup geri çekilmesini istiyordu. Orhan Gazi haberi duydu. Fakat çekilmek şöyle dursun, İznik muhasarasının devamı için civarda bir miktar asker bıraktıktan sonra, İmparator Paleologos’u karşılamaya gitti. “Geldiğinden beter dönecek!” diyordu. Tarihçi Hammer, sonraki Bizans İmparatoru Kantakuzinos’un hâtıralarına dayanarak, Rumların görülmedik bir cesaretle dövüştürdüklerini yazar (ne de olsa din çekiyor). X- Pelekanon Meydan Muharebesi / 81 Bütün yabancı kaynaklar Osmanlı ordusunun sekiz bin mevcutlu yaya ve süvariden meydana geldiğini ısrarla belirtirler de, Bizans ordusunun mevcudunu vermekten kaçınırlar. Bundan Bizans ordusunun Osmanlı ordusundan kalabalık olduğu neticesini çıkarmak yanlış olmaz. Buna rağmen, Orhan Gazi, ordusunu üstün zekâ ve kabiliyetle yönetip Pelekanon savaşını kazandı. İmparator da kalçasından yaralanarak savaş meydanını terk etmek zorunda kaldı... Gerçekten de geldiğinden beter döndü. *** Karada bunlar yaşanırken, denizde başka bir savaş yaşanıyordu… Öğle sonrasıydı. Kara Mürsel, sayıları artan donanmasının başında Pelekanon sahillerini vuruyordu. Bir ara ireğin tepesindeki gözcünün çıngırak sesi ökmeye başladı: “Düşman göründüüüü!..” Kara Mürsel çevik hareketlerle direğe tırmandı. Yaklaşan gemilere baktı. Az sonra savaş patlayacaktı. Gereken emirleri verdikten sonra, ellerini açtı: “Yolumuzu aç Allah’ım, Peygamberinin fetih müjdesine yürüyüşümüzü kolaylaştır.” Savaş durumu alıp alestede beklediler. Gemiler geçen süre içinde daha net görülmeye başlanmıştı. “Venedik gemileri” diye söylendi, Kara Mürsel, İmparator’un yardımına gelmiş olacaklar.” Sesini yükseltti: “Yedek yelkenleri de basın!” Verdiği her emir anında uygulanıyor, Kara Mürsel leventleriyle övünüyordu. “Hızlanmamız lâzım, ne olduğunu anlamadan bastık bastık, basamazsak vaziyet zorlaşır.” Yedek yelkenler de basılınca Kara Mürsel Reis’in çektirileri iki misli hızlandı. Denizi yara yara yol alıyorlardı. Gözcünün çığlığı düşüncelerinin ortasına düştü: 82 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Üzerimize geliyonlaaar!..” Kara Mürsel, dişlerinin arasından tısladı: “Biz de onların üzerine gidiyoruz!” Gemiler bir birlerine yaklaştı... Adamlar seçilmeye başladı. “Bunların çoğu zırhlı Reis” diye bağırdı, direkteki gözcü. Kara Mürsel kılıcına el attı: “Burma telden çifte su verilmiş Akça Koca mirasıdır bu kılıç, en yaman zırhları bile bir vuruşta deler, geçer!” Herkes kılıçlarını çekmişti. Kara Mürsel vuruşmadan önceki son talimatı verdi: “Yarım ay vaziyeti alın!..” Gemiler yanlara dümen kırıp yarım ay vaziyeti aldılar. Düşman ortaya yüklenirken, uçlar kavuşacak ve düşman gemileri kuşatma altına alınacaktı. Düşman donanması ses mesafene kadar yaklaşmıştı: “Teslim olun!..” diye bağırdı biri, bozuk bir Türkçe ile… “Gelin de alın” diye karşılık verdi Mürsel Reis. Ses tekrar duyuldu: “Namlı Venedik baş şövalyesi Don Piyer emrediyor, derhal teslim olun! Kimin nesi olduğunuzu biliyorum. Kurtulamazsınız.” “Sizin kara şövalyeliğiniz denizlere sökmez” dedi Kara Mürsel için için gülerek; “denizler bizimdir!” Bu arada düşman gemileri yarım ay şeklinde açılmış Osmanlı donanmasının merkezine girmiş, Amiral Gemisi’ne rampalamaya hazırlanmıştı. Amaçları Kara Mürsel reis’i esir almak olduğu anlaşılıyordu. Kolay bir zaferin peşindeydiler… “Sancak alabandaaa!” diye bağırdı Kara Mürsel Reis… Rampalamak üzere olan düşman gemisini sıyırıp müthiş bir şaşırtmaca verdikten sonra öteki tarafına geçti… “Kancacılaaar!..” Kancalar atıldı… “Rampaaa!” Düşman gemilerii çekilip iyice rampalandı. Leventler düşman gemilerine atıldılar. X- Pelekanon Meydan Muharebesi / 83 Diğer gemiler de şaşırtmacalar vererek düşman gemilerini içlerine çekmiş, ardından hilâlın ucu hızla kapanıp düşman kuşatılmıştı. Ötesi kılıç kuvvetine kalıyordu. Kara Mürsel meşhur narasını attı: “Haaayt bre, savulun!..” Amiral gemisine fırladı. Denizin berrak suyu kana boyandı. Venedik donanması kıskaca girmişti. Böyle bir deliliğe akıl erdiremiyorlardı. Kolay bir zafer beklerken, zora girmişlerdi. Kara Mürsel’in burma telden dövülmüş kılıcı her vuruşta bir zırhlı deviriyordu. Çelik zırhlar kâğıt gibi yırtılıyordu. Şövalye Don Piyer kaptan köşkünde duruyor, kavgaya girmiyordu. Kara Mürsel bunu fark edince: “Herifin canı çok tatlı olmalı” diye düşündü. Ona ulaşabilir de esir alabilirse kestirmeden bir zafer kazanacak, başsız kalan gemiler kaçmaya can atacaklardı. Kaptan Köyküne yöneldi… Vuruşa vuruşa kaptan köşküne çıktı… Şövalye Don Piyer’in arkasına geçti. Herkes o kadar meşguldü ki, kimse farkına varamamıştı. “Hey Don Piyer, beri bak!” diye bağırdı. Don Piyer hızla döndü. Döner dönmez de Kara Mürsel’in hamlesini boşa çıkardı. “Hadi bakalım” dedi Kara Mürsel, başbaşayız.” Don Piyer, Kara Mürsel’in ilk hamlesini boşa çıkarmanın keyfiyle, sırıttı: “Kimsin sen?..” diye sordu sırıtık eşliğinde. “Ben Osmanlı Kaptan-ı Deryası Kara Mürsel Reis. Kolla!..” Bir hamle daha çıkardı. Adam saldırmada usta sayılmazdı, ama kendini savunmada doğrusu usta idi: “Adını duymuşluğum var Osmanoğlu, ama bundan sonra ölü olarak anılacaksın.” Kılıcını kaldırdı: “Seni geberteceğim!..” diyerek saldırdı. 84 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Kara Mürsel yana sıçrayarak hamleyi savuşturduktan sonra, karşı atağa geçti: “Teslim ol Don Piyer, yoksa kendin gebereceksin!..” “Göreceğiz…” dedi Don Piyer, artık sırıtmıyordu. “Gördük bile” diye karşılık verdi, Kara Mürsel… Bir hamail çekti. Don Piyer’in elindeki kılıç fırladı. Kara Mürsel’in kılıcı ise Don Piyer’in gırtlağına dayandı: “Şimdi adamlarına teslim olmalarını emret!” Kara Mürsel iyi tahmin etmişti. Adamın canı gerçekten de çok tatlıydı. İmparator’u filan da umursamıyordu: “Bu benim savaşım değil” diye konuştu, “isteyerek gelmedim. Seninle de bir derdim yok…” “Emret öyleyse, canını bağışlayım. Seni ve adamlarını taşıyacak bir gemi tahsis erderim. Dilediğiniz yere gidersiniz. Kılınıza dokundurtmam.” “Sözünde duracağını nereden bileyim?” “Çünkü ben Müslüman’ın, asla yalan söylemem!” Bu garanti, salt canını düşünen biri için yeterliydi. Başka bir şey söylemeden ellerini ağzına boru gibi yaparak adamlarına doğru bağırdı: “Duruuun!..” Kara Mürsel Reis de kendi leventlerine emretti: “Siz de durun!” “Savaşın tadına varmışken durmak da neyin nesi?” diye söylenmekle birlikte Lostromo Ömer emri tekrarladı: “Durun leventler!” İki taraf da durdu. Kılıçlar indi. Bakışlar Amiral gemisinin kaparasına yöneldi: “Beni dinleyin” diye konuştu Don Piyer, “Türk donanmasının reisiyle konuşup anlaştık. Savaş bitmiştir.” Venedikliler sevinirken, leventler üzgündü. Ama Mürsel Reis’in bir bildiği olmalıydı. Gidip arkadaşlarına da anlattı: “Tek gemi ile gidecekler, diğer gemileri bize bırakacaklar. Boş yere kan dökülmesin.” “Sen bilirsin” dediler, kabul ettiler. Güneş kırmızı kırmızı gülümseyerek ufukta kaybolmak üzereydi. X- Pelekanon Meydan Muharebesi / 85 XI Derya Deryaya Kavuşur “Orhan Gazi diledi ki, leşkeri (askeri) ziyade olup amma ol leşker dahi kendü vilâyetinden (ülkesinden) ola. Bu işi Alâüddin Paşaya danıştı. Ol yetti, ana kadıya danışmak gerek. Cendereli Kara Halil Bursa Kadısı idi ve hem Edebâli’nin hısmı (bacanağı) idi. Ona danıştılar. O eytti: Sultanum, meğer ilden yaya yazub çıkaruvuz, didi. Reâyâ bu haberi işidecek pâdişah hizmetinde olalum deyu yaya yazılmağa bir mertebede riâyet gösterdiler ki, dimelü değil.” (Neşrî). Divan vardı… Orhan Gazi makamına oturmuş, ulema ve umerası çevresine yarım ay şeklinde dizilmişti. Mesele mühimdi. Çoktan beyliğe dönüşen aşiret, bir atılım daha yapmalı, devletleşme sürecine girmeliydi. Ama bunun önemli bir şartı vardı: Düzenli orduların yanı sıra bir de güçlü donanma kurulması gerekiyordu. Hâkimiyet alâmeti olarak çoktan para basılmış (1327-28 yıllarına kadar Osmanlı Beyliğinde Selçuklu ve Bizans parası tedavüldedir), sıra belli kıyafet giyen bir ordu ve denizler hâkimiyeti için donanma XI- Derya Deryaya Kavuşur / 87 kurulmasına gelmişti (ayrıca Orhan Gazi, para bastıran ilk Osmanlı hükümdarıdır). “Aynı kıyafet içinde süvari ve yaya birliklerine ihtiyaç var”diyerek, Divan’ı Orhan Bey açtı, “dedem ve babam umumiyetle gönüllülerden meydana getirdikleri süvari birlikleri kullandılar ve mühim fetihler başardılar. Artık daha düzenli birlikler kurmamız gerekiyor. Büyük devlet olacaksak her açıdan olmalıyız. Askerimiz kıyafetinden tanınmalı, atların koşumlarına, oklara ve kılıçlara kadar heryey bir düzen içine alınmalı. Her zaman gönüllü asker toplamak, günümüz şartlarında git gide zorlaşıyor. Askerlik meslek haline gelmeli ve askerler beytülmalden (hazine) ücret almalı. Böylece çoluk çocukları da perişaniyetten kurtulur. “Eğitim de vermeliyiz” dedi Kara Halil, “asker taifesi bu maksatla yapılacak koğuşlarda topluca kalmalı, topluca talim yapmalı ve kılık kıyafetleriyle, başıbozuk halktan ayrılmalılar.” Cendereli Kara Halil, bu işlerin ustasıydı. Bu aile kendi beylik düzenlerini bozarak topluca Osmanlı’ya katılmış ve babadan oğula büyük hizmetler yapmışlardı. Kara Halil askerlik işinden de iyi anlardı. Selçuklu’nun, Bizans’ın ve İslâm öncesi Türk devletlerinin askeri sistemlerini araştırmış, kafasında bir plân yapmıştı. Uzun uzadıya anlattı. “Yaya ve müsellem olarak iki sınıf asker meydana getirilelim. Bunlara aylık bağlayıp ayrıyeten hizmetlerine göre dirlik (mal-mülk) verelim. Sefer vaktinde, her nefere iki akçe fazlalık takdir edip dâimî surette her türlü vergiden muaf tutalım.” (Gerçi Avrupa tarihleri ilk düzenli ordunun kurucusu olarak Fransa Kralı VII. Charles’i gösterirler, ama aslında ilk düzenli askerî birlikler Orhan Gazi devrinde, Osmanlı Beyliğinde, Charles’ten tam bir asır önce kurulmuştur (Avusturyalı tarihçi Hammer). “Kabul mü?” diye sordu, Orhan Bey, ortaya. Ufak-tefek itirazlarla, teklif kabul edildi. Bu kez Cendereli Kara Halil Bey’e döndü: “Sen meşgul ol Halil Bey, mübarek ola” dedi. Yine kalabalığa konuştu: 88 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Donanma işini ne yapacağız?” Gözlerini bir bir beylerde dolaştırırken, bir eksik o an dikkatini çekmişti: “Gazi Fazıl Beyimizi göremedim, hasta filan mıdır?” “Değil Beyim çok şükür” diye cevap verdi Ece Bey, “biraz gecikebileceğini söyledi, amma gafletime geldi, iletmeyi unuttum, acil bir işi varmış.” Orhan Gazi, “Divandan âcil neyse hayrola” deyip, konuya döndü: “Evet donanmayı güçlendirmemiz lâzım. Yeni gemilere ihtiyaımız var. Söyleyeceği olan…” “Ben” diyerek, Gazı Azıl Bey içeri girdi, “kusura bakmayın, çok âcil bir mevzuyu halletmek için geciktim.” “Ettin mi bari?” diye sordu Orhan Bey, “divandan âcil işini?..” “Benim işim olsa Divan sonrasına bırakırdım Beyim, lâkin bu hepimizin işi, yani devlet işi.” “De hadi, merakta koma gazileri.” “Siz biraz önce donanmayı geliştirmekten bahsetmiyor muydunuz?” Başlar sallandı, Orhana Bey: “Beli” dedi, “bahsediyorduk.” “Ben de fikrim var dediydim…” “Beli, sen de öyle dediydin.” Gazi Fazıl Bey, vereceği haberin tadını çıkara çıkara konuşuyordu: “Size Kara Mürsel’i getirdim. Ne söylenecekse, o söylesin. Zira gazalarıyla yüzümüzü ak eden odur…” Orhan Bey, gülmeye verdi: “Sözünü Bizans kefereleri gibi iyice uzattın Fazıl Baba, Koca gönüllü Akça’nın yadigârını unutmadık, sözün kalanını de ki, bilelim.” “Kalanı şu ki Beyim, geldi, kapıda emir bekliyor.” Orhan Bey, mahçup bir tavırla söylendi: “Unuttuyduk bu hengâmede.” Emretti: “Kapıda beklemek de neyin nesi, deniz serdarımızı derhal içeri alın!” Kara Mürsel girdi divana: Kara Mürsel Reis… XI- Derya Deryaya Kavuşur / 89 Yüzü genç, yürümesi çevikti, ama siyah sakalında hatırı sayılır miktarda beyaz vardı… Kartal burunlu, gök bakışlı, uzun boylu… Bazuları yeleğinin üstünden belirgin biçimde meydan okuyordu. Saçları börkünden fışkırmış, isyanla omuzlarına dağılmıştı. “Beri gel bakalım Kara Mürsel Reis!” Tevazunun zirvesinde ayağa kalkmış, kollarını da açmıştı. Mürsel edeple diz vurmuşken, Orhan Bey: “Gel dendi Reis, yoldaşlara uzaktan selam olmaz, sana babalık eden Akça, bize dahi babalık etmiştir. Biz ebedi kardaşız!.” Ebedi kardeşler, hasretle kucaklaştı. “Emrinizdeyim Beyim” dedi, Kara Mürsel. “Berhüdar olasun!” Gözleri Mürsel’in üzerindeydi: “Safa gelmişsin.” Mürsel tekrar, “emrinizdeyim” deyince, Orhan Gazi’nin eli havaya kalktı: “Bizim aramızda emir-merasim yoktur, Kara Mürsel Reis. Biz kardaşız ve hepimiz o kardaşlığın icabını yaparız. İsmini büyüttün, namını-şanını yaydın. Bize mutluluk, Bizans keferesene korku saldın. Amma ki, kâfi değil, donanmayı büyütmemiz lâzım, onu konuşuyorduk.“ “Gemilerim otuz kadar oldu, kimisini yaptım, kimisini Bizans’tan hediye aldım. Nereyi işaret buyurursanız vururum!” “Âlâ” dedi Orhan Bey, “o zaman biz İznik’i vururken, sen İzmit sahillerinde harmanlan bakalım. İzmit zaten Akça Koca’mızın vasiyetidir. Buna göre hazırlan.” Durdu. Nefes aldı. Öksürdü: “Amma ondan önce Karesi’nin son kalıntısı Yahşieli’ni al. Serkeşliklerinden yoruldum.” Bir süre daha sustuktan sonra, devam etti: “Nihayetinde Rumeli canibini vuracağız, deryadan asker geçirmek için, gemilerine ihtiyacımız var.” Kara Mürsel dimdik duruyordu: “Başımla beraber, Beyim.” 90 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Âlâ, bu çok iyi! Duydunuz mu gazilerim, artık güçlü bir donanmamız var. Deryalardayız nicedir. Bizans’ın soluğunu denizlerde de kestik. Muradımız feth-i Konstantiniye’dir. Senin dahi Cenab-ı Hak muradını versin Kara Mürsel Reis.” Yine Melekcan’ın hayali dolandı yüreğinde; sessizce “Amin” çekti Bey duasına, belki de olurdu, kimbilir. Çıkmaya davranmışken, durduruldu: “Kal, Akça Koca’mızın yerine geç, göreyim seni, boşluğunu doldur!” “Zira” diye geçirdi içinden, “her kayıptan yüreğimizde doldurulamaz bir boşluk kalıyor.” Kara Mürsel, gösterilen yere geçti. Gazi Fazıl Bey, keyifli keyifli gülüyordu. *** Bazen aranan fırsat kendiliğinden gelir… Kara Mürsel, Karesi Beyliği’nin son kalıntısını Osmanlı’ya katmaya giderken, Dursun Bey’in habercisi geldi... Karesi Bey’i vefat etmiş, yerine oğlu Demirhan Bey geçmişti. Fakat kardeşi Dursun Bey, bu değişikliği onaylamıyordu. Beyliğin başına kendisi geçecekti. O zaman Osmanoğullarıyla Karesi arasındaki ayrılığı-gayrılığı kaldırıp Osmanlı’ya iltihak edecekti. Kara Mürsel, bir tuzakla karşı karşıya olup olmadığını düşünmekten kendini alamıyordu. Tecrübeleri temkinli olmasını söylüyordu. “Dursun Bey buyursun, gemimize gelsin, düşündüğü işi birlikte yapalım” dedi. İki gün içinde Dursun Bey, Kara Mürsel’in karşısındaydı… Anlattı derdini. Babasını Demirhan Bey’in zehirleyip öldürdüğünü düşünüyordu. Muhterisin biriydi. Halka da zulmediyordu. “Karesi halkı bu adama müstehak değil Kara Mürsel Kaptan, zaten bu ayrılık gayriliğe bir son vermek lâzım. Aynı dinin, aynı ırkın çocuklarıyız sonuçta.” Teklif cazipti, ama temkin de gerekliydi: XI- Derya Deryaya Kavuşur / 91 “Bir zaman misafirimiz ol Dursun Bey” dedi, “görelim Mevlâ neyler?” Birkaç gün sonra, Orhan Gazi’den ulak geldi. Karesi umerası ve uleması Orhan Gazi’ye gelip Demirhan Bey’in yerine Dursun Bey’i istediklerini bildirmişlerdi. “Git bu kargaşaya son ver” diyordu Kara Mürsel’e, “yolun da bahtın da açık ola!” Gitti ve kargaşaya son verdi. Karesi Beyliği’nin son kalesi de düşmüş, tekmil toprakları Osmanoğullarına geçmişti. XII Nikea’dan İznik’e Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmâniyânız kim, Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-i şehâdetten, Biz ol âlî himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim, Cihangirane bir devlet çıkardık bir aşîretten (Namık Kemal). Nihayet Nikea (İznik) kuşatıldı (1331)… Daha önce de burası kısmen alınmış, ancak tutunulamamıştı… Bu kez yerleşmeye gelmişlerdi… Kuşatma devam ederken, Bizans İmparatoru Üçüncü Adronikos Paleologos Trakya’dan, Dimetoka’dan, Andrinople’den (Edirne) toplayabildiği kadar asker toplayarak alelacele Scutari’ye (Üsküdar) geçirdi. İsterseniz gelin Bizanslı tarihçi Kantakuzinos’u dinleyelim ve görelim “Taraflı tarih” nasıl yazılır: “İmparator, harp şûrâsını topladı. Düşmanın ovada muharebeye zorlanmasına ve eğer Osmanlılar ovaya inmeyecek olurlarsa, Kostantiniye yolundan geri dönülmesine karar verildi. “Orhan, askerin dağlar arasına yerleştirerek bir kısmını vâdide gizledi. En usta süvari okçularında üç yüzünü hücuma başlamaya memur etti. Bu emrin çok faydasını gördü. Çünkü İmparatorun askerleri geniş bir ovada yayılmış bulunduğundan avlanması kolaydı. Orhan’ın askeri ise dağlık ve hendekleri ile çevrilmiş bir bölgeye yerleşmişti. XI- Nikea’dan İznik’e / 93 “Orhan sekiz bin kişiden binini sağ cenaha, binini sol cenaha, binini ortaya yerleştirdi. Bunları tepeciklerin arkasına gizledi. Asla çarpışmaya girmeyecekler, ok atıp kaçar gibi yapacak, okçuları takibe kalkışacak düşmanın üstüne birden bire atılacaklardı. “İmparator, dağlardan üç yüz kişinin indiğini görünce, ordusundan o kadar asker seçti ve Büyük Heteriargque (hassa kumandanı) Exotrochos’un kumandasında gönderdi. Bu vuruşmada Türklerden kırk kişi öldü. Rumlardan bir tek kişi dahi ölmedi, yalnız birkaç asker yaralandı.” Bu tuhaf hikâyeyi, Hammer dahi aklına sığdıramamış olacak ki, Kantakuzinos’u, kendi ırkını ve imparatorunu koruma gayretinde gösteriyor. “Arkadaşlarının şânını ve Adronikos’un kıymetini yükseltmek için ne kadar gayret ederse etsin, bu muharebenin neticesine dâir bizzat kendisinin verdiği bilgi, övünmelerini açıkça yalanlamaktadır” (Hammer, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, müt. Zuhurî Danışman (İstanbul: Özaydın Matbaası, 1972), c. 2, s. 124) diyor. İmparator kalçasından yaralanıp bir halı içinde savaş meydanını terk ile canını sahile atınca, Bizans ordusunda karışıklık başladı. “İmparator öldü, daha kim için savaşıyoruz?” itirazları yükseldi. Panik bozguna dönüştü. Aynı anda Orhan Gazi de zamanı son derece iyi hesaplayarak hücum emrini verdi. Fırtına gibi düşman içine dalan serdengeçti gaziler, “Allah Allah” sesleriyle bozgunu paniğe dönüştürdüler. İmparatoru yakalamaya ramak kalmıştı. Fakat ordusunu bozgunda bırakıp kaçmayı ikbali için daha münasip bulan Adronikos Paleologos, çoktan gemileri hazırlatmış ve yelken basmıştı. Orhan Gazi, askerlerini geri çekti. Gemileri olmadığından İmparatoru takip imkânından mahrumdu. İznik’i kurtarmaya gelenler mâdem ki selâmeti kaçmakta aramıştı, varsın kaçsınlardı. “Nasılsa sıra Kostantiniye’ye de gelecek. O zaman kaçacak gemi de bulamayacaklar” diyordu. Komutanlardan biri toz-toprak içinde huzura girip Bizans ordusunun toparlandığını ve saldırıya geçtiğini söyledi. İmparator ne hikmetse yeniden cesaretlenmiş, Orhan Gazi’nin durmasını fırsat bilip gemileri sahile yanaştırmıştı. Askerlerini derleyip toparladıktan sonra, dört kola ayırdı. Bu kollardan birini Ritzion (Darıca), birini Filokren, birini Nicetiatos (Eskihisar) istikametlerine gönderdi. 94 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Dördüncü grubu kendisi alarak Philocren’e (Tavşacıl) döndü. Orhan Gazi, sahil kesiminde sadece dört yüz civarında bir kuvvet bırakmıştı. Düşmanın hareketlerini gözetleyeceklerdi. Bunlar, Bizans ordusunda hüküm süren bozgunu görünce ikişer yüz kişilik iki kola ayrıldılar ve iki yüz kişilik kuvvetle, Kantakuzinos gibi tarafgir bir Bizanslı tarihçinin bile ifade etmek zorunda kaldığı gibi, Bizans İmparatorunun çadırının ve ergûvani eğerleriyle birlikte atlarının bulunduğu ordugâhı zaptettiler. Diğer kaçakları Filokren’e kadar kovaladılar (Cantacuzène, Bizans Tarihi, c. 8, s. 22; Hammer, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, müt. Zuhurî Danışman (İstanbul: Özaydın Matbaası, 1972, c. 1. s. 126). Orhan Gazi, serdengeçtileri ve hocalarıyla İznik surları önünde tekrar belirince, şehir halkının bütün ümidi söndü. “Gayrı kurtuluş yok” diyorlardı. “İmparator bile yenildikten sonra, biz nasıl dayanırız?” Bıkkındılar. Orhan Gazi’nin muhasara tekniği, şehri her türlü ihtilâttan men etmişti. Ne kimse girebiliyor, ne de kimse şehir dışına çıkabiliyordu. Ekili araziler, köyler Orhan Gazi’nin eline çoktan geçmişti. Orhan Gazi çoktan İznik’in civarını fethedip, gazilere tımar vermişti. Fetih için başka yol da yoktu. Devrin savaş tekniği henüz surları tahrip edecek seviyede bulunmuyordu. Tek çare, Bursa’da yapıldığı gibi, şehri tecrid edip, kendiliğinden teslim olmaya mecbur etmekti. Yine de şehre cebren girmenin bir yolu belki bulunabilirdi. Orhan Gazinin azmi, hata sebâtı ve dirâyeti, belki bunu da gerçekleştirebilirdi. Lâkin insan hayatına son derece değer veren Orhan Gazi, buna kalkışmadı. Beklemeyi tercih etti. Şehir, olgun bir meyve gibi avuçlarına düşünceye kadar bekleyecekti. Nihayet bu da oldu. Açlıktan kırılma noktasına gelen şehir ahâlisi, idarecileri sıkıştırdı. İdareciler can derdinde idiler. Canlarına ilişilmediği ve İstanbul’a gitmelerine izin verildiği takdirde şehri teslim edebileceklerini söylediler. Orhan Gazi’ye bir heyet gönderip, şartlarını bildirdiler: “Bizimle ahdedin, bizi kırmayın, gidenimiz gitsin, duranımız dursun, hisarı böylece size teslim edelim (Hoca Sa’düddin, Tacü’t – Tevârih, İstanbul: Millî Eğitim Basımevi, 1974). Orhan Gazi, meşveretten sonra kararını bildirdi: XI- Nikea’dan İznik’e / 95 “Kimseye kastımız yoktur; isteyen gider, isteyene kalır. Kalan teb’amız olur, malı ve canı teminatımız altında bulunur.” Şehir, kapıların açtı. Orhan Gazi yiğitleriyle birlikte içeri girdi. Atını derhal Ayasofya avlusuna sürdü. İçini heykellerden temizletip şükür namazına durdu. Duâ etti. Sonra İznik tekfuruyla görüştü. İstanbul’a gitmek istediğini öğrenince, büyük bir nezaket göstererek, gemiye kadar uğurladı. Muzaffer Pâdişah, “Affetmek zaferin zekâtıdır” sözü mûcibince eman tanıdı. Yerli ve yabancı kaynaklar, İznik halkından çok azının İstanbul’a gittiğini, kahir ekseriyetin Orhan Gazi’nin adaletine ve güzel idaresine sığındıklarını ittifakla beyan ederler. Sıra şehrin imâr ve Müslüman halkın iskânına gelmişti. Her şeyi yerinde görmek ve tesbit etmek isteyen Orhan Gazi, sık sık maiyetiyle birlikte şehri geziyor, icab eden emirleri verip, daha önce verdiği emirlerin neticesini takib ediyordu. Bu gezilerinin birinde çok sayıda Rum kadını yolunu kesti. Tezahürat arasında bir şeyler anlatmak istiyorlardı. Orhan Gazi: “Bunlar kim, ne isterler?” diye sordu. Erkeklerinin açlıktan, hastalıktan ve cenkten kırıldığını, kimsesiz kaldıklarını, hâmisiz kalanları koruduğunu duydukları için de kendisine müracaat ettiklerini söylediler. Orhan Gazi merhamete gelerek şöyle buyurdu: “Zaferi şiar edinmiş askerlerimden evlenmek isteyenler varsa, bu kadınlarla evlenmelerine ruhsat verdim. Bunlar buraya yerleşecek ve İznik kalesini müdafaa ile vazifeli olacaklar.” *** İznik, sadece Binzans'n değil, tüm Hristiyanlk âleminin kalbiydi. Zira Hristiyanlğn temel ilkelerinin tespit edildiği konsüller burada toplanmşt. Konsüllerin ilki, Mîladn 325. senesi Haziran aynn 19. günü, İmparator Kostantin'in (Büyük) başkanlğnda yapld ve Arius isimli papazn “Arianisme” mezhebini red ile “teslis akidesine” bugünkü kat'î şekli verildi. 96 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp İkinci İznik Konsülü ise, Milâdn 787. ylnda topland. Bu toplant da “iconoclasme” yahut “iconoclasie” denilen tasvir düşmanlğna karş, “tasvirperestlik” esas dinî bir akide haline getirildi. Bu toplantlar, en kuvvetli rivâyete göre zamann en büyük kiliselerinden olan İznik Ayasofyasnda icrâ edilmişti. İznik fethedilir edilmez, yaplan ilk icraatlardan biri de bu kilisenin câmie çevrilmesidir. Nitekim İstanbul'un fethinden sonra yaplan ilk iş, yine İstanbul Ayasofyasnn câmie çevrilmesi olmuştur. Zaten Müslümanlar, hangi Hristiyan beldeyi veya kaleyi fethetseler, önce orann en büyük kilisesini câmie çevirir, ilk Cumay orada klar ve “fetih nişanesi” olarak vakfederlerdi. Bu, maddî fethin ayn zamanda mânevî fetihle taçlandrlmas ve fetih mührünün o şehre ebediyen vurulmas mânâsna gelirdi. Öte yandan İznik, Bizans'a 1204'ten 1261'e kadar başşehir olmuştu. Orhan Gazi İznik'i alacak, Kocaeli Yarmadasnn ağzn kapatp İznik Gölüne hâkim olacakt. O devirde İznik Gölüne hâkim olan kuvvetin önünde İznik Körfezi ve Kocaeli yarmadas açlrd. Fetihten hemen sonra, Orhan Bey, imar, inşa ve ihya faaliyetine başlad… Yaptğ ilk iş aç halkn karnn doyurmak oldu, ikinci iş olarak da İznik Ayasofyasn câmiye çevirdi ve hemen sonra Osmanlnn ilk medresesini (üniversite) ve vakfn kurdu. Medresenin müderrisliğine de devrin büyük âlimlerinden Mevlânâ Şeyh Davudi Kayseri'yi (Davud bin Mahmud bin Mehmed Kayserî, öl: 1351) getirdi. Davud-i Kayseri tefsir, hadis, usûl, bediî ve aklî ilimler okumuş, Şeyh Sadedin-i Konevî'nin (öl: 1274-75) halifelerinden Kemaleddîn-i Kâşâni'den (öl: 1330) tasavvuf sahasnda feyz almşt. İznik kadğna Şeyh Edebâli'nin müridlerinden Ahi Hasan' getirdi (çok değerli bir isimdir: Endülüs aruzunu açklamş ve ferâz ilmini nazm ile tercüme etmiştir). İznik'in fethiyle birlikte fetih klc Bizans'n böğrünü delmiş, ucu Kostantiniye'ye uzanmşt, ama yolun üstünde çetin bir engel daha vard: İzmit. Artk sra ona gelmişti. XI- Nikea’dan İznik’e / 97 XIII Feth-i Mübin'e Bir Adım Daha... “Orhan Gazi diledi ki, leşkeri (askeri) ziyade olup amma ol leşker dahi kendü vilâyetinden (ülkesinden) ola. Bu işi Alâüddin Paşaya danıştı. Ol yetti, ana kadıya danışmak gerek. Cendereli Kara Halil Bursa Kadısı idi ve hem Edebâli'nin hısmı (bacanağı) idi. Ona danıştılar. O eytti: Sultanum, meğer ilden yaya yazub çıkaruvuz, didi. Reâyâ bu haberi işidecek pâdişah hizmetinde olalum deyu yaya yazılmağa bir mertebede riâyet gösterdiler ki, dimelü değil.” (Neşrî) Yl 738 (1337) olmuştu… Kara Mürsel Kaptan İzmit sahillerini amanszca vuruyordu… İzmit hem stratejik bir mevki, hem de baba yadigâr Akça Koca'nn vasiyeti idi. İlk İzmit kuşatmasn Osman Gazi'nin emriyle Akça Koca başlatmş, çevredeki baz kasabalar da o fethedip Osmanl'y denize açmşt (1300-1301). Osman Gazi, İzmit yaknlarndaki Koyunhisar Kalesi önünde Bizans İmparatorluk ordusuyla bizzat savaşmş, savaş Kaylar kazanmş, ancak İzmit'e girilememişti. Artk İzmit alnp büyük fethe bir büyük adm daha yaklaşlmalyd. O sırada İzmit muhafızı, Bizans imparatorluk ailesinden Prens Kalo-Yani (Kalo- Yoannis) idi. Kalo-Yani, muhasaradan biraz evvel, idareyi kız kardeşi Prenses Marika’ya (Osmanlı kaynaklarında bu prensesin ismi Belkonda, Belakonya ve Hatun gibi muhtelif biçimlerde geçer) bırakarak şehrin kuzeydoğusunda bulunan Koyunhisar’a çekilmişti. XIII- Feth-i Mübin'e Bir Adım Daha... / 99 Prenses Marika, Bizans İmparatorunun siyasî işlerine zaman zaman âlet edilen güzel bir kadındır. Meselâ İran- Moğol hükümdarlarından, önce Olcaytu Han’a, onun ölümüyle de Bahadır Han’a nişanlanmış, böylece Bizans İmparatoru, Osmanlılara karşı bir Bizans-Moğol ittifakı vücûda getirmeye çalışmıştı. Bununla birlikte Prenses, İlhanlı sarayına bir türlü gelin gidememişti. İşte İzmit bu kadının idaresine terk edilmişti ve Orhan Bey bunu biliyordu. Bildiği halde İzmit’i sıkıştırmakla yetindi. Koyunhisar’la arasındaki yolu tuttu ve beklemeye başladı. Nihayet bir akşam vakti Aykut Bey’i huzuruna çağırdı: “Baka baba yadigârım, koca yiğit, cennetmekân pederimizle Koyunhisar önlerinde kılıç urmuşsun. Göreyim seni cennetmekân pederimizin açtığı zafer sayfasına bir fetih daha ekle. Oğlun Kara Ali ile gazilerden bir miktarını alıp Koyunhisar’ı fethet!” Aykut Bey sevincinden uçacak gibiydi. “Bu şeref bana fazla gelir Beyim” dedi. Orhan Gazi gülümsedi “İyi ya, oğlunla üleşirsin. Haydi, Allah muîniniz olsun. Zafer müjdenizi bekleyeceğiz.” Zafer haberini çok beklemeden aldı. Kalo-Yani’nin kellesi Aykut Bey oğlu Kara Ali’nin mızrağının ucundaydı. Bunu İzmit Hisarı önüne diktiler. Şehre de bir elçi gönderdiler. “Koyunhisar düştü, İzmit de düşecek. Savaşmadan teslim ederseniz canınız bağışlanır. Çıkıp gitmek isteyenler istediği yere gider. Kalo-Yani bu teklifi reddetmişti. Kellesiyle ödedi.” Prenses Marika, ağabeyinin kellesini bir mızrağın tepesinde görünce, her şeyin bittiğini anladı. Güvenebileceği kimse kalmamıştı. Bizans’ın, İzmit’i gözden çıkardığı anlaşılıyordu. Savaşacak gücü yoktu. Askerler isteksizdi. Halkın çoğu ise Bizans idaresine, Orhan Gazi’nin idaresini tercih ediyordu. Bunda, Orhan Gazi’nin, fethettiği kalelerin yerli halkına çok iyi davrandığı, reâyâyı teb’adan ayırmadığı yolunda dile destan söylenen adâletinin payı çok büyüktü. Bizans asilzâdelerinin zulmü altında yıllarca köle muâmelesi görmüş olanlar, Osmanlı fethini bir kurtuluş, Orhan Gazi’yi kurtarıcı olarak görüyorlardı. Bir ayaklanma ihtimalinden korkan Prenses Marika, maiyetiyle birlikte İstanbul’a gitmesine izin verilmesi şartıyla kaleyi teslim 100 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp edeceğini bildirdi. Müsaade edilince mallarını ve yakın hizmetkârlarını alarak bir gemi ile İstanbul’a gitti. Onu ahâliden ve askerden hemen hemen hiç kimse takip etmedi. Orhan Gazi, İzmit’e girdi. En büyük kiliseyi câmiye çevirip şükür namazı kıldıktan sonra, şehrin idaresini oğlu Süleyman Beşe’ye (Paşa) bıraktı. “Adl ile hükmet, üstüne kul hakkı geçmesin. Rûz-i mahşerde her hareketinin hesabının sorulacağını bir an olsun aklından çıkarma. Mübarek ola…” Huzuruna Kara Ali’yi çağırdı: “Oğul Ali, şanına şan katacak fırsattır. Hereke, Armutlu ve Yalakova (Yalova) üstüne yürü, fetih müjdeni tez elden ulaştır.” Kara Ali’nin gözleri yaşarmıştı. Bizans’ın son kalıntılarının Anadolu’dan kazınması vazifesi kendisine veriliyordu. “Başüstüne olsun, Gazi Beyim, yüzünü ak edeceğim.” Gitti, arka arkaya Hereke, Yalova ve Armutlu’yu fethetti. Böylece Bizans elinde Anadolu toprağı olarak Şile ile Üsküdar civarından başka bir şey kalmadı (1337-38). Kara Ali karadan, Kara Mürsel denizden tüm bölgeyi kısa süre içinde fethettiler. Orhan Gazi’ye neredeyse her gün bir zafer müjdesi geliyor, her müjde için şükür namazı kılıp dua ediyordu. “Ben bu serdarlarımla, Allah’ın izniyle dünyayı dahi fethederim” diyordu. XIII- Feth-i Mübin'e Bir Adım Daha... / 101 XIV Deryayı Geçip Devletle Buluşma Demleri Şimdi sıra Rumeli fethine gelmişti. İstanbul Batı yakasından da kuşatılacak, fetih esnasında Balkanlardan gelebilecek yardımların önü kesilecekti. Herkes çıkıp Orhan Gazi, oğlu Şehzâde Süleyman ve Şehzâde Murad’la baş başa kalınca, ikisine birden sordu: “Bu sefere kimi serdar yapmalı?” Şehzâde Murad ağabeyine bakıp susuyordu. Her ne kadar babaları ikisine birden sormuş olsa da, söz büyük kardeşindi. Şehzâde Süleyman, gözlerini yerden kaldırmadan söze başladı: “Keremli Sultanım, Hazret-i Allah’ın yardımı ve Sultan babamın desteğiyle, ümidim şudur ki, gazilere serdarlık ederim. Peygamberler Sultanının mucizesi, evliyanın kerameti, gazilerin gayret ve şecaatiyle tehlikeler dolu deryayı geçebilirim. Rumeli fethini bana ısmarla.” (Yeni kaynaklar burasını umumiyetle Çimpe adıyla zikrederler. Hayrullah Efendi tarihinde “Çimbicik” adıyla geçen bu yerin sonradan “Viranhisar” ismini aldığı belirtilir. (c. 2, s. 36). Buna mukàbil eski müverrihler “Çimenlik Hisarı,” “Çin Hisarı,” “Çimen Kalesi,” “Çimlik,” “Çimbi,” “Çimbeni,” “Cembi” gibi değişik isimler verirler). XIV-Deryayı Geçip Devletle Buluşma Demleri / 103 Orhan Gazi’nin gözleri memnunlukla parladı. Fakat uzun sürmedi, küçük oğlu Murad’a baktı. Acaba o ne düşünürdü? “Sevgili şehzâdemiz Murad’ın da fikrini almak isteriz. Şanlı ceddine her haliyle lâyık olduğunu ispat etmesi ihtiyar yüreğimizin tesellîsidir. Bu fetihde serdar olarak kimi görmek ister?” Şehzâde Murad, küçüklüğünden bu yana kılıç sallıyor, umumiyetle ağabeyi Süleyman Paşa ile, bazen da kendi başına fetihlere gidiyor. Kahramanlıkta, cesarette, ustalıkta, adâlette ağabeyini aratmıyordu. Silâharkadaşları her iki şehzâdeyi de sevip sayıyorlardı. Zaman zaman Orhan Gaziden hemen sonra hangisinin tahta çıkacağını düşünüyor, aralarında bir tercih yapamıyorlardı. Bunu kader tâyin edecekti. “Sultanım,” dedi, “ağam Süleyman Beşe’nin tecrübesi bu çetin fethi kolaylaştıracaktır. Arkasında sıradan bir kılıç eri gibi ölüme dahi gitmeye hazırım. Bundan şeref duyarım. Zira Allah katında rütbelerin en büyüğü şehâdettir.” Orhan Gazi, töre olsa ikisini birden kucaklayacaktı. Fakat töre değildi. Beyler, acılarını da, sevinçlerini de yutkunmak zorundaydılar. O kadar ki, zaman zaman baba olduklarını dahi unutmak durumunda kalır, herhangi bir sebeple yumuşacık çırpıntıların şefkatini serpiştirmeye başlayan kalblerini, bulundukları makama kurban ederlerdi. Bu yüzden yalnızca alınlarından öpmekle yetindi: “Berhüdar olasuz! Tiz hazırlık yapıla, Rumeli’ye seferimiz vardır! Cenab-ı Mevlâ hemen hepimize zafer müyesser eylesin.” Şehzade Süleyman öne çıktı, el bağladı: “Bir maruzatım var Beyim.” “Deyiver” buyurdu Orhan Gazi.” “Deryayı geçmek için gemi lâzım. Kara Mürseldenizden bizi takip etsin. O zaman işimiz bir hayli kolaylaşır.” “Beli, öyle olacak. Sizinle bile gelsin Kara Mürsel’imiz.” *** Süleyman Paşa, Ordusunu hazırladı. Lala Şahin Paşa ile Karesi Beyliğinin ilhakından sonra Osmanlı hizmetine geçen Hacı İlbeyi, Evranos Gazi, Gazi Fazıl ve Yakup Ece Beyleri yanına aldı. 104 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Kara Mürsel Reis de denizden refakat edecekti. Bu tecrübeli kumandanlardan başka, Akça Kocaoğlu, Balabancıkoğlu ve Karahasanoğlu gibi, babalarının şanlı mâzisini, kahramanlığını, yiğitliğini, daha mühimi, idealini tevârüs etmiş kumandanlar da Süleyman Paşa’nın yanında yer almıştı. Fetih ordusu, Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasına yürüdü. Bir noktada durdular. Boğazın en dar noktasıydı. Önlerinde Boğazın billûr suyu, daha ötelerde Rumeli sahilleri uzanıyordu (Osmanlı Ordusu buradan karşı sahili hasretle uzun uzun seyrettiği için, tarihlerimiz bu noktaya “Temâşalık” adını veriyor. Tarihimizin “Temâşâlık” adını verdiği bu yer, “Süleyman Kasrı” olarak da biliniyor. Belkıs’ın (Sebe Melikesi Belkıs) tahtının taşındığı yer olarak kaydı geçiyor. Yeni kaynaklar burasını umumiyetle Çimpe adıyla zikrederler. Hayrullah Efendi tarihinde “Çimbicik” adıyla geçen bu yerin sonradan “Viranhisar” ismini aldığı belirtilir. (c. 2, s. 36). Buna mukàbil eski müverrihler “Çimenlik Hisarı,” “Çin Hisarı,” “Çimen Kalesi,” “Çimlik,” “Çimbi,” “Çimbeni,” “Cembi” gibi değişik isimlerle anarlar). Şehzade Süleyman, kıyıda durmuş, dalgın dalgın Rumeli sahillerini seyrediyor, bağazı nasıl geçeceğini düşünüyordu. Tarihî sorumluluk bütün ağırlığıyla omuzlarına çökmüş, Rumeli’ye geçişin Osmanlılar için bir kader çizgisi ve dönüm noktası olduğunun idrâki içinde, plânlar yapmaya başlamıştı. Denizi nasıl aşacaktı? Askerlerini nasıl karşı kıyıya geçirecek, nasıl tutunacaktı? Yakınında ayak sesleri duyunca döndü. Ay ışığında, gelenleri tanımada gecikmedi: Ece ile Gazi Fazıl Beyler gelmişti. Selâm verdiler. “Ve aleyküm selâm, hele oturun, söyleşelim.” İki yanına geçip oturdular. Şehzâdenin dalgınlığı hemen fark etmişlerdi. Fazıl bey dayanmadı: “Ulu bahtlı şehzademiz, böyle dalgın dalgın deryâya bakıp ne düşünürler?” Süleyman Paşa iç çekti. Gözlerini Rumeli kıyısından almadan konuşmaya başladı: “Rumeli’yi” dedi, “lâkin karşıda bizi nelerin beklediğini bilmiyoruz. Kara Mürsel Kaptan da gecikti. Baskın yemesinden endişeliyim.” XIV-Deryayı Geçip Devletle Buluşma Demleri / 105 “Merak buyurulmasın Beyim” diyerek teselli etmeye çalıştı, Gazı Fazıl Bey; “Kara Mürsel Gazi ne yapar eder gelir. Uygun rüzgâr bulamamıştır belki. Belki de forsalar yorgundur. Yedi denize baş vurmak kolay değil malum.” “O malum da, karşısı meçhul. Şu meçhulü malum yapacak bir dil (esir) alabilsek, karşı tarafın zayıf yerlerini öğrenebilsek, ne iyi olur.” Ay ışığında şevkle parıldayan gözler, anlaştı. Ece Bey, “Bu işi bize ısmarlayın” dedi, “karşıya varıp dil alarak gelelim.” “Deryayı nasıl geçeceksiniz?” “Beyim” dedi, Gazi Fazıl Bey; “azmin önü açıktır diyen atalarımızın ruhuna rahmet. Muradınız kâfirlerden dil almaksa, endişe buyurumlasın, alınır. Gaziler arasında eli yatkınlar var. Küçük bir sal yapıverirler. Ece karındaşımla sala biner Rumeli’ye geçer, Allahın yardımıyla tez vakitte dil alıp döneriz.” “Ne zaman geçmeyi düşünürsünüz?” “Hemen yarın gece ay doğmadan.” “Hak Teâlâ muîniniz olsun. Hizmetinizi Cenab-ı Mevlâ yüce katında kabul buyursun. Haydi uğurlar ola!” Ertesi gün sal hazırdı. Kimse bir şeye benzetemiyordu ya, iş göreceği belliydi. Ay geç doğuyordu. O vakte kadar işlerini bitirmeleri lâzımdı. Karanlıkla birlikte Salı denize attılar. “Ece Bey’le, Gazi Fazıl Bey (Bugün Eceabat olarak bilinen yer Ece Bey yahut Ace Bey ile Gazi Fazıl Bey’in birlikte fethettikleri yerdir. İkisinin de kabri fethettikleri bu mübarek topraktadır) sala bindi, salı tevekkül denizine saldılar”. Dalgaların çırpınışı sahile değil de sanki yüreklerine vuruyordu. Heyecanlanmışlardı. Fethin öncülüğü şerefiyle müşerref olmak az şey değildi. Heyecan, bunun heyecanıydı. Yüreklerinde korkunun zerresi yoktu. Karşı sahile geldiklerinde vakit geceyarısına yaklaşmıştı. Ay az sonra doğardı. Ellerini çabuk tutmaları lâzımdı. Salı kumsala çekip bağlıklar arasına daldılar. Biraz yürüdüler. Birden, bir çoban kavalının ince hıçkırığı kulaklarına doldu. Sesin geldiği yana gittiler. Bir karartı görünce durdular. 106 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp “Ben hallederim” diye fısıldadı, Ece Bey, “burada bekle.” Gazi Fazıl beklerken, Ece Bey yürüdü. Ufak tefek bir Rum, kavala benzer bir çalgıyı öttürüyordu. Neye uğradığını anlayamadan yakalandı. Kendini Ece Bey’in mengeneyi andıran kolları arasında buldu. Bir eliyle ağzını kapattığı için bağıramıyor, ne kadar çırpınsa kurtulamıyordu. Ece Bey, arkadaşının yanına döndü. Birlikte kumsala indiler. Adamın kollarını ve ağzını bağladılar. Böylece esirleriyle tekrar denize açıldılar. Ve esiri getirip Süleyman Paşa’nın önüne bıraktılar. “Dil aldık Beyim, gayrısı senin bileceğin.” Süleyman Paşa ikisini de kucaklayıp alınlarından öptükten sonra: “Berhüdar olasuz” dedi, “Kara Mürsel Gazi vaktinde yetişemezse, gayri durmak olmaz. Birkaç sal daha yapıp askerlerimizi bindireceğiz. Deryayı öyle geçeceğiz. Vaz geçmek, pes etmek yok, babamıza söz verdik.” Esirin ellerini çözüp ağzındaki tıkacı çıkardılar. Gözleri korkuyla büyümüştü. Besbelli, rüya filân gördüğünü zannediyordu. “Ne... Neredeyim?” diye kekeledi. “Korkma,” dedi Süleyman Paşa, “canın tehlikede değil. Bize ne iş yaptığını söyle.” Korkusu geçmemişti. Ama Süleyman Paşa’nın tebessümü, onu rahatlatmıştı. “Bağ bekçisiyim” diye konuştu, “çobanlık da yaparım. Ama bıktım. Beylerin zulmü soluğumuzu keser. Siz Osmanlısınız. Çimpe’de sizlerden çok var. İyi insanlarsınız. Niye gelip de zalim tekfurların elinden bizi kurtarmıyorsunuz?” Süleyman Paşa, arkadaşlarına baktı. İçinden şükrediyordu. Düşmanlar tarafından bile özlenip istenen bir adâlet sancağının sancaktarı olma sevinci ruhunu şenlendirmişti. “Bize yol gösterir misin?” diye sordu. “Hem de seve seve, gelir misiniz?” “Geleceğiz” derken, içini çekti Süleyman Paşa, “tâ Kostantiniye’ye kadar geleceğiz, Allah isterse...” XIV-Deryayı Geçip Devletle Buluşma Demleri / 107 “İster” diye atıldı adam, “İsa babamızla Meryem anamız bile ister. Eminim tekfurlarla imparatorun yaptıklarından en çok onlar tiksiniyor.” Süleyman Paşa’nın gözler dalmıştı: “Evet, bu içtimâî sükût (düşüş) bir gün siyasî sükûtu netice verecektir; biz de bundan eminiz. Şimdi söyle bakalım...” Esirle konuşurken, dışarıdan biri geldi. Süleyman Paşa’nın kulağına bir şeyler fısıldadı. “Ya” dedi Süleyman Paşa, o kadar. Meraklandılar. “Kötü bir haber mi Beyim?” diye sordu Gazi Fazıl Bey.” “Bilinmez” diye cevap verdi Şehzade, “boğaz suyunda bir karaltı belirmiş, ‘sayki dağlan denizde yüzüyor’ dediler. Gidip bakalım.” Hep birlikte çıkıp bakınca bir donanmanın yaklaşmakta olduğunu gördüler. “Muharebe düzenine geçin!..” diye emretti anında, Süleyman Paşa; “Bizans haberlenip donanma göndermiştir belki.” Her ihtimali düşünüp hazırlandılar fakat bu geliş dost gelişiydi. Kara Mürsel Kaptan, donanmasını alıp Osmanlı’nın deniz gücü olmaya gelmişti. Birazdan karaya çıktı. Bey çadırına alındı. Girer girmez: “Geciktim” diye konuştu, “rüzgâr azizlik etti, bir de iki Rodos guleti kesmeye kalktı yolumuzu, hadlerini bildirirken, vakittir geçti.” “Tam vaktinde eriştir Kara Mürsel” diye cevap verdi Süleyman Paşa, “tam zamanında geldin.” “Vakittir” diye tekrarladı bir solukluk beklemeden sonra; “karşıya asker çekmeye gemilerimiz yok diye sal yapmaya kalkmıştık, artık lüzum kalmadı, Cenab-ı Mevlâ hedefte sebatımızı ödüllendirip bize bir donanma lütfetti.” Elini Mürsel’in omuzuna koydu: “Hem de yamanın yamanı kaptanıyla birlikte.” Gemilere binip karşıya geçtiler (Âyıkpaşazade başta olmak üzere eski kaynaklarımızdan bir çoğu, Rumeli’ye iki salla geçildiğini, salların birine Şehzâde Süleyman Paşa, Ak Sungur, Karaoğlanoğlu, Kara Timurtaş, Kara Hasanoğlu, Akça Kocaoğlu, Balabancıkoğlu ve kırk seçme yiğit, diğerine Gazi Fazıl Bey, Ece Bey, Evranos Beyl ve 108 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp yine kırk yiğit bindirildiğini, “o karanlık gecede Allah’ın hidâyet şimşeğinin ve müslümanlık nurunun rehberliğinde, Nuh’un gemisini andıran iki tekne ile fetih gemilerine örnek olmak üzere, ‘Biz Süleyman’ın emrine sert fırtınalı rüzgârlar verdik’ müjdesine dayanarak karanlık gece içinde Çimpe Kalesi’ne yanaşıldığını, hisarın önüne varınca, Rum esirin gösterdiği yolda ilerlendiğini ve büyük bir gübre yığını üstünden merdivenle hisara girildiğini, o sırada hasatla meşgul olan halkın tarlalara dağılmış olmasından dolayı hisarın kolayca fethedildiğini” yazarlar). Bu geçiş sırasında, büyük bir zelzele olduğu, kale bentlerinin yıkıldığı ve bunu Allah’ın büyük bir lütfu olarak gören gazilerin coşkun bir şevkle yıkıntıları aşıp kaleyi kolaylıkla fethettikleri şeklinde rivayetler de vardır. Hammer bunu alaycı bir üslûpla naklettikten sonra, zaten Osmanoğullarının her başarıyı Allah’ın rahmetine bağlamak gibi “tuhaf” bir alışkanlıkları olduğunu söyler. Bu duyguyu paylaşmasını bir Avusturyalı tarihçiden beklemek elbette doğru değil. Ama Osmanoğullarının bu duygu ve inanç sayesinde dünyanın yarısına hâkim olduklarını ve o duygunun zayıflamasıyla inkıraza sürüklendiklerini, kimse görmezden gelemez. Süleyman Paşa, gazileriyle birlikte “olmaz” ı “olur” yapmıştı. Rumeli’de artık sarıklı mücâhitlerin tekbiriyle ezan sesleri yükseliyordu. Ve o zamana kadar tek kıta üstünde bulunan devlet, bu geçişle ikinci kıt’aya ayak basıyor, böylece tek ayak üzerine durmaktan kurtuluyordu. Devrin millî şairi elbette bu mühim hâdiseyi unutmayacak ve coşkun satırlarına geçirecekti: “Keramet gösterüb halka suya seccade salmışsın, “Yakasın Rumeli’nin dest-î takva ile almışsın.” (Mevlid şâiri Süleyman Çelebinin büyük babası ve Osman Gazinin kayınbiraderi Şeyh Mahmud’un Gazi Süleyman Paşa için 1354’de yazdığı tahmin ediliyor). Süleyman Paşa şuurlu biçimde iskân faaliyetlerine girişti. Babasına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Bu tarafta fetholan hisarlarda komağa çok adam ister; lütfedüp yarar yoldaş gönderesüz.” Kara Mürsel Reis, bir süre, Osmanlı yerleşim bölgelerden Rumeli’ye gönüllü göçmen taşıdı, durdu… XIV-Deryayı Geçip Devletle Buluşma Demleri / 109 XV Devletler de Çürür ve Kokuşur “Ve şâyet ihtiyaç çekile diye zat-i şütüde sıfatına mahsus gönderilen iki bohça cübbe ve diba-yı Rumî ve alaca-i Mısrî ve çatma kadife-i pelengî ve bir kabza altunlu kılıç ve br bedevî sümend-i dil- pesend i cündiyâne simî ve çomağiyle, yüz bin dirhem nakdiyenden gayrı bin neferlik cebe ve cevşen ve hud ve bergeste van ve iki bin kabza keman ellişer okule memlüv cebeleri birle ve bin beş yüz kubbe siper ve üç bin kabza kılıç ve hançer ve iki katar deve yükü Sinan-i hasm-stanla merbut gönder irsal olunup ümdet-ül-ayan Karaca Balaban çavuş zide kadrühû bermoceb i defter ahz edüp lâzım oldukta guzat-i nusrat-ayat dan diriğ etmeyüb sebili cihâdı meftuh kılasun.” (Mecmua-i Münşeât-i Feridun Bey). Bizans’ta İmparator Andronikos Paleologos’la (ihtiyar) torununun (“Genç” lâkabıyla meşhur Andronikos) arasındaki taht kavgasını Genç Andronikos Paleologos kazanmıştı. Fakat 45 yaşında öldü (1341). Vasiyeti üzerine, küçük yaşta olan oğlu Yuannis Paleologos (Beşinci) imparator ilân edildi. Yeni imparatorun yaşı küçük olduğundan vazifesini onun adına Grand Domestique Kantakuzinos kullanacaktı. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, çocuk imparator, Kantakuzinos’un vesâyeti altındaydı. Tabiî, bu da, Bizans’ın idaresinin fiilen Kantakuzinos’a verilmesi demekti. XV- Devletler de Çürür ve Kokuşur / 111 Kantakuzinos’un vesâyetini İstanbul ve Edirne tanımadı. Bunun üzerine Kantakuzinos Dimetoka’ya gidip imparatorluğunu ilân etti. Halk Kantakuzinos’a karşıydı. Meşrû hânedana mensup Paleologos’u tutuyordu. Buna mukabil, aristokrat sınıf, Kantakuzinos’tan taraftı. Ve kargaşa sürüyordu. Edirneliler Kantakuzinos’a karşı, Bulgar Kralı Aleksandr’dan yardım istediler. Aleksandr Edirne’ye girdi. Yardım vaadiyle geldiği halde yağmacılığa başladı.Kantakuzinos’la gizlice anlaşarak halka zulmetmeye koyuldu. Kantakuzinos, Bizans imparatorluğunu bütünüyle elde etmek için türlü çareler aradı. Bu arada Aydınoğlu Gazi Umur Beye (?-1348) müracaatla yardım talep etti. Umur Bey otuz iki gemi ve otuz bin civarında askerle Kantakuzinos’a yardıma gitti. Bu sayede gàsıp imparator Kantakuzinos rakiplerine üstünlük sağladı. Ancak Papalık, Rodos, Venedik, Ceneviz ve Kıbrıs kuvvetlerinin müştereken gerçekleştirdikleri bir Haçlı hücumuyla Umur Beyin donanması İzmir limanında yakıldı. Umur Bey kendi derdine düşünce, Kantakuzinos’a artık yardım edemeyeceğini bildirdi ve Osman oğlu Orhan Gaziden yardım istemesi tavsiyesinde bulundu (1344). Bizans’ın başını ağrıtan, onu içten çürüyüp çöküşe hazırlayan sebepler, imparatorlar arası mücadeleden de ibaret değildi. Vaktiyle Selçuklu ve Lâtin tehlikesini bertaraf etmekte kullanmak üzere Bizans’a çağrılan sekiz bin civarında ücretli Katalan askeri, komutanları Alman Roger de Flor’un emriyle ayaklanmış, eşkıyalığa başlamışlardı. İmparator, bir yolunu bulup komutan Roger de Flor’u öldürttü, ama başıboş kalan Katalan askerleri işi daha azıttılar. Gelibolu Yarımadasını ve Trakya’yı baştan başa yağmaladılar. Biga’yı ele geçirip Ortodoks Bizanslılar tarafından mukaddes sayılan Athos (Aynaroz) Manastırıyla çevresini talan ettiler. Râhipleri katlettiler. Korkunç zulümlerden sonra Bizans topraklarından çıkıp Atina Dükalığını ele geçirdiler. Ortodoks Bizans halkı, kendilerini Lâtin tecâvüzlerinden koruyamayan imparatorlara karşı kinlendi. İktisadî düzen gittikçe bozulmaya başladı. İmparator büyük bir malî sıkıntıya düşerek hükümdarlık alâmetleri sayılan ecdâd yadigârı altınlarını ve mücevherlerini satmaya mecbur kaldı. Hattâ kendisinden sonraki 112 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp hükümdar Kantakuzinos’un taç giyme merasiminde hükümdarlık tacı, bakır pullardan ve yalancı taşlardan başka bir şeyle süslü değildi. Öte yandan Akkâ ve Kıbrıs’tan zorla kovulan Saint-Jean (senjan) şövalyeleri, mezhep ayrılığı yüzünden Bizans için Osmanlılardan daha büyük bir tehlike arz ediyordu. Bursa ve İznik gibi iki büyük sanayi merkezinin Türklerin eline geçmesi, Bizans’ın gelirini büyük ölçüde azaltmıştı. İktisadî sefâlet son noktasındaydı. Asayiş bozuktu. Bu, halkın ahlâkına da menfî tesir ediyordu. Bunlar yetmez gibi, Sırbistan kralı Stefan Duşan, Makedonya’da, Bizans aleyhine genişlemeye başlamıştı. Orhan Gazi, gelişmeleri adım adım takip ediyordu. Bizans’ın içten çürümesi, Osmanlılar için bir nimetti. Halkın Katolik Lâtinlerden ölesiye nefret ettiğini, Katoliklere Osmanlı hâkimiyetini dâima tercih edeceğini biliyordu. Bu nefret o kadar derindi ki, yüzyıllarla bile dinmeyecek ve İstanbul fethinden hemen önce, Bizans Başvekili, “Bizans’ta Lâtin serpuşu görmektense, Müslümân kavuğu görmeyi tercih ettiğini” söyleyecekti. Bizans’taki kargaşa Orhan Gazinin işine geliyordu. Fakat bu kargaşadan başkalarının, mesela Sırbistan Kralının istifade etmesini ihtimalini de hesaba katıyordu. kudretli bir Slav devletinin Balkanlarda tessüsü işleri zorlaştırır, hattâ İstanbul’u fetih emelini imkânsızlaştırabilirdi. Bizans tek başına bu tehlikeyi bertaraf edecek durumda değildi. Bir formül bulunmalıydı. Bu da İstanbul’u derhal fethetmek yahut fethe kadar Bizans’ı ayakta tutmak şıklarından biri olabilirdi. XIV-Deryayı Geçip Devletle Buluşma Demleri / 113 XVI Kendiliğinden Gelen Fırsat “Kantakuzinos (yani kendisi) Orhan’a bir heyet gönderip kızını aldırmasını istedi. Orhan, otuz gemi ve bir hayli süvari ve mûtemed adamlarının bazılarını gönderdi. İmparator, ordusu ve kraliçe ile birlikte Silivri’ye geldi. Kızını yabancılarla evlendirmiş olan selefi imparator gibi an’aneye riâyet ederek Silivri hâricinde bir taht kurdurdu. Ertesi gün imparatoriçe, diğer kızlarıyla beraber çadırda kaldı. Orhan’a zevce olacak Teodora ise tahta geçip oturdu. İmparator da gelerek tahtın etrafındaki sırma işlemeli perdelerin ipini kesti. Perdeler açılınca Teodora taht üzerinde göründü. etrafında ağaları diz çökmüş oldukları halde şamdan tutuyor ve müzikle âhenk oluyordu. Birkaç gün sonra Türk heyeti gelini alıp büyük meserretle götürdüler. Teodora büyük merasimle karşılandı.” (İmparator Kantakuzinos’un tarihinden) Orhan Gazi, umerâ ve ulemâyı topladı. Vaziyeti özetledikten sonra, “Bakın a, gazilerim” diye devam etti, “Kostantiniyye’yi fethetmek her şeye rağmen kolay değildir. Daha fazla insana ve muhkem surları yıkacak âletlere ihtiyacımız vardır. Deryayı geçip Rumeli’ye asker çıkaracak donamayı yaptık. Avropa’nın yolunu kestik hamdolsun. İlla velâkin kâfi gelmez. Bu vaziyet karşısında Bizans’ı şu yarı çürük haliyle ayakta tutmaktan başka çaremiz yoktur. Bu müddet zarfında, etrafımızı XVI- Kendiliğinden Gelen Fırsat / 115 çevreleyen dindaş ve soydaşımız beyliklerle ittifak çarelerini ararız. Şimdiye kadar onlarla daima iyi geçindik. Bizim Anadolu’da gàile çıkarma niyetimiz yoktur. Böyle bir gàile Bizans’ın ekmeğine yağ sürer. Lâtinlerin Bizans’a yüklenmesine bakmayın; biz zayıf düşsek, Bizans’la anında birleşip üstümüze gelirler.” Orhan Gazi susar susmaz, Kara Mürsel destur dileyip söz aldı: “Beyim, bunun için çok bekler miyiz?” Orhan Gazi gülümseyerek Kara Mürsel’e baktı. Gözlerinde inancın ışığı yanıyordu. “Sabretmesini bilmeyen muradına eremez, Kara Mürsel,” dedi, “Bursa, İznik, hattâ İzmit kılıçtan evvel sabırla fethedilmiştir.” Dışarıda nevbet vurmaya başlayınca, gözler ihtiyarsız kapıya çevrildi. Kantakuzinos’un beklenen elçileri gelmişti. Haber içeri ulaştırılınca, Orhan Gazi: “Huzura alınsınlar” dedi, “umerâ ve ulemânın hazır bulunduğu şu mecliste onlarla görüşmek isteriz.” Elçiler içeri alındı. Diz çöktüler. Elçibaşı eli göğsünde, boynu bükük, hediyelerini takdim etti. Takdim edilen hediyelerden Bizans’ın ekonomik durumunu kestirmek hiç de zor değildi. Fakat Orhan Gazi hislerini belli etmeden sordu: “Haşmetli İmparatorunuza teşekkürlerimizi bildirin. Bir yardımımız dokunursa, kendimizi bahtiyar sayarız. Arzu ve istekleri nedir?” Elçibaşı kozak (bir nevi madeni zarf) içinde bir mektup uzattı. “Haşmetlü Bizans İmparatorunun ricaları bu mektupta yazılıdır, Haşmetpenâh. Ayrıca derin saygılarını sunmaya beni memur etmiştir; bunu sunmakla şeref duyarım.” Orhan Gazi: “Saygıyı saygıyla karşılaşırız” dedikmten sona, mektubun okunmasını emretti. İmparator Kantakuzinos çok sıkışık olmalıydı. Orhan Gazi’den bir miktar asker istiyordu. Karşılığında en kıymetli şeyini verecekti: kızını… Orhan Gazi, bir tuhaf gülümsedi: “Altmış beş yaşına girdik. Şu ana kadar, cennetmekân pederimizin bize münasip bulduğu Nilüfer Hatun’un üstüne kadın almadık. Dinimiz ruhsat verdiği halde, bu ruhsatı kullanmadık. İkinci nikâhı Konstantiniye ile kıymayı düşünürken, talih, Konstantiniye’nin 116 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp prensesini karşımıza çıkarıyor. Beylerimiz, müftülerimiz rey izhar etsinler. Bizans’la sıhriyetimiz bize ne kazandırır?” Ece Bey söz aldı: “Gazi Beyim, ruhsat verilirse, fikrimizi beyan etmek isteriz.” “Hele söyle, Ece Bey.” “Beyim, biz öteden beri Konstantiniye’yi fethetmeye çalışmaz mıyız? Bu devlet onun için kurulmadı mı? Bu sebeple sünnet devleti demedik mi? Bu sıhriyet bizi kestirmeden Konstantiniye’ye götürecektir. O yola bir kere girdikten sonra dönüşü yoktur. İmparator Altıncı Yoannis Kantakuzinos’un teklifi, arayıp da bulamadığımız tekliftir. Bizans’a yardım ederken, Bizans’ın içini dışını tanıma fırsatı bulur, zayıf noktalarını bir güzel tespit ederiz. Kısacası Beyim, bir girdik mi bir daha çıkmayız. İmparator, ülkesinin sonunu elleriyle hazırlıyorsa, biz neden duralım? Konstantiniye’yi altın tas içinde sunuyorsa, niye reddedelim? Kurban Beyim, bu iş olsun ki, gazilere Peygamber müjdesi şehrin kapıları açılsın.” Ece Bey’in fikri tartışılıp kabul edildi ve bu siyasi evlilik 1346 Mayıs’ında gerçekleşti. Bir yıl sonra da Orhan Gazi, Üsküdar’da, Bizans İmparatoru Yoannis Kantakuzinos’la buluşup, Bizans’ı saran Lâtin tehlikesine karşı büyük oğlu Gazi Süleyman Paşa komutasında 6.000 asker vermeyi kabul etti. Bu görüşmeye Orhan Gazi’nin oğulları ile, yeni eşi Bizanslı prenses Teodora da katılmıştı. Prenses babasını şehre kadar uğurlayıp, üç gün İstanbul’da kaldı. Orhan Bey ise İstanbul’a dâvet edildiği halde dâveti kabul etmedi. Sadece (Kantakuzinos’un hatırâtına göre), İstanbul’u “bir sevgili gibi” uzaktan seyretmekle yetindi. Defalarca iç çekti ve defalarca mırıldandı: “Sana Misafir olarak değil, senin ebedî sahibin olarak bir gün mutlaka geleceğim! Ben gelemezsem çocuklarım, onlar gelemezse torunlarım gelecek.” Orhan Gazi’nin desteği hemen etkini gösterdi. Müttefik olarak Kantakuzinos’un askerleriyle, fakat Şehzade Süleyman Paşa’nın emrinde hareket eden gaziler, Paleologos hânedanına (meşru imparatorluk ailesi) bir darbe vurarak İstanbul’a girdiler (3 Şubat 1347). Yuannis Kantakuzinos, meşrû imparator Beşinci Yuannis Paleologos ile annesi İmparatoriçe Anna’yı (Anne de Savoie) zorlayıp İmparator ortağı olarak meşruiyetini tasdik ettirdi. Diğer kızı Elene’yi de meşrû imparator Paleologos’a nikâhladı. Böylece iki aile arasında XVI- Kendiliğinden Gelen Fırsat / 117 bir bağ kurdu. Bizans’ı birlikte yönetme kararı aldılar. İki İmparator tarafında idare edilmeye Bizans halkı eskiden beri alışıktı. Ama umumiyetle aynı aileden gelen İmparatorlar bu işi yapardı. Şimdi bir değişilik yapılmıştı. Kantakuzinos ailesi işe karışmış, İmparatorluk hakkı tek aileden çıkıp iki aile arasında bölüşülmüştü. Fakat Bizans’ın önde gelen papazları ve idarecileri bu işi hazmettikten sonra, halka söyleyecek bir şey kalmıyordu. Zaten ekonomik sıkıntı ve siyasî krizler, halkı, “Ne olursa olsun” umursamazlığına itmişti. Vlakerna Sarayında (imparatorluk sarayı) kimin oturduğu umurlarında bile değildi. Orhan Gazi’nin yardımına sevinmişlerdi. Sıkıntıların biraz olsun hafifleyeceğini, en azından Lâtin(Katolik) tehlikesinin bertaraf edileceğini umuyorlardı. İmparatorluk sarayındaki yerini sağlamlaştıran Kantakuzinos, bir süre sonra dâmâdı Orhan Gazi’ye ihanet etmeye başladı. İkiyüzlü bir politika izliyor, bir taraftan Papa’ya müracaat ederek, Osmanoğullarının üstüne bir Haçlı seferi düzenlenmesinin zarûret haline geldiğinden bahsederken, diğer taraftan, her başı sıkıştığında yine Orhan Gazi’den yardım talebinde bulunuyordu. Rumeli’de kökleşmeyi İstanbul fethi için zarûri sayan Orhan Gazi ise istenilen her türlü yardımı yapmakta asla tereddüt göstermiyordu. Süleyman Paşa komutasındaki gaziler, Kantakuzinos’un en büyük düşmanı Sırp Kralı Duşan’ı yenip Sırpların eline geçmek üzere bulunan Selanik’i kurtardılar (1349). Bu sefere Kara Mürsel Gazi ile Kantakuzinos’un oğlu Matheos da donanmalarıyla katıldılar. Mateos kayda değer bir varlık gösteremeyince, donanmasını Kara Mürsel’e emrine vermeyi teklif etti: “Kuvvetlerimizi birleştirirsek, daha iyi sonuçyar alabiliriz.” “Bir şartla” dedi Kara Mürsel.” “Ne olusra olsun hiçbir şeye karışmayacaksın. Adamların da bana kayıtsız-şartsız itaat edecek. Ne dersem itirazsız onu yapacaklar.” Herşeye rağmen, Mateos zaferden pay almak istiyordu: “Ya ben ne olacağım?” diye sordu. “Merak etme, ne kadar büyük bir maharetle Bizans donanmasını yönettiğini herkese anlatacağım!” Böylece Bizans donanması Osmanlı donanmasına katıldı… Sahiller vuruldu… Önemli başarılar kazanıldı… 118 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp XVII Vuslat Demleri Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, “Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.” (Yahya Kemal) Yıllar geçmişti… Kara Mürsel artık kırkında dolanıyordu… Fırsat bulur bulmaz Akça Koca Aşireti’nin yerleşik bulunduğu köye kaçıyor, Melekcan’la iki satırlık sohbet sıcaklığında yüreğini demliyordu. Kendisi de bekârdı, Melekcan da… Yüreklerini hiçbir zaman bir birlerine açamamışlar, ancak konuyu hiç konuşmadan bir birlerini anlamışlardı. Yüzlerce kez ölümün kıyısında dolanmış, cesareti, iradesi ve ustalığıyla Propontis (Marmara) Denizi’ni “Türk Gölü”ne çevirip,Bizans’ı karaya kilitlemiş, Bizans donanması burnunu çıkaramaz olmuştu. Kara Mürsel Reis adı efsaneleşip hem tüm Bitinya’da dile destan söyleniyor, hem de Bizans sınırlarının ötelerine geçip Venedik’te, Rodos’ta, Girit’de konuşuluyordu. Ne var ki, onun çok da umurunda değildi. Sadece bir kişi adını ağzına alsın, sevgiyle fısıldasın istiyordu. Çocuk yaşlarda yüreğinin en yüreğinde yanan meşale sönmemiş, sönmek şöyle dursun yıllar geçtikçe alevlenip bütün benliğini tutuşturmuştu. Arada bir denize dalıyor, arada bir bulutlarda tanıdık bir çehre arıyordu… XVII - Vuslat Demleri / 119 Melekcan kâh bulutlardan başını uzatıyor, kâh dalgaların arasından gülümsüyordu. Her ziyaret öncesinde, “Bu kez ona aykımı söyleyeceğim, kızı isteyeceğim, nikâhlayacağım” diyor, büyük bir kararlılıkla köye gidiyor, fakat Melekcan’la karşılaştığı anda, cesareti güneş altındaki buz kalıbı gibi eriyip gidiyordu. Melekcan güneş, kendisi buzdu! Deryalar Kaptanı, bu nahif, hâlâ çok güzel, biraz savruk, biraz derin kızın kıyıcığında dururken, elinde olmadan aşırı heyecanlanıyor, yüreği göğsüne sığmaz oluyor, nefesi sıkışıyordu. Bir akşam üzeri, güneş kırmızı gülücüklerle tepeleri öperken, tüm cesaretini topladı. Savaş öncesi kararlılığına büründü: “Artık ne olursa olsun” dedi, “ya devlet başa, ya kuzgun leşe!” “Hadi” dedi kıza, görür görmez, “size gidiyoruz.” Kız ses etmeden peşi sıra yürüdü. Eve girdiler. Kara Mürsel Reis, yalnız eve değil, aynı anda söze de girdi: “Allah’ın emri, Peygamber Efendimiz’in kavliyle…” Yine nefesi daraldı… Kılıç Bey, akşamın alacasında Kara Mürsel’in yüzünü seçmeye çalışıyor, dikkatle bakıyordu… “Efendimiz’in kavliyle…” diye tekrarladı. Sonra, “Ka.. kavli” diye kekelemeye başladı. “He” dedi Kılıç Bey, “Peygamber Efendimiz’in kavliyle…” Melekcan baktı ki, Kara Mürsel tutuldu, imdadına yetişti: “Beni sizden istiyor baba!” “He” dedi adam yine… Öylece Kara Mürsel’in yüzüne bakıyor, başka tek kelime etmiyordu. “He” dedi Kara Mürsel de, “Melekcan’ı sizden istiyorum Kılıç Bey, yetti gayri!” Adam yine “He” deyiverdi. Kara Mürsel destursuz ocağın başına çömeldi. Bacakları vücudunu taşıyamaz olmuştu. “İstiyorum” deyiverdi. Melekcan gönlünce gülüyordu. 120 / İlk Osmanl Kaptan- Deryas: Kara Mürsel Alp Kılıç Bey toparlandı: “Bakalım o seni ister mi?” dedi, ortaya konuşur gibi. “İstemez mi?” diye sordu Kara Mürsel. “Sormak lâzım.” Kız haddi aştığını birden fark etmiş, yüzü kızarmış, başını indirip suskunluğa bürünmüştü. “İster misin Melekcan?” diye sordu, babası. “Siz nasıl münasıp görürseniz” dedi, kız. “İstermiş” diyen sesinde hayal kırıklığı vardı Kılıç Bey’in. Ocak başında şaşkın şaşkın oturmuş ateşi karıştıran Kara Mürsel’e döndü: “Hay evlâdım, her işin âdabı, erkânı var. Pat diye söylenir mi? Al aşiretin bilmişlerinden birkaçını, gel verelim kızı.” Biraz durdu, düşündü ve kararlı bir tavırla ekledi: “Neyse, bunca yıldır bir birinizi beklediniz, daha fazla beklemek ziyandır, imamı bul getir, nikâhınızı kıysın.” O gece nikâhları kıyıldı. İlk vuslat gerçekleşmişti… Ve zaman 1330’lara devrildi: Bu tarihte de ikinci vuslat gerçekleşti. Vasiyeti gereği, denizi ve denizdeki donanmasını görebileceği bir tepeye defnettiler… “Ölünce beni öyle bir yere defnedin ki, sırtım dağlara dayansın, kucağıma deniz gelsin. Böylece daima donanmamı göreyim” demişti. Hâlâ görüyor!.. *** Oğul hey!.. Dünyada sadece “ayak izi” bırakanlar ölür, ama yüreklerde “yürek izi” bırakanlar ölümsüzdür! Ne kendileri unutulur, ne hikâyeleri… Kara Mürsel Reis gibi, sonsuzu yaşar giderler. XVII - Vuslat Demleri / 121 Kara Mürsel Kitabı Yarışma Soruları I . Kara Mürsel Alp’i kim yetiştirmiştir?.. 2. Kara Mürsel Alp’e “Kara” lâkabını kim vermiştir?.. 3. Kara Mürsel Alp’in ilk tersanesini kurup gemilerini inşa ettiği şehrin eski ve yeni adı nedir?.. 4. Kara Mürsel Alp’ın mezarı bugün hangi belediyemizin sınırları içindedir?..