Sunuş Rana Gürbüz Yrd. Doç. Gaziantep Üniversitesi Islahihe İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi E-posta: ranagurbuz@gantep.edu.tr Müphem zamanlardan geçiyoruz. Toplumbilimci, içinde yaşadığı dünyayı kavramaya çalışırken, yüzyılların bırakmış olduğu pedagojik tortuyla edinmiş olduğu alışkanlık gereği, durum tespiti yapıp adlandırma, onun üzerinden dönemleştirme ve olguları teşhis etme eğilimindedir. Müphem zamanlarda, bu adlandırma ve teşhis zorlaşır, gerçeklik ile görüngüler arasındaki bağlantı verili kuramsal ve kavramsal teçhizatla kurulamaz hale gelir, katı olan, bütün ara niteliksel dönüşümleri bir çırpıda atlayıp buharlaşmış görünür. Toplumsal ilişkilerin görünür niteliğinin altındaki gerçekliliğin kalın bir sis tabakasıyla örtüldüğü yeni bin yılın başında kapitalizm, tarihindeki en uzun ve en derin krizlerden biriyle karşı karşıya. Yarım yüzyıla yaklaşan bir zamandır aralıksız ve acımasız biçimde uygulamaya konulan neo-liberal iktisat politikaları krizle birlikte iflas etmiş durumda. Söz konusu iktisat politikalarının savunucuları, serbest piyasa ile bireysel hak ve özgürlükleri aynı potada harmanlayan tuhaf bir “demokrasi” söylemini canhıraş savunuyorlardı. Gelinen noktada, krizi aşmada bedel ödemesi istenen emekçilerin direnişi karşısında giderek otoriterleşen siyasal rejimlerle karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. Bir başka deyişle, bugünlerde, özellikle batı toplumbilim yazınında hararetle tartışılan, demokrasinin krizi, giderek katmerleşen iktisadi krizin yansımasından başka bir şey olmasa gerek. Bu uzun erimli krizin yarattığı toplumsal altüst oluşlar, sermayenin emekçi sınıflara karşı yükselttiği ulusal/yerel düzeydeki saldırılar, bir zamanlar çok revaçta olan küreselleşme söylemlerine karşı yeniden güçlenen ulus devletler ve hemen her kıtada uluslararası savaşlar, toplumbilimler açısından inanılmaz ölçüde malzeme zenginliği sağlarken, diğer yandan, tam da dönemin müphemliğinden kaynaklı olarak muazzam bir kafa karışıklığı ve ideolojinin bilimsel analizle ikame edilmesi tehlikesinin tohumlarını içerisinde barındırıyor. Gürbüz, R., 2016, “Sunuş”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. i-ii. Sunuş, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. i-ii. Her türeden belirlenimin görünmez olduğu, mantıksal açıklamaların şüpheciliğin duvarlarına çarpıp yerle yeksan olduğu bu koşullarda, ontolojik olarak maddi insan emeğinden yola çıkan yaklaşımların yerine conatus gibi psiko-ontolojik çıkışı, toplumsal bütünün yerine parçalı açıklamaları öneren, her türden belirlenimi özcülük olarak mahkum edip, olumsallığı yücelten Spinozacılığın çağdaş formülasyonları toplumsal bilimlerde rağbet görüyor. Kriz karşısında radikal kuramsal bir bakış açısı önermek yerine, sinizimle cilalanmış, entelektüel-seçkinci duruşu salık veren bu türden yaklaşımların tercihe şayan olması, tam da giderek otoriterleşen siyasal ilişkilere uygun biçimde popülist ve içten içe otoriter bir “akademisyen tipi”ni de yeniden üretiyor. Görünür olanla toplumsal gerçekliğin bu denli ters yüz olduğu koşullarda, bilişim teknolojilerinde yaşanan gelişimin özellikle kitle iletişim araçlarında ve onların kullanımında yarattığı dönüşümün toplumsal ilişkiler üzerindeki etkisi de söz konusu ilişkileri müphemleştiriyor. Bu değişimin yarattığı sanal iletişim biçimleri ve görünürdeki simulark benzeri yaşamlar, bir yandan maddi toplumsal gerçekliğin yerine bu türden hiper-gerçeklikleri ikame ederken, şaşırtıcı bir biçimde bilim insanlarını da bu tersyüz oluşun nedenlerini araştırmak yerine varolanı veri kabul edip incelemeye yönelten, sanal gerçekliği veri kabul eden, bir tür hiper-ampirizme sevk ediyor. Toplum ve Demokrasi Dergisi‟nin bu sayısı, burada kısaca değindiğimiz müphem zamanların farklı boyutlarına kıyısından değinmeye çalışan mütevazı çalışmalardan oluşuyor. İyi okumalar dileğiyle. ii Conatus’tan Habitus’a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme Selver Dikkol Arş. Gör. Mersin Üniversitesi E-posta: selverdikkol@mersin.edu.tr Özet: Bu çalışmada, Spinoza‟nın Akıl/Beden ve Bourdieu‟nün Yapı/Fail kavramsal çerçevesi ekseninde tekil birey ve toplumsal birey arasındaki ilişkisel durumun tartışılması amaçlanmaktadır. Çalışmanın temel problemini bir „var kalma istenci‟ olarak bireyde bulunan conatus ile toplumsal ilişkilerde pratik yatkınlıklar olarak işleyen habitus kavramları bağlamında birey/toplum ve akıl/beden ikiliğinin nasıl ele alınabileceği sorusu oluşturmaktadır. Bu problem çerçevesinde conatusa sahip bireyin ruh-beden paralelliğinde yaşamaya çalıştığı tekil hayatından yola çıkarak, kendi habitusu içerisinde sürdürmeye çalıştığı toplumsal hayatı ekseninde yapı-fail ilişkisi ele alınacaktır. Çalışmada conatusun içerdiği fail olma durumu ile habitusun içerdiği yapı arasında bir yerde olan bireyin varlığına odaklanılacaktır. Anahtar Kelimeler: Conatus, Habitus, Yapı, Fail, Akıl, Beden From Conatus to Habitus: A Try to Surpass the Duality Between Individual/Society and Mind/Body Abstract: In this study, the relationality between one individual and social individual is discussed into the framework of Spinoza‟s Mind/Body and Bourdieu‟s Structure/Agent. The main problem of the study is how individual/society and mind/body duality can be discussed in context of conatus as a desire to continue existing and habitus as dispositions in social relations. Within the frame of this problem, structure/agent relationship is argued in the axis of individual‟s social life named habitus by also taking into account the conatus that the individual has got to live his/her own single life. In the study it is focused on the individual who is an agent and has a conatus and also who is living in a structuring structure namely in habitus. Keywords: Conatus, Habitus, Structure, Agent, Mind, Body Giriş Kuşkusuz ki birey ve toplum arasındaki ilişkinin seyrini anlamak her çağda düşünürlerin odak noktası haline gelmiştir. Belki de bunun önemli sebeplerinden bir kaçı toplumsal değişimin dinamiklerini anlamaya çalışmak; bireylerin toplamından daha fazlasını ifade eden toplum olgusu içerisinde bireyin durumunu açıklayabilmek veya şimdilerde özellikle „özne‟ kavramı Dikkol, S., 2016, “Conatus‟tan Habitus‟a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 1-11. Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. 1-11. üzerinden bireyin toplum üzerindeki etki gücünü kavrayabilmektir. Temel bir sorunsal olarak birey/toplum arasındaki ilişki ise özellikle sosyolojide düalist bir anlayışla yapısalcılık/öznelcilik temelinde tartışılmaktadır. Toplumsal yapıların bireyleri belirlediğine veya bireylerin toplumsal yapıları belirlediğine yönelik çift kutuplu tartışma günümüzde de güncelliğini korumaktadır. Birey ve toplum arasındaki bu müphem ilişkiye yönelik söz konusu düalist yaklaşımı eleştiren Bourdieu ise içinde hem bireyin hem de toplumun faal olduğu bir alan teorisi geliştirir. Her iki olgunun da birbirini nasıl etkilediğini ve ürettiğini anlamak için „yapılandıran yapı‟ olarak tanımladığı habitus kavramını Aristoteles‟ten günümüze taşır. Bu kavram içerisinde birey hem toplumsaldır hem de özneldir. Yani ne sadece biri ne de sadece ötekidir. Tıpkı 17. yüzyılda bireyi hem akıl hem de beden bütünlüğü ekseninde ele alan Spinoza gibi Bourdieu de ikili mefhumları aşmaya girişmiştir. Bireyin hayatına devam etmesinin temelinde yatan yaşam arzusunu conatus olarak tanımlayan Spinoza da akıl ile beden arasındaki paralelliği içkin bir felsefe ile kanıtlamaya çalışır. Bu iki düşünürün çalışmalarının kesiştiği ortak zeminlerden ilham alan bu çalışmada da kendinden menkul olarak yaşayan birey ile toplumsal hattı içerisinde eyleyen birey ekseninde bir tartışma yürütülmektedir. Çalışmada, düalist bir yaklaşımdan uzak, neden-sonuç ilişkisinin ötesinde var olanı anlamaya yönelik bir çaba sözkosunudur. Bu çaba doğrultusunda, Spinoza felsefesi ile Bourdieu sosyolojisi bağlamında bireyin tekilliği ile toplumsallığı arasındaki ilişkisellik her iki düşünürün kavram seti ekseninde açıklanmaya çalışılmaktadır. Bireyin Ayak İzleri Olarak Conatus ve Toplumsal Eyleyici Olan Birey “Her şey kendi varlığında devam etmek için elinden gelen bütün çabaları yapar” der Spinoza (2014: 137). Conatus olarak adlandırdığı bu çaba Spinoza‟nın kendi felsefesinin temel kavramlarından birisidir. Her şeyde var olan bu çaba elbette insanda da vardır. Zorunlu olarak kendiliğinden olan bu istenç, her bireyde özgün biçimde bulunduğundan Spinoza tekilliklerden bahseder. Conatusta bulunan gücün, yani insanın kendi varlığında devam edebilmesi için ihtiyacı olan gücün, insanda duygulanışlar yoluyla kazanıldığını belirtir. “Zihin, bedenin duygulanışlarının fikirleri aracılığıyla kendi hakkında içten bir bilgiye zorunlu olarak sahip olduğundan, kendi çabası için de içten bir bilgiye sahiptir (Spinoza, 2014:139). Bu içten bilgi ile beden duygulanır ve aklın da harekete geçmesini sağlar ve nihayetinde ikisi birden, aynı anda değişir. Spinoza bu duygulanışların ortaya çıkardığı tavırlara iyi veya kötü demez. Onlar olsa olsa sevinç ve keder olarak nitelenen ve conatusa ya güç katan ya da onu zayıflatan duygulanışlardır. Ancak unutulmamalıdır ki bu süreç içten bilgi ile başlar. Dolayısıyla bu durumda birey etkindir. Spinoza için bir de bireyin edilgen olduğu duygulanışlar vardır ki onlar da sevinç ve keder doğurabilir fakat bu duygulanımlar dıştan gelen bir nedene bağlı olduğundan burada birey pasiftir (Spinoza, 2014: 178). 2 Dikkol, S., 2016, “Conatus‟tan Habitus‟a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme” Spinoza‟ya göre birey, sahip olduğu conatus gereği sürekli olarak kendisine sevinç verenin peşinde olacaktır. Böylece sevinç duydukça yaşama gücü de artacaktır. Tersine olarak da birey kendisini kederlendiren şeylerden sürekli kaçacaktır ki bu güç zayıflamasın. Böylece insanı sevindiren şeyler faydalı, kederlendiren şeyler ise zararlı olarak tanımlanacaktır. Bu önermeler silsilesi ile Spinoza, bireyin sürekli olarak kendisine faydalı olanın peşinde koştuğunu ve kendisine zararlı olan şeylerden de kaçtığını belirtir. Böylece bilgi-sevinç-keder kavramalarıyla yeniden düşünüldüğünde conatus, bireyin hem zihinsel hem de bedensel anlamda varlığını sürdürme çabası olarak nitelenebilir. Zira conatusun temel dinamiği bilmektir. Buradan yine bireyin aktif ve pasif durumlarından bahsetmek gerekir. Eğer birey kendi içten bilgisi ile duygulanırsa bu onun uygun bir fikir ile duygulandığını gösterir. Ve bu uygun fikir insanı zaten yararlı olana götüreceğinden insan sonuç olarak aktif bir halde olacaktır. Böylece, eğer birey, bilgisi olmadan bir şey yapmak durumunda kalmış ise bu onun pasif olduğunu, tersine bilgisi olduğu için bir şey yapması durumunda da aktif olduğunu gösterir (Spinoza, 2014: 215). Spinoza‟da aktif veya pasif hallerde bulunan birey, toplumsal bağlamda yeniden ele alındığında Bourdieu‟nün toplumsal eyleyici kavramını da tartışmaya dahil etmek mümkün olur. Nesnelleştirilebilir şeyler olarak yapılar içerisinde eyleyen bireyi düşündüğümüzde pasiflik durumu daha bir somutluk kazanır. Ancak aynı birey - Bourdieu‟nün fail dediği- yapılar içinde kendi çıkarına göre davranmaya olanak veren stratejiler geliştirerek hareket eder. Bourdieu kendi faydası için hareket etmek anlamına gelen bu duruma illusio der. Spinoza (2014: 212), “Aklın Tabiata aykırı olan hiçbir şey istemeyeceği için, öyle ise o herkesin kendi kendisini sevmesini, kendi faydasını, kendisine gerçekten faydalı olan şeyi aramasını, insanı gerçekten daha büyük bir yetkinliğe götüren her şeye karşı iştahı olmasını ve mutlak olarak söylenirse, herkesin kendisinde bulunduğu kadar kendi varlığını korumaya çalışmasını ister.” der. Burada bireysel bir var kalma mücadelesi vardır. Bourdieu sosyolojisi ekseninde düşünüldüğünde bu var kalma çabası toplumsal alanların varlığı ile önem kazanır. Bourdieu için alan, bazı iktidar biçimlerine gömülü konumlar arasındaki tarihsel nesnel bağıntılar bütününden oluşur ve ödüllere inanan, etkin olarak bunların peşinden koşan oyuncular var olduğu ölçüde var olan bir oyun mekânıdır (Bourdieu ve Wacquant, 2014: 2528). Yani toplumsal eyleyici her alanda var kalamaya çalışmaz. Alana dair bir takım ödüller tarafından motive edilmesi gerekir. Başka bir deyişle, tıpkı Spinoza‟nın savunduğu gibi yalnızca kendisi için faydalı olacağını düşündüğü veya sezdiği toplumsal ilişkilere katılım sağlar. Bu açıdan Bourdieu ve Wacquant‟nın (2014: 105) da belirttiği üzere bireyin bir illusio‟su (çıkarı) olması onun belirli bir toplumsal oyunun onun için bir anlam taşıdığını, kazanıp kaybedebileceklerinin önemli ve peşinde koşulmaya değer olduğunu kabul etmesidir. Kendi varlığında yaşamaya devam etmenin bireysel çabası içinde olan ve aynı zamanda toplumsal bir varlık olarak kendi çıkarının (faydasının) peşinde koşan insanın „dışarısı‟ ile olan ilişkisini hem Spinoza‟da hem de 3 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. 1-11. Bourdieu‟de var olan benzer nosyonlarla açıklamak mümkündür. İnsanın pasif konumda olmasına neden olan şeyi Spinoza dış nedenler olarak tanımlar. Bu nedenler ise Bourdieu‟de yapılardır, kurumlardır, alanlardır. Ancak Bourdieu toplumsal uzamdaki bu yapılar ve fail arasında Spinoza kadar keskin bir ayrım yapmaz. Bourdieu‟de birey tamamen pasif değildir. Yapılar içinde veya yapılar karşısında eyleyecek gücü vardır. Bu açıdan Spinoza ile benzerlik yalnızca „seçim‟ noktasında kurulabilir. Zira Bourdieu‟de bireyin seçim yaptığını sandığı noktalarda yatkınlıklar devreye girer, dolayısıyla tamamen rasyonel bir seçim yapmaz. Çoğu zaman zihinsel yatkınlıkları ile hareket eder. Spinoza‟da bu durum şöyle işler: “İnsan kendi istediklerini ve iştahlarını bilmekte, ama belli bir şeyi istemesinin gerçek nedenlerini bilmemekte, bu yüzden de özgürce, nedensiz olarak istediğini sanmaktadır” (Bumin, 2012: 70). Bourdieu fail olarak tanımladığı bireyin “neden öyle değil de böyle davrandığı”na yönelik sorular sorarken „çıkar (fayda)‟ kavramını işe koşar ve failin seçimlerinin mekanik olmadığını anlatmaya girişir. Bu açıdan conatus ve faillik arasında ilişkisel bir yaklaşım kurulabilir. Conatusa Sahip Birey ve Yapıyı İçselleştiren Fail Spinoza felsefesi çerçevesinde tanımlanagelen bireyin kendiliğinden sahip olduğu var kalma çabası olarak conatus, duygulanışlar teorisi çerçevesinde ele alındığında esasen bireysel bir çaba olarak görülür. Tüm varlıklarda kendisini gösteren conatusun bireye özgü hali toplumsallaştığında, başka bir deyişle her biri birer conatusa sahip bireyler toplumsal uzamda karşılaştıklarında, karşı karşıya geldiklerinde, ortak bir mefhumu paylaşmak durumunda kalırlar. Bourdieu‟nün kavramsallaştırdığı habitus tam bu noktada işlevsellik kazanır. Zira kendi duygulanışlarıyla sürekli bir var olma çabası halinde olan birey tıpkı kendisi gibi çabalayan başka insanlarla aynı ortamları, aynı mekanları veya aynı doxaları paylaşır. Böylece asgari bir düzeyde de olsa bireyler sürekli bir karşılaşma halindedir. Etik ve erdem açısından bireyi belli bir yerde konumlandıran Spinoza, bu karşılaşmalarda imgeler üzerinde durur. Bu imgelerin yarattığı duygulanışlar üzerinden etik bir tartışma yürütür. Meseleyi toplumsal düzleme taşıdığımızda ise karşımıza bireyin içinde var olduğu koca bir toplumsal evren çıkar. Zira pek çok Paul ve bir o kadar da Pierre vardır orada ve bunların her biri birbirleriyle farklı duygulanımlar ve imgeler düzleminde karşılaşır. Habitus kavramı da bu karşılaşma biçimlerinin sosyolojik yaklaşımını kavramamıza olanak sağlar. Böylece toplumsal varlığı hem tek tek bireyler olarak hem de birbiriyle ilişki içerisinde olan eyleyiciler olarak ele almak mümkün olacaktır. Her bir bireyin var kalmak için çabaladığını sürekli akılda tutarak ve bireyin sadece akılla değil duygulanımlar yoluyla da hareket ettiğini hesaba katarak birey ve yapı arasındaki ilişkisellik kavranabilir. Burada kullanılan yapı kavramı, bizzat bireyin kendisi tarafından oluşturulmamış, bireyin içine doğduğu ancak bireyin eylemlerini kimi zaman doğrudan kimi zaman ise 4 Dikkol, S., 2016, “Conatus‟tan Habitus‟a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme” dolaylı olarak etkileyen sistematik şemalara referans verir. Habitus kavramında ise bu şemalar ile onlar içinde eyleyen bireyler arasında devamlılığı sağlayan pratiklere odaklanılır. Habitus, içinde bulunduğu faaliyetleri sergilemek, hareket etmek, karar vermek ve hissetmek için bedenin gerek duyduğu yetenek, kapasite ve anlayıştır (Stam, 2009: 707). Habitus kavramı ile Bourdieu bireysel ve toplumsal olanı aynı bünyede toplar ve böylece nesnel olan ile öznel olanı karşıtlık ekseninde değil, tam tersine ilişkisel eksende ele alır. Wacquant‟a göre habitus bağdaştırıcı bir nosyondur; birey ve toplum arasındaki kabullenilmiş dualist yaklaşımı bertaraf ederek „dışsal olanın içselleştirilmesi, içsel olanın dışsallaşması‟ pratiğinden hareketle oluşur (Wacquant, 2004: 316). Hem bireyselliğin hem de toplumsallığın bin bir çeşit kesişme alanı bulduğu habituslar içerisinde insanlar, tıpkı Spinoza‟nın da belirttiği gibi sonsuz sayıda duygulanışlarla yönlendirilerek her karşılaşmayı kendine özgü ve çeşitli kılar. Her insan bu dünyada özgün bir yörüngeye ve konuma sahiptir çünkü emsalsiz bir kombinasyon şemasını içselleştirir (Wacquant, 2004: 317). Bu yüzden de “ habitusun buğuyla, müphemlikle göbek bağı vardır”, belirsizlik, değişkenlik, ucu açıklık içerir, doğaçlamadır (Bourdieu, 2014: 129-130). Bu şu demektir, insanlar belli bir yapı içerisinde nasıl hareket edeceklerini bilirler ama her defasında bu hareketler için ayrıca bir düşünme pratiğine ihtiyaç duymazlar ve içselleştirmiş oldukları şemaları devreye sokarlar. Motor davranışlarda olduğu gibi insanlar örneğin işe hangi yollardan gideceğini bilir. Bunun üzerinde ayrıca düşünüp her defasında aynı kararı vermezler, ayakları onları zaten oraya götürür. Böylece birey yapıyı kendisinin dışındaki sistemi - içselleştirir ama bunu tamamen edilgen bir halde yapmaz. İçinde zaten var olan conatusla birlikte birey içsel bir yatkınlık sergiler. Bourdieu habitus için “kültürel bilinçdışı”, “alışkanlık oluşturan güç”, “temel, derinlemesine içselleştirilmiş büyük örüntüler”, “zihinsel alışkanlık”, “zihinsel ve bedensel algı, beğeni ve eylem şemaları”, “düzenli doğaçlamaların üretici ilkesi” gibi ifadeleri kullanır (Swartz, 2013: 144). Görüldüğü gibi habitus kavramı içerisinde hem beden hem de akıl vardır. Özellikle „zihinsel ve bedensel algı‟ ifadesi Spinoza‟nın zihin ve beden paralelliğini hatırlatır. Benzer bir durum „içselleştirilmiş örüntüler‟ söyleminde de görülür. Zira Ergün‟nün de belirttiği üzere Spinoza‟da içsellik bireye içkin olan, onun tabiatıyla uyuşan, varlıkta sürme çabasına katkıda bulunandır (Ergün, 2014: 18). Dolayısıyla habitusa, Spinoza‟nın her bireyde kendine özgü olarak varolagelen zihin-beden birliğinin toplumsal tezahürü olarak yaklaşılabilir. Yapı-Fail İkiliği ile Akıl-Beden Paralelliği Spinoza‟nın duygulanışların Akla etki ederek onu yönlendirebileceğine dair ileri sürdüğü önermeler, içinde yaşıyor olduğumuz modernitenin temel argümanı olan “akıl ile hareket” etme veya “aklın egemenliği” iddiası ile çelişir. Spinoza beden ve akıl arasındaki etkileşimi ve paralelliği „duygulanış‟ 5 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. 1-11. (affection) kavramı ile açıklar: “Duygulanış deyince Bedenin etkileme (tesir etme) gücünün artmasına veya eksilmesine, tamamlanması ya da indirilmesine sebep olan bu Beden duygulanışlarını, aynı zamanda bu duygulanışların fikirlerini anlıyorum” (Spinoza, 2014: 131). İnsanın aynı anda hem duygulanması hem de fikirlenmesi durumu, Spinoza‟nın insan bedenini ve aklını birbirinden kopuk iki şey gibi değil aksine sürekli bir etkileşim ve devinim halinde olan bir bütün olarak ele almasının sonucudur. Conatus kavramı ekseninde bu paralellik yeniden düşünüldüğünde önerme daha anlaşılır olabilir. Var kalma çabasının itici bir gücü olarak Sevinç, Spinoza tarafından, aklı daha büyük bir yetkinliğe geçiren tutku olarak tanımlanır (Spinoza, 2014: 140). Esasen Spinoza tüm duygulanışların kökenini üç temel duygulanış olan Sevinç, Keder ve Arzu‟da görür. Bir şeyin kendi varlığında devam etmesi için gerekli duygulardan biri olan Sevinç özelinde bakıldığında akıl ve beden arasındaki eş zamanlı değişimi anlamak mümkün olur. Bedenin sevinç ile duygulanışı, aklın da aynı anda bu duygulanışın fikriyle çevrelenmesi bir bütünlük durumuna işaret eder. Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da bu sürecin herhangi bir neden-sonuç ilişkisi neticesinde ortaya çıkmamasıdır. Başka bir deyişle, akıl, bedenin duygulanması sonucunda bu duygulanışın fikrine sahip olmaz. Tersine ikisi aynı anda hem duygulanır hem de fikirlenir ve birbirine içkin iki olgu olarak işlerler. Bu içkinliği Spinoza‟nın ifadelerinden anlamak mümkündür: “İnsan zihnini meydana getiren fikrin objesi bir beden ise, bu bedende zihin tarafından kavranamayan hiçbir şey olmayacaktır. … İnsan Zihnini teşkil eden fikrin objesi bedendir” (Spinoza, 2014: 88-89). Bireysel ölçekte ve tekil olan bu içkinlik, beden ve akıl arasında bir üstünlük durumu olmadığını, ikisinin birbirine eş zamanlı bir etkileşim halinde olduğunu vurgular. Beden ve akıl arasındaki bu karşılıklı ilişkiyi Bourdieu‟cü toplumsal bağlamda ele almak mümkündür. Bireye özgü içkinlik olgusu, Bourdieu‟de içselleştirme olarak tezahür eder. Bireyin toplumsal uzamda kendisine dışsal olan yapıları içselleştirdiğini ve bunların birer habitus olarak işlediğini söyleyen Bourdieu için bu süreç, sadece zihinsel değil aynı zamanda bedensel bir süreçtir; fiziksel ve zihinsel yatkınlıklar kopmaz bağlarla birbirine bağlıdır (Swartz, 2013: 154). Benzer bir ifadeyi Spinoza‟da da görmek mümkündür: “Zihnin yatkınlıkları hep Bedenin yatkınlıklarına bağlıdır” (Spinoza, 2014: 134). Hem bireyin yapıyı içselleştirmesi hem de bedenin ve zihnin bütünsel bir pratik içinde hareket etmesi, Bourdieu‟nün habitus kavramında ifade bulur. Bu içselleştirme süreci Spinoza‟da upuygun olmayan bilginin edinilme süreci ile benzerlik gösterir. Spinoza, upuygun ve upuygun olmayan bilginin kaynağı olarak içsel ve dışsal dünya ayrımı yapar. İnsanın doğal varlığına yönelik bu vurgunun farklı bir ifadesini, Bourdieu'de görmek mümkündür. Spinoza‟nın upuygun olmayan bilgi dediği mefhumun kaynağı olan bu dış dünyadan gelen bilgi de Bourdieu için yanlış bilgidir. Zira, Bourdieu‟ye göre toplumsal dünyanın sıradan deneyimi bir bilgidir ancak „bilincin kendiliğinden oluşu‟ fikri bir yanılsamadır çünkü ilk bilgi yanlış-tanımadır ve beyinlere zaten yerleşmiş olan bir düzenin kabul edilmesidir (Bourdieu, 2015: 256). Bu anlamda beden ve akıl arasındaki birbirine eş zamanlı yürüyen etkileşimin 6 Dikkol, S., 2016, “Conatus‟tan Habitus‟a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme” kaynakları hem Spinoza‟da hem Bourdieu‟de çoğu zaman dışsaldır ve bu nedenle içselleştirme ile içkinlik arasındaki ince farkın sürekli olarak akılda tutulmasında fayda vardır. İmge ve Sembolik Düzlem Dışsal olan ve Spinoza‟nın upuygun olmayan, Bourdieu‟nün de yanlıştanıma dediği fikirler bağlamında tartışılabilecek bir başka düzlemin imge, hayal ve sembol gibi kavramlar tarafından sağlandığı görülür. Spinoza felsefesinde imgeler önemli bir yer tutar. Spinoza, insanların çoğunlukla upuygun bir fikre sahip olmamasını dış cisimleri hayal etmesine bağlar (Spinoza, 2014: 104). Dışımızdaki dünyada var olan cisimleri hayal etmemiz, onların birer imge olarak aklımızda olması, yine upuygun olmayan fikirlerin bir sonucudur. Fikirler ve duygulanışlar arasındaki etkileşimi ve paralelliği yeniden düşündüğümüzde yanlış imgelerin yol açacağı ve birer yanılsamadan ibaret olacak olan duygulanışların da niteliğini tahmin edebiliriz. Spinoza insan zihninin çok şeyi algı ile kavramaya elverişli olduğunu ve bedenin yaptığından daha fazla bu şeylere biçim verebildiğini belirtir (Spinoza, 2014: 96). Bu ifadeden anlaşılacağı üzere, şeylere biçim vermek, onları olduğu gibi algılamaktan ziyade kendisine göre yorumlamayı içerir. Bu duruma en iyi örnek Spinoza‟nın insanların kendilerinin hür olduğunu sanmalarına yönelik önermeleridir. Upuygun fikirden doğan imgeler dünyası içinde insanın özgür olamayacağını belirtir. Zorunluluklarla kuşatılmış insan özgürlük yanılsaması tarafından köleleştirilmiştir ancak durumun bilincine varması ve bu zorunluluklar bütünü içinde kendi yerini kavraması halinde bu yanılsamayı aşabilir (Kayıran, 2014: 166). Bourdieu‟de bu yanılsama, nesnel olasılıkları yanlış hesaplayan grupların veya bireylerin hayalleri ekseninde farklı bir açıdan tartışılabilir. Bourdieu, özellikle eğitim alanında mevcut olan rekabet ortamına yaptığı vurguda yapıların (eğitim arzı ile iş piyasası) birbiriyle uyumsuzluğundan doğan hayal kırıklığından bahseder (Swartz, 2013: 158160). Eğitim alanında çok çalışırsa başarılı olabileceğine inanan bireyin hesaba katmadığı kültürel, simgesel, ekonomik sermaye gibi farklı boyutların varlığının bu hayal kırıklığındaki payı büyüktür. Hesaplarını bireysel ölçekte tutan, sınıfsal kimliğinin nesnel koşullarını hesaba katmadan özgür olduğunu varsayan, zengin olma hayalleri kuran ve bir gün mutlaka çok başarılı olacağını düşünen bireylerin bu büyük hayalleri bu açıdan birer yanılsamadır. Yine bireysel ölçekte ve tekil olarak ele alınan imgelerle düşünme meselesinin toplumsal boyutta nereye düştüğü Spinoza‟nın Paul ve Pierre karşılaşması örneğinden hareketle tartışılabilir (Spinoza, 2014: 98). Bu iki insanın karşılaşmasının yarattığı duygulanış ve sonrasında birbirlerine dair fikirlerden doğan imgesel hatırlama, toplumsal varlıkların ortak mefhumlarını oluşturan bir etkileşime doğru yönelir. Zira toplumda pek çok Paul ve Pierre vardır ve bu karşılaşmalar sonsuz sayıda duygulanışlar içerir. Duygulanışlarda ortaklaşma, yani duygudaşlık meselesi ise insanları ortak bir zeminde birbirine yaklaştırabilir. İmgelerden ve duygulanışlardan başlayarak gelişen 7 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. 1-11. bu ortak mefhumlarda sembolik anlamlar da gelişir. Meseleye daha toplumsal bir genişlikte baktığımızda bu sembolik anlamların günlük yaşam pratiklerinde işlediğini görebiliriz. Sahip olunan soy isim, karşılıklı verilen hediyeler, şanşeref olgusu, namus, saygınlık görme, ritüeller, armağanlar, vs gibi toplumsal uzamın sembolik düzleminde işleyen pratik ilişkilerdir. Bireysel ilişkilerin imgesel düzeyde analizi için işlevsel olan Spinoza felsefesi ekseninde bireyler arası imgelemleri tartışmak mümkünken, Bourdieu‟nün sembolik iktidar kuramı ekseninde de birey ve yapı arasındaki simgesel uzamı analiz etmek mümkündür. Bellek ve Tarih Spinoza‟nın imgelerle düşünme önermesi beraberinde „hatırlama ve hayal etme‟ durumlarını da açıklamaktadır. Bireylerin karşılaşmalarından doğan duygulanımlar sonraki benzer anlarda yeniden hatırlanacak ve hayal edilecektir. Başka bir deyişle “duygulanımlar ve bunların sonucunda ortaya çıkan duygular, az çok derin, az çok tekrar harekete geçirilebilir izler bırakır; eski sevinçler ya da kederler, bağıntılarla yeni nesnelere sirayet eder…” (Lordon, 2014: 35). Bu durumda bellek önem kazanmaktadır. Bir yaşanmışlık, karşılaşma ve duygu alıverişi sırasında oluşan bağ tekrar hatırlanma suretiyle kurulur ve bu durum bireyin gelecek yaşamını da etkiler. Spinoza zaman ile ilgili olan önermelerinde tarihten bahsetmez ancak bireyin içinde bulunduğu „an‟dan ve „süre‟den bahseder. Zaman Spinoza için „gerçek‟ anlamda ölçülebilir birşey olmaktan öte, mental bir araçtır (Hallett, 1928:284) ve her birey için mental süre farklı olduğundan gerçek (ölçülebilir) bir süreden bahsedilememektedir. Buradan hareketle, zamanın her birey için tekil olduğu ve geçmiş duygulanımların gelecek ilişkileri etkilediği önermesi toplumsal düzlemde yeniden ele alındığında bireylerin toplumdaki diğer bireyleri etkileme veya onlardan etkilenme durumu gündeme gelir. Zira, Bourdieu‟nün habitus kavramı ekseninde düşünüldüğünde toplumsal fail, geçmiş toplumsal deneyimleri duyarlılıklar ve kategoriler olarak bünyesinde taşıyan bir tarihselliğe sahiptir (Wacquant, 2011: 82). Bireysel ve kolektif tarih bedene yerleştiği için toplumsal yapı mental bir yapıya döner ve tıpkı Naom Chomsky‟nin „yaratıcı gramer‟ dediği şeyde olduğu gibi, hem fail tarafından üretilir hem de failin bunu üretmesinin koşulları önceden yaratılır (Wacquant, 2004: 316). Yatkınlıklar olarak bedene işleyen habitus, belli bir zamanda belli bir yerde nasıl davranılacağının, nasıl konuşulacağının ve nasıl hareket edileceğinin bilgisini sağlayan bir geçmiş zaman yaşanmışlıklar silsilesidir. Ancak Spinoza‟nın da belirttiği üzere „insanlar hür değillerdir, hür olduklarını zannederler çünkü hareketlerinin şuuruna sahiplerdir ama onları gerektiren nedenleri bilmezler‟ (Spinoza, 2014: 109). Habitusa sahip bireyler de neden böyle davrandıklarını sorgulamaksınız bir yatkınlık içinde hareket ederler ve kendilerini yapılandıran yapıları tekrar tekrar yapılandırırlar. Bu da, nesnelcilik ve öznelciliğe meydan okuyarak, yapıların bireylerde ve bireyler aracılığıyla ifade bulduğunu, yapıların tam da bireylerin içinde, ama 8 Dikkol, S., 2016, “Conatus‟tan Habitus‟a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme” davranışlar, arzular, inançlar ve duygular biçiminde mevcut olduğunu düşünmeyi gerektirir (Lordon, 2014: 31). Tekil - Kolektif Tekil Duygulanışlar, imgeler yani beden ve akıl ekseninde Spinoza felsefesinde insan, tekil bir varlıktır. Spinoza insanın, tekil varlığın, bedensel/zihinsel özerkliğini onu kuşatan zorunluluklar içinde düşünür (Kayıran, 2014: 169). Evrensel insan hakları söyleminde ifadesini bulan bu tekillik, bireyin bedensel bütünlüğünün ve insan olmaktan kaynaklı temel haklarının güvence altına alınmasında pratik karşılığını bulur. Sadece insan olmanın anlamından doğan bu tekillik her insan için ayrı ayrı tasarlanır. İnsanlar kendi zihinleri ve bedenleri özelinde özerktir. Özellikle göç politikaları ile birlikte düşünülen bu tekillik tasarımı, göçmen bireyin herhangi bir ulusun vatandaşı değil de sadece insan olmasından ötürü sahip olması gereken haklar Spinoza‟nın birey anlayışıyla birlikte açıklanabilir. Ergün ve Akal‟a göre “göçmenlerin ya da yersiz yurtsuzların hakları, halka halka genişletilebilecek ilkesel bir iletişim hakkını, sınırsız bir düşünsel/bedensel dolaşımı, ama dolaşımın ötesinde bedenin sınırsız özerkliğini, “kimliksizliğini” düşündürten en iyi örnektir” (Ergün ve Akal, 2014: 4). Göçmen bireyde somutluk kazanan tekillik olgusu, Bourdieu‟nün habitus kavramı ile yeniden düşünüldüğünde, habitusta eyleyen bireylerin de bir „ben‟ olgusu taşıdığı görülür. Her ne kadar bu olgu içinde yapının içselleştirilmiş pratikleri mevcutsa da, yani habitus içindeki Ben tamamen özerk değilse de habitusta bireyin failliğini tamamen dışlamak mümkün değildir. Habitus kavramındaki bireyin tekilliğini sorunsallaştıran Philippe Corcuff, bu durumu açıklayabilmek adına Kolektif Tekil ifadesini kullanır. Corcuff‟un öznelleştirme anları dediği yerde “ „ben‟ bizzat bir kimliği değil, ama bir anın, bir eylemin dakikliği içerisinde bir tekilliğin, bir indirgenemezliğin ifadesini ortaya koyar ve bu anlar sosyal ilişkiler ya da sosyal oyunlar içerisinde yer alır, sosyolojiktir. “Bireysel habituslar arasında farklılıklar ilkesi, kronolojik olarak düzenli ve birbirlerine indirgenemez belirlenimler dizisinin karşılık geldiği sosyal yörüngelerin tekilliğine dayanır.” (Corcuff, 2014: 371-376). Yapılandıran yapılar olarak habitustaki „yapılandıran‟ ifadesinin öznesi faildir. Dolayısıyla bu fail her zaman pasif durumda olmayan, etki eden, değiştirebilen bir konuma da sahiptir. Ancak habitusun, aynı yatkınlıklar bütününe sahip faillerden oluşuyor olması gerçeği de onu kolektif bir olgu olarak da değerlendirmemizi sağlar. Bu açıdan Corcuff‟un kolektif tekil olarak habitus içindeki faili yeniden ifade etmesi önemli bir kavramsal açığı doldurmuştur. Sonuç Spinoza ve Bourdieu‟nün kavramsal ikilikleri bağlamında birey/toplum ilişkisinin sorunsallaştırıldığı çalışmada her iki düşünürün kavramsal argümanları bu ilişkiselliği çözümlemek adına birbiriyle karşılaştırmalı olarak 9 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. 1-11. ele alınmıştır. Spinoza‟nın bireye dair felsefi bağlamdaki açılımları ve bireyin beden/akıl bütünlüğüne yaptığı vurgu ile Bourdieu‟nün yapı/fail kavramsal çerçevesi arasında benzer yönlerin olduğu görülmüştür. Conatus ve habitus kavramlarından doğru gelişen bu benzerlikler, beden, imge, sembol, tekillik, faillik gibi bir dizi başka kavramlarla birlikte daha geniş bir tartışma zemini bulmuştur. Spinoza‟nın var kalma mücadelesi olarak belirttiği conatus kavramı ile Bourdieu‟nün bireyin toplumsal olarak nasıl var kaldığını açıklayan kavramı habitus bu açıdan çalışmanın temel iki kavramı olarak belirginleşir. Spinoza ve Bourdieu‟nün kavramsal karşılaştırılması olan bu çalışmada benzer bir takım argümanların varlığına rastlanmıştır. Spinoza‟daki içkinlik meselesi beden ve akıl ekseninde tartışılırken, Bourdieu‟deki içselleştirme süreçleri fail ve yapı temelinde tartışılmaktadır. Elbette epistemolojik açıdan içkinlik ile içselleştirme benzer şeyler değildir. Ancak düşünme pratiği açısından -yani olguları birbirinden koparmadan bedeni akılla, faili yapıyla düşünme açısından- her iki kavram yöntemsel bir benzerlik göstermektedir. Yine benzer şekilde nesne ve özne ilişkisi bağlamında hem Spinoza hem de Bourdieu ilişkisel bir tutum içerisindedir. Beden, akıl olmadan, fail ise yapı olmadan düşünülemez. Aralarında keskin bir ayrımın varlığı veya her ikisinin bir neden-sonuç ilişkisi içinde devindiği görüşlerine yönelik her iki düşünürde de eleştirel bir yön bulmak mümkündür. Her iki düşünürün ortak bir zeminde tartışılabilecek diğer kavrmaları Spinoza‟nın imgesi ile Bourdieu‟nün sembolik yapıları ve tekil / kolektif tekil kavrmaları olmuştur. Tartışılan bu ortaklıklar ekseninde, çalışmanın sonucunda birey ve toplum arasındaki ilişkinin bütünsel bir analizi için gerekli olan kavramsal zenginliğin Spinoza felsefesi ve Bourdieu sosyolojisinde bulunduğu açıktır. Birey ve toplumun hem kendi başına -kendi varlığında- sürmesi hem de bunların birbiriyle olan sürekli teması Spinoza ve Bourdieu‟yü böyle bir çalışmada buluşturmuştur. Hem bireyin hem de toplumun kendi dinamiklerini göz ardı etmeden ve kavramları kendi bağlamlarından koparmadan yürütülen tartışmada, Spinoza‟nın ve Bourdieu‟nün birey ve toplum arasındaki gerilimli ilişkileri açıklamada verimli bir zemin yarattığı söylenebilir. Kaynaklar Bumin, T., 2012, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, YKY, İstanbul. Bourdieu, P., 2014, Seçilmiş Metinler, Heretik, Ankara. Bourdieu, P., 2015, Ayrım, Heretik, Ankara. Bourdieu, P. ve Wacquant, L., 2014, Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, İletişim, İstanbul. Corcuff, P., 2014, “Habitustan Hareketle: Kolektife Meydan Okuyan Tekil”, Ocak ve Zanaat, İletişim, İstanbul. Ergün, R., 2014, “Spinoza‟da Kadın ve Kadınların Spinozası”, içinde Kimlik Bedenin Hapishanesidir: Spinoza Üzerine Yazılar ve Söyleşiler, (der.) R. Ergün&C. B. Akal, Dost, Ankara. 10 Dikkol, S., 2016, “Conatus‟tan Habitus‟a Birey/Toplum ve Akıl/Beden İkiliğini Aşmaya Yönelik Bir Deneme” Ergün, R. ve Akal, C. B., 2014, “Kimlik Bedenin Hapishanesidir”, içinde Kimlik Bedenin Hapishanesidir: Spinoza Üzerine Yazılar ve Söyleşiler, (der.) R. Ergün&C.l B. Akal, Dost, Ankara. Hallett, H. F.,1928, Spinoza‟s Conception of Eternity,” Mind, New Series, 37(147), s. 283-303. [http://www.jstor.org/stable/2249249], e.t. 21.04.2016. Kayıran, Y., 2014, “Spinoza‟da Tekilden Çoğula Geçilmez Tekil, Tekillikler İçinde Düşünülür”, içinde Kimlik Bedenin Hapishanesidir: Spinoza Üzerine Yazılar ve Söyleşiler, (der.) R. Ergün&C. B. Akal, Dost, Ankara. Lordon, F., 2014, Kapitalizm, Arzu ve Kölelik: Marx ve Spinoza‟nın İşbirliği, Metis, İstanbul. Spinoza, B., 2014, Etika, Dost, Ankara. Stam, H.J, 2009, “Habitus, Psychology, and Ethnography: Introduction to the Special Section”, Theory & Pschology, 19, s. 707-711. Swartz, D., 2013, Kültür ve iktidar: Pierre Bourdieu‟nün Sosyolojisi, İletişim, İstanbul. Wacquant, L. 2004, “Habitus”, içinde International Encyclopedia of Economic Sociology, derleyen Beckert, J., & Zafirovski, M., s. 315-319, Routledge, London. Wacquant, L., 2011, “Habitus as Topic and Tool: Reflections on Becoming a Prizefighter”, Qualitative Research in Psychology, 8, s. 81–92. 11 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haizran 2016, s. 1-11. 12 Biyo-İktidarı Spinoza ile Okumak Cihan Palancı Doktora Öğrencisi Mersin Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi E-Posta: cihanp44@gmail.com Özet: Spinoza‟nın Tanrıyı kavrama biçimi ve bununla bağlantılı olarak Tanrı-Doğaİnsan ilişkisini benzersiz kurması onu dönemi içinde önemli bir noktaya taşır. O bir monisttir. Monist olması, onun Tanrı kavramını nasıl açılımladığı ile ilgilidir. Spinoza‟ya göre; tüm doğa ve insanlar aslında, Tanrının (tek tözün) farklı “Attributumları”dır. Tanrının bir ereği yoktur hatta varlığını bile bilmez. Sadece kendini açılımlamak zorunda olduğu için bunu yapar. Dolayısıyla doğa ve doğadaki her şey “kendiliğinden” ve tek bir tözden meydana gelmiştir. Buna beden ve zihin de dâhildir. Beden, Spinoza‟da zihin tarafından kuşatılan, edilgen, zihnin emir kulu değildir. Beden zihinle aynı töze sahip zihnin işleyişiyle aynı paralelde, hatta kimi yorumlara göre zihnin de önünde olan bir yapıdır. Bu bakış açısı, özellikle son dönem siyasal-felsefi akımları yoğun şekilde etkilemiş ve yeni tartışma zeminlerinin imkânlarını sağlamıştır. Bu bağlamda Çalışma, Foucault‟un, Biyo-İktidar sarmalının birey üzerinde yarattığı yabancılaşmayı, Spinozacı bir teori ile aşmanın imkânlarını tartışacaktır. Anahtar Kelimeler: Spinoza, Biyo- İktidar, Foucault, Biyo-Politika Bio-Power Read with Spinoza Abstract: Spinoza‟s understanding of God and in conjuction with this establishing a unique relationship among God-nature-human give him an important position in his period. He was a monist. It is about how to expound his conception of God. According to Spinoza, nature and humanity is actualy the different attributes of God . God doesn‟t have a purpose and even it is not aware of its being. God expounds itself only for it has to do. Therefore, nature and everyting in nature happens by itself and from only one substance, including body and mind. In spinoza, body is not infested by mind, passive and aide of mind. Body has the same substence as mind, functions in paralel and even according to some ideas body get ahead of mind. This point of view affected especially the last political-philosophical trend and provide opportinity for new discussions. In this context, the study is going to come up for discussion in respect to possibility of over coming the alienation effect on individual of Foucault‟s bio-power impasse. Keywords: Spinoza, Bio-Power, Foucault, Bio-Politic Bedenin İkincilliği Türk filmlerinden bildiğimiz repliklerden biridir; “Bedenimi ele geçirebilirsin ama ruhumu asla”. Bu replik ile aslında bedenin varlık içindeki değeri imlenir. Sadece bizim gibi doğu toplumlarında değil batı toplumlarında da beden ile ilgili bakış açısı hep ikincil ve “öteki” olagelmiştir. Bunun felsefik Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 1322. Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 13-22. kodları önemlidir, fakat onun da ötesinde bedeni ikincil kılan bakış açısını daha öncelere, insanın Tanrı ile kurduğu ilk ilişki noktasından başlatabiliriz. Balanuye‟nin ifadesiyle sonlu bir varlık olan insan, ölümün ortadan kaldıramayacağı bir varlığın olanağı konusunu, tutkulu bir saplantıya dönüştürmüştür. Bu tür bir saplantının ilk örneklerinden birini İ.Ö.630 yıllarında Mimnermus şiirlerinde bulunabilir. Bu şiirlerin bazılarında yaşamak uğraşını, sonu kesin bir yok oluş olan ölümden daha az değerli görmüş ve belki de sonsuzluğa gizlice göz kırpmıştır (Balanuye: 56). Yine örneğin; Eski Mısır‟da insanlar öteki dünyada aynı beden ile yaşayacaklarına inandıkları için bedenlerini mumyalayıp saklamış, ruhun ölümsüzlüğüne inanarak nafile bir çaba ile bedeni korumaya çalışmışlardır. Tek tanrılı dinler için ise beden artık gerçek bir hapishanedir. Dünyevi bir hapishane. Öteki dünya inancı gereği, bedenler çürüyüp gidecek fakat ruhlar sonsuza dek yaşayacaktır. Tek tanrılı dinlere göre, beden ruhu ayartmaya çalışan onu “kötü yola” teşvik eden ve günah işlemesi için tüm enstrümanlarını kullanan bir “şeytan”dır. İnsan ancak bedenini-nefsini terbiye ederek iyi olana erişir. Bedeni ruhu ayartan bir haz makinesi olarak gören iktidarlar, her dönem onun dışavurumunu yasaklamaya çalışmışlardır. Örneğin ortaçağda var olan karnaval geleneğinin kilise tarafından engellenmeye çalışıldığını ve bunun zamanla bir iktidar çekişmesine dönüştüğünü biliyoruz. Elbette ortaçağ karnavallarını şenliklerle ya da bayramlarla karıştırmamak gerekir. Bayramlarda var olan durağan, değişmez, daimi olan şeyleri–hiyerarşiler, değerler, normlar ve yasaklarıteyit ederken karnavallar hiyerarşik rütbeleri, normları, yasakları askıya alarak egemen hakikat rejiminden geçici de olsa bir özgürleşmeyi sağlamaktadır (Kalaycı, 2015: 253). Karnavallarda yapılan sadece hiciv, ironi değil aynı zamanda yasaklanmış tüm hazcı-bedensel aktivitelerin özgürce gerçekleştirilmesidir. Karnavallarda resmedilen en önemli şey, Ortaçağ karanlığına karşı sınırlıda olsa kitlelerin ağız dolusu gülmesidir. İktidarı korkutanda budur. Spinoza için gülmek eylemi bedensel etkilenmenin bir sonucudur ve Umberto Eco‟nun Gülün Adı romanı da bununla ilgilidir. Anlatılan olaylar kayıp bir kitap yüzündendir. Bu kitap okunmasın diye yapraklarına zehir sürülmüştür. Kitabı ele geçiren keşişlerin esrarengiz ölümleriyle başlayan olaylar, kitapla birlikte manastırın yanmasıyla son bulur. Peki, manastırın en gizli köşelerine saklanmış bu kitap ne hakkındadır, neden gizlenmiştir? Rivayete göre bu kitap Aristotales tarafından yazılmış Poietika‟nın kayıp ikinci cildi olan Komedya üzerinedir… Eco‟nun bu kurguyla anlattığı şey aslında ortaçağ resmi ideolojisinin gülme ve bedensel haz ifade eden tüm davranışları dışlamasıdır (Kalaycı, 2015: 252-253). Felsefik geleneğin bedene bakış açısı da benzer bir izlekte yol alır. Başat olan bakış Balanuye‟ye göre; daha çok Sokrates-Platon Okulu-Kilise-Descartes ve Kant gibi filozofların temsil ettiği ve farklı argümanlarla bedeni ikincil kılan gelenektir. Bedeni önemseyen ve ikincillikten terfi ettiren akım ise, Herakleitos ile başlayıp Spinoza, Nietzche ve Deleuze ile devam eder. Yine Balanuye Batı felsefesinin temel rotasının akıl-ruh eksenli olmasını tek Tanrılı dinlerle olan uzun soluklu flörtüne bağlar. Beden arzunun son sığınağı, günahın tetiklendiği sonsuzluk ödülünün önündeki yegâne engeldir. 14 Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak” Arzularımızı denetleyecek olan akıl bu çabasında en çok bedensel olanı bastırıp zayıflatmakla görevlidir. Aydınlanmanın tüm seküler ısrarına rağmen akla en güvenilir destek de ironik olarak “inanç” tan gelecek, akıl ve imanın işbirliği karşısında en ciddi tehdit yine beden olup çıkacaktır. Öteki bakış örneğin; Herakleitos‟un eşsiz kuramına rağmen batı felsefesinde bir döneme kadar yer bulamamıştır. Herakleitos‟a göre bireyin ölümsüzlüğü fikrinin kozmosun temel eğilimleri ile çelişir. Ona göre, sürekli ve sonsuz olan yegâne şey “sürgit bir akış” olduğundan bireyin derli toplu kalışının bu akış karşısında sürekli olamayacağı açıktır (Balanuye, 56-57). Nietzsche ise bedeni arzuları yüceltirken Antik Yunan‟daki Dionysos şenlikelerine gönderme yapar ve gülme ve mizahın şarapla buluştuğu anları yüceltir. Avcı şenliğin özünü şöyle aktarır: Dionysos etkinlikleri, sınırsız bir karnaval ve halk eğlencesi biçimindeydi. Bu özellikler aynı zamanda eski komedyanın asal öğesini oluşturuyordu. Atina‟da düzenlenen Dionysos ve Lenaea festivallerinde tragedya yarışmaları yanında komedya yarışmaları da yapılmaya başlanmış, kentin yöneticileri bu yarışmalarda hicvedilmiştir. Yunan mitolojisinde yaşamın, umudun, coşku ve şarabın simgesi olan Dionysos, sınırların dışında bir tanrıdır. Evrensel bir kaynaşma ve birleşme ritüelini içinde barındırır. Dionysos şenlikleri „Ben‟den uzaklaşarak evrensele bağlanmayı gerçekleştirmiş; kutlama, şenlik, şarap, üzüm, coşku ve cinsellik gibi ögelerle bir tür „katharsis‟ işlevi sağlamıştır (Avcı, 2003: 86 ). Antik Yunan‟a ilişkin cinsellik ve haz deneyimlerine Nietzsche dışında Foucault‟da vurgu yaparak dönemi bu bağlamda “aphrodisia” kavramıyla açıklar. Fakat beden-akıl karşıtlığının asıl doruk noktası Descartes ile yaşanır. Onun öncesinde Platon‟un nesneler dünyası-idealar dünyası olarak kavramsallaştırdığı düalizm, Descartes‟de daha da somutlaşmıştır. Descartes zihin ve bedeni farklı iki töz olarak düşünmüş ve gerçek bilginin zihin-ruh aracılığıyla bilinebileceğini ifade etmiş, bedeni zihin karşısında nesneleştirmiştir. Maddi dünyanın tözünü kavrayabilmek için Descartes meşhur balmumu örneğini verir: Sıcaklıktan dolayı balmumu erir ve geriye daha koyu daha sert akışkanlığını yitirmiş bir madde kalır. Bu kalan aslında balmumunun tözüdür. Şekli değişse bile tözü değişmemiştir. Maddi dünyanın bu bilinmezliğini biz akıl ve onun biricik enstrümanları pozitif bilimlerle kavrarız. Dolayısıyla, akışkan olmak ve belli bir uzamı olmak, maddesel dünyanın en temel hakikatidir. Beden de bu anlamda uzamı olan, hareket eden ve kendi varlığını bilmeyen, kendi varlığını bilmek için akla muhtaç bir nesnedir. Bu görüş modern felsefede, insanın bedenine ve doğaya yabancılaşmasının en uç sistematiklerinden birisini sunar. Spinoza Felsefesinde Beden ve İçkinlik Spinoza aşağıda alıntılanan ifadeyle akıl karşısında ikincilleştirilen duygulara bir nevi iade-i itibar yapmıştır: “Filozoflar, içimizde çarpışan duyguları (affection), insanların kendi hatalarıyla içine düştükleri kötülükler olarak düşünürler, işte, bu 15 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 13-22. yüzdendir ki, onları alaya almayı, onlarla ilgili hayıflanmayı, onları kınamayı ya da daha ahlaki görünmek istediklerinde onlardan nefret etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Böylece, tanrısal biçimde hareket ettiklerini ve hiçbir yerde var olmayan bir insan doğasına her türden övgüler düzerek ve söylemleriyle gerçekte var olanı kötüleyerek bilgeliğin doruğuna çıktıklarını sanırlar. Onlar insanları aslında oldukları gibi değil, ama kendileri nasıl olmalarını istiyorlarsa öyle tasarlarlar: bunun neticesi olarak, çoğu bir Etik yerine bir Yergi yazmışlardır…” (Spinoza, 2007: 11). Spinoza Ethica‟yı Tanrı tasavvuru ile başlatır. Tanrı tasavvuru önemlidir, çünkü henüz 1. Bölüm tanım I de Tanrıyı kendi kendinin nedeni (causamsui) olarak ilan etmiş ve devamında önerme 6‟da “Bir cevher başka bir cevher tarafından meydana getirilemez” ifadesinin sonucunda şunları yazmıştır: “Bir cevher başka bir cevher tarafından meydana getirilemez çünkü tabiatta cevherler ve duygulanışlardan başka bir şey yoktur… Eğer onların aynı tabiatı ve aynı sıfatları varsa, artık birbirlerinden ayrı olmayacaklar ve bunun sonucu olarak tek ve aynı şeyi teşkil edeceklerdir, biri öteki tarafından meydana getirilen iki cevher olmayacaklardır.” Spinoza‟nın bu ifadeleri bizi tek töz-cevher bilgisine ulaştırır. Gerçektende onun Tanrı tasavvuru öncekilerden oldukça farklıdır. Sunat‟ın da belirttiği gibi Spinoza‟nın Tanrısı seven, esirgeyen, yasa koyan bir Tanrı değildir. O bir başka tözle sınırlanamaz, kendi dışında başka bir şeye nedensellikle bağlanamaz, varlığı olumsal değil zorunludur. Bununla birlikte düşünce ve uzam var olan tözün öznitelikleri olup her şey öncesiz ve sonrasız bir zorunlulukla Tanrı‟dan gelir. O anlamda Tanrı “Natura Naturanstır” (doğuran doğa). Ondan gelenlerse “Natura Naturata” (doğmuş doğa) ya da tözün öz niteliklerinin tezahürleri olmak anlamında onun “kip” leridir (Sunat, 2014: 3). Yine Ethica‟da; önerme 10‟un Scoliesinde şunları söyler: “…Buradan şu sonuç çıkar ki mutlak olarak sonsuz varlık, her biri bu Varlığın sonsuz ve ezeli özünü ifade etmek üzere sonsuz sıfatları kuşatan bir varlık diye tanımlandığı zaman, çok kesin bir tanım yapılmış olur.” Tüm bunlardan yola çıkarak Spinoza‟nın Tanrı ve tek töz tasavvuru ile Descartes‟in Düalizmini ve dolayısıyla Aklın, Beden karşısındaki birincilliğini yıkmıştır diyebiliriz. Ona göre Akıl ve Beden aynı tözün değişik görünümleridir. Biri diğerinden önce gelmez eş zamanlı ve paralel olarak duygulanırlar. Bununla birlikte bazı Spinoza yorumcuları Ethica‟da geçen “Zihin bedenin bir fikridir” ifadesine ve 3. Bölüm, Önerme 2‟nin Scoliesin‟de: “Gerçekten şimdiye kadar kimse bedenin gücünü tespit edemedi; demek istiyorum ki deney henüz kimseye Bedenin Ruhtan bağımsız olarak sırf tensel gibi göz önüne alınan Tabiat kanunlarıyla ne yapılabileceği ve ne yapamayacağı konusunda hiçbir şey öğretmedi. Zira hayvanlarda fark edilen ve insanın bilgeliğini çok aşan birçok şeylerden, hele uyandırıldıklarında başarmaya cesaret edemeyecekleri birçok şeyleri uyurken yapan uyurgezerleri uzun uzadıya anlatmaya girmeden bu 16 Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak” gösterir ki Beden yalnız kendi tabiat kanunlarıyla Ruhu hayrete düşüren birçok şey yapabilir…” İfadelerine dayanarak aslında Spinoza‟nın bedeni öncelediğini savunurlar. Sonuç olarak Spinoza‟yı ister “paralelist” olarak nitelendirelim ister bedene verdiği öncelikten dolayı “materyalist” diyelim, onun başardığı en önemli şey, doğa ve bedeni iğdişleyen uzun felsefe geleneğini önemli ölçüde sorgulatması olmuştur. Bu da aslında Spinoza‟nın “İçkinci” felsefesinin alâmetifarikasıdır. Spinoza‟nın Tanrı tasavvuruna geri dönersek; bu tasavvur onun da ifade ettiği gibi bizim için oldukça yabancı ve algılanması zordur. Hatta ilk anda, anlaşılmazlığının ötesinde gülünçtür. Öyle bir Tanrı ki; amaçsız, tam olarak kendi varlığından habersiz, yarattıklarını önemsemeyen, varlığı gereği sadece doğuran, üreten ve amaçsızca yayılan... Bunu algılamak için sadece kendi tanrı tasavvurumuzdan değil etrafımızı saran tüm statik perspektiflerden kurtulmamız gerekir. Öyle ki Spinoza‟nın tanrısını kabul etsek de etmesek de aslında, önümüze özgürleşmenin en önemli hatlarından birini çizer. Ergün‟ün, Deleuze‟ün “Spinoza ve İfade Sorunu” kitabından aktardığı gibi: “Tanrı ile mutlak olarak sonsuz varlığı, yani her biri bengi ve sonsuz özü anlatan sonsuz sayıda öznitelikten oluşan tözü anlıyorum”. Deleuze‟e göre bu düşünce çok önemlidir ve Spinoza felsefesi içinde çeşitli bağlamlarda yeniden ele alınır. Buna göre, her öznitelik, bengi ve sonsuz olan belli bir özü ifade eder. Diğer yandan her öznitelik, tözün özünü, varlığını ya da gerçekliğini açığa vurur. Öyleyse her öznitelik, tözsel varoluşun sonsuzluğunun ve zorunluluğunun, yani bengiliğinin ifadesidir (Ergün, 2011: 212). Burada vurgulanan sadece determinizm içeren bir varoluş prensibi değildir, aynı zamanda tıpkı beden-zihin ikiliğini yok ettiği gibi, aslında tüm varlıklar arasındaki hiyerarşiyi de ortadan kaldıran bir vurgudur. Yine Bumin‟in Deleuze‟nin aynı kitabından alıntıladığı üzere: “Tek tözün sonsuz sayıdaki özniteliği (attributum), onun değişik adları, değişik düzlemlerde kendini dile getirmesi olarak ondan ayrı ve ondan daha az var ya da daha değersiz değildir. Varlık, aynı kiplikte (modalite) olmamakla birlikte sonsuz ve sonlu varlıklar için aynı anlamdadır. Çünkü varlık başka tarza, kipe bürünmekle doğasını değiştirmez”. Bu ifade Bumin‟e göre aslında Bir ve Çok ilişkisinin içkinlik ilişkisi olarak tanımlanması yolunda kullanılan matematiksel yöntem sayesinde, tüm varolanlar aynı bir ontoloji ve epistemolojinin eş türden ortamında eşitlenirler (Bumin, 1996: 80). Spinoza bu eşitleme ile felsefe tarihi boyunca hâkim olan aşkınsallık arayışı ve pratiklerini tersine çevirmiş yerine içkinlik fikrini dolaşıma sokmuştur. İçkinlik kuramı ve Spinoza‟nın varlık biçimlerini ele alışı, siyasette önemli bir özgürleşmenin pratiğini de sağlar. Negri kitabında Althuserden şu alıntıyı yapar “Spinoza‟nın felsefesi felsefe tarihinde eşsiz bir teorik devrim yapmıştır; bu belki de tüm zamanların en büyük felsefi devrimidir. Öyle ki felsefi açıdan Spinoza‟yı Marx‟ın tek atası olarak kabul edebiliriz” neden? Çünkü Spinoza, teleolojinin olmadığı, tümüyle özgün bir praksis kavrayışının kurucusudur çünkü nedenin varlığını kendi etkisinin 17 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 13-22. içinde, yapının varoluşunu kendi etkisinin içinde ve varlığında düşünmüştür. “Yapının tüm varlığı kendi etkilerinden oluşur…” kendi özel unsurlarının spesifik bir birleşeni olan yapı, kendi etkilerinin dışında olan bir şey değildir.” (Negri, 2011: 126-127). Althuser‟in Spinoza ve Marx arasında kurduğu bu güçlü ilişki önemlidir. Marx‟ın insanı merkeze alan ve doğayı dışlamayan tavrı Spinoza‟da da vardır. Burada insanı merkeze alma tavrı, insanı her şeyin efendisi ilan etme biçiminde değil, onu doğayla ve diğer tüm insanlarla barıştırma halidir. Tanrı ve kutsal kitaplar ya da bir tutsaklaştırma aracı olarak bilim, aşkınsallık düzleminden içkinlik düzlemine çekilmiştir. Dolayısıyla her iki öğreti “içkinlik” düzleminde ortaklaşır. Bu durum, Marx‟ı, Spinoza‟ya yaklaştırır. Spinoza ve Biyo-İktidar Foucault‟un Biyo-İktidar kavramının sosyal bilimler alanında önemli yankıları olmuştur. İktidarın beden üzerinde tahakküm kurması Modernizm ile birlikte yeni bir safhaya geçmiş ve Ortaçağ‟da uygulanan ve öldürme ve katı cezalandırma sistemi yerini daha teknolojik, içine tıp gibi disiplinleri de alan, bir sistematiğe dönüşmüştür. Uluğer‟in belirttiği gibi Foucault‟a göre iktidar bu tahakkümü iki şekilde gerçekleştirir. Bireyin bedeni üzerinde uygulanan “disiplinci” iktidar modeli ve nüfus üzerinde uygulanan “düzenleyici” iktidar modeli. Disiplinci yöntem, klasik çağın başlamasıyla bireyi kapatma pratiklerine tabi tutarak (hapishane, okul, kışla, tımarhane) bedeni toplumsal süreçlere uyumlu ve uysal kılma amacı güder. Foucault buna anatomopolitika der. Bu yöntemle iktidar sürekli gözetim ve denetim ile bireyi “içten fetheder” dolayısıyla birey iktidarı içselleştirerek sadece bir öğeye dönüşür. Disiplinci dispositifin yönlendirdiği öznenin artık sistemin dışına çıkma ihtimali yoktur. Panoptik durum artık bireyin kendisinde, zihninde ortaya çıkar. 18.yüzyılın sonlarına doğru karşımıza “düzenleyici” iktidar modeli olarak biyopolitika çıkmaktadır. Bireyleri tek tek nesneleştiren iktidar artık nüfusa yönelir. Nüfusu topyekun korumak önemlidir. Foucault‟un değimiyle bu büyük bir “toplumsal hekimliktir” (Uluğer, 2014: 51). Yaşamın yüceltilmesi, doğumölüm oranları, sağlık düzeyi yaşam süresi vs. amaç “sağlıklı” bir kütle yaratmak ve bu kütleyi üretime yönlendirmektir. Bu çerçevede iktidarın yaptığı başka bir şey söylemsel düzeyde “norm”lar üretmektir. İktidar belli söylem disiplinlerini kullanarak (tıp, psikiyatri, hukuk vs.) olması gereken ve olmaması gerekenleri birey ve toplumlara dayatır. Dolayısıyla karşımıza Normal-Anormal gibi düaliteler çıkar. Tüm gündelik yaşam bu düaliteler ile örülür ve kişiler bunları içselleştirir. Asıl “Büyük Kapatılma” da böyle gerçekleşir. Kafka‟nın “Dava” romanı ve sorulamayan “neden” sorusu büyük kapatılmanın içselleştirilmesine belki de en iyi örnektir. Foucault‟un İktidar kuramının en önemli başka bir niteliği “içkin” olmasıdır. Genel iktidar perspektifi İktidarı; tek merkezde toplanan kristalleşmiş bir tahakküm aracı olarak düşünüyor iken Foucault‟un iktidar kuramı, daha karmaşık ve anlaşılması güçtür. Ona göre iktidar tek merkezden 18 Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak” doğan ve hareket eden ve yayılarak tüm ilişkilerimizi kapsayan bir yapı değildir. İktidar merkezsiz, odaksız ve ağsaldır; ayrıca her zaman kötü bir şey değildir. Geleneksel iktidar kuramlarında başat olarak dile getirilen iktidarın “temsiliyeti” ona göre tehlikeli bir kavrayıştır. Devlet, Aile, Din gibi “Büyük İktidar” temsilleri bile yeniden düşünülmelidir. “…Toplumsal gövdenin her bir noktası arasından, bir kadınla bir erkek arasından, aile içinden, öğretmenle öğrencisi arasından, bilenle bilmeyen arasından geçen iktidar ilişkileri, daha ziyade büyük iktidarın köklerini saldığı hareketli ve somut topraktır, onun işlev görmesini mümkün kılan koşullardır. Aile devlet iktidarının basit bir yansıması, uzantısı değildir: çocuklar karşısında devletin temsilcisi değildir, tıpkı erkeğin kadın karşısında devletin temsilcisi olmadığı gibi… Genel anlamda, bence iktidar ne (bireysel ya da kolektif) istençlerden yola çıkarak oluşur ne de çıkarlardan türer. İktidar, iktidarlardan, iktidarın çok sayıdaki sorun ve etkisinden yola çıkarak oluşur ve işlev görür…” (Foucault, 2003: 110111). Foucault‟un iktidara içkin bir paye vermesi yukarıda alıntılandığı gibi aşağıdan yukarıya doğru kurulmasından dolayıdır. Onun iktidar algısı iktidarın “her yerde” olması üzerine kurulur. Gündelik hayatın her alanında karşımıza çıkar ve çoğu zaman “Büyük İktidar”ın tahakkümcü mekanizmalarıyla açıklanamaz. Onun için iktidar: “Her yerde hazır ve nazırdır: Ama bu her şeyin yenilmez birliğinin çatısı altında kümeleştirme ayrıcalığına sahip olmasından değil, her an, her noktada, daha doğrusu bir noktayla başka bir nokta arasındaki her bağıntıda ürüyor olmasından kaynaklanır. İktidar her yerdedir; her şeyi kapsadığından değil, her yerden geldiğinden dolayı her yerdedir.” (Foucault, 2007: 72). Bu durumda asıl soru şudur; Spinoza‟nın naif öğretisi, Foucault‟un bu şeytani iktidar işleyişiyle nasıl başa çıkar? Spinoza‟daki “Aslında her şey Tanrı‟dandır” ve bu her şey arasında hiyerarşi yoktur” desturunun bir karşılığı var mıdır? Aslında Spinoza‟nın siyaset felsefesi gücünü tam da bu naiflikten alır. Çünkü Spinoza‟da her varlığın devinimini sağlayan şey, Foucault‟un komplike iktidar ilişkilerini tanımladığı tekil, gündelik ve hatta sıradan durumun karşısındaki direniş yine tekil ve gündelik ve oldukça naif bir dürtü olan Conatustur, “Yaşamda kalma uğraşı”. Temel olarak Spinoza‟da bilgiye ve mutluluğa ulaşmanın yolunun kişinin özgür bir şekilde tüm edimselliklerini gerçekleştirebilmesi ile olacağını biliyoruz. Yaşamı aslında bize bunun ipuçlarını da veriyor. Toplumun ve dinin belli normlarından dolayı önemli sıkıntılar çektiğini ve hayatı boyunca hem devlet hem din düzleminde bu kurumların bireyin özgürleşmesi önündeki en önemli engeller olduğunu vurguluyor. Sünat‟ın değindiği gibi Spinoza‟da temel öğe bireydir. Kendisinden kalkarak “öteki” ile etkileşim/iletişim içinde olan birey. Bireyi harekete geçiren itki, insanın özünden-doğasından kaynaklanan ve varoluşsallığının sakınımına hizmet eden şeydir. Bir farkındalık olarak bilinçle- 19 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 13-22. zihinsellikle bedensel bir değişki olarak da bedenle ilişkilidir. İşte bu temel güdü, Spinoza felsefesinin temel dayanağının yani Conatus‟un da sebeb-i hikmetidir. Conatus ihtiyacı giderecek şeye yönelik bir edimsellik-çaba olmak anlamında itkisellikle ateşlenir. Bedensel iç güdülenimi ile ihtiyacı olana yönelen, aynı yönelim ve arzular içindeki başkası ile ortak en yüksek yararı oluşturmak üzere buluşmanın ve biraradalığın yolunu yordamını arayacak olan insanın demokrasi yolculuğu (Sunat, 2014: 5). Conatus ayrıca bir sürekliliğin ifadesidir. Bireyin hayatta kalma uğraşı ve bedeni “Foucault‟un İktidarı” tarafından sürekli olarak engellenmeye ve denetim altına alınmaya odaklanır. Dolayısıyla aktif ve her an her şeye içkin olan iktidar yine aktif ve her şeye içkin olan direnişle, yani sürekli bir Conatus ile karşılaşır. Bu direniş ancak başkası ile en yüksek yararı oluşturma ile ve bireylerin özgür bir şekilde bedensel ve zihinsel kapatılmalara, normlara ve korkulara yer bırakmadan etkileşim içinde olmalarıyla gerçekleşir. Dolayısıyla Foucault‟un kendi ifadesiyle; “Modern iktidar bireyi kategorize ederek, bireyselliği ile belirleyerek, kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak direk gündelik yaşama müdahale eder” (Foucault, 2005: 63). Bu bağlamda, Akarsu‟nun aktardığı gibi Spinoza Töre Bilim‟de şunu söyler “O halde bir insana aklın kılavuzluğu altında yaşayan bir başka insandan daha yararlı bir şey yoktur”. Bireyin kendini gerçekleştirmesi özgür bir etkileşimle olur. Çünkü beden dış nedenler tarafından etkilendiği ve onları etkilediği ölçüde devim halinde ve edimsel olarak var olduğu sürece zihinde bedenin varlığına dair bir fikir oluşacaktır. O halde zihin, bedeni ve eyleme kudretini ancak ilişki içerisinde yani diğer tekil şeyleri etkilediği ve onlardan etkilendiği düzeye dek devam edebilir. Bu bizim varolma direncimizi ve eyleme kudretimizi belirleyen yegâne şeydir (Akarsu, 2015: 208-209). Özgür etkileşim ve modern iktidarın dayattığı yasalardan arınmış ya da arınmaya çalışan özgür bireylerin etkileşimi, direncimizi-Conatus‟u güçlendirecek asıl şeydir. Öyleyse Spinoza‟ya göre bireyin kendini gerçekleştirmesinin yolu, hem iyi ve özgür karşılaşmalarla yaşama gücünü arttıracak ve direnişi güçlendirecek hem de 2. ve 3. tür bilgiye kendisini kavuşturacak birlikteliklerden geçer. Yaşamın her alanına sirayet eden iktidarlardan ve normlarından Conatus ile sakınan, tekil bireylerin birliktelikleri. Sonuç “Spinoza‟nın felsefesinin en temel karakteristiği, insana atfedilen indirgenemez tekilliği ve özgürlüğü reddetmesidir. Spinoza‟ya göre insana özgür bir irade atfetmek onu "bir krallık içinde bir krallık" olarak algılamak demektir. Ancak bir tek krallık, yani doğa vardır ve insan onun bir parçası olduğu için insan edimleri kurgusal bir özgürlüğe dayanarak değil doğadaki tüm nesneler için geçerli olan temel yasalar çerçevesinde anlaşılmalıdır. Bu noktada bile Spinoza'nın zihne atfedilen özgürlüğü ve bağımsızlığı kabul etmediği görülebilir.” (Cengiz, 2016). 20 Palancı, C., 2016, “Biyo-İktidari Spinoza ile Okumak” Cengiz‟in belirttiği bu durum Spinoza‟da insanın özgürlük alanını genişletemeyeceği anlamına gelmez. İnsan, ancak Tanrının varlığını doğru bir şekilde kavradıkça ve bu kavrayış için gerekli hareket alanını özgürce kullandıkça özgürlük alanını genişletebilir. Gerekli hareket alanı ile kastedilen şey diğer özgürleşmiş bireylerle buluşabilmektir. Dolayısıyla gerekli olan biyoiktidar ve yarattığı normlar ile düşünen-yaşayan birey değil bu sarmalın ve kaygıların dışına çıkabilen bireydir. Özgürleşmiş bireylerle buluşmak, aynı zamanda o dönem için oldukça yeni bir öneriyi de içerir. Spinoza‟nın yaşadığı dönemde başat olan bakış, Negri‟nin belirttiği gibi; doğal hakların bir sözleşme ile egemene devredilmesi ve onu mutlaklaştırıp aşkınlaştırmasıdır. Spinoza korku ve yalnızlık duygusunun körüklediği doğal haklardan feragat etmek yerine birlikte ortaklaştığı topluluğa sığınmayı önerir (Negri, 2011: 2833). Sığınmanın da ötesinde ortaklaşan bu gruplar, siyaset alanını yeniden dizayn etmeli, devletin egemenliğini sonsuzdan, sınırlı bir alana çekebilmelidir. Bu öneri Foucalt‟un iktidar kuramı ile de uyumludur. Çünkü Foucault iktidarı tanımlarken iktidarın oluşum mekanizmalarını “yerelden” başlatır. Büyük iktidarlar, yereldeki bu mekanizmaları kullanarak büyür ve kristalleşir. Dolayısıyla Foucault‟a göre kişi ve gruplar önce kendi kurum, aile, ahlak ve üretim ilişkilerine karşı bir söylem ve hareket geliştirmelidirler. İkisi de bu anlamda önce “kendi sokağını” önemser. Kurulacak karşı iktidar, ikisi içinde tabandan, dolayımsız- devredilmeyen olmalı ve iktidarı maskeleyip görünmez kılan tüm mekanizmaların red etmelidir. Kaynaklar Akarsu, Ö.. 2015, “Spinoza İle Karşılaşmalar”, içinde “Spinoza ve Hobbes‟ta Çokluk Kavramı”, Der. G. Ateşoğlu ve E. Canaslan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Avcı, A. 2003, “Toplumsal Eleştiri Söylemi Olarak Mizah Ve Gülmece”, Birikim Dergisi, Cilt:166, s. 80-96. Balanuye, Ç. “Beden ve Aşkınlık”, http://www.flsfdergisi.com/sayi6/49-59.pdf, (Erişim Tarihi:2016). Bumin, T. 1996, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Cengiz, Ö. “Bir Anti-Hümanist Olarak Spinoza”, http://www.teorivepolitika.net/index.php/okunabilir-yazilar/item/255-bir-antihumanist-olarak-spinoza,(Erişim Tarihi: 2016). Ergün, Reyda. 2011, “Modern Siyasi-Hukuki Kavramları Yeniden Düşünmek Spinoza‟nın Siyaset Felsefesi Çerçevesinde Yeni Bir Perspektif Arayışı”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, SBE, İstanbul: Galatasaray Üniversitesi. Foucault, M. 2005, Özne ve İktidar, Çev. I. Ergüden ve O. Akınhay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Foucault, M. 2003, İktidarın Gözü, Çev. I. Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Foucault, M. 2007, Cinselliğin Tarihi, Çev. H. Uğur Tanrıöver, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Kalaycı, N. 2015, “Spinoza ile Karşılaşmalar” içinde Spinoza‟nın Ethica‟sı Bağlamında Mizahın Politik İşlevi, Der. G. Ateşoğlu ve E. Canaslan, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Negri, A. 2011, Aykırı Spinoza, Çev. N. Çelebioğlu ve E. Canaslan, İstanbul: Otonom Yayınları. Spinoza, B. 2007, Politik İnceleme, Çev. M. Erşen, Ankara: Dost Kitabevi. Spinoza, B. 2014, Etika, Çev. H. Ziya Ülken, Ankara: Dost Kitabevi. 21 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 13-22. Sunat, H. 2014, “Etika‟dan Demokrasiye Teolojik-Politik Edimselliğe Yol Alırken”, http://haluksunat.com/2013/12/25/etikadan-demokrasiye-teolojik-politikedimsellige-yol-alirken-i/, (Erişim Tarihi: 2016) Uluğer, Ç. 2014, “Yaşam Ve Ölüm Arasında Sallanan İktidar Sarkacı: Biyopolitika” Mesele Dergisi, Cilt: 88, s.49-53. 22 Türkiye Siyasetinde AKP’li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğün”den “Dost”ların Demokrasisine Melehat Kutun Yrd. Doç. Dr. Mersin Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü E-posta: mkgurgen@mersin.edu.tr Özet: Çalışma, uzun koalisyon hükümetlerinden sonra iktidarı ele geçiren ve on yılı aşkın bir süredir tek parti hükümeti olarak Türkiye siyasetine yön veren AKP dönemi üzerinedir. Tek parti olmasından aldığı güçle AKP yönetiminin iktidarı boyunca uyguladığı otoriteryan uygulamalara ışık tutmak çalışmanın temel akslarından biridir. Bu, bir yandan uluslararası sermayenin küresel bir uğrağı ya da yerel temsilcilerinden biri olarak ulus devletin kendi sınırlarında bu rolü nasıl gerçekleştirdiğini devlet otoriteryanizmi ve onun ulaştığı sınırlar bağlamında anlamaya imkan verecektir. Diğer yandan, bugün, toplumsal ilişkilerin neredeyse her alanında görünür olan otoriteryanizmin araçlarının kapitalist devletin farklı formlarında nasıl biçimlendiğini de görünür kılacaktır. Anahtar Kelimeler: AKP, Hukukun Üstünlüğü, Demokrasi, İstisna Durumu The Long Period of AKP in the Turkish Politics: From The “Rule of Law” To the “Democracy of Friends” Abstract: The aim of the study is about the ruling party in Turkey The Justice and Democracy Party (AKP) which has taken the political power and affected the Turkish politics as a single-party government after the long-term unstable coalition governments.In this context, this paper aims to enlighten the authoritarian applications of AKP administration with the empowerment as a single party. On the one hand it is the understanding of how to implement the role as a global stamping ground of international capital or as a local representative of nation state in terms of state authoritarianism and its reached boundaries. On the other hand, today, it will be helpful to display how these authoritarian tools which have been seen in all fields of society with the different capitalist state forms. Keywords: AKP, the Rule of Law, Democracy, the State of Exception Giriş Uzun koalisyon hükümetlerinin ardından Türkiye‟de siyasal iktidarı, tek parti hükümeti, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), devraldı. Bir önceki dönemin neoliberal kemer sıkma programını sürdüreceği taahhüdünde bulunması bunda etkili oldu. Sermayenin farklı fraksiyonlarından gelen Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 23-51. Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. desteklerle istikrar ve öngörülebilirlik adına otoriteryan bir siyasal ortam yarattı. On yılı aşan iktidarı boyunca, sistemin yeniden üretimi adına, AKP, gittikçe daha da otoriteryan bir karakter edindi. Bu otoriteryan eğilim toplumun geniş kesimleri pahasına her geçen gün baskıcı tonu daha da koyulaşan bir resmi siyasetle sonuçlandı. Nihayetinde toplumun geniş kesimlerine nüfuz ederek siyaset dışı aktörlerin siyasal alandan dışlanmasıyla otoriter karakteri her özgül duruma yönelik somut kararlarla daha da görünür oldu. Çalışma, on yılı aşkın bir süredir tek parti olmasından aldığı güçle AKP yönetiminin iktidarı boyunca uyguladığı otoriteryan uygulamalara ışık tutmaktır. Başka bir deyişle uluslararası sermayenin küresel bir uğrağı ya da yerel temsilcilerinden biri olarak ulus devletin kendi sınırlarında bu rolü nasıl gerçekleştirdiğini devlet otoriteryanizmi ve onun ulaştığı sınırlar bağlamında anlamaya çalışmaktır. Bu bağlamda çalışmanın temel argümanı AKP‟nin demokrasi söylemi ya da otoriteryan popülizmi ile neoliberal ekonomik teorisi arasında yakın bir ilişki olduğu üzerinedir. Başka bir deyişle, neoliberal teori piyasaya sınırlı bir devlet müdahalesini varsayarken, toplumun diğer alanlarına doğrudan müdahale hakkı gören otoriteryan bir devlet anlayışı formüle eder. Kapitalist ilişkilerin bugünkü formu olarak neoliberalizmin bu ikili varsayımları Türkiye‟deki “güçlü devlet” geleneğini kucaklar. Bu aynı zamanda AKP‟nin iktidarı devraldığı günden bugüne neoliberal kemer sıkma programını nasıl sürdürdüğünü de ortaya koyar. Bu bağlamda çalışma; bir siyasal parti olmasının çok ötesinde devletin bütün bileşenlerini kendisinde toplayan AKP dönemini ikiye ayırarak incelemektedir. Sözkonusu dönemleştirmede uzun koalisyon hükümetlerinin ardından 2001 krizi sonrasında AKP‟nin tek başına iktidara geldiği 2002 yılından 2007‟ye kadar “hukukun üstünlüğü” ve “güçlü devlet”e dayanarak ekonomi politikası anlamında birçok düzenlemenin yapılarak “istikrar”ın sürdürüldüğü “otoriteryan liberalizm” dönemidir. 2008 krizi sonrasında gücünü kısmen kaybetmeye başladığı, öncekinin aksine, kendisinde toplanan koalisyonun bozulduğu ve toplumsal muhalefetin derinleşmeye başlaması karşısında tek parti olmasından aldığı güçle yetki alanını derinleştirerek gücünü merkezileştirdiği bir dönemdir. Bu dönemi açıklarken, otoriteritaryan formlarının yanı sıra bunların da ötesine uzanarak, “istisna durumu” kavramına başvuruldu. Bununla da krizin etkilerinin azaltılması adına hem ekonominin yönetiminin politizasyonu hem de, buna paralel, “siyasal birlik”i sağlama gerekçesiyle “karar veren” olarak toplumu homojenleştirme ve yönetebilir hale getirme çabası baskın oldu. Kriz ve AKP’nin İlk Dönemi (2002-2007): “İstikrar” ve “Hukukun Üstünlüğü” Komünist Manifesto‟da sermaye küresel, devlet ise yerelden tanımlanır (Marx-Engels, 2015). Benzer biçimde Holloway ve Burnham‟da devletin sermayeyi içerde tutmak için ona iyi bir piyasa çevresi sunmayı 24 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” amaçladığını, iyi bir yatırım ve rekabet ortamı sağlayarak küresel sermaye birikiminde siyasal bir uğrak olma işlevini yerine getirdiğini belirtir. Ulusal ekonominin, gerçekte, küresel dolaşım ekonomisi olması bunun nedenidir. Tek başına bir ulusal ekonomi yoktur çünkü (Holloway, 1995: 123; Burnham, 2000: 18). Ulusal sermayelerin küresel piyasalarla bütünleştirildiği, kaynakların piyasa aktörlerine aktarım süreçlerinin siyasal mekanizmalarının derinleştiği günümüz kapitalizminde sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda devletin ekonomideki rolü ise klasik liberalizmin “bırakınız yapsınlar” ve “zayıf devlet” iddiasının tersine azalmayıp artmıştır. Klasik liberalizmin bırakınız yapsınlar ilkesinin ekonomiyi toplumdan ve siyasal iktidarın müdahalelerinden tümüyle ayırma görünümüne karşın piyasa ekonomisinin uzun vadede tümüyle etkili ve işlevsel korunması tersine güçlü ve otoriteryan bir devlete gereksinim duyar (Wilkinson, 2013: 543). Bunun bir aracı, herkesin kurallar önünde eşit varsayıldığı ya da eşitsizliğin de yasal olduğu “hukukun üstünlüğü” ilkesidir. 1980‟lerde yaşanan durgunlukla yeniden keşfedilen Hayek‟in (2014) “istikrar ve düzen”in “hukukun üstünlüğü” ile, bunun da güçlü devletle sürdürülebileceği argümanıdır bu. Küresel piyasasının daha da serbestleşerek sermayenin yeniden yayılmaya başlaması karşısında, Hayek‟in kuramına, piyasanın temizleyici bir gücü olarak başvurulması 1980 sonrası politikaların bir devamı olarak AKP için de işlevseldir. Hayek‟le otoriteryan liberalizm bağlamında benzer bir sorunsaldan hareket etmiş olan Schmit‟in (2006: 65) de belirttiği gibi, olağanüstü durumlar hariç, devletin temel görevi; hukuk normlarının geçerliliğini sağlamak üzere, önkoşul niteliğindeki istikrarı, huzuru, güveni kurmak ve sürdürmektir. Bunun nedeni, ekonomik istikrarı sürdürmek ve finansal piyasaların baskısını hafifletmek, ekonomiye siyasal desteği oluşturacak depolitizasyon politikası ile mümkün olduğundan, hukukun üstünlüğü kapitalist devlet için bir zorunluluk oluşturur (Wilkinson, 2013: 542). Kapitalist Devletin Bir Aracı Olarak “Hukukun Üstünlüğü” Türkiye özgüllüğünde 2001‟deki düzenleyici müdahelenin amacı da piyasanın devlet otoriteryanizmi ile korunarak sermaye grupları farklılıklarının yanı sıra birikimin disipline edilmesine yöneliktir. Kriz sonrasındaki durgunluk, uluslararası ekonomik atmosfer ve yeni kurulan bir parti olarak AKP‟nin “makro istikrar programını” sürdürüceğine dair verdiği güven ise onun tek başına siyasal iktidarı ele geçirmesindeki belirleyici nedenlerden biridir. Bir önceki koalisyon hükümetinin ekonomik programı uygulayacak güçte olmaması ve bu programın güçlü bir tek parti iktidarı ile uygulanır alan bulabilecek olması, Türkiye‟yi uluslararası sermaye için güvenilir kılacak temel unsurlardan biriydi (Boratav, 2016: 5). Bu sayede kriz, devlet dolayımı ile sermayenin güçlenmesi tarihi rolünü gerçekleştirerek, sermayenin merkezileşmesini ve yeni düzenleyici çerçevenin kurulup “öngörülebilir” bir piyasa çevresinin güçlendirilmesini sağlamış oldu. 25 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. Neoliberalizme içkin bir özellik olarak ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın kaynağı gibi görülen çeşitli koalisyon hükümetlerinin ardından güçlü bir tek parti hükümetine duyulan ihtiyaç ise (Sayarı, 2007: 197; Öniş, 2009: 9) serbest piyasanın güçlü devlet formunda varlık bulabilebilecek olmasıyla ilgilidir. Ekonominin modernizasyonu, bütün bir toplumun daha rekabetçi hale getirilmesi ve rekabet hızının arttırılarak girişimciliğin desteklenmesi ve böylece piyasanın esnekliği konusunun önemli bir aygıt haline dönüştürülmesi güçlü devlet formu olmaksızın mümkün değildir. Liberal “bırakınız yapsınlar” ilkesinin “weak state/zayıf devlet”inin tersine müdahale alanı ve kapsamı güçlü bir devlet sözkonusudur burada. Serbest piyasanın kurumsal olarak yeniden şekillendirilmesi, vatandaşların “özgür” ve girişimci olmaya zorlanmaları, aksi takdirde hiçbir garantilerinin olmadığı algısının topluma kabulü bu sayede mümkündür (Gamble, 1994:43). Bu aynı zamanda diğer formlarına ve amaçlarına bakılmaksızın kapitalist devletin temelde liberal olduğu ve onun burjuva karakterinin, bugünkü süreçte, neoliberal devletin istikrarlı bir piyasa adına sınıf karakteri üzerinden kurulduğu anlamına gelir (Bonefeld, 2010: 22). Nitekim kapitalist devletin yeniden yapılanmasının düzenleyici devlet biçimine evrildiği döneme denk düşen AKP yönetimi de, siyasal gücüne dayanarak ekonomi politikalarının uygulanmasında görünür bir “istikrar” sağladı. “Güçlü hükümet” söylemi ile ekonomi politikası yapma süreçlerinin, görünürde, siyasal etkilerden uzaklaştırılması ve ekonominin teknokratik yönetiminin bu etkileri dışarıda bırakacak biçimde gerçekleşmesinin hukuksal çerçevesini hazırlayarak depolitizasyon stratejisini temel bir araç olarak benimsedi. Ana-akım yazının ekonomik krizlerin siyasal krizlerden kaynaklandığı anlayışına göre bu stratejinin gerisinde, 1980‟lerden bu yana koalisyon hükümetlerinin tam olarak uygulayamadıkları istikrar tedbirlerinin ya da “teknik hataların” krizleri süreklileştirdiği iddiası bulunur. Burada devletin yeniden düzenleyici işlevi ile amaçlanan ise küresel sermayenin siyasal bir uğrağı olarak ulus-devletlerin, piyasa sisteminin dengesi için, kurumsal yasal düzenlemeler ile aralarındaki farklılıkların kaldırılarak bir standardın oluşturulduğu sürekli bir yeniden yapılanma sürecinin varlığıdır (Kutun Gürgen, 2011: 191). Devlet yöneticilerinin işçi sınıfı gibi toplumun muhalif kesimlerini baskılayarak piyasalaşmadan fayda sağlamalarının bir stratejisi olarak depolitizasyon da kurallara, yani hukukun gücüne dayanır. Kuralların ve kurumların ya da “hukukun üstünlüğü”nün toplumun üzerinde oluşu hükümetin ekonomi politikasını yaparken topluma karşı olan sorumluluğundan arındırılmasının meşruiyetini oluşturur (Burnham, 2000). Bu anlamda gerek uluslararası kuruluşların uyum kriterlerinin ekonomik ve siyasal hayat üzerindeki etkileri, gerekse 2001 sonrası düzenleyeci çerçeve gereği ekonominin yönetiminde düzenleyici kurulların varlığı depolitizasyon stratejisinin somut görünümleri olarak düşünülebilir. AKP‟nin sürmekte olan kemer sıkma programını güçlendirerek uygulayacağını taahhüt etmesi ve 26 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” finansal piyasaların güçlü bir tek parti hükümetine gösterecekleri olumlu tepkiyi vurgulamasının yanı sıra hem Uluslararası Para Fonu (IMF) istikrar 1 programını2 hem de Avrupa Birliği (AB) uyum kriterlerini takip edeceğine garanti vermesi bu minvalde düşünülmelidir. Nitekim, IMF tarafından hazırlanan sıkı maliye politikası, kamu açığını kapatmaya dayalı antienflasyonist politika, fiyat istikrarı ve yabancı sermaye akışı garantisi için yüksek faiz oranlarının siyasal iktidar tarafından kabul edilerek “özerk” Merkez Bankası (MB) tarafından yürütülmesinin kararlaştırılması bu politikanın siyasal ya da toplumsal güçlerin etkisinden uzak tutulmasına yöneliktir (Bekmen, 2014: 60). Sıkı maliye politikasının kamu borçlarını ya da bütçe açığını azaltabileceği düşüncesi 2003‟de 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile hukuksal bir çerçeveye oturtularak borç yönetimine yönelik etkin bir politika oluşturulmasına çalışılmış ve böylece kamu hacamaları ve borçları üzerinde disiplin kurulabilerek, bütçe hacamaları üzerinde kısıntıya gidilebilmiş bu da isikrar anlamında güven sağlamıştır. Krizden sonra ekonominin yönetiminde etkinliği artan IMF‟nin yanı sıra ekonomi-politik dönüşümde önemli bir aktör haline gelen AB ise örneğin Kopenhag Kriterlerinin üye ve aday ülkeler üzerindeki etkisi nedeniyle sermaye gruplarına güven vermesinin “işleyen bir piyasa ekonomisi” için önemini vurgular. Bu Kriterlerin ekonomik, siyasal ve toplumsal düzeylere ilişkin öngörülen düzenlemeler üzerindeki belirgin etkisi, ulusal ve uluslararası sermaye gruplarınca sürekli vurgulanan uzun dönemli ekonomik istikrara yönelik katkısı nedeniyle önemlidir. AKP‟nin, güçlü yeniden yapılanma programını üstlenerek, AB‟nin öngördüğü ekonomik ve siyasal düzenlemelerin mali disiplinle birleşme derecesine uyum göstermesi bu bağlamda düşünülmelidir (Öniş, 2009: 12). “Makro-ekonomik istikrar”ı içermesinin yanı sıra kurala-dayalı, depolitizasyon, stratejinin bir diğer sonucu aynı zamanda yolsuzluk karşıtı programı da içerdiğinden, AKP‟nin hem uluslararası sermaye gruplarından hem de uluslararası kurumlardan destek alarak iç siyasete yönelik kırılganlığın üstesinden gelmesini de kolaylaştırmasıdır. Böylece kısa dönemli sermaye akışının kesintisiz bir biçimde Türkiye‟ye gelebilmesi için hem güvenilir bir ortam sağlanmış hem de herhangi bir finansal krizin yaşanmaması yönünde beklenti artmış olmaktır (Bedirhanoğulları, 2007: 1246-1247). Kapitalist küresel sistem içindeki değişikliklerin gerçekleştirilmesinde, karar almanın siyasal karakterini gizlemenin, böylece politikaların uygulanmasının etkinliğini arttırmanın (Burnham, 2000: 17) bir stratejisi 1 “İstikrar” kavramı ile kastedilen hedef, yabancı sermaye girişlerinin özendirilmesini sağlamak için ulusal mali piyasalarda yüksek reel getiriye ulaşılması ve dış borç ödemelerinin aksatılmadan sürdürülmesidir (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2007: 76-77) 2 4 Mayıs 2003 Tarihli IMF Niyet Mektubu 27 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. olarak depolitizasyonun içerdeki görünümlerinden diğeri ise düzenleyici kurulların varlığıdır. Bu aynı zamanda demokratik kurumlar ve süreçler aleyhine uluslararası kurumların ajandalarındaki ekonomi-politik kararların bir ulustan diğerine aktarılmasının, yani teknokratik kurumlara geçirilmesinin bir sürecidir (Streeck, 2015: 365). Örneğin krizden hemen sonra bankacılık sektörünün yeniden düzenlenmesi Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK)3 aracılığıyla olmuş ve bu kurul özellikle IMF programlarına bağlanmış devlet gücü bağlamında sıkı bütçe gereklilikleri nedeniyle mali ve para disiplininin zorlanması işlevini üstlenmiştir (Öniş, 2009: 14). Böylece küresel finansal düzenleme sistemine sıkı sıkıya bağlı kalınacağı, krizden sonra finans öncülüğünde sıkı bir entegrasyon ve neoliberal biçimin oluşmasıyla piyasa belirsizliklerinin üzerinden gelinilebileceği öngörülmüştür (Bekmen, 2014: 61). Ekonominin özel bankalar alanındaki zayıflığına dayandırılan 1990‟ların krizlerinin, likidite/nakit sorunu olarak anlaşılması, krizlerin bu biçimde siyasal süreçlerin etkisinden uzak özerk kurullarla aşılabileceği düşüncesine dayanır. Örneğin, hukuksal korumaya sahip MB‟nin özerkliğinin genişletilmesi IMF‟nin sisteme daha fazla likit/nakit akıtma talebini de karşılayabilmesinin yanı sıra enflasyonu da engellediğinden uluslararası finans sermayesi ile iktidar partisi ve önde gelen sermaye örgütlerinin çıkarları örtüşebilmiştir (Yılmaz, 2003: 82-83). Bu nedenle 1999‟da, krizden hemen önce, kurulmasına rağmen düzenleme gücünün zayıflığı nedeniyle banka lobilerinin direncini kıramaması, krizden sonra bankacılık düzenlemesinin uluslararası standartlara yaklaştırılması için özerkliğinin genişletilmesi yoluna gidilmiştir (Öniş, 2009: 15-16). Böylece MB özel bankaların finansal durumlarını izleyerek finansal açıdan güçsüz olduğu belirlenen bankaların sermaye güçlendirme planları üzerinde BDDK ile görüş birliğinde olarak bu planlar üzerinde anlaşma sağlanılamayan durumlarda sözkonusu bankaların bir sonraki gözden geçirmeye kadar çözüme kavuşturulması konusunda etkili olmuştur. Bununla amaçlanan güçlendirilmiş düzenleyici bir çerçevede, bankacılık alanında olası piyasa belirsizliklerini savuşturmak ve siyasal süreçlerin belirsiz etkilerinden “hukukun gücü” ile koruma sağlamaktır (07 Temmuz 2006 Tarihli Niyet Mektubu). Ekonomi yönetiminin devlet aygıtları arasında nasıl paylaştırıldığı ve iktidarın bu aygıtlarda nasıl biçimlendiği BDDK‟nın bankaları kurtarma ve sermayelerarası ilişkileri yeniden düzenleme görevlerinden izlenebilir. Örneğin önemli derecede kardan pay almanın yanı sıra bu hakimiyet büyük sermaye gruplarına ekonomi üzerinde büyük kontrol imkanı vermiştir. Bir yandan kamu bankalarının özelleştirilmesi düzenlemelerini, diğer yandan mali yapısı güçlü olmayanları Türkiye Tasarruf Mevduatı Fonu‟na (TMSF) devreden 3 Buna ilaveten, MB‟nin özerkliğinin düzenlenmesinin yanı sıra, tarımsal destekleme politikalarının tasfiyesini hedefleyen destek politikalarının kaldırılmasından telekominikasyon, enerji, ihaleler ve bankacılık alanlarının yönetimini ve düzenlenmesini amaçlayan özerk kurulların kurulması kararlaştırılmıştır (Boratav, 2007:180-182). 28 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” BDDK‟nın karar organı içinde Bankalar Birliği‟nden bir temsilcinin bulunması burjuvazinin temsili ve finans burjuvazisinin kurul içindeki etkisi bakımından önemli bir göstergedir (Yılmaz, 2003: 83). Bütün bunların yanı sıra düzenleyici çerçeve ile küresel finansal sermaye ve yerel sermaye grupları ile kurulan ortaklık ve doğrudan yatırımların 2000‟lerin ortasından itibaren rekor seviyelere ulaşması bu süreçteki güçlü devlet düzenlemeleriyle ilgili olup “hukukun üstünlüğü” ya da hukuksal koruma ile o güne kadar düşük düzeyde seyir gösteren özelleştirmeleri de görülmedik biçimde hızlandırabilmiştir (Bekmen, 2014: 60). Görüldüğü gibi, birçok analizin ulusal kapitalizme ya da sanayi, finans gibi özgül sermaye fraksiyonlarına bakmasının (Savran, 2014; Tanyılmaz, 2014) aksine, sermayenin küresel niteliği, düzeni sürdürecek güçlü devleti gerektirir. AKP de bu dönem farklı sermaye fraksiyonları arasındaki çelişkilerin üstesinden gelerek genel olarak sermayenin çıkarlarını temsil etme eğiliminde oldu. Politikalarında hem sermayenin hem de kendi siyasal çıkarları arasındaki sınırları açıkça ortaya koyarak sermaye birikimine yönelik desteğini sağladı.Yandaş kabul ettiği sermaye grubu ile ortaklıklar kurmakla birlikte rekabet halindeki diğer sermaye fraksiyonlarını yoketmeye çalışmadı. Kendisinin içkin olduğu gruba ayrıcalık göstermesinin yanı sıra diğer gruplara da kendi ekonomik faaliyetleri için geniş alan açtı (Silverman, 2014: 150). Örneğin Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği‟ne (TUSİAD) yönelik makro ekonomik istikrarın yanı sıra bankacılık sektörüne yönelik düzenlemeler, vergi reformunun hızlanmasına yönelik talepler ve kamu girişimlerinin özelleştirilmesi sürecinde karşılaşılan yasal engellerin kaldırılmasıyla sermayenin yeniden üretimini kendi özgül çıkarları ve ihtiyaçları ile buluşturmuş oldu (Bekmen, 2014: 68-69). Öte yandan Mustakil Sanayici ve İşadamları Derneği‟nde (MUSİAD) temsiliyet bulan küçük ve orta ölçekli sermaye gruplarının kamu kredileri ve kamu teşviklerinden yararlanma biçimindeki ekonomik talepleri de karşılanır oldu (Hoşgör; 2014: 292). Bu grup finansal istikrara yönelik politikalardan şikayetçi olsa da, 1980‟den bu yana süregelen ihracat odaklı büyüme stratejisi gereği, verili küresel koşullarda avantaj sağlayıcı görece ucuz dış kredi ve desteklerden faydalanabilmişlerdir. Özellikle merkezi ve yerel yönetimlerde ticaret ve inşaat firmalarının kamu tekliflerinin önünü açan 2004 “Kamu Yönetimi Reform”unun kamu mallarının ve hizmetlerinin piyasa aktörleri tarafından piyasa koşullarında üretilmesi ve sunulmasının teşviki bu grup açısından önemli olmuştur (Hoşgör, 2014: 318; Bekmen, 2014; 62). Bu grup IMF yörüngesinden çıkmış bir ekonomik programdan ve TÜSİAD‟ın tersine bütçe disiplinine yönelik esneklikten yana olsa da mali disiplin ve düşük enflasyon düzeyi ile ekonomik büyümeden ve “istikrar”dan memnuniyet duymaktaydı. Dolayısıyla bu dönem AKP‟nin bir yandan finansal istikrarın gereklerine dayalı makro ekonomik koşulların inşaasını oluşturmasının bir yandan da imalata dayalı sermayenin büyük sermaye ile oryantasyonunun, bunların küresel sermayeye eklemlenmesinin, dış kredinin akışının 29 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. sürekliliğinin ve parasal kaynak yaratımının ve finansal istikrarın korunduğu bir dönem olması itibari ile genel olarak sermayenin çıkarlarını gözeten ve bu çıkarlar önündeki yasal engelleri kaldıran bir içerikle kendi yeniden üretimini de koruduğu bir dönem olmuştur (Bekmen, 2014: 63). Buna ilaveten devletin genel olarak sermayenin çıkarını gözetmesinin en açık halinin emek-sermaye arasındaki ilişkilerin örgütlenmesi ve düzenlenmesi sırasında görünür oluşu; bu yöndeki politikalara bakmayı da zorunlu kılar. Kapitalist toplumlarda devlet müdahalesinin merkezi aksları olan bu ilişkiler sermaye birikiminin itici gücü olarak rekabet baskısı, üretimin piyasa sınırları olmaksızın gerçekleşmesi ve ticari genişlemenin yanı sıra emek gücünün yoğunlaşması, maliyetlerin düşmesi, iş gününün uzunluğu ve ücretler üzerindeki baskı gibi yöntemlerle olur. Clarke‟in (1992) de belirttiği gibi piyasanın sınırları göz önünde bulundurulmaksızın üretim güçlerinin genişleme eğiliminin küresel birikim eğilimine bağlı oluşu rekabet üzerindeki baskı ile sınıf mücadelesinin yoğunlaşması demek olduğundan hem bu yoğunlaşmayı baskılayıcı hem de artı değeri artırmaya yönelik düzenlemeler sözkonusu olur. Nitekim, 59. Hükümet Programı'nda piyasalara güven veren bir siyasetten, finansal liberalleşmeyle, finansal ürün ve hizmet fiyatlarının piyasa tarafından iç ve dış koşulları yansıtacak şekilde belirlenmesine imkân sağlayan bir piyasa toplumu yaratma hedefinden sözedilmesi emek-sermaye ilişkilerinin hangi bağlamda kurulduğunu yeterince açıklayıcı niteliktedir (www.akparti.org.tr). Buna istaneden 2008‟de tamamlanmış olan yirminci yeni stand-by anlaşmasının bütçede yüzde 6‟lık bir fazlayı amaçlamış olması (1 Mayıs 2007 Tarihli IMF Niyet Mektubu) bütçe üzerindeki sosyal transferlerin sınırının hafifletilmesi demek olduğundan devlet bütçesinde yaratılan bu artı değerin sermaye gruplarının gelirlerine olumlu yansıdığı düşünüldüğünde ekonomik krizin maliyetinin emek gruplarına yıkıldığı görülmektedir (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2007: 76-77). Yapısal düzenlemeler ve düşük enflasyon hedefleyen politikalarla birlikte bir bütün olarak değerlendirildiğinde kamu gelirlerinin önemli bir kısmına bu gibi yollarla el konulmasının işsizlik ile emek maliyetinin belli bir düzeyde tutulmasıyla ilgili olduğunun da bunlara eklenmesi gerekir (Hoşgör, 2014:318). AKP‟nin iktidara gelir gelmez düzenlediği 2003 tarihli 4857 sayılı 4 İş Kanunu, Türkiye istihdam kurumuna yönelik düzenlemeler ve çalışanlar için sosyal güvenlik hukuku gibi alanları bir yandan toplumsal ve siyasal müdahalelerden ayırırken diğer yandan buralarda “genel çıkar” adına sermayenin temsilcilerinin yasa yapma süreçlerinde doğrudan içerilmesi (Bekmen, 2014: 67) emek-sermaye ilişkileri açısından devletin sınıf karakterini ortaya koymaya yeter. Örneğin, bu sayede, finansal birikim stratejisinin küçük ve orta ölçekli sermaye grupları için dezavantajlı durumları 4 Yasanın iş güvencesi hükümleri 10‟dan fazla işçi çalıştıran işyerlerinde uygulanacak ve tazminat tutarı 6-12 ay arasında olacaktı. Ancak Meclis müzakereleri aşamasında TOBB‟un devreye girmesi ve AKP grup başkanvekilinin verdiği önergeyle kapsam 30 kişiye çıkarılarak, tazminat tutarı da 4-8 aya indirilmiştir(Çelik,2012) 30 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” emek ücretlerinin sistematik olarak düşürülmesi yoluyla telafi edilebilmiştir. Bu grubun rekabetinin temelde ucuz ve esnek/informal çalışan emek gücünün sömürüsüne dayalı olması, kamuda yeni istihdam biçimlerini, sözleşmeliliği, ücretli adı altında parça başı çalışmayı ve emek gücünün esnekleştirilmesine yönelik politikaların yaygınlaştırılmasıyla sonuçlanmıştır (Akça, 2014: 31; Bekmen, 2014: 64). Kapitalist ilişkilerin bu rasyonalitesi, Türkiye‟de 2001 ve başka bir formda 2008 krizi sonrasında görüldüğü gibi, ekonomik ve siyasal yeniden yapılanma dönemlerinde daha belirgindir (Gamble, 1991: 131-132). Piyasanın olası en geniş koşullarının yeniden oluşturulmasını içeren neoliberalizm, örneğin rekabet üzerindeki birçok sınırlamayı kaldırarak, vergilendirmenin sınırlarını azaltarak, piyasa kurumlarını daha da güçlendirerek hangi politikanın daha etkili olduğunun uygulanmasını, muhalif grupların direncini kırmaya yönelik politikaları da içererek, şart koşar (Gamble, 1991: 132; Hoşgör; 2014: 300). Bu otoriteryan form, kapitalist sistemin gerekleri, bunun toplumsal yansımaları ve siyasal talepler üzerinde devlet gücünü devreye sokarak piyasaların sonsuz ve sorunsuz genişlemesini destekler. Geleneksel ve kollektif normların etkisini “genel çıkar” adına yok ederek ekonominin daha genel modernizasyonu ile metalaşmasını yükseltmeye çabalar (Wilkinsion, 2013: 546). Böylece bir yandan neyin genel çıkar olduğu vurgulanarak piyasa kurumlarının koruyuculuğu üstlenilirken diğer yandan da devlet, piyasa karşıtı sorumluluklarından arınarak piyasa kurallarını “hukukun üstünlüğü” ile garantiye almış olur (Gamble, 1994; 3839). “Kapitalist üretim biçimi hukuksal düzen olmadan varolamaz” (Agnoli, 2000: 199) çünkü. “Hukukun Üstünlüğü”nün Bir Yanılsaması Olarak Demokrasi Ana-akım yazın açısından AKP‟nin ilk dönemi makro ekonomik istikrarın sağlandığı, yüksek büyüme oranlarının göründüğü ve buna paralel “demokratikleşme” yolunda çeşitli düzenlemelerin yapıldığı bir istikrar dönemidir. Akdoğan‟ın (2004) islami değil “muhafazakar demokrasi” olarak tanımlamasında da olduğu gibi AKP, milliyetçi-muhafazakar desteği ve (Özbudun, 2014: 156) AB üyeliği ile uyumlu “muhafazakar küreselleşme” yolunda (Öniş, 2015: 23) liberallerin de desteğini alarak geniş bir koalisyon kurmuştur. “Demokratikleşme” yönündeki vaadleri, bu koalisyon için, 1980‟den bu yana yürütülen neoliberal yeniden yapılanmanın sürdürülebileceği yönünde güçlü bir hükümet olduğuna ilişkin güven de yarattı. O zamana kadarki hükümetlerin istikrarsızlık, yapısal düzenlemelerin ertelenmesi, parlamenter sistemin tıkanıklıkları, populizm ve yolsuzluk gibi kavramlar üzerinden “zayıf” olarak anılması AKP‟nin, demokratikleşme dolayımı ile, siyasal istikrarı gerçekleştireceği öngörüsünü güçlendirdi. Burada demokratikleşmenin temel liberal kriteri; devlet formunun siyasal alan üzerindeki etkilerinin sınırlarının azaltılmasıdır (Akça, 2014: 36). Çünkü, demokrasiden anlaşılan ekonomi/siyaset ya da devlet/sivil toplum 31 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. ayrılığı bağlamında anti-devletçiliğe denk gelen devletin toplumsal sınıflara uzaklığı ile toplumsal sınıflar karşısında nesnel olacağı varsayımıdır. Sivil toplumdaki çıkar gruplarınca devletin zayıflatılarak antagonistik ilişkilerin üstünde ya da ötesinde duramayacak oluşu, bu çıkarların nesnesi haline gelmesine ve sonunda “dost-düşman” ayrımını yapamamasına neden olacağı düşüncesidir bu. Hem Hayek hem de Schmit için demokratik müdahaleci devletin varlığının anlamı siyasal krizlerin ortaya çıkması ve “zayıf” devletin hukukun üstünlüğünü koruyamayacak oluşudur (Schmitt, 2006; Hayek, 2004). “Zayıf” devletin “hukukun üstünlüğünü”, dolayısıyla düzeni sürdüremediği durum, AKP‟nin ikinci döneminde de görüleceği üzere istisna durumunda otoriter devletin yasalara dayalı liberal hukuku bireysel önlemler ve emirler lehine terketmesi olacaktır. Nihayetinde, ana-akım yazının liberal demokrasinin gelişememesinin nedenini devletin otoriter eğilimlerine dayandırması bu dönem AKP‟ye verdiği destekde etkili oldu. Çünkü burada otoriterlik, devletin ekonomi ilişkilerine müdahale ederek geniş dağıtımcı politikalar pratiğinde alan bulması ile ilgilidir. Devletin toplumsal çıkarların bir nesnesi haline gelerek zayıflayacak olması kapitalist ilişkilerin yeniden üretimi için sorundur. Çünkü, bir burjuva devlet olarak güçlü devlet formuna daha etkili davranma olanağı veren onun toplumun üzerinde ve topluma bağımsızmış gibi görünmesidir. Kitle demokrasisinin baskılarına karşı kendi bağımsızlığını koruyamayacak durumda olması otoritesini kaybetmesine neden olacağından güçlü bir form alması gerekmektedir (Bonefeld, 2006: 240). Bu anlamda hukukun üstünlüğü, devleti sivil toplumdan koruyan, siyasal iktidarın tekelini garantileyen ve toplumun politikleşmesini engelleyerek emek-sermaye ilişkilerinin ve siyasal alanda yer alan farklı toplumsal grupların demokratik mücadelelerin önüne set çeken bir araç olarak (Cristi, 1994: 526) anlaşılmalıdır. Kapitalist devletin “hukukun üstünlüğü”ne dayanılarak yapılan vurguyu da bu bağlamda anlamak gerekir. Nitekim, AB uyum kriterlerinin AKP için stratejik bir ittifak kabul edilmesiyle amaçlanan hukukun üstünlüğü, özellikle, “sivilleşme” olarak tasavvur edilen askerin sivil siyaset üzerindeki etkisinin azaltılmasından kürt sorununun çözümüne kadar siyasal iktidarın kitle demokrasisi araçlarıyla zayıflatılmaması amacına dönüktür. Bu minvalde AKP‟nin demokratikleşme vurgusu da onun merkeze doğru seçim desteğini sağlarken aynı zamanda askeriye ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar karşısında siyasal pozisyonunu güçlendirmesinde hayati bir önem arz etti. Sivil toplum alanında olduğu varsayılan kitlelerin temel hak ve özgürlüklerinden ziyade ağırlıklı olarak askeri rejimin bir unsuru olarak adlandırılan “bürokratik elitlere” karşı “demokratik” mücadele bağlamında gerçekleşti bu. Örneğin Milli Güvenlik Kurulu‟nun (MGK) iç siyasetteki rolünün azaltılması kapsamında Genel Sekreterliğinin işlevleri siyasal iktidarın askeriyeden özerkliğini sağlamaya yönelik düzenlemeleri içerdi. Devletin milli güvenlik siyaseti çerçevesindeki görev tanımı ve siyasetin tayini, tespiti ve 32 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” uygulanmasında tavsiye kararı alarak gerekli koordinasyonun sağlanması biçiminde sınırlandırıldı (www.resmigazate.gov.tr). Askerin sivil siyaset üzerindeki etkisinin azaltılması yönündeki belirgin düzenlemelerini toplumsal alana yönelik oldukça sınırlı olanları izledi ki bunların birçoğu aşağıda görüleceği üzere ikinci döneminde fiilen ortadan kalkmış olacaktır. İdam cezasının kalkması, uluslararası hukukun iç hukuk üzerindeki anayasal üstünlüğünün kabulu, Devlet Güvenlik Mahkemeleri‟nin (DGM) kalkması, cinsiyet eşitliğinin anayasal güvencesi, ceza hukuku ve terör karşıtı yasadaki bazı küçük değişikliklerden ibaretti bunlar (Saatçioğlu, 2014: 92). Dolayısıyla AKP‟nin “başarı” olarak tarif edilen ekonomi politikasının demokratikleşme yönelimli düzenlemelere paralel bir seyirde düşünülmesi toplumsal bir güç olarak farklı sermaye gruplarının güçlü ve istikrarlı bir hükümetle “ortak düşman”a karşı bir koalisyonda bir araya gelmeleriyle ilgilidir. Burada bu istikrar halinin korunmasının, yukarıda da görüldüğü gibi, hukukun üstünlüğü ve depolitizasyon araçlarıyla güçlü devletce korunmasının demokrasiye ters bir şey olmayıp depolitizasyonun da bizzat parlamenter faaliyetlerin işlediği bir süreçle ilgili olduğunun vurgulanması gerekir (Burnham, 2000: 19). “Demokratikleşme” yönünde yapılan düzenlemelerle birlikte sermaye gruplarının bunları destekleyici ve yönlendirici raporları da bu bağlamda değerlendirildiğinde parlamenterizmin kendi formunda bir bütün olarak toplum adına kapitalist toplumun temsilcisi ya da kapitalist çıkarların topluma üstün gelmesinin bir ifadesi olduğu görünür. Böylesi bir toplumda demokratik biçimin temsil kurumları, yöneten sınıfın çıkarlarının bir kurumu olup yöneten sınıfın kendi çıkarı da nüfusun geri kalanının gerçek çıkarınaymış gibi bir algı yaratır (Bonefeld, 2006: 238). Parlamenter çoğunluğun politizasyona açık ilkelerinin işlevsizleştirilmesi bunun bir yoludur. Ekonomik-siyasal birliğin/istikrarın sağlanmasının araçlarından biri olarak “iki parti sistemi”nin temsiliyetinin çoğulcu siyaseti parlamento dışı bırakıyor oluşu ise bu anlamda oldukça etkili bir yoldur. AKP‟nin, derin istikrarsızlık ve kriz ortamının ardından siyasal iktidarı ele geçirmesi, tam da siyasal birliğin ya da serbest piyasanın “dostu” olmayan radikal partilerin, hareketlerin, örgütlenmelerin yani bütün “düşman”ların siyasetin mevcut seçim barajı ile dışarıda tutulmasının da bir sonucudur. 1980 askeri darbesi sonrası hukukun yeniden yapılanmasının bir ürünü olan siyasal partiler kanunu ve %10 seçim barajının bugün halen değişmemiş olması, Hayek‟in (2004: 89) de vurguladığı gibi, çoğulcu siyasal sistemde neoliberal politikalar için parlamenter uzlaşmanın zorluğu nedeniyledir. Darbe sonrasında siyasi istikrar amacıyla benimsenen seçim barajının bugün halen aynı oranda tutulması, bunun küçük-radikal partilere oy vermeyi bütünüyle imkansız hale getirmesi AKP‟nin oylarının her seçimde yükselmesini sağladığı gibi onun tek parti iktidarını sürdürmesini de olanaklı kılmaktadır. 33 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. Nihayetinde neoliberal siyasetin pratiği gerçekte demokrasinin geçersizliği ve depolitizasyon politikaları olup hukukun üstünlüğü ve ekonomi sorunlarının teknokratizasyonu aracılığıyla toplumsal muhalefetin bastırılması ve demokratik kitle hareketlerinin baskılanmasına yöneliktir. AKP‟nin islami kökleri olan partilerle bağlarını koparıp merkez sağı yeniden oluşturarak neoliberal popülizminin kapitalist ilişkilerin bugünkü formu ile tümüyle uyum göstermesinin bir ifadesi olarak otoriteryan devlet bunun bir görünümüdür. Bir yandan askerin sivil siyaset üzerindeki etkisini azaltarak gücünü pekiştirirken diğer yandan “terör karşıtı”5 yasayı düzenleyerek 2007‟ye kadar kürt karşıtı tavırla asker ile yakın ilişkilerde olmaya çabalaması da bu otoriteryanizmi destekleyen bir durumdur (Saatçioğlu, 2014: 92). Ayrıca demokratikleşme adına “sivilleşme” yönelimli düzenlemelerle asker merkezli neoliberal ulusal güvenlik devletini zayıflatmasına karşın, bunun yerine polis ve yargı merkezli bir form koyarak daha kendi tekelinde bir nüfuz alanı da yaratabilmiştir. Bu sayede güvenlik ve özgürlükler arasında bir denge gözettiği iddiasının aksine temel haklar ve özgürlükler aleyhine demokrasinin ön şartı olarak önceliği güvenliğe vermiştir. Örneğin Danıştay‟ın yürütmeyi durdurma kararlarına rağmen, sermaye örgütlerinin baskısıyla, özellikle lastik ve cam gibi büyük ölçekli ve etkili sektörlerde grevlerin6 neredeyse tamamının milli güvenlik ve genel sağlık gerekçesiyle ertelenmesini bu minvalde düşünmek gerekir. Çünkü serbest piyasanın bizzat kendisinin devlet otoritesi ile ekonomik etkililiği geliştirme ihtiyacı, bireysel haklar ve ilkelerin önünde geldiğinden devletin görevi toplumun heryanına bu otoritenin nüfuz etmesini sağlamaktır (Gamble, 1994: 43). Liberalizmin doğası ya da kapitalizmin ve onun demokrasi ile ilişkisinin otoriteryan devlette somutluk kazanması Schmitt ve Hayek‟in de desteklediği üzere devletin ekonomi ve piyasa adına demokratik taleplerin temsilcisi olmaktan korunması demektir. Hayek‟in serbest piyasa koşullarında devletin demokratik olup olmadığı konusuna ilgisizliğinin yanı sıra Schmitt‟in bizzat ekonomiyi devlet otoritesi ile ilişkilendirmesi kapitalist ekonominin dizaynı ve korunmasında “bırakınız yapsınlar” ilkesinin devlet konusundaki sınırını gösterir. Örneğin Schmitt (2006) için çoğulcu demokratik müdahalelere karşı devletin sürekli varlığı gerekli olmakla birlikte özel sermayenin ayrıcalıklarının çiğnenmemesi esastır. Streeck‟in (2015: 365) de yerinde tespitiyle piyasanın devamlılığı ve ekonominin yönetimi için demokratik siyasal taleplerin ve iddiaların siyasal otorite tarafından savuşturulması, piyasaya yönelik müdahalelerde, bunun, kimin çıkarına olduğu ile ilgilidir. 5 Teror karşıtı yasadaki (md 8) devletin birliğine ve bölünmezliğine karşı propagandanın kaldırılması, (md. 7) teror örgütüne yardımın ve propagandanın alanının “şiddete kışkırtmak”la sınırlandırılması, (md. 159) Ceza Kanunu‟da açıkça Türklüğü aşağılama suçunun kapsamının azaltılması biçimindedir (Saatçioğlu, 2014: 92). 6 Dava dosyaları bu grevlerin açıkça sermaye örgütlerinin istekleri doğrultusunda ertelendiğini ortaya koyuyor (Çelik, 2012) 34 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” Kriz ve AKP’nin İkinci Dönemi (2008-): “İstikrarsızlık” ve “İstisna Durumu” İlk dönemindeki piyasa, demokrasi, devlete karşı toplum gibi özgürlükler, hem piyasa ekonomisini güçlendirmeye hem de siyasal alanı genişletmeye yönelik çelişkili söylemlerin yerini toplumun her alanına nüfuz eden, otoriterliğin de ötesinde, “istisna durumu”nu anımsatır pratiklerin hayata geçirildiği bir dönemdir. Schmitt‟te karşılık bulan güçlü ve etkin devlet kavramının neoliberal serbest piyasa ile formülasyonu olarak “istisna durumu” burada sıradan bir olağanüstü hali ya da bir sıkıyönetim durumunu değil, devletin bekasının son derece büyük bir tehlikeyle ve tehditle karşılaştığı bir durumu anlatır. Temel özelliği hukukun askıya alınması ise, başka bir özelliği de siyasal pratikler düzeyinde de olsa yasama, yürütme ve yargı arasındaki ayrımın kaldırılması, yani kuvvetler birliği ile gücün merkezileştirilmesidir. Devletin “hukukun üstünlüğü” ile nesnelmiş gibi görünmesinin aksine, daha belirleyici ve keyfi olduğu, bunu da istisnai niteliğinden aldığı durumdur. Bu Schmitt için tam da siyasal olanın özünün ortaya çıktığı varoluşsal bir duruma tekabül eder (Schmitt, 2006: 63). 2008 krizi sonrası gerek ekonomik gerekse siyasal toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesi karşısında “hukukun üstünlüğü” ile yürütmenin daha da merkezileşmesinin yanı sıra bunun yetersiz kaldığı durumlarda, egemen olma sıfatıyla, çatışmaları çözmek için “istisna durumu”na yaraşır pratiklerde bulundu. Bunlar keyfilik ve politizasyon gibi “karar veren” olma niteliğinin daha görünür olduğu pratiklerdi. Serbest piyasa ve güçlü devlet formülasyonunun araçları ile, bu sefer “hukukun üstünlüğü”nün yanı sıra “keyfilik” ve politizasyon, hem krizin etkilerinin üzerinden gelmek hem de “siyasal birlik”i sürdürmek adına otoriteryan niteliğinin sınırlarını genişletip toplumsal alanın her yanına nüfuz edebildi. Toplumsal ayrışmanın ve kutuplaşmanın derinleştiği “dost”ların ve “düşman”ların her somut durumda yeniden belirlendiği ve siyasetin bu belirlenim üzerinden kurulduğu bir süreç oldu bu. Kapitalist Devletin Bir Başka Aracı Olarak “İstisna Durumu” AKP‟nin ikinci dönemi olarak aldığımız 2007 sonrası dönem ekonomik bakımdan göreli durgunlukla karakterizedir. Türkiye ekonomisi 2008 küresel finansal krizini atlatmasına rağmen ekonomik performansı, özellikle küresel finansal çevrede, bir önceki dönem kadar etkili değildir (Öniş, 2015: 23). Kriz, bütçeden yapılan harcamalar ve sermayeye tanınan teşvikler sayesinde hafif atlatılırken, küresel sermaye için halen Türkiye‟nin seçenekler arasında gidilebilecek bir yer olarak kaldığını fark etmesi dışarıya çıkmış olan sermayenin 2009‟un ikinci yarısından itibaren tekrar içeri akmasıyla devam etti (Sönmez, 2014: 181). 2001 krizi sonrasında finans sistemini sağlam bir bankacılık sistemine oturtmuş olması Türkiye‟nin uzun süren bir durgunluğa girmemesinin de bir nedeniydi (Savran, 2014: 99). Bu sayede 2009‟daki durgunluğun ardından 2010 ve 2011‟de tekrar ve çok daha yüksek oranlarda 35 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. büyümeye7 tanık olunsa da Savran‟ın‟da belittiği gibi kriz süresince dünya konjonktürü için Türkiye‟nin durumu önemli olmakla birlikte kendisiyle benzer sosyoekonomik yapıya sahip ülkeler arasında bu konjontürden yararlanma konusunda en zayıf ülkeler arasında oldu. Diğer “yükselen piyasa” ekonomileri cari açık sorununu köklü biçimde çözerken Türkiye için bu, sorun olmaya devam etmiştir (Savran, 2014: 99). Yine de küresel krizin Türkiye‟ye yansıması, gerileyen büyüme oranları, artan enflasyon, işsizlik, bozulan finansal disiplin ve büyüyen cari açık biçiminde olmuştur. 2008‟den sonra Batı Avrupa piyasasının çökmesi, ihracatın ve dış finansın azalması istihdamı ve iç talebi düşürmüştü. Aşamalı olarak Orta Doğuya ve diğer İslami ülkelere ihracat oranı artsa da bu, Batı Avrupa‟daki piyasaların çöküşünden kaybedilenin telafi edilmesine yetmedi. Ekonomik durgunluğun yanı sıra 2009 yerel seçimlerinde oylarının 2002‟den bu yana yüzde 38 gibi en düşük seviyeyi görmesi depolitizasyon stratejisinin güvenirliliği sorununu da yarattı. Bu nedenle AKP‟nin ikinci döneminde kapitalist ilişkiler bağlamında ilk dönemine kıyasla birbiriyle daha çelişkili politikaların uygulanması sözkonusu oldu. Sermaye birikiminin dinamiklerine bağlı olarak depolitizasyon ve politizasyon stratejilerinin birlikte kullanımının sözkonusu olmasının yanı sıra, farklı sermaye fraksiyonlarının taleplerinin karşılanmasına çalışılsa da zaman zaman bu yöndeki düzenlemelerin özellikle iki fraksiyon arasındaki gerilimi yükseltmesi de söz konusu oldu. Bu, Erol‟un da belirttiği gibi, hem ekonomik kriz hem de iç siyasal krizler nedeniyle toplumsal ilişkilerin yönetiminde ortaya çıkan çelişkilerin ve gerilimlerin bastırılmasında gücünün daha da merkezileşmesi ve otoriteryan pratiklerinin artmasıyla sonuçlandı. Haliyle bu süreç aynı zamanda depolitizasyon yani kurala dayalı politikalar ile politizasyon ya da keyfi kararlara dayalı pratikler arasındaki gerilimleri de beraberinde getirdi (Erol, 2016: 235). 2008 krizinden itibaren IMF ve AB gibi kurumlara olan bağlılığın azalması nedeniyle IMF anlaşmasının sona ermesi ve TUSİAD‟ın yenilenmesini istemesine rağmen AKP‟nin imzalamamasının nedeni, bunun mali disipline zorlaması ve iç piyasaya yönelik sermaye gruplarının çıkarlarının aleyhine olmasıdır. Çünkü AKP, bu dönem küresel krizin de etkisiyle, daha fazla mali disiplinden ziyade küçük ve orta ölçekli sermaye gruplarına dayalı bir ekonomik büyümeye odaklandı. Bu nedenle IMF tarafından öne sürülen vergi 7 Türkiye küresel krizin etkilerinin yavaş yavaş hissedildiği 2008 yılını yüzde 0,7‟lik düşük bir büyüme oranıyla atlatırken; krizin en ağır sonuçlarının ortaya çıktığı 2009 yılında ise yüzde 4,8 küçülmüştür. Türkiye, iç talebin büyümeye yüksek oranlı katkısı, sabit sermaye yatırımlarındaki artış ve özel sektör faaliyetleri sonucu 2011 yılını dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olarak yüzde 8,8‟lik bir GSYH artışı ile tamamlamıştır. 2012 yılında ise iç talep, makro ihtiyadi tedbirler sonucunda yavaşlamış; Avrupa‟daki krizin devam etmesine rağmen ihracatın pazar çeşitlendirmesi sonucu büyümeye olumlu katkısıyla 2012 yılında yüzde 2,1‟lik, 2013 yılında yüzde 4,1‟lik ve 2014 yılında yüzde 2,9‟luk bir büyüme performansı sergilenmiştir. 2014 yılında kişi başı GSYH değeri 10 bin 404 Dolar, cari fiyatlarla GSYH ise 800,107 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir (Sanayi Strateji Belgesi, 2015: 19) 36 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” sisteminin kayıt altına alınması ve kamu harcamalarında kısıntıya gidilmesi talebini içeren kemer sıkma politikası kabul edilebilir değildi. Bunun yerine, daha fazla iç piyasaya yönelik olması nedeniyle, Mart 2008-2011 dönemi için Dünya Bankası‟ndan (DB) gelecek kredilerle ilgili olarak sektör politikalarının düzenlenmesine yönelik “ülke işbirliği stratejisi” (Bağımsız Sosyal Bilimciler Grubu, 2008: 65) imzalandı. Küresel sermayenin içinde bulunduğu kriz, AKP‟yi içe dönük bir büyüme politikasına yönlendirdiğinden, mali disiplin zayıflatılarak hem devlet kurumları odaklı siyasal esnek vergi toplama sisteminden hem de AKP kontrolündeki belediyelerle yakın ilişkiler sayesinde harcamaların temel faydalanıcıları olmaları nedeniyle iç piyasaya yönelik destekleyici politizasyona açık politikalar sözkonusu oldu (Hoşgör, 2014: 315). Ancak, iç piyasa yeniden ekonomik büyümenin motoru haline getirilmeye çalışılsa da kriz sonrasındaki dış kredi ve fonların azalması nedeniyle iç piyasa alanı da küçüldü. Ekonomik büyüme halen dış fonun bulunabilirliğine bağlı olduğundan bankalar, özel sektöre yönelik kredileri düşürüp faizleri yükseltip ve finansal sıkıntı içindeki şirketlerden kredilerini geri isteyince küçük ve orta büyüklükteki işletmeler günlük işlemlerini sürdürebilecek dolaşan sermaye bulmakta zorlandıklarından bütçe transferleri, faizsiz krediler, borç vadesinin uzatılması gibi politizasyona açık politikalar sözkonusu oldu. Nitekim enflasyon, siyasi istikrarsızlıklar ve kamu harcamalarının bütçe üzerinde yarattığı baskılar üzerine TÜSİAD ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) gibi önde gelen sermaye grupları mali disiplinin gerekliliğini açıkça ifade ederek, hükümeti popülist politikalar izlemekle suçladılar. Bu grup, artan yerel yönetim ödenekleri, özelleştirme gelirlerinin iç borçların geri ödenmesinde kullanılması ve işsizlik fonunun işsizlere ödenmesi yerine kamu harcamalarına yönlendirilmesini ve ödenmemiş sosyal güvenlik primleri için çıkarılan affı eleştirerek, faiz dışı fazlanın düşürülmesini talep ediyordu (Hoşgör, 2014: 315). Küresel ekonomik kriz nedeniyle büyüme oranlarının dramatik biçimde düşmesi karşısında, mali disiplinin esnetilerek kamu açığının önemli bir sorun olmaya devam etmesi bu grup açısından, önceki dönemin aksine, ekonominin yönetimi açısından çeşitli belirsizlikler demekti. İhracat odaklı büyüme stratejisinin büyük ölçüde ithalata bağlı olması ve bu yönde uygulanılan politikaların açığın büyümesinin başlıca nedenlerinden biri olması bu grup için kaygı vericiydi. Küresel ekonomik kriz ve farklı sermaye fraksiyonlarından gelen endişeler/baskılar karşısında AKP‟nin gücünü kaybetmeye başlaması onun, bu sefer politizasyona sarılarak ekonominin yönetimini yürütme gücünün müdahalelerine daha açık bir hale getirmesine ve daha fazla kendi kontrolünde bir merkezileşmeye neden oldu. IMF anlaşmasının bozulmasının ardından neoliberal düzenleyici çerçevede ve kurumlarda yönetim düzeyinde ortaya çıkan belirsizlik ise AKP‟nin özellikle ekonomi yönetimi konusunda devlet kurumlarını neoliberal bir çerçevede yeniden düzenleyerek “istisna durumu”na yaraşır “karar verici” bir siyasal formla hem krizin etkilerini gidermeye hem de gücünü derinleştirmesiyle aşılmaya çalışıldı. 37 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. Bu yöndeki düzenlemelere bakıldığında örneğin, 2010 Anayasa değişikliğinin ekonomi politikaları açısından önemli sonucu; yargının yürütmeye bütünüyle tabi kılınmasıdır. Yürütmenin yargısal denetimine ilişkin yasanın değiştirilip yoruma açık hale getirilmesi bunun önemli bir görünümüdür. “Yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır” ifadesinin; idari yargının hukukilik denetimi ile sınırlandırılıp, “yerindelik” denetimi ile sınırlandırılamayacak olması nedeniyle 2000‟li yıllar boyunca birçok neoliberal düzenleme “kamu yararı”na aykırılıktan iptal edilebilmişti (Oğuz, 2012: 93:92). Değişiklik, “yerindelik denetimi”ni kaldırdığından hükümetin çıkardığı neoliberal düzenlemelerle ilgili Danıştay‟a başvurma yolu tümüyle kapandı. İdari mahkemelerin verili yasalara ve “kamu yararı”na dayanarak yürütmenin eylemlerine karşı gelmesi ve iptal etmesinin özellikle ekonomi ile ilgili konularda sıkıntı oluşturması bu değişikliklerin temel nedeni oldu. Böylece bu çeşit düzenlemeler siyasal iktidarın gelir getiren “keyfi” eylemlerini ya da ekonomi politikaları konusundaki nüfuzunu kolaylaştırarak (Boratav, 2016: 6) iç piyasaya yönelik sermaye gruplarına kaynak aktarımını kolaylaştırmış oldu. Genel seçimlerden hemen önce çıkarılan, 2011 tarihli 6223 sayılı “yetki kanunu” ise kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak üzere; ekonomiyle ilgili kamu kurum ve kuruluşlarınca yürütülen faaliyetlerin koordinasyonunu sağlamak, ekonomi ve siyasete ilişkin hedef ve stratejilerini belirlemek ve böylece iç ve dış ticarete yönelik hizmetlerin daha etkin ve verimli bir şekilde sunulabilmesi için yeni bir bakanlık, Kalkınma Bakanlığı, kurulmasını sağladı (www.resmigazate.gov.tr). Ulusal ve uluslararası ekonomik gelişmeler ekseninde dönüşen kalkınma anlayışı ile yeni neoliberal sanayileşme planının daha merkezi ve güçlü bir kurumla yürütülmesi demekti bu. Doğal, beşeri ve ekonomik olmak üzere her türlü kaynak ve imkânların tespit edilerek bölgesel gelişme alanlarında, ulusal ve yerel düzeyde (ww.turkiye.gov.tr) yeni piyasa alanları ve kaynakları oluşturup sermaye birikiminin tıkanıklıklarının üstesinden gelmekti amaç. Bu Bakanlıkla ilişkili olarak tüm bakanlık ve kamu kurum ve kuruluşlarının üstünde yer alarak ekonomik koordinayonu sağlama işlevindeki Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) ve Ekonomi Koordinasyon Kurulu (EKK) gibi kuruluşlar yine bu amaç içindir. Sekretaryası Hazine Müsteşarlığı tarafından yürütülmekte olan EKK8, kriz yönetimi bağlamında 2009 tarihinde kurulmuş, ekonomik istikrarla ilgili gelişmelerin izlenmesi, kredi, finans, maliye ve borçlanmaya kadar ekonomi politikalarının tespiti, uygulanması ve güncelleştirilmesi koordinasyonunun sağlanması ve küresel ekonomik gelişmelerin izlenmesi için oluşturulmuştur (www.hazine.gov.tr). 2016‟da yapısı ve çalışma usul ve esasları yenilenen YOİİK ise Türkiye'deki yatırımlarla ilgili düzenlemelerin rasyonel hale getirilmesi, yatırım ortamının iyileştirilerek rekabet gücünü arttırıcı 8 Ekonomi Koordinasyon Kurulu, DPT Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakanın başkanlığında Maliye Bakanı, Sanayi ve Ticaret Bakanı, Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakan ve Dış Ticaret Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakandan oluşmaktadır. 38 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” düzenlemeleri tespit edip ulusal ve uluslararası sermayenin karşılaştığı yönetsel engellere çözüm üretmek ve özel sektör faaliyetlerini güçlendirmek üzere kurulmuştur (www.yoikk.gov.tr). Sanayi Strateji Raporu (2015-2018), sermayenin yüksek talebin olduğu alanlara yönelik yatırım yapması, daha çok yurtiçi tasarrufla finanse edilen ve ihracattaki verimlilik artışına dayalı bir strateji setiyle ulaşılan büyüme oranlarının yakalanması ve verimlilik odaklı bir yaklaşım ve rekabet gücünün artırılması dolayısıyla yüksek ve istikrarlı büyüme yönündeki neoliberal stratejiler konusunda piyasa ve devlet koordinasyonunun önemini vurgular. Bu kapsamda; imalat sanayinin verimlilik düzeyini artırmak için teknolojinin yanında ucuz emek gücünün de etkin bir şekilde kullanılması sözkonusudur (Sanayi Strateji Raporu, 2015: 20). Bu kuruluşların görevlerinden, kuruluş amaçlarından ve hedeflerinden de anlaşılacağı üzere sermayenin bilgi ihtiyacının bizzat devlet tarafından karşılanarak yine bizzat devletin müdahil olduğu bir ekonomik koordinasyon yoluyla tüm düzeylerin aynı yönde hareketinin sağlanması ve hem küresel hem de yerel sermaye birikiminin güncel talepleriyle uyumunun gerçekleştirilmesi bu dönemin temel özelliğidir. Yine bu yöndeki başka bir pratik; bu süreçte örneğin MB‟nin bağımsızlığının sorgulanması ve bunu bazı özerk kurulların, hükümetin bir unsuru olarak, kapasitelerinin zayıflatılarak yeniden düzenlenmesidir. 2001 krizinden sonra düzenleyici kurulların kurulmasının aksine AKP‟nin bu kurulların denetimini üstlenmesi onun “karar verici” gücünü daha da pekiştirmesine başka bir örnektir. 2011‟de 649 sayılı KHK ile sekiz üst kurulun özerkliğine son verilerek bakanlıkların kendileriyle ilişkili bağımsız kurulların faaliyetlerini incelemek için yetkilendirilmesi ilgili bakanın üst kurulların her türlü etkinliklerini denetlemekle sorumlu olması anlamına gelmekteydi. Burada dikkat çekilmesi gereken bunların daha çok küçük ve orta ölçekli sermaye gruplarıyla ilişkili olan şeker, tütün ve alkol piyasası gibi küresel piyasa nezdinde daha az önemdeki kurullar olmalarıdır. Bunların aksine küresel sermaye ile ilişkili ekonominin kritik sektörlerindeki kurulların sorumluluğunda daha dikkatli davranıldı. Bu anlamda Babacan‟ın, “bağımsız kurulların yetkilerinin yeniden tanımlanmasının zamanı” demesine istinaden BDDK fiili olarak en yüksek bağımsızlığa sahip kurul olma özelliğini korumaya devam etti. Bunu Telekomünikasyon Kurulu ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) gibi küresel sermayeye bağlı olanları izledi. Neoliberal ekonomik çerçevenin etkili işleyebilmesi için önem arz eden bu kurulların küresel sermayeyi ve TUSİAD‟ı temsil ediyor oluşu bu sektörlerle ilgili olarak daha dikkatli davranılacağı demekti. Bu minvalde 637 sayılı KHK ile 2011‟de Hazine Başkanlığı‟na bağlı olarak kurulan ve finansal sistemin bütününe sirayet edebilecek sistemik risklerin belirlenmesi, izlenmesi ve bu tür risklerin azaltılması için gerekli tedbir ve politika önerileri tespit ederek kamu kurum ve kuruluşlarından her türlü veri ve bilginin alınmasını, kurumlar arasında politikaların ve uygulamaların koordinasyonunu sağlamak üzere Finansal İstikrar Komitesinin (www.hazine.gov.tr) kurulması da yine küresel 39 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. sermayenin bizzat devlet gücüyle etkin işleyebilmesine yöneliktir. Nitekim 64. Hükümet programında da MB‟nin fiyat istikrarını sağlamak için uygulayacağı para politikası araçlarını doğrudan kendisinin belirlemesinin esas olduğundan sözedilmesinin yanı sıra istikrarın sürdürüleceğine dikkat çekilerek küresel sermayenin taleplerinin korunacağı özellikle belirtilmiştir (www.akparti.org.tr.). Böylece gerek kamu kurumlarındaki gerekse üst kurullardaki yapılan değişikliklerin tümü birden birikimin hızla değişen koşullarının yönetilebilirliğini kolaylaştırarak yetkinin doğrudan sermayenin bürokrasi içindeki güncel temsilcileri ile siyasi iktidarda toplanmasını kolaylaştırarak (Oğuz, 2012) “karar veren” niteliği ile ekonominin yönetiminde AKP‟nin gücünü merkezileştirmesine yönelik araçlar oldu. Bu merkezileşme süreci benzer mekanizmalarla Özal döneminde de sözkonusu idi. Yargı süreçlerinin ve parlamenter yönetsel süreçlerin siyaset dışı bırakılarak yürütmenin alanını genişletmesi, yasama gücünün yürütme gücünün çıkardığı yasa taslaklarının onay kurumuna dönüşmesi ANAP döneminde olduğu gibi bugün de siyasal iktidar için en önemli politizasyon aracını sağlamaktadır (Bekmen, 2014: 69). Özellikle AKP‟nin ikinci döneminde verili “hukukun” yetersiz kaldığı durumlarda “hukukun üstünlüğü”nün devre dışı bırakılarak özelleştirmeler ve ihalelerle ilgili çok sayıda konunun parlamenter süreçler atlanarak yürütmenin kontrolündeki mekanizmalarla çözülmesi ise politizasyonun başka bir sonucu oldu. Özellikle ekonomi ile ilgili konularda siyasal karar alma süreçlerine yönelik toplumsal müdahalelerin, parlamenter süreçler nezdinde dahi, bu biçimde engellenmesi hem piyasanın hem de devletin kendi yeniden üretiminin de garantisidir çünkü. Nihayetinde parlamenter süreçler nedeniyle ivedilikle yasalaşamayacak konuları, siyasal karar alma süreçlerinin uzağında tutmanın araçlarından biri olarak KHK‟lar ve bunun bugünkü güncel bir formu olarak “torba yasa”, başkanlık sisteminin sürekli gündeme gelmesi, yasama gücüne ait yetkilerin yürütme içinde bakanlıklara aktarılarak yönetmelik düzeyinde kullanılmaya başlanması ve yargıdan kaynaklanan gecikmelere yönelik artan siyasal baskı yürütme gücünün yasal süreçler tamamlanıncaya kadar istisnai yetkilerle donatılması demektir. Bu merkezileşme ve ekonomi politikalarının politizasyonu ya da yeni yasama süreçleri ve yönetsel düzenlemelerle yolsuzluk da yükseldi ve meşrulaştı. Enerji sektörü ve sosyal güvenlik ile ilgili satın almaları kolaylaştırmak için Yeni Kamu İhale Hukukuna yönelik çeşitli düzenlemelerle bu hukukun alanı sınırlandırıldı. Uluslararası sermaye piyasaları ve kurumlarından fon sağlanması için yapılan Telekom ile Türk Hava Yolları (THY) özelleştirmeleri uluslararası sermaye, DB, IMF ve hükümet arasındaki anlaşmaların bir sonucu olarak düzenleme dışı tutuldu. Şeker ve tütün piyasasının yeniden yapılanması da yine içeri ile sınırlı olmayan bir düzeyde yolsuzluk gündemini açığa çıkardı (Bedirhanoğulları, 2007: 1248-1249). Neoliberal program böylece daha da politize olarak bütün kamu kurumları aracılığıyla kırsalın ve kentin özelleştirilmesinden zenginliğin dağıtılmasına önemli bir işlev üstlendi. Çoğu zaman “piyasa” fiyatı olmadan 40 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” sembolik fiyatlarla sermayedarlara özel mülkiyet olarak transfer edildiğinden ilgili aktörler arasında buralardan elde edilen gelir akışı ve astronomik sermaye edinimi genelleşti. Özellikle kamu mülkiyetinin genellikle sahipsiz oluşu ve kolay transferi yoluyla doğrudan kaybedeninin olmaması bu zenginliği ve gelir akışını daha da genelleştirdi (Boratav, 2016: 6). Başka bir örnek; belediyeler ve yerel yönetimler teklifleriyle bu dönem TOKİ‟nin iktidarın elindeki önemli rant kurumuna dönüşmesi oldu. Kamu arsaları TOKİ‟nin eline verilerek buralardan elde edilen rant AKP‟nin yandaşı sermayedarlara aktarıldı (Sönmez, 2014: 178-179). Nihayetinde ekonominin yönetimi ile ilgili konularda kararların hangi sermaye grubunun faydasına ve zararına olacağına, bu gruplar içinden kimlerin ödüllendirileceğine ve dışlanacağına ilişkin yasal engellerin elimine edilmesi ya da duruma göre yasa çıkarılması hem AKP‟nin gücünün merkezileşmesiyle onu “karar veren” durumuna getirdi hem de sermayeden ihtiyacı olan desteği sürdürebilmesine yaradı. Yolsuzluğun yürütme organının kimi kurumlarına nasıl sirayet ettiği ve bunun çeşitli sermayedarlara nasıl uzandığı; 2013 sonunda AKP içinden üç kabine bakanının oğlunun ve bir devlet bankasının genel müdürünün, sermayedarlarının ve bürokratların dahil olduğu yolsuzluk iddiası ile ortaya çıktı. AKP, bunu hükümeti zayıflatmak ve küçük düşürmek isteyen uluslararası (ABD ve İsrail) aktörlerin ve onların Türkiye‟deki işbirlikçilerinin (Gülen Hareketi9) komplosuna bağlarken (Özbudun, 2014: 158); TESK, TOBB, TZOB, TÜRK-İŞ, TİSK, HAK-İŞ ve MEMUR-SEN gibi hükümet yandaşı gruplar; yolsuzluk iddialarının ayrıştırmaya neden olduğunu ileri sürüp bu tartışmanın istikrarsızlık getireceğini duyurup (www.evrensel.net) hükümetin zayıflatılmasına karşı siper durarak o güne kadar kendilerine yapılan desteğin karşılığını da vermiş oldular. AKP iktidarının parlamenter siyasal süreçlerden ve toplumsal güçlerden bağımsızlaşıp güçlü devlet formunun bir görünümü olarak bizzat yürütme organının pratiklerinde somutlaşan, sermaye gruplarıyla kurduğu bu yakın ilişkiler 1980‟lerde başlayan ve devam eden sürecin büyük ölçüde tamamlandığını gösterir. 64. Hükümet programından da izlendiği gibi kapitalist ilişkilerin siyasal taşıyıcısı olarak AKP ile serbest piyasa ilişkileri daha fazla derinleştirilerek piyasaların taleplerinin bizzat devlet tarafından karşılanması sözkonusu olurken özellikle emek gücüne ve örgütlenmesine yönelik düzenlemelerle de emek gücünün toplumsal yeniden üretimi yani politizasyonu süregelen çeşitli düzenlemelerle baskılanabilmiştir. İşsizliğin yükselmesiyle birlikte yeni yatırım ve iş paketini devreye sokan AKP iktidarının sendikalaşma hakkına, grev ve toplu görüşmelere getirdiği sınırlamalar, 2003 İş Kanununun yanı sıra, 2011‟de torba yasaya dayanarak emek süreçlerinin parçalanmasına yönelik yeni esnekliklerle kolaylaştırıldı. KHK‟lara benzer biçimde sermaye birikiminin acil ihtiyaçlarını karşılamaya dönük olan “torba yasa” emeğe yönelik tüm saldırıların 9 Bu olayın ardından Gülen Hareketi ve AKP hükümet arasındaki çatışmanın açığa çıkması AKP koalisyonu içinde çatlak yaratarak siyasal krize neden oldu (Özbudun, 2014: 159). 41 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. dayanağını oluşturdu10. Yine bu minvalde 2013‟de Bakanlık tarafından hazırlanan Esneklik ve Ulusal İstihdam Stratejisi ise emek piyasasının esnekleştirilmesine yönelik olarak; kiralık işçilik, yeni esnek çalışma biçimleri, taşeron uygulamasının önündeki engellerin kaldırılması, geçici işçiliğin yaygınlaştırılması gibi içeriği ile sermaye gruplarının taleplerini karşılamaya ve krizin farurasının emek gücüne yüklenmesini kolaylaştırdı (www.uis.gov.tr). Ki bu daha önce, 61. Hükümet programında, işgücü piyasasının “katılıklarının” giderilmesi, esnekleştirilmesi hedefi ile sermayenin önünü açıcı politikalarla piyasa ilişkilerinin emek gücü aleyhine yaygınlaştırılacağı biçiminde belirtilmişti (www.akp.org.tr). Sendikaların karşı çıkışlarına rağmen sermaye örgütlerinin yıllardır dile getirdiği kıdem tazminatı fonunun kaldırılması ya da sınırlandırılmasına da yine bu programda yer verilmiştir (www.akp.gov.tr). Emek gücü maliyetlerinin kısılmasına yönelik bu gibi düzenlemelerin yine belirgin bir örneği esneklik, parça başı ücret gibi pratiklerle kadın emek gücü istihdamının arttırılmasını özellikle kapsamına aldı. Hem Sanayi Srateji Raporu hem de 64. Hükümet programından da izlendiği gibi 2008 krizinin etkilerini gidermeye yönelik önlemler içinde, özellikle imalat sanayinde, kadın istihdamının arttırılmasına yönelik düzenlemelerin gerekliliği sürekli vurgulanan bir konu oldu (Sanayi Strateji Raporu, 2015-2018; www.akparti.org.tr). “İstisna Durumu” Demokrasisi ya da “Dost”ların Demokrasisi Bu dönemi “otoriterleşme” olarak tanımlayan ana-akım yazına göre bunun temel nedeni hükümetin AB yönelimli “demokratikleşme” düzenlemelerinde geri adım atmasıdır. Örneğin Öniş (2015:24) demokratikleşme anlamında bu dönemi, önceki dengeli süreçten bir geri çekilme ve mevcut otoriteryanizmin yükselmesi, Özbudun (2011) “seçimsel otoriteryanizm”, Dağı (2012) “post-modern otoriteryanizm” olarak ifade eder. İnsel (2012) ise AKP'nin bugün beslendiği otoriterliğin güçlülüğüne vurgu yaparak, yukarıdan gelen otoriterlikle aşağıdan gelenin birbirine eklemlendiğini söyler. Freedom House (2014) Raporu‟na göre de Türkiye “modern otoriteryanizm” koşullarındadır. Askerin siyaset üzerindeki etkisinin azalması nedeniyle Akça (2014: 37) ise “bir sivil otoriter devlet formu” olarak tanımlar süreci. Bu yazına göre; AKP‟nin bir önceki dönemde “demokratikleşme” sürecine dayanarak askerin siyaset üzerindeki etkisini azaltması ve bunun siyasal varoluşunu sürdürmesindeki öneminin aksine, ikinci dönemi 10 Torba yasa Meclis İç Tüzüğüne göre 91. Maddede düzenlenmiş özel bir yasama yöntemidir. Tasarı Meclis‟te komisyonlara gitmeden komisyonlarda tartışılmadan doğrudan Plan-Bütçe‟ye getirilir. Genelde 30 madde olarak farklı alanlardan “acele” olarak yasalaştırılması amacıyla sermaye birikiminin ve yürütmenin acil beklentileriyle gündemi belirlenen pakette yer alan madde sayısı, sabaha karşı eklemelerle 100‟ü geçer. 100 maddelik bu taslak Genel Kurul‟a iner. Sabaha karşı 04:00 da 30 maddede bir oylanarak tartışılarak geçirilir. İçinden bir maddeye evet ya da hayır deme durumu olmayıp topyekun evet ya da hayır demek sözkonusu. 42 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” genişleyen otoriteryanizm ile karakterizedir. Buna göre, bir önceki dönemde vurgulanan “hukukun üstünlüğü” ve temel hak ve hürriyetler söyleminden tersine dönüşün (Saatçioğlu, 2014: 87-88) nedeni, AB reform sürecinin 2005‟de Fransa ve Hollanda‟nın karşı çıkması üzerine yavaşlamasının kamuoyunda ve hükümette AB üyeliğine yönelik bir direnç oluşturmasıdır. AB‟nin ekonomik ve demokratikleşme konusundaki dönüşüme rağmen birçok ülkesinde devam eden kriz nedeniyle güvenirliliğini ve etkinliğini yitirmekte oluşu ve Türkiye‟nin hali hazırda Gümrük Birliği‟nin, NATO‟nun, AB araştırma ve eğitim programlarının üyesi olması ise AB yönelimli demokratikleşme programına devam etmesindeki isteksizliğini ya da gereksizliğini meşrulaştıran nedenlerdir (Öniş, 2015: 37). Dolayısıyla ana-akım yaklaşımın siyasala dayalı “otoriterlik” açıklamalarının ötesinde AKP‟nin, kriz sonrasında azalan gücünün de etkisiyle, toplumsal bütünlüğün çeşitli düzeylerine yönelik nüfuzunu genişletmesi bu yöndeki “karar”ların alınmasında belirleyen olma niteliğinin öne çıkmasıyla oldu. Gerek ekonomik gerekse siyasal alana ilişkin düzenlemelerinin niteliği ve bunları gerçekleştirirken, kendisinin yeniden üretimi anlamında, “varoluşsal” bir yerden hareket ettiği düşünüldüğünde “istisna durumu”na uygun pratiklerde görünür oldu bu. Bu pratiklerin çıkış noktası ise siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın büyümesi karşısında neoliberal devlet formunun “siyasal birlik” etrafında, siyasal hayatın yeniden oluşturulması sağlanıncaya kadar, örneğin yeni anayasanın yapılması ya da rejim değişikliği, devletin desteğine ihtiyaç duyulmasıyla ilgilidir (Agnoli, 2000: 200). Burada egemen niteliği ile AKP‟nin, somut durumun gerektirmesi halinde düzeni bozan istisnaların neler olabileceğine karar veren olduğunu yürütmenin başı sıfatıyla Cumhurbaşkanı‟nın “siyasal birliğe” ve kaos durumunda bunun bozulmasını engelleyecek güç olarak devletin varlığına yaptığı aşağıdaki ifadeleri ile örneklendirebiliriz. “….çünkü biz ülkemizde bir şeyin müdafaasını açıkça yapıyoruz. Tek millet olmanın gayreti içindeyiz. Yani tüm etnik unsurlarla tek millet, 78 milyon olarak ve biz tek bayrak, onun peşindeyiz. Unutulmasınki devletin olmadığı yerde ne özgürlük, ne demokrasi, ne hak, ne hürriyet olur. Sadece kaos olur, kan olur…” (Erdogan, 2016; www.t24.com). Akça‟ya (2014: 38) göre de devletin yeni formu olarak “istisna durumu” hukuksal düzenin alanında kalarak “kabul edilebilir” vatandaş ve “terorist” arasında ayrım yapar. Bugüne kadar iç düşmanlar olarak kabul edilen sosyalistler, işçi sınıfı ve Kürtler iken AKP döneminde buna Kemalistler ve sivil askeri bürokratların da eklenmesi, bunların, AKP‟nin hem kendi yeniden üretimi hem de “istikrar”ın sürdürülmesinde tehdit olarak görülmesiyle ilgilidir. Çünkü kimin düşman kimin dost olduğuna karar verecek olan polisin ve yargının kontrolünü elinde tutması nedeniyle egemen AKP hükümetidir. Örneğin, AKP‟nin kendi varoluşuna tehdit olarak gördüğü “askerin sivil siyaset üzerindeki etkisi”nin “demokratikleşme” yönelimli düzenlemelerle azaltılması ikinci döneminde “hükümeti devirme” ya da 43 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. “hükümetin faaliyetlerini yapmasına engel olma” gibi gerekçelerle kurulan Ergenekon Mahkemeleri aracılığıyla sürdürüldü. Nitekim birçok asker, akademisyen, politikacı, gazateci, hukukçu, işadamı, yüksek rütbeli ve emekli askeri görevlilerin silahlı “terorist” grup üyesi olmak ve toplumda kaos yaratarak siyasal hayatı devirmeye çalışmak iddiasıyla tutuklanması, AKP‟nin asker karşısında gücünü tümüyle sağlamlaştırmasına yaradı. Küresel ekonomik krizin etkilerine ve siyasal istikrarsızlığa karşı önlemlere dayanarak AKP‟nin gücünü kendi kontrolünde merkezileştirmesi ise, önceki dönemin aksine, hem tolumun çeşitli katmanları hem de devletten özerk bütün kurumlar üzerinde kontrol kurması yönünde oldu. AKP bunu kaos dönemlerine özgü sert önlemlerle siyasal varlığını yürütme gücünde tikelleştirerek ve gücü burada yoğunlaştırarak gerçekleştirmeye çalıştı. Burada siyasetin yönlendirici ilkelerini belirleyen yetkilendirilmiş bir kişi olarak egemen, toplumsal kitlelere rağmen, bu kitlelelerin siyasal taleplerini, bu haklar Anayasa‟da düzenlenmiş olsa da, sınırlandırabilir. Zira “liberal demokrasinin gerçek karakteri anayasal oligarşidir” (Agnoli, 2000: 201). Bu anlamda aşağıda da değinilecek olan AKP‟nin kurumsal nüfuzunu genişletmesinin araçlarını kapitalist devlet formundan azade bir yerde tutmamak gerekir. Örneğin 1980‟lerin bir mirası olarak yüzde 10 seçim barajının iki merkez partiye parlamentoda hatırı sayılır bir çoğunluk sağlamasının bir sonucu olarak “iki parti sistemi”nin siyasal iktidar partisine verdiği üstünlük; yürütme gücünü ayrıcalıklı bir konuma yerleştirerek yasama ve yargı gibi diğer güçler üzerinde nüfuzunu genişletmesine neden olur. AKP‟nin de 2009 yerel seçimlerinde yüzde 38, 2011 ve 2015 genel seçimlerinde sırasıyla yüzde 50 ve yüzde 49.5 oranında oy alması hem kurumsal hem siyasal hem de toplumsal düzeyde gücünü aşırı derecede yoğunlaştırabilmesinin “meşru” mekanizmalarından birini oluşturdu. Kitle demokrasisinin parlamenter süreçler yoluyla siyasete katılım koşullarında siyasal olanın işlevlerinin devreye girmesi, siyasetin toplumsal çıkarlardan özerkliği lehine bir tartışmanın yanı sıra esas karar vericisinin yani gerçek egemenin belirlenmesine de yarar (Agnoli, 2000: 203). Böylece siyasal birliğin sağlamlaştırılması adına, yürütme gücü içinde Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık kurumunun daha etkin hale getirilmesi, birçok kararın yasama süreçlerinin dışında yürütme organınına bağlı çeşitli mekanizmalar yoluyla alınması ve yürütmenin “karar veren” sıfatıyla belirleyici olması gerçekleşmiş olur. Bu Schmitt‟in aşağıdaki ifadesiyle tümüyle örtüşür. “… eğer pratik ve teknik sebeplerle halk yerine temsilcileri karar verebiliyorsa aynı halk adına tek bir temsilci de karar verebilir… yasama, yürütme arasındaki ilişkide yasama organının halktan bağımsız seçim dönemi arasında azledilemeyecek olması ile yürütmenin her an yasamanın güvenine bağımlı ve her an azledilebilecek olması arasında tezat vardır” (Schmitt, 2006a: 53). 44 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” Gücün merkezileşmesine yönelik bu dönemin araçlarından bir diğeri derin bir kutuplaşma yaratmasına rağmen birçok liberal ve sosyal demokrat grubun 1982‟nin otoriteryan mirasına karşı referandumda11 “evet” oyu verdiği anayasa değişikliğidir (Öniş, 2015: 27). Anayasa Mahkemesine ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu‟na (HSYK) yönelik düzenlemelerle yüksek yargı organları, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) üzerindeki kontrolü ele geçirip üniversitelere müdahale etmesi ile hem yürütme organının bu yargı organları üzerindeki kontrolü hem de buraların AKP kadrolarınca doldurulması sağlandı. AKP‟nin 2009 yerel seçimlerinde desteğinin azalmasına rağmen, 2010 anayasa referandumunda aldığı oy ve takip eden düzenlemeler seçilmiş hükümet üzerindeki “vesayeti” ve kontrolü zayıflattığı ve buralara çoğulcu ve temsiliyeti yüksek bir yapı kazandırıldığı argümanının tersine (Özbudun, 2011: 103,107) gücünün sağlamlaştırılmasına yaradı. Gülen Hareketi ile çatışma sonrasında da bürokrasi kadrolarının kendi destekçileriyle doldurulmasında olduğu gibi (Bekmen, 2014: 69) bürokrasiyi sivilleştirmek adına bürokrasiye karşı yapılan operasyonlar belli devlet aygıtlarının diğerlerine tabi kılınması biçiminde oldu. Devlet bürokrasisi içinde farklı bölümleri kesen ve bunları birbirine bağlayan paralel iktidar ağlarını oluşturarak stratejik poziyonlara kendi ekiplerini yerleştirip buralara nüfuz edebildi. Milli Eğitim (MEB), Enerji ve Tabii Kaynaklar, Bayındırlık ve İskan gibi bakanlıklara önemli figürler yerleştirilmesinin yanı sıra Maliye Bakanlığı ve Başbakanlığa bağlı kuruluşlar ve diğer kamu kurumlarında benzer yöntemleri izleyerek buraları yine kendi kadrolarıya doldurdu. HSYK‟nın yapısı da radikal bir biçimde değiştirilerek genel konseyinin birçok kritik gücü Adalet Bakanlığına aktarılmış oldu (Hoşgör, 2014: 328). Kurumsal düzeydeki bu değişikliklerin yanı sıra merkezileşmesinin izleneceği diğer bir alan; toplumun politizasyonuna karşı muhalif kesimlerin faaliyetlerini ve alanlarını sınırlayıcı ya da tümden ortadan kaldırmaya yönelik düzenlemelerdir. Kapitalist devlet fomunun güçlü devlet serbest piyasa formülasyonu, devletin toplumsal ve siyasal alana geniş müdahalesi üzerine kuruludur çünkü. AKP‟nin bunu yaparkenki argümanı ise büyük ölçüde, güçlü devletin bir görünümü olan ve istikrar gerekçesiyle alanı genişleyen “siyasal birliğin” sağlanmasının toplumun, “dostların”, çıkarına olacağı gerekçesidir. Bu, somut duruma özgü kararın soyut yasaya ya da yasama organına değil emrin kaynağı olarak yürütmeye dönülmesi gerektiğini belirten Schmitt‟in (2006a: 68-69), yürütmenin tek kişi elinde bulunmasının toplumsal kaos karşısında devlet için ne kadar elzem olduğuna ilişkin vurgusuyla benzerdir. Bu yönde DGM‟lerin yerini özel yetkili mahkemelerin almasıyla yeni Ceza Kanunu meşru birçok politik protesto ve toplumsal gösteriyi terör suçları kapsamına aldı. 2006‟daki terör karşıtı yasanın önceden Ceza Kanunu kapsamında yer alan önemli miktardaki suçu “terör” kapsamına dahil etmesi bunların istisnai mahkeme süreçlerinde görülmesiyle sonuçlandı. Bu yasa, özel yetkili savcılara aşırı derecede bir keyfilik verdiğinden bunun yine “istisna 11 Anayasa referandumu; liberallerin yardımıyla değişiklik konusunda %58 oy aldı. 45 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. devleti”nin bir görünümü olduğu söylenebilir. Akça‟nın (2014) da belirttiği gibi yasa; polise ve yargıya savaş ya da varoluşsal bir durumdalarmış gibi “düşman” fikrini esas alarak davranmalarını kolaylaştırdı. Bu düzenleme aynı zamanda askeri ayrıcalıkları da sınırlayarak askeri personelin anayasal düzene ve devlete karşı işledikleri suçların askeri mahkemelerden sivil mahkemelere geçişini de sağlayarak bu alandaki yargısal süreç üzerindeki kontrolünü de getirdi. Böylece AKP hükümetine karşı olası askeriyeden ya da yargıdan gelecek meydan okumalar elimine edilmiş oldu (Özbudun, 2014: 156). “Terör” karşıtı yasadaki “terörist propaganda” ve “terörizm”e dayanarak Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarını takiben Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) ile binlerce seçilmiş yerel görevlileri de içeren Kürt aktivist, gazateci, akademisyen, insan hakları savunucusu ve hukukçu Kürdistan İşçi Partisi‟nin (PKK) terörist faaliyetlerini destekledikleri suçlamasıyla karşı karşıya kaldı (Saatçioğlu, 2014: 93). Hiçbir hukuki dayanak olmadan uzun tutukluluk süreleri adaletin uygulanmasına yönelik endişeleri arttırdığı gibi yargı sisteminin politizasyonuna da neden oldu. Tam da “çözüm süreci” görüşmelerine başlamadan Kürt siyasal hareketindeki önemli aktivistlerin tutuklanmasının AKP‟nin süreci (Akça, 2014: 44) daha fazla kendi kontrolünde sürdürmesiyle ilgiliydi. AKP‟nin Öcalan ile doğrudan görüşerek, kısa sürede sürecin başlayıp, ateşkesin sağlandığı günlerden sürecin dondurulmasıyla gelinen bugünkü noktada Başbakan yardımcıları Yalçın Akdoğan ile Bülent Arınç‟ın “biz olmazsak çözüm süreci olmaz”12 sözlerinden sonra 7 Haziran seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi‟nin (HDP) yüzde 10 seçim barajının üzerinde bir oy oranı ile parlamentoya girişi olasılığına karşı “8 Haziran‟da AKP iktidar değilse çözüm sürecinin ruhuna fatiha” diyerek AKP‟nin iktidar olmaması halinde “herkesin her şeyini kaybedeceğini”n (Akdoğan, 2015, www.evrensel.net) söylenip toplum kaos ve istikrarsızlıkla tehdit edilmiştir. Seçim sonuçlarının AKP‟nin tek parti olarak hükümeti kurmasına engel oluşu, koalisyon arayışlarının sonuçsuzluğu ve seçimlerin yenileneceği 1 Kasım‟a kadar “geçici hükümet” sıfatıyla AKP, “siyasal birliğin” tehlikede olduğuna sürekli vurgu yaparak hem HDP‟yi “düşman” gösterip hem de koalisyonun istikrarsızlık getireceğini belirterek “dost”ları uyardı. İki seçim arası dönemde HDP seçim bürolarına yönelik 12 Hisarcıklıoğlu başkanlığında, Hak İş Sendikaları Konfederasyonu (HAK-İŞ), Memur Sendikaları Konfederasyonu (MEMUR-SEN), Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği (MÜSIAD), Türkiye Kamu Çalışanları Konfederasyonu (Türkiye Kamu-Sen), Türkiye Barolar Birliği (TBB), Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD), Türkiye Esnaf ve Sanatkarları Konfederasyonu (TESK), Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB), Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ), Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED), Türkiye Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler ve Yeminli Mali Müşavirler Odaları Birliği (TÜRMOB), Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD), Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) ortak açıklama yaptı. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, “Her görüş ve düşünceden, toplumun tüm kesimlerini temsil eden kuruluşlar olarak; 17 Eylül Perşembe günü saat 16.30‟da bütün Türkiye‟yi Ankara Sıhhiye Meydanında buluşmaya davet ediyoruz” dedi. 46 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” saldırılardan, Türkiye‟nin stratejik kentlerinde meydana gelen patlamalarla tırmanan olaylar sonrasında çeşitli toplumsal grupların yaptığı çağrı ile bu uyarı, aşağıda da görüldüğü gibi, dikkate alınarak “siyasal birlik” ve istikrar vurgusu tekrarlandı. Birçok sermaye ve AKP yandaşı sendikanın içinde yer aldığı bu çağrıya göre; “gün birlik olma günüdür. Kökenimiz, kimliğimiz, inancımız ne olursa olsun, 78 milyon hepimiz Türkiye‟yiz. Türkiye‟nin her bölgesinde örgütlü, toplumun bütün kesimlerini temsil eden kuruluşlar olarak bir aradayız. Biz, ülkemizin çalışan ve üreten, esnafı, çiftçisi, işçisi, memuru, emeklisi ve girişimcileriyiz” Türkiyenin güvenliği ve istikrarı için …. tek bir şeyi haykıracağız. Hep bir ağızdan „teröre hayır, kardeşliğe evet‟ diyeceğiz” (www.milliyet.com.tr.; 14.09.2015). TOBB, TÜRK-İŞ, TESK, TZOB, HAK-İŞ ve MEMUR-SEN gibi “dost” örgütler bu çağrının benzerini yine “istikrar”ı öne sürerek Gezi direnişi sırasında da yapmışlardı. 2013‟de AKP‟nin kentsel dönüşüm altında, kamusal mekanları piyasa süreçlerine açmasının uygulamalarından biri olarak, Gezi Parkı‟nın13 dev bir alışveriş merkezine dönüştürülmesine karşı başlayan direnişin büyüyerek sendikalar, sivil toplum örgütleri (STK), çevreci gruplar, kadın örgütleri, antikapitalist Müslümanlar gibi grupların da desteğiyle alkol satışına getirilen kısıtlamalardan kürtajı yasaklayan yasalara kadar hükümet karşıtı bir direnişe dönüşmüştü. Çok fazla sayıda kente yayılan protestolar sırasında göstericilere yönelik güvenlik ve polis aygıtlarının aşırı fiziksel güç kullanımının yanı sıra göstericiler “çabulcu”, “marjinal”, “terörist” diye nitelendirilerek “düşman” ilan edilmişti. O günlerde bu “dost” örgütlerin “siyasal birlik” ve “istikrar” çağrısına göre; “… son günlerde gösterilerin, marjinal gruplar tarafından farklı mecralara çekilmek istendiğini; gelişmelerin ülkemiz üzerinde kötü emelleri olanlara hizmet etmeye zemin hazırladığını üzülerek görüyoruz. Tüm dünya sorunlarla boğuşurken, herkesin bakışlarının yükselen Türkiye üzerinde odaklandığı bu dönemde, huzura ve istikrara her zamankinden daha fazla ihtiyaç …” olduğunun belirtilmesi AKP pratiğinde somutlaşan “istisna durumu”na yönelik eylemlerin gerisindeki saikle paralellik oluşturdu (www.evrensel.net., 14.09.2015). Nitekim, Schmitt‟in (2006a: 26) bu yöndeki pratiklere dayanak oluşturan argümanından da izleneceği gibi; liberal demokrasinin siyasi gücü, yabancı ve eşitsiz olanı, türdeşliği tehdit edeni bertaraf etmeyi veya uzak tutmayı becermesiyle ortaya çıkar. Yine buna benzer biçimde AKP‟nin Kürtlere yönelik siyasetini ve politikalarını eleştiren ve bölge halkına yönelik sürdürülen savaşa karşı barış bildirisini imzalayarak savaşın durması ve 13 İstanbul‟un merkezindeki az sayıdaki yeşil alanlardan biri olan Gezi Parkı‟nın, dev bir alışveriş ve kültür kompleksine dönüştürme kararına karşı başladı. 47 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. çözüm sürecine geri dönülmesi talebinde bulunan binden fazla akademisyenin “terörizm” propagandasıyla suçlanarak bizzat Cumhurbaşkanı ve “dost” kamuoyu tarafından itibarsızlaştırılmaya ve karalanmaya çalışılarak “düşman” ilan edilmesi de bu yöndedir (www.barisicinakademisyenler.net). Schmitt‟in siyasal olanı dost-düşman arasındaki ilişki diye tanımlaması ya da Marksist lietratürde emek ve sermaye arasındaki sınıf antagonizması, devletin düşmanı tanıması ve politikalarını buna göre oluşturması demek olduğundan nihai karar tekeli ile devlet, hem hukukun üstünlüğü temelinde hem de istikrarın yeniden kurulması için hukukun üstünlüğünü erteleyerek “düşman”ı bertaraf etmeye çalışır (Bonefeld, 2006: 240). AKP‟nin, özellikle 2010 sonrası, toplumsal muhalefete ve protestolara artan ölçüde şiddetle karşılık vermesi, polisin yetkilerini arttıran kanun, terörle mücadele kanunu, dernekler, sendikalar, vakıflar yasası ve toplantı ve gösteri hakkını düzenleyen antidemokratik yasaların hepsi birden “düşman”ın bertaraf edilerek “istikrarı” ve kendi varoluşunu korumaya yönelik yoğun çabasının bir göstergesidir. Emek üzerindeki baskıcı düzenlemelerin yanı sıra siyasal iktidarıyla özdeşleştirdiği çoğunluk iradesini eleştirenleri “darbeci”, “terörist”, “anarşist” ve etnik ayrılıkçılıkla dolayısıyla “düşman” olarak nitelendirmesi, her tür muhalefete karşı kendisini “dost”ların birliğini ve güvenini sağlayan olarak konumlandırması muhalefet üzerindeki baskı, istikrarı sağlamak adına muhelefetin kontrol altına alınmasıyla ilgilidir. Adil yargılanma hakının ihlali, gösterilerde polis gücünün orantısız ve aşırı kullanımı, medya sahipleri üzerinde finansal ve diğer baskılar, eleştirel gazateciler üzerinde işten çıkarma ve sansürün yanı sıra AKP‟nin otoriteryan popülizminin örgütlü muhalif gruplardan sınıf hareketine hatta zaman zaman kendisiyle aynı görüşte olmayan sermayedarlara kadar uzanması 14 hem kendi varlığıyla hem de bununla özdeşleştirdiği sermayeye yönelik tehditler yüzündendir. Emek gücüne yönelik yukarıda belirtilen düzenlemelerin yanı sıra örgütlü işçi sınıfının pasifleştirilmesi, depolitize edilmesi siyasal alanın özneleri olarak siyasal mücadelelerden kopartılması “ayakların baş olduğu yerde kıyamet kopar” (Erdoğan, 2008; www.radikal.org.tr) ifadesinden de izlendiği gibi “siyasal birliğin” ve bölünmezliğin adına bu grupların siyasallaşmalarının engellenmesine yöneliktir (www.akparti.org.tr; 2012: 5, 24). Örneğin, tarafların üzerinde kısmen anlaştığı ve sınırlı iyileştirmeler sunan bir taslak olarak Bakanlar Kurulu‟nda aylarca bekletildikten sonra TUSKON, TOBB, MÜSİAD, TÜSİAD ve TİSK gibi sermaye grupları ve kabinedeki bazı bakanların sendikal haklarla ilgili kimi iyileştirmelere karşı çıkması üzerine Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası‟nın mecliste görüşülmesi engellenerek (Dünya, 9 Ocak 2012 akt: Çelik, 2012) grev yasaklarının artışı ve yüzde 10 olan işkolu barajının yüzde 3‟e çekilerek görüşülmesinin 14 Referandum döneminde desteklerini almak için, toplumun farklı örgütlü kesimlerine önemli baskı uyguladı TUSİAD‟ın düzenleme ile ilgili çekincelerine Erdoğan tepki göstererek “bugün tarafsız olan, yarın bertaraf olur” demişti (Erdoğan, 2010; www.radikal.org). 48 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” sağlanması gerçekleşmiştir. Dünyanın hiç bir yerinde olmayan bankacılık hizmetlerinde grev yasağı korunarak grev ve lokavt yasakları temel kamu hizmeti gösteren yerlerde sınırlandırılmıştır (md.62) (www.resmigazete.gov.tr). Nitekim AKP, 64. Hükümet programında; siyaset alanının daraltılmasına ve saygınlığının gölgelenmesine dönük tüm teşebbüslere karşı kararlı bir politika izleneceğini (www.akparti.org.tr. 2016) kriz yönetiminin de bir gereği olarak demokratik katılımın ve müdahale kanallarının kapatılması ile demokratik talepleri bertaraf etmek yönünde çaba harcayacağını söylemiş olmaktadır. Çünkü devletin hukuksal gücü işçi sınıfının kolektif gücünün kullanılmasını da engelleyerek sermaye adına emeğin uygun hale getirilmesine dayanır. Böylece özgür ve eşit vatandaşlar olarak işçiler serbest piyasada sözleşmeyle bağlı kaldıklarından emek ve sermaye arasındaki ilişkiler de garantiye alınmış olur. Sonuç Gerek emek-sermaye arasındaki ilişkilerin yeniden örgütlenmesi, gerekse siyasal alanın kitlesel demokratik taleplerinin bastırılması devlet otoritesinin gücünü gerektirir. Küresel sermaye, devletlerin hem sıkı emek disiplini içinde emek sermaye ilişkilerini ulusal düzeyde yeniden oluşturmalarını hem de toplumun diğer kesimlerinden gelebilecek baskıların bertaraf edilmesini zorunlu kılarken, devlet de bunu içerde “siyasal birlik” ve istikrar vurgusuyla meşrulaştırmaktadır. Serbest piyasa ekonomisine doğrudan müdahalenin güçlü devleti gerektirmesi, AKP‟nin her iki döneminden de izlendiği gibi siyasal alanın tümden manuple edilmesi adına ekonominin depolitizasyonunu devletin ise tümden politizasyonunu içerir. Schmitt ve Hayek‟in argümanlarında teorik dayanak bulabilen bu politikalar; sınırlanmamış demokrasinin serbest piyasa hedefindeki liberal hükümetler için bir tehdit oluşturduğu üzerinedir. Demokratik faaliyetler nedeniyle devletin toplumsal çıkarların bir aracı/nesnesi haline dönüşerek zayıflayacak olması bunun da siyasal birliği ortadan kaldıracağı tezidir bu. Gerek parlamenter demokrasinin parlamentoda “düşman”ların çoğalmasını engelleyen seçim barajı bariyeri ile gerekse devletin depolitize edici düzenlemeleriyle demokrasinin temelde homojeniteye bağlı olduğu, “düşman”lara karşı “dost”ların demokrasisinin hem devletin hem de sermayenin yeniden üretimini sürdüreceği açık. Nitekim AKP, gerek ana-akım yazından bu anlamda aldığı destekten, gerekse hemen her hükümet programından ve demokratikleşme paketinden izlendiği gibi kendisini, toplum olarak gördüğünden, siyasetin öznesi kılmakta ve sivil ve askeri bürokratik kurumlardan gelebilecek kendisine yönelik müdahalelere karşı yürüttüğü mücadeleyi demokratikleşme olarak görmektedir (62. Hükümet program; www.akparti.org.tr). Demokratikleşme konusunda kendisini toplumun tek aktörü olarak gördüğünden toplumdaki etnik, dinsel, sınıfsal farklılıkların varlığını kabul ediyor görünse de bu daha 49 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. fazla siyasal düzeydeki varlıklarının tanınmasına değil “milli irade”deki temsiliyetleri bakımından oy verme pratiklerinde anlam ifade etmektedir. Toplumsal çelişkilerin ve çatışmaların arttığı durumda ise hem kendi hem de sermayenin yeniden üretimi adına kimlerin “dost” kimlerin “düşman” olduğuna karar vererek, “siyasal birlik” adına gücünü bütün bileşenleriyle devreye sokmaktadır. Çünkü bölünmüş ve çatışma halindeki bir toplumda “hukukun üstünlüğü”nü sürdürebilmek de, “istisna durumu” koşullarının üstesinden gelinip düzenin yeniden kurulması da güçlü devleti gerektirir. Kaynaklar Agnoli, J., (2000), “The Market, the State and the End of History”, The Politics of Change: Globalization, Ideology and Critique, Bonefeld, W., Basingstoke, etc. (edt.), Palgrave Akça,İ., (2014), “Hegemonic Projects in Post-1980 Turkey and the Changing Forms of Authoritarianism” in Reframed Turkey: Constituting Neoliberal Hegemony”, (edt.), Akça, İ., Bekmen A., Özden B.A, Pluto Press, London, s.14-46. Bekmen, A., (2014), “State, and Capital in Turkey During The Neoliberal Era”, in Turkey Reframed: Constituting Neoliberal Hegemony”, edt: Akçai İ., Bekmen A., Özden B.A., Pluto Press, London, s. 47-74. Boratav, K., (2016), “The Turkish Bourgeoisie under Neoliberalism”, Research and Policy on Turkey, 1:1, 1-10. Bedirhanoğulları, P., (2007), “The Neoliberal Discourse on Corruption as a Means of Consent Building: Reflections from Post-Crisis Turkey”, Third World Quarterly, Vol. 28, No. 7, pp. 1239 – 1254. Bonefeld, W., (2010), “Free Economy and the Strong State, Capital and Class”, vol. 34, issue 1, pp.15-24. Bonefeld, W., (2006), “Democracy and Dictatorship: Means and Ends of the State”, Critique, vol.34, issue 3, pp. 237-252. Burnham, P., (2000), “Depoliticisation: Economic Crisis and Political Management in The Politics of Change Globalization”, in The Politics of Change: Globalization, Ideology and Critique, Bonefeld and K. Psychopedis (eds), London; Macmillan, pp. 9-30. Clarke, S., (1991), 'The Global Accumulation of Capital and the Periodisation of the Capitalist State Form', in Open Marxism. Bonefeld, Werner London : Pluto Press , Vol 1. Cristi, R., (1984), “ Hayek and Schmitt on the Rule of Law” Canadian Journal of Political Science/Revue Canadienne de Science Politique, Vol. 17,No. 3 (Sep., 1984), pp. 521-535. Gamble, A., (2001), “Neo-Liberalism”, Capital & Class, vol. 25, issue 3, pp. 127-134. Gamble, A., (1994), Free Economy and the Strong State, Palgrave, New York Hayek, F., (2014), Kölelik Yolu, Liberte, Ankara. Holloway, J., (1995), "Global Capital and the National State" in From Global Capital, National State and the Politics of Money, pp.116-140, Basingstoke: Macmillan Hoşgör, E., (2014), “AKP‟nin Hegemonya Sorunsalı: Uzlaşmasız Mutabakat”, Neoliberalizm, İslamcı sermayenin Yükselişi ve AKP İçinde, Yordam, İstanbul. Kutun Gürgen, M., (2011), Eleştirel Devlet Kuramlari Bağlaminda Türkiye‟de Siyasal Değişim: 1980-Sonrasi, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, Ankara, 2011. Marx, K., Engels., F., (2015), Komünist Manifesto, (çev.), Nail Satlıgan, Yordam, İstanbul. 50 Kutun, M., 2016, “Türkiye Siyasetinde AKP‟li Uzun Yıllar: “Hukukun Üstünlüğü”nden „Dost‟ların Demokrasisine” Oğuz, Ş., (2012), “Türkiye‟de Kapitalizmin Küreselleşmesi ve Neoliberal Otoriter Devletin İnşaası”, Türk Tabibleri Birliği Mesleği Sağlık ve Güvenlik Dergisi, Sayı45-46., s.2-15. Öniş, Z., (2009), “Beyond The 2001 Financial Crisis: The Political Economy Of The New Phase of Neo-Liberal Restructuring In Turkey” Review of International Political Economy, Vol.:16 , Issue:3 , pp. 409-432. Öniş, Z., (2015), “Monopolising the Centre: The AKP and the Uncertain Path of Turkish Democracy”, The International Spectator, 50:2, s.22-41. Özbudun, E., (2014), “AKP at the Crossroads: Erdoğan's Majoritarian Drift”, South European Society and Politics, 19:2, s.155-167. Saatçioğlu, B., (2014), “AKP's „Europeanization‟ in Civilianization, Rule of Law and Fundamental Freedoms: The Primacy of Domestic Politics”, Journal of Balkan and Near Eastern Studies, 16:1, s.86-101. Savran, S., (2014), “İslamcılık, AKp, Burjuvazinin İç Savaşı”, Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP İçinde, Yordam, İstanbul. Schmitt, C., (2006), Siyasal Kavramı, (çev:), Ece Göztepe, Metis, Ankara. Schmitt, C., (2006a), Parlamenter Demokrasinin Krizi, (Çev.) Emre Zeybekoğlu, Dost, Ankara. Silverman, R., (2014), “Dogan versus Erdogan:Business and Politics in AKP-Era Turkey”, Mediterranean Quarterly: Spring 2014 25:2 Streeck, W., (2015),“Heller, Schmitt and the Euro” European Law Journal, Vol. 21, No. 3, pp. 361–370. Tanyılmaz, K., (2014), “Türkiye Büyük Burjuvazisinde Derin Çatlak”, Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, Yordam, İstanbul. Wilkinson, M. A., (2013), “The Spectre of Authoritarian Liberalism”, German Law Journal, Vol. 14 No. 05. Yılmaz, Z., (2003), “Günümüz Türkiye‟sinde Devlet ve Hâkim Sınıflar İlişkisi Üzerine Alternatif Bir Çerçeve Denemesi”, Praksis, Sayı, 9, s. 55-92, 2003. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı (2015), Türkiye Sanayi Stratejisi Belgesi: 2015-2018 Freedom House, (2014) Freedom House in the World 2014, www.freedomhouse.org/report/freedom-word/freedom-word-2014 Şimşek, M., (2015), “Ekonomik kazanimlar tehdit altinda”, www.hürriyet.com. 14.09.2015. Çelik, A., (2012), “Madem patronların hükümeti değilsiniz”. azizcelik@birgun.net 08.03.2012 Dağı, İ., (2012) „Imagining an AK party society‟, Today‟s Zaman, 23 December İnsel, A., (2012), “Adım adım otoriterleşme mi?”, ahmet.insel@radikal.com.tr. Erdoğan, R.T., (2010); www.radikal.org.tr. 18 Agustos 2010 Erdoğan, R.T., (2008); www.radikal.org.tr. 22 Nisan 2008 Erdogan, R.T., (2016); www.t24.com. 14 01 2016. Akdoğan, (2014), www.akparti.org.tr 61.hükümet program, www.akparti.org.tr 62.hükümet programı; www.akparti.org.tr. www.akparti.org.tr. 2012: 5, 24. www.akparti.org.tr. 02.15.2016 www.uis.gov.tr. www.barisicinakademisyenler.net. www.resmigazete.gov.tr. www.evrensel.net. 4.06.2015 www.evrensel.net. 14.09.2015 www.milliyet.com.tr. 14.09.2015. 51 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2015, s. 23-51. 52 İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazırlıklı? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda Mersin Starbucks Örneği* Yasemin Karaca Dr. E-posta: yaseminkaraca2000@gmail.com Özet: Tüketici davranışı sadece bir ürün satın alınması, tüketilmesi ile ortaya çıkan bir davranış şekli değildir. Dolayısıyla pazarlamacılar için bir ürünün veya hizmetin tercih edilmesi, satın alınması, tüketilmesi kadar o ürünün veya hizmetin tercih edilmemesi, tüketiminden vazgeçilmesi de önemlidir. Bu çalışmada, tüketici davranışının bir başka boyutu olarak nitelendirebileceğimiz tüketim karşıtlığı (tüketici boykotları) kavramı, kapsamı ve "Gezi Parkı Direnişi" kapsamında ortaya çıkan tüketici boykotlarında Starbucks işletmesinin tavırları, yerel bazda ele alınarak sunulmuş ve işletmenin tüketici boykotlarına yönelik ne kadar hazırlıklı olduğu mevcut verilerle değerlendirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Boykot, Tüketici Boykotu, Gezi Parkı. How Much are Businesses Ready to Consumer Boycott? Mersin Starbucks Case within the Scope of Gezi Park Resistance Abstract: Consumer behavior is not a way of behavior only emerging from buying and consuming a product. Therefore, a product or service that is not preferred and consumed is as important for marketers as that a product or service that is preferred purchased and consumed. In this study, opposition to consumption (consumer boycott) concept that can be described as different aspect of Consumer behavior and its scope, and Starbucks business‟ attitudes in consumer boycott emerging within the scope of “Gezi Park Resistance” have been presented by tackling them on a local basis. And how much the business is ready to consumer boycott has been evaluated with available data. Keywords: Boycott, Consumer Boycott, Gezi Park. * Ocak 2014 tarihinde gerçekleştirilmiştir. mevcut işletmeden gerekli izin alınarak araştırma Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda Mersin Starbucks Örneği”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 53-67. Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67. Giriş Günümüz tüketicileri, “tüketici kimliği”nin öne çıkması sonucunda “tüketimden gelen güç”ünü kullanmaya ve buna bağlı olarak da satın alma güçleri ile tercihleri sayesinde ürünleri, markaları ve işletmeleri ödüllendirmeye ya da cezalandırmaya başlamıştır (Odabaşı, 2013: 27). Ayrıca, günümüz tüketicilerinin, bireysel tatminlerinin odağı olan “tüketici kimliği”nin yanında, etik, toplumsal, ekonomik, çevresel ve siyasal konulardaki rollerini belirleyen kimliklerinin de farkına varmış olduğu ve vatandaşlık bilinciyle hareket ettiği söylenebilir (Odabaşı, 2008). Modernist yaklaşım daha çok üreticiler ile tüketiciler arasındaki güç dengesinin üzerinde yoğunlaşmış ve bu dengede tüketicilerin haklarının korunması ana stratejiyi oluşturmuştur. Postmodern yaklaşımın ise, yeni boyutuyla oluşan tüketici eylemlerinin toplumu, ekonomiyi ve siyaseti değiştirmeye ve dönüştürmeye odaklanan bir demokratik anlayışa sahip olduğu ileri sürülmektedir (Odabaşı, 2008). Postmodernizm, tüketim ve tüketici davranışlarında artan karmaşıklığı doğurmuştur. Bu karmaşıklıklar sadece tüketim işleminde değil, aynı zamanda anti-tüketim çabalarını takip etmekte de ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, bireyler, postmodernizme geçişin bir sonucu olarak, artık sadece ne tükettikleri açısından tespit edilmez, aynı zamanda tüketim kısıtlaması anlayışların üretken temsilcileri olarak ele alınmaktadır (Yuksel ve Mirza, 2010: 496). Günümüz postmodern tüketicilerinin tipik özellikleri arasında olan adil davranılmak, her şeyi anında ve hızlı istemek, tüketimle kendini oluşturmak ve benliğini ifade etmek, sembollere kafa tutarak markalara karşı sadakat beslememek, hem tüketmek hem de insanlara ve çevreye duyarlılığı arzulamak gibi bazıları çelişkili olan özellikler, kendini bu hareketlerde açık biçimde göstermektedir (Odabaşı, 2011: 58). Tüketiciler gerek kullandıkları ürün veya hizmetle ilgili, gerekse çeşitli toplumsal, çevresel veya politik nedenlerden ötürü beğenmedikleri bir hareket ile karşılaştıklarında tepkilerini kolayca gösterebilmektedirler. İşte bu tepkilerin en ileri aşaması boykotlardır (Çakır, 2010: 121). Özellikle rekabetin yoğun olduğu pazarlarda tüketici boykotu, işletmeler için büyük tehdit oluşturmaktadır (Bayuk ve Ofluoğlu, 2013: 142). Tüketici Boykotu Kavramı ve Kapsamı Günümüzün küreselleşen dünyasında, iletişim teknolojilerinde meydana gelen gelişmeler sonucunda tüketiciler, her türlü bilgiye kolayca ulaşabilmekte ve bu şekilde işletmeler, ürün ve hizmetler ile ilgili olarak meydana gelen gelişmeleri kolayca takip edebilmektedirler. İşletmelerin mal ve hizmet fiyatları, kaliteleri, kar oranlarının yanı sıra toplumsal olaylarla ilgili tutumları da son yıllarda tüketicilerin gündeminde olan konulardır (Çakır, 2010: 122). 54 Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda Mersin Starbucks Örneği” Teknolojinin ilerlemesi artık eski tip şikayet ve protesto yöntemlerini değiştirmiştir. İnsanlar evlerinde yazdıkları bir mesaj ile markaları zor duruma sokabilmekte, ciddi prestij kaybına yol açabilmektedir (Banko ve Babaoğlan, 2013). Tüketici, kendisine ait sosyal bir eylem boyutunda kolayca kullanabileceği gücü ile siyasete karışma ve müdahale etme olanağı bulmaktadır. Organize olmuş satın alma ya da almama hareketi ile de ekonomik ve siyasal kolektif bir baskı uygulayıp, karşı duruş gerçekleştirmek ve gerektiğinde ekonomik bir ceza vermek amaçlanmaktadır. Boykotlar bu konudaki en yaygın uygulamalardır (Odabaşı, 2008). Bir ahlaki veya politik gerekçe ile tetiklenen, tipik anti-tüketim davranış biçiminin bir formu olan boykotlar, bir işletmenin, ürün veya kurumsal davranışını onaylanmama biçimi olarak tüketiciler tarafından uzun yıllar boyunca kullanılmış bir araçtır (Yuksel ve Mryteza, 2009: 248). Boykot kavramı ilk kez O‟Malley tarafından 1880 yılında İrlandalı çiftçilerin Lord Erne‟nin arazi sorumlusu olan Charles Cunnigham'a karşı başlattıkları ve işçilerini (hizmetçiler, şoförler, çobanlar) de ikna ettikleri iş bırakma eylemiyle ortaya atılmıştır (Friedman, 1999: 6 akt. Bayuk ve Ofluoğlu, 2013: 142). Tüketici boykotu ise pazarda (bir veya daha fazla hedef kuruluştan seçilen) alım yapmaktan kaçınmaya bireysel tüketicileri yönlendiren, belirli hedeflere ulaşmak için bir veya daha fazla kişi tarafından gerçekleştirilen bir girişimdir (Friedman, 1985: 97). Tüketici boykotu, “Alıcıyla ilgili bir sorunu ve bu sorunun ortaya çıkmasına neden olan kuruluşu etkileme çabası olarak bir ürünün satın alınmasına engel olan tüketici egemenliğinin örgütlü bir uygulaması” olarak tanımlanmaktadır (Smith, 1990: 140 akt. Balıkçıoğlu vd., 2007: 81). Boykotlar pazarlama kavramı ile uyumlu tüketici davranışının bir biçimi olarak tespit edilmiştir (Klein vd., 2004: 92). Boykotların ve onlara katılan tüketicilerin sayısında günümüz dünyasında her geçen gün bir artış olmasına rağmen, pazarlama disiplini, boykotlar ve tüketici boykot davranışları konusuna çok fazla dikkat etmemiştir. Ancak, günümüzde boykot kullanımının artması, boykotu düzenleyenlerin daha çok deneyimli hale gelmesi, adli kurumların protestonun yasal formları şeklindeki boykotları desteklemeleri, gibi nedenlerden dolayı, boykotların pazarlamayı daha çok ilgilendirdiği ve pazarlama disiplini açısından daha önemli hale gelmesi gerektiği ifade edilmiştir (Garrett, 1987: 47) İşletmelerin satışlarını düşürme, kar kayıpları, piyasadaki imajını zedeleme gibi amaçların güdüldüğü boykotlar işletmeler açısından her zaman bir tehdit ve kriz dönemi oluşturmuştur. Ancak, işletmeler açısından boykotlar çok önemsenmemiş, hep gözardı edilmiştir. Boykotların incelendiği ampirik araştırma eksikliğinin nedeni, yöneticilerin genelde tüketici protesto davranışları hakkında çok az bilgiye sahip olmaları ve protesto davranışlarıyla 55 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67. ilgilenmemelerinden kaynaklanmaktadır (Ettenson ve Klein, 2005: 201). Son yıllarda, tüketici boykotları konusunda yapılan çalışmalar literatürde (Witkowski, 1989; Klein vd., 2002; Garrett, 1986; 1987) artmıştır. Boykot ile ilgili, boykot davranış türleri (Kozinets ve Handelmann, 1998), boykota katılımın altında yatan motivasyonların (Sen vd., 2001; Klein vd., 2004; John ve Klein, 2003; Tyran ve Engelmann, 2005) ve boykotun finansal etkisinin (Koku vd., 1997; Pruitt ve Friedman, 1986) neler olduğu çalışmalarda üzerinde ağırlıklı olarak durulan başlıca konulardır (Yuksel ve Mryteza, 2009: 248). Tüketici boykotları ile ilgili literatür araştırması üç alandan oluşmaktadır: (1) boykotun sıklığı, nedenleri ve hedefleri; (2) boykotun sonuçları; ve (3) katılan bireylerin motivasyonları (Hoffmann ve Müller, 2009: 240). Tüketici boykotlarının işletmeler üzerindeki etkilerini inceleyen araştırmacılar (Friedman, 1985; Pruitt ve Friedman, 1986; Pruitt, Wei ve White, 1988; Worrell ve El-Jelly, 1995), boykotların marka, kurumsal imaj, itibar açısından işletmeler tarafından her zamankinden daha önemli hale gelmesi gerektiği ve tedbir almaları yönünde önerilerde bulunmuştur. Diğer yandan, boykotların işletmelerin hisse senedi fiyatları üzerindeki olumsuz etkileri olduğunu belirten çalışmalar (Friedman, 1985; Pruitt ve Friedman, 1986; Pruitt, Wei ve White, 1988; Davidson, Worrell ve El-Jelly; 1995) yapılmıştır (Chavis ve Leslie, 2008: 4). Literatür, (a) hedef şirketin pazarlama uygulamalarını değiştirmek amacı ile yapılan ekonomik ya da pazarlama politikası boykotları, ve (b) politik, sosyal ve etik denetim boykotları olmak üzere iki tür boykotun varlığını kabul etmektedir (Farah, 2008: 6). Knudsen ve arkadaşları tarafından yapılan bir çalışmada da; boykot çağrılarını tetikleyen eylemlerin hükümet eylemleri, işletme eylemleri ve bireysel eylemler olmak üzere üç şekilde sunulduğu belirtilmiştir. Ayrıca çalışmada, boykotu organize edenler tarafından kendi kampanyaları için farkındalık oluşturmak ve belirlenen hedef kitlelerin medya kullanımını yönetmek amacıyla kullanılan stratejiler tartışılmıştır. Boykot çağrılarına yönelik cevap veren çok uluslu şirketler için mevcut çok sayıda stratejiler gözden geçirilmiştir (Knudsen vd., 2008:17-26). Tüketici Boykotlarına Yönelik İşletme Stratejileri Tüketiciler bir işletmeyi boykot ettiğinde, işletmenin satışları, gelir, nakit akışları ve dolayısıyla hisse senedi fiyatlarında azalma oluşabilmektedir (Davidson vd., 1995; Pruitt ve Friedman, 1986; Farah ve Newman, 2010: 347). Örneğin, Birleşik Krallık'ta, Irak savaşı nedeni ile Amerika Birleşik Devletleri'ne öfkeli olan tüketicilerin boykot hedefleri, ABD şirketleri olmuştur. Önceki yıl 600 milyon Pound bir gelir artışı yaşayan bu şirketler, 2004 yılında 3.2 milyar Pound kaybetmiştir. ABD şirketleri Avrupa'da zarara uğrarken, 56 Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda Mersin Starbucks Örneği” ABD'de iş yapan Fransız şirketlerin durumu da aynı olmuştur. Fransa'nın Irak savaşına katılmayı reddetmesine öfkelenen ABD'li tüketiciler, Fransız şaraplarını boykot etmeye karar vermiştir. Bu boykot, işletmelerin haftalık satış oranını % 26 azaltmış ve altı ay süren boykot esnasında yaklaşık % 13 oranında, 112 milyon dolar tutarında bir finansal kayba yol açmıştır (Braunsberger ve Buckler, 2009: 460). Tüketici boykotları işletmenin ürün ve hizmetleri ile ilgili bir kriz çeşididir ve işletmeler açısından son derece önemlidir. Boykotların gerek işletmenin ekonomik durumuna, gerekse imajına zarar vermesini önlemek amacı ile boykotları düzenleyen tüketici grupları ile yürütülecek iletişimde kriz iletişiminin ana ilkelerini göz önünde bulundurmak faydalı olabilecektir (Davidson, 1995: 80). Boykot krizini önlemek için her şeyden önce, işletmenin ihtiyaçlarını, yönetimin değerlerini tanımlamak, belirlenecek amaçlarda bu ihtiyaç ve değerleri göz önüne almak gerekir. İşletmenin nereye gittiğini bilmek, yönetimin temel alanlarında bilgi ve değerleri paylaşmak, yönetimin felsefesini kavramak, krizden kaçınmak için oldukça önemlidir. Problemleri tanımlamayı mümkün olduğu kadar etkili ve verimli çözümler bulmayı ve uygulamayı kolaylaştıracak örgüt yapısını kurmak ve korumak, krizden kaçınmak için ön şarttır. Kriz esnasında, durum doğru olarak algılanmalı ve teşhis edilmeli, gerçekçi bir şekilde ve sükunetle karşılanmalıdır. Ayrıca etkili kararlar alabilmek için bilgi toplamayı sistematik hale getirmeye, farklı hiyerarşik kademelerde çalışanlara fırsat tanıyıcı roller dağıtmaya, zamanın baskısını azaltmaya, krizin kaynaklarını ayrıntılı bir şekilde teşhis etmeye yönelik çabalar sarf edilmelidir (Dinçer, 2004: 424). Bu dönemde alınabilecek en önemli karar, geniş çaplı bir "yeniden yapılanma" yapmaktır. İşletmenin mevcut değerleri, amaçları, varsayımları gözden geçirilmeli, kısaca örgüt kültürü değişiklere kolayca uyum sağlayacak hale getirilmelidir. Bu aşamada ayrıca yönetim ve örgüt geliştirme faaliyetlerine ağırlık verilmelidir (Akgemci, 2007: 438). Boykot dönemlerinde ortaya çıkan krizlerde mutlaka bir kriz planı hazırlanmalı ve stratejiler saptanmalıdır. Planda kriz türleri, önlemler, etkilenecekler ve iletişim kanalları belirlenmeli, bütün bunlar denetim altında bulundurulmalıdır. Bu dönemde yapılan marka yatırımları, imaj kampanyaları ve hedef kitleye verilen umut yüklü iletiler güvenilirliği arttıracağı gibi, uzun vadede olumlu bir geri dönüşü de sağlamaktadır (Bülbül, 2004: 76). İşletmelerde meydana gelen boykot krizlerin yönetilmesinde ortaya çıkan kriz yönetim ilkeleri genel bir ifadeyle yedi maddede açıklanarak, problem üzerinde odaklanmak için günlük işlerle ilgilenen bir kriz ekibinin oluşturulması, en kötü senaryolara göre bir stratejinin belirlenmesi, baskıları gözetmeksizin içeriğe odaklanması, potansiyel müttefiklerin bilinmesi ve onlarla görüşülmesi, etraflı bir kriz hareket planı oluşturulması şeklinde değerlendirilmiştir (Akdağ, 2005: 5). 57 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67. Davidson‟a göre ise tüketici boykotları ile karşılaşan bir işletmenin uygulaması gereken stratejiler şunlardır: İşletme, erken bir uyarı sistemi ve sorunlara cevap bulabilmek için bir politika geliştirmeli, boykot tehditlerini gözardı etmemeli, boykotu düzenleyenlerin ne söylediğini dinlemeli, boykotu düzenleyenlere kapıları açık tutmalı, yaratıcı olabilmek için bir fırsat aramalı, panik yapmamalı ve ekonomik sonuçları kabullenmeli, müşteriler ile daha güçlü ilişkiler kurmak için fırsat yaratmalı, konunun toplumsal veya politik boyutunu ihmal etmemeli, işletmenin ilkelerine sadık kalmalı, hata yapıldığını kabul etmekten korkmamalıdır (Davidson, 1995: 78) Yapılan bir diğer çalışmada da; özellikle uluslararası işletmelerin hedef olarak görüldüğü boykotlarda, üstesinden gelmeleri için seçenekler sunulmuştur. İşletmelerin ortaya çıkan olumsuzlukları giderebilmek için yapmaları gereken stratejik uygulamalar; söylentilere cevap vermek, tartışmalı konulardan uzaklaşmak, boykotların ülke ve bölge ekonomisine olan etkilerini vurgulamak ve pazarlama karmasını yerelleştirmek, olarak ifade edilmiştir (Knudsen vd., 2008:21). Gezi Parkı Direnişi 27 Mayıs sabahı Gezi Parkı‟nın Divan Oteli'ne bakan duvarlarının yıkılması ve ağaçlarının sökülmeye başlamasıyla başlayan süreç, Taksim Dayanışma Platformu tarafından sosyal medyaya taşınmasıyla, 27 Mayıs‟ta başlayan Gezi Parkı direnişi, geniş bir yelpazeden farklı talepleri olan bir kitle oluşturmuştur. Türkiye‟de ve dünyada oldukça tanınmış kişilerin sürece dahil olmasıyla birlikte de konu Türkiye içerisinde farklı illere ve yabancı basına taşınarak dünya gündemine oturmuştur (Banko ve Babaoğlan, 2013). Yaşananların sosyal ve politik izdüşümleri bir yana, ciddi ticari etkileri olduğu göz ardı edilemez bir gerçektir. Özellikle sosyal medyada Gezi Parkı direnişine destek veren veya vermeyen markalar, sosyal medya kullanıcıları tarafından belirtilmiş ve destek vermeyenlerin boykot edilmesi yönünde çağrılar yapılmıştır. Gezi Parkı direnişi sırasında yaşananları ekrana taşımayan CNN Türk, NTV ve bağlı olduğu Doğuş Grubu, yine aynı gruba bağlı olan Garanti Bankası, Habertürk, eylemcilere karşı tavır koyan Kızılkayalar, kepenklerini kapatan Starbucks, eylemcilere su satmayıp polise çay vermesiyle eleştirilen Mado sosyal medyada eleştirilen ve boykot edilmesi istenen işletmeler olarak sıralanmıştır. Yapılan boykot çağrıları sonucunda; bazı bankaların, zincir restoran ve kafelerin, medya kuruluşlarının ve otomotiv işletmelerinin hem ticari olarak hem de itibar açısından bu olaylardan zarar gördüğü söylenilebilir (Kahraman, 2013: 63). 58 Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda Mersin Starbucks Örneği” Gezi Parkı Direnişi Kapsamında Ortaya Çıkan Tüketici Boykotları Örnekleri Gezi Parkı direnişi ile başlayan eylemleri gerçekleştirenlerin, kentli, beyaz yakalı profesyoneller ve onların çocukları olduğu, yapılan araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Çok farklı seviyelerden beyaz yakalı çalışanlar, kurumsal duruşlarını bırakıp ama aynı zamanda kurumsal aidiyetleri de bilinecek biçimde sosyal medya üzerinden yaşananlara taraf olmuşlardır (İlhan, 2013: 27). Gezi Parkı olayları sonrasında, tüketicilerin marka tercihlerindeki değişimin ölçülmesi amacıyla 7-13 Haziran tarihleri arasında 713 kişi ile yapılan bir çalışmanın sonuçları; markaların, makro faktörlerden etkileneceğini ispatlamıştır (Okan ve Yalman, 2013: 81). Gezi Parkı olaylarının 7. ile 13. günleri arasında yapılan ankette, katılımcıların %97,2 oranında bu güncel olayı takip ettiği sonucuna ulaşılmıştır. Katılımcıların %84'ü marka tercihlerinin değişeceğini söylerken, sadece %7,7'si marka tercihlerinde herhangi bir değişiklik olmayacağını belirtmiş, %8,3'ü ise kararsız kalmıştır. Bu olayların içine, lokasyonları dolayısıyla dahil olan kafelerin (Cafe Nero, Strabucks, Mado, Kahve Dünyası, Caribou Cafe ve Divan) olaylar sırasındaki uygulamalarının, tüketici tercihlerinde neden olduğu değişim, araştırmanın en önemli sonucunu oluşturmaktadır. Gezi Parkı olayından önce, katılımcıların %85'i Starbucks'a, %74,8'i Mado'ya ve %57,4'ü Kahve Dünyası'na gittiklerini belirtmelerine karşın, Gezi Parkı olaylarından sonra, sadece %16,8'i Starbucks'a, %10'u Mado'ya ve %24'ü Kahve Dünyası'na gideceğini belirtmiştir. En büyük yüzdesel farklılık (%65) Mado ve (%68) Starbucks'ta görülmüştür. Kafe tercihlerinden olumlu etkilenen tek marka ise Divan olmuştur. Katılımcıların %28,8'lik bir kesimi, Gezi Parkı olaylarından önce Divan Kafe'ye gittiğini belirtirken; bu oran olaylar sonrasında %39'a çıkmıştır. Katılımcıların %76,9'u, tüketici tercihlerinin, bu olaylar sonrasında değişeceğini belirtmiştir. Bu araştırma sonuçları ile tüketicilerin, sosyal olaylar karşısında; kurumların, duyarlı olmadığına inanması durumunda, satın alma tercihleri ile kurumu cezalandırabileceği sonucuna ulaşılmıştır (Okan ve Yalman, 2013: 81). ERA Araştırma ve Danışmanlık tarafından yürütülen bir başka araştırmada, İstanbul‟da yaşayan halkın genelinin görüşlerini almaya yönelik tasarlanmıştır. Araştırmanın amacı, kentin bu dönemde gündeme gelen markalara yönelik algısını belirlemeye yöneliktir. Araştırmada elde edilen verilere göre birçok markanın krizi iyi yönetemediği için itibar kaybettiği gözükmektedir (Oktar vd., 2013). Gösterilerdeki tutumları nedeniyle tüketicilerin beğenisinin en çok değiştiği alan medya sektörü olarak tespit edilmiştir. HaberTürk, CNNTürk, NTV, Sabah Gazetesi ve Hürriyet Gazetesi‟nin eylem destekçileri arasında beğeni oranının düştüğü çalışma tarafından tespit edilmiştir. Destekçiler açısından en çok puan toplayan kurum ise gösterileri ilk günden itibaren canlı olarak yayınlayan Halk TV olduğu belirlenmiştir. 59 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67. Göstericilere ilk günden itibaren kapılarını açan, Divan Oteli‟nin ve Koç Holding‟in daha fazla beğenildiği ifade edilmiştir. Araştırmadan çıkan sonuca göre eylemlere destek olanların bundan sonra Koç Holding markasına daha fazla yöneleceği belirtilmiştir. Özellikle Doğuş Holding, Sabancı Holding, Garanti Bankası, Kahve Dünyası, Saray Muhallebicisi ve MADO gibi markaların krizi iyi yönetemeyerek, tüketici gözünde itibar kaybettikleri göze çarpmaktadır. Araştırmaya göre eylemlere destek olanlar açısından beğeni oranı en çok düşmüş marka ise tartışmasız Starbucks olduğu ifade edilmiştir (Oktar vd., 2013). Birgün Gazetesinin, 05 Haziran 2013 tarihindeki haberine göre: NTV'nin sansür uygulamasına tüketiciler Doğuş Grubu markalarını protesto ederek yanıt vermiştir. Garanti Bankası'ndan bir günde 40 milyon lira mevduat çıkışı yaşanmıştır. Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen, "Boykot edenleri anlayışla karşılıyoruz" demiştir. Garanti Bankası'na ve Doğuş Grubu lokantalarına en etkili protesto yüksek gelir grublarının sürekli ziyaret ettiği Kanyon Plaza ve Alışveriş Merkezi'nde gerçekleşmiştir. Kanyon'da işyerleri bulunan yaklaşık iki bin kişilik bir grup AVM'nin alt katında toplanarak eylem yapmış, AVM'de Doğuş Grubu'na ait tüm lokantalar bomboş bırakılmış, öğle yemeği için diğer restoranlar tercih edilmiştir. Grubun daha sonra topluca Garanti Bankası şubesine giderek, kartlarını iptal ettirdiği ya da hesaplarını kapattırdığı belirtilmiştir. (Birgün Gazetesi, 2013). Haberleri sosyal medya sayesinde öğrenen, kimi zaman da bu kirli bilgi ortamında yanlış yönlenen milyonlarca insanın ortak çağrısına daha fazla kulak tıkayamayan NTV CEO'su Cem Aydın hata ettiklerini kabul ederek özür dilemiştir. Hatta kanalın önünde protesto yapanların arasına inen ve protestocuları destekleyen NTV çalışanları da bu büyük empatinin bir parçası olmuştur (Yener, 2013). Araştırmanın Amacı Bu araştırmanın amacı, Gezi Parkı direnişi kapsamında tüketici boykotlarına maruz kalan işletmelerin eylemler esnasında ne tür tedbirler aldıklarını yerel bazda belirlemektir. Bu amaç doğrultusunda, Mersin ilindeki boykota maruz kalan "Starbucks" işletmesinin eylem esnasında ve sonrasında ne tür stratejiler belirledikleri örnek olay incelemesi çerçevesinde değerlendirilmiştir. Yöntem Araştırmada kullanılan yöntem, nitel araştırma yöntemlerinden "Örnek Olay İncelemesi" yaklaşımıdır. Örnek olay, bir veya az sayıda birbiriyle ilgili katılımcı üzerinde yapılan ayrıntılı çalışma şeklinde 60 Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda Mersin Starbucks Örneği” tanımlanabilir. Yapılan derinlemesine sorgulama ile bir kişi, grup veya kurum hakkında ayrıntılı veriler elde edilmektedir (Altunışık vd., 2010: 66). Örnek olay, çoklu delil kaynaklarının kullanıldığı ve olay ile olayın içinde vuku bulduğu yer arasındaki sınırlar yeterince açık olmadığında gerçek hayatın içinde oluşan tabii bir olayı araştırır (Köklü, 1994: 771). Mersin Starbucks işletmesinde orta düzey yönetici olarak çalışan kişi ile açık uçlu sorulardan oluşan görüşmeler yapılmıştır. Yapılan görüşmeler, iki hafta süren, hafta sonlarında ortalama bir saat ve detaylı bir biçimde alınan notlardan hareketle gerçekleştirilmiştir. Verilerin analizi bilgisayar ortamında yazıya geçirilerek deşifre edilmiştir. Görüşmeciden elde edilen veriler, yetkilinin bireysel düşüncelerinden değil, çalıştığı işletmenin kriz durumlarında uyguladığı iletişim ve pazarlama stratejilerinden oluşmaktadır. Veri Toplama Aracı Araştırmada toplanan veriler yarı yapılandırılmış derinlemesine görüşme kapsamında açık uçlu soru formu ile elde edilmiştir. Yarı yapılandırılmış bir görüşme formu, temel alanlarda önceden geliştirilmiş sorular kullanılarak hazırlanır (Balcı, 2006: 160). Katılımcıların bu görüşme formundaki yarı yapılandırılmış sorulara verdikleri yanıtlar betimlenerek tartışılmıştır. Bu form araştırmacıya görüşme içeriği konusunda yol göstermiştir Görüşme formundaki sorular, iki ana kısım altında toplanmıştır. İlk kısımda işletmelerin, boykotlara karşı ne tür iletişim strateji uyguladıklarını belirlemektir. İkinci kısımda ise işletmelerin bu dönemde uyguladıkları pazarlama stratejilerinin neler olduğunu belirlemek amacıyla oluşturulan sorular sorulmuştur. Hazırlanan sorular mevcut literatür araştırmasında boykot krizlerinde işletmelerin yapması gereken stratejilerden derlenerek oluşturulmuştur. Araştırma Soruları Mevcut literatür kapsamında, örnek olay incelemesi geçekleştirilen işletmeye temel iki soru sorulmuş ve daha sonra mevcut araştırma soruları kapsamında yanıtları aranacak alt sorular belirlenmiştir. İşletmelere sorulan temel iki soru; Araştırma Sorusu 1: Gezi Parkı direnişi kapsamında ortaya çıkan işletmenize yönelik tüketici boykotlarında ne tür İletişim stratejileri belirlediniz? İşletme olarak neler yapıldı? 61 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67. Araştırma Sorusu 2: Gezi Parkı direnişi kapsamında ortaya çıkan işletmenize yönelik tüketici boykotlarında Pazarlama Karma Elemanları açısından nasıl stratejiler belirlediniz? İşletme olarak neler yapıldı? Verilerin Çözümlenmesi Araştırmadan elde edilen veriler betimsel analizle çözümlenmiştir. Betimsel analiz, elde edilen verilerin, önceden belirlenen temalara göre özetlenmesi ve yorumlanmasıdır (Altunışık vd., 2010: 322). Öncelikle çözümlenen verilerin hangi temalar altında sunulacağı belirlenmiştir. Ardından veriler, oluşturulan temalar doğrultusunda betimlenmiş ve katılımcıların görüşlerini yansıtmak amacıyla doğrudan alıntılarla desteklenmiştir. Bulgular Görüşmecilere iki temel araştırma sorusu kapsamında alt sorular sorularak cevaplanması istenmiştir. Görüşülen uzman, Gezi Parkı direnişi kapsamında işletmelerine yönelik tüketici boykotunu sürdüren tüketicilere karşı bu dönemde uyguladıkları iletişim ve pazarlama stratejileri kapsamında neler yapıldığı ile ilgili cevaplar vermiştir. Verilerin yazıya geçirilmesi sırasında görüşmecilerin vermiş oldukları cevapların anlam bakımından daha net değerlendirilmesini sağlamak amacıyla, söylenenler aynen aktarılmıştır. Starbucks işletmesi Mersin ilinde bir AVM içerisinde 5 yıldır faaliyet gösteren, hedef kitlesi çoğunlukla 18-40 yaş aralığında gelir düzeyi ve yaşam koşulları yüksek olan müşteri grubunun, haftada en az 2 defa geldiği uluslararası kahveler zinciri olarak faaliyet gösteren bir işletmedir. Ürün ve fiyatlama stratejileri Merkezden belirlenen, ancak yerel düzeyde mevcut ürün karmalarına "Türk kahvesi" ürünü ekleyen bir işletmedir. Gelen müşterilerini tanıyan, diyalog geliştiren çalışanları bulunmaktadır. Gezi Parkı direnişi kapsamında ortaya çıkan tüketici boykotlarında, AVM'ye karşı ve Starbucks'a yönelik oluşan boykot kapsamında Mersin ilinde en çok etkilenmiş işletmelerin başında gelmektedir. Eylemler esnasında tüketiciler yaklaşık bir ay boyunca Mersin Forum AVM önünde toplanarak AVM'yi ve AVM'de bulunan Starbucks'ı protesto ederek kalabalık halde yürüyüşler gerçekleştirmiştir. Polis müdahalelerin yaşandığı 30 Haziran 2013 tarihinde Starbucks masa sandalye ve şemsiyeleri ateşe verilmek suretiyle eylemciler tarafından barikat oluşturulmuştur. Bu olaydan sonra yaklaşık bir hafta süresince müşterilerine tam anlamıyla hizmet vermekte aksaklıklar yaşanmıştır. Boykotların yaşandığı bu dönemde işletme iletişim ve pazarlama açısından ne tür stratejiler uyguladıklarını şu şekilde belirtmiştir (Kişisel görüşme, 2014): 62 Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda Mersin Starbucks Örneği” İletişim Stratejileri - - - - - - Türkiye Merkezli bir basın sözcüsü belirlendi. Medyada yeralan basın bülteni çoğaltılarak Starbucks camlarına ve içerideki kasa bölümüne, bar bölümüne yapıştırıldı, müşterilerin görmesi ve okuması sağlandı. İşletmenin sadece boykot esnasında değil ortaya çıkabilecek kriz dönemlerinde yol göstermesi amacıyla ana merkez tarafından oluşturulmuş bir "Kayıp Önleme ve Güvence Bölümü" bulunmaktadır. Bu bölümden sürekli talimatlar alındı ve bu bölüme bilgiler verilerek iletişim sağlandı. Sosyal medya, ve diğer medya araçlarından özellikle internet ortamından yerel düzeyde yararlanılmadı, genel merkez talimatlarına uyuldu. Boykotu düzenleyenlerin, İstanbul Merkezli Mağazada istekleri dikkate alınmadı onlarla iletişime geçilmedi. Ancak, Mersin‟de bulunan mağazamızda, müdahalelerden kurtulan ve kaçanlara kapılar açıldı, kapıların önüne su ve süt kolileri, ilkyardım malzemeleri konuldu. Bu, Genel merkez talimatıyla gerçekleştirildi. Boykot tehditlerine yeterince önem verilmedi, Genel Merkez, İstanbul bazlı bir boykot olabileceği düşünüldü, yerel düzeyde etkilenebileceğimiz öngörülmedi. Boykot sebebi olarak ortaya çıkan söylentilere direnişçilere yardım edilerek yanıt verildi. Özellikle çalışanlar ve diğer müşteriler, ya da kitlesel kapımıza gelen boykotçular arasında tartışmalı konulardan uzaklaşıldı. Tüm talimatlar merkezden alındı, merkez ve bölge müdürlüğü doğrultusunda söylenilen talimatlar yerine getirildi. Bu dönemde çalışanların dikkat etmesi gereken unsurlar oldu, özellikle çalışanlara yönelik toplantı, konuşmalar, dikkatli olması ve taraf tutmaması yönünde uyarılarda bulunuldu ve ayrıca çalışanlara yönelik serbestiler uygulandı, eyleme katılmak isteyenlere gidebilecekleri söylenildi. Pazarlama Stratejileri - - Hedef kitlede bir değişiklik meydana gelmedi ancak Starbucks, Mersin'de AVM içerisinde faaliyet sürdüren bir işletme olması sebebiyle gerek AVM boykotu, gerek Starbucks boykotu kapsamında Kafe'ye gelen müşteri sayısında azalma meydana geldi. Ve dolayısıyla satışlarda azalma meydana geldi (Satışlar veya müşteri sayısına yönelik net bir rakam belirtilmemiştir). Gezi Parkı direnişinin başlamasıyla devam eden bir aylık süreçte satışlarda azalma düşüş meydana geldi. Özellikle AVM önünde gerçekleşen polis müdahalelerinin yaşanmasıyla yaklaşık bir hafta hizmet verilemedi. Yerel bağlantılar açısından mevcut müşteri kitlemizin Genel Merkez tarafından uygulanan boykot sebebi olarak belirtilen davranışların bizim tarafımızdan yapılmayacağı inancı hissedildi. 63 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67. - - Ürün stratejilerimizde bir değişiklik meydana gelmedi, yerel düzeyde bunu gerçekleştiremeyiz. Bölge yetkilileri ya da Merkez yetkilileri talimatıyla gerçekleştirebiliriz. Fiyat stratejilerimiz aynı kaldı. Bu dönemde tutundurma faaliyetlerimiz arttı. Özellikle hedef kitlemizi oluşturan genç kitlenin bulunduğu ortamlarda (üniversite gibi) "kahve sohbetleri" adı altında toplantılar düzenlenildi, halkla ilişkiler çalışmaları, ve kardeş okul kitap kampanyaları tarzı sosyal sorumluluk projeleri gerçekleştirildi. Değerlendirme ve Sonuç Mersin ilinde tüketici boykotlarına maruz kalan Starbucks işletmesinin bu dönemde neler yaptığına/yapamadığına ilişkin genel bir değerlendirme yapılmak istenirse; işletme öncelikle mevcut durumu bir kriz olarak algılamıştır. Ancak bu tür bir krizin, İstanbul merkezli gerçekleşeceğini, Mersin'de kitlesel bir eylemin ve buna bağlı boykotun olmayacağını, bu dönemde mevcut müşterilerinin sadık müşteriler olduğunu varsayarak boykottan etkilenmeyeceklerini düşünmüşlerdir. Dolayısıyla, işletmenin boykotlara yönelik proaktif herhangi bir kriz iletişimi stratejisi mevcut değildir. Ancak boykotun Mersin il merkezinde gerçekleşmesi ve ortalama bir ay kadar sürmesiyle birlikte İstanbul merkezli bir kriz iletişimi stratejisi uygulanmıştır. Kriz iletişimi krizin her evresinde iç ve dış hedef kitlelerle kurulacak iletişimin yönetilmesidir. Hedef kitleye uygun mesajların oluşturulması sonrasında en uygun iletişim araçlarının seçilmesi gerekir (Suher, 2013: 116). Kriz zamanlarında verilecek mesajların hedef ve amaçlarının kurum yöneticileri ve iletişimcilerinin ortak kararları üzerine belirlenmesinden sonra gelen basamak hedef kitlelerin profillerinin çıkarılmasıdır. Hedef kitlenin demografik özelliklerinin belirlenmesi kadar tutumlarının, inançlarının ve duygusal durumlarının öğrenilmesi de mesajın hedef kitleye nasıl yansıyacağının anlaşılması için önemlidir (Suher, 2013: 116). Kriz iletişimi açısından işletme, Taksim‟deki polis müdahalesinin ardından göstericilere yardım etmediği, kepenklerini kapattığına yönelik eleştirilere cevaben durumun tam tersi olduğunun anlatıldığı, güvenlik kamerası görüntülerinin bulunduğu basın bülteni hazırlamıştır. Ülkemizdeki son olaylarla bağlantılı, marka konumlanmasında, etik marka olması gibi tarafsız bir duruşla; özellikle, bizim gibi ülkelerdeki, siyasal kırılma ve ayrışmaların, kitleler arasında kutuplaşmanın, kamplaşmanın artmakta olduğu bir ülkede, özen göstermek zorunluluğu vardır ve marka yönetimi, marka yöneticileri taraf tutmadan, marka konumlandırmasını iyi yönetebilmelidir (Odabaşı, 2013: 27). Bu bağlamda sürdürülebilir marka yönetimi çerçevesinde, etkin kriz yönetimi stratejileri ve iletişim yöntemlerinin ne denli önemli olduğu bir kez daha görülmüştür (Okan ve Yalman, 2013: 81). 64 Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda Mersin Starbucks Örneği” İstanbul Starbucks'ın mevcut durumda tarafsızlığını belirtememiş olması yerel düzeyde tarafsız duran işletmenin faaliyetlerinin gözardı edilmesine ve eylemler boyunca boykot edilen işletmeler içerisinde en üst sırada yer almasına neden olmuştur. Boykot dönemlerinden olumsuz etkilenen markaların durumlarına düşmemek için; tarafsızlığın, empati ve diyaloğun, bu konuda vazgeçilemez öneme sahip, anlayış ve uygulamalar olduğu içselleştirilmelidir (Odabaşı, 2013: 27). Ele aldığımız işletme, boykot tehdidini gözardı ederek, öngörememiş, daha sonra merkezden gelen talimatlarla hareket ederek durumu kurtarmaya çalışmıştır. Bir kriz dönemi olarak nitelendirilen boykotlarda en önemli husus olarak başta müşteriler olmak üzere önemli sosyal paydaşlar ile iletişime gerekli önemin verilmesi gerektiği ön plana çıkmaktadır. Davidson, buna bağlı olarak boykot tehditlerinin önemsenmesi gerektiğinden bahsetmektedir (Çakır, 2010: 129). İşletme, bir koordinatör eşliğinde her sabah çalışanlarla toplantılar yaparak faaliyetlerine başlamış ve bu doğrultuda çalışanların bilgilendirilmesi sözkonusu olmuş ve başarılı bir şekilde uygulamıştır. Krizlerle ilgili olarak öncelikle çalışanları bilgilendirmek gerekmektedir. Boykotlarda da boykotun sebepleri ve işletmelerin boykot karşısında izleyeceği tutum ile ilgili olarak çalışanlara bilgi verilmelidir (Çakır, 2010: 130). Eylemlerin Mersin'de başlamasıyla birlikte eylemcilere yönelik tavırları İstanbul Starbucks'ta olduğu gibi olumsuz olmasa da tüketiciler tarafından boykota maruz kalmıştır. İşletme, özellikle polis müdahalelerinin olduğu günlerde eylemcilere yardımcı olmuş ancak mevcut boykot kararından etkilenerek satışları düşmüş, işletmeye gelen müşteri sayısında azalma meydana gelmiştir. Ayrıca polis müdahaleleri esnasında işletmede maddi zararlar meydana gelmiş, yaklaşık bir hafta süreyle hizmet veremez duruma gelmiştir. Kriz esnasında herhangi bir iletişim yöntemi belirlenmemiş, mevcut İstanbul merkezli hazırlanan basın bülteni işletmenin görünen yerlerine asılmıştır. Basın bülteni ile dile getirilen durumun uygulamada böyle olmadığı yönündeki eleştirilerin sosyal medyada belirtilmesi işletmeyi boykotun hedefi olmaktan kurtaramamıştır. Mersin Starbucks işletmesinin çalışanlara yönelik bilgilendirmede bulunması, taraf tutmamalarını ifade etmeleri, ve bir serbestlik sağlamaları kriz anında çalışanlara yönelik iletişimin başarılı şekilde uyguladığının bir göstergesi olarak ifade edilebilir. Son olarak işletmenin boykot krizlerinde kriz iletişimini çok iyi yönetemediği, eksikliklerin bulunduğu ifade edilebilir. Pazarlama stratejileri açısından ise, işletme merkeze bağlı hareket etmesi dolayısıyla karmada değişiklik gerçekleştirmemiştir. Oysaki, işletmelerin insiyatif kullanarak, boykot dönemlerinde yerel tutundurma çalışmaları sunmaları, kendi reklam kampanyalarında yerel imgeleri dahil ederek, güçlü bir yerel lezzet ile yeni ürünleri tanıtmaları, pazarlama karmasını yerelleştirerek, değiştirmeleri, pazarlama stratejileri açısından boykota karşı bir önlem olarak ele alınmaktadır (Knudsen vd., 2008: 23). 65 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67. Ancak, işletme üzerindeki olumsuz imajı kaldırmak açısından insiyatif kullanarak tutundurma çabalarına ağırlık vermiştir. Tutundurma çabalarında başarılı olduğu ve mevcut boykot sebebiyle ortaya konan imajını düzeltmek için çaba sarfettiği sonucuna varılabilir. Sonuç olarak, günümüz postmodern dünyasında değişim, her yerde olacaktır. Bu değişimi okuyup içselleştirebilen emeğe, insana, doğaya saygılı, tarafsız işletmeler sürdürülebilir başarıyı yakalayabilecektir. Çalışma, tüketici boykotlarına yönelik ne tür tedbirler alındığına/alınmadığına yönelik yerel bir bakışı ortaya koymasına rağmen, bir takım kısıtlara sahiptir. Bu kısıtlardan en önemlisi, araştırmanın evren ve örneklemi ile ilgilidir. Araştırma sadece Mersin ilinde boykota maruz kalmış Starbucks işletmesini kapsamaktadır. Elde edilen sonuçların genellenmesi söz konusu değildir. Ancak, bu çalışmadan elde edilen sonuçlar, uygulayıcılar ve araştırmacılar için temel bulgular sağlayabilir. Bundan sonraki çalışmalara öneri olarak, Gezi Parkı direnişi kapsamında ortaya çıkan tüketici boykotlarının İstanbul merkezli ve diğer yerel düzeydeki işletmeler açısından incelenmesi, mevcut tüketicilerin boykota katılım, boykot sonrası işletmeye yönelik satın alma davranışlarının araştırılması yönünde gerçekleşebilir. Kaynaklar Altunışık, R., Coşkun, R., Bayraktaroğlu, S. ve Yıldırım, E., 2010, Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri, Sakarya Yayıncılık, Sakarya. Akdağ, M., 2005, "Halkla İlişkiler ve Kriz Yönetimi", Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 14, s. 1-20. Akgemci, T., 2007, Stratejik Yönetim, Gazi Kitabevi, Ankara. Balcı, A., 2006, Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntem, Teknik ve İlkeler, Pegem Yayıncılık, Ankara. Balıkçıoğlu, B., Koçak, A. ve Özer, A., 2007, "Şiddet İçermeyen Bir Eylem Olarak Dolaylı Tüketici Boykotlarının Oluşum Süreci ve Türkiye İçin Değerlendirme", Ankara Üni. Siyasal Bilgiler Fak. Dergisi, 62 (3), s.79-100. Banko, M. ve Babaoğlan, A. R., 2013, Gezi Parkı Sürecine Dijital Vatandaş‟ın Etkisi, (http://geziparkikitabi.com/), e.t. 10.10.2013. Bayuk, M. N. ve Ofluoğlu, M., 2013, "Tüketici Boykotu ve İşletme Faaliyetlerine Etkileri", Kamu-İş, İş Hukuku ve İktisat Dergisi, 13 (1), s.141-155. Birgün Gazetesi, 2013, "Doğuş'a Tüketici Darbesi: Garanti'den 40 Milyon Çıktı", (http://www.birgunabone.net/economicindex.php?newscode= 137042285&year=2013&month=06&day=05), e.t. 05.06.2013. Braunsberger, K. ve Buckler, B., 2009, "Consumers on a Mission to Force a Change in Public Policy: A Qualitative Study of the Ongoing Canadian Seafood Boycott", Business and Society Review, 114 (4), s.457-489. Bülbül, A. R., 2004, Halkla İlişkiler, Nobel Yayın, Ankara. Chavis, L. ve P. Leslie, 2008, "Consumer Boycotts: The Impact of The Iraq War on French Wıne Sales in The U.S.", (http://areas.kenanflagler. unc.edu/Entrepreneurship/faculty/chavisl/Documents/Consumer%20boycotts% 20The%20impact%20of%20the%20Iraq%20war%20on%20French%20wine%2 0sales%20in%20the%20US.pdf), e.t. 20.09.2013. Çakır, H. Ö., 2010, "Tüketici Boykotlarının Kriz iletişimi Açısından Değerlendirilmesi", Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2, s.121-136. Davidson, D. K., 1995, "Ten Tips for Boycott Targets", Business Horizons, 38 (2), s. 77-80. Dinçer, Ö., 2004, Stratejik Yönetim ve İşletme Politikası, Beta Basım, İstanbul. 66 Karaca, Y., 2016, “İşletmeler Tüketici Boykotlarina Ne Kadar Hazirlikli? Gezi Parki Direnişi Kapsaminda Mersin Starbucks Örneği” Ettenson, R. ve Klein, J. G., 2005, “The Fallout From French Nuclear Testing in The South Pacific: A Longitudinal Study of Consumer Boycotts,” International Marketing Review, 22 (2), s. 199–224. Farah, M. F. ve Newman, A. J., 2010, "Exploring Consumer Boycott İntelligence Using A Socio-Cognitive Approach", Journal of Business Research, 63, s.347-355. Farah, M. F., 2008, "Understanding and Predicting Consumers‟ Boycott Participation: An Application of the Theory of Planned Behavior", (http://www.escpeap.eu/conferences/marketing/2008_cp/Materiali/Paper/Fr/Far ah.pdf), e.t. 18.09.2013. Friedman, M., 1985, “Consumer Boycotts in the United States, 1970–1980: Contemporary Events in Historical Perspective,” Journal of Consumer Affairs, 19, Summer, s.96-117. Garrett, D. E., 1987, "The Effectiveness of Marketing Policy Boycotts: Environmental Opposition to Marketing", Journal of Marketing, 51 (2), s.46-57. Hoffmann, S. ve Müller, S., 2009, "Consumer Boycotts Due to Factory Relocation", Journal of Business Research, 62, s.239-247. İlhan, A. C., 2013, "Şirketler ve Markalar Açısından Gezi Parkı Protestoları", Reportturk Dergisi, 25, Temmuz, s. 26-27. Kahraman, A., 2013, "Bir Kahve Lütfen, Devrimci" Olsun!", Marketing Türkiye, 1 Eylül, s. 62-72. Klein, J. G., John, A. ve Smith, N. C., 2001, "Exploring Motivations for Participation in a Consumer Boycott", (http://citeseerx.ist.psu. edu/viewdoc/download?doi=10.1.1.200.948&rep=rep1&type=pdf), e.t. 15.09.2013. Knudsen, K., Aggarwal, P. ve Maamoun, A., 2008, “The Burden Of Identity: Responding to Product Boycotts In The Middle East”, Journal of Business & Economics Research, 6 (11), s. 17-26. Köklü, N., 1994, "Örnek Olay Çalışma Metotları", Ankara Üniversitesi Eğitim Bil. Fakültesi Dergisi, 27 (2), s.771-779. Odabaşı, Y., 2013, "Siyasallaşan Tüketici, Tüketim ve Marka Yönetimi", The Brand Age, Temmuz, s.27. Odabaşı, Y., 2011, "Postmodern Toplumsal Bir Başkaldırı", The Brand Age, Aralık, s.5861. Odabaşı, Y., 2008, "Siyasallaşan Tüketiciliğin Demokratik Denetim Gücü", (http://yavuzodabasi.blogspot.com/2008/05/siyasallaantketiciliindemokra tik.html), e.t. 02.09.2013. Okan, E. Y. ve Yalman, N., 2013, "Gezi Parkı Direnişi ve Değişen Marka Tercihleri", The Brand Age, Temmuz, s.81. Oktar, E., Yüksel, N. ve Ertegün, E., 2013, "Gezi Parkı Araştırması Raporu”, Era Research and Concultancy, (http://imgserveri.com/ F34CADC556F14D2DA1D8ECC82AD1B567/ERA-GeziParki.pdf), e.t. 21.06.2013. Suher, İ., K., 2013, Kriz İletişimi ve Yönetimi, Anadolu Üniv. Açıköğretim Fakültesi Yayını, Eskişehir. Yener, E., 2013, "Markaların Gezi Parkı İle İmtihanı" (http://www.halkla iliskiler.com.tr/MarkalarinGeziParkiileimtihani.php), e.t. 13.06.2013. Yuksel, Ü. ve Mryteza, V., 2009, "An Evaluation of Strategic Responses to Consumer Boycotts", Journal of Business Research, 62, s.248-259. Yuksel, Ü. ve Mirza, M., 2010, "Consumers of The Postmodern World: Theories of AntiConsumption and Impression Management", Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi, XXIX (II), s. 495-512. 67 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 53-67. 68 7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi* Utku Sayın Suad Sakallı Gümüş Yrd. Doç. Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim Fakültesi Özel Eğitim Bölümü E-posta: utkusayin@msn.com Yrd. Doç. Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim Fakültesi Özel Eğitim Bölümü E-posta: ssakalli@umail.iu.edu Özet: Siyasi partiler, propaganda yolu ile seçmen kitlelerini etkileyerek oy vermelerini sağlamaya çalışırlar. Bu sayede iktidare gelerek ülke ve toplumları yönetmek isterler. Bu çalışmada, 7 Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimlerinde başarı göstererek mecliste grup kurma yetkisi kazanan dört siyasi partinin, propaganda sürecinde yayınladıkları seçim beyannamelerinde engelli ifadeleri odağında içerik analizi amaçlanmıştır. İçerik değerlendirmesi biçimsel ve ifadelerin değerlendirmesi şeklinde olmak üzere iki yolla yapılmıştır. Sonuçta, engelli kavramının en sık Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından kullanılmasının yanı sıra en fazla vaatte bulunan parti yine aynı parti olmuştur. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), daha çok mevcut durumun betimlenmesi şeklinde hazırlamış olduğu beyannamede, engelli bireylerle ilişkili olarak en az vaat sunan parti olarak belirlenmiştir. Toplam 93 vaadin sunulduğu beyannamelerde vaatlerin yarısından fazlası “Sosyal-Ekonomik Politikalar”, “İstihdam” , “Sağlık” ve “Eğitim” gibi, seçmen kitlesi tarafından kolay görülebilen ve önem verilen, hizmet ve politikalar alanlarında ortaya çıkmıştır. Anahtar Kelimeler: Engelli, Siyasi Parti, Beyanname, Seçim, Vaat The Evaluation to Political Parties' Election Declarations in the June 7th 2015 Parliamentary General Elections on the Basis of the Content of the Disability Abstract: Political parties aim to impact voters with propaganda to draw their votes to themselves. Their goal is to come to power and govern countries and societies. In this study the data comes from a content analysis of to the election declarations of the four political parties that were successful in the June 7th 2015 parliamentary elections and that established a group in the parliament.This analysis was conducted two ways: one as formal and another as content assessment. According to the results of the study, CHP is the political party with highest number of reference to the disabled concept and the highest number of assurances to disabled induviduals in its declaration. Yet, AKP is the party that gave the least number of assurances to disabled individuals in its declaration prepared on the base of a description of recent situation. A majority of the * Bu çalışma ELMIS2016 Kongresinde özet halinde sözlü bildiri olarak sunulmuştur Sayın,U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi”, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran, s. 69-89. Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89. total 93 assurances in declarations are about “Social-Economical Politics”, “Employement”, “Health” and “Education” that are more visible in service delivery and for politics. Keywords: Disabled, Political Party, Declaration, Election, Commitment Giriş Yapısal-işlevselci sosyoloji, toplumsal yapının varlığı ve devamını sağlayan kurumlar arasında siyaset kurumunu da hayati önemde olan kurumlar arasında ele almaktadır (Arslan ve diğ., 2013: 555). Demokrasilerde siyaset kurumu diğer yapıların yanı sıra en temelde siyasi partiler aracılığıyla varlığını devam ettirebilmektedir. Siyasi partilerin önemli fonksiyonlarından birisi, siyaseten karar alma sürecini basitleştirmek ve istikrarı sağlamaktır. Ancak rekabetin olumsuz olduğu durumlarda, siyasi partilerin istikrarı bozucu etkisi de söz konusu olabilmektedir (Sakal, 1998: 214). Literatürde elde edilen verilere göre siyasi partilerin 4 temel işlevi söz konusu olup bu işlevler şu şekilde sınıflanabilir (Pektaş, 1997: 107-109): 1234- Düşünce, eğilim ve çıkarların birleştirilmesi ve kanalize edilmesi işlevi Siyasal sistemdeki rollerin bireylerle doldurulması işlevi Devlet mekanizmasını yönetme ve denetleme işlevi Siyasal toplumsallaşma, siyasal kültürü geliştirme ve eğitme işlevi Demokrasi temel olarak, yurttaşların egemenliğinin mevcut yasaların kabul ve itaat edilmesi yoluyla kendiliğinden sınırlandırılmasını, yurttaş egemenliğinin, çoğunluk yoluyla seçilmişlere aktarılmasını içerir (Bayhan 2002: 2). Bu yönüyle siyasi partiler katılımcı demokrasilerin olmazsa olmazıdır. Partilerin katılımcılığı gerçekleştirebilmeleri için en etkili yol ise seçimlerdir. Siyasal sistemde seçimler, beklentilerin karara dönüştürülebilmesinin bir yoludur. Bu bağlamda seçmen, seçim aracılığıyla bir politikayı onaylar veya reddeder. Gerçekte seçimler aracılığıyla seçmenler ile siyasi partiler ve genel olarak siyaset kurumu arasında bir alışveriş söz konusudur. Seçmenler verdikleri oyun karşılığı olarak siyasi partinin yasama kararlarını elde etmeyi hedefler. Bu alışveriş ise seçmen açısından memnuniyetin yanı sıra pişmanlıkta yaratabilir. Seçimin temelinde siyasal partiler, siyasal partilerin temelinde de kamusal politikalar oluşturma ve güven sağlama yer almaktadır. Bir demokraside, siyasetin halkın isteğini yansıtması beklendiği gibi, politikaların da değişen beklentilere yanıt vermesi gerekir. Şayet politikalar seçmenlerin tercihlerindeki değişimlere yanıt veremiyor veya yeni alanları yanıtlayamıyorsa, demokrasi kötü durumda demektir. Dolayısıyla toplum değiştiği sürece, politikalar da değişmelidir (Üste, Yüksel ve Çalışkan, 2007: 219; Okumuş, 2007: 159; Walgrave, Nuytemans 2009: 190). Çok partili demokrasilerde bireyler, parti programında belirtilen hususlar çerçevesinde, sonraki dönem için kendisine sunulacak kamu mal ve hizmetlerine ilişkin tercihte bulunarak, temsilcilerini seçer (Sakal, 1998: 214). 70 Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi” Montesquieu‟nun “büyük bir devlette halkın tamamının bir yasama organı içinde toplanması ve karar almasının imkânsızlığından dolayı halkın temsilci seçmek zorunda olduğu” yönündeki görüşü (Koçak, 2006: 116) ile Sakal‟ın görüşünün paralel olduğu düşünülmektedir. James Mill (1820) “temsil” kavramını, “modern zamanların büyük keşfi” olarak sunmuş ve demokrasiyi, tarihteki şehir devletlerinin rejimi olmaktan öteye taşımıştır (Koçak, 2006: 116). Partiler seçimlerde kazandıkları destek ve oy ile meclislerde çoğunluğun temsilini kazanmayı hedeflerler. Siyasi parti kavramı çeşitli yazarlar tarafından birçok yolla tanımlanabilmektedir. Bir program etrafında toplanmış, süreklilik özelliği olan ve iktidarı elde etmek ve paylaşmak amacı olan kuruluş siyasi partiler olarak tanımlanabilir (Kapani, 2003: 159). Ware (1996) ise siyasi partiyi, “asgari politik amaçlar ve fikirler çevresinde birleşerek, seçim yolu ile kamu yapısına sahip olup, toplumun siyasi hayatını etkilemeyi amaçlayan, organize insan grubu” olarak tanımlamaktadır (akt. Bulut ve Güven, 2010: 282). Osmanlı Devleti‟nin devamı kabul edildiği zaman, Türkiye tarihinde, II. Meşrutiyetin ilanını takiben 1909 yılında Meclis-i Mebusan‟ın, 1876 Kanuni Esas-i‟de yapmış olduğu değişiklikle parti kurma hakkı ortaya çıkmıştır. Bunu takiben 1912 erken genel seçimleri için ilk çok partili seçim deneyimi denilebilir (Tepekaya 2013: 38). Gelişen tarihsel süreç içerisinde savaşlar, sıkıyönetim dönemleri, darbeler ve çeşitli nedenlerle Türkiye demokrasisi kesintilere uğrasa da, 1946 yılından itibaren çok partili seçimler yapılmaktadır. Liberal demokrasi açısından seçimler yönetici sınıf ve elitlerin belirlenmesinde temel bir role sahip olup, seçim kampanyaları ile vatandaşların etkilenmesi hedeflenmektedir. Partiler seçmen kitlesine yönelik bu kampanyalarda çoğunlukla çeşitli iletişim araç ve yöntemlerinden yararlanmaktadırlar. Seçim kampanyası, siyasi partilerin ideolojilerini, programlarını veya adaylarını, seçmenlerin beğenisine sunmak için yapmış olduğu faaliyetlerdir. Seçim kampanyalarının hedefleri, kendi seçmen kitlesini rahatlatmak, karasız seçmeni çekmek, eleştiren seçmenin şüphelerini gidermek şeklinde tanımlanabilir (Üste ve diğ. 2007: 221; Kalender, 2003: 31). Partiler, demokrasileri ve politikacıların kendi politik kararlarını meşrulaştırmaya yarayan, toplum ve politikacılar arasındaki en önemli aracıdır. Bu aracılık sürecinde parti beyannameleri en önemli rolü oynarlar. Partiler seçmenlerini etkilemek için, onların umut ve beklentilerine yanıt verecek politika, söylemler, vaat ve projelerle ortaya çıkarlar. Siyasal iletişim stratejilerini de etkin bir şekilde kullanarak, görsel ve yazılı medya aracılığıyla seçmen kitlesine beyanlarını iletmeye çalışırlar. Bu beyanlar içerisinde en çok yer edinen, seçmenlerine mesajların kesin bir dille iletilmesini sağlayan yöntem ise “seçim beyannameleri”dir. Seçim beyannameleri, hükümet olmaya aday siyasi partilerin, seçmenlerinin inanmaları ve kendilerini yönetime seçmeleri için yapacaklarını ifade ettikleri vaatlerin yer aldığı taahhütlerdir. Partiler, seçimlerde, bir program oluşturup politik tercihleri 71 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89. listeler ve seçmenlere bu listeyi sunarlar. Seçmenlerden yeterli desteği alırlarsa, hükümet etme yetkisine sahip olarak, beyanname ve parti programında sunulan politikaları uygulamaya başlarlar. Parti beyannameleri büyük oranda seçmenler tarafından bilinmemekle birlikte, partinin plan ve fikirlerini yansıtan, gelecekte sorumlu tutulacağı, verilmiş sözleri içeren formlar olması nedeniyle kıymetlidirler. Partiler çeşitli alanlarda ortaya koydukları problem ve hizmetler konusunda seçmene, kendilerine yetki verilmesi durumunda gerçekleştirecekleri değişiklikleri, parti programı ve beyannameleri sayesinde taahhüt ederler (Walgrave, Nuytemans, 2009: 191; Bulut, Güven 2010: 282; Demirci 2014: 35; Polat, Akkaya, Binici 2015: 297; Terkan 2010: 115; Tiyek 2015: 38). Bu açıdan ele alındığında engelli bireylerle ilişkili olarak sunulan vaat ve beyanların, kendileri ve ailelerinin, siyasi parti tercihlerinde ve seçimlerde kullandıkları oyun renginde belirleyici rol oynaması olasıdır. Son yıllarda engellilik, siyasal alan da dahil olmak üzere, oldukça hararetli bir tartışma konusu olmuştur. Siyasal müdahaleler, ayrımcılık, sağlık ve refahın sağlanması için geleneksel ilginin ötesinde hareketlenme, merhamet ve kültürel ifade rolü, ulaşım ve eğitimde ayrımcılık, otonomiyi arttırıcı buluşlar gibi konuları merkeze almıştır. Büyük Britanya Hükümeti, 1995 yılı Engelli Ayrımcılığı Yasasında engelli kavramını, “bireyin günlük yaşam aktivitelerini gerçekleştirme yeteneği üzerine büyük ve uzun süreli olumsuz etkisi olan fiziksel ve zihinsel bozukluk” olarak tanımlamıştır. Bozukluk; hareketlilik, el becerisi, fiziksel koordinasyon, taşıma becerisi, konuşma, işitme veya görme, hafıza veya odaklanma becerisi, öğrenme ya da anlama, riskleri algılama gibi günlük yaşam gereksinimlerinin en az birisinde olmalıdır. “Uzun süreli” kavramı ise engelin en az son 12 aylık süre boyunca devam etmesini ifade etmektedir (Shakespeare, 1993: 249; Purdam ve diğ., 2008: 53). Türkiye İstatistik Kurumu‟nun (TÜİK) 2002 yılında yapmış olduğu, Türkiye Özürlüler Araştırmasına göre, Türkiye‟de engelli nüfusunun genel nüfusa oranı, süreğen hastalığı olanların da dahil edilmesi ile %12.29 olarak tespit edilmiştir. Bu veri bağlamında 2015 adrese dayalı nüfus sayımına göre 78 milyon 741 bin 053 kişi olan ülke nüfusu içinde, yaklaşık 9 milyon 677 bin civarında engelli birey olduğu varsayılmaktadır (e-6). Bu rakamlara her engelli bireyin ortalama dört kişilik bir ailede yaşadığı varsayılırsa, engelli politikalarının yaklaşık 37 milyon vatandaşı ilgilendirmesi olasıdır. Söz konusu varsayımdan yola çıkarak, yaklaşık 37 milyon insanımızı ilgilendiren engelli politikalarını belirlemeye aday siyasi partilerin, politikalarını anlattıkları, seçim beyannamelerinin önemi daha da artmaktadır. Bu çalışmada, 7 Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimleri propaganda sürecinde beyannamesi yayınlanmış olup, seçim barajını aşarak Türkiye Büyük Millet Meclisi‟nde (TBMM) temsil edilebilen dört siyasi partinin, engelli vatandaşlar ve haklarına yönelik olarak, seçim bildirgelerinde yer alan ifadeleri ve taahhütlerinin, içerik analizinin yapılması amaçlanmıştır. Araştırma ile elde edilecek bulguların derlenmesi ve sunulması ile Türkiye‟deki siyasi partilerin, politikalarının ve bundan sonraki 72 Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi” seçim argümanlarının, engelli bireyler geliştirilmesi beklentisi taşınmaktadır. açısından daha pozitif yönde Araştırmanın Temel Problemi 7 Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimleri propaganda sürecinde Türkiye siyasi partileri, seçim beyannamelerinde, “engelli kavramı ve engelli bireyleri” nasıl ele almışlardır? Araştırmanın Alt Problemleri 1234- Örneklemdeki siyasi partiler seçim beyannamelerinde engelli bireylerden ne sıklıkta söz etmektedirler? Örneklemdeki siyasi partilerin seçim beyannamelerinde engelli bireylere yönelik vaatleri nelerdir? Örneklemdeki siyasi partilerin seçim beyannamelerinde engelli bireylere yönelik vaatlerinde benzerlik ve farklılıklar nelerdir? Örneklemdeki siyasi partilerin seçim beyannamelerinde engelli bireylere yönelik vaatleri hangi alanlarda ve sayıda yer bulmuştur? Araştırmanın Sınırlılıkları Bu araştırmanın en temel sınırlılığı, örneklemdeki siyasi partilerin 7 Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimleri için yayınlamış oldukları seçim beyannamelerinin analiz edilmesidir. Söz konusu seçimlerden önceki ve sonraki seçimlere ilişkin bildirgelerin, parti programlarının ve televizyon veya miting konuşmalarının değerlendirmeye dahil edilmemiş olması, partilerin genel politik eğilimleri veya engelli politikalarının dikkate alınmamış olması araştırmanın en önemli sınırlılıklarından birisidir. Araştırmanın bir başka sınırlılığı ise, 7 Haziran 2015 genel seçimlerine katılabilen siyasi partiler arasından, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olmak üzere, mevcut seçim barajını aşarak TBMM‟de milletvekili bulundurma hakkına sahip olan dört siyasi partiyi kapsamasıdır. Seçimlerde bağımsız adaylar da yarışmakla birlikte, bağımsız adayların seçim vaatleri analize dâhil edilmemiştir. Çalışmada içinde “engelli” terimi kullanılan cümle ve/veya ifadeler haricindeki ifadeler analiz kapsamına alınmamıştır. 73 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89. Evren ve Örneklem Çalışmanın evreni Türkiye‟de mevcut siyasi partilerden oluşurken, örneklemi, 7 Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimlerine katılarak, seçim barajını aşarak, TBMM‟nde, parti grubu kurma hakkı kazanan dört siyasi partiden (AKP, CHP, HDP, MHP) oluşmaktadır. Veri Toplama Süreci Çalışmanın verileri, nitel veri toplama yöntemlerinden doküman incelemesi yöntemi doğrultusunda toplanmıştır. Doküman incelemesi, araştırılması hedeflenen olgu ya da olgular hakkında bilgi içeren yazılı materyallerin analizini kapsamaktadır. Dokümanlar, nitel araştırmalarda etkili bir şekilde kullanılması gereken önemli bilgi kaynaklarıdır. Diğer nitel veri toplama yöntemleriyle karşılaştırıldığında, denek veya “katılımcı tepkiselliği” sorununa yol açmaz (Tok, 2012: 284). Örneklemi oluşturan siyasi partilerin, 2015 milletvekilliği genel seçimleri için, 2015 yılı başından itibaren 7 Haziran 2015 seçimlerine kadar yayınladıkları yazılı seçim beyannameleri web üzerinden, elektronik ortamda elde edilmiştir. Çalışmada partilerin web sitelerinin kullanılmasının dayanağı, Gibson ve Ward (2002) tarafından ifade edilmiş olan siyasal web sitelerinin beş temel fonksiyonu arasında yer alan “bilgi sağlama” ve “kaynak oluşturma” (akt. Kalender, 2003: 31) fonksiyonlarından faydalanılmasının hedeflenilmesidir. Verilerin Tasnifi ve Analizi Verilerin tasnifi amacıyla, her bir partinin 7 Haziran 2015 milletvekilliği genel seçimleri için propaganda amacıyla yayınlamış oldukları seçim beyannameleri tek tek ele alınmıştır. Örneklemdeki tüm partilerin beyannamelerinde özel gereksinimli bireylere ilişkin, terim olarak “engelli” terimi kullanılması nedeniyle, çalışmanın bütününde anlam bütünlüğünü korumak amacıyla, yazarlar tarafından “engelli” kavramı kullanılmıştır. Beyannamelerin incelenmesi aşamasında, “engelli” sözcüğü ara/bul komutu ile elektronik ortamda taraması yapılarak, engelli teriminin kullanıldığı ifade ve cümleler belirlenmiştir. Ardından, “engelli” kavramı odağa alınarak biçimsel değerlendirme yapılmış olup, elde edilen bulgular ortaya konmuştur (Tablo 1). Biçimsel değerlendirmenin ardından, araştırmacılar tarafından birbirlerinden bağımsız olarak tek tek vaatlerin incelenmesi yapılmıştır. Daha sonra her iki araştırmacı tarafından, tüm vaatlerin, öznel olarak belirlenen başlıkları incelenmiş ve araştırmacıların üzerinde uzlaştığı ortak başlıklar belirlenmiştir. Belirlenen başlıklar ve her bir partinin bu başlıklarda ortaya koydukları vaatler nicel olarak gösterilmiştir (Tablo 2). 74 Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi” Bulgular Tablo 1: Siyasi Partilerin Seçim Beyannamelerinin Biçimsel Olarak İncelenmesi Beyanname Biçimsel Özellikleri AKP CHP HDP MHP İçindekiler kısmında “engelli” terimi kullanımı Yok Var Yok Var Ayrı başlık olarak “engelli” terimi kullanımı Yok Var Var Var Beyannamenin toplam sayfa sayısı 380 203 28 257 “Engelli” terimi kullanım sayısı 32 62 24 43 “Engelli” teriminin kullanıldığı sayfa sayısı 18 23 10 13 Mevcut durumun betimlenmesi 19 0 0 0 Engellilere ilişkin vaat sayısı 7 42 21 23 Tablo 1‟de, partilerin seçim beyannamelerinde AKP‟nin (380 sayfa) en fazla sayfa sayısına sahip seçim beyannamesine sahip olduğu, CHP‟nin (42 vaat) engellilere ilişkin olarak en fazla, AKP‟nin (7 vaat) ise en az vaat sunan partiler oldukları görülmektedir. CHP‟nin, tüm beyanname içerisinde toplam 23 sayfa içerisinde 62 kez “engelli” terimini kullanarak, “engelli” terimini en fazla kullanan parti olduğu, tüm partiler içerisinde “engelli” terimini ayrı bir başlık olarak kullanmayan tek partinin AKP olduğu gözlenmektedir. Tablo 2: Beyannamelerde Yer Alan “Vaatlerin” Alanlara Göre Nicel Görünümleri Vaatlerin ilişkili olduğu alanlar AKP CHP HDP MHP Sosyal-Ekonomik politikalar alanında vaat sayısı Toplam 1 10 5 7 23 İstihdam alanında vaat sayısı 0 7 2 4 13 Sağlık alanında vaat sayısı 0 6 2 1 9 Eğitim alanında vaat sayısı 0 5 1 1 7 Yasal-Hukuksal alanda vaat sayısı 0 2 2 0 4 Bütünleşme-Entegrasyon alanında vaat sayısı 1 2 2 2 7 Erişilebilirlik alanında vaat sayısı 0 4 1 1 6 Ulaşım-Mobilizasyon alanlarında vaat sayısı 0 2 2 1 5 Kentleşme-İmar alanında vaat sayısı 3 1 1 3 8 Hizmet alanında vaat sayısı 0 1 2 0 3 Pozitif ayrımcılık alanında vaat sayısı 0 0 1 2 3 Ar-Ge alanında vaat sayısı 1 1 0 1 3 Gençlik alanında vaat sayısı 1 1 0 0 2 Toplam 7 42 21 23 93 75 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89. Tablo 2‟de, tüm partilerin toplam vaatlerinin 92 adet olduğu ve bu vaatlerin en fazla 23 vaat ile “Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında olduğu göze çarpmaktadır. AKP‟nin en fazla vaatte bulunduğu alan “Kentleşme-İmar” alanı (3 vaat) olurken, beyannamede belirlenmiş 13 alanının 8 tanesinde hiçbir vaat olmadığı görülmektedir. 42 vaat ile en fazla vaat sunan CHP, en fazla “Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında (10 vaat) vaatte bulunurken, “Pozitif Ayrımcılık” alanında doğrudan hiçbir vaatte bulunmamıştır. Yine CHP, “Eğitim” alanında da (7 vaat) en fazla vaat sunan parti olarak görülmektedir. HDP‟nin beyannamesinde de en fazla vaat sunulan alan “Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanı (5 vaat) olup, partinin “Ar-Ge” ve “Gençlik” başlıklarında hiç vaadi olmadığı görülmektedir. MHP beyannamesinde benzer şekilde en fazla vaat “Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında (7 vaat) ortaya çıkarken “Gençlik”, “Hizmet” ve “Yasal-Hukuksal” başlıklarında doğrudan bir vaade rastlanmamıştır. Partilerin, tüm vaatler içinde, en az vaat sundukları başlık “Gençlik” başlığı olarak ortaya çıkmıştır. Partilerin Seçim Beyannamelerinin Özellikleri ve Vaatlerin İçerikleri Çalışmanın bu bölümünde, partilerin beyannamelerinde yer alan tespit, taahhüt ve öneriler her bir parti için ayrı ayrı olmak üzere değerlendirilmiştir. Partiler irdelenmiş, değerlendirmeleri yapılmış ve çalışma içinde, herhangi bir ayrıma gitmeksizin alfabetik sıra ile sunulmuştur. Bu değerlendirmeler yapılırken beyannamelerde “engelli” kavramı ekseninde yer alan ifadelerin, engelli popülasyonu ve ailelerini ne derece etkileyeceği konusunda bir tespite varılmaya özen göterilmiştir. Bunun en önemli gerekçelerinden birisi Sakal‟ın (1998), ifade ettiği gibi “vatandaşın toplam faydadan çok, hükümet faaliyetlerinden elde ettiği marjinal etkiye göre oy verdiğine” ilişkin alan yazındaki inançtır (Sakal, 1998: 212). Adalet ve Kalkınma Partisi Partinin toplam “380” sayfadan oluşan seçim beyannamesinde “32” kez “engelli” ifadesi kullanılmıştır. Beyannamede “18” sayfada “engelli” ifadesi kullanılmış olup, beyannamenin içindekiler kısmında engelli kavramı geçmediği gibi, engelli kavramı ayrı bir başlık olarak da kullanılmamıştır. Beyannamede engellilerle ilgili olarak “19” tane mevcut durum tespiti yer alırken, toplam vaat sayısı “7” olarak ortaya çıkmıştır. Partinin beyannamesinde en çok göze çarpan durum “Eğitim”, “Ulaşım-Mobilizasyon”, “İstihdam”, “Erişilebilirlik”, “Sağlık”, “Hizmet”, “Yasal-Hukuksal”, “PozitifAyrımcılık” alanlarının hiçbirisinde vaat tespit edilememiş olmasıdır (Tablo 2). Bu durum diğer siyasi partilerle kıyaslayınca AKP‟nin vaat sayısı ve engellileri ifade ettiği başlıklar konusunda daha geride kaldığını göstermektedir. 76 Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi” Halen iktidarda olan parti olması nedeniyle, beyannamenin bütününde engelli bireylerle ilgili olarak, vaatlerden çok, iktidar sürecinde yapılmış olanlar öne çıkarılmıştır. Bu çerçevede; 2015 yılı için, engelli evde bakımı için 4,5 milyar TL, kişi başı aile geliri asgari ücretin 1/3‟ünden az olan ailelerde engelli aylığı ve bakım gideri olarak 3,9 milyar TL kaynak ayrıldığı (e-1: 105), 2- Sosyal yardım programlarının geliştirildiği, engelli ve diğer dezavantajlı gruplar için düzenli sosyal yardım programlarının olduğu (e-1: 106) ifade edilirken, bu yardım programlarının neler olduğu, hangi kriterleri içerdiği ve nasıl bir sürdürülebilirlik ve gelişme esasına açık olduğu ifade edilmemektedir. 3- Engellilere ödenen aylıkların, engel durumuna göre %200-300 oranında arttırıldığı ve 18 yaş altı engellilerin de yararlanmasının sağlandığı (e-1: 107), 4- Özel bakım merkezlerinden faydalanan engelliler için kurumlara, 2 net asgari ücret tutarında ödeme yapılmaya başlandığı (e-1: 107), 5- Kamusal ve toplumsal alanlara erişilebilirliği sağlamak amacıyla fiziki ve çevresel düzenlemeler yapıldığı (e-1: 107) ifade edilmekle birlikte, yine bu düzenlemelerin neler olduğuna ilişkin ayrıntılı bir ifadeye rastlanmamıştır. 6- Engellilerin Haklarına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesini 2007 yılında imzalanması ve 2009 yılında TBMM tarafından onaylanması yine yapılanlar bölümünde ifade edilen gelişmelerden birisidir (e-1: 107). 7- Engelli bireylerin devlet memuru olabilmeleri için, engel durumlarına göre düzenlenmiş ayrı bir kamu personel sınav siteminin getirilmesi yapılan düzenlemeler arasında sayılmış, aynı zamanda kamuda çalışan engelli personellerin sayısında ve evde bakım hizmeti kapsamında desteklenen engelli sayısında artışlar sayısal olarak beyannamede yer bulmuştur (e-1: 107). 8- Terör nedeniyle engelli hale gelen bireylere bir istihdam imkânı sağlandığı ifade edilirken, buna ilişkin herhangi bir sayısal veriye rastlanmamaktadır (e-1: 107). 9- Engelli çocuk annelerine ilave gün hakkının verilmesi ve engelli kamu memurları için kolay emeklilik hakkının tanınması (e-1: 141, 142), pozitif ayrımcılık kapsamında değerlendirilebilecek yenilik olarak sunulmaktadır. 10- Hasta olan engelli bireylerin diş tedavilerinin yanı sıra fizik tedavi süreçlerine yönelik hizmetler sağlandığı (e-1: 144), 11- Engelli istihdamının arttırılmasını teşvik amacıyla düzenlemeler yapıldığı (e-1: 178), 12- Genç ve yaşlı engelli bireyleri de hedef kitle olarak kabul edebileceğimiz bir uygulama olarak sağlık turizminin geliştirilmesine yönelik olarak dönüşüm programının hayata geçirildiği de yapılanlar arasında sayılmaktadır (e-1: 234). 1- 77 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89. 13- Engelli istihdamına yönelikler teşviklerin uygulamaya koyulduğu ve 2014 yılında bu teşviklerin kapsamının genişletildiği ifadesi yer almıştır (e-1: 135). Ancak bu teşviklerin neler olduğu ve genişletilen kapsam içerisinde hangi özellik ve uygulamaların yer aldığı, beyannamenin bu sayfalarında yer almamıştır. Yapılanların beyan edilmesinin yanı sıra, partinin seçim bildirgesinde aynı zamanda, diğer partilerle karşılaştırınca nicel olarak daha az olmakla birlikte, gelecek dönemler için politikaları içeren vaatler de yer almıştır. 14- Erişilebilirlik konusunda uygulamanın güçlendirileceği ve bu konuda kampanyalarla, toplumsal farkındalığın yaratılmasının hedeflendiği ifade edilmiştir (e-1: 108). Daha sonra, beyannamenin farklı bölümlerinde, içinde engelli kavramı geçen, bazen durum tespiti bazen de çeşitli vaatler olmak üzere aşağıdaki ifadelerin yer aldığı belirlenmiştir. 15- Engelli gençlerin toplumsal entegrasyonu (bütünleşme kavramı kullanılmıştır) amacıyla, gerekli fiziksel ve sosyal alt yapının daha da güçlendirileceğinin yanı sıra, toplumsal alanların ve hizmetlerin engelli genç bireylerin katılımını sağlayacak şekilde düzenleneceği ifade edilirken (e-1: 119, 120), bu alanda neler yapılması gerektiğine ve neler yapılacağına ilişkin net ifadeler ve projelerden söz edilmemiştir. 16- Engellilere özel BİT yazılım ve donanımlarının yaygınlaştırılmasının sağlanacağı ifade edilmekle birlikte detaylı bir plan sunulmamaktadır (e-1: 272). 17- Kentsel tasarım ilkeleri ve yapılaşmanın engelli ve diğer dezavantajlı kesimlerin gereksinimleri doğrultusunda, hizmetlere erişimi kolaylaştıracak şekilde geliştirileceği (e-1: 286), 18- Adalet sisteminde kadınlar, çocuklar ve engellilere yönelik kolaylaştırıcı uygulamaların hayata geçirileceği (e-1: 48), 19- Özellikle kadın, çocuk, engelli ve yaşlı vatandaşların güvenlik hizmetlerine erişimini kolaylaştıran politikaların mevcut olduğu ve uygulamaya devam edileceği belirtilirken (e-1: 53), mevcut durum üstüne bir iyileştirmeden söz edilmemektedir. Cumhuriyet Halk Partisi Cumhuriyet Halk Partisinin seçim için hazırlamış olduğu beyanname “203” sayfadan müteşekkil olup, içinde “62” kez engelli kavramı geçmektedir. Partinin beyannamesinin toplam “23” sayfasında “engelli” ifadesi kullanılmış olup, “engelli” terimi ana başlık halinde yer almasının yanı sıra, içindekiler alanında da görülmektedir. Beyanname içerisinde, engelli bireylerle ilgili olarak “42” tane vaat yer almaktadır (Tablo 1). En fazla vaat “SosyalEkonomik Politikalar” alanında (10 adet vaat) sunulurken, bunu “İstihdam” ve “Sağlık” alanlarında sunulan vaatler takip etmektedir (sırasıyla: 7, 6 vaat). 78 Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi” Partinin beyannamesinde rastlanmamıştır (Tablo 2). 1- 2- 3- 4- 5- 6- 7- 8- 9- “Pozitif Ayrımcılık” alanında hiç vaade Beyannamede ilk olarak genel bir ifade ile tüm yurttaşları kapsayacak şekilde “aile sigortası, sosyal güvenlik ve sağlık haklarına ek olarak eğitim hakkının da ayrım gözetilmeksizin sağlanacağı belirtilirken çocuk, kadın, emekli ve yaşlılara ek olarak engelli bireylerin de sosyal haklardan kapsamlı biçimde faydalanmalarının sağlanacağı ifade edilmektedir (e-2: 21). Kapsayıcı kalkınma stratejisi adı verilen bir kalkınma öngörüsü ile ekonomi politikalarının engelli bireyler de içinde olacak şekilde, tüm dezavantajlı kesimler dikkate alınarak hazırlanması ve uygulanmasının gerekliliği ve ekonomik büyüme getirilerinin eşitlikçi dağıtılması gerektiği savunulmaktadır (e-2: 69). Devamında ise aynı evde yaşayan engellilerin ve diğer dezavantajlı grupların her birini ayrı ayrı ele alacak sosyal politikaların gerekliliği ve sosyal yardımların ekonomik olarak geri kalmış bölgelerden başlayarak yapılacağı ifade edilmektedir (e-2: 70). Bir proje olarak sunulan “aile sigortası” kapsamında, diğer dezavantajlı gruplara ek olarak, engelli bireyler için de “engelli desteği” sağlanacağı taahhüt edilirken (e-2: 72), bu kapsamda engelli bireylerin güçlendirileceği (e-2: 73), kronik hastalığı olanlarla engelli bireylere sağlanacak desteğin ise benzer düzeyde olacağı vaat edilmektedir (e-2: 75). Ayrımcılıkla mücadele ana başlığında, engelli istihdamı ve istihdam edilenlerin, çalışma yaşamına adaptasyonları için etkin politikalar geliştirileceği belirtilmektedir (e-2: 75). Kadınların, çocuk ve yaşlılarla birlikte engelli bireylere yönelik olarak ortaya çıkmış olan bakım sorumluluklarının azaltılacağı, bakım sunan kadınların sosyal güvenlik kapsamına alınmasının yanı sıra, evde bakım ve gündüz bakım hizmetlerinin ücretsiz, kurumsal ve yüksek nitelikle sunulacağı vaat edilmektedir (e-2: 83). Gençlik politikalarının oluşturulmasında, engelliler dâhil olmak üzere tüm dezavantajlı genç insanların ihtiyaçlarının göz önünde bulundurulacağı belirtilmektedir (e-2: 86). “Her alanda var olan engelliler” ana başlığında, aile sigortası kapsamında yer alan engelli bireylere; %40 engellilik düzeyi için 400 TL, %60 engellilik düzeyi için 600 TL olmak üzere “yaşam aylığı” verileceği, Bakıma muhtaç tüm engelli bireylere bakım hizmetinin yanı sıra, evde bakım aylığı alanların sosyal koruma kapsamına alınacağı, Kurumsal bakım hizmetlerinin yaygınlaştırılacağı, Özel beslenme gereksinimi olan engelli bireylerin beslenme ihtiyaçlarının ücretsiz karşılanacağı vaat edilmektedir (e-2: 92, 93). “Engelliler için ücretsiz sağlık hizmetleri” başlığında ise sırasıyla; Engellilerin tıbbi ihtiyaçlarının ücretsiz karşılanacağı, 79 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89. 10- 11- 12- 13- 80 Resmi kurumlara başvurular için ayrı ayrı rapor alma sorununun bitirileceği, Tüm engelli bireylerin ayrım gözetmeden sosyal güvenlik kapsamına alınacağı, Engelli bireylerin rehabilitasyonunun sağlık, eğitim, sosyal hizmetler ve engellilere özel tüm yasalara dâhil edileceği, Zihin engelli bireylerle ilgili ayrı bir madde olarak erken tanı, tedavi ve eğitim için özel projeler geliştirilip uygulanacağı belirtilmektedir (e-2: 93). “Eğitimde fırsat eşitliği” başlığında ise yine sırasıyla; Engellilerin koşullarına uygun, çok yönlü eğitimin, eşit, nitelikli ve ücretsiz sağlanacağı, Kaynaştırma eğitimini desteklemek için okullarda fiziksel düzenlemelerin yapılacağı, Kaynaştırma eğitimin öncelikli olduğu ancak kaynaştırmanın mümkün olmadığı durumlar için de özel eğitim okullarının sayısının arttırılacağı, Zihin engelli ve otizmli bireylerin ise yaşam boyu öğrenme gereksinimlerinin gözetilerek genel eğitimden dışlanmalarının önleneceği ifade edilmiştir (e-2: 93). Engelli istihdamı konusunda; Kamu ve özel sektörde 50.000 engelli istihdamının sağlanacağı, Mesleki eğitimin yanı sıra, engellilerin çalışma yaşamına uyumları amacıyla rehberlik hizmetlerinin sağlanacağı, Bilgiye erişimde tüm yurttaşlara eşit imkânlar sağlanacağı, Engelli kadrolarının arttırılmasının yanı sıra, özel sektöre engelli istihdamını teşvik edici özel düzenlemeler yapılacağı, İşyerlerinde engellilere yönelik fiziksel düzenlemeler yapılırken, Eşit ücret politikası ve iş güvencesi sağlanacağı belirtilmektedir (e-2: 94). Erişilebilirlik kavramı kapsamında; “Erişilebilirlik standartları” geliştirilerek, engelli bireylerin tüm vatandaşlarla eşit şekilde kamu hizmetlerine ve yaşamın tüm alanlarına erişebilmelerinin amaçlandığı, “Politika takip sistemi” ile engelli bireylerin ulaşım haklarının güvence altına alınacağı belirtilmiş ancak, “politika takip sisteminin” tam olarak ne olacağı ve nasıl bir işleyiş ortaya koyacağı açıklanmamıştır. Tüm alt yapı hizmetlerinin engelli bireylere göre düzenlenmesinin, “Engelli rehberlik merkezleri” ile engelli bireyler için sosyal kültürel olanaklarının arttırılmasının, Engelli spor kulüplerinin desteklenmesinin hedeflendiği, vaatler arasındadır (e-2: 94). Tüm okullarda engelli öğrenciler için gerekli altyapı düzenlemelerinin yapılacağı, hem eğitim hem de imar alanlarında ele alınabilecek vaat olarak görülmektedir (e-2: 111). Öte yandan, okullarda engelli Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi” öğrencilerle ilişkili ne tür eksiklik veya yanlışların olduğu tespit edilmiş değildir. 14- Beyannamenin 125. Sayfasında yer alan “engellilerin sağlığı” başlıklı taahhütlerde sırasıyla; Bütün hastanelerde engelli karşılama birimlerinin yanı sıra, işitme engelli bireyler için tercüman bulundurulacağı, Hastane servis araçları ile hastanelere ulaşımın sağlanacağı, Ücretsiz sağlık hizmetinin yanı sıra, evde fizik tedavi olanağının sunulacağı, rapor alma ve yenileme süreçlerinin kolaylaştırılacağı ön görülmektedir (e-2: 125). 15- Yeterli sayıda spor tesisinin engellilerin kullanabileceği hale getirileceği taahhüt edilirken (e-2: 135), 16- Toplu Konut İdaresi bünyesinde diğer dezavantajlı grupların yanı sıra, engelliler için de sağlıklı, yaşanabilir konutlar yapılacağı vaat edilmektedir (e-2: 158). Halkların Demokratik Partisi Yirmi sekiz sayfadan oluşan Halkların Demokratik Partisi seçim bildirgesinde “engelli” kavramı “24” kez yer almaktadır. İçindekiler alanı olmayan beyannamede “engelli” ifadesi “10” sayfada geçmekte olup, ayrı başlık olarak da kullanılmıştır (Tablo 1). Toplam vaat sayısı “21” olup, en fazla “Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında (5 vaat) vaat sunulurken, “ArGe” ve “Gençlik” alanlarında doğrudan herhangi bir vaat göze çarpmamaktadır (Tablo 2). 1- Partinin beyannamesinde “engelli” kavramı ilk olarak yeni ve demokratik bir anayasa yapılacağına ilişkin beyan içerisinde engelli haklarının gözetildiği bir anayasa olacağını taahhüt ederek kullanılmaktadır (e-3: 7). 2- Sayfa 22‟de “engelli kadınlar”a ayrı bir vurgu yapılarak engelsiz özgür yaşamın birlikte kurulacağı taahhüt edilmektedir (e-3: 22). Ancak izlenecek yola ilişkin bir plan veya detay sunulmamaktadır. 3- Bir başka ifadede “engelsiz kampüs” kavramı kullanılmakla birlikte, bu kavram içerisinde engellilerin nasıl ve ne şekilde yer alacağına ilişkin bir açıklama getirilmemiştir (e-3: 22, 24). 4- Parti tarafından dezavantajlı kabul edilen diğer gruplarla birlikte, engelliler için de toplu taşımanın ücretsiz olacağı beyan edilmektedir (e-3: 27). 5- Bu beyanı takip eden bir şekilde yine dezavantajlı gruplarla birlikte engelli bireylerin de sosyal güvenlik sistemi içerisinde tanımlanacağı ve gerekli sosyal destek, yardım ve koruyucu hizmetlerin sunulacağı garanti edilmektedir (e-3: 29). 6- Şehirleşme uygulamalarında kadın ve çocuklarla birlikte engellilerin ihtiyaçlarına duyarlı davranılacağı (e-3: 33), her mahallede kreş ve “engelli iyileştirme merkezleri”nin yer alacağı ifade edilmiştir (e-3: 41). 81 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89. 7- Bir yenilik olarak “Engelleri Kaldırma Bakanlığı” kurulacağı, bu bakanlığın engelli bireyler önündeki engellerin kaldırılması amacıyla, engelli örgütlerinden oluşan bir konseyin önerileri doğrultusunda çalışacağı taahhüt edilmektedir (e-3: 44). 8- Engelli bakım aylığı bağlanmasında gelir şartının ortadan kaldırılacağı, evde bakım ücretleri arttırılırken aynı zamanda sadece akrabaların bakıcı olma şartının da kaldırılıp, bakım verenlerin sigorta kapsamına alınacağı beyan edilmektedir (e-3: 44). 9- Bağımsız yaşamak isteyen ancak bakım gereksinimi olan engelliler için her ilçede bakım merkezleri kurulurken, evlerine de ayda iki kez temizlik personelleri aracılığıyla temizlik hizmeti götürüleceği beyan edilmektedir (e-3: 44). Muhtaç bireylere, yaşadıkları mekânlarda sağlık hizmeti sunulması için düzenleme yapılacağı ifade edilmektedir (e-3: 44). 10- Toplu taşıma araçlarının, ücretsiz yapılmasının yanı sıra, aynı zamanda, engelli ihtiyaçlarına göre zorunlu düzenlemeler getirileceği beyan edilmektedir (e-3: 44). 11- Kamuya ait kreş ve anaokullarında mutlaka engelli çocukların olmasının sağlanacağı, işyerlerinin ve sosyal alanların engellilere uygun hale getirileceği, bütünleşmeyi sağlaması açısından önemli taahhütler olarak değerlendirilebilir (e-3: 44). 12- Tüm engelli vatandaşlar sosyal güvence kapsamına alınırken, medikal gereksinimlerinin bedelsiz karşılanacağı belirtilmiştir. (e-3: 45) 13- Şehir içinde bağımsız hareket olanağını sağlamak amacıyla, elektrikli tekerlekli sandalyeler için şarj istasyonlarının kurulacağı, partinin beyannamesinde sunduğu bir başka seçim taahhüdüdür (e-3: 45). 14- Engellilere hizmet veren birimlerde engellilerin istihdam edileceği (e3: 44), işyerlerinde engelli kontenjanlarının arttırılmasının yanı sıra, üniversitelerde pozitif ayrımcılık ve kota uygulaması yapılacağı beyan edilmiştir (e-3: 47). Milliyetçi Hareket Partisi Engelli ifadesinin “43” kez kullanıldığı Milliyetçi Hareket Partisi seçim beyannamesi toplam “257” sayfadan oluşmaktadır. Beyannamede toplam “13” sayfada “engelli” ifadesi kullanılmıştır. İçindekiler kısmında “engelli” ifadesi geçtiği gibi ayrı başlık olarak da kullanılmıştır (Tablo 1). Beyannamede engelli bireyleri hedefleyen toplam “23” tane vaat mevcut olup, en fazla vaat “Sosyal-Ekonomik Politikalar” alanında (7 adet) olup, “Yasal-Hukuksal”, “Hizmet” ve “Gençlik” alanlarında herhangi bir vaat bulunamamıştır (Tablo 2). 1- 2- 82 Engelli kavramını ilk olarak, Türkiye‟nin gelişmişlik düzeyinin evrensel normlara ulaşmasında, engellilerin yaşam şatlarının da bir kriter olarak ele alındığının beyan edilmesi ile birlikte beyanname içinde görmekteyiz (e-4: 41). Diğer dezavantajlı gruplarla birlikte engelli bireyler için de geçerli olmak üzere, öznelere yönelik şiddet eylemlerinde mahkeme zaman aşımı uygulamasının kaldırılacağı; mahkeme masraflarının bu Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi” 3- 45- 6- 7- 8- 9- 10- 11- 12- 13- davalara özel olarak alınmayacağı taahhüt edilirken (e-4: 70), adliye ve ceza infaz kurumlarında engellilere yönelik iyileştirici tedbirlerin alınacağı ifade edilmiş, ancak bu tedbirlerin neler olduğuna ilişkin bir detay verilmemiştir (e-4: 72). Kent içi ulaşımda, insan odaklı ulaşım perspektifinde, engellilerin yaşamını kolaylaştırıcı ulaşım çözümleri sunulacağı beyan edilmiştir (e-4: 151). Diğer dezavantajlı gruplara ek olarak engelli bireylerin de özne olduğu mesleki eğitim programları açılacağı dile getirilmiştir (e-4: 171). Sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin çağdaş ve tek çatıdan yürütülen bir yapıya kavuşturulacağı, 18 yaş altı engelli aylığının 400 TL ve 18 yaş üstü engelli ayılığının ise 600 TL‟ye yükseltileceği ifade edilmiştir (e-4: 174, 176). İmar mevzuatında, engelliler için mevcut hükümlerin etkin biçimde uygulanacağı, fiziki ve sosyal çevrede mevcut engellerin ortadan kaldırılmasının hedeflendiği beyan edilmiştir (e-4: 180). Engellilere yönelik bakım hizmetlerinin sosyal bir hak olarak kabul edileceği ve sosyal güvenlik sistemi içerisinde değerlendirilerek tıbbi, mesleki ve sosyal rehabilitasyon uygulamalarının etkileşim ve işbirliği içerisinde sürdürüleceği taahhüt edilmiştir. Tıbbi ve mesleki rehabilitasyon imkanlarının arttırılacağı ve bu süreçte her türlü desteğin sağlanacağı kabul edilmiştir (e-4: 180). Kamuda mevcut engelli kadrolarının tamamına atama yapılacağı, ayrıca işe yerleştirmede öncelik verileceği taahhüt edilmektedir (e-4: 181). Bedensel ve zihinsel komplikasyonları olan hastalıkların önlenebilmesi için erken tanı ve tedavi hizmetlerinin geliştirilip, koruyucu sağlık hizmetleri kapsamında ücretsiz sağlanacağı, ayrıca engellilere protezortez ve araç-gereç desteği verileceği savunulmuştur (e-4: 181). Erişilebilirliği sağlamak amacıyla fiziksel çevre düzenlemesinin, ILO, BM Engelli Hakları Bildirgesi ve Engelliler İçin Standart Kurallar yaklaşımına dayanarak yapılacağı ve gerekirse yeniden inşa edileceği beyan edilmektedir (e-4: 181). Muhtaç aylığı bağlanmasında, hane gelirine göre değerlendirme yerine, kişi geliri esasının uygulanacağı beyan edilirken, bu gelir düzeyi hakkında bilgi verilmemektedir (e-4: 182). Mevcut uygulamada, malullük aylığı bağlanması için şart olan, sigorta veya iş başlangıcından sonra malullük durumun ortaya çıkması şartının kaldırılıp, işe başlamadan önce de engel durumu olup işgücünün %60‟ında kayıp yaşayanların malul sayılması için düzenleme yapılacağı taahhüt edilmektedir (e-4: 182). Engellilerin eğitimlerinde aksama veya engelleme olmaması için fiziki ve sosyal çevrenin yanı sıra, eğitim ve teknolojik alt yapıda da düzenlemeler yapılacağı ifade edilmiştir (e-4: 180). 83 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89. Değerlendirme ve Sonuç Çalışmanın “engelli” kavramı temelinde ortaya koyulan nicel bulguları (Tablo 1) alan yazında elde edilen verilerle oldukça uyumlu olarak belirlenmiştir (Özkaynar, 2015: 448). Her dört partinin beyannamelerine karşılaştırmalı olarak bakıldığında, AKP seçim beyannamesinin, engelli bireylerle ilişkili vaatler konusunda, diğer partilerin beyannamelerine göre daha yetersiz kaldığını söylemek mümkündür. Vaatten çok yapılmış olanlara, içerikten çok sayısal verilere dayanan tespitlere daha çok yer vermiş bir beyanname olduğu ifade edilebilir. HDP seçim beyannamesi ise engelli bireylerle ilişkili olarak, ifadeleri yeterli olmamakla birlikte içeriği doldurulmuş bir beyanname olarak değerlendirilmektedir. CHP ve MHP seçim beyannameleri hem ifadeler hem de kapsam olarak, engelli bireylere ilişkin oldukça detaya inmiş, sunulan vaatlerin neden ve nasıllarına görece daha fazla yer vermiş beyannameler olarak düşünülmektedir. Seçim beyannamelerinde, partiler bazında ortaya çıkan farklılıkları şu şekilde detaylandırmak mümkündür. AKP seçim beyannamesinde “engelli” kavramı ekseninde ortaya çıkan ifadeler, büyük oranda mevcut durumun betimlenmesi şeklinde yer almaktadır. Açık bir proje sunulmadığı gibi, vaatlerde de net olarak neyin, nasıl yapılacağı ortaya koyulmuş değildir. Türkiye‟nin son 13 yılına iktidar eden bir parti olması sebebiyle elbette, yapılmış olanlara ilişkin ifadelerin yer alması olağandır. Ancak Tablo 1 ve Tablo 2‟de ele alınan verilerden de anlaşılacağı üzere, engelli bireylere ilişkin vaatler diğer partilerle karşılaştırılınca oldukça az ve içerik olarak da sönük kalmaktadır. Özellikle engelli bireylerin odağında ele alındığında, eğitim alanında hiçbir vaat olmaması özel eğitim açısından değerlendirildiğinde oldukça problem bir durum olarak düşünülebilir. Zira seçimlerde yarışan her bir parti ülkenin ve dolayısıyla da özel eğitim alanında önümüzdeki dört yıllık politika ve uygulamaların belirleyicisi olmaya aday olmaktadır. Buradan hareketle bu beyanname ekseninde gelişecek politikalara göre, AKP‟nin önümüzdeki dört yıllık politikası içerisinde engelli bireylerin eğitimlerine ilişkin yeni bir şey yapmayacağı ve özel eğitimin önemli bir parti politikası olarak görülmediği şeklinde değerlendirme yapmak olasıdır. Oysa 2011 seçimlerinde AKP, engelli öğrencilerin eğitimine önem verileceği, bu amaçla faaliyet gösteren dernek, vakıf ve sosyal yardım kuruluşlarının faaliyetlerinin destekleneceği, engellilere yaşamı kolaylaştıracak alt yapı düzenlemelerinin sağlanacağı, üstün yetenekli çocuklara gerekli ortamların yaratılacağı gibi oldukça çeşitli ve kapsamlı vaatlerde bulunmuş bir partidir (e-5: 193-196). Kaldı ki bu vaatlerin önemli bir bölümü 2011-2015 hükümet döneminde kısmen gerçekleştirilmiştir. Eğitim sadece iktidar partisinin değil, aslında tüm partilerin önemli politika alanları arasındadır. Eğitimde temel amaç, davranışların istenen yönde değiştirilmesi ve yenilerinin yerleştirilmesi olup, iktidar veya muhalefet, bütün siyasal partiler için önemlidir. Zira siyasal yapılanmalar, uyguladıkları eğitim anlayışı ve politikaları sayesinde, seçmenlerinin tercihlerinin belirlenmesini de etkileme şansına sahip olurlar (Pektaş, 1997: 84 Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi” 110). Engellilerin en temel sorununun eğitim olduğuna yönelik alanda oldukça yaygın inanışa rastlamak mümkündür. Yapılan araştırmalar, çalışmamızda da üzerinde durulan “engellilerin eğitimi” gerçeğinin önemini vurgulamaktadır. Türkiye genel nüfusunun yüzde 13‟ü okuma yazma bilmiyorken, engelli nüfusun yüzde 36‟sının okuma yazma bilmediği, engellilerin yüzde 41‟inin ilkokul mezunu olduğu ve yüksekokula devam edebilen engelli oranının ancak yüzde 2,24 olduğu ortaya koyulmuştur (Öztürk, 2011: 23). Atatürk Üniversitesi öğrencileri üzerine yapılan bir araştırma, yaklaşık 60bin civarında öğrencisi bulunan üniversitenin ancak yüzde 0.2‟sinin engelli öğrencilerden oluştuğunu göstermiştir. Bu düşük oran içerisinde (n: 135) ise yüzde 71.85‟i Açık Öğretim uygulamasından yararlanan öğrenciler olup, örgün eğitimde yer alan engelli öğrenci oranı yüzde 0.1‟in de altına düşmektedir (Küçükali, 2014: 70-76). AKP‟nin seçim beyannamesinde öne çıkan en önemli detaylardan birisi, imar ve kentleşme alanında, engelli bireyleri odağa alan vaatler sunarak (3 vaat), bu alanda en fazla taahhütte bulunan parti olduğunu göstermesidir. Beyannamede günün ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemeler yapılacağı taahhüt edilmektedir. Alanda Tiyek (2015: 39), çalışmayla paralel şekilde partinin imar başlığındaki vaatlerine vurgu yapmıştır. Öte yandan bir başka çalışmada, aslında kamu binalarında bile engelliler açısından memnuniyet veren bir eşgüdüm olmadığı ortaya konulmuştur (Çınar ve diğ., 2015: 333). Bu açıdan partinin imar olgusuna odaklanmış olması anlaşılabilir bir durum olarak değerlendirilebilir. Partinin beyannamesini diğer partilerin beyannamelerinden ayıran en önemli özelliklerden birisi de, engelli bireylerin de hedeflendiği sağlık turizmi konusunda rekabetçi bir politika izleneceğinin belirtilmesidir. Engelli kavramı odağında, CHP seçim beyannamesi incelendiği zaman, örneklemi oluşturan siyasi partiler içerisinde, beyannamesi biçim ve içerik olarak en dolu görünen siyasi parti olduğunu söylemek mümkündür. Vaatlerinin sayısı ve içeriği açısından değerlendirildiği zaman, engelli bireylerle ilişkili olarak birçok alan ve konuyu ele aldığını söylemek mümkündür. Özellikle eğitim alanında, “kaynaştırma eğitimini” öncelikli eğitim anlayışı olarak sunması, otizmli bireyleri eğitimden dışlamaması, zihin engelli bireylerle ilgili yaşam boyu öğrenme stratejisi sunması, eğitimde eşitlikçi anlayışı öne alması ve benzeri özellikleri nedeniyle, diğer siyasi parti beyannameleri ile karşılaştırınca bir adım önde olduğunu ifade etmek yanlış olmaz. Bunlara ek olarak, işitme engelli bireylerle ilişkili olarak sunmuş olduğu vaat, partinin bütün engellileri benzer sınıflama ve gereksinim düzeylerine sahip olarak görmediğini göstermesi açısından önemli bir detaydır. Yine diğer partilerin beyannamelerine göre, engelli bireylere sunulacak spor imkânları ve bunu bütünleşme ile birlikte ele alması beyannamede farklılık yaratan bir unsur olarak görülebilir. Alanda yapılan incelemede, CHP‟nin eğitim ve spor alanında engelli bireylere yönelik vaatlerinin dikkat çektiği ifade edilmektedir Tiyek‟in (2015: 39). 2001 seçimlerinde de CHP eğitim alanında benzer vaatler ortaya koymuştur (Tok, 85 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89. 2012: 295). Beyannamenin bütününde eğitim, istihdam, sosyal politikalar ve erişilebilirlik kavramları üzerinde çeşitli argümanlarla oldukça sıklıkla durulduğu görülmektedir. Toplum bütün olarak ele alındığında engelli bireyler arasındaki işsizlik oranı, sağlıklı bireylerin işsizlik oranlarına göre oldukça düşüktür. Öte yandan, engellilerin ilerleyen dönemlerde çalışma hayatında istihdam edilebilirliğini, bu sayede toplumla bütünleşmelerinin geliştirilebilmesi için sağlık gereksinimlerinin giderilmesi, eğitim ihtiyaçlarının karşılanması ve mesleki rehabilitasyonlarının sağlanması gerekmektedir (Seyyar, 2008: 81-82). Böylelikle bu hizmetlere erişebilen engellilerin tamamı olamasa da oldukça önemli bir kısmı devamlı tüketen ve hizmet bekleyen bir topluluk olmaktan çıkarılıp, üretken, verimli, topluma ve ekonomiye katkısı olan kişiler haline getirilebilirler (Öztürk, 2011: 32; Küçükali, 2014: 67). Engelli bireylerin temel gereksinimleri olan sağlık, beslenme ve eğitim konularında “ücretsiz/bedelsiz” karşılamaya yönelik vaatler önemli olarak görülürken, bu ifadeleri CHP ile en sık (3‟er kez) kullanan parti de HDP olarak belirlenmiştir. AKP beyannamesinden farklı olarak imar ve kentleşme alanında tek bir cümle ile ifade edilen, sadece bir vaat sunulması göze çarpmaktadır. HDP seçim beyannamesini engelli kavramı ekseninde farklı kılan en önemli ayrıntı, “engelli hakları” kavramı ve yeni demokratik anayasa yapma taahhüdünün aynı ifade içinde ele alınarak, yapılacak yeni anayasada engelli haklarının temel haklar arasında yer alacağının beyan edilmesidir. Bu yönüyle partinin beyannamesi engellilerin sosyal dışlanmasını önlemeye yönelik anayasal bir yol izleyeceğini taahhüt etmektedir. Zira sosyal dışlanma kavramı tam da bireyin telemk haklardan yoksun kalmasının yanı sıra ekonomik, siyasal, sosyal vatandaşlık haklarından yoksun olması durumudur (Genç, Çat, 2013: 369). Parti beyannamesi ve Tablo 2‟de yer alan verilerden ortaya çıkan gerçek, partinin beyannamede engelli bireylerle ilişkili olarak temel sosyal haklar ve hizmetler konusunu önceliğine aldığını düşündürmektedir. Özellikle bunlar içerisinde tüm engellilerin gelir şartı aranmaksızın sosyal güvenlik kapsamına alınmasının yanı sıra, ulaşım hizmeti ve bağımsız yaşama vurgu öne çıkmaktadır. 2008 yılında yürürlüğe giren Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Sözleşmesi, bütün engelli kişilerin insan hakları ve temel özgürlüklerinden tam ve eşit olarak yararlanmalarını özendirmek, korumak ve bu kişilerin doğuştan gelen onuruna saygı gösterilmesi konusunda teşvik edici hükümler içerir (Küçükali, 2014: 64). HDP‟nin seçim beyannamesi bu bağlamda uluslararası engelli haklarına paralellik göstermektedir. Beyannameyi diğer partilerin beyannamelerinden ayıran en önemli farklılık ise, partinin “Engelleri Kaldırma Bakanlığı” adı verilecek bir bakanlık kurulacağı ve bu bakanlığın engelli sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu bir komisyonun önerileri doğrultusunda çalışacağına ilişkin sunduğu vaattir. Yine beyannamede farklılık yaratan ayrıntılardan birisi, bakıma muhtaç engelli bireylere bakım verenlerin sigorta kapsamına dâhil edileceğinin ifade edilmesidir. Engellilik, yoksulluğun hem gerekçesi hem sonucu olup (Genç, Çat, 2013: 371), yoksul ailelerde sigorta imkanının sunulması önemli bir sosyal içerme politikası olarak düşünülebilir. Yine CHP ile birlikte, özellikle sağlık alanında ücretsiz medikal destek ve tıbbi hizmet 86 Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi” önemli vaatler arasındadır. Ayrıca istihdam konusunda kontenjan arttırılması önerilmiştir. Zaten 22.05.2003 tarih ve 4857 sayılı İş Kanunu‟nda 50 ve üzeri işçi çalıştıran kuruluşlarda yüzde 3 olmak üzere bir kota uygulaması söz konusudur (Güngör, Güneş, 2012: 32). Beyannamede bu vaat ile bu yasaya nasıl bir anlam katılacağı belirtilmiş değildir. Öte yandan, beyanname diğer partilerin beyannameleri ile karşılaştırılınca oldukça kısa hazırlanmış ancak temel gereksinimleri göz ardı etmemiş bir beyannamedir. Toplam sayfa sayısı olarak en kısa beyanname olmasına rağmen, CHP ve MHP beyannamelerinin ardından en fazla vaat sunan beyanname olarak göze çarpmaktadır. MHP seçim beyannamesini, örneklemde yer alan diğer partilerin seçim beyannamelerinden ayıran birkaç temel özellik söz konusudur. En başta, engelli birey kavramı ve ceza infaz kurumları kavramı sadece MHP seçim beyannamesinde bir arada kullanılmıştır. Öte yandan mesleki eğitim ve rehabilitasyon kavramı beyannamenin birkaç yerinde tekrarlanmıştır. Mesleki rehabilitasyon engelliler için psiko-sosyal açıdan olumlu gelişmeler sağlamaktadır. Çalışmak, üretmek, toplumdan biri olmak, gelir sağlamak, aile ortamı oluşturmak, dikkate alınmak, başkalarına yararlı olmak, yetenek ve kapasitesini kullanmak, evden dışarı çıkmak, arkadaş ilişkileri geliştirmek ve kendine yeterli hale gelmek engellilerin özlemleridir (Genç, Çat, 2013: 391). Bu yönüyle beyannamenin mesleki rehabilitasyon üzerinde bu derece yoğun durması anlaşılabilir bir durumdur. En önemli ve farklılık yaratan detaylardan birisi ise, sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin parçalar halinde farklı kurum veya örgütler tarafından gerçekleştirilmesinin yerine, çağdaş bir şekilde tek çatıdan yürütüleceğinin belirtilmesidir. Beyannamenin bu yönünü literatürde belirtilen ve engelliliğin aynı zamanda yoksullaşma ve yardıma ihtiyaç duyma denklemiyle de ilişkilidir. Engelli çocuğu olan, sabit gelirli bir yurttaş, sağlıklı çocuğa sahip yurttaştan 4-5 kat fazla masrafı üstlenmek zorunda kalabilmektedir. Bu hem ekonomik olarak hem de bir işsizlik kaynağı olarak etkili bir neden olarak karşımıza çıkmaktadır (Besiri, 2009: 369). Bu açıdan sosyal yardım ve destek süreçlerinin yapılandırılması engelli bireyler ve aileleri için zorunluluk taşımaktadır. Yine partinin beyannamesinde farklılık yaratan özelliklerden birisi de, engel durumuna sebep olan veya olabilecek hastalıkların belirlenmesi için erken tanı ve tedaviye ilişkin hizmetlerin geliştirilip, koruyucu sağlık hizmetleri kapsamına alınacağının beyan edilmesidir. Öte yandan, çevre düzenlemesi sürecinde sadece ulusal mevzuata değil, uluslararası mevzuata göre de düzenleme yapılacağını savunması da farklılık olarak değerlendirilebilir. Parti beyannamesi özellikle sosyal-ekonomik politikalar alanında CHP‟den sonra en fazla vaatte bulunan parti olduğunu göstermesinin yanı sıra, tüm partiler içerisinde “sosyal”, “yaşam”, “iş” ve “rehabilitasyon” kavramlarını en çok kullanan parti olması sebebiyle diğer partilerin de seçim beyannamelerinden ayrılmaktadır. MHP ile birlikte CHP açısından önemli seçim söylemleri arasında yer alan engelli istihdamı kavramı, eğitim ve rahabilitasyon kavramları ile birlikte ele alındığı zaman anlam kazanmaktadır. Engellilerin istihdamı konusunda sayısız neden olmasına rağmen özellikle eğitim ve rehabilitasyon kavramları ayrı bir öneme 87 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89. sahiptir (Öztürk, 2011: 30). MHP‟nin beyannamesinde bu iki olguya vurgu yaparak söylemlerinin içini doldurmaya çalıştığını düşünmek yanlış olmaz. Öneriler Partilerin seçim beyannamelerinin hazırlanması sürecinde özel gereksinimli bireyler alanında profesyonellerden yardım alınması, ortaya koyulacak beyannamelerin bu alana özgü olarak daha kapsamlı, detaylı ve yenilikçi özellikler taşımasını sağlayacaktır. Partilerin ve siyasetçilerin geçmiş deneyimlerin yanı sıra diğer parti beyannamelerinden de faydalanmaları, engelli bireylerin yaşamsal gereksinim ve olanaklarının, ortaya konulacak politikalar sayesinde daha fazla gelişmesi için imkân ve zemin oluşturacaktır. Özel gereksinimli bireylere hizmete eden sivil toplum örgütlerinin, parti beyannamelerini detaylı bir şekilde inceleme altına alması, özel gereksinimli bireyler ve çevrelerinin gelecek dört yılını etkileyecek politik adımların anlaşılması ve gerekiyorsa siyasi partilere bu konuda baskı oluşturması ve politika değiştirilmesini sağlaması açısından önemlidir. Kaynaklar Arslan, A., Karataş, M., Baştürk, S., Arslan, G., 2013, Yerel Seçim Sonuçları Temelinde Tokat‟ın Siyasi Yapısı, International Journal of Human Sciences, 10(1), 555-609 Bayhan, V., 2002, Demokrasi ve Sivil Toplum Örgütlerinin Engelleri: Patronaj ve Nepotizm, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, 26 (1), 1-13 Besiri, A., 2009, Yoksulluk Ekseninde Engellilerin Eğitimi, TBB Dergisi, 83, 353-374 Bulut, P., Güven, S., 2010, Primary Education in Political Parties‟ Programs, Journal of Theory and Practice in Education, 6 (2), 281-300 Çınar, H., Arslan, AR., Öztürk, AM., Bülbül, R., 2015, Kamu Binaları: Engellilerin Donatı ve Mobilya Kullanımına Yönelik Yaşam Analizi, SDÜ Mühendislik Bilimleri ve Tasarım Dergisi, 3(3), 329-337 Demirci, K., 2014, Türkiye‟de 2000 Sonrası Genel Seçim Kampanyalarında Demokrasi Söylemi, Mülkiye Dergisi, 38(1), 35-73 Genç, Y., Çat, G., 2013, Engellilerin İstihdamı ve Sosyal İçerme İlişkisi, Akademik İncelemeler Dergisi, 8 (1), 363-393 Güngör, F., Güneş, G., 2012, Dünya‟daki Gelişmeler Paralelinde Türkiye‟de Değişen Özürlülük Politikaları, Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, 3, 25-44 Kalender, A., 2003, Seçmenin Karar Sürecinde İletişim Araç ve Yöntemlerinin Önemi Üzerine Bir Araştırma, Selçuk İletişim, 2 (4), 30-41 Kapani, M., 2003, Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınevi, Ankara Koçak, M., 2006, Seçim Sistemi ve Demokrasi Karşılaştırmalı Analiz: İHAM ve AB Ölçütleri, Anayasa Yargısı, 23, 115-132 Küçükali, A., 2014, Engellilere Uygulanan Sosyal Politikaların Değerlendirilmesi: Atatürk Üniversitesi Örneği, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 4 (1), 59-86 Okumuş, A., 2007, Pazarlama Anlayışında Siyasal Pazarlamanın Yeri ve Pazar Konumlarına Göre Siyasi Partilerin Stratejik Analizi, Dumlupınar Üniveristesi Sosyal Bilimler Dergisi, 17, 157-172 Özkaynar, K., 2015, Siyasi Partilerin 2011 ve 2015 Yılı Seçim Beyannamelerine Bakış: Bir Doküman İncelemesi ve İçerik Analizi Çalışması, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, 3 (17), 439-452 88 Sayın, U. & Gümüş, S. S., 2016, “7 Haziran 2015 Milletvekilliği Genel Seçimleri Parti Seçim Beyannamelerinin Engelli Kavramı Temelinde İçerik Olarak İncelenmesi” Öztürk, M., 2011, Türkiye‟de Engelli Gerçeği, Müsiad Cep Kitapları No: 30, Ajansvista Matbaacılık, İstanbul. Pektaş, EK.,1997, Büyük Kent Belediyelerinin Eğitim ve Kültür Hizmetlerine Siyasal Parti İdeolojilerinin Yansıması. Yayımlanmamış Yükseklisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir. Polat, C., Akkaya, MA., Binici, K., 2015, 07 Haziran 2015 Türkiye Genel Seçimleri Parti Bildirgelerinde Bilgi ve Belge Yönetimi ve Kütüphanecilik, Türk Kütüphaneciliği, 29 (2), 296-308 Purdam, K., Afkhami, R., Olsen, W., Thornton, P., 2008, Disability in the UK: Measuring Equality, Disability & Society, 23 (1), 53–65 Sakal, M., 1998, Siyasal Karar Alma Sürecinde Yeralan Aktörler ve Rolleri, D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, 13 (1), 211-230 Shakespeare, T., 1993, Disabled People's Self-organisation : A New Social Movement?, Disability, Handicap and Society, 8 (3), 249-264 Seyyar, A., 2008, Sosyal Siyaset Ekseninde Yerel Özürlüler Politikası, Yerel Siyaset Dergisi, 27, 80-85 Tepekaya, M., 2013, 1912 Osmanlı Meclisi Mebusan Seçimlerinde Saruhan (Manisa) Sancağı İttihat ve Terakki Fırkası Adayı Yusuf Rıza Bey ve Seçim Beyannamesi, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 13 (27), 33-61 Terkan, B., 2010, Siyasi Partilerin Kadına İlişkin Söylem ve Politikaları (AKP ve CHP Örneği), Selçuk İletişim, 6 (2), 115-136 Tiyek, R., 2015, Sosyal Politika Kapsamında Seçim Bildirgelerinin Değerlendirilmesi, Emek ve Toplum, 4 (9), 36-63. Tok, T. N., 2012, Türkiye‟deki Siyasal Partilerin Eğitim Söylemleri ve Siyasaları, Kuram ve Uygulamada Eğitim Yönetimi, 18 (2), 273-312 Üste, R.B., Yüksel, B., Çalışkan, S., 2007, 2007 Genel Seçimlerinde Siyasal Pazarlama Tekniklerinin Kullanımı ve İzmir İli Örneği, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 15, 213-232 Walgrave, S., Nuytemans, M., 2009, Friction and Party Manifesto Change in 25 Countries, 1945–98, American Journal of Political Science, 53 (1), 190–206 e-Kaynakça e-1-http://www.akparti.org.tr/upload/documents/2015-secim-beyannamesi20nisan.pdf (İndirme Tarihi: 26/06/2015) e-2-http://yasanacakbirturkiye.com/CHP-SECIM-BILDIRGESI-2015.pdf (İndirme Tarihi: 26/06/2015) e-3-http://www.hdp.org.tr/images/UserFiles/ Documents/Editor/HDP%20Se%C3%A7im%20Bildirgesi%20Tam%20Metin.pdf (İndirme Tarihi: 01/07/2015) e-4-http://www.mhp.org.tr/usr_img/mhpweb/MHP_Secim Beyannamesi_2015_tam.pdf (İndirme Tarihi: 02/07/2015) e-5-http://www.akparti.org.tr/upload/documents/2011-beyanname.pdf (İndirme Tarihi: 01/03/2016) e-6- http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1017 (İndirme Tarihi: 21/04/2016) 89 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 69-89. 90 Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi Eylem Çamuroğlu Çığ Yrd. Doç. Dr. Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü E-posta: eylemcamuroglu@mersin.edu.tr ÖZET: Snowden‟ın ifşaatları, Wikileaks‟in sızdırdığı belgelerin ışığında küresel bir gözetim sisteminin varlığı ispatlanmıştır. Bu küresel askeri/endüstriyel gözetim sistemi, sosyal ağlardaki verilerin mülkiyeti ve ortaya çıkan diğer çelişkiler bağlamında tartışmaları derinleştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Günümüzde dijital çağın çelişkilerinden biri, kullanıcıların mahremiyeti ile endüstriyel gözetim bloğu arasındaki gerilimdir. Bir diğeri ise yurttaşların güçlünün hesap vermesi yönündeki talebi ile iktidarların gizlilik arzusu arasındaki çelişkidir. Bu iki çelişki, tarihsel ve teorik çerçevede Habermas‟ın aleniyet ilkesi ile Foucault‟nun panoptikon tartışmalarında somutlaştırılabilmektedir. Jürgen Habermas ve Michel Foucault, modernitenin çeşitli dinamiklerini birbirinden çok farklı, ancak felsefi ve politik açıdan birbiri ile bağlantılı bakış açıları ile tartışmış iki düşünürdür. Sosyal medya çağına eleştirel yaklaşımlar içinde her iki düşünürün de kavram ve kuramsal yaklaşımları tekrar tartışılmaktadır. Bu çalışmada modern iktidarın temel antagonizmasına karşılık gelen Foucault‟nun panoptikon, Habermas‟ın ise aleniyet ilkesi bağlamında sosyal ağlar eleştirel yöntemle tartışılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Sosyal Medya, Panoptikon, Aleniyet İlkesi, Güvenlik, Disiplin The Politics of the Gaze in the Digital Age: Panopticon and the Public Sphere Abstract: Snowden‟s disclosures and Wikileaks documents have proved the existence of a global surveillance system. This global military/industrial surveillance system obliges to make a deep discussion about the ownership of social media data and the other emerging contradictions in this context. In this day and age one of the contradictions of the digital age is between the privacy of users and industrial surveillance complex. Another contradiction is between the citizens‟ desire of accountability of the strong and secrecy desire of the power. These two contradictions become concrete historically and theoretically in the discussions of Habermas‟ public sphere and Foucault‟s panopticon. Jürgen Habermas and Michel Foucault are two philosophers who studies the dynamics of modernity in very different perspectives but in a connected way philosophically and politically. In critical approaches to social media age both philosophers‟ concepts and theories are being used and discussed continuously. In this study social networks are examined in the context of Habermas‟ public sphere and Foucault‟s panopticon which correspond to the basic antagonism of modern power. Keywords: Social Media, Panopticon, Public Sphere, Security, Dicipline Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Türkiye‟de Kadın Girişimcilerinin Risk Deneyimleri”, Toplum ve Demokrasi, 10(21), Ocak-Haziran, s. 115-???. Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113. Giriş Geleneksel medya olarak adlandırılan, büyük oranda tek yönlü, endüstriyel ve kitlesel iletişimi tanımlayan aşamanın ardından, sosyal medya çağının iletişimsel evresini yaşamaktayız. Dijital medya veya internet medyası olarak da adlandırılan bu medya her şeyden önce bilişim ve enformasyon teknolojilerini ve internet ağ yapısını kullanan bir mecradır. Web 1.0 döneminde internet siteleri ve e-maillerin yoğun kullanımı, Web 2.0 olarak adlandırılan teknolojik gelişimi takiben, sosyal medya platformlarının devreye girmesi ile etkileşimlilik ve etkinlik alanını muazzam boyutlara ulaştırmıştır. Söz konusu teknik altyapı bünyesinde sayısız bireysel ve kurumsal web siteleri, blog siteleri, web yayıncılığı, podcastler, forum siteleri; Facebook, Twitter, Snapchat, Instagram, Wordpress, Persicope, Ustream, Skype vb. popüler platformlar; yazılı, görsel, işitsel tüm formlarıyla iletişimsel evrenimizi oluşturmaktadır. Bu altyapı üzerinde gerçekleştirilen her tür iletişim haberleşme, ticaret, eğitim, kültürel tüketim veya tasarım etkinlikleri, sosyal medya kapsamında değerlendirilebilir (Çamuroğlu Çığ ve Çığ, 2015: 22). Sosyal medya ve Web 2.0 kavramları, Facebook, Linkedln gibi sosyal ağ siteleri, bloglar, Wikipedia gibi wikiler, Twitter, Weibo gibi mikrobloglar ve Youtube gibi kullanıcı kaynaklı içerik paylaşım sitelerinden oluşan World Wide Web (www) platformlarını nitelemek için 2005 yılı civarında hayatımıza girmişti (Fuchs, 2015a: 94). Teknolojiye vurgu yapan Web 2.0, bütün sosyal ağları içine alan bir şemsiye kavram olarak düşünülmektedir (Trottier ve Fuchs, 2015: 6). Aslında sosyal medya teknolojilerinin büyük bir kısmı, 2005 yılından önce kullanılmaya başlanmıştı. Ancak popülerleşmesi, geleneksel medya ile de melezlenerek toplumsal yaşamı giderek daha fazla şekillendirmeye başlaması, 2005 sonrası döneme denk düşmektedir (Fuchs, 2014: 48). Giderek artan kullanıcı sayılarıyla sosyal medyanın dijital kültürü, toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşama hızla eklemlenirken, birçok farklı boyutu ile gündeme geldi. Sosyal medya, 2011 yılından başlayarak tüm dünyada yeni toplumsal hareketler, siyasal katılım ve kamusal alan bağlamında tartışılmaya başlandı. “Arap Baharı” olarak adlandırılan Tunus‟ta başlayıp birçok ülkeye yayılan isyanlar, İspanya‟da bugün Podemos isimli partiyle kurumsallaşan İndignadas (Öfkeliler) hareketi, Amerika‟da Occupy Wall Street hareketi ile 2011 yılında sosyal medya ve yeni toplumsal hareketler, oldukça iyimser tonlarda yapılan yeni yurttaşlık ve kamusal alan tartışmasını ateşlemişti. Sosyal ağlardan güç alan bu yeni toplumsal hareketler, 2004‟te Madrid‟de, 2009‟da İran ve İzlanda‟da da görülmüştü (Castells, 2013: 11-12). 2013‟te Taksim Meydanı‟ndan tüm Türkiye‟ye yayılan Gezi Direnişi ile sosyal ağlar bağlamında yapılan siyasal katılım, kamusal ve müşterek alanlar tartışmaları da yoğunlaştı. Tartışmaların başlangıçtaki iyimser tonu, neoliberalizmin otoriteryan eğilimlerinin hız kazanması ile yerini dijital gözetim toplumları tartışmasıyla karamsar bir tona bıraktı. Julian Assange‟ın 92 Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi” kurduğu Wikileaks‟ın ortaya çıkardığı belge sızıntıları ve Edward Snowden‟ın ifşaatları ile küresel bir gözetim sisteminin varlığı ispatlanmıştır. 2007 yılında NSA tarafından geliştirilen kitlesel elektronik gözetim ve veri madenciliği yapan program PRISM ile gizli servisler ve devletlerin ağlarda bireysel mahremiyeti sistematik olarak ihlal etmekte oldukları da netleşti. Devlet ve istihbarat örgütlerinin yanı sıra, Google, Facebook, Yahoo, AOL ve www şirketleri de bu küresel gözetim ağına dahildir. Bu şirketlerin sermaye birikim modeli, küresel gözetim sisteminin suç ortağı olmalarının nedenleri arasındadır. Snowden‟ın ifşaatları, küresel gözetim ağının şirket ve devlet gücü birlikteliği ile iletişimi, interneti ve sosyal ağları kontrol ettiğini ortaya koymuştur (Fuchs, 2015b: 149). Yakın zamanda Panama Papers ile yeniden hatırlanan küresel endüstriyel/askeri gözetim bloğu, sosyal ağlardaki verilerin mülkiyeti ve ortaya çıkan çelişkiler bağlamında tartışmaları derinleştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Günümüz sosyal medya dünyasının çelişkilerinden biri, kullanıcıların mahremiyeti ile endüstriyel gözetim bloğu arasındaki gerilimdir. Bir diğeri de yurttaşların güçlünün hesap vermesi yönündeki talebi ile iktidarların gizlilik arzusu arasındaki çelişkidir. Sosyal medya şirketlerinin sermaye birikim modeli ve ekonomileri, ağırlıklı olarak hedefli reklamcılık (targeted advertising) ve dijital emeğin sömürüsü üzerine temellenmektedir (Trottier ve Fuchs, 2015: 24). Şirketlerin ekonomik modeli ile söylem ve ideolojilerini temellendirdikleri açık, küresel olarak bağlantılı ve özgür iletişim arasında sürekli bir gerilim hattı ortaya çıkmaktadır. Şirketler, sermaye birikim modeli nedeniyle parçası oldukları bu yoğun gözetimin karşısında olduklarını vurgulamakta ve özgür, açık dünya söylemlerini bu karşıtlık üzerinden kurmaktadır (Fuchs, 2015b: 149). İdeoloji ve ekonomik gözetim arasındaki bu gerilim hattı, çağdaş sosyal medya dünyasının antagonistik gerçekliğini oluşturmaktadır. Sosyal medya dünyasının antagonizmaları, Harvey‟nin adlandırmasıyla sermayenin hareketli ve tehlikeli çelişkilerine denk gelmektedir. Hareketli çelişkiler, istikrarsız ve önbelirlenmemiş bir evrim süreci yaratmaktadır. On yıllarla ölçülebilen bu görece yavaş süreç, bugünkü ikilemlerden yola çıkarak gelecek hakkında da öngörüde bulunmamıza imkan vermektedir. Hareketli çelişkilerin dinamik etkileşimi, insan, sermaye ve doğa açısından tehlikeli çelişkileri doğurmaktadır (Harvey, 2015 (b): 99 - 297). Bu nedenle hareketin anlamını kavramak politik açıdan hayatidir, çünkü Harvey‟nin vurgusu ile “kendi geleceğimizin şiirini sermayenin hızla evrilmekte olan çelişkilerinin oluşturduğu fon üzerine” yazmaktayız (Harvey, 2015 (b): 100). Bu hareketin anlamını ve gelecekte yaratabileceği değişimleri öngörebilmek için sosyal ağlardaki dijital gözetime yakından bakmak gerekmektedir. Dijital gözetimin en belirgin çelişkilerinden bir tanesi, devlet gözetimi ve sosyal medya şirketleri arasındaki birliktelikte görünür olmaktadır. Şirketlerin ticari gözetimi, bilginin sürekli akışına ve insanların verilerini, iletişimlerini ve yaşamlarını büyük oranda ağlara taşımasına 93 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113. bağlıdır. Devlet gözetimi ise, bilgiye erişimi kısıtlamak ve özellikle kriz dönemlerinde sansür üzerinden şekillenmektedir. Devletler ve şirketler arasındaki bu çelişkiyi tarihselliği içinde değerlendirdiğimizde dijital gözetim politikalarının henüz oluşum halinde olduğu ve piyasa-devlet işbirliği içinde şekillenmekte olduğu netleşmektedir. Ticari gözetimin sınıflandırma işlevi ve devletin zor aygıtı, piyasanın tehdit oluşturabilecek olan kısımlarını eleyebilmektedir (Yumuşak, 2015: 108). Dijital gözetimi analiz edebilmek için, sosyal medyayı devlet ve siyaset teorileri içinde konumlandırmak ve devlet-şirket ilişkisini bu bağlamda tartışmak gerekmektedir (Trottier ve Fuchs, 2015: 33-34). Medya, teknolojik yapıların sosyal ilişkiler ve insan eylemleriyle karmaşık biçimlerde etkileşimde olduğu tekno-sosyal yapılardır. İktidar yapıları medyayı ve medyanın toplumsal ilişkilerini biçimlendirmektedir (Fuchs, 2014: 49). Sosyal medyanın toplumsal ve siyasal boyutlarını tartışırken, ağların iktidar ve karşı iktidar yapıları ile çelişkili ve etkileşimli ilişkilerini dikkatle analiz etmek gerekmektedir. Bu açıdan sosyal medya ve dijital gözetimi, modern iktidar teorisinin iki önemli kavramsallaştırması olan aleniyet ilkesi ve panoptikon bağlamında tartışmak ve temel çelişkilerin kuramsal ve tarihsel gelişimine odaklanmak önemlidir. Günümüzde sosyal medyada sızıntılarla, Anonymus gibi hacker grupları ile Türkiye‟de ise yolsuzluk tapeleri ve “fuatavni” twitter hesabı ile gündemimize gelen yurttaşların güçlünün hesap vermesi talebi ile iktidarların gizlilik arzusu arasındaki çelişki, tarihsel olarak modernitenin ilk çelişkilerinden bir tanesidir. Dijital hak mücadelesinin temelini oluşturan özel hayatın ve kişisel verilerin gizliliği ile endüstriyel/askeri gözetim bloğu arasındaki çelişki de yine tarihsel olarak modernitenin disiplinci mekanizmalarında yer almaktaydı. Aşağıdaki bölümlerde Jürgen Habermas‟ın aleniyet ilkesi ve Michel Foucault‟nun panoptikon metaforu bağlamında dijital gözetimin temel antagonizmaları eleştirel yöntemle tartışılmaktadır. Dijital Çağda Karşı-Gözetim ve Aleniyet İlkesi Dijital alanda ticari gözetim adına yapılan veri madenciliği ve sınıflandırmanın tersine dönerek iktidar odaklarını, kurulan ilişkileri vs. ifşa etmek adına kullanıldığı örnekler son yıllarda artarak karşımıza çıkmaktadır. Anonymus gibi hacker grupları, Assange‟ın kurduğu Wikileaks gibi belge sızdıran siteler, Edward Snowden‟ın ifşaatları ve yakın zamanda Panama Papers gibi sızıntılar, zamanımızın önemli sızıntıları arasında sayılabilir. “Whistleblower”1 aktiviteleri olarak da adlandırabileceğimiz bu sızıntılar, 1 Whistleblower ve whistleblowing kavramlarının Türkçe‟de tam bir karşılığı yoktur. Halkla ilişkiler literatüründe çok kullanılan bu kavramın birçok tanımı yapılmıştır. Özetle bilgiye veya veriye erişimi olan kişilerin tanık oldukları yanlış veya etik dışı durumları kamuya ifşa etmeleri olarak tanımlanabilir. Eski bir gazeteci olan Assange‟ın kurduğu Wikileaks isimli site, aslında birçok whistleblower‟ı bir araya getirmektedir. 94 Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi” sosyal medya çağının önemli ifşa ve muhalefet yolları arasında sayılmaktadır (Bora ve Altıparmak, 2016: 53). Wikileaks‟in içeriği bireysel “whistleblower”lar tarafından sağlanmaktadır. Bu yolla “whistleblower”ların kimlikleri anonim kalırken sızdırdıkları belgeler küresel kamuya ulaşarak kitlesel olarak izlenebilmektedir (Fuchs, 2011b: 6). Henüz sonuçları çok kestirilebilir olmamakla beraber, neoliberal dönemin önemli demokratik mücadele alanlarından bir tanesinin ifşaatlar yoluyla yürütülen muhalefet olacağı söylenebilir. Şirketler, devletler ve istihbarat örgütlerinin karmaşık ilişkiler ağları içerisinde yürüttükleri gözetim, izleme ve özel alan ihlalleri ve yapılan yolsuzluklar ile etik ihlallerin belgeleriyle kamuya duyurulması dijital hak mücadelelerinin önemli adımlarından biridir. Gözetleyenlerin gözlenmesi yoluyla bakışı ters yüz etmek ve iktidar odaklarını hesap vermeye zorlamak, demokratik ülkelerde belli bir muhalefet zemini açabilmektedir. Aynı zamanda aleniyet kazanan ifşaatlar, kamuyu da bilinçlendirerek hak mücadelelerini güçlendirmektedir (Fuchs, 2011a: 306). Ancak devletler de bu süreçte dijital alanın imkanlarını fark ediyor ve öğrenmeye devam ediyorlar. İktidar odaklarını, gözetimi ve ilişkiler ağlarını görünür kılma ve alenileştirme çabalarının karşısında baskı da giderek artıyor. Özellikle 2015‟ten başlayarak dünya çapında terörle mücadele ve güvenlik paradigmasının yükselişe geçişiyle dijital hak mücadelesi de mevzi kaybetmektedir. Charlie Hebdo saldırısı, Paris Katliamı, Brüksel Saldırıları gibi olaylar bu baskıya toplumsal destek de kazandırmaktadır (Bora, Altıparmak, 2016: 53). 2015 yılı ortalarından başlayarak Türkiye‟nin de artarak deneyimlediği güvenlik paradigması, neoliberal iktidar yapısına içkindir (Gambetti, 2009: 143-172). 2010 yılından itibaren dünya çapında neoliberalizmin ortaya çıkardığı sorunlar karşısında yükselen protesto dalgaları ile dengesizleşen neoliberal iktidarlar, çok daha çatışmacı ve otoriter bir evreye evrilmektedir. Dijital hak mücadelelerindeki mevzi kaybının da bu açıdan, dünyadaki siyasal atmosfer ile yakından ilgili olduğunun da altını çizmek gerekmektedir. Yakın zamanda Sınır Tanımayan Gazeteciler‟in (RSF) açıkladığı 2016 yılına dair Dünya Basın Özgürlüğü Endeksinde, tüm dünyada bilgi alma özgürlüğünde kayıplar yaşandığına dikkat çekilmesi ve dünya genelinde basın özgürlüğüne duyulan saygıda büyük ve ürkütücü bir kayıp olduğunun vurgulanması, bu duruma işaret etmektedir2. Bu noktada Morozov‟un internetin kazanımlarının özgürlükleri tehdide dönüşme ihtimali yönündeki uyarısı önem kazanmaktadır. Online gözetimin norma dönüşme ihtimali, güvenlik paradigmasının yükselişi ile giderek artmaktadır. Bu normla otoriteler karşısında yurttaşlar giderek şeffaflaşırken otoritelerin güvenlik adına opak kaldığı, siyasal ve ticari çıkarların iç içe geçtiği otoriter ve tehlikeli bir yola girilmektedir (Özkul ve Barnett, 2016: 13 -14). Otoritelerin opak alana çekilmesi, modernitenin temel belirleyenlerinden biri olan aleniyet ilkesini muğlaklaştırmaktadır. 2 www.diken.com.tr/turkiye-basin-ozgurlugunde-ugandanın- gerisinde/ 95 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113. Aleniyetin Kurumsallaşması Tam da bu noktada vurgulamak gerekir ki teknoloji gelişirken dünyamız giderek karmaşıklaşsa da bu eğilimler ve çelişkiler, modernitenin temel çelişkileri arasında idi. Bilginin üretimi ve dolaşımın toplumsal kontrolü ve disiplin teknikleri bakımından tarihsel olarak en gelişmiş iktidar biçimi, modern ulus devletlerde belirginleşmektedir. Feodalitenin iktidar biçimleri modern iktidara evrilirken iktidarı şeffaflaştırarak denetlemenin yolu olarak aleniyet ilkesi kurumsallaştırılmıştı. Aleniyetin kurumsallaşması ile birlikte demokratik ve otoriter rejimlerin bilgiyi yönetmeleri açısından fark, yönetenlerin erdemi veya tercihlerinden bağımsızlaşmıştır. Kurumların yapısı, işleyişi ile diğer siyasal ve toplumsal aktörlerin devlet iktidarını dengeleyici gücü önem kazanmıştır. Modern anayasanın ortaya çıkışı, 1789 devriminin kralın kişiliği ile devleti birbirinden ayırması sonucunda gerçekleşmiştir. Böylece kamusal otorite ve egemenlik, doğuştan gelen bir hak olmaktan çıkmış, denetlenmesi gereken bir yetkiye dönüşmüştür (Teziç, 2009: 143). Weber‟in gayrişahsileşme (depersonalization) ve rasyonelleşme kavramları üzerinden tartıştığı bürokrasinin, Habermas, Arendt ve Sennett‟ın farklı boyutlarıyla tartıştığı kamusal-özel ikiliğinin ve daha birçok modern kavram ve tartışmanın başlangıcı, devlet iktidarındaki bu büyük dönüşüm ile ilişkilidir. Devlet iktidarının şeffaflaştırılması, denetlenmesi ve demokratikleştirilmesi için verilen mücadeleler, görünürlüğün ve bakışın politikleşmesine yol açmıştır. Bakışın iktidarlara çevrilebilmesi yolu ile iktidarı sınırlayıp denetlenebilir kılan bir bakış politikası, siyasal alandaki sınıf savaşımları ve demokratikleşme mücadeleleri ile kurumsallaşabilmiştir. Bu bakış politikasını Habermas, kamusal-özel kavramlarının tarihsel gelişimi ile burjuva kamusal alanının ortaya çıkışı aşamasında tartışmıştır. Bakışın politikası ile aleniyet ilkesinin demokratikleşmeye yol açacak biçimde kurumsallaşabilmesi için yurttaşların kamusal bir gövde oluşturarak örgütlenebilmeleri ve kamuoyunu oluşturabilmeleri gerekmektedir. Kamuoyu, devlet biçiminde örgütlenmiş olan egemen yapıya karşı yürütülen eleştiri ve denetim mekanizmalarına işaret etmektedir. Örneğin mahkemelerin veya meclis görüşmelerinin halka açık olması gibi devlete ait bazı işlerin aleni olması gerektiğine dayanan düzenlemeler, kamuoyunun eleştiri ve denetim işlevleri ile ilişkilidir. Monarşilerin gizlilik politikalarına karşı mücadele ederek kazanılan kamusal bilgi ve aleniyet ilkesi, devletin ve iktidar odaklarının demokratik kontrolünü olanaklı kılmıştır (Habermas, 2010: 29). Günümüzde kamusal bilgi ve aleniyet ilkesinin olanaklarına karşıt, “devlet sırrı” kavramı bir iktidar tasarrufu olarak öne çıkmaktadır. Bu kavram, kamusal otoritelerin yine kamu yararını öne sürerek gizlilik sağlayabildikleri opak bir alana işaret etmektedir. Ancak demokratik modern iktidarlarda devlet sırrı, sınırsız ve koşulsuz bir gizlilik sağlamamaktadır. Terörle mücadele ve güvenlik paradigmasının yükselişe geçtiği günümüz Türkiye‟sinde, devlet sırrı kavramının gazetecilik ile ilgili tarihi bir davanın konusu olması, 96 Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi” iktidarların güvenlik adına opak bir alana çekilme isteklerinin ifşa edilmiş bir göstergesidir.3 İngiltere‟de 2015‟te açıklanan internet yasa tasarısının, güvenlik güçlerine mahkeme kararı olmadan online takip yetkisi sağlamayı amaçlaması da dijital dünya açısından benzeri bir duruma işaret etmektedir (Keeble-Gagnere, 2015). Tasarı, gazeteciler tarafından haber verme hakkının, siyasal iktidardan bağımsız yapılamayacağı bir ortama kayma endişesi ile tartışılmaktadır. İktidarların gizlilik arzusu ile yurttaşların güçlünün hukuk önünde hesap vermesi yönündeki talebinin günümüz demokrasilerinde gerilimli bir siyasete yol açması, aleniyetin kurumsallaşmasının tarihsel evrelerine bakmayı gerekli kılmaktadır. Bugün yeniden bir mücadele hattına işaret eden aleniyet talebi, modernite feodaliteyi dönüştürürken kurumsallaşan kamusal otoritenin en temel mücadele alanıydı ve ortaya çıktığı tarihsel evrede de çelişkili bir kurumsallaşmadan muzdaripti4. Ortaçağdan Çıkışta Aleniyet Feodalite içinde pre-kapitalist koşullar ortaya çıkmaya başladığında kamusal kavramı ve aleniyet, hiyerarşi ve ayrıcalıklarla ilgilidir. Ortaçağın kamusallığı bir statü belirtisidir, toplumsallıkla ilişkili olarak yaşanmamaktadır. Fermanlardaki veya kralın mühründeki kamusal kavramı, hükmetme ile ilgilidir. Aleni olma ve herkese açık olma durumu ise ayrıcalıklardan ve hükmedenlerin konumundan dışlanmış olmak anlamına gelmekteydi. Habermas, ayrıcalıklar, güç ve hiyerarşiyi barındıran Ortaçağ kamusallığını “temsili kamusallık” ile kavramsallaştırmaktadır. Burada temsil kavramı, demokratik teorilerdeki temsilin tam aksine, gücün ve statünün 3 Gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül‟ün yargılanmakta oldukları MİT tırları davası, Milli İstihbarat Teşkilatı‟na ait tırlarla Suriye‟ye silah ve cihatçı sevk edildiğinin iddia edildiği haberin, 29 Mayıs 2015 günü Cumhuriyet Gazetesi‟nde yayımlanması üzerine açılmıştı. Haberdeki iddialara kanıt olarak savcılık dosyasından alındığı belirtilen görüntüler yer almaktaydı. Bu görüntülerde ilaç kutularının altındaki havan topu mermileri ve askeri mühimmat görülmekteydi. Yaptıkları haber sonrasında açılan davada Dündar ve Gül‟e yöneltilen suçlamalar, devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etme, devletin güvenliğine ilişkin gizli kalması gereken bilgileri casusluk maksadıyla açıklama, cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti‟ni ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen ya da tamamen engellemeye teşebbüs etme ve silahlı terör örgütüne üye olmaksızın bilerek isteyerek yardım etmedir (www.bbc.com/turkce/haberler/2016/04/160401_can_dundar_erdem_gul_durusma). 4 Bu çelişkili kurumsallaşmaya örnek olarak klasik hukuk teorisinde devletin iki niteliğini oluşturan devletin hukuki kişiliği ve egemenliği arasındaki uyuşmazlık gösterilebilir. Devletin hukuk içinde denetlenebilirliğini sağlayan tüzel kişiliğinin yanında egemenlik, devletin hiçbir denetim kabul etmeyen asli, kayıtsız şartsız bir iktidarını vurgulamaktadır (Teziç, 2009: 125-126; 144-145). Benzer bir çelişkili kurumsallaşma da Fransız Devrimi sonrası iktidarı dünyevileştiren demokratik teorilerden milli egemenlik teorisinde yaşanmıştır. Teori, İktidarı monarktan yeryüzüne indirirken aşkın bir millet tanımıyla (ölen atalardan doğmamış çocuklara kadar halkı aşan bir kavram olarak millet) onu yeniden metafizik ve hukuk ötesi kılmıştır (Teziç, 2009: 100). 97 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113. temsilini anlatmaktadır. Kralın tacı, onun -Tanrıdan aldığı – sonsuz gücü temsil eder. Ortaçağ‟ın bu temsili kamusallığı dışlayıcıdır; örneğin ayinler halkın dilinde değil, Latince yapılır. Halk, bu kamudan dışlanmıştır; ancak varlığı temsilin gerçekleşebilmesi açısından önemlidir. 15. yüzyılda coğrafi keşiflerin ticareti canlandırarak bir sınıf olarak burjuvaziyi ortaya çıkarmaya başlaması ile temsili kamu ile yeni ortaya çıkmaya başlayan aydınlanma kamularının bir arada olduğu ara bir dönemden geçilmiştir. Kralın kişiliği ile devleti birbirinden ayıran burjuva devrimlerinin bir sonucu olarak kamusallık devleti ve devlet aygıtını temsil eder hale gelirken özel olan da bu alanın dışında kalan alan olarak şekillenir (Habermas, 2009: 57 -74). Ortaçağda feodalitenin içinde feodaliteden farklı bir gelişimin habercisi olan pre-kapitalist koşullar, bir taraftan -merkantilizm ve fizyokrasinin temel bakışı olarak- güçlü krallık ve hükümdar vurgusu ile var olan egemenliği güçlendirirken bir taraftan da bu düzenin çözülüşüne yol açacak koşulları oluşturur. Habermas burada çözülüşe yol açan unsurlar olarak mal ve haber dolaşımına önem verir. Ticaretin gelişimi –her ne kadar var olan egemen krallık veya güç tarafından koyulan kurallarla işlese de- feodal sistemin kapalı ekonomisini ve kapalı yapısını sarsmaya başlamıştır. Başlangıcında temsili kamuyu bu yeni gelişmeler rahatsız etmemiştir; çünkü eski üretim ve bu üretimden beslenen egemenlik henüz bu yeni oluşmaya başlayan sermayeye bağımlı değildir. Feodalitenin katı egemenlik yapısı, gelişen ticaretle zenginleşmeye başlayan burjuvazinin iktidara ortak veya talip olmasını engelliyordu. Ancak iktidarın kurulmasını sağlayan temel ilkeleri hedef alırlarsa yani, egemenlik biçimini tümden değiştirirse iktidarda pay sahibi olabilecekti. Bu noktada Ortaçağ egemenliğinin temel ilkelerine karşı burjuva kamusunun ortaya koyduğu ilke, aleniyet ilkesi olmuştur. Ortaçağın kapalı iktidar yapıları, bu ilkenin karşısında zamanla çözülmeye başlamış; Aydınlanmanın “akıl” ölçütünü temel alarak başlattığı devrimlerle burjuvazi, bu kapalı yapıların aleniyet ilkesine göre, anayasalar ve yasalar çerçevesinde yıkıldığı yeni bir çağı başlatmıştır (Habermas, 2009: 93 – 98). Kapalı yapıların yıkılmasıyla başlayacak yeni çağın en önemli araçları arasında ise basın yer almaktaydı. Burjuva Kamusal Alanı ve Basın Merkantilist dönem, devletin karşısında ayrı bir alan olarak burjuva kamusal alanının yükselişine yol açmıştır. Çünkü yönetimin ticaret üzerinde uyguladığı önlemler veya aldığı vergiler, özel çıkar ile kamusal çıkarı karşı karşıya getirirken bir taraftan da devletin özel alana da müdahalesi –örneğin tahıl darlığında Cuma akşamları ekmek tüketiminin yasaklanması gibi müdahaleler- devleti ve işleyişini de eleştiriye açık hale getirmiştir. Hane ekonomisini ilgilendiren konuların aynı zamanda kamusal çıkar alanına giren bir meseleye dönüşmesi ile kapitalizmin bu başlangıç evresinde hem devlet 98 Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi” karşısında özel alan hem de akıl yürüten kamusal topluluğun eleştirerek ve tartışarak oluşturduğu kamusal alan ortaya çıkmıştır. Yine kamusal bir araç olarak basın da bu dönemde çok önemli bir rol oynamıştır. Böylece kamusal alan, kamusal bir topluluk olarak bir araya gelmiş özel kişilerin, kamu erkini kamuoyunun önünde şeffaflaşmaya ve meşrulaşmaya zorladıkları bir alan olarak dönüşüyordu (Habermas, 2009: 77 – 91). Dolayısıyla haber dolaşımı, bu yeni oluşmaya başlayan ekonomik sistem için en az mal ve evrak dolaşımı kadar önemliydi. İlk dönemde ticareti geliştiren bir unsur olarak ortaya çıkan haber dolaşımı, merkantilist dönemde siyasal ve toplumsal düzenin içinde eski sistemi alt üst edecek bir güç olacak basına evriliyordu. İlk gazeteler –siyasi gazete olarak adlandırılıyorlardıbaşlangıçta haftalık olarak çıkarken, 17. yüzyılın ortalarında günlük çıkmaya başladılar (Habermas, 2009: 74 – 80; Van Horn Melton, 2011: 13 -17). Günlük çıkmaya başlayan gazetelerle haberler, modern toplumların temel ritüellerinden birine dönüşerek kamusal alanın meselelerini de belirlemekteydi. Hegel‟in gazetelerin modern insanın sabah duası olduğunu vurgulaması, metalaşan haber ile kurulan törensel ve ritüelistik ilişkiyi netleştirmekteydi. Anderson‟a göre bu ilişki, ulus devletin ve milliyetçi ideolojilerin kuruluşunda da önemli bir rol oynamaktaydı. Gazetelerin ve metalaşan haberlerin kitlesel ve hızlı tüketimi, olağanüstü kitlesel bir ayini mümkün kılmaktaydı. Anderson‟a göre, hayali bir cemaat olarak ulusu mümkün kılması, bu ritüelin paradoksal anlamından kaynaklanmaktadır. Sessiz bir mahremiyet ile yerine getirilen okuma eylemi, hayali cemaati oluşturan büyük kitleler tarafından eş zamanlı ve kamusal bir eylem olarak gerçekleşmektedir (Anderson, 2009: 50). Bu eş zamanlı kamusal eylem, çelişkili bir var oluşla kapitalizmin varlığını güçlendiren haber endüstrisini yaratırken, bir taraftan da onu aşan ve bütün iktidar odaklarını sarsabilecek güçte olan aleniyet ilkesini de mümkün kılmaktaydı. Çünkü siyasal gazeteciliğe evrilen habercilik, dünya ile ilgili her şeyin – meclis, savaş, ticari dolaşım- aleniyet kazanmasının yolunu açmaktaydı (Habermas, 2009: 74 – 80; Van Horn Melton, 2011: 13 -17). İlerleyen süreçlerde burjuvazi açısından paradoksal bir durum yaratan basının bu ikili rolü, iktidarların yeni başetme stratejileri geliştirmelerine de ön ayak olacaktı. Bu yeni strateji, haberin bir meta olduğu gerçekliği üzerine inşa edilmekteydi. Sonuç olarak mal dolaşımına bağımlı olmaktan çıkan haberin kendisi de basılı bir materyal olarak ve kar stratejilerinin de etkisine girerek bir metaya dönüşüyordu. Bir meslek olarak profesyonelleşen gazetecilik, ortaya çıkışını sağlayan pazar ile aynı düzeneğe ve işleyişe sahipti. Haberin metalaşma süreci, kapitalist ekonominin başlangıcından günümüze geçirdiği büyük değişimlere paralel olarak daha verimli formlara girmiştir. Dolayısıyla metalar piyasasını yöneten burjuvazi, iktidarını tahkim ettikten sonra, her türlü iktidarı sarsacak güçteki eleştirel kamuoyu çözülecek ve yerini bilginin kontrolü ve manipülasyonuna bırakacaktı. 99 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113. Bilginin Kontrolü ve Karşı-Gözetim İktidara yönelen bakışın gücü ve politikası, devrimci bir yüzyıl olan 18. yüzyıldan sonra burjuva devrimleri ile kurumsallaşan yeni modern iktidarlar çağında, Habermas‟ın kavramsallaştırmasıyla yapısal bir dönüşüme uğrar. 19. yüzyıl kültür ve haber endüstrilerinin kamusal toplulukları ve yurttaşları kitleye dönüştürmesi sonucunda kamuoyu yerini kanaatlere bırakmış, kamusal akıl yürütmenin yerini duygular ve irrasyonalite almış, aleniyet ilkesi ise iktidarın meşruiyetini üretmekten öteye geçememiş ve gerçekten demokratik bir denetimi hayata geçirememiştir. Foucault‟ya göre, aleniyet ilkesi ile kurulması düşünülen demokratik denetim ve bakışın gücüne duyulan inanç, baştan itibaren bir yanılsamadan ibarettir. Kamu görüşüne ve bakışa önemli bir güç atfetmiş olan aydınlanmacılar, kamu görüşünün gerçek koşullarını, medyayı öngörememişlerdir. Basın, yayın, sinema ve televizyon biçimleri altında iktisat ve iktidar mekanizmalarına dahil edilmiş bir maddesellik yatmaktadır. Medya, kaçınılmaz olarak iktisadi- siyasi çıkarların emrindedir. Devrimciler, kamu görüşünün bu maddi ve iktisadi bileşenlerini fark edemedikleri için, doğası gereği doğru olacağını, kendine özgü bir biçimde yayılacağını ve bir tür demokratik gözleme olarak işleyeceğini düşünmüşlerdir. Düşünüre göre, bu bakış politikasının ütopik karakteri, 19. Yüzyılda gazetecilikle ortaya çıkmıştır (Foucault, 2007: 85 – 105). Habermas‟ın aleniyet ilkesi üzerinden somutlaştırdığı bakışın gücü ve politikası da, 19. Yüzyıldan başlayarak medyanın ekonomi politik yapısı ve sermaye ile ilişkileri sonucunda çözülmüş ve eleştirel gücünü yitirmiştir. Habermas ve Foucault‟nun çalışmalarının da gösterdiği gibi, basın ve düşünce özgürlüğü ile demokratikleşme arasındaki ilişkiye odaklanan tezlerin eksik kaldığı nokta, nasıl olup da bilginin kontrolü ve manipülasyonu yoluyla görece demokratik sistemlerin otoriterliğe savrulabildiğidir. Medyanın ve bilginin kontrolü yoluyla bakışın manipülasyonu, demokrasinin yavaş ölümüyle ilgili önemli veriler sunabilmektedir (Demirtaş, 2016: 30). Özellikle toplumun tamamını ekonomik bir paranteze alan ve sınıf iktidarının yeniden kurulduğu geniş çaplı bir proje olarak neoliberal sistemde (Harvey, 2015 (a):17-27) demokrasilerin aşınmasını açıklayabilmek için bilginin devlet ve sermaye tarafından nasıl kuşatıldığına daha yakından bakmak gerekmektedir. Örneğin İngiltere‟de Telekulak Skandalı ve Leveson Soruşturmaları ile ortaya çıkan medya skandalı, demokrasi geleneği köklü ve güçlü olan ülkelerde bile medyanın finansallaşmış yapısının ve bilginin devlet ve sermaye tarafından kuşatılmasının ürettiği sorunların boyutunu ortaya koymaktadır (Leveson, 2012). Neoliberal dönemde geleneksel medya, Habermas‟ın aleniyetin ve bakışın çözülüşü sonucunda tespit etmiş olduğu sorunların çok daha karmaşık biçimleri ile karşı karşıyadır. Bu noktada sosyal medya ve ağlar, medyanın hiyerarşik yapısını kırabilmekte ve bireye yeni kamusal alanlar sağlarken dijital gözetimi de tersine çevirerek iktidar odaklarını görünür kılabilmektedir. 100 Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi” Bir karşı-gözetim projesi olarak Wikileaks kendisini “halkların istihbarat örgütü” olarak tanımlamaktadır (Fuchs, 2011b: 2). Ancak teknolojinin sağladığı çok önemli kazanımlar olmakla beraber, bakışın politikası konusunda iyimser olmadan önce dijital gözetimin boyutlarını ve gözetimin nasıl bir iktidar mekanizmasına dahil olduğunu dikkatle analiz etmek gerekmektedir. İnternetin katılımcı karakterinin önündeki en büyük engel, dev şirketlerin giderek tekelleşmesi ve internet üzerindeki bilgi ve verileri kontrol altına almasıdır. Whatsapp, Youtube, Gmail, Instagram gibi uygulamalar iki internet devi Facebook ve Google‟dan birine aittir. Akıllı telefon pazarında en çok kullanılan işletim sistemlerinden biri olan Android veya mobil uygulamaların senkronizasyonunu sağlayan Firebase de Google tarafından satın alınmıştır (Yumuşak, 2015: 107). Üstelik bu tabloya bir de bu şirketlerin sermaye birikim modelleri eklendiğinde ticari gözetim yoluyla yayılmakta olan bilginin kontrolü sorunu da karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle dijital gözetim ve bakışın politikasının çelişkilerini iktidar teorileri açısından da tartışmak gerekmektedir. Aşağıdaki bölümde Michel Foucault‟nun modern iktidar çözümlemesi ve panoptikon metaforu üzerinden bakışın politikası ve dijital gözetim tartışılmaktadır. Dijital Gözetim ve Panoptikon Sosyal medyanın dijital gözetimi, Türkiye‟nin şu sıralar en sıcak konuları arasındadır. Son birkaç yıldır sosyal medya paylaşımlarından ötürü birçok insana giderek artan sayı ve sıklıkta davalar açılmaktadır. Twitter‟ın 6 ayda bir yayımlanan şeffaflık raporuna göre Türkiye, devletlerden gelen içerik çıkarma talepleri konusunda %72 oranla birinci sıradaydı. Facebook içerik çıkarma taleplerinde ise Hindistan‟ın ardından 2. sırada yer almaktaydı (Bora, Altıparmak, 2016: 55). İlk bakışta internette devlet gözetimi, bilgiye erişimi kısıtlamak ve sansür üzerinden işlemektedir. Bu durumu ilk bölümde aleniyet ilkesi bağlamında tarihsel olarak da tartışmıştık. Şirketlerin ekonomik gözetimi ise her türlü bilgi ve verinin sürekli akışına bağlıdır. Devletlerin sakıncalı görüp engellemek istedikleri paylaşımlar da şirketler için analiz edilecek ve sınıflandırılacak verilerdir. Dijital gözetimin birbiriyle çelişkili bir varoluş içinde olan iki biçimi, ülkeden ülkeye farklılaşarak gözlemlenebilmektedir. Dijital gözetimin bir türü, Orwell‟in Büyük Birader‟inin gözetimine benzeyen katı bir devlet gözetimi, diğeri de gözetimi gönüllü kabul ettiren, gözetimi geliştiren ve mükemmelleştiren ideolojileri içinde barındıran tüketim alanının akışkan gözetimidir (Bauman ve Lyon, 2013: 1720). Hem katı devlet gözetimi, hem de şirketlerin akışkan gözetimi kamusal ve özel arasındaki ayrımı çözmektedir. Katı olan biçim, sansür ve zor araçları ile başka türlü davranma hakkınızı elinizden alırken, akışkan biçim sizi cezbederek ikna etmektedir. Bu anlamda dijital gözetimin iki biçiminin hala iki ünlü distopya arasında salınmakta olduğu iddia edilebilir; George Orwell‟in 1984‟ü ile Aldous Huxley‟nin Cesur Yeni Dünya‟sı. 1984‟ün katı, 101 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113. totaliter, hiyerarşik yapılarına karşı, Cesur Yeni Dünya akışkan ve eğlenceli bir otoriteryanizmi anlatmaktaydı. Tüketim alanının akışkan dijital gözetimi, Cesur Yeni Dünya‟nın eğlenerek ve cezbedilerek özerkliklerini kaybeden bireylerini mümkün kılmaktadır. Her iki distopya da farklı biçimlerle kamusal ve özel arasındaki dengesizliği hayata geçiren totaliter dünyaları anlatmaktaydı. Kamusal ve özel arasındaki ayrımın bulanıklaşması, totaliter dönemlerin alamet-i farikasıdır. Hitler, her bir bireyden tüm liberal özerklik biçimlerini yok ettiği tam bir iktidar talep etmişti. Kamusal – özel ayrımına “Alman halkının verdiği kendini koruma mücadelesinde, artık yaşamın hiçbir yönü siyaset dışı değildir” diyerek meydan okumaktaydı. Bir Nazi hukukçusuna göre ise, “sözüm ona özel alan” yalnızca göreli olarak özeldi, potansiyel olarak ise siyasi idi. 1934‟de bir Alman doktorun rüyası, iktidar opaklaşırken yurttaşın şeffaflaşmasının bireyler üzerindeki etkisini özetlemektedir: “Akşamın saat dokuzu gibiydi. Muayenelerim bitmişti. Tam muayene koltuğuna uzanıp Matthias Grünevald‟ın bir kitabını okuyarak dinlenmeye koyulmuştum ki, bir anda odamın, sonra da apartmanımın duvarları kayboluverdi. Etrafıma baktım ve dehşet içinde gözümün görebildiği kadar uzaklıkta hiçbir apartmanın artık duvarlarının olmadığını fark ettim. Sonra bir hoparlör gümbürdedi, „bu ayın 17‟sinde yayınlanan Duvarların Yasaklanmasına Dair Kararnameye göre...” Doktor, gördüğü rüyayı yazdıktan sonra bir de bu nedenle suçladığının rüyasını görür, artık uyku bile özel ve özerk değildir (Mazower, 2008: 38 -39). Dijital gözetimin katı devlet versiyonunda hissedilen baskı, doktorun duvarların yok olması ile devlet karşısında şeffaflaşmış ve özerkliğini kaybetmiş bireyin hissettiklerine benzemektedir. Akışkan ticari gözetimde ise baskı hissettirmeden cezbetmek, çeşitli yollarla kullanıcılarını metalaştırırken güvende ve özgür hissetmelerini sağlamak temel amaçtır. Devlet ve istihbarat örgütlerinin demokratik ülkelerde de ağlarda bireysel mahremiyeti sistematik olarak ihlal ettikleri, Snowden‟ın ifşaatları ile ortaya çıkmıştır. Şirketlerin devletlerle işbirliği konusunda tavırları birbirlerinden farklı olmakla beraber genellikle şirketler temkinli davranmaktadır. FBI vs. Apple Davası 2016 yılının Mart ayında FBI ile Apple şirketi arasında yaşanan ve mahkemeye de taşınan gerilim, bu temkinli duruşa örnektir. FBI, şirketten terör saldırısı zanlısının Iphone 5c telefonuna erişim için Apple telefonlarının şifre sistemini kıracak bir yazılım talep etmişti. Şirket talebi kabul etmeyince, FBI talebini mahkemeye taşımış ve kazanmış; Apple ise şifre sistemini devre dışı bırakmanın markanın bütün kullanıcılarının gizliliğini ihlal eden tehlikeli bir emsal oluşturacağını belirterek mahkeme kararına direnmişti. FBI ve Apple arasında başlayan bu tartışma, güvenlik ve gizlilik bağlamında yeni teknolojiler etrafında yürütülen tartışmayı büyütmüştü. Apple, müşterilerinin 102 Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi” veri güvenliğine büyük önem verdiklerini açıklayarak şifre kırıldığı takdirde bunun bütün kullanıcıların veri güvenliğini tehlikeye atacağını belirtmişti. Facebook, Twitter, Google, Amazon, Ebay, Linkedln, Reddit, Pinterest, WhatsApp, Yahoo gibi birçok sosyal medya ve internet şirketi, basına beyan, mahkemeye de bilirkişi raporları sunarak Apple‟a destek olmuştu. Ancak FBI, Apple‟ın yardımı olmadan Iphone‟un şifresini kırdığı için davayı geri çekti. Tartışma ABD‟de ve dünya basınında uzun süre devam etti. ABD‟de Donald Trump, FBI‟ı desteklerken, Cumhuriyetçi Senatör Tim Cotton, Apple‟ı IŞİD teröristlerinin tarafını tutmakla suçlamıştı. ABD Kongresi‟nde terör-güvenlikgizlilik hakkı-gözetim bağlamında bir yasal düzenleme yapmayı da ön gören tartışmada Demokratlar ise Apple‟a destek vermişti5. Şifreyi kırmayı başaran FBI, devlet ve istihbarat örgütlerinin küresel gözetim ağına bir mevzi daha kazandırmış oldu. Ancak Apple da bu hamleye muhtemelen yeni bir şifreleme sistemi geliştirerek yanıt verecektir. Bu tartışmanın hem teknolojik boyutta hem de yasal düzenlemeler kısmında uzun yıllar devam edeceği açıktır. Apple-FBI örneğinde de görüldüğü gibi küresel gözetim ağına toplumsal desteği de sağlamanın anahtarı, dünya çapında yeniden tırmanışa geçen güvenlik ve teröre karşı savaş söylemi olmaktadır. Devletlerin ve istihbarat örgütlerinin askeri veya siyasi amaçlarla kullanabildikleri bu küresel gözetim ağını mümkün kılan ise sosyal medyanın dev şirketlerinin sermaye birikim modeli olmaktadır. Küresel endüstriyel/askeri gözetim ağı, iletişimi, interneti ve sosyal ağları kontrol altında tutmaktadır (Fuchs, 2015b: 149). Neoliberal dönemin çatışmacı ve birçok ülkede giderek otoriterleşen bu evresinde dijital gözetimde ortaya çıkan bu çelişkili durum, neoliberalizmi sınıf iktidarının onarımıyla bağlantılı olarak şiddetle kurduğu ilişki açısından ele aldığımızda şaşırtıcı değildir (Harvey, 2012; Harvey, 2015 (a); Gambetti, 2009). Dijital gözetim politikaları tüm dünyada oluşum halindedir ve giderek daha fazla piyasa-devlet işbirliği ile şekillenmektedir (Yumuşak, 2015: 108109). FBI ve Apple arasındaki davaya da taşınan bu anlaşmazlığın ortaya çıkardığı temel problem, teknolojinin kırılganlığı ve sosyal medyada giderek tekelleşmekte olan sermayenin iktidarıdır. Apple‟ın, Google‟ın veya Facebook‟un FBI karşısındaki pozisyonu, ifade özgürlüğü veya kullanıcıların hak ve özgürlüklerinin savunulmasından çok, gözetim kapitalizmini mümkün kılacak müşteri güvenini sağlama isteğinden kaynaklanmaktadır. FBI‟ın bu vakayı mahkemeye taşımış olması ve “terörizm” tartışmasını konunun merkezine yerleştirmesi, son derece fırsatçı bir seçimdir. Birçok insan, tartışmayı sadece teröre karşı güvenlik söylemi üzerinden yürütmektedir. Ancak bilindiği üzere, ulusal güvenlik ile bireysel güvenlik arasında her zaman bir gerilim hattı bulunmaktadır. Üstelik Apple gibi dijital evrenin en güvenli ve girilmesi zor görülen platform ve teknolojilerin bile bu kadar kısa bir sürede şifresinin kırılarak 5 www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160219_apple_fbi_5_soru 103 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113. ulaşılabilir olmasının ışığında, bireysel güvenlik, hak ve özgürlükler açısından ibrenin iyi bir yeri göstermediği açıktır. Teknolojinin kırılganlığını da bir kez daha ispatlayan bu davayla birlikte dijital evrende tekelleşmekte olan sermayenin iktidarının demokrasinin en temel değerlerine meydan okumaya devam edeceği açıktır. Sosyal ağ şirketlerinin sürekli atıfta bulunduğu kullanıcı güveni, gerçekten hak edilmelidir. Bu da tartışmayı ve harekete geçilecek zeminleri, pazarlama ve basın bültenlerinden ziyade, güç odaklarının şeffaflığı ve hesap verilebilirliği üzerine kurmakla mümkün olacaktır. Dijital evrenin politik, yasal ve teknolojik problemlerine ancak dürüst, şeffaf ve demokratik bir tartışma ile çözüm bulunabilir (Powles ve Chaparro, 2016). Sosyal medya kullanıcıları ile şirketler ve devletler arasında dijital gözetim politikaları konusundaki hak mücadelesi bu çerçeveden bakıldığında yakın bir zamanda sonuçlanacak gibi görünmemektedir. Bu konuda öngörüde bulunabilmek için dünya çapında tırmanan güvenlik politikalarıyla dijital gözetim arasındaki bağı, neoliberal dönemin devlet-şirket ilişkisi bağlamında değerlendirmek gerekmektedir. Bu bakımdan yukarıdaki bölümde tartıştığımız Orwell ve Huxley‟in distopik kurgularından ziyade; dijital gözetim tartışmaları konusunda en çok atıfta bulunulan düşünür, ayrıntılı iktidar analizleriyle Michel Foucault ve onun panoptikon metaforudur. Foucault’nun İktidar Analizi ve Panoptikon Panoptikonu Foucault‟nun modern iktidar çözümlemesi bağlamında ele almak, dijital gözetimin ekonomi politik yapısını ve ortaya çıkan antagonizmaları, neoliberal dönemin iktidar mekanizmaları açısından değerlendirebileceğimiz zemini sağlamaktadır. Ağlarda panoptik mekanizmanın güvenlik ile beraber işleyişini açıklayabileceğimiz teorik ve tarihsel kavrayış, düşünürün iktidar çözümlemesinden temellendirilebilmektedir. Foucault‟nun 1977-78 ve 1978-79 yıllarında College De France‟da verdiği dersler, modern iktidar çözümlemesini neoliberal döneme uyarlamaktaydı. Feodal biçiminden modern biçimine evrilen iktidarı Foucault, hükümranlık ve egemenlik kavramlarıyla tartışmaktadır. Feodalitenin hükümran iktidarı, öldürme hakkına sahip olan iktidardı. Topraktan çıkan ürünler ve bu yolla elde edilen gelirin miras olarak aktarılması ile ilgilenmekteydi. Malların ve zenginliğin yer değiştirmesi ve sahiplenilmesi ile ilgilenen bu iktidar mekaniği, hükümran-uyruk ilişkisi ile işlemekteydi. Hükümranlık, gücün ve iktidarın otorite sahibinin bedeninde ve çevresinde temsil edilmesine dayanıyordu. Oysa modern iktidar mekaniği, bedenler ve bedenlerin ne yaptığı ile ilgilenmektedir. Bedenlerden mal ve zenginlikten çok, zaman ve emek elde etmeyi sağlayan bir iktidar mekanizmasıdır. Yeni mekanizma, hükümdarın fiziksel varlığına ihtiyaç duymamaktadır. Hükümranlık terimleriyle açıklanamayan bu yeni iktidar türü, burjuva toplumunun en büyük buluşlarındandır. Egemenlik olarak adlandırılan iktidar 104 Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi” mekanizması, endüstriyel kapitalizmin ve bununla bağlantılı toplum türünün oluşturulmasının da aracı olmuştur (Foucault, 2008: 47 – 52). Modern iktidarı anlatan egemenlik paradigması Foucault‟nun kavramsallaştırmasında, hukuk ve siyaset biliminin klasik iktidar çözümlemesine denk düşmektedir. Egemenlik, hukukun ikili kodifikasyonu olan suç/ceza ikiliği üzerinden ilerlemektedir. Devletin merkezi gücünü yaptırımlar yoluyla sağlamasıyla kurulan iktidardır. Ancak hapishanenin doğuşunu incelerken Foucault, egemenlik ile açıklanamayacak disiplinci iktidar pratiklerini fark eder. Egemenlik paradigması korku salma ve egemeni ya da egemen mekanizmayı görünür kılma üzerine kuruludur. Oysa disiplin paradigmasında bakışın yönü değişmiştir, bakılan üzerinde iktidar kurulmak istenen öznelerdir (Gambetti, 2008: 2). Bakışın gözetlenen özneler üzerinde önemli bir etkisi olmaktaydı. Gözetlenen özneler, iktidarı kendi öznelliğinde yeniden üretmekteydiler. Disiplin mekanizması gözetim, teşhis, değiştirme, dönüştürme alanına dahil olan polisiye, tıbbi, psikolojik, mekânsal, askeri tekniklerden oluşmaktadır (Gambetti, 2012: 26). Bu tekniklerle yaygınlaşan toplumsal denetim ve bu denetim biçimlerinin genişlemesi, sermayenin dağıtımına uygun biçimde ilerlemektedir. Nüfusun gözetimi ve denetleme mekanizmaları, kapitalizm ile beraber ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Üretimi ve piyasaları gözeterek emeği ve emeğin uzamsal dağılımını toplumsal olarak denetleme zorunluluğu, kapitalist toplum biçiminin gerekliliğidir (Revel, 2012: 44-45). Toplumsal denetim, ikili bir biçimde işlemektedir; bir yandan topluluklar denetlenir ve yönetilirken, diğer yandan da bireyselleştirerek yönetme sürmektedir (Revel, 2012: 45). Hapishanenin Doğuşu‟nda Foucault, 17. ve 18. yüzyıllarla beraber, iktidarın teknolojik açılımlarla bu ikili işleyişi özümsemesinin izini sürmektedir. Bu yüzyıllarda klasik dönemin monarşileri, ordu, polis, maliye ve hukuk örgütü gibi büyük devlet aygıtlarını geliştirdiler. Ancak bu dönemde bir taraftan da, iktidarın etki alanının toplumsal bünyenin tamamına yayılabileceği, sürekli, kesintisiz, uyarlanmış ve bireyselleşmiş süreçler ve prosedürlerle modern sistem yerleşmekteydi. Bu yeni iktidar teknikleri, ceza veya baskı gibi tekniklere kıyasla hem daha etkili ve ekonomik, hem de sonuçları bakımından riski düşük, kaçma veya direnme yollarına daha kapalı tekniklerdir (Foucault, 2005: 70). Foucault, modern toplumlarda gözetim yolu ile kurulan bu disiplinci iktidarı, Bentham‟ın panoptikon metaforu ile somutlaştırmaktadır. Jeremy Bentham, 18. yüzyıl sonlarında, okullar, akıl hastaneleri, yoksul evleri, hastanelerde, ama özellikle hapishanelerde uygulanabilecek endüstriyel bir bina tasarımı yapmıştır. Tasarım, daire şeklinde, merkezinde bir gözetleme kulesinin yer aldığı bir yapıdan oluşmaktadır. Her bir mahkum/hasta/yoksul/öğrencinin koyulacağı hücre, merkezdeki kulenin etrafına dairesel olarak sıralanacaktır. Her hücre ikişer pencere barındıracaktır; bir tanesi kuleye bakacak; diğeri de dışarıdan ışık alacak ve hücreyi aydınlatacaktır. Böylece her hücre, merkez kule tarafından sürekli 105 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113. görülebilir, aydınlık ve izlenebilir olacaktır (Foucault, 2000:296; Bentham, 2008: 14-16). Bentham‟cı tasarımla gerçek panoptikon hapishane yapılmamıştır. Ancak, görünürlüğü tuzağa dönüştüren (Foucault, 2000:296; 2007: 85 – 87) bu tasarımın mantığının izini teknolojiden plazalardaki cam bina ve oda tasarımlarına kadar sürmek mümkündür. Foucault, panoptikon hapishane metaforunu, sürekli görünür olmanın yarattığı baskıyla zihinlerde iktidarın devamlı pekişmesi ile bağlantılı olarak kullanmıştır. Panoptikonda mahkum, görülmekte, ama görememektedir. Sürekli gözetlendiğini bilmek, tutuklunun zihninde iktidarın sürekli işlemesini sağlayacak bir mekanizmaya dönüşecektir. Böyle bir modelde zor kullanmaya gerek kalmayacaktır; çünkü hasta tedaviye uygun davranmaya, akıl hastaları sakin ve normal görünmeye, mahkum iyi davranmaya, yoksul, işçi veya öğrenci çalışmaya kendi isteği ile başlayacaktır. Foucault‟ya göre, Aydınlanma Çağı, özgürlükle beraber disiplin ve gözetimi de keşfederek, demokratik bir biçimde – kişiler sürekli izlendikleri zaman iktidarla gönüllü işbirliğine gitmektedir- özgürlüğü yok edebilmektedir (Foucault, 2000: 289-302). Disiplinci iktidarın panoptik tahayyülü aslında aydınlanmacıların aleniyet ilkesi ile kurduğu düşün, kabusa dönüşmüş halidir. Bir anlamda panoptik proje, aleniyetin ters yüz edilerek kamusal denetimin iktidarları sarsabilecek gücünün de yine iktidarlar tarafından kontrol altına alınmasıdır. Bu ters yüz edilmenin kökeni, Fransız Devrimi‟nin bazı düşünürleri ve devrimin kamusal denetime açma fikri nezdinde de görülebilmektedir. Bu açıdan Foucault, Bentham‟ı Rousseau‟nun tamamlayıcısı olarak nitelemektedir. Rousseaucu düş, her bir parçasında görünür ve şeffaf olan bir toplum düşüydü. Bu düş, karanlık hiçbir bölge, kraliyet iktidarına özgü ayrıcalıklar veya herhangi bir topluluğun imtiyazı kalmamasını, bakışların engelle karşılaşmamasını, kamuoyu hakimiyetini içermektedir. Aydınlanma çağı, adeta insandaki ve toplumdaki bütün loş yerleri ortadan kaldırmak istemektedir. Bentham‟ın panoptikon analizleri, caydırmanın önemini merkeze almaktadır; sürekli denetçinin gözü önünde olmak, kötülük yapma gücünü ve kötülük isteme düşüncesini yok edecektir. Devrimin kaygısı, insanların kötülük yapmasını engellemek ve suç işleme arzusunu ortadan kaldırmaktır. Panoptikon, mükemmel gözetleme ile iktidar düzeneklerini toplumun bütününe yaymaktadır. İktidar, bu nedenle basitçe üstyapı değildir, altyapıda da işlemektedir. İktidar düzenekleri, üretici güçlerin bir parçasıdır. Panoptik düzeneğin yayılması, sermaye birikiminin sanayi teknolojisi sayesinde ve tüm bir iktidar aygıtının yerleşmesi ile gerçekleşmektedir. Bu bağlamda kar dolaşımı ile iktidar düzenekleri arasında, burjuva iktidarının esnekliğini sağlayan sürekli bir ilişki vardır. 18. yüzyılda kamu görüşüne ve bakışa önemli bir güç atfeden aydınlanmanın temel yanılsaması ve çelişkisi de buradan kaynaklanmaktadır. Devrimciler, kamu görüşünün tüm toplumsal gövdenin doğrudan bilinci olarak iyi olacağına inandıkları için insanların da bakışın etkisi altında erdemli olacaklarına inanmışlardı. Oysa monarkın iktidarını yıkmış olan aleniyet ilkesi, ters yüz edildiğinde panoptikonun içinde 106 Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi” iktidarı yaymaya yarayan bir araca dönüşmüştür (Foucault, 2007: 85 – 105). Bu ters yüz edilmenin temelindeki nedenlerden bir tanesi, Foucault‟nun da vurguladığı gibi, sermaye ile iktidar düzenekleri arasındaki birbirini sürekli dönüştüren ilişkidir. Modern demokratik iktidar ile kapitalizmin tarih sahnesine çıkışında ortaya çıkan bu ilişki, bugün de aynı çelişkiyi çeşitli biçimlerde ve boyutlarda barındırmaktadır. Bir iktidar düzeneği olarak panoptikonun disiplinci özü de, mekânsal bağlarından kurtulsa da bugün de geçerliliğini korumaktadır. Panoptikon Sonrası Mekansal bir kapatılmayı anlatan panoptikon, bugün varlığını modern mekanizmalar içinde sürdürmekle beraber, katı ve sabit gözetimin yanında yer alan esnek ve akışkan biçimlerle iç içe geçmektedir. Örneğin Deleuze, (aktaran Bauman ve Lyon, 2013: 11) denetim toplumlarında gözetimin sarmaşık gibi sürünerek yayıldığı toplumları tartışmıştı. Denetim toplumlarında gözetim, katı, dikey bir düzlemde köklenip büyüyen panoptikona benzer bir ağaçtan farklı, esnek bir gözetim biçimi idi. Bauman, günümüz toplumlarına panoptik-sonrası adını vermektedir. Panoptik sonrası dünyada gardiyan ve mahkumlar arasındaki karşılıklı bağımlılık sona ermiştir artık. Iphone‟lar ve Ipad‟lerin dünyasında mekana bağımlılık azalırken, hareketlilik ve göçebelik çağın ruhunu oluşturmaktadır (Bauman ve Lyon, 2013: 11-12). Günümüzün kapatılmaları, örneğin elektronik veritabanı, şebekeler ve enformasyon ağları, gönüllü olarak dahil olduğumuz kapatılmalardır. Mark Poster (aktaran Bauman, 2006: 60), “bedenlerimizin, şebekeler, veritabanları, enformasyon koridorları içine çekildiğini” yazmaktadır. Poster‟e göre, kredi kartı kullanımı ve satın alma eylemleri yolu ile çoğalan veriler, “süper-panoptikon”la sonuçlanmaktadır. Süper-panoptikon‟un Panoptikon‟dan farkı, enformasyon deposuna veri sağlayan gözetim altındakilerin, gözetimin birincil ve gönüllü unsurları olmalarıdır. Veritabanları, Bauman‟a göre, kredi verilmeye değer olup olmadığınızı belirler; yani “eğlenceye giriş biletidir”. Veritabanı hakkınızda ne kadar çok enformasyon içeriyorsa, o kadar çok hareket özgürlüğünüz var demektir. Bu durumda veritabanı, bir ayıklama, dışlama ve eleme aracıdır. Küresel eliti eleğin üzerinde tutarken, yerelleşen/yerelleştirilenleri eler. Panoptikonun aksine veritabanı, insanlara hareketlilik sağlayan bir araçtır (Bauman, 2006: 58-61). Thomas Mathiesen, “sinoptikon” (synopticon) ile “panoptikon”u medya modeline uyarlamıştı (Bauman, 2006: 61). Panoptikon, antikitenin gösteri toplumunu tersine çevirmişti. Medya üzerinden süren gösteri toplumu içinde, antikitedeki gösteri toplumundan farklı bir yapı gözlenmektedir. Antikitede kamusal yaşam duyumsal yakınlık, katılım ve gösteri ile 107 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113. sürdürülmekte idi. Panoptik gücün ortaya çıkması ile çoğunluğun azınlığı izlediği bir durumdan azınlığın çoğunluğu gözlediği bir duruma geçilen, köklü bir dönüşüm yaşanmıştır. İktidarın kullanımında gösterinin yerini gözetim almıştır. Modern öncesi dönemlerde güç, iktidar, haşmet ve zenginlik, sıradan insanların önünde temsile ihtiyaç duyardı. İnsanların korku, hayranlık veya imrenme ile seyretmeleri ile iktidar, insanların zihnine yerleşirdi. Modern iktidar ise, iktidarın dağılımı ile birlikte, birçok kule yaratarak, gölgeye çekilmiş ve oradan izlemeyi tercih etmiştir. Medya üzerinden tanımlanan kamusal yaşamda ise, -panoptikonda izlenen ve disiplin altına alınan- çoğunluk, azınlığı izlemektedir. Film yıldızları, magazin ikonları, sanatçılar, politikacılar, medya starları, bilim insanları, izlenen azınlığı oluşturmaktadır. Mathiesen‟e göre bu, paralel modern süreçtir. Ki bu da yeni bir iktidar mekanizması oluşturmaktadır. Bu iktidar mekanizması, aleniyet ilkesini dönüştürecek olan medyanın, özellikle televizyondan bu yana, durmaksızın yükselişidir (Bauman, 2006: 60 -62). Sosyal medya çağından önce geliştirilmiş bir kavram olan sinoptikon, yöneticilerin yönetme yükünden azledildiği, rekabet ile herkesin kendini ve diğerlerini denetleyip gözetlediği bu yeni çağda da karşımızdadır. Panoptikonun yerine sinoptikon geçirildiğinde mahkumları içeride tutmak için yüksek duvarlar örmeye ve gözetleme kuleleri yapmaya gerek kalmamaktadır. Cezanın yerine ödülün, normatif düzenlemelerin yerine cazibe ve baştan çıkarmanın, polislik ve zor kullanma yerine arzuların geçirilmesiyle gözetim kuleleri de özelleştirilmiştir. Günümüzde veritabanını oluşturanlar, Google ve Facebook hizmetlerinin özerk görünümüne rağmen önceden düzenlenmiş ve yayılmış sinoptik eylemlerde bulunan kullanıcılarıdır. Kurumsallaşmış bu iki gözetim tekniği, sosyal ağların ve girişimciliğin en temel araçları olmaktadır (Bauman ve Lyon, 2013: 76 -79). Ağ toplumları çağının temel özellikleri arasında hiyerarşinin kırıldığı bir yataylaşmadan bahsedilmekteydi. Ancak burada hiyerarşinin yerine geçirilen rekabet, gerçekten yöneticiyi neredeyse gereksiz kılmaktadır. Rekabetin yöneticinin denetimine gerek kalmadan çalışanların birbirlerini baskı altına almalarına yol açtığını en iyi anlatan örneklerden bir sinemadan gelmiştir. Dardenne Kardeşler‟in İki Gün Bir Gece isimli filmi, patronun işten atma kararını bile çalışanlara verdirdiği yatay gözetim dünyasını anlatmaktadır. Bauman‟a göre akışkan sosyal medya çağında panoptikon da sinoptikon da hala hayattadır. Panoptikon, Bentham‟ın ve Foucault‟nun hayal bile edemeyeceği kadar güçlenmiştir hatta. Panoptikonun disiplinci anlayışı ve bireyleri gönüllü boyun eğmeye zorlayan ruhu sapa sağlamdır. Değişen tek şey ise klasik panoptikonun tahakkümün evrensel kalıbı olmaktan çıkmakta olmasıdır. Klasik ve mekânsal panoptikon, Loic Wacquant‟ın da vurguladığı gibi (aktaran Bauman ve Lyon, 2013: 62) toplumun dışlanmışlarına ayrılmıştır. Bu kurumların mantığındaki temel amaç mekanlar içindeki bedenlerin gittikçe güçsüzleştirilmesidir. Akışkan gözetim çağının evrensel tahakküm biçimi zorlamadan cezbetmeye, normatif düzenlemeden halkla 108 Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi” ilişkilere, zor aygıtlarından arzu uyandırmaya dönüşmektedir. “Cesur yeni akışkan modern dünyanın” çalışanları ve sakinleri, kendi kişisel panoptikonlarını bedenlerinde taşımaktadır ve kendi kendilerinin bekçiliğini yapmak üzere eğitilmektedir (Bauman ve Lyon, 2013: 62 -65). Panoptikon Sonrası Gözetim ve Güvenlik Disiplin mekanizması yeni teknoloji ve tekniklerle güçlenmiş bir biçimde hala iktidar ağlarına dahil olduğuna göre, sosyal medya çağında devlet-şirket gözetimini iç içe geçiren güvenlik paradigması ile buluştuğu noktaya da bakmak gerekmektedir. Foucault‟nun modern iktidar çözümlemesinde egemenlik ve disiplinin yanında güvenlik paradigması üzerinden işlemekte olan düzenleyici iktidar yer almaktadır. Düzenleyici iktidarın nesnesi tek tek bedenler değil, nüfustur ve hayatın kendisini düzenlemeyi hedefleyen biyopolitika üzerinden işlemektedir. Foucault, biyopolitikayı ilk önce totaliter Nazi iktidarı üzerinden kavramsallaştırır. Daha sonra bu kavramı, neoliberal dönemin güvenlik paradigmasını açıklarken yeniden kullanmıştır. Egemenlik, disiplin ve güvenlik, birbirinin yerini alan veya biri diğerini ortadan kaldıran iktidar biçimleri değildir. Üç iktidar paradigması birbiriyle ilişkili girift yapılar olarak işlemektedir düşünüre göre. Tarihsel dönemlerde değişen, bu üç iktidar arasındaki bağıntı olmaktadır (Gambetti, 2012: 25-27). Mattelart‟a göre (2012:15) gözetim ve güvenlik, bizim toplumlarımızı anlatan bir bütündür. Otoritesini beden üzerinden kuran disiplin toplumundan farklı olarak güvenlik toplumu iktidarını yaşam üzerinde kurmaktadır. Endüstriyel toplumların tarihi, bu iki iktidar biçiminin birbirini izlediği ve bütünleştiği bir süreç olarak okunabilmektedir (Mattelart, 2012: 15-17). Sosyal medyanın dijital gözetim çağında disiplin ve güvenlik, birbiriyle elektronik bir ilişki kurmaktadır. Geleceğe dönük bir proje olarak güvenlik, gelecekte olması muhtemel şeyleri dijital teknikler ve istatiksel akıl yürütme yoluyla denetlemeye çalışarak gözetim yoluyla işlemektedir. Dijital gözetim çağının güvenlik anlayışı, hareket halinde olan her şeyi, ürünleri, bilgiyi, sermayeyi ve insanları izleyerek yürütülmektedir. Gözetim, küreselleşmiş dünyada, ulus devletlerle birlikte ve bir taraftan da onları aşan biçimde akışkan halde dolaşmaktadır (Bauman ve Lyon, 2013: 13). Sosyal medya çağında, Foucault‟nun üç iktidar biçimi egemenlik, disiplin ve güvenlik farklı biçimlerde iç içe geçerek var olmaktadır. Egemenlik uzamı sermayeleştirmeye çalışırken, disiplin yapılandırır, uzamın içindeki öğeleri çeşitli biçimlerde tasnif edip dağılıma tabi tutar. Güvenlik ise, uzam içindeki zamansal ve değişken öğeleri hesaplayarak, uzamdan çok çevre ve ortamla ilgilenir (Gambetti, 2012: 28). Güvenlik riskten beslenmektedir ve işlemesi için nüfusun bir kısmının harcanabilir tutulması gerekmektedir. Harcanabilirlik faşizm ile ilişkili olduğu kadar, liberal ekonomik zihniyetle de ilişkilidir. Rekabet, harcanabilirliği normalleştiren bir anlatı kurmaktadır. Bir iktidar paradigması olarak güvenlik, yaşamı düzenlerken kimin ölüp kimin yaşayacağına risklere ve risk yönetimine göre karar vermektedir. Güvenlik, 109 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113. hakları ve hukuku muğlaklaştırırken, öznelliği de sosyal medya çağında çok yaygın olan arzulara indirgemektedir (Gambetti, 2008: 10). Hak sahibi özne nüfusa dönüştüğünde pozitif hukuk fazlalığa dönmektedir. Neoliberal çağda hukukun yerini piyasanın yasaları almaktadır (Gambetti, 2012: 33). Dijital hak mücadelelerini de gerileten güvenlik ve terör söylemi, neoliberalizmin sermaye birikiminin olağanüstü bir yaratıcı yıkımı ile birlikte işlemektedir. Devletler ile şirketlerin dijital gözetimdeki konumlarındaki çelişkiye rağmen onları birleştiren nokta, güvenlik ve gözetimin bir arada işleyişi ve sermaye birikimindeki rolü olmaktadır. Güvenlik ve gözetim, bireylerin sınır aşırı hareketlerine odaklanan enformatik ve biyometrik gözetim biçimlerini güçlendirmeye yönelen devletler ve şirketler üzerinden işlemektedir (Bauman ve Lyon, 2013: 67). FBI ve Apple arasında yaşanan dava süreci ve ABD Kongresi‟nin yaptığı yasal düzenleme tartışmaları, bu işleyişi netleştirmektedir. Tam bu noktada Nisan ayında Google ile Microsoft arasındaki dünya genelinde antitröst davalarını karşılıklı olarak düşürme anlaşmasına da değinmek gerekmektedir. Yaklaşık yirmi yıldır birbiri ile rekabet halinde olan bu iki dev şirket, birbirlerine karşı şikayetlerini küresel düzlemde geri çektiler. Bu iki tekelin birbirleri ile yasal mücadeleden vaz geçmelerinin ardında yatan temel neden, gelecek dönemin mücadele hattının yönüne de işaret etmektedir. Dava süreçlerinin masraflı olması vs. gibi ilk bakışta görülebilecek nedenlerin ardında Zuboff‟a göre (aktaran Powles, 2016), Microsoft‟un da Google‟ın keşfettiği gözetim kapitalizminde pay sahibi olmak istemesi yatmaktadır. Microsoft, Google‟ı hukuki anlaşmazlıklar yoluyla durdurmak yerine arka planda opak bir alana çekilerek anlaşmayı tercih etmektedir. Çünkü gözetim kapitalizmi, opak ve hukuksuz bir alana ihtiyaç duymaktadır. Yukarıda da tartıştığımız dünya çapında yükselişe geçen güvenlik paradigması, bu hukuksuz zemini sağlamaktadır. Devletler ve şirketlerin dijital alanda ortaklaştıkları ana zemin, opak ve hukuksuzdur. Demokratik gözetim ve aleniyet ilkesi, bu zemine bir tehdittir. Google ve Microsoft, rekabetçi çıkarlarına rağmen, yasal düzenlemenin olmaması yönündeki ortak çıkarda birleşmektedir. Microsoft ve Google‟ın bu stratejik, ticari hamlesi, daha derin bir hamleyi de içermektedir. İnsanların iletişimlerini, davranışlarını ve karşılıklı etkileşimleri ile ilgili veriyi içeren ve hepsini metalaştıran dijital gözetim kapitalizmi, şirketleri ortak bir hatta birleştirmektedir. Powles‟ın da vurguladığı gibi (2016), yasa koyucular ve yurttaşlar için şirketlerin meydan okuması karmaşık ve çok önemlidir. Ve mücadele henüz yeni başlamaktadır. Sonuç Dijital gözetim çağında bakışın politikasını eleştirel ekonomi politik perspektiften tartıştığımızda internetin toplumsal ve siyasi alandaki yansımaları ile ilgili hem iyimser hem de kötümser olmak için yeterli veri bulunmaktadır. Çağın yükselen teröre karşı savaş ve güvenlik paradigması içinde dünyada hak ve özgürlüklerin gerilediği bir dönemden geçilmektedir. 110 Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi” Üstelik güvenlik, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına toplumsal destek sağlamanın da zeminini oluşturmaktadır. Tehlikenin nereden, ne zaman geleceğini bilmediğiniz için kendi güvenliğiniz için boyun eğer, özgürlüklerin ortadan kaldırılmasını arzular hale gelirsiniz (Gambetti, 2012: 32). Dijital çağda güvenlik ve gözetim bir arada işlemektedir. Devletler ile şirketlerin dijital gözetimdeki çelişkili pozisyonlarına rağmen onları birleştiren, güvenlik ve gözetimin bir arada işleyişinin sermaye birikimindeki rolü olmaktadır. Güvenlik paradigması ve dijital gözetimin ortaya çıkardığı çelişkiler, internetin, dijital hakların ve onların toplumsal ve siyasi yaşama etkilerinin geleceğini önümüzdeki on yıllar içerisinde şekillendirecektir. Sosyal medyanın katılımcı teknolojileri, doğası gereği demokratik değildir. Ağların kamusal alan kültürünü yaratıp yaratamayacağı, geleceğin toplumsal ve siyasal mücadeleleri sonucunda belirlenecektir. Dijital politikalar, FBI ve Apple arasında yaşanan davada da gördüğümüz gibi, tüm dünyada henüz oluşum halindedir. Dijital hak mücadeleleri, güvenlik politikaları sonucunda mevzi kaybetse de hala çok önemli potansiyelleri içinde barındırmaktadır. Sosyal medya şirketlerinin sermaye birikim modelleri ve giderek tekelleşmeleri, dijital gözetimin derinleşmesine neden olmaktadır. Devletlerin de sosyal medyanın yarattığı imkanların farkına varması sonucunda bu alan üzerindeki baskılar da artmaktadır. Sosyal medya üzerindeki yoğun siyasi ve ekonomik kontrol, mahremiyet hakkı, veri güvenliği ve ifade özgürlüğü alanlarında ciddi bir baskı ve tehdit oluşturmaktadır. Sosyal medyanın kamusal alana dönüşebilmesinin önündeki en büyük tehditlerden bir tanesi, dijital gözetimin mahremiyet ve veri güvenliği üzerindeki baskısıdır. Aleniyet ilkesi bağlamında hukuk içinde hesap verecek modern iktidar biçimini hayata geçiren en temel haklardan bir tanesinin mahremiyet hakkı olduğunu tartışmıştık. Kamusal- özel arasındaki sınırların muğlaklaştığı ve devletlerin bireylerin özerkliğini yok edecek biçimde bu hakkı kontrol altına aldığı dönemler, modernite içinde insanlık tarihinin totaliter deneyimlerine denk düşmektedir. Bu dönemlerin insanlık açısından tahribatı ortadadır. Günümüzde teknolojinin imkanlarıyla ve güvenlik paradigmasının yardımıyla devlet ve şirketlerin interneti kontrol altına almaları bu nedenle endişe vericidir. Üstelik insansız hava araçları gibi teknolojilerle bu eğilim, daha da tehlikeli boyutlara ulaşmaktadır. Bu eğilimleri tersine çevirebilmek için verileri metalaştırmayan ve sosyal medyanın katılımcı potansiyelini güçlendiren alternatif sosyal medya projeleri geliştirebilmek gerekmektedir. Özkul ve Barnett‟ın da (2016: 15) belirttiği gibi, “Kendimizle ilgili metaverilerin sahibi biz olmalıyız; bunlar iznimiz olmadan kullanılmamalı. İnternet insan olmanın anlamını geliştirerek hayatlarımıza yeni bir boyut kattı fakat bu yeni boyut çerçevesinde temel bir insan hakkı mücadelesi de doğdu: Bizim metaverilerimiz bize ait olmalıdır aksi takdirde özgürlüğümüz elimizden alınmış demektir”. Sosyal medyanın demokratik potansiyellerini geliştirecek ve güçlendirecek alternatiflere ihtiyaç duyulduğu çok açıktır. Bu alternatifleri geliştirebilmek için sosyal medyanın ve günümüz dünyasının çelişkilerini ortaya çıkaran dijital gözetimin ekonomik, 111 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113. siyasi ve kültürel açılardan dikkatle tartışılması gerekmektedir. Bu alternatifleri geliştirirken sosyal medya ve yeni teknolojilerin emek süreçlerinde yarattığı değişimi de analiz etmek gerekmektedir. Yeni internet teknolojilerinin küresel bir vatandaşlık veya ulus ötesi müşterek topluluklar yaratma konusundaki potansiyelleri de tartışılmaktadır. Jürgen Habermas‟ın, basının burjuva kamusal alanını oluşturmadaki kurucu rolüne veya Benedict Anderson‟un, ulus devletlerin ve milliyetçiliğin doğuşunda gazetelerin rolüne vurgusuna benzer bir bakışla sosyal medyanın da enternasyonal topluluklar yaratma potansiyeli sıklıkla vurgulanmaktadır (Özkul, Barnett, 2016: 13; Bora, Altıparmak, 2016: 57). Ancak henüz böyle bir iddiayı destekleyecek boyutta küresel bir sivil toplum veya küresel bir vatandaşlık hareketi ortaya çıkmadı. Dijital kamusal alanın böyle bir potansiyele sahip olduğu açıktır, ama bu potansiyelin önündeki en büyük engel de dijital alandaki devlet-şirket birlikteliğiyle yayılmakta olan endüstriyel/askeri gözetim ve güvenlik bloğu olmaktadır. Kaynaklar Anderson, B., 2009, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Çev. İskender Savaşır, Metis yayınları, İstanbul. Bauman, Z., 2006 Küreselleşme Toplumsal Sonuçları, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Bauman, Z. & Lyon, D., 2013, Akışkan Gözetim, Çev. Elçin Yılmaz, Ayrıntı, İstanbul. BBC, 2016, Can Dündar ve Erdem Gül Tutuksuz Yargılanacak, www.bbc.com/turkce/haberler/2016/04/160401_can_dundar_erdem_gul_durus ma, e.t. 01.05.2016. BBC, 2016, 6 Soruda Apple – FBI Tartışması: Güvenlik mi, Gizlilik mi? www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160219_apple_fbi_5_soru, e.t. 29.03.2016. Bentham, J., 2008, “Panoptikon: Gözün İktidarı” içinde Panoptikon Ya Da Gözetim-Evi, Der. Çoban, B. ve Özarslan, Z., s. 9-77, Su Yayınları, İstanbul. Bora, T. ve Altıparmak, K., 2016, “Kerem Altıparmak‟la Sosyal Medya ve temel Haklar Üzerine Söyleşi: „İnternet Sansüründe Dünya Birincisiyiz‟”, Birikim Dergisi, 322, Şubat, s.53-58. Castells, M., 2013, İsyan ve Umut Ağları: Internet Çağında Toplumsal Hareketler, Koç Üniversitesi Yay., İstanbul. Çamuroğlu Çığ, E. & Çığ, Ü., 2015, “Gazetecilik Emeğinin Prekarizasyonu: Yeni Medya Çağında Habercilik Etiğini Tartışmak”, İş Ahlakı Dergisi, 8 (2), Kasım, s.9-44. Demirtaş, E., 2016, “Otoriter Rejimler ve Bilginin Yönetimi”, Birikim Dergisi, 322, Şubat, s. 27-33. DİKEN, 2016, Türkiye Basın Özgürlüğünde Üç Basamak Daha Geriledi, www.diken.com.tr/turkiye-basin-ozgurlugunde-ugandanıngerisinde/, e.t. 25.04.2016 Foucault, M., 2000, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yayınları, Ankara. Foucault, M., 2005, Entelektüelin Siyasi İşlevi, Çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay ve Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Foucault, M., 2007, İktidarın Gözü, Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Foucault, M., 2008, Toplumu Savunmak Gerekir, Çev. Şehsuvar Aktaş, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Fuchs, C., 2011a, “New Media, Web 2.0 and Surveillance”, Sociology Compass, 5/2, s.134-147. 112 Çamuroğlu Çığ, E., 2016, “Dijital Çağda Bakışın Politikası: Panoptikon ve Aleniyet İlkesi” Fuchs, C., 2011b, “WikiLeaks: power 2.0? Surveillance 2.0? Criticism 2.0? Alternative media 2.0? A political- economic analysis”, Global Media Journal,5:1, s.31-56 Fuchs, C., 2014, Social Media: A Critical Introduction, Sage, Los Angeles Fuchs, C., 2015a, Culture and Economy in the Age of Social Media, Routledge, New York and London. Fuchs, C., 2015b, “WWW‟nin 25.Yıldönümü: Sosyalizme Geçiş ya da Barbarlığa Dönüş”, Ayrıntı Dergi, 11, Ağustos-Eylül, s.143-151. Gambetti, Z., 2008, “Foucault‟da Disiplin Toplumu-Güvenlik Toplumu Ayrımı”, Mesele Dergisi, 20, Ağustos, s.1-9. Gambetti, Z., 2009, “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neoliberalizm, Şiddet ve Kurumsal Siyasetin Tasfiyesi”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 40, Mart, s.145-166. Gambetti, Z., 2012, “Foucault‟dan Agamben‟e Olağanüstü Halin Sıradanlığına Dair Bir Yanıt Denemesi”, Cogito, 70-71, s.21-39 Habermas, J., 2009, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çev. Tanıl Bora ve Mithat Sancar, İletişim Yayınları, İstanbul. Habermas, J., 2010, “Kamusal Alan” içinde Kamusal Alan, Ed. Özbek, M., s. 95-102, Hil Yayınları, İstanbul. Harvey, D., 2012, “Yaratıcı Yıkım Olarak Neoliberalizm”, Çev. E. Çamuroğlu Çığ ve Ü. Çığ, Atılım Sosyal Bilimler Dergisi, 2(2), s. 67–88. Harvey, D., 2015 (a), Neoliberalizmin Kısa Tarihi, Çev. Aylin Onacak, Sel Yayıncılık, İstanbul. Harvey, D., 2015 (b), On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, Çev. Esin Soğancılar, Sel Yayıncılık, İstanbul. Keeble-Gagnere, G., 2015, “Encryption for the working journalist: Communicating securely”. Retrieved from https://www.journalism.co.uk/news/encryption-forthe-working-journalist/s2/a580914/ Leveson, J., 2012, An Inquiry Into The Culture, Practices And Ethics Of The Press, (Volume 1), The Stationery Office, London. Mattelart, A., 2012, Gözetimin Küreselleşmesi: Güvenlileştirme Düzeninin Kökeni, Çev. Onur Gayretli, Su Elif Karacan, Kalkedon Yayınları, İstanbul. Mazover, M., 2008, Karanlık Kıta: Avrupa‟nın 20. Yüzyılı, Çev. Mehmet Moralı, İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul. Özkul, B. & Barnett, A., 2016 “Anthony Barnett ile Söyleşi: Alternatif Medya, Siyaset ve Dijital Vatandaşlık”, Birikim Dergisi, 322, Şubat, s.12-17. Powles, J. And Chaparro, E., 2016, “In the Wake of Apple v FBI, We Need To Address Some Uncomfortable Thruths”. Retrieved from https://www.theguardian.com/technology/2016/mar/29/apple-fbi-encryptionsan-bernardino-uncomfortable-truths, e.t. 30.04.2016. Powles, J., 2016, “Google and Microsoft Have Made A Pact To Protect Surveillance Capitalism”. Retrieved from https://www.theguardian.com/technology/2016/may/02/google-microsoft-pactantitrust-surveillance-capitalism, e.t. 03.05.2016. Revel, J., 2012, Foucault Sözlüğü, Çev. Veli Urhan, Say Yayınları, İstanbul. Teziç, E., 2009, Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul. Trottier, D. ve Fuchs, C. 2015, Social Media, Politics and the State: Protests, Revolutions, Riots, Crime and Policing in the Age of Facebook, Twitter and Youtube, Routledge, New York and London. Van Horn Melton, J., 2011, Aydınlanma Avrupası‟nda Kamunun Yükselişi, Çev. F. Burak Aydar, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Yumuşak, F., 2015, “Dijital Gözetim Sunar: Ölçülebilir, Karlı ve Hızlı Hayatlar”, Ayrıntı Dergi, 11, Ağustos-Eylül, s.101-111. 113 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 10 (21), Ocak-Haziran 2016, s. 91-113. . 114 Türkiye’de Kadın Girişimcilerinin Risk Deneyimleri Yoncal Altındal & Songül Sallan Gül Altındal, Y. & Sallan Gül, S., 2016, “Türkiye‟de Kadın Girişimcilerinin Risk Deneyimleri”, Toplum ve Demokrasi, 10(21), Ocak-Haziran, s. 115-???.