Ondokuzmayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe-Din Bilimleri Anabilim Dalı DİNE TİKELCİ-FONKSİYONALİST YAKLAŞIM: BRONİSLAW MALİNOWSKİ ÖRNEĞİ Hazırlayan: Fatih Aman Danışman: Doç. Dr. Osman Eyüpoğlu Doktora Tezi Samsun-2013 T.C. Ondokuzmayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe-Din Bilimleri Anabilim Dalı DİNE TİKELCİ-FONKSİYONALİST YAKLAŞIM: BRONİSLAW MALİNOWSKİ ÖRNEĞİ Hazırlayan: Fatih Aman Danışman: Doç. Dr. Osman Eyüpoğlu Doktora Tezi Samsun-2013 BİLİMSEL ETİK BİLDİRİMİ Hazırladığım Doktora tezinde, proje aşamasından sonuçlanmasına kadarki süreçte bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet ettiğimi, tez içindeki tüm bilgileri bilimsel ahlak ve gelenek çerçevesinde elde ettiğimi, tez yazım kurallarına uygun olarak hazırladığım bu çalışmamda doğrudan veya dolaylı olarak yaptığım her alıntıya kaynak gösterdiğimi ve yararlandığım eserlerin kaynakçada gösterilenlerden oluştuğunu taahhüt ederim. __ /__ /__ Fatih AMAN ÖZET Öğrencinin Adı-Soyadı Fatih AMAN Anabilim Dalı Felsefe-Din Bilimleri Danışmanın Adı Doç. Dr. Osman EYÜPOĞLU Tezin Adı Dine Tikelci-Fonksiyonalist Yaklaşım: Bronislaw Malinowski Örneği Din, toplumbilimlerinde üzerinde çok durulan konulardan biridir. Bu konuda araştırma yapanlardan birisi de Bronislaw Malinowski’dir. Sosyal antropolojinin kurucusu ve bir fonksiyonalist olan Malinowski her kültürün biricik olduğunu yani tikel olduğunu öne sürmektedir. Araştırılacak kültürlere genel bakışın yerine özel bakışla yaklaşılması gerektiğini söylemektedir. Dolayısıyla tikellikle fonksiyonalizmi kanaatimizce ilk defa bir araya getiren kişi olarak o, Tikelci-Fonksiyonalizm diye isimlendirdiğimiz bir yaklaşımın da kurucusudur. Bu araştırmada Malinowski’nin Tikelci-Fonksiyonalist bakışla yapmış olduğu dinle ilgili araştırmaları ve görüşleri incelenmektedir. ANAHTAR SÖZCÜKLER: Din, Tikelcilik, Fonksiyonalizm, Bronislaw Malinowski ABSTRACT Student’s Name and Surname Fatih AMAN Department’s Name Philosophy and Religious Studies Name of the Supervisor Doç. Dr. Osman EYÜPOĞLU Name of the Thesis Cultural-Functionalist Approach to Religion: In The Sample of Bronislaw Malinowski. Religion is one of the much emphasis issues on the social science studies. Someone who made research on this topic Bronislaw Malinowski. Malinowski is the founder of the science of social anthropology. He is also the precursor of the current functionalist anthropology. Malinowski suggests that each culture is unique. He argues that the cultures should be approached by an overview rather than a custom look. Therefore, as the person who brings together for the first time in our opinion functionalism and culturism he is also the founder of an approach we named cultural-functionalism. In this study, Malinowski's research and views on religion are examined with culturalfunctionalism. KEY WORDS: Religion, Culturism, Functionalism, Bronislaw Malinowski. ÖNSÖZ Toplumlarla ilgili yapılan araştırmalarda üzerinde çok durulan konulardan biri de dindir. Toplumun şekillenmesine yaptığı etkinin büyüklüğü dikkate alındığında bu durum normal karşılanmalıdır. Dinin toplumla etkileşimi öylesine yoğundur ki toplumsal konuları araştıran kişiler şu noktayı çok iyi bilmektedirler: Bir toplumun kodlarını en kısa yoldan çözmek isteyen kişi, önce o toplumun inancını kavramaya çalışmalıdır∗. Sosyolojinin kurucu babalarının ilk ele aldıkları kurumun din olması bu anlamda tesadüf değildir. Din sosyolojisi her ne kadar 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başında bağımsız bir bilim olarak ortaya çıkmış olsa da toplum üzerine çalışma geleneği çok daha eskilere dayanmaktadır. Eski çağlardan beri pek çok düşünür din-toplum ilişkisi üzerinde durmuş ve bu ilişkiyi çeşitli yönlerden ele alan eserler ortaya koymuşlardır. Günümüzde ise çalışmalar çeşitli disiplinlerin birbirlerine yakınlaşmaları sebebiyle daha ziyade interdisipliner boyuta doğru taşınmış izlenimi vermektedir. Bizim araştırmamız da, günümüzün görünümüne uygun mütevazı bir katkıda bulunma girişimidir. Çalışmamız birbirini tamamlayan bir giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Girişte tezimizin kuramsal çerçevesi çizilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda temel bazı sosyolojik ekoller açıklanmış ve kendisi fonksiyonalist olan araştırmamızın merkezindeki isim Malinowski’nin görüşleri, yapmış olduğu alan araştırması ve ortaya koyduğu kültür teorisi çerçevesinde ele alınmıştır. Daha sonra günümüz toplum bilimlerinde önemli yer tutan ‘tikelcilik’ incelenmiş, fonksiyonalizmle sentezi yapılmış ve ‘Tikelci-Fonksiyonalizm’ diye isimlendirdiğimiz bir yaklaşım ortaya konulmaya çalışılmıştır. ∗ Aliye Çınar, Sosyolojik ve Antropolojik Açıdan Dine Bakış, Bursa: Emin Yay., 2009, s.11. V Araştırmamızın ikinci bölümünde Malinowski’nin dinle ilgili görüşleri, yapmış olduğu alan araştırması ve Tikelci-Fonksiyonalist bakış açısıyla ele alınmıştır. Dinin genel çerçevesi çizildikten sonra inanç ve büyü ile ilgili konulara değinilmiştir. Sosyal antropoloji’nin kurucusu olan Malinowski, incelemiş olduğu ilkel toplumlarda büyüyle ilgili önemli notlar almıştır. Günümüzde ilkel toplumların ibadeti kabul edilen büyü, bu toplumları inceleyen hiçbir araştırmacının görmezden gelemeyeceği konulardan biridir. Son olarak da dinin diğer kurumlarla ilişkisini ele alınmıştır. Bu bağlamda genel bir çerçeve çizildikten sonra dinin kurumlar arasındaki yeri, diğer temel kurumlarla ilişkisi Malinowski’nin araştırmaları ve TikelciFonksiyonalist bakışla ortaya konulmuştur. Bu çalışmanın konusunun belirlenmesinde önemli katkısı olan değerli hocam Prof. Dr. Adurrahman KURT’a, kıymetli eleştirel katkılarından dolayı hocalarım Prof. Dr. Niyazi USTA’ya, Prof. Dr. Erkan PERŞEMBE’ye, Doç. Dr. Selim EREN’e, yabancı kaynaklara ulaşmam konusundaki yardımlarından dolayı arkadaşım Doç. Dr. Kasım KÜÇÜKALP’e, çalışmamı baştan sona okuma nezaketini gösteren Doç. Dr. Vejdi BİLGİN’e ve çalışmamın her aşamasında bana rehberlik eden danışman hocam Doç. Dr. Osman EYÜPOĞLU’na çok teşekkür ediyorum. Samsun-2013 VI İÇİNDEKİLER ÖZET ABSTRACT ÖNSÖZ…..…………..…………..……………..…………..…………..…………..…………..…………..…V İÇİNDEKİLER…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…VII KISALTMALAR…..…………..…………..…………..…………..…………..……………..………...IX GİRİŞ…..…………..…………..…………..…………..………….. G.1 Problem, Amaç Ve Önem……………………..…………..…………..……………………..1 G.2 Kaynaklar Ve Araştırmalar…..…………………………………..…………..…………..….6 G.3 Bazı Temel Kavramlar…..…………..…………..…………………………………………….8 G.4 Temel Varsayım…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..………11 G.5 Metodoloji…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…………..……12 I. BÖLÜM ÇALIŞMANIN KURAMSAL ÇERÇEVESİ: FONKSİYONALİZM VE TİKELCİLİK 1.1 Sosyolojide Kuramsal Arayış…..…………..…………..…………..…………..………….15 1.2 Temel Bazı Sosyolojik Kuramlar…..…………..…………..…………..…………..……17 1.2.1 Sembolik Etkileşimcilik…..…………..…………..…………..……………….17 1.2.2 Çatışma Kuramı…..…………..…………..…………..…………..…………..……20 1.2.3 Fonksiyonalizm……..…………..…………..…………..…………..…………..…22 1.3 Malinowski’nin Fonksiyonalizminin Temel Parametreleri……..…………25 1.3.1 Alan Araştırması…………………………………………………..………………25 1.3.2 Kültür Teorisi…..…………..…………..…………..…………..…………..………26 1.3.2.1 Kültürün Tanımı…..…………..…………..…………..……………27 1.3.2.2 Kültürün Özellikleri…..…………..…………..…………..………29 1.3.2.3 Kültürün Temel Aksiyomları…..…………..…………..……31 1.3.2.4 Kültürün Fonksiyonları…..…………..…………..…………..…33 1.3.2.5 Kültürün Temeli: İhtiyaçlar Teorisi…..…………..………33 1.3.2.6 Kültürel Artıklar…..…………..…………..…………..……………36 1.3.2.7 Malinowski’nin Kültürel Araştırma Eleştirileri……38 1.3.2.8 Kültür Teorisine Yöneltilen Eleştiriler.............................43 1.4 Tikelcilik…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…….45 1.4.1 Tikelciliğin Tanımı…..…………..…………..…………..…………..………….46 1.4.2 Tikelciliğin Temel Özellikleri…..…………..…………..…………..……..47 1.4.3 Kültürlerin Tikelliği…..…………..…………..…………..…………..…………48 1.4.4 Tikelciliğe Yöneltilen Eleştiriler…..…………..…………..…………..…52 1.5 Fonksiyonalizm Ve Tikelciliğin Sentezi…..…………..…………..…………..……53 1.6 Tikelci-Fonksiyonalizmin Toplum Bilimlerindeki Yeri…..…………..…….54 VII II. BÖLÜM MALİNOWSKİ’DE DİN 2.1 Dinin Genel Çerçevesi…..…………..…………..…………..…………..…………..………59 2.1.1 Dinin Tanımı…..…………..…………..…………..…………..…………..………62 2.1.2 Dinin Kökenleri…..…………..…………..…………..…………..…………..…65 2.1.3 Dinin Fonksiyonları…..…………..…………..…………..…………..……….69 2.1.4 Dinin Boyutları…..…………..…………..…………..…………..…………..….71 2.2 Malinowski’ye Göre İnanç…..…………..…………..…………..…………..….…..…...73 2.2.1 Yaratılış…..…………..…………..…………..…………..…………..……...……...74 2.2.2 Ölüm Ve Fonksiyonları …..…………..…………..…………..……….……76 2.2.3 Ruh Ve Yeniden Diriliş…..…………..…………..…………..…………..…78 2.2.4 Mucize…..…………..…………..…………..…………..…………………………...82 2.2.5 Mit…..…………..…....…………..…………..…………..……………………………83 2.3 Malinowski’ye Göre Büyü…..…………..…………..…………..…………..…………..88 2.3.1 Büyünün Özellikleri…..…………..…………..…………..…………..……...89 2.3.2 Büyünün Fonksiyonları…..…………..…………..…………..…………..…91 2.3.3 Büyücülük…..…………..…………..…………..…………..…………..…………92 2.3.4 Büyü-Bilim-Din İlişkisi…..…………..…………..…………..…………….94 2.4 Malinowski’ye Göre Kurum Olarak Din…..…………..…………..…………..…97 2.4.1 Kurumun Tanımı, Özellikleri Ve Fonksiyonları…..…………..97 2.4.2 Din Kurumu…..…………..…………..…………..…………..…………..……101 2.4.3 Din-Aile İlişkisi…..…………..…………..…………..…………..………….102 2.4.4 Din-Ekonomi İlişkisi…..…………..…………..…………..…………..….109 2.4.5 Din-Siyaset İlişkisi…..…………..…………..…………..…………..……..115 2.4.6 Din-Eğitim İlişkisi…..…………..…………..…………..…………..……...118 SONUÇ…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…………..………121 EKLER…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…………..………124 KAYNAKÇA…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…………133 ÖZGEÇMİŞ………………………………………………………………………………………140 VIII KISALTMALAR a.g.e. : Adı Geçen Eser A.Ü. : Ankara Üniversitesi Bkz. : Bakınız c. : Cilt Co. : Company Çev. : Çeviren Der. : Derleyen DTK : Dil-Tarih Kurumu Haz. : Hazırlayan İFAV : İlahiyat Fakültesi Vakfı MEB : Milli Eğitim Bakanlığı ODTÜ : Orta Doğu Teknik Üniversitesi s. : Sayfa T.D.K. : Türk Dil Kurumu Vol. : Volume (Sayı) IX GİRİŞ G.1. PROBLEM, AMAÇ VE ÖNEM Yeryüzünde yaşayan canlılar arasında birçok yönden farklılık gösteren tek canlı insandır. Diğer canlılara nazaran göstermiş olduğu farklılıkların yanında insanın, kendi içinde göstermiş olduğu çeşitlilik de öylesine yoğundur ki bu çeşitliliğin “çarpıcı olduğunu”1 söyleyebiliriz. Öyle ki kültürler arasında saptanan benzerlikler bile “her zaman genetik bir açıklama gerektirmez. Benzerlikler paylaşılan psikolojik veya yapısal faktörlere de bağlı olabilir”2. Aynı durum değerler, inançlar, semboller, dil ve normlar gibi “kültürel evrensellikler”3 için de geçerlidir. Dolayısıyla insanla ilgili olgulara yaklaşımda genellemeleri değil daha spesifik bakış açılarını ön plana çıkarmak gerekmektedir. Kanaatimizce bu bakış açılarının önemli olduğu konulardan biri de dindir. Zira din “kültürü oluşturup kültür sayesinde yaşama imkânı bulsa da yine bu kültür sayesinde bozulur”4. Din ve insanın serüveni biri diğerine yaşıt, iç içe geçmiş bağlantıları içeren kompleks bir yapı görüntüsü vermektedir. Yapılan bunca araştırmaya rağmen cazibesini korumaya devam eden bu ikilinin ilişkisi günümüzde de popülerliğini devam ettirmektedir. “Medeniyetlerin birinci unsurunun insan ikinci unsurunun din”5 olması anlamlıdır. İnsanlık tarihi bize din-toplum ilişkisinin her zaman ilgi çeken bir konu olarak kabul edildiğini göstermektedir. Her ne kadar bu durumun birçok değişik sebebi olduğu bilinse de kanaatimizce asıl sebep dinin ‘gizemli gücü’dür. Bahsettiğimiz güç 1 Anthony Giddens, Sosyoloji, Çev.: Hüseyin Özel-Cemal Güzel, Ankara: Ayraç Yay., 2000, s.23. 2 Çiğdem Kağıtçıbaşı, Kültürel Psikoloji, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1998, s.40. 3 Veysel Bozkurt, Değişen Dünyada sosyoloji, Bursa: Alfa Yay., 2004, s.93. 4 Zeki Aslantürk-Tayfun Amman, Sosyoloji: Kavramlar, Kurumlar, Süreçler, Teoriler, İstanbul: Kaknüs Yay., 2000, s.327. 5 Mustafa Kara, Buhara-Bursa-Bosna, İstanbul: Dergâh Yay., 2012, s.144. 1 öylesine büyüktür ki tarihsel süreçte bireyin ve toplumun hayatının şekillenmesinin baş aktörlerinden biri olmuştur. İnsan, toplumsal (sosyal) bir varlık olmasının getirdiği özelliği sebebiyle şekillenmesini (çok büyük oranda hayatı boyunca alacağı şekillenmeleri de) toplum içinde edinir. Sosyologlar ilk sosyalleşmenin olduğu aileden başlayan bu süreci ‘hayat boyu süren ve bireyi belli bir kalıba sokana kadar devam eden sosyalleşme süreci’ olarak kabul ederler. Toplumu oluşturan bireylerin büyük çoğunluğu o toplumun kabul ettiği ortalama sosyalleşme seviyesi etrafında birleşirler. Uç görüşlere sahip olanlar toplumdan dışlanır ve toplum görece istikrarlı yapıda hayatiyetini sürdürür. Ancak hiçbir toplumda yüzde yüz uyum olmaz. Böyle bir topluma tarih boyunca rastlanmamıştır. Toplum dediğimiz olgu görünen ve/veya görünmeyen çatışmaların eksik olmadığı ancak görece istikrarlı insan topluluğudur ve her sosyolog bunu bilir. Zaten sosyolojinin aradığı şey de bu değildir. ‘Toplumun genelinin sunduğu ortalamalar’ sosyolojinin ana konularıdır. İşte bu genel bakışın sonucu olarak sosyoloji bütün insan davranışlarının “kalıplaşmış” olduğunu kabul etmektedir6. Kalıplaşmış davranışla kast edilen “insanlar arasında düzenli olarak yinelenen tek biçimli hareket ve uygulamalardır”7. Dikkat edilirse burada vurgulanan kalıplaşmış davranış tek bir bireyin davranışı değildir. Toplumdaki insanlar arasındaki ortalama davranıştır. Sonuç olarak bir davranış toplumun genelini ilgilendirir bir konuma gelmişse o davranış kalıplaşmış davranıştır ve sosyolojinin konusu haline gelmiştir. Bu noktadan sonra sosyologların yapması gereken iş o kalıplaşmış davranışın sebep ve sonuçlarıyla ilgili teoriler üretme, genellemelere ulaşma, eğer varsa davranışın toplumlar arasındaki farklılıklarına dikkat çekme çabası olmaktadır. Şüphesiz istisnai olmakla birlikte sapma davranışını inceleyen sosyologlar da vardır. Sosyolojinin ortaya çıkışından günümüze kadar gelen süreçte ‘sosyologların genel eğilimi tümel bakış açısından yana olmuştur’ denilebilir. Özellikle bu bilimin kurucuları sayılan kişilerde bu durum daha net olarak gözükmektedir. Dünyadaki 6 7 Abdurrahman Kurt, Din Sosyolojisi, Bursa: Dora Yay., 2011, s.20. Joseph Fischer, Sosyoloji Nedir?, Çev.: Nilgün Çelebi, Ankara: Anı Yay., 1996, s.84. 2 bütün toplumların aynı evrelerden geçeceğini, zamanla birbirlerine benzeyeceklerini savunan bu tümel görüş günümüzde de kısmen etkinliğini sürdürmektedir. Tümel bakış açısının en net şekilde görüldüğü akımlar fonksiyonalizm ve çatışma yaklaşımıdır. Bu iki akım sosyolojideki akımlardır ve tüm toplumları açıklayabildikleri iddiasındadırlar. Toplumların kendi özeline bakmaktan ziyade dünyanın geneline bakma eğilimindedirler. Günümüzde sosyoloji hâlâ yoğun Batı merkezli bilimdir ve Batı mantalitesindeki ‘öteki toplumlar’ imajı da tümel bakış açısını desteklemektedir. Pozitivist kuramın uzantısı olarak ‘öteki toplumlar Batı’nın geçtiği aşamalardan geçecek ve onlar gibi olacaktır’ önermesi önemini korumaktadır. Daha ziyade pozitivizm ve modernizm etkisindeki tümel bakış açısının yanında özellikle post- modernizmin ortaya çıkmasıyla tikele yapılan atıflar da görülmeye başlanmıştır. Jean-François Lyotard’ın 1979 yılında çıkan ‘Postmodern Durum’ adlı kitabıyla tartışılmaya başlanan postmodernizm8, tüm evrensellerin varlığını inkâr eder9. “Aydınlanma filozoflarının nesnel bir bilim, evrensel bir ahlak, evrensel bir yasa... geliştirme amacı güden çalışmalarıyla biçimlenen”10 modernizmin bu evrensellikleri ‘üst [meta]11 anlatı’ olarak isimlendirilir12. Modernizmin, meta anlatılara yaptığı en önemli dayanak bilim ve teknolojiye duydukları güvendi. Bu durumun sonucu olarak modernistler “modernleşme kuramının iki önemli tezi vardır. İlki, geçmişte bütün dünya yoksul idi. Teknolojik değişim, özellikle sanayi devrimi, insanın üretkenliğini artırmış ve yaşam standartlarını yükseltmiştir. Diğeri, sanayileşmiş ve gelişmiş ülkeler yoksul ülkeleri, gelişme yolunda harekete geçirecek ve böylece onlar da modernleşecektir”13 tezini savunuyorlardı. Postmodernizm “…bilim aracılığıyla insanlığın ilerlemeci özgürleşime ulaşabileceği… düşüncesine kesin bir dille saldırır14. Zira bu bir meta anlatıdır. 8 Ali Akay, Postmodernizm, İstanbul: L&M Yay., 2005, s.7. Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, Çev.: Osman Akınhay-Derya Kömürcü, Ankara: Bilim-Sanat Yay., 1999, s.593. 10 Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, Çev.: Abdülbâki Güçlü, Ankara: BilimSanat Yay., 2004, s.205. 11 Çalışmamız boyunca bütün köşeli parantezler bize aittir. 12 Marshall, a.g.e., s.592. 13 M. Ali Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Rağbet Yay., 2004, s.156. 14 Sarup, a.g.e., s.188. 9 3 Postmodernizm iki büyük meta anlatıya duyulan inancın artık geniş çaplı olarak geçersizliğini ilan etmiştir. Bunlardan biri özgürleşme miti diğeri ise doğruluk miti15. Zira birçok toplum bırakın özgürleşmeyi daha fazla sömürüye maruz kalmıştır ve doğruluğun belirlenmesi tek otoritenin yetkisinde değildir. “Genel geçerlik iddiası taşıyan önermelerin, otorite ve hiyerarşinin reddedilmesi bunların yerine çoğulculuk, görecelilik, özgürlük ve yerelliğin öne çıkarılması”16 postmodernizmin en belirgin özelliğidir diyebiliriz. Bütün bunların sonucu olarak postmodernizmde “kültürler yan yanadır… hiç biri diğerine göre daha meşru olarak kabul edilemez”17. Sonuç olarak postmodernizmin görecelilik merkezli bakış açısından hareketle ‘her toplum kendine özgüdür’ temel varsayımından hareket eden tikelci bakış yavaş yavaş kendini kabul ettirmektedir. ‘Bir toplumu anlamak için ona dışarıdan değil içerden ve derinlemesine bakılmalıdır’ düşüncesi etrafında araştırmalarını şekillendiren bu görüşün fonksiyonalizmle birleşmesi Tikelci-Fonksiyonalizmi oluşturur. Bu bağlamda araştırmanın problem durumunu şu şekilde ortaya koyabiliriz: Her toplumun kendine özgü olduğu gerçeğinden hareketle toplumları araştırırken genel (tümel) değil de özel (tikel) bakış açısı gerekmez mi? Tikel bakış açısını merkeze alan Tikelciliğin özellikleri nelerdir? Tikelciliğin fonksiyonalizmle birleşmesiyle oluşan Tikelci-Fonksiyonalist Yaklaşımın toplumbilimlerindeki yeri nedir? Malinowski’nin araştırmalarında dinle ilgili tikel örnekler ve fonksiyonları nelerdir? Sosyoloji ve sosyal antropoloji birbirlerine en yakın bilim alanlarıdır. Durkheim gibi ilk sosyologların bir kısmı hem sosyolojinin hem de antropolojinin kurucuları arasındaydılar. XX. Yüzyılın başlarından itibaren antropoloji sosyolojiden ayrılmaya başlasa da antropolojinin alt disiplini olan sosyal antropolojinin sosyolojiyle yakın ilişkisi sürmüştür ve sürmeye devam etmektedir. Günümüzde bu iki bilim adeta iç içe geçmiş izlenimi vermektedir18. Yapılan bazı araştırmaların iki alan tarafından da 15 Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, s.593. Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, s.180. 17 Akay, Postmodernizm, s.115. 18 Nephan Saran’a göre “sosyal antropoloji bugün, ilkel toplumların kültürünü incelediği kadar modern toplumların kültürünü de incelemektedir.” Nephan Saran, Antropoloji, İstanbul: İnkılâp Yay., 1989, s.136. Ayrıca sosyolojinin alt dallarında olan “din sosyolojisi 16 4 kabul görmesi, durumu net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bakış açılarından inceledikleri konulara ve kullandıkları yöntemlere kadar birçok ortak noktaya sahiptirler. Çalışmamız bu iki alanın temel ortak noktalarından bazılarını içermektedir. Sosyoloji ve sosyal antropolojide Tikelci bakışın yerinin ne olduğu, fonksiyonalizm akımıyla birleşmesiyle nasıl bir yaklaşımın ortaya çıktığı ve sonuçta bu yaklaşımın dine nasıl uygulanabileceğinin Malinowski özelinde gösterilmesi çalışmamızın esas amacı olmaktadır. Tikelci-Fonksiyonalizm isimlendirmesi yapmamızın sebebi daha önce bu tip isimlendirmeleri çağrıştıran faaliyetlerin olmasıdır. Sosyal antropolojideki isimlerden olan Franz Boas aynen Malinowski gibi tikelcidir. Ancak onun tikelciliğine tarih eşlik eder. Yani Boas, kültürleri ve toplumları anlamak için onları tikel kabul etmeyi ve tarihsel süreçlerine eğilmeyi öncelemektedir. Kendisinden sonra onun bu yaklaşımı Marvin Haris tarafından ‘Tarihsel-Tikelcilik’ olarak isimlendirilmiştir19. Boas’ın kendisi bizzat böyle bir isimlendirme kullanmamıştır. Kanaatimizce aynı durum Malinowski için de geçerlidir ve onun yaklaşımı ‘Tikelci-Fonksiyonalizm’ olarak isimlendirilebilir. Dolayısıyla biz nasıl ki ‘Tarihsel-Tikelciliği’ kuran ve onu belli temellere dayandıran kişi Franz Boas ise ‘Tikelci-Fonksiyonalizmi’ kuran ve onu belli temellere dayandıranın da Malinowski olduğunu düşünüyoruz. Bu çalışmanın özgün yanı ise Bronislaw Malinowski’nin din üzerine yapmış olduğu çalışmaları dikkate alarak ilgili verileri din sosyolojisi bilim dalı çerçevesinde ele almasıdır. Polonya asıllı İngiliz antropolog Malinowski sosyal antropolojinin kurucusudur. Aynı zamanda kurucusu olduğu bilimin temel araştırma tekniği olan ‘katılımcı gözlem’ metodunu ilk defa bilimsel ölçütlere uygun bir biçimde uygulamıştır. Evrimcilik, yayılmacılık, ilerlemecilik… gibi yaklaşımların karşısında olmuştur. Ayrıca o, sosyolojideki ekollerden fonksiyonalizmi de sosyal antropolojiye günümüzde antropolojiyle yakın ilişki içindedir.” Recep Şentürk, Yeni Din Sosyolojileri, İstanbul: Gelenek Yay., 2004, s.72. 19 Sibel Özbudun-Balkı Şafak-N. Serpil Altuntek, Antropoloji: Kuramlar, Kuramcılar, İstanbul: Dipnot Yay., 2005, s.75. 5 uygulamış, bu bilimdeki fonksiyonalist ekolün kurucusu olmuştur. Kanaatimizce Malinowski için -sosyal antropolog yönü baskın olsa da- ‘sosyolojiyle sosyal antropolojinin kesiştiği noktada duran kişilerden biridir’ denilebilir. Son olarak bu çalışmanın sosyoloji ve sosyal antropoloji alanlarının ikisiyle de ilişkili interdisipliner bir araştırma olduğunu belirtmek istiyoruz. G.2. KAYNAKLAR VE ARAŞTIRMALAR Toplumbilim denen araştırma alanı temelde iki ana kola ayrılır: Sosyoloji ve sosyal antropoloji. Bu dalların birbirlerine en yakın sosyal bilim alanları olmasının sebebi de budur. Her ne kadar sosyoloji ‘sanayileşmiş ve/veya sanayileşmekte olan toplumları’, sosyal antropoloji ‘ilkel toplumları’20 inceler genel kuralı önümüzde duruyor olsa da günümüzdeki bazı araştırmalar iki disiplin arasındaki yakınlığı gözler önüne sermektedir21. Bu tip araştırmalar genelde toplumdaki kurumların veya grupların araştırılmasında daha belirgin şekilde görülmektedir denilebilir. Sosyoloji ve sosyal antropoloji araştırmaları gerçekte toplumdaki kurumların araştırılmasıdır. Yapılan her araştırma, farkında olalım veya olmayalım, mutlaka temel kurumlardan biri veya birkaçıyla ilgilidir. Bu durum sosyal antropolojiyi öne alan çalışmalarda daha da belirgindir. Zira ilkel toplumlardaki kurumlar sanayileşmiş toplumların kurumlarıyla karşılaştırıldıklarında görece basit izlenimi vermektedir. Bu izlenim sonucu olsa gerek çalışmaların çoğunda, araştırmacıların ilkel toplum kurumlarını daha genel olarak ele aldıkları görülmektedir. Oysa durumun tam 20 21 “İlkel Toplumlar” adlandırılması günümüzde iki farklı bakış olduğunu belirtelim. Bazı toplumbilimciler bu kavramdan rahatsızlık duymaktadırlar. İlk antropologların Batıyı merkeze alarak uydurdukları kavram, bu toplumlara adeta yapışıp kalmıştır ve günümüzde de kullanıldığı (henüz uygun alternatifi de üretilemediği) için tezimizde aynı kavramı kullanmak zorunda kaldık. Ancak bu kavramın o toplumlara uygun bir kavram olduğunu dolayısıyla rahatsızlık duymaya gerek olmadığını belirten bazı toplumbilimciler de -Mary Dougles gibi- vardır. Örneğin bazı tarikatları inceleyen çalışmalar hem sosyoloji hem de sosyal antropoloji alanında sayılmaktadır. Aynı tarikatın iki farklı kolu için yapılan çalışmalar bu konuda bir örnektir. Bkz. Tayfun Atay, Batıda Bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısi Örneği, İstanbul: İletişim Yay., 1996 (sosyal antropoloji çalışması); Niyazi Usta, Menzil Nakşîliği (Sosyolojik Bir Araştırma), Ankara: Töre Yay., 1997 (sosyoloji çalışması). 6 anlamıyla bu şekilde olmadığı günümüz sosyal bilim çevreleri tarafından kabul edilmektedir22. Özellikle Malinowski’nin başlattığı katılımcı gözleme dayalı alan araştırmaları kurumların en az üçünün ilkel denilen toplumlarla sanayileşmiş kabul edilen toplumların hangisinde daha karmaşık yapıda olduğunu kestirmenin kolay olmadığını göstermiştir. Bahsedilen üç kurum din, aile ve ekonomidir. Siyaset, eğitim gibi kurumların ise sanayileşmiş toplumlarda daha girift özellikler gösterdiği neredeyse kesindir. Konuyu anlamak için herhangi bir antropoloji kitabına bakmak yeterli olacaktır. Yapılan çalışmaların sonucunda ulaşılan bu genel kanaat sosyal antropoloji araştırmalarında özellikle din, aile ve ekonomiye ağırlık verilmesine sebep olmuştur diyebiliriz. Durumun Malinowski özelinde de farklı olmadığını ifade edebiliriz. Bu bağlamda çalışmamızda kullandığımız kaynakların başında araştırmamızın merkezindeki isim olan Bronislaw Malinowski’nin eserleri gelmektedir. Yapmış olduğu katılımcı gözleme dayalı alan araştırmalarını ele alan çalışmalarının yanında teorik konularda da yazmış olduğu eserler bu araştırmanın birincil kaynaklarını oluşturmaktadır. Birinci bölümde daha çok Malinowski’nin teorik boyutla ilgili görüşlerini içeren Bilimsel Bir Kültür Teorisi ve Büyü, Bilim, Din gibi kitaplarına atıflar yapılacaktır. İkinci bölümde ise müellifin yapmış olduğu alan araştırmalarını kaleme aldığı eserleri ön plana alınacaktır. Bunların yanında din sosyolojisi, sosyoloji, sosyal antropoloji ve antropoloji kaynakları çalışmamızda kullanacağımız ikincil kaynaklardır. Yapmış olduğumuz taramalarda Malinowski’nin dinle ilgili görüşlerini ele alan müstakil bir çalışmaya rastlamadık. Gigapedia.org, library.nu, archive.org… gibi uluslararası doküman araması yapan internet sitelerinden yapmış olduğumuz taramalarda da bu konunun çalışıldığını gösteren bir bulguya ulaşamadık. Malinowski’nin görüşlerine genel olarak yer veren bazı çalışmalar yapılmışsa da sadece din konusunu ele alan yüksek lisans, doktora seviyesinde bir çalışmanın 22 Örnek olarak Navajo yerlilerinin dilini gösterebiliriz. 2. Dünya Savaşı sırasında bu dil, karmaşıklığı sebebiyle Pasifikteki ABD deniz kuvvetleri tarafından şifre olarak kullanılmıştır. Japonların şifre çözme çabalarına karşın çözülememiştir. Bkz. Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, Çev.: İnan Deniz Erguvan Sarıoğlu, İstanbul: Kaknüs Yay., 2008, s.256. 7 yapılmamış olduğunu gördük. Ülkemizde ise Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Dilek İnneci’nin hazırlamış olduğu “Malinowski'nin İşlev Teorisine Göre Türk Atasözlerinin İncelenmesi” adlı yüksek lisans tezine ulaşabildik23. Dolayısıyla araştırmamızın orijinal bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz. G.3. BAZI TEMEL KAVRAMLAR Araştırmamızda görece sık olarak tekrarlanacak kavramlar tikelcilik, fonksiyonalizm, din, kurum ve tezin merkezindeki isim olan Malinowski’dir. 1) Tikelcilik: Bu kavrama ilişkin açıklamalar birinci bölümün kendi adıyla anılan alt başlığında yapılacaktır. 2) Fonksiyonalizm: Fonksiyonalizm konusuna yine birinci bölümde “Temel Sosyolojik Kuramlar” adlı başlıkta yer verilecektir. 3) Din: Üzerinde çok tartışılan, düşünülen, araştırılan konulardan biri olan dinin tanımlanması oldukça zordur. Dinin tanımlama girişimlerinde genellikle onun tek bir yönünün vurgulandığı ve bu sebepten birçok din tanımı ortaya çıktığı görülmüştür24. Bu durum aslında normal kabul edilmelidir zira ‘din’ kelimesi -dindar açısından- bir Hıristiyanla bir Budiste aynı imajı vermediği gibi -bilim açısından- bir psikologla bir sosyologun zihninde de aynı şeyi uyandırmamaktadır. “Esasında dini inceleme ve araştırma konusu olarak ele alan her bilim kendi işine yarayan bir din tarifiyle yola çıkmaktadır. Bir psikolog dini, çoğu defa, yaşanan bir tecrübe; bir sosyolog, sosyal bir kurum veya hadise; bir kelamcı, akla ve nakle dayalı bir sistem… olarak görür. Söz konusu tariflere dinin aleyhindeki tarifler (Marks, Freud ve Comte’un tarifleri) 23 Dilek İneci, Malinowski’nin İşlev Teorisine Göre Türk Atasözlerinin İncelenmesi, İzmir: Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2004. 24 Bkz. Niyazi Akyüz-İhsan Çapçıoğlu, Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi, Ankara: Gündüz Yay., 2008, s.41. 8 eklenince, mesele daha karmaşık bir vaziyet almakta ve ortak unsurları ihtiva eden bir tanıma ulaşılmamaktadır”25. Mesela “Schleirmacher dinin duygu yönü, Max Müller inanç yönü, Durkheim kolektif yönü, Vernon ise pratik yönü üzerinde durmakta ve hiçbiri kapsayıcı bir tanım geliştirememektedir”26. Ancak yukarıdaki isimlerin oluşturduğu “din konusunda yapılan ilk dönem araştırmaları bilimsel açıdan üç ana özellik göstermektedirler: Evrimci oluşları, pozitivist oluşları ve soruna psikoloji açısından bakmakta oluşları…”27 Konuya din sosyolojisi açısından baktığımızda din tanımlarının üç kategoriye ayrıldığını söyleyebiliriz: Özsel tanımlar, işlevsel tanımlar ve çok yönlü (politetik) tanımlar28. Özsel tanımlar dinin aşkın (transandantal) yönüne atıf yaparken işlevsel tanımlar dinin birey ve toplum hayatındaki fonksiyonlarına atıf yaparlar. Otto’nun “din kutsalın tecrübesidir”29 tanımı özsel tanımlara; Durkheim’in “din, kutsal şeylerle ilgili inanç ve ibadetlerden oluşmuş, yasak kabul edilen şeyler konusunda mensuplarını bir manevi topluluk halinde bir arada tutan inanç ve uygulamalardır”30 şeklindeki tanımıysa işlevsel tanımlara bir örnektir. Konumuz açısından olaya baktığımızda özsel veya işlevsel tanımlardan birini tercih etmektense ikisini de dikkate alan politetik tanımın daha uygun olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü dinin hem aşkın hem fonksiyonel tarafı olduğu bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Dolayısıyla biz bu çalışmamızda dini inanç, ibadet ve sosyolojik boyutlarıyla beraber semboller sistemini de içeren toplumsal bir kurum olarak ele alacağız. 4) Kurum: Sosyolojide üzerinde çok durulan terimlerden bir tanesi de kurumdur. Zira günlük dilde kullanılan anlamıyla sosyolojideki anlamı farklı olan kurum toplum üzerinde yapılan çalışmaların merkezi konumundadır ve ciddi olarak ilgilenilmesi gereken terimlerdendir. Bizler günlük dilde kullanırken daha ziyade bir fonksiyonu yerine 25 İzzet Er, Din Sosyolojisi, Ankara: Akçağ Yay., 2007, s.12. Amiran Kurktan Bilgiseven, Sosyal İlimler Metodolojisi, İstanbul: yayınlayan yok, 1989, s.4. 27 Tom Bottomore, Toplumbilim, Çev.: Ünsal Oskay, Ankara: Doğan Yay., 1997, s.263. 28 Kurt, Din Sosyolojisi s.36-41. 29 Hans Freyer, Din Sosyolojisi, Çev.: Turgut Kalpsüz, Ankara, 1964, s.32. 30 Emile Durkheim, The Elementary Forms of The Religious Life, London: Allen and Unwin, 1964, s.37. 26 9 getiren ‘sosyal sigortalar kurumu, iş ve işçi bulma kurumu…’ gibi kuruluşlara kurum demekteyiz. Oysa sosyolojik açıdan konuya baktığımızda kurum mekân, grup veya kişi değildir. Kurum gerçekte soyuttur. “Kültürün bir kısmıdır, insanların yaşam tarzlarının örüntüleşmiş bir parçasıdır. Bir başka deyişle çoğunluğun paylaştığı davranış örüntüleridir”31. Kurumlar, a) belli bir amaca yöneliktir; b) Değer yüklüdürler ve c) örgütlenmiş yapı arz ederler. Her kurum diğeriyle yakın ilişkidedir. Kurumlar -aralarında benzetme yapılsa bile - grup ve örgütten de farklıdırlar. Amaca yönelik olma açısından benzerlik olsa da grubun insana tekabül etmesi ona somut bir varlık kazandırmaktadır. Örgütte de bulunan bu somutluk onları kurumdan farklı bir konuma yerleştirmemizin sebebidir. Bu bağlamda mesela “cami (veya kilisedeki insan topluluğu) bir grup ya da örgüt ama kutsallık yani din bir kurumdur”32. 5) Bronislaw Malinowski: Araştırmamızın merkezindeki kişi Bronislaw Malinowski, çalışmamız boyunca sık karşılaşacağımız isim olduğundan bu bölümde kendisinden bahsetmenin uygun olduğunu düşünüyoruz. Polonya asıllı İngiliz antropolog Malinowski, Polonya Krakow'da doğdu (1884). Jagiellonian Üniversitesi'nde felsefe doktorasını yaptı, aynı üniversitede fizik ve matematik üzerine çalıştı. Ancak onun hayatındaki dönüm noktası diyebileceğimiz olaya bir kitap sebep oldu. James Frazer'ın Altın Dal isimli eserini okuyunca antropoloji üzerine yoğunlaşmaya karar verdi. İki sene Leipzig Üniversitesi'nde Gabriel Seligman ile antropoloji çalışarak geçirdi. James Frazer ve diğer Britanyalı yazarlar arasında tanınmaya başladı. Bu nedenle Malinowski 1910'da London School of Economics'te öğrenim görmek üzere İngiltere'ye gitti. 1914'de araştırmalarını yaptığı yer olan Papua Yeni Gine'de Trobriand Adaları'na gitti. Alanındaki bu seyahati sırasında I. Dünya Savaşı başladı ve Malinowski savaşın sonuna kadar Trobriand Adaları'nda kaldı33. Bu süre zarfında saha çalışmalarını 31 David Krech ve diğerleri, Cemiyet İçinde Fert, Çev.: Mümtaz Turhan, İstanbul: MEB Yay., 1983, c.2, s.127. 32 Önal Sayın, Sosyolojiye Giriş, İzmir: Erdem Kitabevi, 1998, s.145-146. 33 Malinowski, adalarda geçirdiği günlerle ilgili günlük de tutmuştur. Bkz. Malinowski, A Diary in The Strict Sense of The Term, California: Standford University Press, 1967. 10 yapma fırsatı buldu ve şu an antropolojik metodolojide çok önemli konumda olan katılımcı gözlem kuramını oluşturdu. “Malinowski, ilkel toplumların yaşamını anlamak için onların arasına karışma gerekliliğini vurgulayan ilk kişidir. Yaptığı çalışmayla bunun nasıl yapılacağını da göstermiştir. O zamana kadar bu derece ayrıntılı bir çalışma yapılmamış, başka bir kültürün işleyiş tarzıyla ilgili bu kadar ayrıntılı bilgiler elde edilmemiştir”34. Savaştan sonra London School of Economics, Londra Üniversitesi, Cornell Üniversitesi, Harvard Üniversitesi, Yale Üniversitesi’nde çalıştı. 1942 yılında 59 yaşında ABD’de öldü35. G.4. TEMEL VARSAYIM Sosyolojinin kurucu babaları olan Comte, Durkheim gibi isimler görüşlerini her ne kadar genele irca etmiş olsalar da, gelinen nokta, toplumbilimcileri genel yargılara karşı çok titiz davranmaya zorlamaktadır. Zira bahsettiğimiz şey tek tek bireyler değil, birçok bireyin bir araya gelmesi sonucu oluşan apayrı bir olgu olarak toplumdur. Unutmayalım ki bütün, parçaların toplamı değil bilakis parçaların toplamından farklı bir şeydir. Eğer konu toplum ise işimiz biraz daha zorlaşmaktadır. Çünkü bu bütün, kâinattaki en farklı varlık olan insanlardan oluşmaktadır. Çarpıcı olduğunu düşündüğümüz bir örnek olarak “herkesçe kabul edilmiş herhangi bir toplumbilimsel teori henüz yoktur”36 dersek sanırım işin zorluğu anlaşılmış olur. Günümüzde yapılan toplumbilim araştırmalarının, tüm dünya toplumlarıyla ilgili genel geçer fikirler üzerinden yapılamayacağını belirtmeleri konusunda neredeyse hemfikir olduklarını söyleyebiliriz. Bunun yerine her toplumun kendine özgü olduğu ve kendi özel şartları dikkate alınarak incelenmesi gerektiği tezinin yerleştiğini görmekteyiz. Yani her ne kadar toplumlarda ortak olan kurumlar, benzer olan normlar, ortak kurallar… varsa da, bu benzerliklerin her toplumda aynı şeyler ifade etmedikleri, toplumun kendine özgü değerleriyle algılandığı, farklı fonksiyonlar icra 34 Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.134. Malinowski’nin eserleri şunlardır: Trobriand Adaları; Batı Pasific Argonutları; İlkel Toplum; Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek; Yabanıl Toplumda Cinsiyet ve Baskı; Kuzeybatı Melanezya'da İlkel Seksüel Yaşam; Mercan Bahçeleri ve Onların Sihiri: Trobriand Adaları'ndaki Tarım Ritüelleri ve Toprağı İşleme Yöntemleri Üzerine Bir Çalışma; Bilimsel Bir Kültür Teorisi; Büyü, Bilim ve Din; Kültürel Değişimin Dinamikleri. 36 Bottomore, Toplumbilim, s.19. 35 11 ettikleri bir gerçektir. İsim olarak benzerlik, bunların ‘bir ve aynı şeylermiş gibi’ algılanmasına sebep olmamalıdır. Sosyoloji ve sosyal antropolojide üzerinde çok durulan temel kurumlardan birisi de dindir. Bunun belki de en önemli sebebi dinin toplum üzerindeki şekillendirici özelliğidir. Farkında olalım ya da olmayalım günlük hayatımızdaki birçok davranışımız din merkezlidir. Farklı toplumlarla aynı dini paylaşsak bile bu dinin toplumlar üzerindeki etkileri de farklıdır. Aynı dine inanan her toplum aynı davranışları da göstermemektedir. Sonuç olarak konu her toplumun farklılığı noktasına gelmektedir. Bu bağlamda, toplumlar ve kültürler tikeldir ve her kurum gibi dinin de tikel uygulamaları ve fonksiyonları vardır. Dolayısıyla biz, kültürlere tümel bakış yerine tikel bakışla yaklaşmak daha doğru kabul edilmelidir önermesini temel varsayım olarak kabul etmekteyiz. G.5. METODOLOJİ Yöntem, Teknik, Verilerin Toplanması ve Değerlendirilmesi Bilimlerin bağımsızlığı iki şeye bağlıdır: Kendine özgü konu ve kendine özgü metot. Bu iki şey olmadan ayrı bir bilim dalı ortaya çıkmaz. Birbirlerine çok yakın iki bilim olan sosyoloji ve sosyal antropoloji konu olarak ‘toplum içindeki bireyi, grupları, kurumları ve aralarındaki ilişkileri olabildiğince objektif tarzda inceleyen’ disiplinlerdir. Aralarındaki temel farklardan birisi, inceledikleri toplumların maddi gelişmişlik farkıdır. Giriş bölümünün başından beri üzerinde durduğumuz noktalar aslında çalışmamızın konusuyla ilgilidir denilebilir. Bu bölümde ise araştırmamızda kullanacağımız yöntem üzerinde durulacaktır. Vasıflama, karşılaştırma, açıklama sıralaması sosyoloji çalışmalarında metodolojinin temelini oluşturmaktadır37. Ancak konuyu vasıflamaya, karşılaştırmaya ve açıklamaya yani metodolojiye bazı tekniklerle elde edilen bilgiler sonucunda ulaşılabilmektedir. Daha çok nicel dediğimiz anket, görüşme gibi tekniklerle ve nitel dediğimiz katılımcı gözlem, odak grup görüşmesi, örnek olay, literatür incelemesi ve 37 Stephan Cole, Sosyolojik Düşünme Yöntemi, Çev.: Bekir Demirkol, İstanbul: Vadi Yay., 1998, s.46. 12 tarihsel araştırma gibi tekniklerle elde edilen bilgiler sonucunda konuyu tasvir edebiliriz. Bazı noktaları karşılaştırmaya alabiliriz ve asıl amacımız olan açıklamaya ulaşabiliriz. Tüm bunlar sonucunda sosyoloji çalışmalarında asıl amaç olan benzer olay ve olguları ‘tipolojiler’ şeklinde ortaya koyabilme imkânına kavuşuruz. Bu şekilde oluşturulmuş tipolojiler çoktur ve bir bilimin gelişmişliği ürettiği tipoloji sayısıyla da yakından ilgilidir denilebilir. Bu çalışmamızda biz de bir tipoloji oluşturmaya çalışacağız. Teknik olarak tarihsel inceleme ve literatür incelemesini yoğun bir şekilde kullanacağız. Genel anlamda bu araştırmamızda din, Tikelci-Fonksiyonalist bakış açısından Malinowski özelinde ele alınacaktır. Tikelcilik ve fonksiyonalizm akımları ele alınacak ve bir senteze ulaşılmaya çalışılacaktır. Malinowski’nin dinle ilgili görüşleri, yapmış olduğu alan araştırmaları merkezinde ve Tikelci-Fonksiyonalizm bağlamında değerlendirilecektir. Dinin diğer kurumlarla ilişkisi yine Tikelci-Fonksiyonalizm bağlamında ele alınacaktır. Birinci bölüm vasıflamayı öncelemektedir. İkinci bölümde ise karşılaştırma ve açıklamayı ön plana almaya çalışacağız. 13 I.BÖLÜM: ÇALIŞMANIN KURAMSAL ÇERÇEVESİ: FONKSİYONALİZM VE TİKELCİLİK 14 1.1. SOSYOLOJİDE KURAMSAL ARAYIŞ Bütün bilimler kuramlara ve genel ilkelere ulaşma çabasındadırlar. Belli kabullerin ve varsayımların sistematik bir biçimde örgütlenerek oluşturduğu kuramlar birçok kişinin fikirlerini etkileyebilir. Farkında olmasak da dünyaya bakışımız tamamen kuramsal bakış açımıza dayanmaktadır diyebiliriz38. Sosyoloji için de durum farklı değildir. Sanayi devrimiyle birlikte toplumsal yapıda tarihte o güne kadar görülmemiş farklı dönüşümler olmuştur. Dünya nüfusu anormal denilecek seviyede artmış, kentlere göç başlamış, işbölümü karmaşıklaşmış, ikincil grup ilişkileri yoğunlaşmış, yeni ideolojiler yayılmaya başlamış (sosyalizm ve kapitalizm gibi), kadının rolü değişmiş, tüketim yaygınlaşmıştır. Sosyoloji de zaten bunların bir sonucu olarak doğmuştur. Olayları anlamaya çalışan sosyologlar da bazı kuramlar geliştirme çabasına girmişlerdir. Sosyolojideki ilk kuramlar makro kuramlar olarak bilinirler. Organizmacı, evrimci ve diyalektik modellerden ilham alan, daha çok sanayi devriminin sonucu oluşan düzen ve/veya düzensizliği ilgi alanı olarak seçen makro kuramlar tabiri caizse globaldirler ve insanlığın başından sonuna kadarki tüm gelişim çizgisini konu edinirler. Sosyolojinin kurucu öncüleri genellikle makro kuramlarla ilgilenmişlerdir. Ancak toplumun ne kadar karmaşık bir yapı olduğu belirginleştikçe büyük makro kuramların her şeyi tam olarak açıklamakta yetersiz kaldıkları anlaşılmıştır. Dolayısıyla makro kuramların genel olarak açıkladığı bazı konular daha sonra gelen sosyologlar tarafından ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bu sosyologların belli konulara yoğunlaştığı söylenebilir (Pareto’nun seçkinlerin dolaşımı kuramı… gibi) Makro kuramlar bireyi yok kabul etmeseler de toplumu aşırı ön plana çıkarmaları sebebiyle zamanla eleştiriye uğramışlardır. İnsanın önceden kestirilebilir bir varlık 38 Ancak hiçbir kuram değer yargılarından tam olarak arınmış değildir. Böyle bir iddia Paloma’nın ifadesiyle “değer yargılarından arınmış bir sosyoloji miti aldatmacası” olarak ifade edilebilir. Bkz. Margaret M. Paloma, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev.: Hayriye Erbaş, Ankara: Eos Yay., 2007, s.30. 15 olduğunu savunan ve onun toplumsal eylem güdüsünün çıkarlar üzerine kurulduğunu kabul edip tümdengelimli bilimsel yaklaşımı benimseyen bu kuramlara karşın, insana yaratıcı varlık olarak bakan, çıkarlar değil de değerlerin onun toplumsal motivasyonunu sağladığını kabul eden ve tümevarımı bilimsel yaklaşım olarak benimseyen mikro yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Daha çok ifadesini simgesel etkileşimcilik ve fenomenolojide bulan bu kuramların, birey-toplum dikotomisinde toplumdan yana olan baskınlığı azaltmaya çalışma eğiliminde oldukları söylenebilir. Mikro kuramlar “toplum veya bireyin bir önceliğe sahip olmak zorunda olmadığına” vurgu yaparlar39. Tüm bu kuramların hangisi ne kadar doğrudur? Objektifliklerine nasıl inanacağız? Sosyologlar konuya yaklaşırken zihinleri boş halde bulunmazlar. Hepsinin belli kabulleri vardır. Konunun belirli bir yönüne odaklanırlar ve bazı teknikleri kullanırlar. Cevap aradıkları soruları bulunmaktadır. Çalışmaları sosyolojik kuramların bakış tarzlarına dayanır. Sosyologlar hoşlanarak ya da hoşlanmayarak, bilerek ya çerçevesinde da bilmeyerek, araştırmalarını sosyolojinin karakterini örgütlemektedirler40. belirleyen varsayımlar Kuramlardaki örgütlülük sosyologlara tutarlı bir bütünlük de sağlamaktadır. Her ne kadar kuramların herhangi biri her toplumsal olgu ve/veya olayı mutlak olarak açıklayamasa da oluşan kuramları bildiğimizde daha doğru ve tutarlı sonuçlara ulaşma ihtimalimiz artmaktadır. Sadece bu durum bile başlı başına kuramların önemini ortaya koymaya yeter. Sosyolojideki kuram arayışının temelinde karşı karşıya bulunulan en büyük tehlike objektivite konusunda görülebilir. Çünkü her sosyolog belli bir sosyo-kültürel ortama aittir. Sosyal gerçekliği algılaması ve yorumlamasında bazı ön fikirlerle ve ön yargılarla yola çıkmaktadır. Dolayısıyla sosyolojide tam bir objektiflikten bahsetmek mümkün olmasa da araştırmacıların mümkün mertebe tarafsız olmaları beklenebilir. Tarafsızlıkla kastedilen şey ise bazılarının yanlış anladığı şekilde önyargı ve ön fikirleri atmak değildir. 39 40 Ön yargı ve ön fikirlerin Hans George Gadamer ve Sezgin Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, Konya: Emre Yay., 1994, c.2, s.20. Alvin W. Gauldner, The Coming Crises of Western Sociology, New York: Basic Book İnc., 1970, s.28. 16 Heidegger’e kadar olumsuzlandığı söylenebilir. Bu durumun oluşmasında pozitivizmin etkili olduğu bir gerçektir. Oysa Gadamer’e göre bir şeyi anlama konusunda ön fikirler ve önyargılardan kurtulmak gerekmez. Tersine onlar anlamanın birer parçalarıdır. Önyargı yanlış yargı değil, son yargıdan önce ulaşılan hem doğru hem de yanlış olma ihtimali olan yargıdır41. Martin Heidegger’e göre de bir şeyi anlamada önyargılardan kurtulmak mümkün değildir. Yapılacak şey onları yok etmeye çalışmak yerine onların bilincinde olmaktır42. Bilincinde olmak bizleri olası bir zihni esaretten kurtarabilir. Bu görüşler bazı sosyoloji ekollerini de etkilemiştir. Örneğin çatışmacı ekolün türevi olan Frankfurt Okulu mensuplarına göre “insanların fikirleri, içinde yaşadıkları toplumun ürünüdür. Objektif bilgi ve sonuçlara varmamız mümkün değildir”43. Aynı durumun ‘önyargılarımızı olabildiğince paranteze alalım’ diyen sosyolojideki fenomenolojik yaklaşım için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. 1.2 TEMEL BAZI SOSYOLOJİK KURAMLAR Sosyoloji tarihine baktığımızda kanaatimizce biraz daha ön plana çıkan iki büyük kuram görürüz: Çatışma kuramı ve Fonksiyonalizm. Bu iki kuramın sosyolojideki etkileri kendileriyle sınırlı kalmamış, diğer kuramların çıkmasını da tetiklemişlerdir. Ayrıca bu iki kuramın temel kabulleri de sosyolojinin yerleşik konuları olmaya devam etmektedir. Bu sebeplerden dolayı biz temel sosyolojik kuramlar olarak çatışma kuramı, fonksiyonalizm üzerinde duracağız. Ancak daha önce konumuzla yakın ilgisi olduğu için sembolik etkileşimcilikle başlayacağız. 1.2.1 SEMBOLİK ETKİLEŞİMCİLİK Kültürün özelliklerinden birisi de simgeselliktir. Dolayısıyla kültürle ilgili çalışmalarda simge (sembol) konusuna değinilmesi şarttır. Dolayısıyla sembolik etkileşimciliğe çalışmamızda yer vermemizin asıl sebebi de budur. Ayrıca sembolik etkileşimciliğin bireyi ön plana çıkarması Malinowski’nin tikelci/bireyci görüşleriyle 41 Şara Sayın, Yorumbilimsel Söyleşi, (Macit Gökberk Armağanı), Ankara: T.D.K. Yay., 1983, s.107. 42 Erol Göka, “Hermenötik Üzerine”, Türkiye Günlüğü, Sayı 22, Ankara, 1993, s.85. 43 Ruth A. Wallace, Alison Wolf, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev.: Rami Ayas-Leyla Elburuz, İzmir: Punto Yay., 2004, s.119. 17 de uyuşmaktadır. Bu nedenle gerektiği kadarıyla sembolik etkileşimciliğe değinmekte yarar vardır. Amerika kökenli sosyal-psikoloji kuramı olan sembolik etkileşimciliğin George H. Mead’ın yazılarıyla ortaya çıktığı ancak Herbert Blumer tarafından sistemleştirildiği kabul edilmektedir44. Sembolik etkileşimcilik, eylemi “toplumsal bir uyarıcıya doğrudan bir tepki olarak almak yerine, sosyolojik aktörün nesnel uyaranı öznel tanımlaması ya da yorumlamasını ele alma zorunluluğunu vurgular”45. Dolayısıyla bu kuramın bireyin toplum tarafından şekillendiği görüşünden bir kopuşu sergilediği söylenebilir. Sembolik etkileşimcilik üç önermeye dayandırabilir: 1- Bireyler toplumdaki şeylere karşı, o şeylerin kendileri için ifade ettikleri anlamlara göre tavır almaktadırlar. 2Anlamlar kişiler arasında olan etkileşimle ortaya çıkar ve 3- anlamlar devamlı yorumlanma süreciyle değişime uğrarlar46. Yani bir nesnenin kendisinde, bireye anlam ifade eden özel bir durum yoktur. “Bir yılana anlam yüklenmesi örneğini ele alalım. Bazıları için yılan iğrenç bir sürüngen, doğa bilimciler içinse doğanın hassas dengesindeki halkalardan biridir”47. Sonuçta aktör, içinde bulunduğu durumun ve fiilin ışığında, anlamları seçip ayırır, kontrol eder, askıda bırakır, gruplandırır ve dönüşüme uğratır. Dolayısıyla sembolik etkileşimcilik toplumu merkeze alan ve uyaran-tepki şemasını kabul eden kuramları eksik bulur. Onlara göre birey; eylemleri yorumlar, tanımlar ve bunun sonucunda bir tepki ortaya koyar. Toplumdan ziyade bireye vurgu yapan sembolik etkileşimcilikte bireyin yaptığı “iç konuşmalar”48 merkezi konumdadır. Çünkü “insanlar bu yol ile etraflarındaki şeyleri hesaba katarak hareket etmek üzere örgütlenirler. Örneğin yakın bir zamanda sevdiği birisini kaybetmiş olan bir arkadaşı ile karşılaşmaya kendilerini hazırlama sıkıntısı 44 Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, s.647. Paloma, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.229. 46 Herbert Blumer, Symbolic İnteractionism: Persrective and Method, New Jersey: PrenticeHall İnc., Englewood Cliffs, 1969, s.2. 47 Paloma, a.g.e. s.231. 48 “İç konuşmalar” kavramı sembolik etkileşimciliğin temelindeki isim olan George Herbert Mead’ın ortaya koyduğu bir kavramdır. Bkz. George Herbert Mead, Mind, Self and Society, Chicago: University of Chicago Press, 1934, s.254. 45 18 yaşamış olanlar, arkadaşlarına ne söyleyecekleri ve ona nasıl yaklaşacakları hususlarında kendi kendileriyle ne kadar çok konuşmuş olurlarsa ‘diğer kişinin rolünü almaya’ o derece hazır olacaklarını ve etkileşimlerinin o ölçüde etkili olacağını göreceklerdir”49. Sembolik etkileşimciliğin uyarıcı-tepki ikilisine bir terim daha ekleyerek uyarıcıyorum-tepki formülünü ortaya koyduğu söylenebilir. Ancak buradaki yorumun bireye göre değişen -çünkü her birey toplumda aktif bir katılımcı olarak kabul edilmektedirgöreceli bir durumu belirttiği unutulmamalıdır. Bazı durumlarda ise yorum sancılı ve zor olabilmektedir. Örneğin farklı toplumlardaki insanların birbirlerini anlama yorumu süreci zordur. Ayrıca sembolik etkileşimciliğin merkezinde bulunan yorum insanın her davranışında bulunmaz. Bu tür davranışlar sembolik etkileşimciliğin konusu değildir. Mesela öfkeli anlarımızda veya bir kişinin kendisini savunurken verdiğimiz tepkiler simgesel olmayan davranışlardır50. Sembolik etkileşimciliğin bireye vurgu yapması metodolojisine de yansımıştır. Onun metodolojisi birçok tekniği içinde barındırmaktadır. “Toplumsal psikolojide hayat hikâyesi, mülâkat, otobiyografi, vaka incelemesi, günlükler ve mektupların çok kullanılmakta olduğunu görüyoruz”51. Sembolik etkileşimcilik bazı noktalardan eleştirilmiştir. Bunlardan bir tanesi bu kuramın “toplumsal yapıyı, iktidarı ve tarihi göz ardı ettiği”52 noktasındadır. Diğer bir eleştiriyse onun yapısal fonksiyonalizmin “sadık muhalefeti” olarak anılmasında yatmaktadır53. Görebildiğimiz kadarıyla ona yapılan eleştirilerden sonuncusu ise “sembolik etkileşimcilik sosyolojideki bilim anlayışıyla uyuşmaz”54 görüşüdür. Biz üç eleştirinin de tam doğru olmadığını düşünüyoruz. Bize göre bu kuram bireyi toplumun mahkûmu gibi göstermeyerek önemli bir hususa vurgu yapmıştır. Tabii ki bireye vurgu yaparken toplumsal yapıyı, iktidarı ve tarihi biraz geri plana atmış 49 Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.237. Wallace-Wolf, a.g.e., s.245. 51 Emerson P. Schmit’ten aktaran Wallace-Wolf, a.g.e., s.255. 52 Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, s.198. 53 Paloma, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.239. 54 Paloma, a.g.e., s.242. 50 19 izlenimi vermektedir ancak zaten kuramın temelinde bunlar yoktur. Yapısal fonksiyonalizmin sadık muhalefeti cümlesi kanaatimize göre konuyu çok basitleştirmek olur. Durumun bundan farklı olduğu kesindir55. Son eleştiriye gelecek olursak, sembolik etkileşimciliğin sosyolojideki bilim anlayışıyla uyuşmaması neye göredir? Bireyi ön plana alınca sosyolojinin dışına mı çıkılmaktadır? Her sosyolog bireyin toplum ürünü olduğunu söylemek zorunda mıdır? Toplumun birey ürünü olduğunu söyleyenler de vardır. Bu ve buna benzer sorulara net cevaplar verebilirsek konu biraz daha aydınlanacaktır. Kaldı ki bu kuram sosyal-psikoloji kuramıdır. Sadece buradan yola çıksak bile bu kuramı yüzde yüz sosyolojinin dışına çıkarmamız mümkün görünmemektedir. Sembolik etkileşimcilik sadece George H. Mead ve Herbert Blumer tarafından ele alınmamıştır. Bu kurama çeşitli katkılar da yapılmıştır. Özellikle Erwing Goffman’ın hayatı tiyatroya benzeten “dramaturji görüşü”, Arlie Rusell Hochschild’in “bireylerin duygularına” dikkat çekmesi ve Patricia Hill Collins’in bu kuramı “feminist düşünceyle yoğurma çabaları” sembolik etkileşime yapılan diğer katkılardır56. 1.2.2 ÇATIŞMA KURAMI Çatışma kuramına araştırmamızda değinmemizin sebebi Malinowski’nin alan araştırmalarında üzerinde durduğu kompleksler konusuyla ilişkisi sebebiyledir. Özellikle oedipus ve elektra kompleksleri diye isimlendirilen ailede baba-oğul veya ana-kız çatışması müellifin üzerinde durduğu konulardandır. Ayrıca incelemelerde bulunduğu Trobriand toplumunun anasoylu olması çatışmayı farklı boyuta taşımaktadır. Bu bakımdan burada kısaca ele alınacak çatışma kuramı Marksist vurgudan daha çok gündelik hayatta bir realite olması açısından bizi ilgilendirmektedir. Çatışma kuramı birbiriyle ilintili üç kabulü içermektedir. Bunlardan birincisine göre insanların hepsinde bazı çıkarlar ortaktır ve bu çıkarlar toplum tarafından 55 56 Paloma, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.242. Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.282-288. 20 belirlenmemiştir. Çatışma kuramcıları ikinci olarak, toplumsal ilişkilerde güce çok atıf yaparlar. Üçüncü ortak kabulleri ise, değer ve düşüncelerin toplumun hüviyeti olmadığı aksine güç’ü elinde tutanların amaçlarını gerçekleştirmek üzere kullandıkları silahlar olduğu kabulüdür. Yukarıda saydığımız üç özellik tüm çatışma kuramcılarında ortaktır. Çatışma kuramcıları insanların belli bir tabiata ve önceden belirlenmiş çıkar duygularına sahip olduklarını kabul ederler. Çıkarlar ise doğal olarak ekonomi merkezlidir. Böyle bir kabul kaçınılmaz olarak ekonomiyi ön plana çıkarmıştır. Bu kuramcılar Marks’tan günümüze kadar ekonomiye çok fazla atıf yapmaktadırlar. Onlara göre toplum adeta çıkarları için çatışan grupların arenasıdır. Komünist manifestonun diliyle söyleyecek olursak “toplumların tarihi sınıf çatışmalarının tarihidir”57. Sınıflardan kasıt ise ekonomik olarak oluşan sınıflardır. Marksçı yazarların belirttiği şekilde “toplumdaki en önemli gruplar ekonomik sınıflardır ve ekonomik mevkii veya sınıfı aynı olan insanlar, topluluk olarak bir arada hareket etme eğilimindedirler. Sonuç olarak bu sınıflar birbirine düşmandır ve aralarındaki çatışmaların sonucu, toplumun nasıl geliştiğini belirler”58. Marks’ın yukarıda değindiğimiz görüşleri etrafında şekillenen çatışma kuramı daha sonra gelen bazı sosyologlar tarafından eklemeler ve eleştirilerle zenginleşmiştir. Mesela Çatışmacı olan Frankfurt Okulu üyeleri, insanların fikirlerinin yaşadıkları toplumun ürünü olduğunu, bu sebepten objektif bilgi ve sonuçlara varmanın imkânsız olduğunu kabul ederler. Ayrıca kişisel olarak çatışma kuramına katkı yapan sosyologlar da vardır. Erik Olin Wright, çatışma kuramı bağlamında Amerika’da kapitalizmi incelemiştir. C. Wright Mills ise Amerikan toplumunu daha geniş olarak siyasi, askeri ve ekonomik yönden ele alarak çatışma kuramı çerçevesinde konuya yaklaşmıştır. Pierre Bourdieu çatışma kuramı merkezli Fransa’daki eğitim sistemini çalışmıştır.59. 57 Karl Marx, Friedrich Engels, The Commünist Manifesto, Harmondworth: Penguin Books, 1967, s.79. 58 Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.97. 59 Wallace-Wolf, a.g.e., s.117-131. 21 1.2.3 FONKSİYONALİZM60 Malinowski’nin fonksiyonalist olması sebebiyle asıl üzerinde duracağımız kuram fonksiyonalizm olacaktır. Fonksiyonalizm, belki de sosyolojideki en etkili kuramdır. Özellikle Emile Durkheim ile anılsa da gerçekte hiçbir sosyolog fonksiyonalizmin en azından bazı kabullerini göz ardı edemez denilebilir61. Fonksiyonalizm, toplumsal ve kültürel olguların toplumsal-kültürel sistem içerisinde yerine getirdiği fonksiyonların çözümlenmesidir. Fonksiyonalizmde toplum, hiçbir kısmının bütünden ayrı olarak anlaşılamayacağı ve birbirleri ile ilişkili kısımlardan oluşan bir sistemdir. Herhangi bir kısımdaki değişim sistemin diğer kesimlerinde bir miktar dengesizliğe ve belli ölçüde de bütün olarak sistemin tekrar düzenlenmesine yol açar. Fonksiyonalizm, organik modele dayalı olarak geliştirilmiştir62. Tezimizin temel konularından olduğu için bu bölümde biz önce fonksiyonalizmin özelliklerine göz atacağız, daha sonra da Malinowski’nin fonksiyonalizmini inceleyeceğiz. Fonksiyonalizm, toplumu biyolojik bir organizmaya benzetme eğilimindedir. Organizmanın fizyolojik yapısındaki sistemler (sindirim sistemi, dolaşım sistemi vs.) nasıl işliyorsa toplum da öyle işleyen bir bütündür. Toplum belli sistemlerden oluşmuştur ve her sistem birbiriyle ilişkili olarak görevini yapar. Organizmada hâkim durum denge olduğundan fonksiyonalistler çatışmadan ziyade dengeye vurgu yaparlar63. Her ne kadar oluşabilecek bir yaralanma vücudun tümünde bir miktar dengesizliğe yol açsa da vücudun tüm organlarının yardımıyla belli bir süre sonra tekrar dengeye oturacaktır. Toplum için de bu örneği verebiliriz. Onlar 60 Fonksiyonalizm terimi yerine işlevselcilik, fonksiyon terimi yerine de işlevsel terimi kullanılabilmektedir. Biz çalışmamızda fonksiyonalizm ve fonksiyon terimini kullanacağız. 61 Kingsley Davis’in “…her sosyolog bir fonksiyonalisttir” sözü bu teorinin etkisini anlatmak için bir örnektir. Bkz. Kingsley Davis, The Myth of Functional Analysis As a Special Method in Sociology and Antropology, American Sociology Rewiev, Vol.24, December 1957, s.757. 62 George A. Theodorson, Achilles S. Theodorson, A Modern Dictionary of Sociology, New York: Thomas Y. Crowell Co., 1969, s.167. 63 Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, c.2, s.105. 22 toplumun her parçasının diğer parçalarla tam bir uyum içinde olduğunu kabul ederler. Sosyal düzenin korunması için denge, ahenk ve bütünlük çok önemli fonksiyonel unsurlardır. “Toplumsal sistemin öğeleri fonksiyonel olarak karşılıklı ilişki içindedirler… sistemin işleyişine genellikle olumlu katkıda bulunurlar”64 Olumsuz fonksiyonlar (disfonksiyonlar) ve gerginlikler toplumda bulunsa ve uzun süre varlıklarını devam ettirseler de zaman içinde kurumlaşmaya başlarlar ve toplumun genel dengesini tamamen bozamazlar65. Konuyu açıklamak için verilen havaalanı örneğinden gidecek olursak durum şöyle özetlenebilir: Havaalanında pilotlar, yolcular, personel, bilet gişeleri, uçaklar… gibi birçok birbiriyle ilişkili unsur bulunmaktadır. Bunlardan herhangi birinde bir tedirginlik olursa -kötü hava şartları, radarların bozulması, yolcu trafiğinin yoğunlaşması gibi- bu durum tüm havaalanına yansıyacaktır. Ancak her ne kadar bir ölçüde dengesizlik olsa da sonuçta personelin fazla mesai yapması, ek personel görevlendirilmesi… gibi önlemlerle dengenin yeniden sağlanması için olabilecek her şey yapılacaktır66. Fonksiyonalizm, toplumun en önemli fonksiyonunun bütünleşme (integration) olduğu kanaatindedir. Bu bütünleşmeyi gerçekleştirecek en önemli güç ise ortak değerler sistemidir. Çoğunluk tarafından kabul gören ilke ve amaçlardan oluşan ortak değerlerin bütünleşmeye yaptığı katkıyı hiçbir şey yapamaz. Fonksiyonalistler yine de mükemmel bütünleşmenin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini ancak dinamik bir dengenin sürekli egemen olacağını söylerler67. Fonksiyonalizm gerginliklere ve çatışmaya negatif yaklaşır. Çatışmanın toplum açısından olumlu bir fonksiyonunun olmadığını kabul eder. Dolayısıyla ani değişmeler fonksiyonalistler tarafından göz ardı edilmektedir denilebilir. Onlar değişmenin derece derece ve belli bir düzene göre olduğunu vurgulama 64 Mark Abrahamson İşlevselcilik, Çev.: Nilgün Çelebi, Konya: Toplum Kitabevi, 1990, s.3. Talcott Parsons, The Social System, New York: The Free Press, 1951, s.252. 66 Aynı örnek çatışma kuramcıları tarafından farklı ele alınır. Onlar, işçilerle idare arasındaki rekabetle, dolayısıyla her grubun kendi çıkarına olan durumla ilgilenirler. Mesela bir çatışma kuramcısı pilotların yüksek ücretli konumlarını devam ettirmek için mesleğe girişi sınırlamaya çalışacaklarına, alt kademe personelin çalışma şartlarını iyileştirmek için sendikalara üye olacaklarına, idarenin daha fazla kâr elde etmek için personeli olabildiğince çok çalıştıracağına odaklanır. Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, s.81. 67 Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, c.1, s.277. 65 23 eğilimindedirler68. Her ne kadar toplumda çatışmayı kabul etseler de, dengenin her zaman çatışmayı önceleyeceğini ve mutlak baskın durum olduğunu ifade ederler. Fonksiyonalizm, fonksiyon kavramının belirsizliğinden sosyal değişmeyi yeterince açıklayamamaya, dengeyi abartarak çatışmayı görmezden gelmeye, toplumun pembe tablosunu çizerken aynı zamanda statükonun da destekçisi olma iddialarına kadar birçok yönden tenkide uğramıştır69. Bu eleştirilere baktığımızda doğruluk paylarının olduğunu görmekteyiz. Fonksiyonalistler denge kavramına çok vurgu yaptıklarından çatışmaya mesafeli durmaktadırlar. Bu durum kanaatimizce sosyal değişmeyi yeterince açıklayamamalarını da beraberinde getirmektedir. Günümüzde toplumbilimcilerin çatışma ve dengeyi bir arada ele alma eğilimleri de göz önünde bulundurulursa bu iki kavramdan birine aşırı vurgu yapmanın çok tutarlı olmadığını söyleyebiliriz. Bize göre de toplumlar çatışma ve dengeden mutlak olarak birine asla sahip değillerdir. Bu iki kavram her toplumda belli oranlarda ve bir arada bulunmaktadır. Herhangi birinin göz ardı edilmesi yanlıştır. Öte yandan dengeye fazla vurgu yaptıkları için fonksiyonalistlerin toplumun pembe tablosunu çizdikleri eleştirisi tartışılabilir. Fonksiyonalistlerin dengeyle kast ettikleri, sanıyoruz ki çatışma kuramcılarının kast ettiklerinden ayrıdır. Toplumda baskıyla bile denge oluşturulabilir ve günümüzde birçok toplum bu halde yaşamaktadır. Bir fonksiyonaliste göre böyle bir toplum dengededir. Ancak aynı toplum çatışma kuramcıları için dengeli kabul edilmemektedir. Dengeden ne anladığımız çok önemlidir. Sonuçta bakış açısı toplumların tablosunu çizen asıl faktör olmaktadır. Konuyla bağlantılı olarak fonksiyonalistlerin düzenin adamı olup olmadıkları da tartışmalıdır. Bu noktada bir bütün olarak fonksiyonalizme değil tek tek fonksiyonalistlere bakılıp değerlendirme yapılmalıdır kanaatindeyiz. Her ne kadar fonksiyonalizm deyince aklımıza Emile Durkheim gelse de birçok kişi bu akıma değişik görüşleriyle açılım kazandırmıştır. Herbert Spencer farklılaşma kavramı üzerinde durmuştur. Pareto’nun ‘hareket halinde denge’ fikri fonksiyonalistlerce önemsenmektedir. Parsons’ın ‘sistem’ kavramı etrafındaki 68 69 Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, c.2, s.107. Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Teorileri s.120. 24 çözümlemeleri ve Robert K. Merton’un, ‘sapma kuramı’ ile fonksiyonalizmde açılım yaptığı söylenebilir. Fonksiyonalizmin günümüzdeki uzantısı olduğunu kabul edebileceğimiz ‘Neofonksiyonalizm' akımının temsilcileri olan Jeffrey C. Alexander, Neil Smelser ve Niklas Luhman da bu akımı günümüz dünyası çerçevesinde ele almaktadırlar70. Ayrıca kendisine ait teorisiyle Malinowski, fonksiyonalizm deyince akla gelen önemli isimlerden biridir. Araştırmamızın merkezindeki kişi olması sebebiyle Malinowski’nin fonksiyonalizmi üzerinde daha geniş şekilde duracağız. 1.3 MALİNOWSKİ’NİN FONKSİYONALİZMİ: TEMEL PARAMETRELER Toplumu tanımak ve toplumlarla ilgili teoriler üretmek, sosyolojinin en önemli meselesidir denilebilir. Gerçekte sosyologların yapmış oldukları araştırmalar, ürettikleri fikirler hep bir teoriye ulaşmak içindir. Bunun için işin hem teorik yönünü hem de pratik yönünü bir arada ele almak çok önemlidir. Bu bilimin kurucuları her ne kadar pratik alan çalışmalarına yeterince yer verememiş olsalar da sosyoloji, teorinin ve pratiğin mezcedildiği bir bilim haline gelmiştir. Günümüzde sosyoloji çalışmaları teori ve pratikten herhangi birini dışarıda bırakmadan devam etmektedir. Hem teorik alan çalışması hem de pratik alan çalışması yapan önemli isimlerden biri de Bronislaw Malinowski’dir. O’nun fonksiyonalizmi iki temel parametreye dayanır: Alan araştırması ve kültür teorisi. 1.3.1 ALAN ARAŞTIRMASI Polonya asıllı olan Bronislaw Malinowski, fizik ve matematik dallarında eğitim görürken James Frazer’in ‘Altın Dal’ adlı eserini okuma fırsatını bulmuş ve çok etkilenmiştir. Antropoloji eğitimi almak için London Schools of Economics (LSE)’e kayıt yaptırmıştır. Dönemin hocaları Westermack ve Seligman’ın öğrencisi olarak 1. Dünya Savaşı yıllarında alan araştırması yapmak için İngiltere denetimindeki Güney Pasifikteki Trobriand Adalarına gitmiştir. Her ne kadar kısa süreliğine planlanmış bir gezi olsa da Polonya’nın İngiltere karşısındaki cephede savaşa girmesi ve kendisinin de Polonyalı olması sebebiyle İngiltere Hükümeti tarafından Avrupa’ya dönmesi 70 Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Teorileri s.68-72. 25 yasaklanmıştır. Bunun yerine 1915-1918 yılları arasında Trobriand adalarında kalmasına izin verilmiştir71. Malinowski araştırmalarında bazı yeniliklere imza atmıştır. İlk olarak o, bir toplumu anlamak için o toplumun içinde yaşamak gerektiğini özellikle belirtir. Kendisi de bunun canlı örneğini göstermiştir. Daha sonraları ‘katılımcı gözlem’ diye anılacak bu metot, alanında etkili olmuş ve sosyal antropolojinin temel metodu, sosyolojinin de önemli metotlarından biri haline gelmiştir. Malinowski katılımcı gözlemi öylesine önemser ki ilkel toplumları görmeden yorum yapan ilk antropologları eleştirir. İlgili bölümde bu konuya değineceğiz. Malinowski’nin alan araştırmalarında ön plana çıkardığı ikinci konu ‘araştırılan toplumun dilini öğrenme’ konusudur. Kendisinin müthiş bir dil kabiliyeti olduğu bilinmektedir. Çalışma yaptığı bölgedeki kabilelerin dillerine vâkıf olduğu hatta alt lehçelerine kadar bunları bildiği kaynaklarda belirtilir72. Malinowski’nin dil üzerinde durmasının ana nedeni, toplumu anlamada katılımcı gözlemin en önemli unsuru olması sebebiyledir. Araştırılan toplumun dilini bilmeden mütercimler vasıtasıyla elde edilen bilgilerin bilimi nasıl yanılttığını anlatan anekdotlara eserlerinde yer vermektedir73. Malinowski yaklaşık beş yıl kaldığı Trobriand Adalarında, yaptığı alan araştırmasının sonuçlarını, toplumbilim alanında üzerinde çokça konuşulan bir teoriye dönüştürmüştür: Kültür Teorisi. 1.3.2. KÜLTÜR TEORİSİ Kültür, sosyoloji ve sosyal antropolojinin önemli konularından birini teşkil etmektedir. Özellikle sosyal antropoloji araştırmalarında merkezi noktanın kültür olduğunu -ki sosyal antropolojinin diğer ismi kültürel antropolojidir- rahatlıkla 71 Özbudun ve diğerleri, Antropoloji: Kuramlar/Kuramcılar, Ankara: Dipnot Yay., 2005, s.105. 72 Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, c.1, s.362. 73 Bronislaw Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, Çev.: Saadet Özkal, İstanbul: Kabalcı Yay., 1992, s.122. 26 söyleyebiliriz. Sosyolojide topluma yapılan atıflar sosyal antropolojide kültüre yapılmaktadır. Gerçekte toplum ve kültür öylesine birbiriyle yakın ilişkili kavramlardır ki ikisini birbirinden ayırarak araştırmak mümkün değildir. Sonuçta topluma yapılan her atıf ister istemez o toplumun kültürüne de atıf yapmayı zorunlu kılmaktadır. Aynı şekilde kültüre yöneldiğimizde zorunlu olarak o kültürü yaşayan topluma da yöneliriz. Sosyal bilimler alanında kültür üzerine çalışmış ve çalışmakta olan birçok araştırmacı bulunmaktadır. Bunlardan birisi de Bronislaw Malinowski’dir. Sosyal antropolojinin kurucusu ve katılımcı gözlem usulünü ilk defa bilimsel ölçütlerde uygulayarak bunun sosyal antropolojinin temel yöntemi olmasını sağlayan kişi olarak Malinowski kültür üzerinde yoğun şekilde durmuş ve bir kültür teorisi geliştirmiştir. Kültür üzerine yapmış olduğu araştırmalarının sonuçlarını daha sonra derlediği “Bilimsel Bir Kültür Teorisi” adlı eserinde bir araya getirerek ortaya koymuş ve bu alanda da sosyal antropoloji araştırmaları üzerinde izler bırakmıştır. 1.3.2.1 Kültürün Tanımı Kültür, Latince “cultura” kökünden türetilmiş Fransızca (la culture) bir kelimedir. Ekin ekmek, yetiştirmek, terbiye etmek anlamlarına gelmektedir74. Kültürle ilgili kapsamlı ilk tanımlamanın İngiliz Antropolog Tylor’a ait olduğu söylenebilir. O, kültürü “kişinin, toplumun bir üyesi olarak kazandığı bilgi, inanç, sanat, hukuk, âdet, gelenek, alışkanlık ve yeteneklerin bütünü” şeklinde tanımlamıştır75. Marshall ise “sosyal bilimlerde kültür, insan toplumunda biyolojik olarak değil toplumsal araçlarla aktarılıp iletilen her şeyi anlatır” şeklinde tanım getirmiştir76. Çalışmamızın merkezindeki isim olan Malinowski kültürü “ihtiyaçların 74 Mustafa Erkal, Sosyoloji (Toplumbilim), İstanbul: Der Yay., 2006, s.143; Anthony Giddens, Sosyoloji Başlangıç Okumaları, İstanbul: Sav Yay., 2009, s.32; H.İbrahim Bahar, Sosyoloji, İstanbul: USAK Yay., 2005, s.63-66. 75 Edward B. Tylor, Primitive Culture: Research İnto the Development of Mythology, Murray, London: Philosophy, Religion, Languart and Customs, 1871, s.13. 76 Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, s.442. 27 giderilmesi ve somut problemlerin çözümünde yardımcı araç” olarak kabul etmektedir77. Ülkemizde kültürü sistemli bir şekilde ilk defa tarif eden Ziya Gökalp olmuştur. O, kültürü şu şekilde tarif eder: “Cemiyetin bütün fertlerini birbirine bağlayan, yani aralarında bir dayanışma vücuda getiren dini, ahlaki, hukuki, bedii, içtimai, iktisadi ve fenni müesseselerin hey’eti mecmuasıdır”78. Dönmezer kültürü “daha çok insanın yarattığı hayat tarzı” şeklinde tanımlamaktadır79. Er’in kültür tanımı “insanın, insan tarafından tesis edilmiş ve vücuda getirilmiş çevresi” şeklindedir80. Mümtaz Turhan Tylor’ın kültür tanımını bir bakıma daha da genişleterek bir tanım ortaya koymaktadır: “Kültür, bir milletin sahip olduğu maddi ve manevi kıymetlerden teşekkül eden öyle bir bütündür ki toplum içinde mevcut her nevi bilgiyi, alakaları, itiyatları, kıymet ölçülerini, umûmi atitüt, görüş ve zihniyetleriyle her nevi davranış şekilleridir. Bütün bunlar birlikte, o cemiyet mensuplarının ekserisinde müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden husûsi bir hayat tarzı temin eder”81. Bizim yukarıda birkaç tanesini verdiğimiz şekilde kültürün birçok tarifi yapılmıştır. Smith, antropolog Kroeber ve Kluckhohn’un kültürün anlamlarını bir araya toplayıp bu tanımların altı temel başlıkta yapıldıklarını belirtir: Betimleyici, tarihsel, normatif, psikolojik, yapısal ve genetik tanımlar82. Fertlerden önce mevcut olmadığı, insanlar tarafından üretildiği ve birçok faktöre bağlı olduğu için83 kültürün sosyal bilimcilerin çoğunun mutabık kaldığı ‘efrâdını câmi’ ağyârını mâni’ tanımı yapılamamıştır. Günümüzde kültür üzerinde çalışanlar tanımlamadaki bu zorluktan dolayı ‘kültürü tanımlamaktan çok tanıtmak’ gerektiğini söylemektedirler84. Günümüz sosyal bilimler çalışmalarındaki eğiliminin de bu yönde olduğu görülmektedir. Her ne kadar 77 Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.22. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul: MEB Yay., 1976, s.25. 79 Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, Ankara: Savaş Yay., 1984, s.116. 80 Er, Din Sosyolojisi, s.249. 81 Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul: Edebiyat Fak. Yay., 1959, s.40. 82 Philiph Smith, Kültürel Kuram, Çev.: Selime Güzelsarı-İbrahim Gündoğdu, İstanbul: Babil Yay., 2005, s.15-16. 83 Nicholas Journet, Evrenselden Özele Kültür, Çev.: Yümni Sezen, İstanbul: İz Yay., 2009, s.329. 84 Bkz. Bozkurt Güvenç, Kültürün ABC’si, İstanbul: YKY, 1997, s.54; Aziz Çalışlar, Ansiklopedik Kültür Sözlüğü, İstanbul: Altın Kitap, 1983. s.268. 78 28 tarifler üzerinde durulmaya çalışılsa da kültürle ilgili asıl önemli konunun onun özellikleri olduğu kabul edilmektedir. Kültür konusunu ele alan hemen hemen tüm kitaplarda kültürün özelliklerine atıf yapılması bu durumun göstergesidir85. 1.3.2.2 Kültürün Özellikleri Kültür kavramını tanımlama zorluğu bu kavramın özelliklerine bakmayı gerekli kılmaktadır. Her ne kadar kültürün birçok özelliği olsa da biz burada bütün kültürlerin paylaştığı, kültür araştırmacıları tarafından da genel kabul görmüş olan beş temel özellikten William A. Haviland’dan özetle bahsetmeye çalışacağız. Bu özellikler bütünlük, öğrenilme ve paylaşılma, uyarlama, simgesellik ve devingenliktir86. a) Kültür birbirinden ayrı parçaların bir araya gelerek oluşturduğu, düzenli bir bütün olarak fonksiyon gösteren iyi yapılanmış bir sistem biçiminde ön plana çıkmaktadır. Bu parçaların her biri kendine özgü nitelikleriyle ve sistemin içerisinde ait oldukları yeriyle ayrı bir birim olarak kabul edilse de sınırlarının çoğunlukla belirsiz olduğu açıktır. Kültürün bölümleri arasında belli bir tutarlılık vardır. Ancak bu durum tam bir uyum olması gerektiği anlamına asla gelmez. Yüzde yüz uyum hiçbir toplumda gerçekleşmez. Her kültürde birey-grup-kurum çatışması mutlaka olur. Sadece toplumlardaki çatışma seviyesi farklılık arz eder. Ancak bu çatışma bütünlüğe zarar verecek boyutlarda olmadıkça o kültür hayatiyetini devam ettirir. Bir başka açıdan söyleyecek olursak mevcut kültür, gerilimleri hazmettiği müddetçe yaşamaya devam eder. Çözüm üretmekte yetersiz kalırsa kültürel bunalım oluşur. Ancak kültürel bunalım ilelebet sürmez. Belli bir müddet sonra kültürün bölümleri tekrar tutarlı bütünlüğe kavuşur. b) Kültürün bir özelliği de onun öğrenilir olmasıdır. Birey, kültürü onun içinde büyüyerek öğrenir ve böylece toplumun üyesi haline dönüşür ki buna ‘kültürlenme’ 85 Bkz. Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür, İstanbul: Boyut Yay., 2010, s.96; M. Sait DoğanSelahattin Özyurt-Galip Boztoprak, Sosyoloji Çarşısı, İstanbul: E Yazı Dizisi, 2009, s.301. 86 Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.104-120. 29 denilmektedir. Kültürlenmenin önemi ‘bireye gereksinimlerini nasıl doyuracağını öğretmesinde’ yatar. Her kültür, gereksinimlerin nasıl karşılanacağını kendi belirler. Dolayısıyla kültürün belirlemiş olduğu ‘gereksinim karşılama durumunu’ öğrenmek kişi için zorunludur. Bu ise kalıtımla aktarılmayıp öğrenmeyle gerçekleşir. c) Kültür aynı zamanda toplumun tüm üyeleri tarafından paylaşılır. Ancak bu paylaşılma her birey için aynı olmayıp bazı farklılıklar gösterir. En temeldeki fark ise kadınla erkeğin rollerinde görülür. Kültürdeki paylaşılma farklılıkları doğal kabul edilir ve zaten kültürün kendisi buna engel değildir. Hatta kültür bireyleri buna zorlamaktadır. d) Kültürün diğer bir özelliği uyarlamadır. Kültür hareketlere ve eylemlere karşılık verir. Kültürel sistemdeki bir öğe değişirse veya sistem dış baskıyla karşılaşırsa tüm kültür sistemi bu değişikliğe ayak uydurmak için hareketlenir. Çünkü kültür hayatiyetini devam ettirebilmek için değişen koşullara uyum sağlayabilecek kadar esnek olmalıdır. Kültürlerin tamamı devingen olsa da bu devingenliğin hızı her kültürde aynı değildir. Bazı kültürler değişikliğe çok direnç gösterirken bazı toplumlarda değişikliğe uyum daha hızlı olur. e) Kültür simgeseldir. Simge, bir şeyi anlamlı biçimde temsil eden işaretler, nesneler, davranışlar, sesler gibi unsurlara denir. İnsan davranışlarının çoğu da simgelerle anlamlı bir biçimde ortaya konulmaktadır. Ancak simgelerin anlam kazanabilmeleri için insanlar bu simgeler üzerinde hemfikir olmalıdırlar. Hayatımızda birçok simge vardır: Bayrak, nikâh yüzüğü, para… gibi. Bu simgeler toplum hayatının tüm katmanlarına girmiştir. Toplumların tamamı için aynı simgelerin aynı anlama gelmeleri söz konusu olmayabilir. Bazı simgeler birçok toplumda ortak olsa da çoğu simge bir veya birkaç toplum için anlamlıdır. Örneğin inek Hindular için kutsal bir simgedir. Hilal ise Müslümanların önemli bir simgesidir. f) Kültürün son özelliği ise devingenliktir. İnsan, canlılar içinde kendisini en iyi uyarlayabilen (aktif, dinamik, zinde) bir varlıktır. Dünyanın her yerinde ve her iklim şartında yaşayabilen tek varlık olması da bunu göstermektedir. Ancak insan sadece 30 biyolojik olarak kendisini uyarlamakla kalamayan belki de tek varlıktır. O, tek başına yaşayamayan sosyal bir varlık olarak yaşadığı topluma da kendini uyarlamalıdır. Bu noktada devreye kültür girer. Kültür gelenekler, etkinlikler, aletler… vasıtasıyla insanın topluma uyarlanması fonksiyonunu yerine getirir. Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız kültürün bu temel özellikleri her kültür için kabul edilen özelliklerdir ve araştırmacılar tarafından da genel olarak paylaşıldığını söyleyebiliriz. Ancak kültür üzerine yapılan çalışmalarda kültürün değişik özelliklerini de ortaya koymaya çalışan tabiri caizse kültürle ilgili ekstra şeyler söyleyen araştırmacılara da rastlanmaktadır. Bunlardan birisi de Bronislaw Malinowski’dir. 1.3.2.3 Kültürün Temel Aksiyomları Malinowski ‘Bilimsel Bir Kültür Teorisi’ adıyla Türkçeye çevrilen eserinde kültürle ilgili yukarıda üzerinde durmaya çalıştığımız özelliklerine ek olarak ‘Temel Aksiyomlar’ başlığıyla onun bir takım farklı özelliklerine dikkat çekmektedir. a) Bunların ilkine göre “kültür bir araçtır ve ihtiyaçların giderilmesi, özel, somut problemlerin çözülmesinde yardımcıdır”87. Malinowski burada kültürün özelliklerinden öğrenilmeye (ihtiyaçların giderilmesinin öğrenilmesi) atıf yapıyor gibi gözükse de aslında o, özel ve somut problemlerin çözümünü de ekleyerek çerçeveyi daha da genişletmiş olmaktadır. Ayrıca kültürün araç olduğu vurgusunu da yapmaktadır. b) Kültürle ilgili ikinci temel aksiyoma göre “kültür bir nesneler, eylemler ve zihniyetler sistemidir”88. Yani kültür düşünceler, bu düşüncelerin harekete dökülmüş şekli olan eylemler ve nesnelerden oluşan bir sistemdir. Kültürün hem maddi olan yönü (nesneler ve görülür eylemler) hem de manevi yönü (zihniyetler) vardır. Bu iki yönün toplamı bize kültür sistemini vermektedir. 87 88 Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.22. Malinowski, a.g.e., s.22. 31 c) Malinowski kültürle ilgili üçüncü aksiyomunda “kültür kurumlar halinde örgütlenmiştir” der89. Bir yapının nasıl örgütlendiği o yapıyı anlamamızda önemli bir etkendir. Toplumlarda altı temel kurum vardır. Bu kurumlar din, aile, ekonomi, eğitim, siyaset ve boş zaman kurumlarıdır. Kültür işte bu temel kurumlar halinde örgütlenir. Eğer bu kurumlardan herhangi birinde bir değişme olursa bu durum derhal diğer kurumlara yansır. Ancak kurumlardaki değişmenin birbirini etkileme oranı hepsinde aynı olmaz. O dönemde toplumda mihver kurum hangisiyse diğer kurumları en çok etkileyen kurum odur. Mesela günümüzde ekonomi ve siyaset diğer kurumlara göre daha etkili hale gelmişlerdir. Bu iki kurumda oluşan ufak değişimler dahi toplum tarafından hemen fark edilmekte ve geniş etkileşimlere sebep olmaktadır. Ama mesela eğitimde olan değişimler toplumu bu iki kurum kadar etkileyememektedir. Bunun sebebi günümüz dünyasındaki mihver kurumların yerini ekonomi ve siyasetin almış olmasında yatmaktadır. d) Dördüncü ve son aksiyoma göre “el ürünleri, gruplar ve sembolizm kültür sürecinin üç boyutudur ve birbirine sıkıca bağlıdır”90. Kültürün özelliklerinden birinin sembolizm olduğu biliniyor. Malinowski burada sembolizme ek olarak el ürünleri ve grupları kültürün boyutları biçiminde tanımlayarak olayı daha geniş boyuta taşımaktadır. Kültürün özelliklerini destekleyici nitelikler olarak bakabileceğimiz bu aksiyomlar kültürün ne kadar girift ve geniş bir kavram olduğunu ortaya koymaktadır. Kültürün tam olarak tanımlanmasının zorluğu da burada yatmaktadır. Kültürü tanımanın çerçevesi bununla da sınırlı değildir. Onu daha iyi tanımak için fonksiyonlarını da bilmek gerekir. 89 90 Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.23. Malinowski, a.g.e., s.24. 32 1.3.2.4 Kültürün Fonksiyonları Malinowski bütün başarılı kültürlerin üç temel fonksiyonu olduğunu belirtmektedir. Bunlar biyolojik, aletsel ve birleştirici fonksiyonlardır91. Kültür, hayatımız için gerekli olan mal ve hizmet üretimini mutlaka sağlamalı, üyelerin biyo-psiko-sosyal ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Çatışmalar çözümlenmeli; kültür, değişen koşullara ayak uydurabilmeli ve bireyleri hayat için gereken etkinliklere yöneltmelidir. Kültür yiyecek, üreme gibi biyolojik gereksinimleri karşılamalıdır. Bunun yanında eğitim, sağlık gibi araçsal/aletsel gereksinimleri de karşılamalı ayrıca din, estetik gibi birleştirici ihtiyaçları da bu ikisine eklemelidir. Malinowski’ye göre bu üç fonksiyonun içinde en önemlisi -yani kültürün asıl fonksiyonu- biyolojik fonksiyondur. Ona göre “biyolojik gereksinimler kültürel sistemde karşılandığında yeni kültürel gereksinimler üretmektedir. İnsanlar biyolojik gereksinimlerine yanıtlar vermeye başladıkları andan itibaren bu yanıtlar yeni kültürel ihtiyaçlar üretmeye başlar”92. Malinowski toplumun yerine bireyi öncelemektedir. Kanaatimize göre Malinowski’nin kültürle ilgili düşüncelerinde de bireyi merkeze alması (biyolojik ihtiyaçlar gibi) kültürün bireye kimlik kazandırmasında yaptığı etkiyle de ilgilidir93. 1.3.2.5 Kültürün Temeli: İhtiyaçlar Teorisi İhtiyaçlar teorisi Malinowski’nin kültür teorisinin bir alt başlığıdır. Bu teori ‘kültür nasıl ortaya çıkar?’ sorusuna verilen cevabı içerir. Her ne kadar kültürün nasıl ortaya çıktığını net olarak cevaplamak imkânsız gibi gözükse de Malinowski’ye göre bu soruya cevap verilebilir. 91 Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.24. Özbudun ve diğerleri, Antropoloji, s.109. 93 Her birey bir toplum içinde doğar, büyür ve ölür. Toplumun kültürü bireyin kimliğinin şekillenmesinde önemli rol oynar. “Ait olduğu kimlik ile insan, kendi özelliğini, kişiliğini, bir yönü ile öznel gerçekliğini hem kendisi hem de diğerleri için bilinir kılmaktadır.” Erkan Perşembe, Almanya’da Türk Kimliği: Din ve Entegrasyon, Ankara: Araştırma Yay., 2005, s.27. 92 33 Kültürün temelini yani nasıl ortaya çıktığını belirleyebilmek için yapılması gereken ilk şey ihtiyaçların hangisinin temel ihtiyaç hangisinin arızi ihtiyaç olduğunu belirlemektir. Bu noktada o, iki temel aksiyom ortaya koyarak işe başlar: “1) Her kültür biyolojik ihtiyaçlar sistemini doyurmak zorundadır. Bunlar metabolizma tarafından belirlenen ihtiyaçlardır. Üreme, yemek… gibi. 2) Her kültürel ilerleme insan anatomisinin aletlerle tamamlanışını ifade eder. Dolaylı ya da dolaysız olarak bedensel bir ihtiyacın doyurulmasına hizmet eder. Gelişme tarihi düşünülürse şu ortaya çıkar: İnsanın kendi anatomik gerçeğini bir iple, bir taşla, ateşle ya da koruyucu bir örtüyle tamamlamaya başladığı andan itibaren, böyle el ürünlerinin, alet ve araçların kullanılması yalnız bedensel bir ihtiyaca uygun olmakla kalmaz, aynı zamanda türetilen ihtiyaçlar da doğurur… Bir kültürel etkinlik başlar başlamaz yeni bir tür ihtiyaç ortaya çıkar ki bu yeni ihtiyaç biyolojik ihtiyaçlara sıkı sıkıya bağlıdır ve onlara dayanır. Ancak kendisiyle birlikte yeni türden amaçlar da getirir”94. Malinowski’ye göre “her faaliyet tipinin eğer kültürel olarak kalıcılaştırılması yani grubun kültür mirasına girmesi gerekiyorsa çok belirli bir tarz ve biçimde örgütlenmesi gerekir. 94 Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi,s.35-36. 34 Temel Yasa Personel Normlar Maddi Aygıt Faaliyet Fonksiyon Dolayısıyla hiçbir unsur, âdet ve düşünce kendisi için temel olan gerçek kuramsal çerçevesine oturtulmadıkça kavranamaz”95. Temel ihtiyaçlara her kültür belirli tepkiler verir. Bu tepkiler isim olarak ortak olsa bile şekil olarak hemen her kültürde farklıdır. Aşağıdaki liste Malinowski tarafından temel ihtiyaçlarla kültürel tepkilerin kısa bir özeti olarak hazırlanmıştır: Temel İhtiyaç Kültürün Tepkisi 1-Metabolizma Beslenme Sistemi 2-Üreme Akrabalık 3-Bedensel Rahatlık Konut 4-Güvenlik Koruma 95 Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.78-79. 35 5-Hareket Faaliyetler 6-Büyüme Eğitim 7-Sağlık Hijyen96 Kısaca, “kültür, birincil olarak insanın gereksinimleri üzerine temellenir. Birincil biyolojik gereksinimler kültürün araçsallıkları ile karşılanırken insan davranışına yeni belirleyicileri dayatır, yeni gereksinimleri geliştirir. İnsan ilkin gereksinimlerini, mamullerini ve besin üretme faaliyetlerini bilginin rehberliğinde örgütlemelidir. İlkel bilim gereksinimi bundan doğar. İnsan eylemi ise başarı inancıyla yönlendirilmelidir. Büyü bundan kaynaklanır. Sonuçta insan bir kez bilgi ve öngörü sistemleri geliştirdiğinde kökeni, yazgısı, yaşam, ölüm ve evrenin sorunlarını araştırmak durumundadır. Böylelikle insanın sistemler inşa etme ve bilgiyi örgütleme gereksiniminin bir sonucu olarak din ortaya çıkar”97. 1.3.2.6 Kültürel Artıklar Kültürel Artık kavramı “toplum için bir amacı, geçerli bir fonksiyonu olmadığı halde yaşamaya devam eden uygulamaları”98 ifade etmektedir. Ancak uygulamalar bu halleriyle toplumda uzun müddet yaşayamayacaklar ve belli bir müddet sonra ortadan kalkacaklardır. Artıkların durumu sadece bir geçiş dönemidir. Kültürel artık kavramına bakışta sosyal bilimciler arasında iki eğilim olduğu söylenebilir. Çoğunluk konuya yukarıdaki çerçeve içinde yaklaşmaktadır. Diğer grup ise kültürel artık kavramını kabul etmemektedirler. Malinowski de bu gruba dâhildir. Ona göre, her uygulama bir amaç ve toplum için geçerli bir fonksiyon ifade eder. Eğer fonksiyonu olmasaydı ortadan kalkardı. O’na göre kültürde var olan her şeyin mutlaka bir fonksiyonu vardır. Malinowski, bu görüşünü Batı toplumlarından verdiği 96 Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.105. Bronislaw Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, Çev.: Saadet Özkal, İstanbul: Kabalcı Yay., 2000, s.61-62. Malinowski’nin konuyla ilgili düşünceleri “Robinson Örneğine” benzemektedir. Issız bir adaya düşmüş olan Robinson yaşamak için çalışmak mecburiyetindedir. Çalıştıkça yeni ihtiyaçlar ortaya çıkacak ve hayat gittikçe daha karmaşık hale gelecektir. Bkz. Niyazi Usta, “Dinle İlgili Tutumlarımız ve Metodoloji-Paradigma Sorunu”, Dini Araştırmalar, c.8, Sayı 22, 2005, s.101. 98 Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.60. 97 36 örneklerle temellendirir: “Teknolojik gelişme içinde motorlu araç atı bir vuruşta püskürttü. Bir at arabası hatta bir Hamson Kupası bile Londra ya da New York caddelerine uymaz. Ama böyle artıklarla karşılaşılabiliyor. Belli bir gün ve gecelerde belli yerlerde atlı kupalar görülüyor. Bir artık mıdır bu? Hem evet hem hayır. Eğer onu en iyi en hızlı ve en ucuz ulaşım türü olarak ele alıyorsak elbette bir tarih aykırılığıdır ve artıktır. Belli ki atlı araba fonksiyonunu değiştirmiştir. Peki, bu fonksiyon bu günkü durumla uyumlu değil midir? Açık ki uyumludur. Böyle kalıntı bir ulaşım tarzı bugün ‘geçmişe yolculuk’ biçiminde nostaljik bir duygu uyandırmaya hizmet eder… Ayrıca mesela İngiltere ve Fransa’nın bazı bölgelerinde merkezi ısıtmanın tam tersine şöminenin hâlâ egemen olduğunu görürüz. Ama bunu İngiliz alışkanlıklarının, tutumlarının, sportif yaşam tarzının bütünü bağlamında ve açık bir ateşin evdeki rolü ve sımsıcak etkisi bağlamında incelersek, onun bir İngiliz evinde ya da New York’un bir apartman dairesinde çok belirli bir rolü yerine getirdiğini saptamak zorunda kalırız”99. Malinowski artık kavramının dış gözlemde bakış açısını daraltan etkili ama olumsuz bir yönü olduğunu belirtir. Birçok araştırmacı kafasında kurguladığı ve bilimsel olduğuna inandığı fikirlerine uymayan bulguları ‘artık’ gibi kavramlara yüklemişlerdir. Bunu Morgan’dan verdiği bir örnekle açıklar: “Morgan’ın çığır açan akrabalık sistemlerinin sınıflayıcılığı keşfini ele alalım. Morgan bunları eski gelişme aşamalarının artıkları olarak görür. Akrabalık adlarının türüyle aile kurumunun örgütlenişi arasındaki olağanüstü sıkı ilişkiyi göstermeyi başardığı düşünülünce ‘her iki olay birbiri karşısında kel başa şimşir tarak gibidir’ demesi insana inanılmaz görünür”100. Malinowski’nin Morgan’dan örnek vermesi bu noktada anlamlıdır. Zira Morgan ailenin aşamalarıyla ilgili oluşturduğu şablonunda aileyi ‘rastgele cinsel ilişki’ dönemiyle başlatıp sonunda “tek eşli evlilik sistemine” ulaşıldığını söyler. Ancak araştırmalarında bir tane bile ‘rastgele cinsel ilişki’ dönemini gösteren bulguya ulaşamamıştır. Ancak O kafasındaki şablonu değiştirmemiş ve ‘artık’ gibi 99 Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.60-61. Malinowski, a.g.e., s.61. 100 37 kavramların arkasına rastlanmaktaydı 101 sığınmıştır. Bu tip durumlara ilk antropologlarda . Görüldüğü gibi Malinowski ‘artık’ kavramını reddetmekte, kültürdeki her şeyin bir fonksiyonu olduğunu belirtmekte ve bu kavramın ön yargıları besleyen bir yönü olduğunu da vurgulamaktadır. Kültürel artık kavramı anlaşılmaktadır ki, Batı düşüncesine hâkim pozitivist (tek yönlü ve geriye dönüşü olmayan) ilerleme anlayışının bir sonucudur. Ama İbni Haldun’da olduğu üzere döngüsel bir ilerleme anlayışı Malinowski’nin yaklaşımını daha anlaşılır kılmaktadır. 1.3.2.7 Kültürel Araştırma Eleştirileri Malinowski, sosyal antropoloji alanının temel taşlarını yerlerine koymuş bir kişi olarak, kültür araştırmalarında görmüş olduğu eksiklik ve yanlışlıkları da dile getirmiş ve eleştirmiştir. Bu eleştirilerden ilkinin yüzeysellik eleştirisi olduğu söyleyebiliriz. i) Sosyal antropolojinin ilk dönemleri araştırmalardaki bazı yüzeyselliklerin öne çıktığı dönemler olarak kabul edilebilir. Mesela ilkel toplumlardaki öyküleri kaydeden araştırmacıların bunları metinle sınırlı olarak gördüklerini vurgulamaktadır. “Oysa ilkellerin her öyküsünün fonksiyonel, kültürel ve faydacı yanı, metinde olduğu kadar öykünün anlatılışında, cisimlenişinde ve içeriksel bağlamında da kendisini gösterir. Bir öyküyü kaydetmek onun yaşamda ortaya çıktığı bulanık, karmaşık biçimi izlemekten ya da içinde ortaya çıktığı diğer sosyal ve kültürel gerçeklikleri izleyerek onun işlevini araştırmaktan daha kolaydır. Bu kadar çok metne sahip olup bu kadar az şey bilmemizin nedeni budur”102. Ona göre bunun yerine Antropolog “misyon arazisindeki verandada ya da çiftçinin bungalovunda alışmış olduğu üzere koltuğunda oturup elinde kalemi ve not defteriyle bazen de bir viski sodasıyla donanmış olarak rehberlerden bilgi topladığı, öyküleri kaydettiği ve ilkellerin metinlerine ilişkin 101 Evans Pritchart, Sosyal Antropoloji, Çev.: Fuat Aydın-İrfan İnce-Muharrem Kılıç, İstanbul, Birey Yay., 2005, s.36; Morgan’ın çalışması için bkz. Lewis Henry Morgan, Eski Toplum, Çev.: Ünsal Oskay, İstanbul: Payel Yay., 1987. 102 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.110. 38 yüzlerce sayfa kâğıt biriktirdiği rahat konumundan vazgeçmelidir. Köylerin dışına çıkmalı, yerlileri bahçelerdeki çalışmada, sahilde ve cangılda izlemelidir. Onlarla birlikte en uzak kumsallara, en yabancı soyların yanına gitmeli; balıkçılıkta, ticarette ve köyler arası törensel ziyaretlerde onları gözlemelidir. Bilgi ona ilkellerin yaşamı üzerine kendi gözlemleriyle beslenerek gelmeli, gönülsüz rehberlerden damla damla koparılmalıdır”103. Ayrıca “antropolog bir rehberle konuşup yerlinin görüşünü, örneğin ölümden sonraki yaşama ilişkin görüşünü formülleştirebilir. Bu görüş yazıyla saptanır, cümlenin öznesi çoğul konur ve biz ‘yerlinin inancı şöyle şöyledir’ diye bir şeyler öğreniriz. Buna tek boyutlu bilgi diyorum. Daha sonra olayın üzerine gidilmeli, olayların çeşitliliğini basitleştirecek yöntemsel ölçütler konmalı. Her rastlantısal yöntem kesinlikle bilimdışı olarak terk edilmeli”104. Malinowski kendi dönemiyle ilgili olarak isim vererek de yüzeysellik eleştirisi yapmıştır: “Dr. Lowie (ABD’de antropoloji konusunda en büyük uzman) şu görüşü dile getiriyor: ‘Töresel bir niteliğe sahip olan yasalara, genelde bizim yazılı yasalarımıza göre daha bir özenle uyuluyor ya da daha doğrusu kendiliğinden boyun eğiliyor’. İlkel bir Avustralyalının yasalara özenle boyun eğmesini, New York’ta oturan biriyle ya da bir Melanezyalının yasalara boyun eğmesini Glasgow’un kurallara uymayı sevmeyen bir vatandaşınkiyle karşılaştırmak, tehlikeli bir yönteme başvurmaktır ve böyle bir karşılaştırmanın sonuçları gerçekte çok genel olabilir ve tüm anlamını yitirebilir”105. Yukarıdaki örnekten daha toparlayıcı bir örnek de sunar Malinowski. Melanezya bölgesindeki Trobriand adalarında yaşayan halkın en önemli geçimi balıkçılıktır. Dolayısıyla kano yapımı ve kullanımı son derecede önem kazanmıştır. Kano üzerinden verdiği örnek ve sonucunda yaptığı yorum Malinowski’nin bakışını çok net şekilde ortaya koymaktadır. Kano sahibinin kendi kanosunu kullanmak isteyenlere izin vermek zorunda olduğunu belirtir. Ancak kanodakilerin de her birinin yapmak 103 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.151. Malinowski, a.g.e., s.266-267. 105 Bronislaw Malinowski, İlkel Toplum, Çev.: Hüseyin Portakal, Ankara: Öteki Yay., 1998, s.16. 104 39 zorunda oldukları görevler vardır. Bu görüntü ortaklaşmacılığın benzeri bir işlemler dizisi olarak gözükebilir106. Oysa durum çok farklıdır. “Melanezya’da ‘toplumculuk’ ya da ‘ortaklaşmacılık’ niteliğini hiçbir şekilde göstermeyen, birleşik ve birkaç kişinin pay sahibi bulunduğu karmaşık bir mülkiyeti elinde bulundurma dizgesi vardır. Çağdaş bir anonim şirket adlandırılabilir. de bu Aslında durumda yabanıl ‘ortaklaşmacı kurumları kuruluş’ diye ‘ortaklaşmacılık’, ‘anamalcılık’ ya da anonim şirket gibi günümüz ekonomik koşullarından ya da siyasal çekişmelerin biçimlendirdiği koşullardan ödünç alınmış terimlerle tanımlamak ancak ve ancak yanıltıcı olacaktır”107. Görüldüğü gibi yüzeysellik Malinowski’nin üzerinde önemle durduğu ve son derece de rahatsız olduğu bir konudur. ii) Sosyal antropoloji araştırmalarında Malinowski’nin rahatsız olduğu konulardan biri de önyargılardır. Özellikle ilk dönem antropologlarının çoğunun genelde ön yargılardan hareket ettikleri net olarak görülmektedir. Bu durumu anlamak için ilk dönem antropologların eserlerine bakmak yeterlidir. Ön yargıların antropologları yüzeysel araştırmalara yönelttiği ve araştırma sonuçlarını kafalarındaki ön yargılı şablona uygun olarak yorumladıkları görülmektedir. Bu durumun en bariz göstergesi olarak Pritchard’ın “ilkel toplum” isimlendirmesini örnek vererek aslında bu toplumların en az bizim kadar eski tarihe sahip olup birçok yönlerden bizden daha gelişmiş olduklarını söyler. Bu nedenle ilkel kelimesinin seçiminin de büyük bir talihsizlik olduğunu ileri sürer108. Malinowski sosyal antropolojideki temel ön yargıyı şöyle betimler: “İlkel toplumlarda bireye kabile, grup ya da sürü tümüyle egemen olur ve birey topluluğun buyruklarına, geleneklerine, toplumun kanılarına kölece bir edilgenlikle boyun eğer… Bu postula, ilkellerin anlayışı ve toplumsal yaşamı üzerine yapılan yeni tartışmalarda 106 Malinowski, Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, s.28-29. Malinowski, a.g.e., s.29. 108 Pritchart, Sosyal Antropoloji,s.15. 107 40 hâlâ önemli bir rol oynuyor”109. Oysa gerçekte toplumun kurallarına kölece boyun eğme diye bir şey yoktur. Malinowski’ye göre ilkel insan da en az modern toplum insanı kadar kuralları kendi lehine manipüle etme eğilimindedir. Bu konuya ikinci bölümde daha geniş değinilecektir. ‘İlkelin körü körüne boyun eğmesi’ temel önyargı olsa da durum sadece bundan ibaret değildir. Bazı antropologlar… ‘ilkellerde cinsel ilişkinin rastgele yapıldığı ve küme evliliklerinin var olduğu’ varsayımından hareket etmişlerdi”110. Bu tutum o dönem Batı dünyası insanlarının büyük çoğunluğunda vardı. “İlkellik hâlâ saçma, acımasız ve garip gelenekler, gülünç ve ilginç boş inanlarla, iğrenç uygulamalar anlamına gelmektedir”111. Tüm bu ön yargılar Malinowski’nin, kitaplarında yer yer zikrettiği noktalardır ve gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. O, bütün bu ön yargılarla dolu antropolojiyi “kulaktan dolu insanbilim” olarak adlandırmaktadır112. İşin asıl önemli noktasını ise şöyle açıklıyor: “Bize madalyonun bu yüzünü gösterenler katı yasaya hiçbir şekilde uymayan yerli davranışındaki düzensizlikleri ve karmaşıklıkları pekâlâ biliyorlar”113. Yaptıkları araştırmalarda farklı sonuçlara ulaşmış olsalar da ilk dönem antropologların çoğu, sonuçları kafalarındaki ön yargılara göre açıklamışlardır. iii) Sosyal antropolojinin araştırma yönteminin temelini ‘katılımcı gözlem’ oluşturur. Sosyal antropolog inceleyeceği insan grubuna katılır ve belli bir zaman onların içinde kalır. Onlar gibi yaşamaya çalışır. Sorular sorar, onları dinler ve çözümlemelerde bulunur. Tüm bunları, incelediği toplumun dilini öğrenerek yapmalıdır. Sosyal antropolojideki ‘katılımcı gözlem’ yönteminin kurucusu ve ilk ciddi uygulayıcısı Malinowski’dir. Yaklaşık beş yıl Papua-Yeni Gine’nin güney doğusundaki Trobriand adalarında kalarak araştırma yapmıştır. Yaptığı araştırmalar sonucunda elde ettiği bilgiler sosyal antropolojide çığır açmıştır ve yazdığı eserler 109 Malinowski, İlkel Poplum, s.9. Malinowski, Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, s.13. 111 Malinowski, a.g.e., s.11. 112 Malinowski, a.g.e., s.131. 113 Malinowski, a.g.e., s.134. 110 41 alanın klasikleri haline gelmiştir. Dolayısıyla Malinowski’yi ‘katılımcı gözlem yönteminin’ savunucusu olarak niteleyebiliriz. O’nun yöntem eleştirilerinin merkezi noktasını da ‘katılımcı gözlem’ oluşturmaktadır denilebilir. Yöntem araştırması konusuna Malinowski iki yönden yaklaşır. Bunların ilki daha önce üzerinde durduğumuz yüzeysellik ve ön yargı eleştirileriyle yakından ilişkilidir. O’na göre, yapılan araştırmalar sosyal antropologun kafasındaki ön yargılara uyarlanacak şekilde ve yüzeysel yapılmakta, katılımcı gözlem yöntemi çok kısa zamanlar için uygulanmaktadır. Araştırmacı araştırdığı toplumun dilini öğrenmemekte, tuttuğu rehberler vasıtasıyla elde ettiği bilgileri tamamen güvenilir kabul etmekte, bu durum da sağlıksız verilerin toplanmasına sebep olmaktadır. Kendi yaşadığı bir deneyimi -katılımcı gözlemin önemini göstermesi açısından- örnek olarak vermektedir: “Oburaku’da geçirdiğim birkaç ay boyunca ünlü medyumla konuşmalarım böyle oldu. Yalnız onunla içli dışlı olmakla kalmadım, ruhlarla, onların ülkeleriyle, töreleriyle, neşeli ama biraz sorumsuz mizaçlarıyla da içli dışlı oldum. Bu konu üzerine öğrenilebilecek ne varsa ben de bir ara öğrenmek istiyordum.”114. Malinowski’nin yöntem araştırması konusunda ikinci eleştirdiği nokta ‘saha çalışmaları’ konusundadır. Bazı araştırmacılar hiç sahaya inmemekte, yapılan araştırmaları duyarak konuyla ilgilenmektedirler. Malinowski’ye göre böyle bir çalışma yöntemi sosyal antropolojiye uymamaktadır115. Gerçekten ünlü isimlerden bazılarının araştırmaları bile saha araştırması değildir. Mesela antropolojinin çok ünlü bir ismi ve aynı zamanda Malinowski’nin de hocası olan James Frazer’ın hiç alan araştırması yoktur. O, araştırmacıları mektuplar göndererek çalışmaya teşvik etmiş ancak kendisi sahaya ayak basmamıştır116. Max Müller Hint metinlerini İngilizceye çevirmiş ancak bir kere bile Hindistan’a gitmemiştir. Tylor ilkel kabile dinleriyle ilgili teori ortaya koymasına rağmen hiç ilkel kabile içinde bulunmamıştır. Bu 114 Malinowski, İlkel Toplum, s.168-169. Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.112. 116 Konuyla ilgili daha geniş bilgi için Malinowski’nin ‘Bilimsel Bir Kültür Teorisi’ adlı eserinin son bölümüne bakılabilir. 115 42 isimlere başkaları eklenebilir. Saha araştırması yapmayan bu isimler yapılan çalışmaları okuyarak alana vâkıf olmaya gayret etmişlerdir. Düşüncelerini ve geliştirdikleri teorilerini başkalarının eserleri üzerinden üretmişlerdir. Ancak o araştırmaları yapan bazı sosyal antropologların yüzeysel ve ön yargılı çalışmaları sahaya inmeyenleri kimi noktalarda şaşırtmış ve onları ‘şu görüşünün kesinlikle ciddiye alınmaya değer bir tarafı yoktur’ denilecek konuma itmiştir. Günümüzde yazılan herhangi bir antropoloji kitabını okuyan kişi bu durumu hemen fark edecektir. 1.3.2.8 Kültür Teorisine Yöneltilen Eleştiriler Sosyal bilimlerde ortaya konan teorilerin bazı noktalardan eleştirildikleri sıkça görülen bir durumdur. Aslında bir teori eleştirilmişse ciddiye alınmış demektir. Bu anlamda Malinowski’nin kültür teorisi de üzerinde durulan bir teori olmuş ve bazı noktalardan eleştirilmiştir. Malinowski’nin kültür teorisine yapılan eleştirilerin iki noktada toplandığı görülmektedir. Bu noktalardan birincisi bu teorinin indirgeyici şekilde olduğu yönündedir. “O’nun genelde kültür kuramının pek tartışmalı olduğu söylenemezse de (insan kurumlarının insan ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olduğunu pek az insan reddedecektir) yine de pek çok sosyal bilimciye rahatsız edici gelen indirgeyici bir biçime sahiptir”117. Bu noktadaki eleştirinin temelindeyse Nadel’in dediği gibi “genellemelerinin Trobriand adalarından insanlığa sıçraması”118 rol oynamaktadır. Bu eleştirinin bir yönden doğru bir yönden ise yanlış olduğu kanaatindeyiz. Tek bir alan araştırmasını insanlığa genellemek noktasındaki eleştiri kabul edilebilir görünse de Malinowski’nin, ulaştığı sonuçları yerine göre Batıyla kıyasladığı unutulmamalıdır. Bir Batılı ve sosyal antropolog olarak o, sanayileşmiş toplumları da ilkel toplumları da birçok kişiden iyi tanıyordu. Dolayısıyla Trobriand adalarından insanlığa sıçraması çok büyük bir kusur olarak görülmemelidir diye düşünüyoruz. 117 118 Brian Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, Çev.: Tayfun Atay, İstanbul: İmge Yay., 2004, s.233. S. F. Nadel, Malinowski on Magic and Religion, London: Routledge&Kegan Paul, 1970, s.190. 43 Malinowski’nin eleştirilebilecek noktasının ‘konuyu anlatırken biraz basitleştirdiği’ şeklindeki eleştiri olabileceği söylenebilir. Kültür Teorisinin ikinci eleştiri noktası kültürün tamamını maddi kültür çerçevesinde açıklamaya çalışması olmuştur.119 Kültürün biyolojik ihtiyaçlar merkezinde açıklanması maddi olmayan (manevi) kültür alanını açıklamaya yetmemektedir. Gelenek ve göreneklerin ortaya çıkışı, toplumsal ilişkiler, ritüellerin ortaya çıkışı… gibi konularda o pek bir şey söylememektedir. Sadece dinin ortaya çıkışını ölüme ve onun üzerine düşünmeye bağladığını görebiliriz120. Bu noktada Malinowski’ye yapılan eleştirinin doğru olduğu görülmektedir. Bu iki noktaya rağmen Malinowski’nin kültür teorisinin Morris’in yukarıda söylediği gibi birçok sosyal bilimci tarafından kabul edildiği ileri sürülebilir. Sonuçta Malinowski’nin kültür üzerinde olabildiğince derinlemesine çalıştığını görmekteyiz. Kısaca onun kültür teorisi üzerinde durulmayı hak etmektedir. Malinowski’nin kültür teorisinde ulaştığı sonuçları daha önce geçen aksiyomatik (4 adet) ve fonksiyonel (3 adet) özellikleri açısından şu şekilde özetleyebiliriz: Birinci olarak ona göre kültür temelde bir araçtır. Özellikle ihtiyaçların giderilmesi ve somut problemlerin çözümünde önemli rol oynamaktadır. İkinci olarak kültür, kurumlar halinde örgütlenmiştir. Üçüncü olarak kültürün biyolojik, aletsel ve birleştirici fonksiyonu vardır. Dördüncü olarak kültürel artık diye bir şey yoktur. Fonksiyonu olmayan bir şey toplum hayatından silinir. Artık olarak kalmaz. Bizim artık dediklerimiz fonksiyonları devam eden toplumsal olgulardır. 119 120 Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, s.233. Morris,a.g.e., s.239. 44 Beşinci olarak kültürün temeli biyolojik ihtiyaçlardır. Kültür önce biyolojik ihtiyaçları karşılama temelinde ortaya çıkar ve zamanla karmaşık bir yapı kazanır. 1.4 TİKELCİLİK Sosyolojinin ortaya çıkışından günümüze kadar gelen süreçte ‘sosyologların genel eğilimi tümel bakış açısından yana olmuştur’ denilebilir. Özellikle bu bilimin kurucuları sayılan kişilerde bu durum net olarak gözükmektedir. Dünyadaki bütün toplumların aynı evrelerden geçeceğini, zamanla birbirlerine benzeyeceklerini savunan bu tümel görüş günümüzde de etkinliğini sürdürmektedir. Daha ziyade tek hatlı evrim çizgisini merkeze alarak olaya yaklaşan tümel bakış toplumların kendi özeline bakmaktan ziyade dünyanın geneline bakma eğilimindedir. Dolayısıyla ilk dönemlerin sosyolojisi tümelcidir. İdeal tipler üretme çabası Weber’den günümüze önemini korumaktadır. Bu durum belki de kendi doğasından kaynaklanmaktadır. Sonuçta çok temel bazı genellemelerin yapılması kaçınılmaz olsa da, yapılan genellemelerin içindeki alanlarda ayrıca genelleme yapmaktan çekinilmemiştir. Bu durumun tam olarak terk edildiğini söylemek mümkün gözükmemektedir. Ayrıca günümüzde sosyoloji hâlâ yoğun Batı merkezli bilimdir ve Batı mantalitesindeki ‘öteki toplumlar’ imajı da tümel bakış açısını desteklemektedir. ‘Öteki toplumlar Batı’nın geçtiği aşamalardan geçecek ve onlar gibi olacaktır’ şeklindeki önerme önemini nispeten korumaya devam etmektedir. Her ne kadar yukarıda kısaca sınırlarını gösterdiğimiz tümel bakış hâlâ geçerliliğini koruyor olsa da daha ziyade pozitivizm ve modernizm etkisindeki bu bakış açısının yanında özellikle postmodernizmin ortaya çıkmasıyla tikele yapılan atıfların da görülmeye başlandığını giriş bölümünde belirtmiştik. Postmodernizmin kültürleri eşit gören anlayışının mantıki uzantısı olan ‘her toplum kendine özgüdür’ temel varsayımından hareket eden tikelci bakış yavaş yavaş kendini kabul ettirmektedir. ‘Bir toplumu anlamak için ona dışarıdan değil içerden ve derinlemesine bakılmalıdır’ düşüncesi etrafında araştırmalarını şekillendiren bu görüş, sosyolojinin de mikro yaklaşımlara doğru evrilmesiyle kendisine hareket alanı açmıştır denilebilir. 45 1.4.1. TİKELCİLİĞİN TANIMI Malinowski’nin başlattığı alan araştırmaları ve bazı bilimsel olarak ileri sürülen bakış açılarına (difüzyonizm, evrimcilik… gibi) yönelttiği eleştirilerle başlayan süreç kültürlerin farklılığını öne çıkarmıştır121. Bu süreç sonunda Amerikalı sosyal antropolog Franz Boas ve talebeleri, yapmış olduğu alan araştırmalarında ulaşmış oldukları sonuçları bir araya getirip ‘Tikelcilik (kültürizm)’ akımını ortaya koydular. Bu akımla birlikte tikelcilik toplumbilimlerde yerini aldı122. Her toplum kendini belirleyen şartların özel olması sebebiyle gerçekte biriciktir. Genel kategoriler olarak toplumlarda benzerlikler olsa bile her toplumbilimci bu genel kategorilerin şekli ve işleyişinin toplumdan topluma farklılık arz ettiğini gayet iyi bilir. Çevresel koşullar, psikolojik etmenler, tarih… gibi unsurlar, toplumları belirleyen etmenlerin başında gelmektedir. Toplum üzerine yapılan çalışmalara baktığımızda araştırmacıların hepsinin aynı konulara eşit şekilde değer verdikleri söylenemez. Mesela tikelci yaklaşımın temelindeki isim olan Malinowski daha çok çevresel ve psikolojik koşullara atıf yaparken, tikelciliği sağlam temellere oturtan Boas için en önemli koşul tarihtir. Ancak bu durum Malinowski’nin tarihi reddettiği veya Boas’ın çevresel ve psikolojik koşulları görmezden geldiği şeklinde yorumlanmamalıdır. Aradaki fark bazı şartlara daha fazla değer verme farkıdır. Buna göre tikelcilik en genel biçimiyle şöyle tarif edilebilir: Kültür, doğal koşulların mekanik bir yansıması değil, kendi bağımsız yasalarının denetimindeki özgül, tekil süreçlerin ürünüdür123. Bu tanımdan yola çıkarak tikelciliğin ‘her toplum kendi şartlarının özel bir ürünüdür ve kültürel olgular ancak ait oldukları toplumun birçok yönden incelenmesiyle açıklanabilir’ şeklinde formüle edilebileceğini söyleyebiliriz. 121 Özbudun ve diğerleri, Antropoloji, s.55-56. Özbudun ve diğerleri, a.g.e., s.79. 123 Özbudun ve diğerleri, a.g.e., s.75 122 46 1.4.2 TİKELCİLİĞİN TEMEL ÖZELLİKLERİ Tikelci bakış, tümevarımsal metodu benimsemektedir. Tikel vakalara ilişkin yeterince veri toplamadan herhangi bir genelleme yapılamayacağını kabul eder. Belli genellemelere ulaşmanın mutlaka gerekli olduğunu kabul eden bu yaklaşım, kabataslak yapılan, yeterince veri toplanmadan ulaşıldığı sanılan genellemelere karşıdır diyebiliriz. Tikelciler alan araştırmasında katılımcı gözleme özel vurgu yaparlar. Bir kültürü anlamanın ancak o kültürün içinde uzun süre kalınması ve o kültürü yaşayan insanların dillerinin öğrenilmesiyle mümkün olabileceğini söylerler124. Bu vurgularını da bizzat kendileri katılımcı gözlemi yaparak teyit etmişlerdir. Malinowski bunun en bilinen örneğidir. Tikelci yaklaşım evrimcilerin karşılaştırmalı yöntemini doğal olarak hatalı kabul eder125. Bilindiği gibi evrimciler kültürlerin düz çizgisel hatlı bir yolda belli aşamalardan geçmekte olduklarını iddia etmektedirler. Dolayısıyla her kültür ve/veya toplum bu aşamalardan geçmek zorundadır ve hepsi birbirine benzeyecektir. Oysa tikelciler bu görüşe tamamen karşıdırlar. Onlara göre toplumları bir ve aynıymış gibi düşünmek kabul edilebilir bir durum değildir. Karşılaştırma ancak benzer koşullara sahip toplumlar ve/veya kültürler arasında olabilir. Kaldı ki, benzer coğrafi ve tarihi şartlara sahip olmamasına rağmen, benzer görüntüler veren toplumların varlığı mutlak bir kıyaslamayı zorunlu kılmaz. Zira bu benzerliğe yayılma, ticaret, tesadüf… gibi nedenler sebep olmuş olabilir. Dolayısıyla benzerlikleri hemen evrim sebebine indirgemek yanlıştır. Derinlemesine araştırmalarla sonuç almaya çalışılmalıdır. Tikelcilerin önemli özelliklerinden biri de “emik yaklaşımı” benimsemiş olmalarıdır126.Araştırmacı, kendi dünya görüşü ve değerler dizgesinin kısıtlayıcı ve çarpıtıcı merceklerinden sıyrılmak zorundadır. Topluma katılmalı ve içerden gözlem yapmalıdır. Gözlem yapan kişi kendi kategorilerini, incelenen kültüre yapıştırmamalıdır. Gerçekten ilk dönem antropologlarının, kafalarındaki kategorileri, 124 Franz Boas, Race, Language and Culture, New York: Free Press,1940, s.17. M. Harris, The Rise of Anthropolgical Theory: A History of Theories of Culture, Oxford: Altamira Press, 2001, s.296. 126 Harris, a.g.e., s.317. 125 47 ilkel diye isimlendirilen insanlara derinlemesine araştırma ihtiyacı hissetmeden uyarladıkları bilinen bir gerçektir. Tikelcilik, incelenecek kültüre mümkün mertebe bütüncü bakılmaya çalışılmasını önemser127. Bir toplumu, kültürü anlamak için tarih, dil, fiziki şartlar… gibi birçok etkenin incelenmesi gerektiğini belirtirler. Bu durum yukarıda değinmiş olduğumuz evrimcilerin ve ilk antropologların düşüncelerine karşı ileri sürülmüş daha ziyade tamamlayıcı bir özellik olarak kabul edilebilir. Sonuç olarak Tikelci bakışın, mutlaklığın yerine göreceliliği yerleştirdiğini söyleyebiliriz. Her kültür bir başkasıyla karşılaştırılamayacak şekilde tekildir, eşsizdir. Herhangi bir ırk üstün değildir. Dünya uygarlığı birçok milletin katkılarıyla biçimlenmiştir. Bir kültürü ilkel ya da uygar gibi kelimelerle olumsuz değer yargısına tabi tutmak doğru değildir. Buraya kadar ele aldığımız özelliklere baktığımızda günümüzdeki çoğu toplumbilimci tarafından da kabul edilen bu görüşlerin tikelciliği belli bir temele oturttuğu söylenebilir. Özellikle sosyal antropoloji araştırmaları çoğunlukla tikelci bakış açısıyla yürütülmektedir. 1.4.3 KÜLTÜRLERİN TİKELLİĞİ Tikelciliğin ortaya çıkması ve evrimcilik, difüzyonizm gibi akımların genel geçer teoriler olma konumlarının zayıflamasıyla beraber kültürel araştırmalarda ‘her kültür tikeldir’ anlayışı yayılmaya başlamıştır. Bu noktada şu soru aklımıza gelmektedir: Acaba daha önce yapılan araştırmalar kültürlerin tikel olduğunu göstermediği için mi tümel bakış açılarının hâkimiyeti ortaya çıkmıştır? Kanaatimizce bu sorunun cevabı iki yönden verilebilir. Birincisi, ‘zamanın bilimsel paradigmaları araştırmayı ve sonucunu etkilemektedir’. Toplumbilimlerin ortaya çıktığı dönemdeki evrimcilik gibi akımların etkisiyle birçok araştırmacı yanlış sonuçlara ulaşmış, kafalarında oluşturdukları şablonlara uygun olan 127 Özbudun ve diğerleri, Antropoloji, s.81. 48 sonuçları veri olarak kullanmışlar, bu şablonu yanlışlayan verileri ise görmezden gelmişlerdir128. İkincisi, toplumbilimcilerin büyük çoğunluğu Batılıydı. Olaylara kendi bakış açılarıyla, kendi terimleriyle yaklaşıyorlardı. Diğer toplumlara kendi ölçütlerini uygulayarak onları kategorize ediyorlardı. Ancak Malinowski ile başlayan alan araştırması çalışmaları durumun hiç de öyle olmadığını ortaya koydu. Mesela yaptığı araştırmaların sonucunda Ruth Benedict “Batılı terimlerle Zunilerin nevrotik, Kwakiutların megaloman, Dobuaların ise paranoid kabul edilmesi gerektiğini ancak her bir davranış örüntüsünün kendi kültürü içerisinde ‘normal’ kabul edildiğinin altını çizer. Bir başka deyişle ‘normal’ kültürel olarak belirlenmektedir”129. İlk dönem Batılı antropologların bir özelliği de etnik merkezci olmalarıydı denilebilir. Kişinin kendi kültürünün en iyi kültür olduğuna inanmasına etnik merkezcilik denir. İlk dönem sosyal antropologların çoğunun yaklaşımında etnik merkezciliği çok net olarak görebilmekteyiz. İlk dönem araştırmacıları Batı kültürünü her yönüyle dünyadaki en iyi ve gelişmiş kültür olarak gördükleri için sanayileşmemiş toplumları ilkel toplumlar olarak isimlendirmişlerdir. Bu isimlendirmeye sebep ise maddi kültür veya teknoloji olarak Batı gibi gelişmiş olmamalarıydı. Oysa toplumlara sadece maddi kültür açısından yaklaşılması tam bir hata örneğidir. Zira bir de manevi kültür alanı vardır. Bu alanda bizim ilkel dediğimiz toplumların birçok yönden bizden ileri olabilecekleri artık kabul edilmektedir. Çünkü işin içine insani ve ahlaki değerler girmiştir. Birçok ilkel denilen toplumun manevi kültür alanında Batı medeniyetinden çok daha gelişmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Mesela dünya savaşı yapıp milyonlarca insan öldürmüş bir ilkel toplum yoktur. Her ne kadar etnik merkezli bakış tüm kültürlerde olsa da maddi kültür boyutunda çok gelişen Batı medeniyetinin diğer kültürlere karşı yürüttüğü çalışmaların, sonuçları açısından daha fazla ön plana çıktığını söyleyebiliriz. İlkel kültürler daha ziyade kendi içlerine dönük olduklarından sonuçları açısından bir yıkıcılığa sebep olmamaktadırlar. Oysa Batı, kendi kültürünü dışa taşımaya yönelik çaba içinde olduğundan onun etnik merkezciliği yıkıcı sonuçlar 128 129 Dönemlerinin bilimsel paradigmaları araştırma yapan kişiyi öylesine şekillendirmektedir ki ikisi de fizikçi olan Newton ve Einstein’ı bile farklı noktalara yönlendirmiştir. Bu şekillendirme kanaatimize göre sosyal bilimlerde daha etkilidir. Bkz. Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev.: Nilüfer Kuyaş, İstanbul: Kırmızı Yay., 2011, s.17. Özbudun ve diğerleri, Antropoloji, s.96; Daha geniş bilgi için bkz. Ruth Benedict, Kültür Örüntüleri, Çev.: M. Topal, Ankara: Öteki Yay., 2000. 49 doğurmuştur. Günümüzde de bu durumun izleri varlığını zaman zaman katı bir biçimde göstermektedir. Kültürlere bakışla ilgili söylenebilecek olumsuzluklardan biri de ön yargılardır. Yaptıkları araştırmalarda konuyla ilgili herhangi bir veriye rastlamadıkları halde konunun bazı uzmanları (!) kafalarında oluşturdukları şablonlara uygun düşünceler ortaya atmaktan çekinmemişlerdir. Bunlardan belki de en bilineni Lewis Henry Morgan’dır. Morgan, Amerikan yerlilerinin akrabalık sistemleri üzerinde yoğunlaşmış bir sosyal antropologtu. Yaptığı araştırmalar sonunda insanlık tarihinin on beş aşamalı evrimsel evlilik şemasını çıkardı. Bu şemaya göre ilk evre insanlık tarihinde kuralsız (rastgele) cinsel ilişkilerin hüküm sürdüğü evreydi. Son evreyse modern tek eşli evlilikti. Oysa bu güne kadar yapılan araştırmaların hiçbirinde “kuralsız cinsel ilişkinin” kural olduğu bir dönemle ilgili bir veriye rastlanmamıştır130. Peki, Morgan elinde hiçbir veri olmadığı halde niçin böyle bir dönemin olduğunu kabul etmiştir? Bu sorunun cevabı oldukça nettir: Morgan’ın kafasında kültürlerle ilgili önyargılar olduğu için. İlkeller cahildir, hayvanlardan farksızdır, hayvanlar gibi yaşarlar… şeklinde uzayıp giden görüşler o dönem araştırmacıları arasında hiç de az değildi. Evrimi kabul eden (kendisi Darwin’in arkadaşıydı) Morgan, yaşayan ilk insanların şimdiki ilkellerden daha ilkel olması gerektiğini düşünerek kafasına göre bir şablon oluşturmuştur. Kültürlerle ilgili yapılan araştırmalar sonucunda tikelciliğin günümüzde kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Yapılan araştırmalardaki tikellik örnekleri öylesine çoktur ki bunları tek tek saymak için ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Ancak biz burada sosyal antropoloji alanında önemli etkiler bırakan Mead’ın araştırmasını örnek verebiliriz. Margaret Mead, erkek ve kadının sosyal kişilikleri, iki cinsin bu hususta benzerlik ve farklılıklarının olup olmadığı konusuna yoğunlaşmıştır. Alan araştırmasını üç Yeni 130 Pritchard, Sosyal Antropoloji, s.41. 50 Gine kabilesinde yaptı131. Mead’ın çalışması, ırk özellikleri aynı olmasına karşın mizaç ve karakterlerin farklı olabileceğini gösteren bir örnektir. Ayrıca Mead her üç kültürde de o kültüre uymayan az sayıda kişinin varlığını da gözlemlemiştir. Bu da kültürün yüzde yüz her bireyi istediği şekle sokamayacağını da göstermektedir. Ancak her ne kadar bazı biyolojik, psikolojik sebepler kültürün önüne geçebilse de sonuçta bunlar bireysel konumda kaldıklarından genellenemezler. Sonuç olarak “Erkek ve kadın mizaç özelliklerinin doğuştan geldiğini söylemek son derece hatalıdır. İnsan tabiatı ister kadın ister erkek olsun yumuşak ve biçimlendirilmeye uygundur. Genellikle kişilik, büyük ölçüde doğumdan başlayarak kültürel çevrenin etkisiyle şekillenir. Ancak kalıtımla ve fizyolojiyle ilgili bireysel farklılıkları hiçbir kültür yok edemez. Bununla beraber kültür, bazı özellikleri beğenilen ve istenen özellikler olarak vurgular. Sonuçta bu özellikler toplumun aradığı ve seçtiği özellikler olarak bireylerin büyük bir kısmında gelişir. Toplumsal âdetler ve kültür modeli ise sadece psikolojiyle açıklanamaz. Tarihi ve coğrafi boyut hesaba katılmalıdır. Pek çok araştırma bu söylenenleri kanıtlamakta ve insan kültürünün ya da yaşama düzeninin kişilikle son derece yakın bir ilişki içinde olduğuna işaret etmektedir”132. Günümüze kadar yapılan araştırmalar toplumların tikelliğini vurgulayan örneklerle doludur. İster sanayileşmiş olsun ister sanayileşmemiş, her toplum apayrıdır, biriciktir. Hatta aynı ülke sınırları içinde yaşayan insanlar bile kültürel açıdan farklılıklar gösterirler. Bunun birçok sebebi vardır. Günümüz toplumbilim araştırmalarının daha çok özel alan araştırmaları haline gelmiş olmalarında farklılıkların önemli bir yeri vardır. Tüm dünya insanını tek yönlü açıklamalarla kategorize etmek imkânsız olduğundan dikey çalışmalar yatay çalışmalardan daha fazla öne çıkmıştır denilebilir. Yapılan çalışmaların daha ziyade mikro diyebileceğimiz konular üzerinde yoğunlaştığını ve tikelliğe dikkat edilerek araştırmalar yürütüldüğünü görmekteyiz. İlk dönem araştırmacılarının taraflı bakış açıları büyük oranda terk edilmiş görünümü vermektedir. 131 132 Bkz. Ek-1. Mead’dan aktaran, Saran, Antropoloji, s.127. 51 1.4.4 TİKELCİLİĞE YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER Tikelciliğe yöneltilen iki temel eleştiri olmuştur. Bunlardan ilki tikelciliğin kuramsal yönelişten yoksun olduğu diğeri ise ampirisist bir eğilim gösterdiği yönündeki eleştirilerdir133. Bu eleştirilerin ilki olan kuramsal yönelişten yoksun bir tutum izlemeyi Boas da kabul etmiş, kuramsal perspektifin gerekliliğini reddetmemekle beraber buna ancak yeterince veri toplanınca ulaşılabileceğini belirtmiştir. Boas’ın üzerinde görüş belirttiği yıllar tikelciliğin yeni doğduğu yıllardı. Aradan yaklaşık 80-90 yıl geçti. Bu zaman zarfında konuyla ilgili çok fazla sayıda araştırmanın yapıldığını ve yapılmaya da devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla belki o dönemde tikelcilik bir kuramsal çerçeveden yoksundu ancak günümüzde böyle bir şeyin söylenmesi mümkün değildir. Tikelciliğin ayrıca birçok akıma atıf yapan bakış açısı olduğunu belirtmeliyiz. Kendi başına toplumu açıklama iddiasında değildir. Sonuçta biz bu anlamda fonksiyonalizm, çatışmacılık gibi kuramların içine tikelciliği koymuyoruz ancak kuramsal çerçeveden yoksun olduğu tezini de kabul edilebilir bulmuyoruz. Tikelciliğe yöneltilen ikinci eleştiri onun ampirisist olma özelliğidir. Gerçekten tikele önem veren toplumbilimciler, alan araştırması gibi ampirisist yönteme değer vermeleriyle bilinirler. İncelenen toplumun içinde uzun dönemli katılımcı gözlem yapılmasını çok önemserler. Katılımcı gözlem esnasında bir takım ampirik uygulamaları da ayrıca önemserler. Doğrusu tikelciler ampirisisttirler. Ancak bu durumun yanlışlığını nasıl söyleyebiliriz? Gerçekte böyle olmaması yanlıştır. Eğer ampirisist olmaktan kasıt araştırmaya fazla takılıp araştırma sonuçlarıyla ilgili yorum yapmama eksikliğiyse bu da doğru bir eleştiri değildir. Zira tikelcilerin yaptıkları araştırmaların sonuçlarıyla ilgili her araştırmacının yaptığı gibi kendilerince sonuçlar ortaya koyduklarını gördük. 133 Özbudun ve diğerleri, Antropoloji, s.80-81. 52 Tikelcilikle ilgili bu iki eleştiri noktasının dışında başka bir eleştiriye rastlamadık. Bu eleştirilerin oldukça tartışmalı olduğu görülüyor. İlk eleştirinin belki ilk dönem tikelciliği için haklılığından söz edilebilirse de daha sonraki araştırmalar o eleştiriyi geçersiz kılmıştır. İkinci eleştiri zaten çok tutarlı değildir. Ayrıca günümüzde tikelci bakış açısının geldiği yer (antropoloji tikelcidir), tikelciliğin önemi ve sağlamlığı konusunda bize bilgi vermektedir. Sonuç olarak tikelcilik her geçen gün toplumbilimlerinde yerini daha da sağlamlaştırarak giden bir bakış açısı olmaya devam etmektedir diyebiliriz. 1.5 FONKSİYONALİZM VE TİKELCİLİĞİN SENTEZİ Toplumbilimlerinde belki de en öne çıkmış akım olan fonksiyonalizmle tikelci bakış nasıl bir sentez oluşturmaktadır? Kanaatimizce bu soru, şu ana kadar yapmış olduğumuz açıklamalar sonunda zaten anlaşılabilecek bir cevabı içermektedir. Fonksiyonalizm ve tikelcilik birbirinin karşıtı olmayan iki olgudur. Bu iki olgu ayrı kategorilere aittir. Fonksiyonalizm toplumsal bir kuramdır. Tikelcilik ise bir bakış açısıdır. Karşıtı da tümelci bakıştır. Tarihsel süreçte bu iki bakış açısı bilimsel araştırmalarda yer aldı. Günümüzde de varlıklarını devam ettiriyorlar. Konuya bu şekilde yaklaştığımızda bir kişinin tikelci ve fonksiyonalist olmasının çelişen bir durum olmadığı görülecektir. Aynı şekilde kişi tümelci ve fonksiyonalist de olabilir ve bu durum da gayet doğaldır. Burada önemli olan fikirlerimizi, kabul ettiğimiz çerçevede tutarlı bir şekilde ortaya koyabilmektir. Konuyla ilgili verilebilecek belki de en net iki örnek Durkheim ve Malinowski’dir. Durkheim, fonksiyonalist ve tümelci bakış açısına sahipken Malinowski, fonksiyonalist olmanın yanında tikelci bakış açısını öne alan isim olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu iki isim üzerinden daha spesifik bir örnekle konuyu daha da belirginleştirelim. Bilindiği gibi Durkheim’a göre ilkel toplumlar evrimin ilk halkasındaki toplumlardı. Bu sebepten dinin ilk şekillerini ortaya çıkarmak için ilkel toplumlarla ilgilendi. Tüm toplumlar ona göre belli evrimsel aşamalardan 53 geçmekteydiler. Din de toplumun düşüncesinin bir projeksiyonuydu. Oysa Malinowski’ye göre ilkel denilen toplumların evrimle ilgisi yoktu. Çevresel ve psikolojik sebepler başta olmak üzere tarih de belli ölçüde toplumları şekillendirmekteydi. Malinowski dinin ortaya çıkışını da farklı sebeplere dayandırır ki bunların en önemlisi ölümdür134. Sadece örnek olsun diye yaptığımız bu kısa karşılaştırmadan tikelci veya tümelci bakışın fonksiyonalizmle çatışmadığını aksine doğal olarak bir arada bulunduklarını görüyoruz. Dolayısıyla biz bu iki olguyu bir araya getirdiğimizde ortaya çıkan yaklaşıma ‘Tikelci-Fonksiyonalist Yaklaşım’ diyoruz. Görebildiğimiz kadarıyla bu yaklaşımı kuran kişi Bronislaw Malinowski’dir135. Sonuç olarak Tikelci-Fonksiyonalizm birinci olarak tümevarımsal metodu benimsemektedir. Tikel vakalara ilişkin yeterince veri toplamadan herhangi bir genelleme yapılamayacağını kabul eder. İkinci olarak alan araştırmasında katılımcı gözleme özel vurgu yapar. Üçüncü olarak bu yaklaşım evrimcilerin toplumları karşılaştıran yöntemlerini hatalı kabul eder. Dördüncü olarak Tikelci-Fonksiyonalizm ‘emik yaklaşımı’ yani gözlem yapan kişinin kendi kategorilerini, incelenen kültüre yapıştırmamasını içermektedir. Beşinci olarak Tikelci-Fonksiyonalizm bütüncü bakışı önemsemektedir. Bir toplumu, kültürü anlamak için tarih, dil, fiziki şartlar… gibi birçok etkenin incelenmesi önemlidir. Altıncı olarak bu yaklaşım, mutlaklığın yerine göreceliliği yerleştirir. Her kültür bir başkasıyla karşılaştırılamayacak şekilde tekildir, eşsizdir. Ve yedinci olarak toplumda yaşamaya devam eden her şeyin mutlaka bir fonksiyonu olduğunu, toplumsal artık gibi kavramların geçersiz olduğunu savunur. Saymış olduğumuz bu maddeler Tikelci-Fonksiyonalizmin bize göre en önemli özellikleridir. 1.6 TİKELCİ-FONKSİYONALİZMİN TOPLUM BİLİMLERİNDEKİ YERİ Toplumbilimlerinin temel hedefi toplumu anlamaktır. Sosyolojinin ilk çıkışına baktığımızda yaşanan değişimleri anlama ve anlamlandırma çabasını görmekteyiz. 134 135 Konu üzerinde daha geniş olarak ikinci bölümde durulacaktır. Tikelci-fonksiyonalist yaklaşımı benimseyenlere Malinowski dışında verilebilecek bir başka örnek görebildiğimiz kadarıyla Redcliff Brown’dır. 54 Ortaya çıkan kuramlar bu çabanın sonucudur. Anlamaya çalıştığımız olgunun toplum gibi karmaşık bir yapı olması anlama ve anlamlandırmanın hiç de kolay olmadığını göstermiştir. Sonuçta “hiçbir şey göründüğü gibi değildir” kabulü136 toplumbilimlerinin temel başlangıç noktası olmuştur diyebiliriz. Bu noktadan sonra gelen soru ise toplumbilimlerin temel sorusudur: Hiçbir şey göründüğü gibi değilse aslında ne oluyor?137 Ne olduğuna dair verilen cevaplar çok fazladır ve hepsi de toplumbilimlerinde bir yerlere oturur. Bu bağlamda Tikelci-Fonksiyonalist Yaklaşım’ın yeri neresidir? Bu bölüme kadar incelediklerimizden yola çıkarak ‘aslında ne oluyor?’ sorusuna Tikelci-Fonksiyonalist Yaklaşım’ın verdiği cevabın iki madde etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz: 1- Bir toplumda aslında ne olduğunu anlamak için ilk üzerinde durulması gerekenler o topluma ait tikel uygulamalardır138. Bu uygulamalar mutlaka belli fonksiyonları içereceğinden139 o toplumu anlamamızın en merkezi noktasını oluştururlar. Ortak uygulamalardan yola çıkarak bir toplum anlaşılmaz. Anlama olsa bile bu anlama eksik anlamadır. Burada fonksiyonlara vurgu yapılırken o toplumun tarihi, coğrafyası, dini, gelenekleri… vb. noktaları yok kabul edilmez. Ancak bunların hepsi ikincil değerdeki belirleyicilerdir. Aslolan tikel uygulamalar ve bu uygulamaların fonksiyonlarıdır. 2- Tikel uygulamaların fonksiyonlarını ortaya çıkarmak için yapmamız gereken, katılımcı gözlem tekniğine başvurmaktır. Toplumbilimlerinde birçok teknik vardır ancak bir toplumu anlamak için katılımcı gözlem olmazsa olmaz tekniktir. Diğer bütün teknikler daha sonra gelir. 136 Adil Çiftçi, Sosyolojiye Giriş: Ya da Bir Özgürlük Tarzına Çağrı, Ankara, 2012, s.20. Çiftçi, a.g.e., s.136. 138 Uygulamayla kastettiğimiz şey maddi ve manevi kültür alanının tamamıdır. 139 İkinci bölümdeki konularda ortak fonksiyonların da belirtilmesinin sebebi budur. Çünkü Tikelci-Fonksiyonalizm ortak fonksiyonları reddetmez. Sadece tikel olan uygulamalara vurgu yaparak o toplum için hangi fonksiyonları ortaya çıkardığını belirlemeye çalışır. 137 55 Katılımcı gözleme yapılan bu vurgunun ‘fotoğraf çekme’ ile örneklendirilebileceğini düşünüyoruz. Anket, görüşme, röportaj, istatistikler… vb. teknikleri vesikalık fotoğraf çekmeye benzetebiliriz. Vesikalık fotoğrafta fotoğrafı çeken de fotoğrafı çekilen de olayın farkındadır ve özellikle fotoğrafı çekilen kişi kendince, olabilecek en güzel pozu takınma gayretindedir. Dolayısıyla burada doğallıktan uzak bir durum ön plana çıkmaktadır. Her ne kadar vesikalık fotoğraf yine de bize belli bir görüntüyü verse de bu görüntü tek bir görüntüdür ve bütünsellikten uzaktır. İçinde barındırdığı az veya çok yapaylık da birlikte düşünüldüğünde yapılacak araştırmalarda bu tekniklerin birkaç tanesini birden uygulamanın daha tutarlı sonuçlar verebileceğini söylemek mümkündür. Katılımcı gözlemi ise belgesel fotoğrafçılığına benzetebiliriz. Belgesel fotoğrafçılığında fotoğrafçı hemen fotoğraf çekmeye koyulmaz. Fotoğrafını çekeceği bölgeyi ve orada yaşayan insanları tanımak onun önceliğidir. İnsanların içine girer. Onlarla mümkün mertebe kaynaşmaya çalışır -ki bunu yapmak için ilk önce o insanların dilini öğrenmelidir-. Bu durum belli bir süreç gerektirir. Bu sürecin sonunda fotoğrafçı, toplumun fotoğraflarını çekmeye başlar. Artık insanlar ona karşı yabancılık hissetmediklerinden çekilen fotoğraflardaki doğallık oranı çok büyük ihtimalle yüksek olacaktır. Ayrıca belgesel fotoğrafçılığında tek bir fotoğraf yoktur. O toplumu anlatmak için toplumun değişik yönlerini gösteren birçok fotoğraf vardır. Katılımcı gözlemin bir diğer avantajı katılımcı gözlem esnasında diğer birçok tekniği de uygulama şansının olmasında yatar. Araştırmacı, katılımcı gözlem esnasında anket, görüşme, röportaj… gibi teknikleri kolaylıkla uygulayarak toplumun fotoğraflarını çoğaltır ve bakış açısını genişletebilir. Bu avantajlarından dolayı katılımcı gözlem sosyal antropolojide temel araştırma tekniği kabul edilmiştir diyebiliriz. Bu bölümü toparlayacak olursak kanaatimizce Tikelci-Fonksiyonalist Yaklaşım ‘aslında neler oluyor?’ sorusuna ‘tikel uygulamaları ve bunların fonksiyonlarını araştırmak toplumun çözümlenmesinde merkezi noktadır. Bunun yolu ise katılımcı gözlemi uygulamaktan geçer’ diyerek genel fonksiyonalist kuramın içinde daha 56 spesifik bir konuma yerleşmektedir. Kendisi bizatihi genel bir kuram değildir. O, var olan bir kuramın içinde belli bir noktaya dikkat çekmektedir. Onun işe yaradığı nokta da burasıdır. Fonksiyonlara yaptığı vurgu sebebiyle sosyolojiyle ilgisi olsa da hem konu hem metot açısından onun sosyal antropolojiye olan yakınlığı kesindir. İzleyen ikinci bölümde Malinowski’nin, Tikelci-Fonksiyonalist bakış açısıyla ortaya koyduğu dinle ilgili araştırmaları ve görüşleri üzerinde durulacaktır. 57 II. BÖLÜM MALİNOWSKİ’DE DİN 58 2.1 DİNİN GENEL ÇERÇEVESİ İnsan, biyolojik ihtiyaçlarla sınırlı bir varlık değildir. O, varlığını anlamlandırma gereği duyar. Birçok kaygının yanında, insanın kökeni ve kader gibi konularla da ilgilenmektedir. Bu noktada, bir toplumun dünya görüşünü kapsayan kültürel sistemin bir kısmını oluşturan din devreye girer. Toplumdaki etkisi göz ardı edilemeyecek kadar net olan din, gerek sosyologlar gerekse sosyal antropologlar tarafından yoğun şekilde incelenmektedir. Sosyolojinin kurucularının dinle ilgilerinin diğer kurumlara olan ilgilerine nazaran daha fazla olduğu söylenebilir. Auguste Comte’u başlangıç noktası olarak kabul edersek, Durkheim, Marks, Weber gibi sosyolojinin kurucu isimleri dinle yoğun olarak ilgilenmişlerdir. Aynı durum sosyal antropoloji alanında da geçerlidir. Toplumbilimin sosyolojiden sonraki diğer yarısı diyebileceğimiz bu bilimin kurucuları, ilkel denilen kabileleri incelerken onların dinlerine ilgi gösterdiler. İlk antropologlardan Frazer, Seligman, Rivers… gibi isimler dine, araştırmalarında geniş yer ayırdılar. Bir sonraki nesilde bu durum artarak devam etti. Malinowski, Boas, Redcliffe Brown gibi isimler araştırmalarını derinleştirerek dinle ilgilenmeye devam ettiler. Bu ikinci gruptakilerle beraber araştırma tekniklerinin yerleşmesi ve objektivite probleminin tartışılmaya başlanması, ilk dönem antropologlarının sonuçlarının sorgulanmasına sebep olmuştur. Evans Pritchard ilk dönem antropologlarının (bunlara Viktorya dönemi antropologları denmektedir) agnostik veya ateist olduklarına dikkat çeker140. O dönem akılcılığının etkisiyle bu kişiler ilkel dinde Hıristiyanlığa karşı negatif etki yapabileceğini düşündükleri bir silah bulduklarını düşünmekteydiler. Eğer ilkel din bir düşünsel hata, duygusal gerginlik ya da toplumsal fonksiyonun yarattığı bir hayal olarak açıklanabilirse bu, diğer dinlerin 140 Evans Pritchard, Theories of Primitive Religion, London: Oxford University Press, 1965, s.15. Pritchard’ın bu tespiti birçok antropolog için geçerlidir. Konuya Malinowski açısından baktığımızda -ki o da Viktorya dönemi antropologudur- biraz farklı tabloyla karşılaşırız. Malinowski, Katolik olarak doğmasına karşın daha sonra agnostik olmuştur. Tanrının varlığı veya yokluğuyla ilgilenmemiştir. Herhangi bir dinin doğruluk veya yanlışlığı onun ilgi alanına girmemiştir. Eserlerinde bu tip konularla ilgili herhangi bir atıfa rastlamadık. Birinci bölümde göstermeye çalıştığımız bakış açısıyla her kültürün kendine özgü (tikel) olduğunu, doğru veya yanlış olarak değerlendirilemeyeceğini, mühim olanın kültürün içindeki fonksiyonlar olduğunu belirtmiştir. 59 de aynı şekilde gözden düşürülebileceği düşüncesini içinde barındıracaktı. Günümüzde ilk dönem antropologlarının ulaştıkları sonuçların taraflı bakış açısına göre oluşturulduğu kanaati kesinlik kazanmıştır. Bugün dinle ilgili genel olarak söyleyebileceğimiz evrensel ortak noktalar bulunmaktadır. İnsanların üstesinden gelmekte ve açıklamakta zorlandığı soru ve sorunlarla başa çıkmalarını sağlayan din, aynı zamanda onların dünyaya anlam vermelerini de kolaylaştırmaktadır. Kriz ortamlarında toplumsal dayanışmayı da sağlayan dinin, bu nedenle psikolojik ve sosyolojik fonksiyonlarından söz edilmektedir. Din, toplumlar için öyle önemlidir ki son 100 bin yılda yeryüzünde yaşamış ve herhangi bir dine ya da inanca sahip olmamış bir insan grubu yoktur diyebiliyoruz. Hatta 20. yüzyılın büyük bölümünde ateizmin resmi ideoloji olarak kabul edildiği komünist devletlerde bile, din bütünüyle ortadan kalkmamıştır. Yapılan bir araştırmada dünya nüfusunun yalnızca %16’sının kendini ateist olarak tanımlaması ilginçtir141. Bilimin dini ortadan kaldıracağı kehanetinin de tutmadığı görülmektedir. Toplumlar, şu andaki ve gelecekteki şartları tam olarak kontrol etmeyi başaramadığı için dinle öyle ya da böyle ilişki içinde olmak zorunda kalmaktadırlar denilebilir. Kendisini aşan noktada insan, ister istemez doğaüstü ve sonsuz güç sahibi bir varlığa yönelme eğilimi taşımaktadır. Bu varlık ister Tanrı ister ataların ruhları isterse de doğa güçleri olsun fark etmez. Sonuçta bu varlık etrafında oluşan din ayinlerle, din adamlarıyla, mabetleriyle… belli bir şekil alır ve toplumu da şekillendiren önemli bir unsur olarak karşımıza çıkar. Dinlerin çoğunun merkezinde Tanrı(lar) ve/veya Tanrıça(lar) bulunur. Bunlar yüce varlıklardır ve evrenin tümünü kontrol altında tuttuklarına inanılır. Bu dinlerden bazıları tek tanrılı (monoteizm) bazılarıysa çok tanrılıdır (politeizm). Bir toplumun tanrılara, tanrıçalara veya ikisine de inanmalarıyla o toplumdaki kadın ve erkeğin günlük yaşamdaki ilişkileri arasında genellikle bir paralellik olduğu görülmüştür. Genelde erkeğin üstün görüldüğü toplumlarda üstünlük erkek olan tanrılara 141 Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.645. 60 verilmiştir. Tanrıçalarsa genellikle kadınların ekonomide önemli rol oynadığı toplumlarda belirgin durumdadır. Bu durum Yahudiliğin tarihinden izlenebilir. “İlk İbraniler tanrılarını erkeksi ve otoriter kavramlarla tanımlardı. Buna karşın tanrıçalar dini âyinlerde ana roller üstlenmişlerdi ve çiftçiler tarafından daha çok sevilirlerdi. Tanrıçalar aydınlığı, sevgiyi, verimi ve doğurganlığı simgelerdi. Yaklaşık 3200 yıl önce İbraniler Filistin’e geldiklerinde toprağı sürmeye ve ekin yetiştirmeye başladılar. Toprakla yeni ve farklı bir bağ kurmuş oldular. Yerleşik hayata geçtikçe yağmur, mevsimsel döngüler, toprağın bereketi daha önemli hale geldi ve İbraniler de bölgedeki tanrıçaları ilah olarak kabul ettiler. Kendi tapınma biçimlerine tamamen ters olsa da dişi ilahlara tapmak, çiftçilerin güvenlik isteklerine daha çok karşılık veriyordu. Daha sonra İsrailli kabileler, ulusal birliklerini sağlamak için kimliklerini etnik merkezci biçimde ‘seçilmiş insanlar’ temeline yerleştirince tanrıçalara tapınma yerini erkeksi kabile tanrılarına bıraktı”142. Her ne kadar bu durum tüm toplumlar için yüzde yüz geçerli değilse de genel durumun bu şekilde olduğu söylenebilir. Dinin merkezine tanrı veya tanrıça yerleştirmeyen bazı toplumların, onların yerine ataların ruhlarını koydukları bilinmektedir. İnsanın sadece bedensel bir varlık olmadığı, beden ve ruhtan oluştuğu düşüncesi ataların ruhlarının geri dönebilecekleri inancının kabul görmesini sağlamış olabilir. İnsanda ruhun olması doğal olarak ‘bedenin öleceği ancak ruhun ölmeyeceği’ inancını da beraberinde taşımıştır. Bu ölmeyen ruh da, varlığını sürdürmekte ve geri gelebilmektedir. Dinlerle ilgili herkesçe kabul edilmiş bir sınıflandırma henüz yoktur143. Bu durum daha ziyade konuya hangi açıdan bakıldığıyla ilgilidir. Toplumbilimciler arasında da durum pek farklı değildir. Gerçi onlar dinlerdeki ayırımlardan ziyade dinlerin farklı yönleriyle ilgilenmeyi ön plana almaktadırlar. Bir kelamcı için nasıl dindeki önemli nokta iman esasları ise bir sosyolog için dinin asıl önemli yönü onun topluma bakan yüzü yani sosyolojik boyutudur. 142 143 Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.650. Tek tanrılı-çok tanrılı dinler, ilkel dinler-gelişmiş dinler, semavi dinler-semavi olmayan dinler gibi ayırımlar yapılıyor olsa da bu durum daha ziyade dinlere baktığımız nokta itibariyle geçerlidir. Genel geçer kabuller değildir. 61 Buraya kadar çizmiş olduğumuz genel çerçeveden sonra bu bölümde, dinin tanımı, kökenleri, fonksiyonları ve boyutları üzerinde Malinowski’ye de atıf yapılmak suretiyle durulacaktır. 2.1.1 DİNİN TANIMI Dinle ilgili yapılan araştırmalarda her bilimin kendisi için işe yaradığını düşündüğü bir din tanımıyla yola çıktığını söyleyebiliriz. Bu durumu normal olarak karşılamak gerekir çünkü dini meşhur ifadeyle ‘efradını câmi’ ağyârını mâni’ şekilde tanımlamak henüz mümkün olmamıştır. Dolayısıyla -örneğin- bir psikologla bir sosyolog dini aynı şekilde görmezler. Psikolog için dinin ‘yaşanan tecrübe’ olması ön plana çıkarken, sosyolog için din ilk planda ‘sosyal bir kurumdur’. Din bilimleri ve dini bilimler için de durum aynıdır. Konuyu biraz daha ileri boyuta taşıdığımızda “kişisel inançların yapılan din tanımlarında açıkça ortaya çıktığını”144 bile söyleyebiliriz. Biz bu noktada dinin kelime anlamından yola çıkarak, burada -giriş bölümünde dinle ilgili tanımlamaların “özsel” ve “fonksiyonel” tanımlar şeklinde ikiye ayrıldığını belirtip gerekli açıklamaları yaptığımız için- sosyoloji ve sosyal antropolojide etkili olmuş Durkheim, Otto ve James’in tanımlamaları üzerinden konuya yaklaşacak daha sonra da Malinowski’nin görüşünü ortaya koyacağız. Din, kelime anlamı olarak “itaat etmek ve uyulan yol” anlamına gelmektedir145. Bu anlamların ortak noktasını bağlılık oluşturur. İtaat eden ve bir yola uyan kişi ve toplumlar o şeye bağlanmışlardır. Dolayısıyla bağlılık belki de dinlerin tümünün merkezi ortak noktasıdır. Bu bağlılıktan dolayıdır ki din, toplumun şekillenmesinde çok güçlü rol oynamaktadır. Bağlılık ister maddi ister manevi ve aşkın varlık için olsun mutlaka her dinde bulunur. ‘Bağlılığın olmadığı din’ diye bir şey yoktur, olamaz. Ancak bu noktadan sonra dinde herkesin üzerinde bu derece ittifak edebileceği bir yön bulmak zordur. Bağlılık noktasındaki ortaklıktan sonra dine yaklaşımlarda farklılaşmalar olmaktadır. 144 Roberto Cipriani, Din Sosyolojisi: Tarih ve Teoriler, Çev.: Ali Coşkun, İstanbul: Rağbet Yay., 2011, s.13. 145 İbni Manzur, Lisânu-l Arab, İstanbul: İthal Yay., 2009, c.3, s.169. 62 Sosyolojik açıdan dine yaklaşanların -daha ziyade dini toplumsal kurum olarak gördükleri için- bireyden ziyade topluma yönelik durumu göz önünde bulundurarak tanımlama yaptıklarını görmekteyiz. Mesela Durkheim, dinle ilgili çalışmalarında, ayrım yapmadan her dini sosyal bir olgu kabul ederek konuya yaklaşır. O’na göre gerçekte yanlış olan hiçbir din yoktur. Kendi durumları itibariyle hepsi doğrudur. Farklı bile olsalar hepsi, insanın var oluşunun şu anki koşullarına karşılık verirler146. O halde ilgimizi ilkel dinlere yöneltince bu, genel olarak dini değersizleştirmek düşüncesiyle hareket ettiğimiz için değildir. Çünkü bu dinler de diğerlerinden daha az saygın değildir. Aynı ihtiyaçlara cevap verir, aynı rolü oynar ve aynı sebeplere bağlıdır. Bu açıklamaları yaptıktan sonra Durkheim dini “kutsal şeylere, yani belirgin olarak ayırt edilen ve yasaklanmış şeylere ilişkin birleşik bir inançlar ve uygulamalar toplamı; onlara içtenlikle inananların tümünde oluşan ahlaki bir topluluğu bir arada tutan inançlar ve uygulamalar” şeklinde tanımlamıştır147. Durkheim’in, tanımında vurguladığı nokta ‘topluluğu bir arada tutma’ noktasıdır. Yani din kolektif yönü baskın olan bir olgudur. Durkheim’den sonra salt toplum merkezli din tanımlamaları yerine psikolojik ve sosyo-psikolojik din tanımlamalarının üzerinde daha fazla kafa yorulduğu bir gerçektir. Bu noktada Rudolf Otto anılmaya değerdir. Durkheim’den iki yıl sonra Otto, ‘Kutsal Düşüncesi’ adlı incelemesini yayımlamıştır. O’nun temel çıkış noktasını ‘din kendi bağlamında, sezgisel, aklın ötesinde ya da doğaüstü bir kutsallıkla anlaşılabilir’ formülüyle açıklayabiliriz. Zira ona göre din saygı uyandıran bir korku ve gizem hissi, tümüyle öteki olan bir şeyin deneyimidir148. Buradan sonra Otto dini şöyle tanımlar: “Din kutsalın tecrübesidir”149. Baktığımızda, Otto’nun din tarifinin psikolojik temelli bir tarif olduğu anlaşılacaktır. Rudolf Otto’nun din tarifi kısa olmasına karşın çok geniş bir çerçeveyi içermektedir. Kutsalın tecrübesi başlı başına bir konudur. Üzerinde çok şey söylenebilir. Her 146 Durkheim, The Elementary Forms, s.3. Durkheim, a.g.e., s.37. 148 Rudolf Otto, The İdea of the Holy, Harmondsworth: Penguin Books, 1917, s.160. 149 Otto, a.g.e., s.161. 147 63 bireyin bu tecrübeyi algılayışı, ona yakınlığı farklı olacaktır. İşin farklı olan tarafıysa içeriği her bireye göre değişkenlik gösterecek bir tarifin toplum bilimlerinde yer edinemeyeceğini düşünenleri yanıltmış olmasıdır. Nasıl oluyor da bireyi merkeze alan böylesine bir tarif, toplumbilimlerinde yer edinebiliyor? Bu soruya tek bir şekilde elbette cevap verilemez ancak kanaatimizce cevaplardan belki de en önemlisini sosyoloji ve sosyal antropoloji araştırmalarının çoğalması sonucu toplumlar ve kültürlerle ilgili bakış açısının genişlemesi konusunda aramalıyız. Durkheim dönemi araştırmacıları, zamanlarının pozitivist atmosferi ve ellerinde yeterli verilerin olmaması sebebiyle farkında olarak veya olmayarak konulara belli perspektiflerin dışında bakmama eğilimindeydiler. Ancak geçen zamanda toplumbilim araştırmalarında yapılan çalışmalar ciddi bir ivme kazanınca bir zamanların bakış açılarının konuları açıklamaya yetmeyeceği anlaşıldı. Bilimler arasındaki kesin çizgilerin yumuşaması ve interdisipliner anlayışın da yaygınlaşmasıyla birçok bilim diğer bilimlerin verilerini kendi alanlarında kullanmaya başladı. Dinin sadece toplumsal boyutunun olmadığı, fonksiyonel bir takım noktaların ötesine taştığı, toplumda dinle ilgili farklı grupların farklı dini tecrübelerinin olduğu (kutsalın tecrübesi)… anlaşılınca, ister istemez Otto’nun tarifi toplumbilimcilerin dikkatini çekmiştir. Özellikle sosyal antropologların bu noktada Otto’nun tarifini sosyologlara göre daha fazla ön plana aldıklarını düşünüyoruz. Gerek Durkheim’in toplum merkezli din tarifi gerekse Otto’nun birey merkezli din tarifi konuya bir noktadan -sadece birey veya toplum noktasından- yaklaşmaktaydı. Bu noktada daha ziyade Otto’ya yakın duran ancak kutsalın tecrübesini açan bir din tarifiyle William James kanaatimizce üzerinde durulmaya değerdir. William James, pragmatizm ve aşkınlığı birleştirme eğiliminde olan bir düşünürdü150. O, kendi deyimiyle, “bütün düşünürleri doğacı ve doğaüstücü diye ayırsalar ben kuşkusuz ikinci gruba gireceğim” diyen biriydi151. Bu durum yaptığı din tarifinde de hissedilmektedir. O, dini şu şekilde tarif etmiştir: “İnsanların kendilerini, tanrı olarak 150 151 Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, s.230. William James, The Varieties of Religious Experience, London: Fontana, 1975, s.495. 64 düşündükleri şeyle deneyimleridir” 152 ilişki halindeyken anladıkları duyguları, fiilleri ve . Burada bizim ilk dikkatimizi çeken şey ‘kutsalın tecrübesinin duygu, fiil ve deneyimler’ şeklinde açımlanmış olduğu izlenimidir. Dolayısıyla William James’i, din tarifinde Otto’ya yakın bir isim olarak görmekteyiz. Bu iki tanımı da psikolojik tanım olarak kabul etmek gerekir. Din gibi soyut kavramları tanımlamanın zorluğundan dolayı toplumbilim alanının birçok önemli isminde din tanımı göremeyiz. Belki de bu isimlerin en önemlisi Max Weber’dir. Araştırmamızın merkezindeki isim olan Malinowski de net bir din tanımı yapmaz. O, bir fonksiyonalist olarak dinin fonksiyonları üzerinde dursa da dini ‘yaşama anlam veren bir teodise’ olarak kabul etmektedir. Daha açık ifadeyle dine “kişinin yaşadığı ve aşamadığı ölüm, hastalık, talihsizlik gibi sorunlar karşısında bireye destek sağlayan olgu” şeklinde yaklaştığı görülmektedir153. Bu açıdan Malinowski -her ne kadar bir fonksiyonalist olsa da- dini toplumsaldan ziyade kişisel olarak ön plana aldığı için Durkheim yerine Otto ve James’e yaklaşmıştır. Çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde Malinowski’nin dine bu yaklaşımının muhtemel uzantıları görülecektir. 2.1.2 DİNİN KÖKENLERİ Varoluşla ilgili sorular son tahlilde kökenlerle ilgilidir154. Dolayısıyla dinle ilgili yapılan araştırmalardaki tartışma noktalarından birisi de ‘dinin kökeninin ne olduğu’ konusunda yoğunlaşmıştır. Birçok isim bu konuda fikir yürütmüştür. Bu bölümde konuyla ilgili isimler ve görüşleri üzerinde durulup daha sonra Malinowski’nin görüşüne değinilecektir. Tam bir evrimci olan Herbert Spencer -ki Darwin dahi onu kendinden üstün saymıştır-155 dinin kökeniyle ilgili görüş sarf edenlerin ilklerindendir. Onun genel düşüncesinin ‘evrim bir yandan sürekli artan bir farklılaşma, diğer yandan sürekli 152 James, The Varieties of Religious Experience, s.50. Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, s.240. 154 Carol Delaney, Tohum ve Toprak, Çev.: Selda Somuncuoğlu-Aksu Bora, İstanbul: İletişim Yay., 2012, s.18. 155 Morris, a.g.e., s.154. 153 65 artan bir bütünleşme meydana getirmektedir’ tezi üzerine kurulduğu söylenebilir. Dinin kökeni konusunda evrimci perspektifin en alt seviyesinde Spencer’a göre “atalar kültü” vardır156. Ölülerin ruhuna olan inancın evrensel olduğuna inanıyordu. Bu inanışa göre ölen ataların varlıklarının ruhen devam ettiği, gerideki akrabalar ve toplum için tasarruflarının sürdüğü düşünülür. Bu yüzden onlardan geriye kalan mezar ve eşyalara saygı gösterilir. Atalar kültü bazı toplumlarda gerçekten önemli yer tutmaktadır. Ancak ölülerin ruhuna olan inancın evrensel olup olmadığı tartışılabilir bir konudur. Spencer’ın yolunu izleyen Tylor ise ölüler kültünü genişletip dinin kökenine evrenin ve evrendeki tüm varlıkların canlı olduğunu söyleyen animizmi yerleştirdiğini görmekteyiz157. O’na göre, bedenden ayrı olarak ruh fikrine ulaşan insan daha sonra bu fikrini çevresindeki bitki, hayvan ve maddelere uyarlamıştır. Din bu şekilde doğmuş ve çok tanrıcılık, atalar kültü, büyü gibi inançlar şeklinde devam edip sonuçta tek tanrı inancına ulaşılmıştır. Bir evrimci olan Tylor’un yukarıdaki tasnifi bakış açısının mantıki sonucu olsa da onun ateist inancının da ayrıca tezahürü olarak değerlendirilebilir. Antropolojinin önemli isimlerinden James Frazer ise tüm dinlerin temeline “büyü”yü koyar158. Genel olarak büyü ‘istenilen sonuçları elde etmek için doğaüstü sayılan güçlerin yardımına başvurmak, gizli güçlü varlıkları etkilemek için ayinler yapmak’ şeklinde ifade edebileceğimiz bir kavramdır. Frazer’in dinin temeline büyüyü koymasının kanaatimizce en önemli sebebi onun antropolog kişiliğinde aranabilir. İlkel kabilelerde büyü çok önemli bir yere sahiptir. Aynı zamanda büyü, ilkel denilen kabilelerin ritüeli olarak kabul edilmektedir159. Max Müller dinin kökenine Natürizmi koymuştur160. Natürizmi, dinin ‘doğa güçlerine karşı duyulan korku sonucu ortaya çıktığını kabul etmek’ şeklinde tarif edebiliriz. 156 Herbert Spencer, The Principle of Sociology, c.3, Williams&Norgate, London, 1876, s.411. 157 Tylor, Primitive Culture, s.10. 158 Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, s.170. 159 Konuyla ilgili daha geniş bilgi “büyü” başlığında verilecektir. 160 Max Müler, Naturel Religion, London, 1889, s.17. 66 Natürizm tanımından anlaşılacağı gibi başlangıçta insanlar çeşitli doğa varlıklarından korkmuşlar ve bu durum zamanla onları yüceltmeye kadar varmıştır. Oluşan süreç korkuyu din kurumu şeklinde örgütlemiştir. Buraya kadar görüşlerinden bahsettiğimiz kişilerin ortak yönleri evrimci olmaları ve psikolojik temelli görüşler ortaya koymalarıydı. Bu kişilerin görüşleri Durkheim tarafından sorgulanmıştır. Durkheim, yukarıda üzerinde durduğumuz görüşleri fonksiyonel olmadıkları gerekçesiyle reddeder. Bunların yerine kendi görüşünü yerleştirir: Totemizm161. Kendisi herhangi bir ilkel kabileyi içlerinde kalarak yaşantısal olarak incelemedi. Verilerini daha ziyade Avustralya yerlilerini inceleyen Baldwin Spencer ve F. J. Gillin’in çalışmalarından edindiği biliniyor. Bu kişilerin eserlerinden almış olduğu etnografik verileri fonksiyonel olmaya irca ederek dinin kökenini totemizm olarak belirlemesi ilginçtir. Totemi kısaca ‘ilkel kabile mensuplarının kendilerine akraba ve kutsal kabul ettikleri bitki, hayvan veya cansızlara verilen isim’ olarak tanımlayabiliriz. Bu varlıkların kutsallığına inanmak ise totemizmdir. Totem dokunulmazdır, eğer bir bitki veya hayvansa kesilmesi ve yenilmesi tabudur yani haramdır, yasaktır. Yukarıdaki görüşleri fonksiyonel olmamakla reddeden Durkheim’in görüşünün fonksiyonel olduğunu nasıl ileri sürebiliriz? Bu noktada o, görüşünü biraz daha ileriye taşır. Durkheim’a göre “totemlerin arkasında somut ve canlı bir gerçeklik vardır… Totem her şeyden önce bir simgedir… Hem Tanrının hem de toplumun aynı anda simgesidir… Böylece totem hayvan ya da bitkiyle görünür biçimde imgeleme sunulmuş olan klanın kendinden başka bir şey değildir”162. Yani Tanrı toplumun soyut bir ifadesidir. Böylece Durkheim totemden yola çıkarak Tanrıyı toplum zihninin bir projeksiyonu yapmıştır. Totem de bu yolu kamufle etme fonksiyonu görmektedir. Dinin kökenini bireyden alıp topluma verme çabası diyebileceğimiz Durkheim’in görüşü belli eleştirilere uğramıştır. Bu eleştirilerden belki de en kapsamlısını Malinowski yapmıştır. 161 162 Durkheim, The Elementary Forms, s.18. Durkheim’den aktaran Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, s.193. 67 Bu eleştirilerden ilki dinin kaynağı hakkındaki farklı düşüncedir. Malinowski dinin kökenine toplumu değil bireyi koyar. O, Durkheim’in grup aklının projeksiyonu düşüncesine karşı mesafeli duruş sergiler. Totem olarak kabul edilen şeylerden dinin kökenine yönelmeye karşı da eleştireldir. Zira Malinowski’ye göre “yiyecek hammaddesi olarak kullanılan hayvan ya da bitki türleri yüceltilir ve o türle ilişkilendirilen klanın üyeleri tarafından tabu kabul edilir”163. Durkheim’in görüşlerini bu şekilde eleştirdikten sonra dinin kökeniyle ilgili kendi görüşünü ortaya koyar. Malinowski için dinin kaynağı bireysel deneyimlerde aranmalıdır. Bu yönüyle onun William James ve Otto’ya yakın durduğu kabul edilmelidir. Ancak o, bireysel deneyimlerden özellikle ölüm üzerinde durmaktadır. Dinin doğuşuyla ölümün yakın bağları olduğunu kabul etmektedir. İnsanların ölümden büyük korku duyduklarını düşünmektedir. Yapmış olduğu alan araştırmasında da cenaze ile ilgili ritüellerden uzun şekilde bahsetmektedir. İnsanların bitiş veya yok oluş düşüncesiyle yüzleşemedikleri kanısındadır. Bu noktada din psikolojik olarak kurtarıcı rol üstlenir. Sonuç olarak “din, bireysel bir krizden, bireyin ölümünden kaynaklanır… Bir başka deyişle dinsel esinin hepsi değilse bile büyük bir kısmı yaşamın son krizinden çıkartılmıştır”164. Malinowski’nin görüşüne baktığımızda birkaç nokta dikkatimizi çekmektedir. İlkin o, dinin kökenini psikolojik olarak açıklamaktadır. İkinci olarak yokluk düşüncesine karşı cankurtaran rolü oynayan dinin fonksiyonel yönünü de ortaya koymuş olmaktadır. Son olarak Malinowski’nin dinin kökeniyle ilgili görüşünde ‘insanın anlam arayışına’ doğru giden bir yolu da ima ettiği kabul edilebilir. Buraya kadar yaptığımız açıklamalarda dinin kökeniyle ilgili görüşleri aktardık. Bu görüşlerden hangisinin doğru olduğunu bilme şansımız yoktur. Günümüzdeyse araştırmacılar dinin kökenini değil dinin fonksiyonlarını önemsemektedirler. 163 164 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.20. Malinowski, a.g.e., s.41. 68 2.1.3 DİNİN FONKSİYONLARI Din hem psikolojik hem toplumsal fonksiyonları olan bir kurumdur. Onun bireye ve topluma dönük fonksiyonları Aydın’dan özetle aktarılacaktır165. Dinin fonksiyonlarından belki de en önemlisi onun ‘insanın anlam arayışına’ verdiği cevapta görülebilir. Bireyin aşamadığı ölüm, hastalık… gibi durumlarda din, tam anlamıyla rahatlatıcı ve anlamlandırıcı rol oynar. ‘Nasıl?’ sorusuna birçok cevap verilebilir ancak ‘niçin?’ sorusunu cevaplayan sadece dindir. Özellikle ölümden sonrasıyla ilgili insanın sorduğu sorulara tek cevap veren dindir. İnsan, tarih boyunca her zaman hayatın ve ölümün anlamını aramış varlıktır ve bu arayışında yöneldiği kurum hep din olmuştur. Malinowski’nin de dinin özellikle bu yönüne atıf yaptığını belirtmiştik. Dinin bir diğer fonksiyonu da bu dünyayla aşkın olan arasında köprü rolü oynamasıdır. Sadece uhrevi alana değil dünyevi alana da bakan yüzünün olması doğum, ölüm, evlenme, yoksullara yardımdan, devlet başkanlarını göreve başlatmaya kadar… sosyal ve siyasal hizmetleri yerine getirmesi bu köprü rolünü net olarak göstermektedir. Dinin pekiştirici özelliği de önemli bir fonksiyonudur. Bu noktada din birçok kurumun fonksiyonlarını pekiştirmektedir. Sadece bir örnek olması açısından onun ekonomiyle ilgili pekiştiriciliğine bakılabilir. Çalışmak ekonominin bir fonksiyonudur. Bu noktada din, çalışmayı ibadet olarak görmekle onu pekiştirir. Konuyla ilgili Max Weber’in ‘Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’ adlı çalışması ilk aklımıza gelen eserdir. Dinin başka bir fonksiyonu onun toplumsal birleştiricilik rolünde görülebilir. O, fertlerin kaynaşmasında önemli rol oynar. Özellikle dinlerdeki ayinler buna bir örnektir. Ortak yapılan ayinlere katılmak, aynı şeylere inanmış olmak, kişilerin 165 Mustafa Aydın, Kurumlar Sosyolojisi, Ankara: Vadi Yay., 1997, s.111-113. 69 toplumla özdeş olma durumunu artırır. Ayin ortamı kişiye kendisini daha iyi hissettirir. Sonuçta ise din, psikolojik olarak bir güvence sağlamış olmaktadır. Din toplumlarda sosyal kimlik olarak da fonksiyon icra etmektedir. Birçok toplum hâlen kendini din merkezli tanımlamaktadır. Her ne kadar ulus devletlerin yayılmasıyla milliyet merkezli tanımlamalar çoğunlukta olsa da din, toplumun kimliğini tespitte bir kenara bırakılamamaktadır. Din birçok durumda değerler arasında hiyerarşi sağlar. Değerler arasındaki çatışmalarda referans unsuru olarak fonksiyon icra eder. Vermiş olduğu helal, haram gibi hükümlerle birçok çatışmanın önüne geçer. Mesela çok çalışma, çok kazanma ve harcama üçgenine bakalım. Eğer İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi dinleri referans olarak ele alırsak, çalışma ve kazanmayı meşru, gereksiz harcama olan israfı haram kabul ettiklerini görürüz. Bu durum kişiye bir perspektif sağlar. Normalde ‘çok param var çok harcamalıyım’ mantığının oluşması beklenirken birçok zengin dindarın kazandığından az harcadığına şahit oluruz. Fakat değerler arasında mutlak bir çatışmanın varlığını da görmeyiz. Bunun sebebi dinin referans kaynağı olması ve değerler arası çatışmayı önlemesidir. Ancak örneğimiz herkes için geçerli olmaz. Toplumda çok kazanıp kazandığından fazlasını harcayanlar her zaman bulunabilirse de zaten bu durum insan tabiatıyla uyumlu olduğundan dinle ilgisi olmayan bir konudur. ‘Çok kazanıyorum çok harcıyorum kime ne?’ mantığında değerler arası çatışma olmadığından konumuzu ilgilendirmemektedir. Dinin bir fonksiyonu da onun kontrol ve denetleme mekanizması olmasında görülebilir. Özellikle aşırı hızlı ve kontrolsüz toplumsal değişmenin önünde din bir engel gibi durarak istikrar unsuru olmaktadır. Ancak bazen dinin bu özelliği, gerekli toplumsal değişmenin önünde set oluşturarak, toplumların gerilemesine de sebep olabilir. Zamanında olması gereken değişimin olmaması ileride çok ciddi sıkıntıları da beraberinde getirebilmektedir. Bu noktada “değişime direnenin mi yoksa değişimin mi sorgulanması gerektiği felsefi bir kısır döngüye yol açabilir”166. Gerçi 166 Osman Eyüpoğlu, Türkiye’de Sosyal Değişme ve Kur’an Yorumları İlişkisi: Cumhuriyet Dönemi Örneği, Samsun: Basılmamış Doktora Tezi, 2003, s.39. 70 günümüz dünyası için söyleyecek olursak dinlerin, değişimi engelleyecek gücünün kalıp kalmadığı sorgulanabilir. Kanaatimizce bu güçlerinin -hâlâ varsa bile- çok azaldığı kesindir. Dinin hayatımızda böylesine ön planda olmasının belki de en önemli sebebi, insanda bulunan inanma duygusudur denilebilir. Tarih boyunca tamamen ateist bir toplum olmamıştır. Bu bağlamda din, aşkın alanla insanın bağ kurmasını sağlayarak ona gönül rahatlığı ve kalp huzuru verir. İnanma duygusunun doyurulmasını sağlayan bir bakıma sadece dindir ve başka hiçbir şey bu anlamda fonksiyonel olamamaktadır. Dinin fonksiyonları sadece bu saydıklarımızdan ibaret değildir. Ancak biz daha fazla öne çıktıklarını düşündüklerimize vurgu yaptık. 2.1.4 DİNİN BOYUTLARI Din her ne kadar ilk etapta bizlerde aşkın olan boyutla ilgili bir imaj oluşturuyor olsa da dinin sadece aşkın alana ait bir olgu olmadığı, çeşitli boyutlarının olduğu bilinmektedir. Özellikle sosyoloji disiplini sayesinde dinin boyutlarıyla ilgili daha geniş perspektiflerin oluştuğu söylenebilir. Bu perspektiflerde bugün ortalama birliktelik sağlanmış görünmektedir. Araştırmacıların görüşleri arasında çok temel farklılıklar görülmemektedir. Dinin boyutlarıyla ilgili bakış açılarını ortaya koyan Glock ve Stark’a göre dinin inanç, ibadet, tecrübe, bilgi ve etki olmak üzere beş boyutu vardır167. Belki de din sosyolojisinin asıl kurucusu diyebileceğimiz Joachim Wach yukarıdaki beşli tasnifi üçe indirmiştir. Ona göre dinin üç boyutu vardır. Teorik boyut, pratik boyut ve sosyolojik boyut. Burada Wach, Glock ve Stark’ın tecrübe boyutunun bir kısmıyla bilgi ve etki boyutlarını sosyolojik boyutun içine yerleştirmiştir. Dolayısıyla aralarında bariz 168 kullanılmaktadır 167 168 fark yoktur. Günümüzde de daha ziyade bu tasnifler . Bu bölümde biz Joachim Wach’ın görüşlerinden devam edeceğiz. Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yay., 2000, s.160. Joachim Wach, Din Sosyolojisi, Çev.: Ünver Günay, İstanbul: İFAV Yay., 1995, s.50-57. 71 Dinin teorik boyutu, inanç boyutunu ifade eder. Yaratılış, ruh, kader gibi konular bu boyutun konularıdır. İnanç boyutu şekil olarak birkaç bakımından incelenebilir. İlkel toplumlardaki mitolojik hikâyeler bunlardandır. İkinci şekil mitolojik hikâyelerden devam etse de bu hikâyelerin ayırıcı özelliğinin daha ziyade kutsallık atfedilen belli şahısların etrafında dönüyor olmalarıdır diyebiliriz. İkinci gruptaki mitolojik hikâyelerin birinci gruptakilere göre normatif ve derli toplu görüntü verdikleri söylenebilir. Malinowski’nin eserlerinde her iki grup hikâyelere rastlamaktayız. Ancak bu iki tip mitolojik hikâyelerin sözlü rivayetler olduklarını belirtmeliyiz. Üçüncü şekilde teorik boyut yazılı rivayetler ve kutsal metinler olarak karşımıza çıkar. Bu alanın uzmanı olan ilahiyatçılar gibi gruplar metinlere getirdikleri yorumlarla yazılı külliyatı genişletirler ve süreç normatif inanç sistemlerinin kurulmasına kadar ilerler169. Dinin pratik boyutu ibadetleri içerir ve dolayısıyla teorik boyutla yakın ilişki içindedir. Dünya üzerindeki hiçbir din salt tasavvurlar ve fikirler toplamı değildir. Her dinin mutlaka dışa yansıyan görüntüsü vardır. Bu görüntü dindarın hayatını öylesine kaplamaktadır ki onun yapmış olduğu tüm eylemler ibadet kategorisinde değerlendirilebilir. İster semboller ister âyinler şeklinde olsun ibadetler dinin önemli görüntüsüdür. Dinin bütünü ibadet boyutu olan pratik boyutuyla öylesine ilişkilidir ki ibadetler olmasa belki de dinin varlığından söz edilemezdi. İbadetlerin en önemli fonksiyonunun kişileri birbirine daha fazla yakınlaştırmak olduğu söylenebilir170. Bu durum özellikle ilkel kabilelerde daha net olarak görülebilmektedir. Yapılan araştırmalar sonucu ilkellerdeki ibadetlerin hemen hepsinin topluluk âyini şeklinde olduğu belirlenmiştir171. Dinin üçüncü boyutu sosyolojik boyutudur. Her ne kadar din, ilk etapta kutsal kabul edilen varlıkla içten kurulmuş bir ilişkiyi ifade etse de, bu onun topluma yönelik durumunun olmadığı anlamına gelmez. Dini âyinler topluluğa yönelik görüntü verse 169 Wach, Din Sosyolojisi, s.47-49. Freyer, Din Sosyolojisi, s.35. 171 Akyüz-Çapçıoğlu, Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi, s.56. 170 72 de sosyolojik boyutu tam karşılamamaktadır. Sosyolojik boyuttan asıl kastedilen dinin cemaat oluşturabilme potansiyelidir. Zira yaşayan tüm dinler, inananları arasında toplumsal ilişkiler oluşturmak ve bu ilişkileri canlı tutmakla hayatiyetlerini sürdürürler. Bu yapıldığında da din sübjektif olmaktan çıkarak objektifleşir. Ortaya çıkan durum bireylerin sosyalleşmelerine katkı sağlar. Dinlerdeki sosyolojik boyut, varlığını sürdürmek için cemaate ihtiyaç duymaktadır. Ancak cemaatin oluşması kolay gerçekleşmez. Çünkü yeni din toplumdaki tabii gruplarla ve kültürel sistemle mücadele etmek zorundadır172. Dinle ilgili genel çerçeveyi bu şekilde çizdikten sonra bundan sonraki bölümlerde Malinowski’nin -araştırmaları çerçevesinde- dinle ilgili görüşlerine bakacağız. ‘İnanç’ başlığı altında dinin teorik boyutunu ele alacağız. Dinin pratik boyutu ise ‘büyü’ başlığı altında incelenecektir. Çünkü ilkel toplumlardaki ibadetler büyü alanına aittir ve bu topluluklarla ilgili yapılan çalışmalarda büyü konusuyla ilgili bir bölüm mutlaka bulunmaktadır. Sosyolojik boyut ise ‘kurum olarak din’ başlığıyla ele alınacaktır. 2.2 MALİNOWSKİ’YE GÖRE İNANÇ İnanç, kişiye insan olma özelliğini kazandıran temel yapı taşlarından bir tanesidir. Sadece insana özgü olup onun değişmez bir gerçeğidir. Ancak inanılan şeyin kendisi için aynı ifadeyi kullanamayız. İnanılan şey için yanlış-doğru veya gerçeğe yakın ifadelerini kullanırız. Zaman içerisinde inanılan şeyin hangisinin yanlış, hangisinin doğru, hangisinin gerçeğe yakın olduğu ortaya çıkabilir. İnanç salt korkularımızın ve yok olmama arzularımızın ortaya çıkardığı bir olgu değildir. Ancak bunlar inancımızı tetikleyen unsurlardır. Yeryüzünde inancı ve kadercilik anlayışını tetikleyen ucu açık birçok nokta vardır. Depremler, doğal afetler (kuraklık, sel baskını, kasırga…), gökyüzü hareketlerinin kolayca anlaşılabilir belli bir mantığının olmaması, dünyamız dışında (uzayda) gelişen olaylar vs. Bunlar bizde 172 Akyüz-Çapçıoğlu, Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi, s.253. 73 korkular yaratır. Her çeşit korku da inancımızı tetikler. Yok olmama arzusu, hayatta kalma güdüsü, kontrol edemediğimiz olaylar ayrıca inancı etkileyen unsurlardır. İnancın belirgin bir şekilde görünebilmesindeki diğer bir etken ‘fikirler’dir. İnsanlar fikir üretebilen canlılardır. Çevrelerinde kendi kontrolü dışında olaylar geliştiğinde, kendi zayıflıklarının ve çaresizliklerinin farkına varırlar. Birçok ani değişiklik bilinçaltımızda mevcut olan inanç patlamasına neden olur. Günümüz dünyasında inancı tetikleyen -aynı zamanda sorgulayan- faktörlere ekleyebileceğimiz bilgi de fikirleri ciddi oranda destekleyen unsur haline gelmiştir. Özellikle Rönesans denilen süreçle birlikte bilgi ve uzantısı kabul edebileceğimiz fikirlerin genel anlamda inanca ve özel anlamda da dinin inanç boyutuna ciddi etkiler yaptığı bir gerçektir. Tek tanrıya inananlardan ilkel kabilelerdeki mana (totem) inançlarına; ateist, deist, agnostiklerden rasyonalistler ve hümanistlere kadar insanlar günümüzde değişik inanç kategorilerine ayrılmaktadır. Bütün dinlerde, kabul edilmesi ve bağlanılması gereken ilke ve kurallar bütününü ifade eden inanç, dinin ilk boyutudur. Toplumbilim araştırmalarında dinin teolojik içeriğinden uzak durmaya çalışmak genel bir eğilim olarak söylenebilirse de bu tavır gerçekte inancın mahiyetini tartışma konusu yapmamak içindir denilebilir. Dinin toplum içindeki konumunda inanç boyutunun önemi daima göz önünde bulundurulur. Zira her ne kadar dinlerin sübjektif boyutu gibi gözükse de inanç; ibadet ve cemaat özelliklerinin görünür olmasında önemli bir temel oluşturmaktadır. Bu bölümünde biz Malinowski’nin, yapmış olduğu araştırmalarda inançla ilgili konulardaki notlar ve yorumlar üzerinde durarak onun görüşlerini ortaya koyacağız. O, dinin inanç boyutuyla ilgili olarak yaratılış, ölüm, cennet-cehennem, yeniden diriliş, ruh, mucize, efsane, mitoloji konularına eğilmiştir. 2.2.1 YARATILIŞ Dinlerdeki temel inanç esaslarından biri yaratılıştır. Hemen her din kâinatın yaratılışından insanın yaratılışına kadar birçok noktada izahlar yapmaktadırlar. Bazı 74 dinlerdeki yaratılış olayları benzer şekillerde açıklanırken birçok din olaya farklı izahlarla yaklaşabilmektedir. Mesela İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilikte yaratılış anlatımı tamamen olmasa da belli ölçüde benzerlik göstermektedir denilebilir. Ancak dünyadaki dinlerin yaratılış konusundaki farklı düşünceleri elbette çok daha fazladır. İlkel kabile dinlerinde de farklı yaratılış anlatımları olduğunu bilmekteyiz ki bunlardan biri de Malinowski’nin alan araştırmasına konu olan Trobriand yerlilerininkidir. Malinowski uzun araştırmaları sonucunda oluşturduğu kitaplarında bu yerlilerin yaratılışla ilgili inançlarının net görüntüsünü bize sunar: “Dünyaya, der yerliler, önce toprağın içinden yerleşildi. İnsanlık o zamanlar orada, bugün yer üstündekinin bütün ilişkilerine benzeyen bir yaşam sürüyordu. Yer altında insanlar köyler, klanlar ve bölgeler halinde örgütlenmişti. Rütbe farklılıkları vardı. Ayrıcalıkları bilirlerdi ve hakları vardı. Mülklere sahiplerdi ve büyü sanatına vâkıftılar. Bütün bunlarla donanmış olarak yeryüzüne çıktılar ve bu eylemle toprak ve yurttaşlık haklarında, ekonomik haklarda ve büyü eylemlerinde belli ayrıcalıklar yerleşti.”173. Yukarıdaki betimleme her ne kadar bizlere bazı noktalardan açıklayıcı gibi görünse de kafamızda cevabını bulamadığımız bir takım sorular da elbette kalmaktadır. Trobriand yerlilerinin yaratılıştan anladığıyla bizim anladığımız arasında belki de en temel nokta ilk insanın nasıl yaratıldığı konusunda görülebilir. Gerçekte bu yerliler ilk insanın nasıl yaratıldığıyla hiç ilgilenmemektedirler. Malinowski’nin yukarıda gösterdiği ‘kültürlerin tikelliği’ örneğinin önemi büyüktür. Farkında olalım veya olmayalım hepimiz genel olarak yetiştiğimiz kültürün kodlarıyla düşünürüz. Ötekini anlamak bu yüzden ilk etapta olabilecek bir şey değildir. Biraz zaman ve çaba ister. Bu durum yerlilerle ilgili olarak da aynıdır. Dolayısıyla ‘kendi kafamızdaki çerçevenin tam olarak dolmadığını gördüğümüzde ötekini küçümseme eğiliminde’ olabiliriz. Yukarıdaki örnekten devam ederek 173 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.111. 75 söyleyecek olursak biz yaratılışta Âdem-Havva kıssası beklerken bize göre alakasız anlatımlarla karşılaştığımızda kafamızda karşı tarafla ilgili belli kalıplar yaratma eğilimine gireriz. Cevap alamadığımız soruları sorarız. Ancak her soru işleri ilk etapta daha da içinden çıkılmaz hâle getirebilir. Bunun sebebi o kültürü tanımamak, her kültürün kendine özgü, biricik ve tikel olduğunu unutmaktır. Bize göre çok önemli olan sorular bir başka kültürün insanı için hiçbir anlam ifade etmeyebilir. İşte Malinowski’nin dikkat çektiği nokta tam da burasıdır. Peki bu anlatımların değeri nedir? Malinowski’ye göre “bir öyküde gerçekten önemli olan onun sosyolojik fonksiyonudur. O, temel bir olguyu, yerel birliği ve aynı kadın atadan gelmiş insan grubunun akrabalığa dayanan birliğini taşır, gösterir ve güçlendirir… Bir yandan gerçekliği onun toplumsal fonksiyonundadır; öte yandan da, önce öykünün toplumsal fonksiyonunu araştırmakla başlayıp böylece onun tüm anlamını yeniden kurduğumuzda yavaş yavaş ilkel toplumsal düzene ilişkin tüm kuramı geliştirmeyi başarıyoruz”174. 2.2.2 ÖLÜM ve FONKSİYONLARI Ölüm tüm insanlığın, üzerinde bütün temel yönleriyle uzlaştığı ender olgulardandır. Varlığı asla inkâr edilemeyen, aşılamayan, sırlı ve evrensel yönüyle ölüm farkında olmasak da birçok kişisel ve toplumsal durum, olay ve olguyu şekillendirmektedir. Hayat ölümün gölgesinde sürmektedir denilebilir. İster medeni denilen insan olsun ister bir ilkel kabile insanı, ikisi de ölüm ve onun sonuçlarıyla ilgili benzer duygulara sahiptir. Malinowski’ye göre dinin kökeninde ölümün olduğunu daha önce belirtmiştik. O, “dinin bütün köklerinde, yaşamın son temel olayı -ölüm- büyük önem taşımaktadır… insan, yaşamını ölümün gölgesinde sürdürür…” der175. 174 175 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.117. Malinowski, a.g.e., s.42-43. 76 Malinowski cenaze törenlerinde bütün dünyada şaşırtıcı bir benzerlik olduğu kanaatindedir. “Ölüm yaklaşınca en yakın akrabalar, kimi zaman bütün topluluk ölüm döşeğindeki kişinin çevresinde toplanır. Ve ölüm, soya ilişkin herkesin katıldığı bir olay haline geliverir”176. Dolayısıyla ona göre ‘akrabaların toplanması, ölünün etrafında kalabalıklaşma, aynı sülaledeki insanlarda görülen derin üzüntü, ölüye karşı takınılan saygılı tavır… gibi birçok davranış’ hemen tüm dünya toplumlarında ortaktır denilebilir. Her ne kadar Malinowski ortak tutumları belirtse de ölümle ilgili tikel durumları da göstermiştir. Bu durumun en uç örneğini ölü etini yeme, onun tabiriyle “cenaze yamyamlığı” denen davranışta görürüz. “Bu, son derece büyük bir tiksinti ve dehşetle yerine getirilir ve çoğunlukla da ardından şiddetli bir kusma gelir. Aynı zamanda da en yüksek saygı, sevgi ve bağlılık edimi olarak değerlendirilir”177. Malinowski’ye göre, ölüm her toplum için çok ciddi bir olay, topluluğun farklı bir hâleti ruhiyeye bürünmesine ve günlük rutin işlerin kesilmesine neden olan bir olgu olsa da önemli fonksiyonları da beraberinde getirmektedir. Bu durumun temel sebebinin ölümsüzlük inancı olduğu söylenebilir. İnsan ölüm karşısında korku duyar. Ölümün bir son, bitiş ve yok oluş olduğunu kabul etmek istemez. Birçok dinde ölüm ‘son durak’ değildir. Sadece geçilen bir duraktır. Değişik biçimlerde de olsa insanın ebediliği tabiri caizse ölümsüzlüğü dinlerin kabul ettiği bir düşüncedir. Eğer ölümsüzlük düşüncesi olmasaydı, ölüm sıradan bir hareket, olgu, eşya… konumunda olacaktı ve fonksiyonlarından söz etmek mümkün olmayacaktı. Bu gerçekten hareketle Malinowski de ölümün fonksiyonlarından bahsetmeden önce ilkellerdeki ölümsüzlük düşüncesine vurgu yapar. “İlkel… ölüm karşısında büyük korku duyar. Onu bir son olarak kabul etmek istemez. Kesin bir bitişi, yok olmayı düşünmeye dayanamaz”178. Malinowski, incelemiş olduğu ilkel toplum üzerinden yaptığı yorumlarında ölümün grup üzerindeki etkileri ve fonksiyonlarıyla ilgili şunları söylemektedir: 176 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.44. Malinowski, a.g.e., s.45. 178 Malinowski, a.g.e., s.46. 177 77 “…bir erkeğin ya da bir kadının ölümü önemli bir olaydır... küçük topluluk ciddi biçimde etkilenmiştir… ölüm, ilkel bir toplum için bir üyenin kaybından çok daha fazlasını ifade eder. Yaşama içgüdüsünün derinliklerindeki güçlerinden bir kısmının harekete geçirilmesi bile grubun bütün birliğini ve dayanışmasını tehdit eder.”179. Görüldüğü gibi ölüm, bir taraftan toplumda normal akışı kesintiye uğratan disfonksiyon görüntüsü verse de topluluğun bir araya gelmesi ve dayanışmasını yeniden kurmasıyla çok ciddi iki fonksiyon icra etmektedir. Eğer ölüm karşısında tam bir boyun eğme durumu olsaydı ölümün bu fonksiyonlarından bahsetmek mümkün olamayacaktı. 2.2.3 RUH ve YENİDEN DİRİLİŞ Ölümle iç içe geçmiş konulardan birisi de ruhtur. Gerek felsefi gerek dini olsun, ruh insan için son derece gizemli ancak merak uyandıran bir konudur. Bir yerde ölümden bahsedilip ruhtan bahsedilmemesi neredeyse mümkün değildir. Gerek sosyolojik gerek antropolojik araştırmalar toplumlarda ölümle ilişkili konuların en önemlilerinden birinin ruh konusu olduğunu apaçık şekilde ortaya koymuşlardır. Bu bağlamda, Malinowski de araştırma yaptığı bölgenin insanlarının ruhla ilgili görüşleri ve inançlarını incelemiştir. O, alan araştırmasındaki dinle ilgili notlarında belki de en fazla ayrıntıyı yerlilerin ‘baloma’ dedikleri ruhla ilgili konuda vermiştir. Konuya ruhun nasıl bir şey olduğunu inceleyerek başladığı görülmektedir. “Baloma (ruh) nasıldır? Bedeni bizimki gibi midir, farklı mıdır? diye sorulabilir. Bu sorulara verilecek cevap hemen her zaman şu olacaktır: Baloma sudaki yansıma gibidir”180. Her ne kadar yerliler bu cevabı vermiş olsalar da ruhlara yükledikleri taş atma, saldırma, yüksek sesle bağırma gibi özellikleri de ona yükleme eğilimindeler diye belirtmektedir Malinowski. Hatta yerliler için “eğer baloma bir yansımaysa nasıl yüksek sesle bağırabilir… nasıl taş atabilir? gibi sorularla metafizik olarak 179 180 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.48-49. Malinowski, a.g.e., s.177. 78 köşeye sıkıştırılırlarsa aşağı yukarı şöyle yanıtlarlar: Bak, baloma gölge gibidir ama tıpkı insan gibi davranırlar”181 diye eklemiştir. Dolayısıyla ruhun ne olduğuyla ilgili bilgiler konusunda sınırlı bir çerçevenin dışına çıkamadığını “onlarla tartışmak zordu” diye itiraf etmektedir182. Malinowski, Trobriand bölgesindeki alan araştırmasının ruh inancıyla ilgili bölümünde (ruhun neliği konusu dışında) görebildiğimiz kadarıyla temelde iki soru etrafında cevaplar aramıştır: ‘Ölümle bedenden ayrılan ruh nereye gitmektedir?’ sorusu ve ‘ruh ölümsüzse (ki o bölge insanı buna inanıyordu) ölümle başlayan süreçte ruh neler yapmaktadır?’ sorusu. Bu sorular çerçevesinde yaptığı araştırma ve gözlemlerini eserlerinde ruhla ilgili müstakil bölümler açarak anlatmıştır. Ruhun yolculuğuyla ilgili anlattıkları Malinowski’nin üzerinde durduğu ilk sorunun cevabı niteliğindedir: “Baloma (ruh) Tuma’da [bir ada] belirli, kesin olarak tanımlanmış bir yaşam sürdürüyor, zaman zaman köyüne geri dönüyor… Köyü terk edince balomanın kendisi için yas tutan insanlarla bağlantısı kesilir… Yüreği acılıdır ve geride bıraktıkları için üzülür. Tuma kumsalında Modawosi denen bir taş vardır. Baloma bunun üstüne oturup ağlar… Az sonra diğer balomalar onu duyarlar. Bütün akraba ve dostları yanına gelir. Çevresine çömelip yakınmasına 183 katılırlar” . Ancak daha sonra ruh yer altındaki bundan sonra oturacağı köye gider. Her zaman akrabalarından birkaçını bulur. Bunlar onun için bir ev buluncaya ya da yapılıncaya kadar onun yanında kalırlar. Ruh her durumda Tuma’da mutlu bir varoluşa teslim olur ve yeniden geri dönünceye dek bundan sonraki yaşamını burada geçirir184. 181 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.178. Malinowski, a.g.e., s.179. 183 Malinowski, a.g.e., s.161-162. 184 Malinowski, a.g.e., s.168-169. 182 79 Yukarıdaki satırlara baktığımızda o bölge insanının ruhla ilgili görüşlerinin derin düşüncelerden uzak, akla gelebilecek bir sürü soruyla hiç ilgilenmeyen yüzeysel bakışla oluştuğu görülmektedir. Daha sonra üzerinde duracağımız sorularla ilgilenmeyen bir ruh düşüncesini sade bir anlatımla veren Malinowski ölümden sonrasıyla ilgili sadeliği de şöyle anlatmaktadır: “Ölümden sonra hiçbir mahkeme yok. Yaşama ilişkin hiçbir hesap istenmiyor. Atlatılması gereken hiçbir sınav ve genelde bu yaşamdan diğerine giden yolda hiçbir zorluk yok”185. Özellikle Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ölüm ötesi anlatımıyla hiç benzerlik göstermeyen bu düşüncelerde tam olarak tikel bir görünüm ortaya konulmuştur diyebiliriz. Ölümden sonra ruhun yaşadıkları öylesine bu hayatta yaşadıklarına benzer ki âdeta yaşadığı hayatın hiçbir zaman dışına çıkmaz. Sadece -yine bu dünyada olmak kaydıyla- başka bir adada yaşarlar. Ancak bu yaşantı da ebedi değildir ve anlatımlar bizi reenkarnasyon inancını irdelemeye götürmektedir. Reenkarnasyon genellikle ilkel dinlerde ve Hint dinlerinde görülmektedir. Bu inanç ruhun ölümsüzlüğünü temel alır. “Beden öldüğünde ruh bir başka bedende yeniden doğar… Ruh bir önceki yaşamla bir sonraki yaşamı arasında paralellik kurar. Buna göre bir önceki yaşamında kötülük yapmış olan kişi, bir sonraki hayatında kötü bir insan veya hayvan şeklinde olabilir. İyilik yapmış olan kişi de tanrı bile olabilir”186 şeklinde açıklanabilecek reenkarnasyon farklı şekilde Trobriand inanç sisteminde de bulunmaktadır. Ruhla ilgili yukarıda verdiği bilgiler eşliğinde Malinowski, reenkarnasyon süreciyle ilgili diğer anlatımlarında durumu şöyle tasvir eder: “Her durumda balomanın Tuma’daki yaşamının sonu, onun yaşam dolaşımında önemli bir dönüm noktasıdır… Baloma yaşlanınca dişleri dökülür, cildi pörsüyüp buruşur. Sahile gidip tuzlu suda yıkanır. Böylece tıpkı yılanların yaptığı gibi deri değiştirip küçük bir çocuğa daha doğrusu bir embriyoya (waiwaia) dönüşür. Bir baloma kadın bu embriyoyu görür, yerden alır, bir sepete ya da katlanmış bir hindistancevizi yaprağına koyar. Küçük varlığı köye 185 186 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.166. A.Bülent Baloğlu, Reenkarnasyon, Ankara: Kitabiyat Yay., 2001, s.17. 80 (Kiriwana’ya) götürüp vajina yoluyla bir kadının karnına sokar. Böylece kadın gebe kalır”187. Reenkarnasyonla ilgili yukarıdaki düşünceler bir takım uzantıları da beraberinde getirmektedir. “(Adaların) batı kıyılarındaki bütün köylerde yetişkin kızlar, yıkanırken belli güvenlik önlemleri alıyor. Ruh çocukların deniz köpüğünde veya dukupi denen bazı taşların içinde saklandıkları kabul ediliyor… Evli bir kadınsa gebe kalmak istediği zaman, saklı bir ruh çocuğun, bedenine girebilmesini sağlamak için dukupi denen taşı kırabiliyor”188. Bu noktada üreme konusunda babanın rolü hakkındaki Trobriand yerlilerinin düşüncesi de önem kazanmaktadır. Zira üremede babanın onlara göre hiçbir etkisi yoktur189. Peki reenkarnasyon inancının toplumsal boyuttaki yansımasında neler görülmektedir? Malinowski olayın daha ziyade bireysel etkisi olduğu kanaatindedir: “Reenkarnasyon, genel ve popüler bir inanç olmasına ve herkesçe bilinmesine rağmen, toplumsal yaşamda önemli bir rol oynamıyor”190. Tam bu noktada ölüm sonrasıyla yakın ilişkisi olan cennet ve cehennem konusuna değinilmesi yerinde olacaktır. Cennet ve cehennem konusu, ölümden sonra bir hesap gününün olacağını düşünen toplumlarda görülmektedir. Ancak ilginç bir şekilde her ne kadar reenkarnasyon inancı hâkim olsa da, Malinowski, Trobriand yerlilerinin inancında cennet olarak değerlendirilebilecek bir yaşamdan da söz etmektedir. Bu yaşamda “…ölümden sonra hiçbir mahkeme yok. Yaşama ilişkin hiçbir hesap istenmiyor. Atlatılması gereken hiçbir sınav ve genelde bu yaşamdan diğerine giden yolda hiçbir zorluk yok”191. Trobriand’da bu durum herkes için geçerlidir. 187 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.236-237. Malinowski, a.g.e., s.239. 189 ‘Din-aile ilişkisi’ başlığında konuyu daha detaylı olarak ele alacağız. 190 Malinowski, a.g.e., s.241-242. 191 Malinowski, a.g.e., s.166. 188 81 Görüldüğü gibi Trobriand inancında cenneti andıran bu tasvirler reenkarnasyon inancıyla yoğrulmuş şekilde bulunmaktadır. Ancak biz Malinowski’nin eserlerinde bu kültürle ilgili her hangi bir cehennem tasviri yaptığına ise rastlamadığımızı belirtelim. Dolayısıyla cennet-cehennem konusu bir tikellik örneği oluşturmaktadır. Buraya kadar incelemiş olduğumuz açıklamalardan reenkarnasyon inancının o kültürde bazı farklı noktalarıyla ön planda olduğunu yani tikel özellik gösterdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ruhun, yeniden dirilişin temelini de reenkarnasyon inancı oluşturmaktadır. 2.2.4 MUCİZE ‘Peygamberlerin kendilerine inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek amacıyla Allah'ın iznine bağlı olarak gösterdikleri, insanları hayran bırakan, tabiatüstü sayılan olaylar’ diye tarif edebileceğimiz mucize, dinlerin ortak konularından biridir. Mucizesiz inanç yoktur diyebiliriz. Mucizelerin ilahi dinlerde peygamberlikle yakın ilişkisi olduğu bilinmektedir. Ancak ilkel dinlerde durum farklıdır zira bu dinler peygamberlik mefhumunu barındırmazlar. Peygamberlerin yerini burada görece olarak büyücülerin aldığı söylenebilir. Kanaatimizce -mesela İslam’ı örnek olarak ele alırsak- İslam’daki peygamber, evliya ve âlim kategorilerinin üçünü de ilkel din ‘büyücü’ tipinde birleştirmiş görünümü vermektedir. Peygambere ait olan mucize, evliyaya ait olan keramet ve âlimle özdeşleşen bilgi tek noktada yani büyücüde toplanmaktadır. Malinowski de ilkel toplumun tüm bu kategorileri büyücüde birleştirdiğini ve ayrı kategorilere gerek görülmediğini söyler gibidir. “Büyücünün kişisel ünü önemlidir ve ilginç görüngünün nedeni budur. Buna ‘bilinen büyü mitolojisi’ denebilir. Her büyük büyücünün çevresinde, onun mucizevî iyileştirmelerine ve öldürmelerine, aşk konusundaki kazanımlarına, zaferlerine ve fetihlerine ilişkin öykülerden doğmuş bir azizlik hâlesi vardır. Her ilkel toplumda böyle öyküler büyü inancının omurgasını oluşturur. Çünkü büyünün mucizelerine ilişkin haberler, 82 herkesin kendi deneyimiyle desteklenerek onun iddiasını güçlendirir ve onu 192 her tür kuşkunun, her tür eleştirinin üstüne çıkarır.” Malinowski’nin örneklemler üzerinden ulaştığı . sonuçlarla ilgili yorumuna baktığımızda ilkel dinler her ne kadar mucize adıyla mucize, keramet ve bilgiyi birleştiriyor görünseler de gerçekte verilen örnekler (iyileştirme… gibi) mucizeden ziyade keramete yakın gibi durmaktadırlar. Bizim anladığımız mânâda mucizenin kevni olma yönü burada görülmemekte, kişisel yön ön plana çıkarılmaktadır. Dolayısıyla ilkel toplumlarda mucize önemli bir olgu olsa da onların mucize dediği şeyler bize göre keramet kategorisine yakın durmaktadır. 2.2.5 MİT Din sosyolojisinde ele alınan konulardan biri de mitoloji konusudur. Daha ziyade dinin kökenleriyle ilişkili olarak özellikle ilk dönem sosyologları tarafından üzerinde durulan konu, araştırmamızda Malinowski özelinde ele alınacaktır. İnanç konusunda görülebilecek en fazla tikellik örnekleri mitoloji alanında görülmektedir. Ancak her ne kadar mitolojiyle yakın ilişkili gibi dursa da masallar konusuna değinmeyeceğiz. Konuyla ilgilenenler Malinowski’nin eserlerinde dağılmış şekilde bulunan masalları araştırabilirler. Zira Malinowski’ye göre “masallar eğlence için, efsaneler (mitolojiler) ise güvenilir tanıklıkta bulunmak ve toplumsal ihtirası doyurmak içindir”193. Bunun dışında mitler “yalnız gerçek sayılmakla kalmayıp saygıdeğer ve kutsal da sayılmaktadırlar”194. Mitoloji (efsane) “bir toplumun ortak aklını içeren, milli kimliğin ve ortak yaşamın anahtar yönleriyle ilgili olan inançları açıklamak üzere anlatılan hikâye ve kıssa”195 diye tanımlanabilir. Mitolojiler daha ziyade evrenin yaratılışı, insanın kökeni, kâinatın geleceği, tanrıların kökeni, insanın geleceği… gibi konulara cevap ararlar. Bütün toplumların mitolojileri vardır ve o toplumun zihin ve duygu dünyasıyla ilgili 192 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.83. Malinowski, a.g.e., s.105. 194 Malinowski, a.g.e., s.105. 195 Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, s.71. 193 83 önemli ipuçlarını barındırmaları bakımından mitolojiler ayrıca değerlidirler. “Bu gerçek aracılığıyla da bugünkü yaşam, insanlığın yazgısı ve etkinlikleri belirleniyor ve bunun bilinmesi insana ayinsel ve ahlaki eylemler için motif verdiği gibi, bunların yerine getirilmesi için direktifler de veriyor”196. Mitolojilerin kökeniyle ilgili temelde iki görüş olduğu söylenebilir. Onu bilinçaltının bir süreci gibi düşünen görüş (çok bilinen örneği Freud’dur) ve onu gerçeğin yapısını kuran bir fenomen olarak kabul eden (en bilinen ismi Mircea Eliade’dır) görüş197. Günümüzde daha ziyade mitolojilerin toplumları uyandırmak, iç görüşü engelleyen olguları ortadan kaldırmak gibi fonksiyonları olduğu kabul edildiğinden mitolojiyi bilinçaltına indirgemek pek olası görülmemektedir. “… mit gerçekte boş bir rapsodi, budalaca düşüncelerin anlamsızca bir taşması değil, tersine, çok etkili, olağan dışı önemli bir kültürel güçtür”198. Daha net şekilde söyleyecek olursak “… İncil öyküsü, inanmış Hıristiyan için ne ifade ederse, mit de ilkeller için onu ifade eder”199. Malinowski’ye göre mitoloji çok önemli fonksiyonları olan bir olgudur. Bu fonksiyonlar sadece manevi kültür alanına da ait değildir ve kültürün bütünlüğünde maddi ve manevi alanların ikisine de nüfûz etmiştir: “İlkel, kendi mizacına göre gerek geçmişe gerekse de doğaya ilgi duymasına karşın, her şeyden önce bir dizi pratik faaliyetle meşguldür ve çeşitli zorluklarla savaşmak zorundadır. Onun asıl ilgisi bu genel, faydacı görüş açısına yönelmiştir. Soyun kutsal öğretisi olan mitoloji, ilkel insana yardımcı olan güçlü bir araçtır ve kültürel mirasıyla başa çıkmasını mümkün kılar”200. Mitolojilerin bir diğer fonksiyonunu “geçmişe dönük, hep bugüne ait canlı güncellik”201 olmalarında görebiliriz. “Mit ilkeller için ne kurmaca bir öykü ne de 196 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.106. Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, s.154. 198 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.95. 199 Malinowski, a.g.e., s.98. 200 Malinowski, a.g.e., s.95. 201 Malinowski, a.g.e., s.126. 197 84 ölü bir geçmişe ait haberdir. O, hâlâ kısmen yaşayan büyük bir gerçeğin canlandırılmasıdır”202. Malinowski’ye göre mitolojilerin önemli bir fonksiyonu da toplumsal gerilimi önlemesidir. “Mitin özellikle toplumsal bir gerilimin bulunduğu yerde göreve çıktığı açıktır. Büyük konum ve güç farklılıklarında, üstlük ve tâbilikte ve hiç kuşkusuz derin tarihsel dönüşümlerin yaşandığı yerde”203. Sonuçta mitolojilerin Malinowski’ye göre -en azından- maddi ve manevi kültüre yardımcı olan, geçmişi bugünde canlı tutan ve toplumsal gerilimleri azaltan fonksiyonları olduğu söylenebilir. Mitolojiler birçok konuda olabilir. Tanrı, evren, insan, kader, doğuş, ölüm, yaratılış… gibi konular mitolojilerin daha yoğun olduğu konulardır. Toplumdan topluma değişmekle birlikte yukarıda saydığımız konular temel mitolojik konulardır ve her konuyla ilgili toplumda mitolojilerin olmasını beklemek yanlış olur. Biz bu noktada Malinowski’nin ele aldığı Trobriand bölgesindeki mitolojiler üzerinde duracağız. Malinowski ilkel kabilelerdeki mitolojilerin yaratılış (doğuş), ölüm ve büyü mitleri olarak üç kategoride yoğunlaştığını belirtir204. Yaratılış mitlerini önceki bölümlerde ele aldığımız için205 burada ölüm ve büyü mitleri üzerinde duracağız. “Ölüm mitleri ve yaşamın kendiliğinden yinelenen döngüsü” başlığında Malinowski Trobriand yerlilerinin ölümle ilgili mitolojisini aktarır: Bir koyda yıkanan yaşlı kadın ruh, derisini değiştirip gençleşerek torununun yanına gelir. “Kız onu tanıyamadı. Korktu ve ona çekip gitmesini söyledi. Yaşlı kadın kırgın ve kızgın, yıkandığı yere geri gidip eski derisini aradı. Yeniden üstüne geçirip torununun yanına döndü. Bu kez kız onu tanıdı ve şöyle karşıladı: ‘Bir kız vardı burada, korktum kovdum 202 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.126. Malinowski, a.g.e., s.126. 204 Malinowski, a.g.e., s.111-146. 205 Bkz. Yaratılış başlığı. 203 85 onu’. Bunun üzerine büyükanne, ‘hayır’ dedi. ‘Sen beni tanımak istemedin. Öyle olsun. Sen yaşlanacaksın bense öleceğim’. Eve gitti. Kızı yemek hazırlıyordu. Yaşlı kadın kızına şöyle dedi: Artık derimi çıkarmayacağım. Hepimiz yaşlanacağız, hepimiz öleceğiz’. Bundan sonra insanlar deri değiştirip genç kalma yeteneklerini kaybettiler”206. Bu mitoloji ölümle ilgili Malinowski’nin anlattığı görebildiğimiz kadarıyla tek örnektir. İnanç konularıyla ilgili akli çıkarımlar yaparak konuya yaklaşmak pek doğru olmasa da bu anlatıma baktığımızda reenkarnasyon inancıyla belli bir uyum dikkatimizi çekmektedir. Deri değiştirip gençleşme figürü bu noktada ilginçtir. Ancak yerlilerin inancında daha önce belirttiğimiz gibi reenkarnasyon inancı egemen olduğu için ölmek ve daha sonra yeniden dünyaya gelmek merkezi bir yer tuttuğundan sanki gençleşme bu durumu kesintiye uğratan bir figür gibi gözükmekte ve mitolojinin sonunda bu yeteneğin ortadan kalktığı belirtilmektedir. Ancak sonuçta ölümle ilgili anlatımlar akıldan ziyade duyguyla ilgilidir: “İlkel ister kendisininki ister sevdiği insanlarınki olsun, ölüm karşısındaki gerçek duygulanımsal davranışında yalnız inancı ve mitolojik tasarımları tarafından yönlendirilmez. Ölüm karşısındaki büyük korkusu, onu uzaklaştırma doğrultusundaki güçlü isteği ve sevdiği akrabalarının ölümünde duyduğu derin acı, ilkellerin törelerindeki, düşüncelerindeki ve ayinlerindeki iyimser inanca, öbür dünyanın kolayca ulaşılabilirliğine uygun düşmez. Ölüm bedene girdikten sonra ya da ölümün tehdit ettiği bir anda, istikrarsız bir inancın belirsizliği ve parçalanmışlığı görülür”207. Ölümle ilgili mitlerde olduğu gibi büyüyle ilgili mitler de Malinowski’nin ayrı başlık açarak üzerinde durduğu bir konudur. Büyüyü başlı başına ayrı bir bölümde ele alacağımız için burada sadece büyü mitleri konusuna değineceğiz. Antropologların belki de en fazla dikkatini çeken konu olan büyünün birçok çeşidi vardır ve “hemen hemen bütün büyü türlerinde, [o büyü türünün] varoluşunu 206 207 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.128-129. Malinowski, a.g.e., s.140. 86 açıklayan bir öykü buluyoruz”208. Malinowski büyü mitlerinden kökenle ilgili şu olayı aktarır: “İki genç insan anneleriyle birlikte bir köyde yaşıyorlarmış ve kız bir rastlantı sonucu, erkek kardeşinin başka kız için hazırladığı güçlü bir aşk iksirini içmiş. Tutkudan çılgına dönmüş durumda kardeşini izlemiş ve ıssız bir koyda onu baştan çıkarmış. Utanç ve pişmanlık içinde ikisi de ne yemiş ne içmişler ve bir mağarada birlikte ölmüşler. Birbirlerine sarılmış iskeletlerinden hoş kokulu bir ot bitmiş. Bu ot, aşk büyüsüne karıştırılan maddeler içindeki en güçlü bileşendir”209. Büyü mitleriyle ilgili Malinowski sadece bu örneği vermez. Büyünün alanı çok geniştir ve ilkel toplumlar gelecekleriyle ilgili ihtimal barındıran her konuda büyüye başvururlar. Fide dikiminden balıkçılığa, ticaretten hastalığa, savaştan aşka kadar yüzde yüz kendi kontrolü altında olmayan her alanın özel büyüleri vardır210. Büyü âdeta bu ihtimalleri sıfırlamak ve sonucu garantiye alma adına yapılmaktadır diyebiliriz. Bu gibi durumlar mitolojilerin fonksiyonlarına da bakmamızı gerekli kılmaktadır. Malinowski’ye göre “mit ne saf bir anlatı ne bir bilim türü, ne bir sanat ya da öykü dalı, ne de açıklayıcı bir anlatıdır. O, geleneğin özüne ve kültürün sürekliliğine, yaşlılık ve gençlik arasındaki ilişkiye ve insanın geçmişine karşı tutumuna sıkı sıkıya bağlı kendine özgü bir fonksiyon görür”211. Ayrıca: “Mit asla bilimsel ilgiyi doyurmaya yönelik bir açıklama değil, toplumsal gereksinimlere ve isteklere dayalı, dahası, pratik gereksinimlere yardım eden, dinsel gereksinimleri ve ahlaksal özlemleri derinden doyurmaya yönelik eski bir gerçekliğin yeniden anlatılmasını oluşturuyor. İlkel uygarlıkta mit kaçınılmaz bir fonksiyonu yerine getiriyor: inançları yükseltiyor, bir düzene koyuyor, dile getiriyor. Ahlakı koruyor ve kayırıyor. Âyinin etkinliğini 208 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.144. Malinowski, a.g.e., s.145. 210 Malinowski, a.g.e., s.141. 211 Malinowski, a.g.e., s.150. 209 87 güvence altına alıyor ve insanın davranışı için pratik kuralları içeriyor. Demek ki mit, insan uygarlığı için yaşamsal bir katkı maddesini oluşturuyor. Bir masal güvercini değil, önemli bir ağırlığı olan etkin bir güç. Akla uygun bir açıklama ya da sanatsal bir düş gücü olmaktan uzak ama inancın ve ilkel ahlaksal bilgeliğin pragmatik bir şartını temsil ediyor”212. Sonuçta mitler toplumlar için benzer fonksiyonları icra etseler de farklı anlatımlarıyla tikelliğin önemli örnekleri olarak kabul edilebilir. Dünyanın farklı yerlerinde farklı zamanlarda yaşamış insanların benzer mitolojileri anlatması213 konu olarak benzerlik göstermektedir. Ancak olayların kurgusu kesinlikle tikellik örnekleriyle doludur. Mitolojiler her ne kadar ilginç olsalar da belki de onun kadar ilginç olan bir konu daha vardır: Büyü. 2.3 MALİNOWSKİ’YE GÖRE BÜYÜ Genel olarak “belli sonuçları elde etmek amacıyla doğaüstü sayılan güçlerin yardımına başvurmak veya doğada bulunan gizli güçleri ya da varlıkları etkilemek suretiyle yapılan ve belli usulleri olan bir dizi törensel uygulamaları ifade eden kavram”214 şeklinde tanımlayabileceğimiz büyü, ilkel kültürlerin vazgeçilmez özelliklerindendir. Büyü, ilkel kültürlerde ritüelin yerine kullanılmaktadır yani “bir inanç konusudur”215 ve bu sebeple antropoloji kitaplarında büyüyle ilgili bir bölüm mutlaka bulunur. Büyüyle din arasındaki ilişki antropologların tartışma konularından biriydi. Özellikle James Frazer’in dinle büyüyü ayrı kabul etmesi bu alanda araştırma yapanları etkilemiş olsa da günümüzde antropologlar dinle büyüyü ayrı görmek bir yana 212 Malinowski, İlkel Toplum, s.103-104. Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.709. 214 Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, s.43. 215 Marcel Mausse, Sosyoloji ve Antropoloji, Çev.: Özcan Doğan, Ankara: Doğu-Batı Yay., 2005, s.142. 213 88 büyüyü dini ayinlerin bir parçası olarak kabul ederler216. Hatta dinle büyü öylesine iç içedir ki bir inancın eşlik etmediği büyü bulmak imkânsızdır217. Bu bölümde biz Malinowski merkezli olarak büyünün özellikleri, fonksiyonları, büyücülük ve büyü-bilim ilişkisi üzerinde duracağız. 2.3.1 BÜYÜNÜN ÖZELLİKLERİ Büyü, özel amaçları elde etmeye yönelik olarak doğaüstüne atıf yapma eylemidir. Büyü yapılırken istenilen etkiyi sağlamak için eylem taklit edilir218. Mesela “… aşk büyüsünde, büyüyü yapan kişi… bir aşığın hareketlerini taklit eder. Savaş büyüsünde çoğunlukla hiddet, saldırma isteği, tutku biçimini almış savaşma arzusuna ait heyecanlar canlandırılır”219. Buna taklidi büyü denmektedir220. Büyünün bir başka özelliği taklidi büyünün ötesi diyebileceğimiz bir türünde açığa çıkar. Buna temas büyüsü denir221. Buradaki mantık “bir insanla bir zamanlar temasta bulunan bir nesneye yapılan her şey o kişiyi etkileyecektir” mantığıdır222. Malinowski’nin diliyle söylersek “…kara büyüde sivri uçlu tehlikeli nesneler, kötü kokan zehirli maddeler; aşk büyüsünde güzel kokular, çiçekler, heyecan veren uyarıcılar; ekonomik amaçlı büyüde ise değerli şeyler kullanılır”223. İlk dönem antropologların merak ettiği konulardan biri de büyünün kökeniydi. Bu konu büyünün gerçekte bir başka özelliğini de içermektedir. “Büyü hiçbir zaman doğmaz, hiçbir zaman oluşturulmaz ya da keşfedilmez… kısaca büyünün tarih öncesi varlığına inanış evrenseldir”224. 216 Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.671. Malinowski, İlkel Toplum, s.111. 218 Conrad Phillip Kottak, Antropoloji: İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış, Çev.: Komisyon, Ankara: Ütopya Yay., 2008, s.468. 219 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.70. 220 Kottak, a.g.e., s.468. 221 Kottak, a.g.e., s.468. 222 Kottak, a.g.e., s.468. 223 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.71. 224 Malinowski, a.g.e., s.74. 217 89 Büyüyle ilgili genelde kafalarımızda oluşmuş ‘büyücülerin istedikleri gibi hareket ettikleri’ ve ‘kendi toplumları tarafından denetlenme durumlarının olmadığı’ düşüncesi büyünün diğer bir özelliğinde açığa çıkmaktadır. “Büyü yalnız cisimlenişinde değil içeriğinde de insanidir… yani büyü doğanın gözlenmesiyle ya da yasalarının bilinmesiyle ortaya çıkmaz, o, insanın doğal ilk servetidir. Yalnızca teslim alınarak elde edilebilir ve onun aracılığıyla insanın özerk yaratıcı gücü gerçekleşir. Şu halde büyü gücü, her yerde hüküm süren ve istediği ya da gerektiği her yere yayılan evrensel bir güç değildir. Büyü tekil, özel bir kudret; türünde tek, yalnız insanın içinde bulunan, yalnız büyü sanatıyla serbest bırakılabilen, kendini sesiyle ifade eden ve ayinin uygulanması yoluyla aktarılan bir güçtür… bu yüzden büyücü her tabuya uymak zorundadır. Yoksa tılsım bozulabilir”225. Büyünün belki de en önemli özelliği onun bir amaca yönelik olarak yapılmasıdır. Bu durum büyüyü dinsel törenlerden kısmen ayırır. “Büyüsel işlemde temelde yatan düşüncede hedef her zaman açık, basit ve tanımlıyken, dini törenlerde daha sonraki bir olaya yönelmiş hiçbir niyet yoktur”226. Büyünün belli bir amaca yönelik olması her ne kadar onu ritüellerden kısmen ayırsa da dinle büyü arasındaki benzerlikler çok fazladır. “Gerek büyü gerekse de din, duygulanımsal gerilim durumlarında oluşur…yalnızca mitolojik geleneğe dayanır ve her ikisi de mucizeler gösteren güçlerinin sürekli olarak açıldığı mucizevî bir atmosferde var olurlar. Her ikisinin de eylemleri, dünyevi evrenin eylemlerinden farklı olarak tabular ve kurallarla çevrilidir”227. Büyünün sonraki nesillere aktarımı da büyünün özellikleri arasında zikredilmelidir. Büyü formülleri kuşaktan kuşağa geçer. Babasoylu toplumlarda babadan oğula, anasoylu toplumlarda ise dayıdan yeğene228. 225 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.75. Malinowski, a.g.e., s.32. 227 Malinowski, a.g.e., s.88. 228 Malinowski, a.g.e., s.213. 226 90 Toparlayacak olursak büyü doğaüstüne atıf yapan, kökeni belirsiz, tekil, amaca yönelik, birçok noktada dine benzeyen, formülleri nesilden nesile aktarılan bir olgudur. 2.3.2 BÜYÜNÜN FONKSİYONLARI Bir olgu toplumda bulunuyorsa, kanaatimizce mutlaka belli fonksiyonları olduğundan bulunuyordur. Az veya çok fonksiyon icra etmeyen olgunun toplumda bulunması anlamsızdır. İlkel toplumlardaki önemli olgulardan olan büyü de belli fonksiyonları bulunan bir olgudur. Büyünün belki de en önemli fonksiyonu onun krizleri aşmada kişiye verdiği destekte görülebilir. “Büyü insana bir miktar, belirlenmiş ayinsel sahne ve inanç hükmü, belli bir zihinsel ve pratik yöntem sunuyor; ve bu, her önemli uğraşta, tehlikeli durumların ve kritik anların aşılmasını sağlıyor… Büyü insan için güvenin kuşkudan, direncin kararsızlıktan daha değerli olduğunu ifade eder”229. Büyünün diğer bir fonksiyonu rastlantısal konulardaki olaylardan takip edilebilir. İlkel toplumlar her zaman büyü yapmaz. Kendi kontrolünde olan ve garanti gördükleri noktada hiçbir yerli büyüye başvurmaz230. Olumsuzluk ihtimali, büyü yapılma sebebidir. “Balıkçılık, özellikle de şansa bağlı olduğunda ve ciddi riskler taşıdığından, ustaca bir büyü sistemiyle donatılmıştır… Sakin lagünlerde ya da hiçbir tehlikenin bulunmadığı kıyılarda kullanılan küçük kanolar büyüden tamamen kurtulmuştur”231. Bütün bu fonksiyonlarının yanında Malinowski büyünün sosyolojik fonksiyonuna da dikkat çeker: “… büyü çok önemli bir sosyolojik fonksiyonu yerine getiriyor… işin 229 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.91. Bu duruma verilebilecek bir örneği tarımda yapılan büyülerde görebiliriz. Birçok olumsuz ihtimalin gerçekleşebilme şansı olduğundan ilkel toplumlar tarımda büyüye çok yer verilir. Bkz. Bronislaw Malinowski, Coral Gardens and Their Magic, London: Allen&Unwin, 1935, s.15-27. 231 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.207. 230 91 örgütlenmesinde ve sistemli bir şekilde düzenlenmesinde etkin bir öğeyi oluşturuyor. Ayrıca oyunların oynanmasında da başlıca denetim yolunu oluşturuyor”232. Büyünün krizi aşmada ve rastlantısal konularda bireye destek vererek çok ciddi fonksiyonları yerine getirdiği bir gerçektir. Bu noktada ‘neden büyü?’ sorusu sorulabilir. Başka olgular bu fonksiyonları yerine getiremez mi? Bu soruya verilebilecek yanıt en kısa şekilde ‘neden olmasın?’ biçiminde olabilir. Çünkü ister ilkel olsun ister modern, her insan başına gelebilecek ve kriz yaratacak ihtimallerin sayısının çok fazla olduğunu bilir. Ancak insanın yaşadığı krizleri atlatabilecek teknik sayısı son derece sınırlıdır. Büyü bu anlamda acizliğimizin de güzel bir göstergesidir. Aynı zamanda da son derece mantıklıdır. Zaten krizi atlatma bilinen her hangi bir teknikle olabiliyorsa ilkel insan bile o tekniği kullanmaktadır. Ancak kendini aştığı durumlar büyünün kullanıldığı durumlar olmaktadır. Büyü, sanılanın aksine sadece ilkel toplumlara özgü değildir. Modern toplumlarda da az da olsa büyüye başvuranların olduğu bilinmektedir. 2.3.3 BÜYÜCÜLÜK Büyünün olduğu yer aynı zamanda büyücüyü de gerektirir. Zira her büyünün kendine özgü formüllerinin olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bu formüller herkes tarafından değil sadece büyücü tarafından bilinir ve uygulanır. Biz burada Malinowski’nin büyücülükle ilgili görüşlerini ele alıp medyumlukla karşılaştırıp değerlendireceğiz. Bronislaw Malinowski yaptığı araştırmalarında büyücülerle ilgili şu tasviri yapar: “Trobriand Adaları’nda büyücülük, sayıları pek fazla olmayan uzmanlar tarafından yapılmakta. Bunlar genellikle üstün zekâ ve seçkin kişiliğe sahip olan ve bu sanatı edinmek için bazı tılsımlı sözler ya da formüller öğrenmek, bazı koşullara boyun eğmek durumunda bulunan kişilerdi. Sahip oldukları büyü yapma yetkisini 232 Malinowski, İlkel Toplum, s.148. 92 kendileri adına kullanıyor, aynı zamanda bir bedel karşılığı aynı şeyi başkaları için de yapıyorlar”233. Büyünün bu kadar etkin olması büyücülerin konumunu da ön plana çıkarmaktadır. Toplumun etkili kişilerinden olan büyücülerin durumunu Malinowski şöyle betimler: “Büyücünün konumu ilk bakışta, kötüye kullanmaya ve şantaja elverişli bir konum gibi görünmektedir… Büyücülük görevi kişiye yetki ve servet kazandırmakta, onu etkili, söz sahibi konuma getirmektedir. Büyücü de bu ayrıcalığı kendi amaçlarının gerçekleşmesinde araç olarak kullanmaktadır. Ne var ki çirkin suçlamalar, onur kırıcı savlar, ona yarardan çok zarar getirmekte ve büyücünün kural olarak çok ılımlı bir kişilik kazanmasına neden olmaktadır”234. Yukarıdaki tasvire baktığımızda büyücülüğün gerçekte toplum kontrolüyle nasıl yakın ilişkide olduğu görülmektedir. Büyücüler ‘kafalarına göre takılabilen’ kimseler değildir. Aslında buna gerek de yoktur. Para ve makam olarak gerekli tatmine ulaşmış durumda olduklarından insanların kendileriyle ilgili yargıları onlar için daha önemli konumdadır. Görevlerini manipüle etmeleri kendi aleyhlerinedir. Zira her an gözlenmektedirler. Bu noktada ‘büyücülük toplum için faydalı mıdır?’ sorusu sorulabilir. Bu soruya çeşitli cevaplar verilebilse de temelde bir fonksiyonalist olan Malinowski’nin yanıtı olumludur. “Melanezya’da ve başka yerlerde büyücülüğün suçun başlıca kaynağını oluşturduğu öne sürülmüştür. Benim kişisel olarak tanıdığım Melanezya’nın kuzey doğusuna gelince, bu görüşün, durumun yalnızca bir yönünü dile getirdiğini söyleyebilirim. Büyücü güçlü, varlıklı olduğundan genelde ılımlı bir yolu tutuyor… (büyücülük) nasıl işlerse işlesin, ilkel toplum için büyük bir değere sahip iyilikçi bir etken sayılabilir”235. 233 Malinowski, Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, s.97-98 Malinowski, a.g.e., s.98-99. 235 Malinowski, İlkel Toplum, s.62-68. 234 93 Toplumdaki insanların yardımına koşmanın, geleneğin sürdürülmesinin yanında büyücülüğün başka fonksiyonlarından da söz edilebilir. Bunlardan biri ‘başımıza gelme ihtimali olan sayısız olumsuzluğun açıklamasındaki’ rolünde görülebilir. İnsanlık henüz birçok krizini açıklamayı başarabilmiş değildir. Büyücülük bu noktada öyle ya da böyle yaptığı açıklamalarla kişisel tatmin sağlamaktadır236. Büyücülüğün bir başka fonksiyonu, ‘kişinin davranışlarını kontrole zorlamasında’ ortaya çıkar. Hem büyücü hem de toplum devamlı birbirlerini gözlediğinden belli davranış kalıplarının dışına çıkma ihtimalleri düşüktür. Bu durum toplumdaki istikrarın bir başka sebebidir237. Sonuçta büyücülüğün toplum için belli fonksiyonları olduğunu söyleyebiliriz. 2.3.4 BÜYÜ-BİLİM-DİN İLİŞKİSİ Büyünün bilimle olan ilişkisi özellikle James Frazer’in görüşleri sonrasında tartışılmaya başlanmış bir konudur. O, büyüyle din arasında ayrım yapar. O’na göre din “insan yaşamını ve doğayı denetlediği ve yönettiğine inanılan üstün güçlerin öfkesini yatıştırma ve onlarla uzlaşma çabasıdır. Büyü ise, algılanan bazı doğa kanunlarının, çıkarlar doğrultusunda yönlendirilmesine yönelik bir girişimdir. Aynı nedenlerin aynı sonucu doğuracağından büyücünün hiç şüphesi yoktur. Bundan dolayı Frazer büyüyü sahte din olarak nitelendirir. Çağdaş bilimden farkı, olaylar dizisini yöneten bazı yasaların yanlış anlaşılmış olmasıdır”238. Frazer’in bu görüşleri etrafında yorumda bulunan kişilerin başında belki de Malinowski gelmektedir239. Yazmış olduğu “Büyü, Bilim ve Din” adlı eseri bir anlamda bu üç alanın sınırlarını göstermeye yöneliktir denilebilir. Biz bu bölümde Malinowski’nin bu üç alanın sınırlarıyla ilgili görüşleri üzerinden konuya yaklaşıp günümüzde sosyal antropologların kabullerini belirteceğiz. 236 Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.675. Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.675. 238 Frazer’dan aktaran, Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.671. 239 James Frazer, Malinowski’nin hocasıdır. 237 94 Malinowski, “Büyü, Bilim ve Din” adlı eserine bu üç alanın tasviriyle başlar. “Ne kadar ilkel olursa olsun, dinsiz ve büyüsüz halk yoktur. Ama, bu yeteneklerinin sık sık yadsınmasına karşın, bilimsel tutumu olmayan ya da bilimsiz ilkel halk da yoktur. Güvenilir ve yetkili gözlemcilerce incelenen her ilkel toplulukta, birbirinden net olarak ayırt edilebilen iki alan bulunmuştur: Kutsal alan ve dünyevi alan. Başka sözcüklerle söyleyecek olursak büyü ve din alanı, bilim alanı”240. İlkel kültürlere bakıldığında sosyal antropologların belki de ilk yanılgısı bu kültürlerin tamamen dini etki altında olduklarını sanmalarıydı. Ancak yapılan alan araştırmaları Malinowski’nin belirttiği gibi insanın bulunduğu her yerde olan iki alanın varlığına işaret ediyordu. Günümüzde artık kutsal ve dünyevi alan ayrımı her kültür için kabul edilmektedir. Ancak bu iki alan tamamen de birbirinden bağımsız değildir. Bu çerçeveden sonra büyünün bilimle ilişkisine Frazer özelinde değinen Malinowski konuyu biraz daha açar: “İlkel insan her şeyden önce pratik nedenlerden ötürü doğa süreçlerini denetimi altına almaya çalışır… Ancak çok sonra kendi büyü gücünün sınırlarını öğrendiği zaman… yüce güçlere seslenme arasındaki bu ayrışmada Frazer, dinle büyü arasındaki farkı görür. Eğer doğayı sihirli biçimde yöneten yasalar biliniyorsa, insanın doğaya doğrudan egemen olabileceği inancına dayanan büyü, bu yönüyle bilime akrabadır. Bazı bakımlardan insan acizliğinin itirafı olan din ise, insanı, büyüden daha yüksek bir düzeye çıkarır ve daha sonra da büyüye baş eğdirmek zorunda olan bilimden bağımsızlığını ilan eder”241. Dolayısıyla büyünün bilime benzerliği Malinowski’nin de dikkat çektiği bir konu olmaktadır. Tabiî ki bu benzerlik mutlak anlamda benzerlik değildir. Birçok noktada benzer olsalar da kanaatimizce asıl önemli noktanın amaç benzerliği olduğunu 240 241 Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.7. Malinowski, a.g.e., s.9. 95 söyleyebiliriz. “… büyü bilime benzer. Şu anlamda ki açık bir amaç peşindedir ve insanın güdülerine, gereksinimlerine, uğraşılarına yakından bağlıdır… büyü ile bilim arasında çok sayıda benzerlikler vardır ve biz de James Frazer ile birlikte onun ‘yalancı bilim’ olduğunu söyleyebiliriz”242. Ancak Malinowski’ye göre yalancı bilim olan büyüyle bilim arasındaki ilişki aynilik ilişkisi değil akrabalık ilişkisidir. “Bilim deneyimin, çabanın ve aklın geçerli olduğu kanısına dayanır. Büyü ise umudun boşa çıkmayacağı ve isteğin yanıltmayacağı inancında temellenir. Bilimin kuramları mantıkla, büyününkiler isteklerin etkisi altında oluşan düşünceler zinciriyle belirlenmiştir”243. Sonuç ne olursa olsun Malinowski bu konuda Frazer’in görüşünene yakın durmaktadır diyebiliriz. Sanki o, bilim-büyü-din sıralaması yapmakta ve büyüyü bilimle ve dinle ilişkili alan olarak görmektedir. Günümüzde sosyal antropologların büyü-bilim-din ilişkisine bakışlarıysa biraz farklıdır. Frazer büyüyü dinden ayırıp bilime yaklaştırmıştı. Ancak bu görüş tamamen terk edilmiştir diyebiliriz. “Frazer’in ayrımı, büyüyü dinden ayrı gören Batılı kültürün bir önyargısı olmaktan öteye geçmez”244. Netice olarak karşımıza bu noktada üç görüş çıktığını söyleyebiliriz: Birincisi büyüyü dinden ayıran Frazer’in görüşü; ikincisi büyüyü hem dinle hem bilimle ilişkilendiren Malinowski’nin görüşü ve üçüncüsü büyüyü, dini ayinlerin bir parçası gören günümüz antropologlarının görüşü. Kanaatimize göre büyü görüntü olarak Malinowski’nin görüşüne yakın dursa da, o, sonuçta dine ait bir olgudur. Biz bu konuda sosyal antropologların görüşünün doğru olduğu kanaatindeyiz. Buraya kadar tasvir etmeye çalıştığımız Trobriand adalarındaki dini, kısaca toparlayacak olursak şu noktalar karşımıza çıkmaktadır: 1- Herhangi bir Tanrı inancı yoktur. 2- İnancın temelini reenkarnasyon oluşturmaktadır. 3- Reenkarnasyon inancından dolayı ruh ön plana çıkmıştır. 4- Büyü bir ritüel olarak hayatın her yerine girmiştir. Özellikle kişinin gücünü aşan durumlarda büyü kaçınılmaz bir ritüel konumundadır. Bireysel olarak büyü yapılabildiği gibi toplu olarak da yapılmaktadır. 242 Malinowski, İlkel Toplum, s.148. Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.86-87. 244 Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.671. 243 96 Ancak bir ritüel olan büyü için özel bir mâbet bulunmamaktadır. 5- Büyünün önemli oluşu büyücüleri de önemli bir konuma yükseltmiş görünmektedir. 6- Mucizeler dini hayatta yer almaktadır 7- Mitolojiler önemli yer tutmaktadır. 8- Ölüm bu dinde çok önemli, kritik ve korkutucu bir olgudur. Her yerli ölümden ürkmekte, cenaze törenleri çok önemli âyinlere dönüşmektedir. 9- Peygamber, kutsal kitap, melekler, âhiret inancı yer almamaktadır. Ancak ölümden sonra ruhun bir müddet kalmak için gittiği yerin tasviri, semâvi dinlerin cennet tasvirine bazı yönlerden benzemektedir. Cehennemle ilgili herhangi bir anlatıma rastlamadık. Bu özelliklere sahip olan Trobriand dinini isimlendirmek kanaatimizce kolay değil. Ancak mutlaka bir isimlendirme yapmak gerekirse buradaki yerlilerin inancının ‘atalar kültüne’ yakın olduğunu söyleyebiliriz. Zira reenkarnasyonun merkezi konumu ruhu ön plana çıkarmaktadır. Malinowski’nin, eserlerinde bu bölgenin inancını anlatırken ruh üzerinde uzunca durması da kanaatimizce atalar kültüne yakın olduklarını göstermektedir. 2.4 MALİNOWSKİ’YE GÖRE KURUM OLARAK DİN Dinin üç boyutundan birini sosyolojik boyut oluşturmaktadır. İnanç ve ibadet boyutundan ayrı olarak sosyolojik boyut, dini bir kurum olarak ele alarak incelemektir. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak din bir anlamda diğer kurumlarla ilişkisiyle de ele alınır ve karşılıklı etkileşim yönleri vurgulanır. Bu bölümde bizim asıl yapmak istediğimiz de dinin diğer kurumlarla ilişkisini Malinowski’nin fikirleri ve araştırma sonuçları merkezinde irdelemektir. Ancak daha önce kurumun tanımı, özellikleri ve fonksiyonlarıyla ilgili genel bir çerçeve çizeceğiz. 2.4.1 KURUMUN TANIMI, ÖZELLİKLERİ VE FONKSİYONLARI Gerek sosyolojinin gerek sosyal antropolojinin önemli konularından biri de kurumdur. Ancak günlük dildeki kullanımıyla bu alanlardaki kullanımı farklıdır. Daha çok kurumun alt birimleri olan kuruluşlar farkında olmadan toplumun çoğunluğu tarafından kurum olarak kabul edilse de sosyologların ve sosyal 97 antropologların kurumdan anladıkları tamamen farklı bir olgudur. Kurum deyince birçoğumuzun aklına ilk etapta geliveren ‘iş ve işçi bulma kurumu’ veya ‘sosyal sigortalar kurumu’ gibi isimler gerçekte birer kuruluştur. Oysa “sosyolojik açıdan kurum ne bir kişidir ne de bir grup. O, kültürün bir kısmıdır”245. Kurum da bu soyut kavramlardan olduğu için onun da bitmiş bir tanımını yapmak şu ana kadar mümkün olamamıştır. Ancak bu hiç tanımlanmadığı anlamına da gelmemektedir. Ergil, kurumu “bir toplumdaki insanların bir ya da daha fazla uzun süreli temel gereksinimlerini karşılamalarına olanak sağlayan, davranış ve uygulama biçimlerinin kalıcı örgütlülüğüdür” şeklinde tanımlar246. Özkalp’a göre ise kurum “toplumun yapısı ve temel değerlerin korunması bakımından zorunlu sayılan, nispeten sürekli kurallar topluluğudur”247. Meray kurumun net bir tanımını vermeden kurumların “toplumun güvenlik, gıda, cinsellik… gibi ihtiyaçlarını karşılamak için kurulduklarını” belirtir248. Zira her toplumun gelişmek bir yana sadece varlığını sürdürebilmesi için bile zaruri bazı görevleri yerine getirmesi şarttır. Eğer bu görevler yerine getirilmezse toplum ciddi şekilde sarsılabilir ve hatta yok olabilir ki Özönder bu duruma atıf yaparak kurumu “sosyal hayatın temel görevlerinin organize ve idare edilmesine ve uygulamalarına yarayan esas araçlardır” şeklinde tarif etmektedir249. Yukarıdaki tariflere baktığımızda belirli yönlerin ön plana çıkarıldıklarına şahit oluruz. Ancak bu yönler yukarıdaki tariflerle sınırlı değildir. Bunlar dışında kurumun “toplumsal normlar ve roller sistemleri”250 olduğunu “toplum tarafından zorlamalarla güçlendirildiğini”251 söyleyebiliriz. Kurumlar belirli bir sürekliliğe sahiptir. Kurallar sistemi şeklinde organize olmuşlardır. Dolayısıyla belli bir standardı ifade ederler. Ancak bu noktada her 245 Fischer, Sosyoloji Nedir?, s.110. Doğu Ergil, Toplum ve İnsan, Ankara: Turhan Kitabevi,1984, s.193. 247 Enver Özkalp, Sosyolojiye Giriş, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yay., 2001, s.15. 248 Seha Meray, Toplumbilim Üzerine, İstanbul: Hil Yay., 1982, s.144. 249 Cihat Özönder, Kurumlar Sosyolojisi, Basılmamış Ders Notları, s.15. 250 Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.47. 251 A.Taner Kışlalı, Siyaset Bilimi, Ankara: İmge Yay., 1990, s.67. 246 98 standart davranışın kurumla ilgisi olmadığını da belirtmek gerekir. Zira birçok standart davranış örf ve âdet merkezlidir252. Ayrıca kurumdaki kurallar toplum tarafından beklenen ve uygun davranışı tanımlar253. Kurum tanımlarına baktığımızda gördüğümüz özelliklere yapılan atıflar, işin zorluğunu göstermektedir. Bu durum daha önce gördüğümüz kültür tanımı gibi kurumun özellikleri üzerinden çerçeve çizmeye çalışmanın daha uygun bir yol olduğunu bize düşündürmektedir. Bu anlamda yukarıda verdiğimiz tanımlardaki vurgu noktalarına bakarak kurumun özelliklerini sıralarsak kurumun kafamızda şekillenmesi kolaylaşacaktır. Kurumun belki de ilk özelliği onun sürekli kurallar topluluğu olmasıdır. Yani sistemleşmiş davranış kalıbı özelliği taşımasıdır. İkinci özelliği olarak toplumdaki temel ihtiyaçları karşılaması gösterilebilir. Ayrıca kurum toplumsal roller ve normları içinde barındırır. Kurumun kuralları toplumun zorlamasıyla güçlendirilir. Zira toplum tarafından uygun kabul edilmektedir. Sonuçta genel olarak ‘sistemleşmiş davranış kalıbı şeklinde sürekli kurallar topluluğu olan, toplumun temel ihtiyaçlarını gideren, rol ve normları içinde barındıran, toplum tarafından uygun kabul edildiği için kuralları toplumun zorlamasıyla güçlendirilen olguya kurum diyebiliriz.’ Ancak kurumun biri dar biri de geniş anlamda iki kullanımı olduğunu belirtelim. Mesela ana okulundan üniversiteye kadar tüm okullar dar anlamda birer kurum olsalar da bunlar geniş anlamda bizim yukarıda belirttiğimiz asıl anlamdaki yani geniş anlamdaki kurumlardan eğitim kurumunun birer parçasıdırlar. Bu durum sadece eğitim kurumuna özel bir durum değildir. Temel kurumların hepsi için geçerlidir. Sosyolojideki temel kurumların sayısı genelde altı olarak kabul edilmektedir denilebilir. Bu kurumlar aile, eğitim, din, ekonomi, siyaset ve boş zaman değerlendirme kurumlarıdır254. Altı temel kurum evrenseldir. İster ilkel ister modern olsun her toplumda bulunurlar. Ancak bu kurumların fonksiyonları farklılık göstermektedir. 252 Sevinç Güçlü ve diğerleri, Kurumlara Sosyolojik Bakış, İstanbul: Kitabevi, 2011, s.2. Theodorson&Theodorson, A Modern Dictionary, s.206. 254 Fischer, Sosyoloji Nedir?, s.114. 253 99 Aile kurumu neslin devamını sağlamakta ve cinsel hayatı düzenleyerek biyolojik bir fonksiyon yerine getirmektedir. Ayrıca çocuklara hayatlarının ilk dönemlerinde fiziki ve ekonomik destek sağlayarak psikolojik fonksiyonu da yerine getirmektedir. Bu anlamda aile dünyadaki en önemli birincil gruptur255. Aile toplumun yeni üyesi olan çocukların ilk sosyalleştikleri yerdir. Çocuk rol ve sorumluluklarını ilk olarak ailede öğrenir. Bu da ailenin sosyolojik önemli fonksiyonlarındandır. Ayrıca toplumun örf, âdet ve gelenekleri önce ailede öğrenilir256. Ekonomi kurumu mal mübadelesini düzenleyerek fazla olan malların başka ellerde kullanılmasını sağlamakta böylece israfı önlemektedir. Bunlara ek olarak ekonomi kurumu -reklam, pazarlık, rekabet, şirket, banka, kooperatif… gibi- birçok alt kurumu içinde barındırarak bu alt kurumlarıyla da birçok fonksiyonu yerine getirmektedir257. Siyaset kurumunun en önemli fonksiyonu yönetim işlerini yürütüp düzeni sağlamasında görülür258. Eğer düzen olmazsa sağlıklı bir toplum olmaz. Toplumların mutlak uyum halinde olduğunu söylemek imkânsızdır. Eğitim kurumunun en önemli fonksiyonu bireyin sosyalizasyon sürecine yaptığı katkıdır. Toplumun sürekliliğini ve gelişimini sağlayarak, toplumla uyumlu bireyler yetiştirmektedir259. Eğitim kültürün nakledilmesinde de çok önemli fonksiyon icra eder. Bu ise sadece bilgi aktarımı değildir260. Önceki neslin bir sonraki nesle aktarması gereken unsurların, olguların tümü ilk etapta eğitime muhtaçtır. Eğitim yenilikçi bireyler yetişmesindeki fonksiyonuyla topluma değer katılmasını sağlar261. Kanaatimizce boş zaman değerlendirme kurumunun en önemli fonksiyonu bireyin dinlenme ihtiyacını karşılamasında aranmalıdır. İster fiziki ister ruhi olsun dinlenmek en tabii insani ihtiyaçlardandır. Ayrıca bu dinlenme sürecinin evde olması aile bireylerinin 255 Nevin Güngör, Türk Atasözleri ve Deyimlerinde Yansıyan Aile Modeli Üzerine Sosyolojik Görüşler, Ankara: Sosyoloji Yayınları Derneği, 1994, s.163. 256 Nihat Nirun, Sistematik Sosyoloji Açısından Aile ve Kültür, Ankara: DTK Yay., 1994, s.69. 257 Aydın, Kurumlar Sosyolojisi, s.72. 258 Aydın, a.g.e., s.151. 259 Nurettin Fidan-Münire Erden, Eğitime Giriş, Ankara: Meteksan,1993, s.56. 260 Aydın, a.g.e., s.191. 261 Nefise Balamir, Kırsal Türkiye’de Eğitim ve Toplum Yapısı, Ankara: ODTÜ Yay., 1982, s.4. 100 psikolojik tatminleri için de ayrıca önemlidir262. Dinin fonksiyonlarından ikinci bölümün hemen başında söz ettiğimiz için burada tekrar etmeye gerek görmüyoruz. 2.4.2 DİN KURUMU Evrensel ve temel kurumlardan olan din belki de insanın en önde gelen etkinlik alanıdır. İnsanlığın başından beri insanın hemen her eylemine din az ya da çok etki etmiştir diyebiliriz. Bu sebepten dolayı bazı sosyologlara göre din, diğer kurumların kendisinden doğmuş olduğu ana kurum olarak kabul edilse de özel olarak ele alındığında “din adını verdiğimiz kültürel olgu, doğaüstü güçlere olan bir inançla ilgili zihinsel tutumlar ve davranış örüntülerinin bütünleşmesi”263 olarak kabul edilebilir. Dini diğer kurumlardan ayıran kanaatimizce en önemli özelliği onun niyet olarak tüm eylemlerimizin temelini oluşturma yönüdür. Niyet kalple ilgili bir olgudur ve dinin konusudur. Aynı zamanda yapıp ettiklerimizin hepsi belli niyetlere bağlı olarak gerçekleşmektedir. Bu da dini diğer kurumların sanki üstünde bir noktaya konumlamaktadır. En profan bir eylemde bile (mesela yemek yerken) kişinin dindarlık durumu belli olmaktadır264. Ayrıca “mensuplarının dünya ve olaylar hakkındaki bakış açılarını belirlemesi, kutsal-kutsal dışı ayrımını keskinleştirerek değer yargısı oluşturması”265 onun güç ve önemini ortaya koymaktadır. Din, kurumlar arasında belki de en tartışmalı olanıdır. Onu bir afyon ve oyalayıcı olarak görenler de vardır, toplumu düzenleyen unsur olarak görenler de266. Gerçekte din, net olarak bu iki görüşten herhangi birine indirgenemeyecek kadar geniş bir olgudur. Onun heterojen yapısı ve kapsamı yüzünden net bir tanımı bile yapılamamaktadır. 262 Aydın, a.g.e., s.219. Calvin Wells, İnsan ve Dünyası, Çev.: Bozkurt Güvenç, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1984, s.131. 264 Freyer, Din Sosyolojisi, s.75. 265 Selim Eren, Cemaatsel Oluşum ve Dinin Rolü, Dini Araştırmalar, c.3, Sayı 7, 2000, s.103. 266 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yay., 1983, s.45. 263 101 Dinin kuşatıcılığıyla ilgili görüşler de günümüzde dikkat çeken konular arasındadır. Bunun örneklerinden biri Berger’de görülür. Berger dinin sadece toplumsal bir fenomen olmadığını aynı zamanda antropolojik bir fenomen de olduğunu belirtir267. Dinle toplum etkileşimi de üzerinde durulan konulardandır. Dinin mi toplumu etkilediği toplumun mu dini etkilediği soruları etrafında tartışılan konuda günümüz sosyologlarının karşılıklı etkileşim modeline yakın durdukları söylenebilir. Din de toplum da karşılıklı olarak birbirini etkilemektedirler denilebilir. Hangisinin daha fazla etkilediği ise cevabı pek de kolay olmayan bir sorudur. Kurumlar asla saf halde ve kendi başlarına bulunmazlar. Her zaman diğer kurumlarla ilişki halindedirler. Her bir kurumun daha fazla veya daha az ilişki halinde bulunduğu kurum farklıdır. Dolayısıyla bir kurumu doğru anlamak ve değerlendirmek için diğer kurumlarla ilişkilerine bakmak çok önemlidir. Bu noktadan sonra biz bu ilişkiyi din kurumu merkezinde yapacağız. Din, daha ziyade tikelliği ön plana çıkan noktalarıyla ve Malinowski’nin fikirleri ve araştırmalarındaki verdiği bilgiler çerçevesinde ele alınacaktır. Bu bağlamda din kurumu merkezde olacak ve diğer temel kurumlar ona bağlı olarak işlenecektir. Boş zamanlar kurumu modern zamanlara ait bir kategori olduğundan burada ele alınmayacaktır. 2.4.3 DİN-AİLE İLİŞKİSİ Sosyal antropoloji alanında araştırma yapanların en fazla üzerinde durdukları kurumlar din, aile ve ekonomidir denilebilir. Çünkü ilkel denilen toplumlardaki en kompleks kurumlar bunlardır. Siyaset, eğitim ve boş zaman kurumları bu toplumlarda modern denilen toplumlara göre çok daha basit bir görüntü sergilemektedirler. Bu durum herhangi bir antropoloji kitabına bakıldığında net olarak görülebilir. Ailenin başlangıcı olan evlilik evrenseldir268. Ancak evliliğin şekli konusunda toplumlarda tikelliğin egemen olduğu kesindir. Çok eşli evlilikler herkes tarafından 267 Peter Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, Çev.: Ali Coşkun, İstanbul: İnsan Yay., 1993, s.91. 102 bilinen örnektir. Ancak evliliklerle ilgili oluşturulan belli şablonlar da vardır. Toplumlarda görülen evlilikleri genelde şöyle belirtebiliriz: Tek eşlilik, çok eşlilik (çok karılılık veya çok kocalılık), baldız evliliği (sororate), kayınbirader evliliği (levirate), paralel kuzen evliliği (amca ve teyze çocukları), çapraz kuzen evliliği (hala ve dayı çocukları). Bazı araştırmacılar çekirdek ailenin evrensel olduğunu düşünseler de günümüz sosyal antropologlarının büyük çoğunluğu çekirdek ailenin yaygın olmakla birlikte evrensel olmadığını kabul etmektedir. Hatta “bazı toplumlarda çekirdek aileye hiç rastlanmamaktadır. Bazılarında da çekirdek ailenin özel bir rolü bulunmamaktadır”269. Evlilik gibi evrensel olan konulardan biri de yakın akraba arasında cinsel ilişkiyi yasaklayan ensest tabusudur. Geçmişte ve günümüzde en azından anne-baba, çocuklar ve kardeşler arasında cinsel ilişkinin yasak olduğu kabul edilmektedir. Bunun sebebi nedir? Ensest tabusuyla ilgili olarak çeşitli iddialar ortaya atılmıştır. Bunları üç grupta toplayabiliriz: 1- İçgüdüsel kaçınmayı merkeze alan iddia. 2- Kompleksleri merkeze alan iddia (Freud). 3- Dış evlilik merkezli iddia270. İlk iddiaya göre tiksinip kaçınma içgüdüsel olduğu için ensest tabusunun evrensel olduğu dile getirilir. Ensest tabusuna ilişkin diğer iddia ise biyolojik yozlaşma sebebine dayandırılmaktadır. Buna göre ilk çağlarda insanlar enseste dayalı birleşmelerden doğan çocukların anormal olduklarını fark ettikleri için ensest tabusu ortaya çıkmıştır. Ancak bu iki iddia, kuzen evlilikleri gerekçe gösterilerek reddedilmektedir. Zira “ne içgüdüsel tiksinme ne de biyolojik yozlaşmadan korkma, çok yaygın olan çapraz kuzen evliliğini açıklamaktadır. Ne de biyolojik yozlaşmadan 268 Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.416. Kottak, Antropoloji, s.397. 270 Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.427. 269 103 korkular niçin çapraz değil de çoğunlukla paralel kuzenlerle çiftleşmenin tabulaştırıldığını açıklayabilmektedir.”271 Ensest tabusuyla ilgili ikinci görüşün Freud’a ait olduğunu biliyoruz. Ona göre oğlan çocuğunun anneye ilgi duymasına rağmen (Oedipus kompleksi) babasıyla çatışmak istememesi sebebiyle duygularını bastırır. Aynı şekilde babasına ilgi duyan kız çocuğu da (Elektra kompleksi) annesiyle çatışmamak için duygularını bastırmaktadır. Ensest tabusunun kökeninde bu kompleksler vardır. Ancak cinsel duyguların ergenlikle ilişkisi olduğu için ensest tabusunun komplekslerle ilişkilendirmenin doğru olmadığı açıktır. Ensest tabusuyla ilgili belki de en çok kabul gören açıklama dışevlilik merkezli olanıdır. Buna göre eğer ensest tabusu olmasaydı grup içinden evlilikler o grubu tecrit olmaya ve sonuçta soyun tükenmesi tehlikesine sürükleyebilirdi272. Bu açıklama mantıklı tutarlılığa sahip görünmektedir. Aynı zamanda insanın uyarlanma başarısını da açıklamak için kullanılabilecek bir bakış açısı olduğu söylenebilir. Böylece grupların genetik olarak karışması insan türü açısından başarıyla korunmuştur. Her ne kadar yukarıda sıraladığımız görüşler varsa da ensest tabusunu tam olarak açıklayabilen bir kuramın henüz geliştirilemediğini belirtmeliyiz. Ensest her ne kadar tabu olsa da hiç yaşanmıyor anlamına gelmemelidir. Ensestle beraber müstehcenlik, sapkınlık, eşcinsellik ve zina dünyamızın gerçeklerindendir. Ancak genel kural ve kabul olmadıkları için marjinal bir durum olarak değerlendirilmektedirler. Aileyle ilgili noktalardan biri de toplumlardaki kadın veya erkeğin etkisi konusudur. Bu durum toplumda geniş etkiler yapmaktadır. Anasoyluluk veya babasoyluluk buna bağlıdır. Yine buna göre kadın veya erkeğin yaşadıkları yere göre ikamet edilir. Ayrıca duruma göre toplumda amcanın veya dayının konumu öne çıkar. Doğal olarak anasoylu toplumlarda dayı, babasoylu toplumlarda amca etkindir. Aile 271 272 Kottak, a.g.e., s.421. Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.428. 104 içindeki ilişkiler de bu durumdan nasibini alır. Baba ve annenin oğul ve kızlarıyla ilişkisi de bu etkiye bağlıdır. Aileyle ilgili araştırmalar yapan Malinowski, yukarıda ele aldığımız konularda katkılar sağlamıştır. Bu noktada özellikle araştırmaları ve fikirleri sebebiyle aile konusundaki tikellik örneklerini ele alacağız. Malinowski’nin araştırmalarını sürdürdüğü Melanezya Trobriand adalarında aile yaşamı anasoyludur. “Trobriand adalarında anaya dayalı bir toplum düzeni buluyoruz. Soy, akrabalık ve bütün toplumsal ilişkiler hukuksal olarak yalnızca anaya göre belirleniyor. Kadınların kabilenin toplumsal yaşamında önemli payları var”273. Kadının ekonomik ve toplumsal etkinliği anasoylu sistem için genel kabul görse de Trobriand adalarında bunun asıl sebebi farklıdır. “Trobriand hukuk sisteminde en önemli faktör, çocuğa tek başına annenin hayat verdiği, çocuğun oluşumuna babanın hiçbir katkıda bulunmadığı düşüncesidir”274. Babalığın fizyolojik yönünün bilinmemesi evlilik, akrabalık, cinsel ilişki… gibi konularda belirleyici olmaktadır. Kadının hamile kalmasında babanın rolü bilinmemektedir. Cinsel ilişki sadece zevk olarak ele alınmaktadır. Sonuç olarak “baba sözcüğünün Trobriandlılar için çok belirli fakat salt sosyal bir anlamı vardır. Bu sözcük anneyle evli olan, onunla aynı evde yaşayan ve eve ait olan erkeği anlatır… yani bir yabancı, daha doğrusu topluluk dışından biri”275. Bu noktada çocuğun doğumu ve hamilelik konularıyla ilgili Malinowski’nin eserlerinde şu noktalar net olarak vurgulanır: Kadının hamile kalmasının sebebi baloma denen ruhlardır. Cinsel ilişki sadece zevk amaçlıdır (işin en ilginç yönüyse Malinowski’nin, Trobriand toplumunda evlilik öncesindeki cinsel yaşamın çok rahat olmasına karşın -ki hiçbir korunma da bilinmiyor- evlenmeden hamile kalan birine rastlamadığını belirtmesidir)276. Malinowski’nin bu sonuçla ilgili herhangi bir yorumuna rastlamadık. Araştırmasının bu noktasının eksik olduğu söylenebilir. 273 Bronislaw Malinowski, Vahşilerin Cinsel Yaşamı, Çev.: Saadet Özkal, İstanbul: Kabalcı Yay., 1992, s.20. 274 Malinowski, a.g.e., s.21. 275 Malinowski, a.g.e., , s.22. 276 Malinowski, a.g.e., s.159-165. 105 Baba her ne kadar yabancı gibi algılansa da evlilik patrilokaldir. “Evin reisi erkektir. Kadın kocasının köyüne yerleşir. Babanın görevi çocuklarına bakmak ve eğitimlerine yardımcı olmaktır. Çocuk büyüdükçe anneye daha fazla yakınlaşıp babadan uzaklaşır. Devreye dayı girer”277. Ayrıca “aile yaşamı eşitlik ilkesine dayanır. Erkekler genelde daha fazla güç gerektiren işlerle ilgilenirler. Kız ve erkek çocuklar arasında da ayrım yapılmaz”278. Trobriand bölgesinde farklı olan bir nokta da evlilikte görülebilir. Gençler arasında cinsel serbesti olduğu ve evlilik bu anlamda cinsel özgürlüğü kısıtladığı halde insanlar niçin evlenmektedirler? Bu soruya Malinowski iki noktayı öne sürerek yanıt verir: Birincisi bu özel insanla ömür boyu beraber olma düşüncesi, ikincisi ise toplumun bu çifti birbirine yakıştırıp kamuoyu oluşturması. Ayrıca evlilik sebebiyle insanlar sosyal yaşamda farklı konum elde etmektedirler279. Malinowski, evlilik konusuyla ilgili görülen kuzen evlilikleri, zina, müstehcenlik, kıskançlık gibi noktaların az da olsa var olduğunu belirtmektedir280. Çok eşlilik konusunda Trobriand adalarında reisin ayrıcalığı vardır. Kural tek eşlilik olmakla birlikte kabile reisi bu kuraldan istisnadır. Reis zengin olmak zorundadır ve bunu o bölgede sağlamanın tek yolu çok kadınla evliliktir. Çünkü evlilik armağanlarıyla bu zenginliği sağlayabilmektedir281. Boşanma ve ölüm, evliliğin bitmesindeki iki sebeptir. Malinowski boşanma sebepleri olarak bıkkınlık, ihanet, huysuzluk sebeplerinin başta geldiğini ve boşanmanın sık denilebilecek bir olay olduğunu belirtir282. Boşanan kişilerin evlenmelerinin çok kolay olması da bu süreçte etken olarak kabul edilebilir. 277 Malinowski, Vahşilerin Cinsel Yaşamı, s.22. Malinowski, a.g.e., s.40. 279 Malinowski, a.g.e., s.77. 280 Bronislaw Malinowski, The Family Among The Australian Aborigines, London: The University of London Press, 1913, s.84-88. 281 Malinowski, Vahşilerin Cinsel Yaşamı, s.113. 282 Malinowski, Vahşilerin Cinsel Yaşamı, s.122. 278 106 Her toplum gibi Trobriand toplumunda da net sınırlar vardır. Cinsellik konusunda tamamen özgür zannedilseler de durum hiç öyle değildir. “Bütün âdetler içinde kendi kesin sınırlarını da göstermeyen tek bir âdet yoktur. Yeni sınırlamalar da kabul ettirmeden cinsel dürtüye verilmiş tek bir ödün yoktur”283. Malinowski, incelemiş olduğu ilkel toplumdaki tabu olan konuları şöyle sıralamaktadır: Cinsel dürtü sapkınlığı, cinsel konularda açıklık ve edep duygusunun azlığı, cinsel aşırılık, zevksizlik, egzogami (klan içinden cinsel ilişki ve evlenme yasağı), zina, kabile reisinin ayrıcalıkları, aile ve ev içindeki tabular (ensest tabusu), rütbe sınırları (yüksek rütbeli kızın aşağı soydan bir erkekle ilişkisi tabudur), eşcinsellik, hayvanlarla ilişki, sadizm ve mazoşizm284. Bunlara dikkat edilmezse toplum tarafından belli yaptırımlar uygulanmaktadır. Ancak bunların tabu olması hiç olmadığı anlamına gelmemelidir. Çok az da olsa Malinowski, saymış olduğu tabuların ihlal edildiğini belirtir ve çeşitli örnekler verir285. Trobriand toplumundaki en üst tabu dünyanın her yerinde olduğu gibi ensest tabusudur. Yukarıda ensestle ilgili yapılan yorumları aktarmıştık. Malinowski bu tabuya özel ilgi gösterir ve daha ziyade Freud’un, kompleksleri üzerinden konuyu tartışır. O, Freud’u tüm dünyadaki aile yaşamını aynı zannettiği için eleştirerek konuya girerek tikelci bakış açısıyla olaya yaklaşılması gerektiğini söyler. Çünkü aile tüm toplumlarda aynı değildir286. Malinowski net bir soru sorar: “Tutkular, çatışmalar ve aile içinde ortaya çıkan bağlılıklar aile kurumuna göre değişiyor mu, yoksa insanlık nerede olursa olsun değişmeden mi kalıyor? Eğer değişiyorsa, hiç kuşku yok değişiyor…”287. Malinowski’nin konu üzerinde bu kadar durmasında, araştırmalarını yürüttüğü toplumdaki farklı aile yapısının rol oynadığını düşünüyoruz. O’na göre anasoyluluk, kadın-erkek eşitliği, üremede babanın fizyolojisinin bilinmemesi, evlilik öncesi rahat 283 Malinowski, a.g.e., s.333. Malinowski, a.g.e., s.344-345. 285 Malinowski, a.g.e., s.427-428. 286 Bronislaw Malinowski, İlkel Toplumlarda Cinsellik ve Baskı, Çev.: Hüseyin Portakal, İstanbul: Kabalcı Yay., 1989, s.14. 287 Malinowski, İlkel Toplumlarda Cinsellik ve Baskı, s.15. 284 107 cinsel ilişki dönemi, konuyla ilgili birçok tabular, dayının etkinliği gibi konular Freud tarafından ortaya konulan Oedipus ve Elektra komplekslerine uymamaktadır. “… diyebiliriz ki, Oedipus kompleksinde arzu, babayı öldürüp ana ile evlenmeyi kapsarken, Trobriandlı anasoylu toplumunda arzu, bacı ile evlenmeyi ve dayıyı öldürmeyi kapsar”288. Elektra kompleksi ise Oedipus kompleksine göre daha az önemsenmiş görüntüsü vermektedir. Hem Freud hem Malinowski bunun üzerinde daha az durmaktadırlar. Zira “ana ile kız arasındaki çatışma, baba ile oğlu arasında ortaya çıkan çatışmaya göre daha az şiddette”289. Malinowski’nin Freud eleştirisi son derece haklı görünmektedir. Dünya kültürlerinde farklılıklar olabileceğini aklına getirmemesi Freud’un kanaatimizce en zayıf yönünü oluşturmuştur. Malinowski bu açığı çok iyi görerek kompleksler üzerinden yaptığı yorumlarla tikelliği ön plana çıkarıp konuya yaklaşmıştır. Sonuç olarak ailenin oluşumundan yitimine kadar bütün kritik dönemeçler dinle ilişkilidir diyebiliriz. Evlilik olayı, nişan ve nikâh gibi başlangıçtaki törenleriyle dini bir hüviyet kazanmaktadır. Evlilik evrensel bir olgudur ve evlenme esnasında hemen her toplumda dini figürler belli oranda bulunmaktadır. Ailenin bir diğer kritik dönemi de çocuğun doğmasıyla yaşanır. İster ilkel olsun ister modern, hemen tüm toplumlarda doğum belli dinsel ritüelleri içerir. İslam’ın doğan çocuğun kulağına ezan okuma yaklaşımı veya Hıristiyanlıktaki vaftiz töreni belki de en bilinen örneklerdir. Boşanma konusu da din-aile ilişkisiyle ilişkisi olan bir konudur. Evliliğin dini ritüellere bağlılığı boşanmayla da doğrudan ilişkilidir. Mesela “Protestanlara nazaran Katolikler arasındaki düşük boşanma yüzdesi dini kuralların bir neticesidir”290.Din-aile ilişkisinde dinin aile kurumu üzerindeki kanaatimizce en önemli etkisi tabularda (özellikle ensest tabusunda) görülmektedir. Tabuların bir 288 Malinowski, İlkel Toplumlarda Cinsellik ve Baskı, s.65. Malinowski, a.g.e., s.181. 290 Günter Kehrer, Din Sosyolojisi, Çev.: S. Yüksel, İstanbul: Kubbealtı Neşriyat, 1992, s.105. 289 108 kısmı da doğrudan aileyle ilişkilidir. Tabu, kelime anlamı olarak ‘yasak, haram’ anlamındadır291. Bu da tabunun tam olarak dini bir kavram olduğunu göstermektedir. 2.4.4 DİN-EKONOMİ İLİŞKİSİ İnsan biyolojik yönü de olan bir varlıktır. Hayatını sürdürebilmesi onun biyolojisiyle ilgilidir. Hayatiyetini sürdürmesi ise ilk etapta ekonomi kurumuyla ilişkisine bağlıdır. Ekonomi her ne kadar salt üretim-tüketim olgusu gibi bir izlenim verse de diğer kurumlarda olduğu gibi o da toplumsal yönü olan bir olgudur. Bu bölümde biz daha ziyade ekonominin sosyolojik ve antropolojik yanını ele alıp daha sonra Malinowski’nin çalışmaları çerçevesinde konuyu genişleteceğiz. İnsanın gösterdiği ekonomik faaliyetlere baktığımızda çeşitlilik görmekteyiz. Özellikle günümüz modern toplumlarında Durkheimci tabirle söylersek işbölümünün çeşitlendiği görülmektedir. Ancak bu çeşitlilik temelde iki yaşam biçiminin türevlerinden başka bir şey değildir: Göçebe hayat ve yerleşik hayat. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan en büyük devrim ‘yerleşik hayata geçiş devrimidir’ diyebiliriz. Yerleşik hayata geçiş, maddi uygarlıkta yapılan sıçramanın temelini oluşturmuştur. Alet yapma ve hayvanları evcilleştirme yerleşik hayatın sonucu olmuştur. Ancak göçebe olarak yaşamaya devam eden ve avcılık-toplayıcılık yoluyla geçinen insanlar asla tamamen ortadan kalkmamıştır. İlkel toplumlar bazında konuya bakıldığında: “araştırmalar, yiyecek toplayıcılarının beslenme biçimlerinin oldukça dengeli ve yeter derecede bol ve çeşitli olduğunu, bu insanların çiftçilerden daha az açlık ve kıtlık çektiğini göstermiştir. Maddi mal varlıkları sınırlıydı ancak sahip olma güdüleri de yoktu. Öte yandan aile bağlarını güçlendirmeye, sosyal hayatlarını zenginleştirmeye ve kendilerini manevi yönden geliştirmeye ayırabilecekleri boş zamanları vardı. Bu bulgular, yiyecek toplayıcılarının yoksulluk içinde yaşadıkları tezini çürütmektedir… bugün dünyada avlanarak, balık tutarak ya da bitki 291 Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, s.222. 109 toplayarak geçimlerini sağlayan topluluklar, başka bir şey yapamadıkları için değil, yaşadıkları koşullarda hayatta kalmanın en iyi yolu bu olduğu için toplayıcı yaşamı seçmişlerdir”292. Yerleşik hayata geçiş, sadece tarımı değil diğer ekonomik faaliyetlerin de temelini oluşturmuştur. Sanayileşmenin, hizmet sektörünün ve ticaretin gelişmesinde yerleşik hayata geçişin rolü inkâr edilemez. Sadece modern toplumlarda değil ilkel toplumlarda da yerleşik olanlar göçebe olanlardan çok daha fazladır. Her ne kadar işbölümü modern toplumlar kadar karmaşık olmasa da yerleşiklilik ilkel toplumların da genel halidir. Ekonomik alanda işbölümüne bakıldığında evrensel olan iki çeşit işbölümü göze çarpmaktadır: Cinsiyete dayalı işbölümü ve yaşa dayalı işbölümü. Ancak bu işbölümlerinin çok sert kalıplar içinde olduğu zannedilmemelidir. Kadın-erkek arasındaki cinsiyete dayalı işbölümü esnek, katı veya tamamlayıcı nitelikte olabilmektedir. Günümüz sanayileşmiş toplumlarında cinsiyete dayalı işbölümü, uzmanlığın ön plana çıkmasıyla biraz geri planda kalmaktadır denilebilir. Çünkü “bu toplumlarda uzmanlık gerektiren çok sayıda iş vardır ve hiçbir birey, kendi yaşına ya da cinsiyetine uygun bir işte herhangi bir eğitim almadan çalışamaz”293. Yaşa dayalı işbölümü, cinsiyete dayalı işbölümü kadar ön plana çıkmasa da evrensel bir olgudur. Her toplum çocukluk, gençlik, orta yaş ve yaşlılık dönemlerini gruplandırmaktadır. Bu gruptaki insanların yaptığı işlerde benzerlikler oluşmaktadır. Tabiî ki tüm toplumlarda standart olarak belli olan işler yoktur. Toplumdan topluma tikel farklılıklar olmakla birlikte yaşa dayalı işbölümü evrensel bir olgudur. Tüm toplumların evrensel özelliklerinden birisi de su ve toprak kaynaklarına olan bağlılıklarıdır. Ancak ilkel toplumlarda bu bağlılık daha fazladır diyebiliriz. Teknolojik yeterlilikten yoksun olmaları onları toprak ve suya daha bağımlı yapmaktadır. Tarım ve hayvancılık yapan çoğu ilkel kabile veya toplayıcı-avcı 292 293 Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.327. Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.374. 110 kabileler için su ve toprak vazgeçilmezdir. Belli bir yerdeki su ve toprak bu tip kabilelerin yaşam kaynaklarıdır294. Ancak teknolojik olarak ileri olan toplumlar ihracat-ithalat sayesinde su ve toprağa olan ilişkilerinde farklılıklar göstermektedirler. Ekonomiyle ilgili önemli unsurlardan biri de dengeleme mekanizmalarıdır. Modern toplumlarda daha çok vergilerle yapılan dengeleme unsuru, serveti mümkün olan en adil şekilde topluma yaymayı amaçlamaktadır. İlkel toplumlardaysa dengeleme mekanizmalarına verilebilecek örnekler bulunmaktadır. Örneğin ‘Potlaç’ bir köydeki şefin, birikmiş yiyecekleri ve diğer malları bir zenginlik gösterisi olsun diye başkalarına dağıttığı törene denmektedir295. Dağıtım sadece kendi kabilesiyle sınırlı değildir. Diğer kabileler de davetlidir. Böylece diğer şefler ona borçlu duruma düşer ve toplumu gözünde ciddi prestij kazanmış olur. Ayrıca ileride bir gün kendi kabilesi kıtlığa düşünce yapmış olduğu potlaç olayının karşılığını yardım olarak görebilecektir. Her ne kadar potlaç aslında şefin servetini eriten bir unsur olsa da sağladığı prestij açısından son derece önemlidir diyebiliriz. Toplumdaki servet fazlasını eriten bir diğer olgu da kargo sistemlerinde görülür. Buna Türkçede angarya diyebiliriz. Kargo sistemleri toplumdaki belli görevlerin her sene dönüşümlü olarak ve karşılıksız yapılmasını gerektirmektedir. Bu görevleri her erkek en az bir kere ve bir yıl süreyle üstlenir. Ayrıca görevle ilgili para veya mal alamayacağı gibi kendi servetinden aldığı göreve harcamak zorundadır296. Yaptığı harcamaya göre toplum gözünde popülaritesi artacaktır. Dengeleme mekanizmaları ekonomi kurumu için önemli bir unsur olsa da ekonominin en temel süreci sanayileşmiş toplumlarda arz-taleple, ilkel toplumlarda karşılıklılık ilişkisiyle alakalıdır. Bu durum daha ziyade birincil ve ikincil ilişkilerin etkisinin bir sonucudur. İlkel toplumlardaki birincil ilişkilerin modern toplumlara 294 Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.377. Kottak, Antropoloji, s.382. 296 Holger Jebens, Cargo, Cult and Culture, Honolulu: University of Hawaii Press, 2004, s.12. 295 111 göre yoğunluğu, karşılıklılık ilkesinin ön plana çıkmasına sebep olmuştur denilebilir. ‘Karşılıklılık’, yaklaşık olarak birbirine eşit değerdeki mal veya hizmetlerin değiş tokuşuna denir. Bu değiş tokuşta alma-verme işleminin zamanı ve malın değeri somut ve belirginse “dengeli karşılıklılık”, belirgin değilse “genelleştirilmiş karşılıklılık” adını alır297. Karşılıklılık, ilkel kültürlerin ticaretidir diyebiliriz. Bu sayede hem ürün çeşitliliği sağlanmış ayrıca çabuk bozulan maddeler işe yaramaz hale gelmeden insanlara dağıtılmış olur. Bazı ilkel kabilelerde ekonominin önemli bir ayağı da yeniden dağıtım ilkesinde görülebilir. Malların bir merkezde toplanıp sayılması ve buradan dağıtılması yeniden dağıtımın temelini oluşturmaktadır. Daha ziyade hediye, bağış, savaş ganimeti gibi daha ziyade şefin doğrudan ilgilendiği olgularda yeniden dağıtım öne çıkmaktadır298. Şefin bu gelirleri dağıtması cömertlik gösterisi ve toplumsal prestijini artırması için önemlidir. Buraya kadar vermiş olduğumuz bilgiler ışığında ekonominin dinle ilişkisi hakkında neler söylenebilir? Ekonomi-din ilişkisi popülerliği hemen hiç bitmeyen konulardan biridir denilebilir. Sosyolojinin önemli isimleri bu konuyla yakından ilgilenmişler ve çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Özellikle Max Weber ve Karl Marks’ın görüşleri etrafında süren tartışma günümüzde de henüz net olarak çözüme kavuşturulamamıştır. Marks’ın, ekonomi dini belirler tezine karşı, Weber karşılıklı ilişkiyi savunmuştur. Herhangi bir sosyoloji kitabına bakıldığında karşımıza gelen bu konuyu detaylıca anlatmak çalışmamızın asıl meselesi olmadığından bu kadarla yetiniyoruz. Yukarıda verilen örneklere baktığımızda ekonominin dinle ilişkisine yapılabilecek atıfları görebiliriz. Gerçekte her toplum kendi içinde bir ekonomi ahlakına sahiptir. Servetin dengeli dağıtımı için oluşturulan şekiller (potlaç ve kargo), israfı önleyen sistemler (karşılıklılık ilişkisi), kadın-erkek arasındaki işbölümü gibi noktalar din- 297 298 Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.382. Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.388. 112 ekonomi ilişkisinde önemli örneklerdir. Ayrıca bir kabile şefinin hediye, bağış ve ganimetleri tek merkezden dağıtması adalet gösterme endişesinin sonucudur. Adalet de dini bir terimdir. Yine saygınlık kazanmaya yönelik ekonomik faaliyetler dürüstlük göstergesidir ve dinler dürüstlüğü daima desteklemektedirler. Sonuçta nereden bakarsak bakalım, kurumlar birbirleriyle ilişki içindedirler ve bu ilişkiyi biz dinle ekonomi arasında da net olarak görüyoruz. İlkel kültürlerin ekonomisi Malinowski’nin de üzerinde durduğu konulardan biridir. Yukarıda değindiğimiz noktaların dışında onun kültürel tikellik adına verdiği ve araştırmalarını yürüttüğü Trobriand adalarındaki yerlilerle diğer Melanezyalılar arasında kurulan ve “Kula Halkası” denen bir tür dengeli karşılıklılık ilişkisini anlatan bir örnek, üzerinde durulmayı hak etmektedir. Erkekler, Trobriand adaları arasında yolculuk yaparak, üretmiş oldukları beyaz deniz kabuklu kelepçeleri ve kırmızı deniz kabuklu kolyeleri değişim amaçlı olarak verirler. Kırmızı kabuklu kolyeler saat yönünde, beyaz kabuklu kelepçeler saat yönünün tersine adalar arasında hareket etmektedirler299. Kula halkasındaki her erkek, komşu adadaki ortaklarıyla ilişki kurmaktadır. Saat yönündeki komşusuna beyaz deniz kabuklu kelepçeleri verirken ondan kırmızı deniz kabuklu kolyeleri alır. Bu ticaret ortaklığındaki her bir kişi bu nesneleri adalar boyunca birbirlerine aktarır. Nesneler elden ele geçerek bütün adaları dolaşır ve bir süre sonra bu nesneler üretildikleri kabileye geri döner. Böylece birçok kez değiş yokuşa maruz kalan nesneler sayesinde uzak adalardaki insanlar dolaylı yönden de olsa aralarında bağlılık oluştururlar. Kula Halkası’nda dikkat edilen belki de en önemli nokta hiç kimsenin kolye ya da kelepçeleri uzun süre elinde tutmamasıdır. Çünkü böyle bir şey ticareti kesintiye uğratmaktadır. Bu kolye ve kelepçelerin bazıları çok meşhurdur ve bir köye geldiklerinde heyecana bile sebep olabilirler. İşin ilginç yönlerinden biri de bu malları dolaşımdan çekmenin çok ciddi toplumsal eleştiri sebebi olmasıdır ki kimse bunu kolayca göze alamamaktadır300. 299 300 Bkz. Ek-4. Bronislaw Malinowski, Argonauts of Western Pacific, London: Routledge&Kegan, 1922, s.94 ve devamında özetle. 113 Burada Kula Halkası’nın bazı fonksiyonlarını görmekteyiz. Bu yöntem öncelikle adalar arasındaki ticareti sağlamaktadır. Adalar arasında ticari dostluklar kurulmakta ve ortak çıkarlar oluşmaktadır. Bu özel ticaret, hediyeyi de içererek politik ilişkilerde olumlu fonksiyonu içermektedir. Ayrıca Kula Halkası sadece ticareti değil aynı zamanda seyahati de içeren bir boş zaman faaliyeti görünümündedir. Malinowski’nin, ekonomiyle ilgili üzerinde durduğu konulardan biri de karşılıklılık ilişkisidir. Bu ilişki Kula Halkası ile de yakın ilişkisi olan bir olgudur. O’na göre bu ilişkinin temelinde “veresin diye veriyorum” mantığı yatar301. “Kıyı köylerde yaşayanlarla içerlerdeki köylerde yaşayanlar, yiyeceklerinin sağlanması konusunda birbirlerine bağımlı bulunuyorlar. Kıyı köylerde yaşayan yerliler hiçbir zaman kendilerine yetecek kadar sebze yetiştiremiyorlar. İçerdeki köylerin halklarıysa her zaman balığa ihtiyaç duyuyorlar. Üstelik görülüyor ki geleneklere göre, bu yerlilerin kamu yaşamlarının son derece önemli bir yönünü oluşturan ve kıyı köylerde yapılan bütün törenlerin, gösterilerin ve yiyecek dağıtım törenlerinin yalnızca içerdeki vadilerin verimli topraklarında yetişebilen özel sebze türleriyle ve büyük miktarda yiyeceklerle gerçekleştirilmesi gerekli. Öte yandan kıyıda da herkese yetecek ve bir balık şöleni sayılabilecek ölçüde balığın bulunması gerek. Görülüyor ki, görece olarak az bulunan yiyeceklerden dolayı bir bağımlılık söz konusu. Yani bütün olarak her topluluk halkının ortaklara gereksinmesi var… Her toplulukta haklarını savunmasına yarayan bir silah vardır: karşılıklılık ilkesi. Bu yalnızca balığı verip yerine sebzeyi almak değiş-tokuşuyla sınırlanmış değildir. Kural olarak iki topluluk, başka ticaret biçimleri ve diğer ortak hizmetler konusunda da birbirlerine bağımlıdırlar. Dolayısıyla karşılıklılık zinciri, bütün bir iki taraflılık dizgesinin bir parçası olmakla, büsbütün bağlayıcı bir nitelik kazanmaktadır”302. Karşılıklılık ilkesi birçok ilkel kabilede görülse de içerik olarak toplumdan topluma tikel özellikler göstermektedir. Bir tarafta Trobriand bölgesine özel ve tikel olan Kula Halkası’yla teoride genel olsa da kültürlere göre tikel özellik kazanan karşılıklılık ilişkisinin bu bağlantısı, kültürleri incelerken genel yargılardan kaçınmanın gerektiğini gösteren bir örnek olarak kabul edilebilir. Bu tip ilişkiler aynı zamanda ekonominin kültürün 301 302 Malinowski, İlkel Toplum, s.33. Malinowski, Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, s.33-34. 114 geri kalanından ayrı tutulamayacağını da göstermektedir. Ayrıca her iki ekonomik faaliyetinde temelinde güven duygusunun olduğu görülmektedir. Özellikle Kula Halkası faaliyetinde değerli deniz kabuklarından yapılma kolyelerin dolaşımı ticarette iki taraf arasındaki güven duygusunu pekiştirmesi açısından fonksiyon icra etmektedir. Tam anlamıyla dini bir kavram olan ‘iman’ ile daha ziyade dünyevi anlamı bulunan ‘güvenmek’ ve ‘güvenilmek’ arasında yakın bir ilişki vardır. 2.4.5 DİN-SİYASET İLİŞKİSİ Dinle siyaset, tarih boyunca iç içe olmuştur. “Hemen tüm radikal sosyal yapılanmalar insanlık tarihi boyunca ya din tarafından gerçekleştirilmiş ya da din karşıtı olarak meydana gelmişlerdir”303. Dinle siyaset arasındaki ilişkinin en önemli yönünü ise dinin siyasal otoriteyi meşrulaştırma aracı olmasında görürüz. Ancak bu meşrulaştırma tek yönlü bir süreç değildir. Daha çok dini grupların siyasal kadrolarla ilişki içinde olmasıyla alakalı bir durumdur diyebiliriz. Bazı toplumlarda dinin siyaseti de belirlemesi veya siyasetin hep içinde olması dindevlet ilişkisinin mantıksal dört formundan birini teşkil etmektedir. Buna göre ya din devlete egemendir ya da devlet dine egemendir. Ayrıca dinle devlet birbiriyle tamamen ayrı da olabilir (laiklik) veya birlikte de olabilir (teokrasi)304. Bu dört formun hangisi olursa olsun din, temel değişkenlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Siyasi olarak çok karmaşık olmadıkları için ilkel toplumlarda dinle siyaset ilişkisinin modern toplumlara nazaran yoğun ilişki içinde olduğunu söylemek zordur. Ancak bazı noktalarda din-siyaset ilişkisiyle ilgili tikel örnekler gösterebiliriz. Bu duruma şefle büyücü arasındaki ilişki güzel bir örnek olabilir. Bu toplumda şefle büyücü birbiriyle çatışmamaya dikkat ederler. Çünkü bu durum ikisine de zarar vermektedir. Ancak birbirlerine işleri düştüğünde sıradan insanlardan daha fazla birbirlerinin 303 304 Aydın, Kurumlar Sosyolojisi, s.175. Aydın, a.g.e., s.176. 115 işlerini görmektedirler305. Ayrıca bazı büyülerin sadece şefin ailesindeki bazı kimseler tarafından (mesela oğlu) bilindiği ve titizlikle saklandığını da daha önce belirtmiştik ki bu da, din-siyaset ilişkisinin ilkel toplumdaki tikel örneklerinden biridir. Siyaset kurumu tarihi süreç içerisinde basitten karmaşığa doğru bir seyir izlemiştir diyebiliriz. Bu şekliyle siyaset temel kurumlar içerisinde ayrı bir yer tutmaktadır. Diğer hiçbir kurum için basitten karmaşığa doğru çizgisel bir tarihi süreç olgusundan bahsedilememektedir. “Zümreler, kabileler, şeflikler ve devletler şeklinde basitleştirilen süreç basitten karmaşığa doğru izlenen seyri de açıklamaktadır. Bu dört politik sistemden ilk ikisi merkeziyetçi olmayan diğer ikisi merkeziyetçi olan sistemlerdir.”306 Hükmetme, kamusal alan işleri, uzlaşma aracı, güç gibi toplumdaki çok önemli olgularla doğrudan ilişkisi olan siyaset kurumu, hangi toplum olursa olsun değişik şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Biz temel kurumlarla ilgili bilgileri verirken siyaset kurumunu daha ziyade modern toplumlar bazında ele aldığımızdan bu bölümde ilkel toplumlar ölçeğinde konuya bakacağız. Sosyal antropologlar ilkel kültürleri incelerken en fazla din, aile ve ekonomi kurumları üzerinde durmuştur demiştik. Çünkü bu kurumlar ilkel toplumlarda en az modern toplumlar kadar karmaşıklık ve çeşitlilik gösteren kurumlardır. Son derece farklı dinler, karmaşık aile yapıları ve orijinal ekonomik sistemler ilkel toplumlarda çok normal olgulardır. Bu çeşitlilik tabiî ki sosyal antropologların dikkatini daha ziyade bu üç kuruma yöneltmiştir. Siyaset, eğitim ve boş zaman değerlendirme kurumları ise modern toplumlara göre daha sade ve basit olduğundan bu üç kurum üzerindeki çalışmalar biraz daha sınırlıdır. “En basit politik örgütlenme zümre örgütlenmesinde oldukça küçük, akraba düzenine sahip ve politik açıdan bağımsız grup olan zümreler daha çok toplayıcı ve göçebe topluluklarda görülmektedir. Bu topluluklarda yetenekli kişiler lider olsalar da topluluk üzerinde zorlayıcı güçleri yoktur… Geniş çaplı akraba temeli olan, ortak ataya, kimliğe, kültüre ve dile sahip olan 305 306 Malinowski, İlkel Toplum, s.62. Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.584. 116 kabile örgütlenmesi zümrelere göre biraz daha karışık politik örgütlenmeyi oluşturmaktadır. Akraba temelli bir yapıda olduğundan liderlik gayrı resmidir ve kararlar oy birliğiyle alınır. Kabile liderlerinin erkek olması yaygın olsa da kadınlar da lider olabilirler. Zümre ve kabile örgütlenmesi merkezileşmemiş örgütlenmelerdir… Günümüzde en üst düzey ve en resmi politik örgütlenme kabul edilen devlet, yasa yapma ve toplumsal düzeni koruma yetki ve gücüne sahip politik örgütlenmenin adıdır. Günümüzde uluslararası alanda tanınmış yaklaşık 200 devlet vardır… Buna karşın çok uzun zamandan beri var olan yaklaşık 5000 ulus vardır... Dünyanın hiçbir yerinde devletler, insanlığın icat ettiği en uzun süreli toplumsal yaşama biçimi olan daha az merkezi politik sistemler kadar uzun süreli olamamıştır”307. Malinowski’nin incelediği Trobriand toplumundaki politik yönetim şefliktir. Toplumdaki insanlara karşı net olarak üstünlüğü kabul edilen şef birçok yetkiyle donatılmıştır. “Törenlere gereği gibi uymayan ya da önünde eğilmeyen bir insana düşmanlık besler… Aşırılıkları cezalandırabilir… Ancak doğrudan fiziki şiddet uygulayamaz… Bazı büyüleri kendi ayrıcalığında tutabilir”308. Trobriand toplumunda şeflikle ilgili farklı olan bir uygulama da evlilikte görülebilir. Normalde bu toplumda geçerli olan evlilik tek eşlilik üzerinden yürüse de bu kuralın tek istisnası şeftir. Şefin birçok karısı olabilir. Bunun ilk sebebi şeflerin bu toplumda herhangi bir gelirinin olmamasına karşın giderinin çok olmasıdır. Toplum anasoylu olarak örgütlendiği için kadının erkek kardeşinin kız kardeşine bakması genel kuraldır. Erkek kardeş, her sene hasat ettiği ürünlerin en iyi kısımlarından bir bölümünü kız kardeşinin eşine sunar309. Dolayısıyla Trobriand toplumunda zenginlik kadının erkek kardeşinden gelecek ürün miktarıyla doğrudan ilişkilidir. Birden çok kadınla evlenen şeflerin de zengin olup halkına faydalı olabilmelerinin en mantıklı yolu çok eşliliktir. Böylece şefin çok eşliliği toplumun yönetimi açısından fonksiyon icra etmiş olur. 307 Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.592-597. Malinowski, İlkel Toplum, s.66-67. 309 Malinowski, İlkel Toplum, s.79. 308 117 Toplumun düzeni için önemli olan olgulardan biri de bizzat toplumun uygulamış olduğu yaptırımlardır. Bu yaptırımlar şefler tarafından organize edilir. Çünkü şefin otoritesi için toplumun yaptırımı çok önemlidir. “Kabilenin verdiği bir ceza var: tüm topluluk öfkesini ve nefretini dışa vuruyor. Bu ceza sayesinde bir Melanezya topluluğunda insan yaşamı, özel mülkiyet, ve kişisel onur korunduğu kadar şefin saygınlığı, egzogami, toplumdaki yer, evlilik ve bir kabile yapısı içinde birinci derecede rol oynayan ne varsa hepsi korunmuş olur”310. Anasoylu toplumdaki şeflik alt kurumunun devam süreci de bazı ayrıntıları barındırabilmektedir. Malinowski’nin araştırmasını yaptığı bölge buna örnek olabilir. Normalde anasoylu birçok toplumda çocuklar annenin köyüne tâbidirler. Trobriand bölgesinde de bu kural geçerlidir. Ergenlik çağına gelince annesinin köyüne yerleşirler. Ancak şefin çocukları için durum farklıdır. “Trobriand adalarındaki rejim nedeniyle baba her zaman kendi kişisel sevgisiyle oğullarını ergenlikten sonra da yanında tutmaya çalışır ve topluluk da bunu yüreklendirir”311. Buradan da anlaşıldığı gibi şeflik bu toplumda babadan oğula geçen bir süreci takip etmektedir. 2.4.6 DİN-EĞİTİM İLİŞKİSİ Kültürün özelliklerinden biri de onun öğrenilmesidir. Toplumun maddi ve manevi mirasının tümü olan kültürün öğrenilir olması eğitim kurumunu ön plana çıkarmaktadır. Ailede başlayan kültürün öğrenilmesi hayat boyu devam etmektedir. Eğitimin gelişimi incelendiğinde ilk formel eğitimin dini kurumlarda verilmeye başlandığı görülmektedir312. Eski Mısır’dan eski Sümer’e kadar tapınakların aynı zamanda eğitim kurumları olduğunu biliyoruz. Çünkü dinin alt işlevlerinden biri de eğitimdir. Dini bilgiler, öğüt verme, vaaz gibi olgular dinin eğitimle ne kadar yakın ilişki içinde olduğunu göstermektedir. 310 Malinowski, İlkel Toplum, s.48. Malinowski, İlkel Toplum, s.126. 312 Fidan-Erden, Eğitime Giriş, s.68. 311 118 Kurumsallaşmış eğitim söz konusu olduğunda eğitimin dinle ilişkisi daha fazla ön plana çıkmaktadır. Birçok devlet, kendi zihniyetinde insan yetiştirmek için ilk önce eğitim kurumlarına yönelmektedir. Bu da bazen din eğitiminde ciddi tartışmalara sebep olabilmektedir. Ayrıca dinin bizzat kendisinin sistemli olarak öğretilmesi de eğitimden geçmektedir denilebilir. Eğitime sosyal antropoloji açısından baktığımızda karşımıza informel eğitim çıkmaktadır. İlkel toplumlarda sistemli bir eğitim kurumunun olmaması, bu kurumun fonksiyonlarının daha ziyade toplumun diğer kurumları tarafından yerine getirildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. İlkel toplumlarda eğitimdeki ağırlığı en fazla olan kurum belki de ailedir denilebilir. Bireyin sosyalleşmesiyle ilgili temel bilgiler ailede öğrenilir. Daha sonra toplum her yaş grubunu eğitir. Yaşa ve cinsiyete bağlı gruplar toplumun kültürünü zamanla içselleştirirler. İlkel bireyin de öğrenme süreci hayat boyu devam eder. Malinowski’nin eserlerinde örgün eğitimle ilgili anlatımlara rastlamadık. O, ilkel toplumun eğitiminin toplum tarafından informel şekilde yapıldığını gösterir ifadeler kullanmaktadır. Bu durum sosyal antropoloji alanında yazılan eserlerle de uyumludur. Sosyal antropologların en çok üzerinde durdukları üç kurumun dışında olan eğitimle ilgili bilgiler bu eserlerde çok azdır. Sistemli ve formel eğitimin olmadığı yerde eğitim üzerinde de çok fazla durulması zaten mümkün görülmemektedir. Çünkü eğitimle ilgili temel unsurlar (öğretmen, öğrenci, okul… gibi) hep eğitimin sistemli olan yönüyle ilgilidir. Ancak informel de olsa eğitimle ilgili tikelliklere Malinowski’nin eserlerinde rastlanır. Trobriand adalarında yaşayan bireyler aileyle başlayan öğrenme süreçlerinde kendilerine ait rolleri toplumdan öğrenirler. Ancak bu toplumda bir figür, öğretme konusunda öne çıkar: dayı. Trobriand adaları halkı anasoylu olduklarından, dayı çok önemli bir figürdür. Erkek çocuklar belli bir yaşa gelince dayılarının yanından ayrılmamaya başlarlar. Dayının erkek çocukların yetişmesinde çok ciddi katkısı 119 vardır. Bazı tabular, ekonomik faaliyetler gibi temel toplumsal unsurlar dayı tarafından öğretilir313. Malinowski’nin eserlerinde eğitim üzerinde çok az durulduğu gibi eğitim-din ilişkisi üzerinde de çok az durulmuştur. Bu noktada söyleyebileceğimiz şey büyülerin öğrenilmesi ve öğretilmesinin dinle ilişkisi olabilir. Dini bir argüman olan büyüler bu toplumda genelde nesilden nesile aktarılarak babadan oğula geçtiğini belirtmiştik. Bazı büyülerin ise sadece şefin yakınları tarafından bilinip yakın çevreleri tarafından öğretilmesi konumuzu ilgilendirebilir. Ancak bu iki örnek toplumun geneliyle ilgili olmadığı için din-eğitim ilişkisi konusunda sınırlı örneklerdir diyebiliriz. Sonuç olarak kurumlar birbirleriyle ilişki halinde olan olgulardır. Asla salt, yalnız başlarına ele alınamazlar. Bizim sadece din kurumunun diğer kurumlarla ilişkisini göstermeye çalıştığımız gibi, diğer tüm kurumlar da birbirleriyle sıkı ilişki içerisindedirler. Birbirlerini etkilerler ve birbirlerinden etkilenirler. Bu bakımdan, kurumları ele alırken karşılıklı ilişki bağlamı içerisinde ele almak bir zorunluluktur. 313 Malinowski, Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, s.46. 120 SONUÇ Malinowski’nin araştırmalarında ortaya koyduğu veriler etrafında hazırlamış olduğumuz bu çalışmada, incelediğimiz tartışmaların ve analizlerin sonucunda genel olarak müellifin alan araştırmasında iyi olmasına karşın elde ettiği verileri bir teoriye dönüştürme konusunda yetersiz olduğunu düşündürecek birçok veriye rastlamaktayız. Okumalarımızda gördüğümüz, Malinowski’nin veri toplamada gösterdiği gayret ve hassasiyeti bu verileri değerlendirmede göster(e)mediğidir. Bize göre bunun en önemli sebebi onun vakaya tek yönlü yaklaşımıdır. Toplumları ve kültürleri araştırırken her birinin tikel olduğunu ve ona göre araştırılmalarını gerektiğini söylemesi doğru olsa da araştırmalarını -diğer unsurları elimine ederek- sadece fonksiyon merkezli yapması onun en zayıf noktasını oluşturmaktadır. Oysa hiçbir olgu tek noktadan bakılarak anlaşılamaz. Bu durumun bize göre en güzel göstergesi ‘artıklarla’ ilgili yorumunda görülebilir. Şöyle ki; Malinowski’ye göre ‘artıklar fonksiyonları devam ettiği için yaşamaya devam etmektedirler’. Bu yorum son derece yetersizdir. Günümüzde fonksiyonu olmadığı halde yaşamaya devam eden birçok unsur vardır. Mesela İslam’da minareler eskiden icra ettikleri fonksiyonlarından tamamen uzaklaşmışlardır. Ses sistemlerinin gelişmesi minarelerin fonksiyonlarını ortadan kaldırmıştır ancak buna rağmen minaresiz camii yapılmamaktadır. Çünkü minare sadece fonksiyonel anlamı olan yapı değil aynı zamanda simgesel anlamı da barındıran bir yapıdır. Dolayısıyla hiçbir Müslüman çıkıp ‘peygamberimiz devrinde minare mi vardı? Fonksiyonu da ortadan kalktı. Bundan sonra fazla para harcayıp camilere minare yapmayalım. Minare parasıyla şunu şunu… yaparız’ gibi sözler etmemektedir. Zira minarenin simgesel anlamı fonksiyonel anlamının çok önündedir. Malinowski’nin bakış açısıyla bu duruma yaklaşsak minarelerin varlığını biz hâlâ fonksiyonlarıyla açıklamak zorunda kalırız. Malinowski’nin kültürel olgular üzerindeki açıklamalarında ısrarlı işlevselci yaklaşımı, onu sosyal antropolojideki fonksiyonalist akımın öncüsü olmasını sağlamıştır. Bu yönüyle o, Franz Boas’ın Tarihsel Tikelciliğin kurucusu olduğu gibi Tikelci-Fonksiyonalizmin kurucusu olarak kabul edilebilir. Yapmış olduğu 121 çalışmalarda kültürel unsur ve etkileşimlerde dikkate aldığı fonksiyonları dikkate almakla birlikte, onun tikele yaptığı vurgu yoğunluğunun özgün düşünsel ve uygulama sistematiği açısından kayda değer olduğunu belirtmek gerekir. Ancak Malinowski ismi tikelcilikten ziyade fonksiyonalizmle anılmaktadır. Bize göre onu salt fonksiyonalist kabul etmek eksikliktir. Çalışmanın başlığında “TikelciFonksiyonalist” isimlendirmesini kullanmanın temel nedenlerinden biri de, söz konusu eksik anlaşılmayı telafi edebileceğini düşündüğümüz bir teklifte bulunmaktır. Dinlere bakışta Malinowski’nin agnostik olması yaptığı yorumların zamanın ateist antropologlarının çizgisine yakın olmasını sağlamıştır. Her ne kadar Tanrının varlığıyla ilgilenmese de dinin kaynağını ilahi kökene bağlamaması ve dinle ilgili her olguyu fonksiyonel olma açısından değerlendirmesi sebebiyle onun da Viktorya dönemi antropologları gibi tüm dinlerin insani kökene dayandırılması esasına hizmet ettiğini düşündürmektedir. Öyle ki dinin kökenine ‘ölüm’ gibi dinlerin üzerinde çok durdukları bir olguyu yerleştirmiş olması bile kökenler konusunda onu ilahi dinlere yakın bir araştırmacı yapmaya yetmemiştir. Malinowski’nin kültürle ilgili araştırmalarında manevi kültür alanına ait söylediklerinin yetersizliğinin temelinde onun agnostik yaklaşımının etkisi yadsınamaz. Dönemin ateist araştırmacılarından bu anlamda bir farkının olmadığı açıktır. Malinowski’nin sosyal bilim alanına en önemli katkısı, o döneme kadar yaygın olarak kullanılmamış olan ‘katılımcı gözlem’in önemini göstermesi olmuştur. Ondan sonra günümüze kadar gelen araştırmacıların hiçbiri bu yöntemin değerini yadsımamıştır. Bu yöntemin ilk ciddi uygulayıcısı olan Malinowski, kendisinden sonra yapılan birçok araştırmayı etkilemiştir. Bu çerçevede, yapmış olduğu gözlemler neticesinde dinin toplumdaki fonksiyonları konusunda çok önemli tespitlerde bulunmuştur. Araştırmalarını yürüttüğü Trobriand adalarındaki büyü ritüelleri üzerine yapmış olduğu gözlem ve tespitler buna örnek olarak verilebilir. Bu bölgenin kıyılarda yaşayan insanları balıkçılıkla geçinmekte ve sık sık açık denizlere çıkmak zorunda kalmaktadırlar. Rastlantı, şans, olumsuzluk ihtimali ve büyük riskleri içeren açık deniz balıkçılığına büyü eşlik etmekte ve denize açılmadan önce mutlaka büyü ritüeli 122 yapılmaktadır. Büyü bu anlamda kişilere krizleri aşmada destek sağlamaktadır. Güven vermekte, rahatlatmakta ve umutlarını korkularının üzerine çıkarmaktadır. Konuyla ilgili verilebilecek bir diğer örnekse ritüellerde kullanılan yiyeceklerle ilgilidir. Trobriand adalarındaki ritüellerin hepsi toplu yapılır. Bu ritüellerde kullanılan yiyecekler adaların iç bölgelerinde yetişmektedir. Kıyılarda oturanlar tuttukları balıklarla bu yiyecekleri takas ederler ve ritüelin sonunda bunlar yenilir. Sonuçta kıyı bölgelerde yaşayanlar bazı yiyeceklere ulaşırken iç bölgedekiler de balığa ulaşırlar. Böylece ibadet aynı zamanda ekonomik bir fonksiyonu da yerine getirmiş olur. Malinowski’nin katılımcı gözlem sonucu aktardığı bu örnekler fonksiyonalizm açısından ele alındığında tikel bir örneğin dinin birkaç fonksiyonunu aynı anda barındırabileceğini göstermektedir. Ancak bunlar ve benzeri tikel örnekleri katılımcı gözlem yöntemiyle ortaya koyup sadece fonksiyonları üzerinden değerlendirme yapması ve simgesel yön, manevi etki (aidiyet/kimlik, hayat algısı, doyum vs.) gibi açılardan konuya yaklaşımının yok denecek kadar az olması Malinowski’nin eksik tarafıdır. Bununla birlikte, bakış açısını bir tarafa koyacak olursak, sonuçta Malinowski’nin bilime kazandırmış olduğu ‘katılımcı gözlem’ metodunun müellifin en önemli mirası olduğunu tekraren ifade etmek gerekir. 123 EK-1 Mead’ın ilk incelediği Yeni Gine kabilesi Arapesh kabilesidir. “Arapesh toplumunda erkek çocuk, eşi olacak kızı büyütür. Arapeshlerde bir baba, bebeğin doğumuna sebep olduğu için baba değil, onu büyüttüğü için babadır… Küçük kız yedi veya sekiz yaşlarında kendisinden altı yaş büyük bir erkek çocukla nişanlanır ve müstakbel kocasının evine gönderilir. Bundan sonra nişanlı ve onun erkek kardeşleri müstakbel genç gelini birlikte yetiştirme işini yüklenirler. Kızın tüm yiyecek işini karşılayacak olan faaliyete nişanlı erkek katkıda bulunur. Bu çok önemli bir husustur zira kocanın bütün isteklerinin yapılışı bu katkıya bağlıdır… Arapeshler evliliğin temeline cinsel tutkuyu koymamışlardır. Cinsel ilişki elbette önemlidir fakat nişanlılar büyürken öyle bir alışkanlık ve rahat içinde büyürler ki, cinsel ilişki korkulu, anlaşılmaz bir şey olmaktan çıkar… Kocası ölen kadın genellikle kocasının ailesi içinde yeniden evlenir. Dul bir kadını almak 30-31 yaşlarındaki erkek kardeşin görevi olup kardeşinin çocuklarını büyütecektir… Her türlü saldırgan davranış ve kavga büyükler tarafından önlenir ve asla kabul görmez. Çocuk oyunlarında ise kesinlikle iki taraf yoktur. Rekabeti veya çatışmayı teşvik eden oyunlara izin verilmez. Arapeshlerde harp bilinmez. Cesaretle adam öldürme arasında hiçbir bağlantı yoktur. Arapeshlere göre hiddete kapılanlar acınacak kişilerdir”. Mead’ın ikinci incelediği Yeni Gine kabilesi Mundugumor kabilesidir. “Mundugumor sosyal örgütü aynı cinsiyetten olan bütün kişiler arasında karşılıklı düşmanlık esasına dayanır ve aynı cinsiyetten olanlar arasında bağlılık ancak karşı cinsten olanlar kanalıyla kurulabilir… Bu tip örgütlerde erkek kardeşler ya baba ya da anaya göre aynı grup üyesi sayılırlar ve aralarında kuvvetli bir bağ vardır… Kız ve erkek kardeşleri acayip şekilde birbirine bağlayan 124 evlenme kurumudur. Evlilik burada kız kardeş-erkek kardeş değiştirilmesi esası üzerine kurulmuştur. Bir erkek kız kardeşini bir diğer erkeğe verir ve onun kız kardeşini alır… Kız kardeşi olmayan erkekler kendilerine evlenecek kadın bulmak için mutlaka kavga etmek zorundadırlar… Bu kavgalar sonunda bir kızı kaçırmayı başarabilirlerse karşılığında bir cins flüt ödeyerek evlilikleri hukuki bir hale getirilir. Genellikle ailelerde evlenecek kız-erkek sayısı eşit olmadığından daima bir kavga hali beklenir… Mundugumor ailesinde birbirinden kesin ayrılmış gruplaşmalar vardır: Baba ve kızları, anne ve oğulları. Erkek kardeşler arası ilişki ise acımasız bir rekabet ve güvensizliktir… Baba ile oğulları arasında da şiddetli geçimsizlik vardır ve küçük yaşta babadan uzaklaştırılırlar. Bir oğlan 10-12 yaşlarına geldiğinde artık annesi yaşlıdır ve babanın ilgisini de çekmez. Baba artık genç bir kadın peşindedir… Erkek çocuk kız kardeşini değiştirmeyle evlenebildiği gibi aynı işi baba da yapabilir, kızını verip yerine kendine yeni bir kadın alabilir ve oğlu büyümeden bu işi yapmaya çalışır. Fakat böyle bir durumda oğlunun çıkarını koruyup kocasının yeni bir kadın almasına engel olmak için araya adamın karısı girer. Aile bireyleri birbirinin karşısına dikilirler. Baba herkesten daha fazla kızı üzerinde hâkimiyet iddia edecek durumdadır. Kızlar baba ile aynı soydan sayıldıkları için küçükten beri babaya yakındırlar… Buna karşılık, oğlanlar analarından kız kardeşlerinin kendilerine ait olduğunu duymuşlardır ve evlenebilmek için kız kardeş değiştirmesi gerektiğini bilirler. Fakat babanın da bu işi kendilerinden önce yapabileceğini de bilirler. Bu şüpheyle devamlı babayı gözlerler… Kız kardeşlerle erkek kardeşler arasında da ilişkiler hiç iyi değildir. Çünkü erkek çocukların evliliği kız kardeşlerini değiştirmeye bağlıdır ve kızın bu değiştirmeye itirazı olabilir… Oğlanlarla arası bir miktar iyi olan dayıdır. Dayı, oğlanların başı babayla derde girdiğinde onların koruyucusudur. Bu sebepten de bir adamın, karısının erkek kardeşiyle (kaynıyla) arası iyi olamaz. Toplumun hemen bütün erkeklerinin birbirleriyle bu denli çatışma halinde olduğu bir toplumun nasıl devam edebildiğini anlamak için 125 toplumun ekonomik ve dinsel hayatına bakmak gerekir. Mundugumor toplumu zengin bir toplumdur… Hindistan cevizi ağaçları olağanüstü derecede boldur… Bu zenginlik içinde kadınlar diğer işleri görürler, erkeklere de kavga etmek kalır. Kavgalar ekonomik olmayıp kadın yüzündendir. Mundugumor toplumunda bir bebek bütün bireylerin birbirlerine düşman oldukları bir dünya içinde doğar. Bir kadın kocasına hamile olduğunu söylediğinde huzursuzluk başlar… Hamilelik esnasında cinsel ilişki tabudur. Bunun sonucunda erkek ya başını alır gider veya bir başka kadın peşine düşer… Çocuğun erkek olma ihtimali babayı tedirgin eder. Buna karşılık kız olma ihtimali de anayı tehdit eder. Bu sebeple çocuk doğmadan evvel çatışmalar başlar. Yaşayıp yaşamaması söz konusudur. Kızların yaşaması daha büyük bir olasılıktır. Çünkü kız çocuğu baba yeğler. İleride kendisine genç bir kadın almasını sağlayacaktır. Doğacak erkek olursa ana memnundur. Çünkü babaya rakiptir… Doğan bebekle anne çok az ilgilenilir. Bebeğe ölmeyecek kadar ayakta meme verir… Çocuk her nedenle itilip kakılır. Kuvvetli olan bebek yaşayabilir. Beslenmesi rastlantısaldır. Büyümesi sırasında dostu, düşmanı iyice öğretilir. Böylece doğum anından itibaren yırtıcı, saldırgan, kavgacı ve aç gözlü olması sağlanır… Gencin hayatı rastlantılara bağlanmıştır ve bu nedenle erkek çocuğun genel olarak ne zaman, nasıl evleneceği belli olmaz… Kızların durumu da aynıdır. Bazısı erkek kardeşleri onları değiştirme olanağı bulmadan babaları tarafından yaşlı bir erkeğe verilip yerine yeni bir kadın alınır… Tüm bu ortamda kavgacı, saldırgan, yırtıcı olmak ideal kişilik yapısıdır”. Bu iki kabilenin incelenmesi birbirine yakın sonuçlar vermiştir. Gerek erkek gerekse kadınlar aynı mizaca sahiptiler: Arapeshlerde uysal Mundugumorlarda ise saldırgan. İki cins arasında bariz farklar yoktu. Mead ise cinsiyetler arasındaki farkı vurgulamayı hedefliyordu. Araştırmasına devam etti. Yine aynı bölgedeki Tchambuli kabilesini inceledi. 126 “Tchambuli halkı sanatı yaşamın ilkesi olarak kabul etmişlerdir. Tchambuli erkeklerinin hepsi artisttir ve sanatın yalnızca bir kolunda değil birçok kollarında ustadırlar. Raks, oymacılık, gravür, resim işlenen sanat kollarıdır. Her erkeğin kendine has dansı, kendi yaptığı maskları, müziği vardır ve toplumdaki yeri, diğerlerinin bunlara verdiği değerle ölçülür… Toplum gevşek bir tarzda patrilineerdir (baba tarafı yerleşmesi)… En büyük oğlan babanın huzurunda huzursuzdur. Doğrudan doğruya babaya hitap etmez. Çünkü onun varisidir… Tchambuli erkekleri daima birbirlerini kontrol ederler. Aralarında imalı sözler eksik olmaz… Buna karşılık kadın grubu sağlam, birbirine bağlı bir kitle oluşturur. Ekonomik çalışma tamamen kadınların elindedir… Evlenmelerde güya erkek eşini seçer ama aslında ailenin en yaşlı kadını erkeğin kiminle evleneceğini belirler. Erkekler çok kere bunun farkına varmazlar ve kadınlar bunu sezdirmemek için ellerinden geleni yaparlar. Kısacası kadınlar Tchambuli kabilesinde gücü elinde tutan, bütün ekonomik faaliyeti yöneten, sağlam, kuvvetli, dengeli bir gruptur”314. 314 Mead’den.aktaran, Saran, Antropoloji, s.115-126. 127 EK-2 FOTOĞRAFLAR 128 EK-3 HARİTALAR (Malinowski’nin Alan Araştırması Yaptığı Trobriand Adalarının Haritası) 129 130 131 EK-4 KULA DÖNGÜSÜ (Halkası) Kula döngüsü ilkel toplumların tikel ekonomik faaliyetlerine verilebilecek belki de en ilginç örnektir. Malinowski’nin araştırma yaptığı bölgede geçerli olan bu faaliyette yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi iki temel güzergâh takip edilir. Bir taraftan deniz kabuklarından yapılmış kolyeler adalar arasında dolaşımdadır diğer taraftan ise kelepçeler. Hem kolyeler hem de kelepçeler kendileri ekonomik anlamda alım-satım aracı olmayıp alışveriş öncesi verilen hediye konumundadırlar. Hediyeleşmeden sonra ise alışveriş başlamakta böylece kolye ve kelepçelerle yapılan hediyeleşme, alışveriş öncesi güven ortamının hazırlanmasında önemli bir fonksiyon icra etmektedir. Tikelci-fonksiyonalizme güzel bir örnek olduğundan Malinowski Kula Döngüsü üzerinde durmuş “The Argonauts of Western Pacific” adlı eserini bu konuya ayırmıştır. 132 KAYNAKÇA ABRAHAMSON, Mark, İşlevselcilik, Çev.: Nilgün Çelebi, Konya: Toplum Kitabevi, 1990. AKAY, Ali, Postmodernizm, İstanbul: L&M Yay., 2005. AKYÜZ, Niyazi- ÇAPÇIOĞLU, İhsan, Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi, Ankara: Gündüz Yay., 2008. ASLANTÜRK, Zeki-AMMAN, Tayfun, Sosyoloji: Kavramlar, Kurumlar, Süreçler, Teoriler, İstanbul: Çamlıca Yay., 2001. ATAY, Tayfun, Batıda Bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısi Örneği, İstanbul: İletişim Yay., 1996. AYDIN, Mustafa, Kurumlar Sosyolojisi, Ankara: Vadi Yay., 1997. BAHAR, H.İbrahim, Sosyoloji, İstanbul: USAK Yay., 2005. BALAMİR, Nefise, Kırsal Türkiye’de Eğitim ve Toplum Yapısı, Ankara: ODTÜ Yay., 1982. BALOĞLU, A.Bülent, Reenkarnasyon, Ankara: Kitabiyat Yay., 2001. BENEDİCT, Ruth, Kültür Örüntüleri, Çev.: M. Topal, Ankara: Öteki Yay., 2000. BERGER, Peter, Dinin Sosyal Gerçekliği, Çev. Ali Coşkun, İstanbul: İnsan Yay.,1993. BİLGİN, Vejdi, Bizi Kuşatan Toplum, Bursa: Düşünce Yay., 2011. BİLGİSEVEN, Amiran Kurtkan, Sosyal İlimler Metodolojisi, İstanbul: 1989. BLUMER, Herbert, Symbolic İnteractionism: Persrective and Method, New Jersey: Prentice-Hall İnc., Englewood Cliffs, 1969. BOAS, Franz, Race, Language and Culture, New York: Free Press, 1940. BOTTOMORE, Tom, Toplumbilim, Çev.Ünsal Oskay, İstanbul: Doğan Yay., 1998. BOZKURT, Veysel, Değişen Dünyada Sosyoloji: Temeller, Kavramlar, Kurallar, İstanbul: Alfa Yay., 2004. 133 CİPRİANİ, Roberto, Din Sosyolojisi: Tarih ve Teoriler, İstanbul: Rağbet Yay., 2011. COLE, Stephan, Sosyolojik Düşünme Yöntemi, Çev. Bekir Demirkol, İstanbul: Vadi Yay.,1998. ÇALIŞLAR, Aziz, Ansiklopedik Kültür Sözlüğü, İstanbul: Altın Kitap, 1983. ÇINAR, Aliye, Sosyolojik ve Antropolojik Açıdan Dine Bakış, Bursa: Emin Yay., 2009. ÇİFTÇİ, Adil, Sosyolojiye Giriş: Ya da Bir Özgürlük Tarzına Çağrı, Ankara: 2012. DAVİS, Kingsley, The Myth of Functional Analysis As a Special Method in Sociology and Antropology, American Sociology Rewiev, Vol. 24, 1957. DELANEY, Carol, Tohum ve Toprak, Çev.: Selda SomuncuoğluAksu Bora, İstanbul: İletişim Yay., 2012. DOĞAN, M. Sait - ÖZYURT, Selahattin - BOZTOPRAK, Galip, Sosyoloji Çarşısı, İstanbul: E Yazı Dizisi, 2009. DÖNMEZER, Sulhi, Sosyoloji, Ankara: Savaş Yay., 1984. DURKHEİM, Emile, The Elementary Forms of The Religious Life, London: Allen and Unwin, 1964. ER, izzet, Din Sosyolojisi, Ankara: Akçağ Yay., 2007. EREN, Selim, Cemaatsel Oluşum ve Dinin Rolü, Dini Araştırmalar, c.3, 2000. ERGİL, Doğu, Toplum ve İnsan, Ankara: Turhan Kitabevi, 1984. ERKAL, Mustafa, Sosyoloji, İstanbul: Der Yay., 1991. EYÜPOĞLU, Osman, Türkiye’de Sosyal Değişme ve Kur’an Yorumları İlişkisi: Cumhuriyet Dönemi Örneği, Samsun: Basılmamış Doktora Tezi, 2003. FİDAN, Nurettin - ERDEN, Münire, Eğitime Giriş, Ankara: Meteksan, 1993. 134 FİSCHER, Joseph, Sosyoloji Nedir?, Çev.: Nilgün Çelebi, Ankara: Anı Yayınevi, 1996. FREYER, Hans, Din Sosyolojisi, Çev.: Turgut Kalpsiz, Ankara: A.Ü. İlahiyat Fak. Yay., 1964. GAULDNER, Alvin W., The Coming Crises of Western Sociology, New York: Basic Book İnc., 1970. GİDDENS, Anthony, Sosyoloji Başlangıç Okumaları, Çev. Günseli Aksoy, İstanbul: Sav Yay., 2009. _____Sosyoloji, Çev. Cemal Güzel, Ankara: Ayraç Yay., 2000. GÖKA, Erol, Hermenötik Üzerine, Türkiye Günlüğü, Sayı 22, Ankara: 1993. GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, İstanbul: MEB Yay., 1976. GÜÇLÜ, Sevinç ve diğerleri, Kurumlara Sosyolojik Bakış, İstanbul: Kitabevi, 2011. GÜNAY, Ünver, Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yay., 2000. GÜNGÖR, Nevin, Türk Atasözleri ve Deyimlerinde Yansıyan Aile Modeli Üzerine Sosyolojik Görüşler, Ankara: Sosyoloji Yayınları Derneği, 1994. GÜVENÇ, Bozkurt, İnsan ve Kültür, İstanbul: Boyut Yay., 2010. _____Kültürün ABC’si, İstanbul: Yapı Kredi Yay., 1997. HARİS, M., The Rise of Anthropolgical Theory: A History of Theories of Culture, Oxford: Altamira Press, 2001. HAVİLAND, William A. ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, Çev. İnan Deniz Erguvan Sarıoğlu, İstanbul: Kaknüs Yay., 2008. HERBERT Mead, George, Mind, Self and Society, Chicago: University of Chicago Press, 1934. İBNİ MANZUR, Lisânu-l Arab, İstanbul: İthal Yay., 2009. İNECİ, Dilek, Malinowski’nin İşlev Teorisine Göre Türk Atasözlerinin İncelenmesi, İzmir: Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2004. JAMES, William, The Varieties of Religious Experience, London: Fontana, 1975. 135 JEBENS, Holger, Cargo, Cult and Culture, Honolulu: University of Hawaii Press, 2004. JOURNET, Nicholas, Evrenselden Özele Kültür, Çev. Yümni Sezen, İstanbul: İz Yay., 2009. KAĞITÇIBAŞI, Çiğdem, Kültürel Psikoloji, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1998. KARA, Mustafa, Buhara-Bursa-Bosna, İstanbul: Dergâh Yay.,2012. KEHRER, Günter, Din Sosyolojisi, Çev. S. Yüksel, İstanbul: Kubbealtı Neşriyat, 1992. KIŞLALI, A.Taner, Siyaset Bilimi, Ankara: İmge Yay., 1990. KIZILÇELİK, Sezgin, Sosyoloji teorileri, Konya: Emre Yay., 1994. KİRMAN, M. Ali, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Rağbet Yay., 2004. KOTTAK, Conrad Phillip, Antropoloji: İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış, Çev. Komisyon, Ankara: Ütopya Yay., 2008. KRECH, David ve diğerleri, Cemiyet İçinde Fert, Çev..Mümtaz Turhan, İstanbul: MEB Yay., 1983. KUHN, Thomas, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev. Nilüfer Kuyaş, İstanbul: Kırmızı Yay., 2011. KURT, Abdurrahman, Din Sosyolojisi, Bursa: Dora Yay., 2011. MALİNOWSKİ, Bronislaw, A Diary in The Strict Sense of The Term, California: Stanford University Press,1967. _____Argonauts of Western Pacific, London: Routledge&Kegan, 1922. _____ Büyü, Bilim ve Din, Çev.: Saadet Özkal, İstanbul: Kabalcı Yay., 2000. _____Bilimsel Bir Kültür Teorisi, Çev.: Saadet Özkal, İstanbul: Kabalcı Yay., 1992. _____Coral Gardens and Their Magic, London: Allen&Unwin, 1935. 136 _____İlkel Toplum, Çev.: Hüseyin Portakal, Ankara: Öteki Yay., 1998. _____İlkel Toplumlarda Cinsellik ve Baskı, Çev.: Hüseyin Portakal, İstanbul: Kabalcı Yay., 1989. _____The Dynamıcs Of Culture Change, London: Oxford University Press, 1945 _____The Family Among Australian Aborigines, London: The University of London Press, 1913. _____Vahşilerin Cinsel Yaşamı, Çev.: Saadet Özkal, İstanbul: Kabalcı Yay., 1992. _____Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, Çev.: Hüseyin Portakal, İstanbul: Epsilon Yay., 2003. MARDİN, Şerif, Din ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yay., 1983. MARSHALL, Gordon, Sosyoloji Sözlüğü, Çev Osman Akınhay-Derya Kömürcü, Ankara: Bilim-Sanat Yay., 1999. MAUSSE, Marcel, Sosyoloji ve Antropoloji, Çev.: Özcan Doğan, Ankara: Doğu-Batı Yay., 2005. MARX, Karl- ENGELS, Friedrich, The Communist Manifesto, Harmondworth: Penguin Books, 1967. MERAY, Seha, Toplumbilim Üzerine, İstanbul: Hil Yay., 1982. MORGAN, Lewis Henry, Eski Toplum, Çev. Ünsal Oskay, İstanbul: Payel Yay., 1987. MORRİS, Brian, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, Çev. Tayfun Atay, İstanbul: İmge Yay., 2004. MÜLLER, Max, Naturel Religion, London: 1889. NADEL, S. F., Malinowski on Magic and Religion, Londra: Routledge&Kegan, 1970. NİRUN, Nihat, Sistematik Sosyoloji Açısından Aile ve Kültür, Ankara: DTK Yay., Sayı 73, 1994. OTTO, Rudolf, The İdea of the Holy, Harmondsworth: Penguin Books, 1917. 137 ÖZBUDUN, Sibel ve diğerleri, Antropoloji:Kuramlar, kuramcılar, İstanbul: Dipnot Yay., 2005. ÖZKALP, Enver, Sosyolojiye Giriş, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yay., 2001. ÖZÖNDER, Cihat, Kurumlar Sosyolojisi, Basılmamış Ders Notları. PALOMA, Margaret M., Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev. Hayriye Erbaş, Ankara: Eos Yay., 2007 PARSONS, Talcott, The Social System, New York: The Free Press, 1951. PERŞEMBE, Erkan, Almanya’da Türk Kimliği: Din ve Entegrasyon, Ankara: Araştırma Yay., 2005. PRİTCHART, Evans, Sosyal Antropoloji, Çev. Fuat Aydın-İrfan İnceMuharrem Kılıç, İstanbul: Birey Yay., 2005. _____ Theories of Primitive Religion, London: Oxford University Press, 1965. SARAN, Nephan, Antropoloji, İstanbul: İnkılâp Yay., 1989. SARUP, Madan, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, Çev. Abdülbâki Güçlü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 2004. SAYIN, Önal, Sosyolojiye Giriş, İzmir: Erdem Kitabevi, 1998. SAYIN, Şara, Yorumbilimsel Söyleşi, Ankara: T.D.K. Yay., 1983. SMİTH, Philiph, Kültürel Kuram, Çev.: Selime Güzelsarı-İbrahim Gündoğdu, İstanbul: Babil Yay., 2005. SPENCER, Herbert, The Principles of Sociology, New York: Appleton, 1896. ŞENTÜRK, Recep, Yeni Din Sosyolojileri, İstanbul: Gelenek Yay., 2004. THEODORSON, George A.,- THEODORSON, Achilles S., A Modern Dictionary of Sociology, New York: Thomas Y. Cromwell Co., 1969. TURHAN, Mümtaz, Kültür Değişmeleri, İstanbul: Edebiyat Fak. Yay.,1959. TYLOR, Edward, Primitive Culture, London: Murray 1871. 138 USTA, Niyazi, Dinle İlgili Tutumlarımız ve Metodoloji-Paradigma Sorunu, Dini Araştırmalar, c.8, sayı 22, 2005. _____Menzil Nakşîliği (Sosyolojik Bir Araştırma), Ankara: Töre Yay., 1997. WACH, Joachim, Din Sosyolojisi, Çev. Ünver Günay, İstanbul: İFAV Yay., 1995. WALLACE, Ruth A.-WOLF, Alison, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev.Rami Ayas-Leyla Elburuz, İzmir: Punto Yay., 2004. WELLS, Calvin, İnsan ve Dünyası, Çev. Özer Ozankaya, İstanbul: Remzi Kitabevi 1984. 139 ÖZGEÇMİŞ 01.01.1975 Bursa doğumluyum. 1993 yılında Bursa İmam-Hatip Lisesi’nden 2000 yılında ise Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldum. Aynı Üniversitede Felsefe-Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim Dalı’nda “Mevlana’da Kadın ve Aile” isimli yüksek lisans çalışması yaptım. 2013 yılında Ondokuzmayıs Üniversitesi’nde doktoramı bitirdim. Evliyim ve bir kızım var. 140