BAŞKAN’DAN Temmuz ayına Arap Baharı sürecine karşı, bu sürecin İslam dünyası için bütün kazanımlarını geri almaya tam teşebbüs eden bir askeri darbeyle girdik. 30 Haziran’da temerrüt (isyan) hareketi olarak ilan edilen ve Muhammed Mursi’ye bir uyarı olarak harekete geçirilen kitlelerin Tahrir meydanındaki toplantısı askere bir davetiyenin ilginç bir örneği olarak tarihe geçmiş oldu. Başlangıçta “ne Mursi ne darbe” olarak kendini meşrulaştırmaya çalışan hareketin sadece 3 gün içinde gelen askeri darbeye dönüşmesi ibretlik bir durum oldu. Türkiye’de de Şeriat’ın hiç bir ihtimalinin bulunmadığı belli olduğu halde bu tarz bir denklemin (ne Şeriat ne darbe) aslında “darbe istemeye eşit” bir talep olduğunu da defalarca gördük. 30 Haziran’da sivil bir gösteri olarak başlayan bir hareketin 3 Temmuz’da darbeye dönüşmesi kadar, ondan daha önemlisi dünyanın bu darbeye darbe dememek konusunda bir tür mutabakat sergilemiş olması. Tam teşekküllü ve bütün bileşenlerine sahip bir darbenin darbe olarak karşılanmaması, bu darbede uluslararası bir suç ortaklığının olduğunu gösteriyor sadece. Bu suç ortaklığının ne kadar geniş bir yelpazeyi biraraya getirdiğine bakıldığında, şimdiye kadar uluslararası ilişkiler alanında okuduğumu bir çok şeyin sadece hikayeden ibaret olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Mısır’daki askeri darbenin haksızlığı, ahlaksızlığı bir yana, darbeden hemen sonra kapattığı televizyon kanalları, susturduğu muhalefet, tutukladığı binlerce insan, ve namaz kılan, oruç tutan, silah taşımayan insanlara karşı defalarca sergilenen katliamlarına rağmen uluslararası güçlerin bunu sessizce veya açıkça onaylayarak karşılamalarının çok daha ahlaksızca olduğunu söylemek gerekiyor. Açıkçası, bu süreç içinde Batılı denilen ve ensemizde bozası pişirilen değerlerin nasıl bir balon olduğu bir kez daha görüldü. Türkiye’deki Gezi Parkı gösterileri dolayısıyla 17 kez açıklama yapan ABD’nin veya Türkiye aleyhine hemen oybirliğiyle karar çıkaran Avrupa Parlamentosunun bu süreç içinde sergilediği darbeyi onaylayıcı tutum, bundan sonraki bir çok konunun tartışılma zeminini kökten değiştirici bir etki yapmıştır. İslam dünyası için istedikleri demokrasinin gerçek sınırlarını gösteren bu tutumları dolayısıyla Avrupa demokratik değerlerinin Mısır’da gömülmüş olduğunu ilan edebiliriz. Mısır’a askeri darbe bu yönüyle bir yabancı müdahaleye dönüşmüş ve bu müdahalenin temel sebebi de İslam dünyasında gerçek bir demokrasinin, yani İslam dünyasının ayaklarının üzerinde durma ihtimalinin Avrupalılar için risk olarak görülmesinden ileri gelmiştir. Mısır’daki darbeye alenen darbe diyebilen tek ülkenin Türkiye (Yemen ve Tunus’un yanısıra) olması, esasen bu darbenin bir hedefinin de Türkiye’nin içinde bulunduğu bir eksene karşı bir kontrol harekatı olduğunu gösteriyor. Onların başlatmamış olduğu ama Türkiye ve bölge ülkelerinin özgürlüğünün, kalkınmasının önünü açan Arap Baharına bu yolla dur demek istemiş oldular. Ancak cin şişeden çıkmıştır. Darbecilerin işgal ettiği Tahrir’e karşılık Adeviye meydanında toplanan Mısır’ın özgür çocukları, dünyaya haysiyet dersleri veriyor, çalınan devrimlerine sahip çıkmaya çalışıyor. Mübarek ramazan ayının bütün ağır şartlarına rağmen bir ayı aşkın zamandır devam eden ve alabildiğine barışçıl gösteriler, her geçen gün daha da kalabalıklaşarak mesajını haykırıyor. Adeviyeye karşı dünya medyasının sergilediği körlük ve sağırlık da bu vesileyle kaydedilmelidir. Stratejik Düşünce Dergisinin Ağustos sayısında ağırlıklı olarak Mısır’daki darbenin bir çok boyutuna dair analizler okuyacaksınız. Yanısıra devam etmekte olan çözüm sürecinde gelinen aşamaya dair ve yeni anayasa gündemine dair de önemli yazılar ve söyleşile yer alıyor. Önümüzdeki sayıda buluşmak üzere, mübarek Ramazan bayramınızı tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dileriz. Prof. Dr. Yasin AKTAY STRATEJİK DÜŞÜNCE İÇİNDEKİLER Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Yasin Aktay Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Prof. Dr. Birol Akgün Prof. Dr. Aytekin Geleri Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Levent Korkut Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Dr. Murat Yılmaz Aydın Bolat Alper Tan Danışma Kurulu Prof. Dr. Sacit Adalı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. İhsan Dağı Prof. Dr. Beril Dedeoğlu Prof. Dr. Doğu Ergil Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Cihat Göktepe Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Doç. Dr. Osman Can Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Faik Tarımcıoğlu Sinan Tavukçu Yazı İşleri Müdürü M. Fatih Sezgin Yayın Asistanı Bedir Sala Reklam Sorumlusu Gamze Kılıç 6 Prof. Dr. Birol AKGÜN Obama’nın Mısır’da Demokrasi Sınavı Batılıları rahatsız eden şey, Tahrir’deki darbe taraftarlarının gösterileri değildir; tersine Adeviye meydanında özgürlük ve demokrasiye sahip çıkan ve bu uğurda kanlarını ve canlarını feda etmekten çekinmeyen milyonlarca Mısırlının direnişidir. 72 Dr. Murat YILMAZ Yeni Anayasa Ve Demokratikleşme Paketi Çiçek’in Komisyonun süresinin uzatılması talebine bütün partilerin destek vermesi ve Erdoğan’ın uzlaşılmış 48 maddenin derhal TBMM’den geçirilmesi teklifi Taksim’deki yeni darbe, gayrinizami harp veya siyasi mühendisliği olarak tanımlanabilecek sokak hareketine demokratik siyasetin cevabı olabilir. Obama’nın Mısır’da Demokrasi Sınavı Prof. Dr. Birol Akgün 6 Avrupa Birliği Mısır’da Neyi Destekler? Zeynep Songülen İnanç 14 Çin de Darbe Demedi Doç. Dr. Erkin Ekrem 18 Devrimleri Darbelerle Durdurmak? Türkiye, Mısır ve Tunus’tan Dersler Prof. Dr. Yasin Aktay 14 Zeynep Songülen İNANÇ Avrupa Birliği Mısır’da Neyi Destekler? Arap Baharı olarak nitelendirilen süreçte AB’nin tavrı, bekleyip görmeye ve mali yardımlar yapmaya odaklandı. Arap Baharı karşısında AB öncelikle temkinli bir yaklaşım benimsedi. Mısır’da Mübarek rejimin devrilmesi karşısında görece suskun ve ağırdan davranıldı. 95 Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ 35. Madde Değişikliği: Darbe Devrinin Sonu mu? 35. Maddede yapılan son düzenleme ile silahlı kuvvetlere tüm demokratik ülkelerdeki benzerlerine benzer bir işlev ve görev alanı kazandırıldığı dikkat çekmektedir. 36 Mısır’ın Stratejik Önemi Doç. Dr. Ahmet Uysal 40 40 Mısır’ın Stratejik Önemi Mısır büyük nüfusu, Arap dünyasındaki dini ve entelektüel ağırlığı, Arap Ligi başkanlığı ile temsil edilen siyasi liderliği, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney eksenindeki coğrafi konumu, enerji kaynaklarına ve İsrail’e yakınlığı, ABD’nin Ortadoğu politikalarının önemli ayaklarından birisi olması dolayısıyla çok önemli stratejik bir konuma sahiptir. 106 Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ İslam Dünyasına Ramazan Rahmeti İslam Dünyası Suriye olaylarının, ülkemizde meydana gelen Gezi Parkı olaylarının ve akabinde Mısır’daki darbenin gündemi işgal ettiği hüzünlü, kaotik ve endişeli bir hava içerisinde mübarek Ramazan ayını idrak etmiş durumda. 46 52 Muhamed Sudan: Mısır Komploya Kurban Oldu 60 Mısır Kıyamda Son Değil Bir Süreç Aydın Bolat 63 Komplunun Üçüncü Ayağı Ergin Yaman 68 Yeni Anayasa ve Demokratikleşme Paketi Dr. Murat Yılmaz Doç. Dr. Ahmet UYSAL 24 Mısır’da Körfez Etkisi Ve İhvan Amr Elleıthy Mursi Döneminde Mısır Ekonomisi Militarist Ekonomi! Tuğba Ak – Burak Yitgin Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 5 İhtilafın Kökenleri: Darbeye Giden Süreçte Selefîler ve Müslüman Kardeşler Gökhan Bozbaş Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Fotoğraflar AA, Cihan, ShutterStock SDE’den Açıklama Adeviye Katliamı 72 Tarkan Zengin: Gezi Parkı Eylemlerinde Sendikaların Tutumları ve Rolleri 76 Doç. Dr. Erdinç Yazıcı: Yeni Türkiye’yi Önümüzdeki On Yılın İstikrar Halkasına Bağlamak... 84 PKK Terörünün Çözümü Konusunda Paradigma Değişikliği Prof. Dr. Aytekin Geleri 90 35. Madde Değişikliği: Darbe Devrinin Sonu Mu? Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş Prof. Dr. Daron Acemoğlu Türkiye ve Dünya Ekonomi Gündemini Değerlendiriyor İslam Dünyasına Ramazan Rahmeti Prof. Dr. Talip Özdeş 95 100 106 SDE’DEN AÇIKLAMA ADEVİYE KATLiAMI Dünyanın bir türlü darbe demeye dilinin varmadığı Mısır’daki askeri darbe, dünyadan aldığı bu cesaretle darbeler tarihinde bile görülmemiş bir katliama imza attı. Dün gece (26 Temmuz 2013) Rabia Adeviye meydanında 23 gündür darbeye karşı tamamen barışçıl bir temelde milyonlarca insanın katılımıyla devam etmekte olan gösterileri dağıtmak üzere harekete geçen Mısır ordusu, polis ve baltacıların da yardımıyla halka rastgele ateş açmak suretiyle şu ana kadarki belirlemelere göre 200’ün üstünde göstericiyi öldürdü, 4500 kadarını da yaraladı. Tamamen silahsız ve sivil göstericilere gerçek mermiler kullanılarak ve hedef gözetilerek yapılan saldırılar sonucu yüzlerce gösterici başından ve göğsünden vuruldu. Teravih namazından hemen sonra başlayan saldırılar neticede tam bir katliama dönüştü. Gaz bombalarının da yoğun olarak kullanıldığı saldırılarda Adeviyye Meydanı savaş alanına dönerken hastaneye giden yaralıların da göz altına alınması sözkonusu. Yaptıkları darbeyi dünyaya çok kolay kabul ettirdiler, çünkü biraz da o dünyanın teşviki, desteği ve işbirliğiyle yaptılar. Ancak bütün hesapları altüst eden, askeri darbenin meşruiyetini tanımayan tek unsur olarak Mısır halkı işleri bozuyor. Bundan duyulan rahatsızlık darbenin endişelerini ve çaresiz korkularını belli ki harekete geçirmiştir. 27 gündür meydanlarda onurlu ve vakur direnişini eşsiz bir kararlılıkla sürdüren Mısır halkı darbenin meşruiyetinin olmadığının tek başına kanıtı. Dünyanın bu gösterilere gözü kör, kulakları sağır olmaya devam etse de, duyan duyuyor. Direniş de giderek gizlenemeyen bir hal alıyor. Cunta, Mısır’da meşruiyet çizgisine gelininceye kadar süreceği ilan edilen bu barışçıl ve barışçıl olduğu ölçüde güçlü direnişi dağıtmanın en korkak, en cahil ve en insanlık dışı yoluna başvurdu. Masum, sivil insanlara karşı katliama girişti. Daha önce de Cumhuriyet Muhafızları karargahının karşısında sabah namazını eda ederken, yine açılan ateş sonucu yüze yakın insan ölmüş, yüzlercesi de yaralanmıştı. Darbeyle zaten meşruiyetin tamamen dışına çıkmış cuntanın şu mübarek günlerde elini kana da bulaması karşısında sessiz kalmanın bir vebali olacağı açıktır. SDE olarak bu zulmün tanıklığını yapmanın bir insanlık borcu olduğu bilinciyle, kendi halkına karşı işlenen bu menfur cinayeti şiddetle kınıyoruz. Darbeye darbe demeyenlerin katliama da katliam dememesi şaşırtıcı olmayacaktır. Ama bu, onların bu süreç içindeki suç ortaklığının da bir kara nişanesi olacaktır. Mısır’da yaşanan darbe karşısında herkes bir imtihan altındadır ve ne yazık ki, bu olay dolayısıyla İslam dünyasında demokrasinin ve insan haklarının zannedildiğinden çok daha fazla düşmanı olduğu ortaya çıkmıştır. Buna mukabil darbeye karşı Mısır halkının haftalardır devam eden direnişi Mısır’ın özgür, onurlu ve demokratik geleceğinin iradesini ortaya koymuştur. SDE olarak Mısır halkının bu iradesini tebrik ediyor selamlıyor, Mısır halkına karşı sergilenen katliamları da lanetliyor ve duyan vicdanları, hisseden kalpleri bu katliam karşısında gereken duyarlılığı sergilemeye davet ediyoruz. Kamuoyuna saygıyla duyurulur. OBAMA’NIN MISIR’DA DEMOKRAS SINAVI Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Dış Politika Koordinatörü Batılıları rahatsız eden şey, Tahrir’deki darbe taraftarlarının gösterileri değildir; tersine Adeviye meydanında özgürlük ve demokrasiye sahip çıkan ve bu uğurda kanlarını ve canlarını feda etmekten çekinmeyen milyonlarca Mısırlının direnişidir. Çünkü Batılı teorisyenler özgürlük gibi evrensel bir insanlık değeri uğruna Müslümanların da sokağa dökülüp, despot yönetimlere karşı direnme haklarını kullanabileceklerine asla inanmadılar. MISIR DOSYASI M ısır’da milyonlarca insanın alın teri ve yüzlercesinin canı pahasına kurulan demokratik rejimin ömrü çok kısa sürdü. Ülkenin modern tarihinde ilk kez seçimle iş başına gelen Devlet Başkanı olan Muhammet Mursi kendi atadığı genelkurmay başkanı General Sisi öncülüğünde gerçekleştirilen askeri bir darbeyle görevinden alındı. Anayasa Mahkemesi başkanı geçici devlet başkanı olarak atandı. Mursi yönetimine karşı gösterileri organize eden farklı siyasi grupların temsilcilerinden oluşan bir kabine kuruldu. Mursi’nin de içinden çıktığı İhvan hareketinin önde gelenlerine karşı cadı avı başlatıldı. El jazeera gibi Arap baharı sürecinin başından beri etkin rol oynayan bazı uluslararası TV kanalları ile Mursi yanlısı haber kanallarının faaliyetleri yasaklandı. Amaç demokratik dünyanın ülkedeki gelişmeleri öğrenmesini engellemek, darbeye direnenlerin cesaretini kırmak ve ordunun aşırılıklarını örtbas etmekti. dıkları tutumu analiz etmeye çalışacağız. Doğrusu kendini ülkenin gerçek sahibi olarak gören Mısır ordusunun ülkede henüz yeşermekte olan demokrasiye ve seçilmiş liderlere karşı sergilediği hazımsızlığı anlamak mümkündür. Ancak 21. Yüzyılda, üstelik Ortadoğu bölgesindeki halkların ilk kez demokratik bir gelecek konusunda ciddi gayret gösterdikleri bir konjonktürde ve Arap dünyasının geri kalanı üzerinde siyasi ve kültürel anlamda önemli etkileri bulunan Mısır gibi kritik bir ülkede ordunun yönetime fiilen el koyması karşısında, küresel düzlemde demokrasi savunuculuğu yapan Batılı ülkelerin gösterdiği hoşgörüyü ve anlayışı anlamak da izah etmek de mümkün değildir. Bu nedenle biz de burada önce Mısır darbesini siyaset bilimi açısından tartışacağız, ardından da başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin Mısır’daki gelişmeler karşısında takın- Mısır Darbesinin Niteliği Siyaset bilimi alanında devrim ve darbe literatürünün geçmişini Aristo’ya kadar götürmek mümkündür. Siyasal istikrarın ancak dengeli ve ılımlı bir yönetimle sağlanacağını söyleyen Aristo devrimi, siyasi düzenin şiddet kullanılarak değiştirilmesi olarak tanımlar ve yöneticileri ve halkı bu tür değişimlerin getireceği toplumsal acılara karşı uyararak bir dizi karşı tedbirler önerir. Muhafazakar İngiliz düşünür E. Burke ise Fransız devrimini eleştirdiği meşhur eserinde, siyasal hayatın toplumsal isyanlarla değiştirilmesinin getirdiği toplumsal zorlukları ve acıları anlatır ve değişimin tedricen olmasını salık verir. Fransız ve İngiliz modernleşme ve demokratikleşme tarihi karşılaştırmalı olarak okunduğunda da, gelişmelerin onu haklı çıkardığını görürüz. Anglosakson siyasi dönüşümü 7 Küresel entelektüel ve siyasal aurada artık doğrudan askeri yönetimler insanlığın ulaştığı bilinç seviyesi ve yaşanan toplumsal tecrübeler nedeniyle açıkça yadsınmaktadır. İletişim ve ulaşım imkanlarının artışı da darbe girişimlerine karşı yeni direnç odakları oluşturmaktadır. pragmatik bir zeminde ilerlemiş ve demokrasiye geçildikten sonra tekrar geriye dönüş veya darbeler yaşanmamıştır. Fransa ise siyasi dönüşümünü devrimle gerçekleştirdiği için klasik demokrasiler içinde en fazla gelgitler yaşayan ülkedir ve siyasi rejimini bir türlü istikrara kavuşturamamıştır. Türkiye’nin de siyasi modernleşme süreci Fransız örneğine benzediği için demokratik konsolidasyon süreci oldukça uzun ve sancılı olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokrasinin yaygınlaştığı dönemde ise demokrasi ile tanışan eski otoriter ülkelerin pek çoğunda da zaman zaman doğrudan veya dolaylı askeri müdahaleler gözlenmiştir. Arjantin, Türkiye ve Şili gibi ülkeler Soğuk Savaş döneminin askeri darbelerine (coup d’etat) maruz kalan ülkeleridir. Aslında Huntington üçlü sınıflandırmasında küresel demokratikleşme dalgalarının her birinden sonra mutlaka tersine bir şok dalgası yaşandığını ve demokratikleşmenin zikzaklı bir süreç izlediğini iddia eder. Soğuk savaş sonrası dönemde bir yandan küresel düzlemde ideololik-askeri kutuplaşmanın ortadan kalkması, diğer 8 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 yandan ise bir yönetim biçimi olarak demokrasinin yaygın bir küresel meşruiyet kazanması nedeniyle doğrudan askeri müdahaleler azalmıştır. Pakistan gibi istisnaları elbette vardır. Hatta 2004-2007 yılları arasındaki Türkiye’deki askeri darbe girişimlerini de bu çerçevede değerlendirebiliriz. Ancak genel kanaat, uluslararası toplumun artık doğrudan askeri darbeleri kabul etmeyeceği şeklindedir. Küresel entelektüel ve siyasal aurada artık doğrudan askeri yönetimler insanlığın ulaştığı bilinç seviyesi ve yaşanan toplumsal tecrübeler nedeniyle açıkça yadsınmaktadır. İletişim ve ulaşım imkanlarının artışı da darbe girişimlerine karşı yeni direnç odakları oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’deki 1980 tipi hiyerarşik askeri müdahale seçeneğinin darbeciler için maliyeti giderek artmaktadır ve darbelerin başarı şansı azalmaktadır. Zira bugünkü demokratik çağda askeri liderler darbe yapsalar dahi, darbenin gerek kendi halkları nezdinde ve gerekse uluslararası toplum nazarında meşrulaştırılması kolay olmamaktadır. Bu nedenle son yıllarda yaşanan askeri müdaha- leler klasik coup d’etat tipinde değil, daha çok sivil toplum destekli askeri müdahaleler şeklinde olmaktadır. Bu tür sivil toplum destekli darbelerde seçimle işbaşına gelen demokratik hükümetler farklı nedenlere dayalı olarak yaygın ve kitlesel protestolar sonucunda askerler tarafından işbaşından uzaklaştırılmakta ve ülke yönetimi generallere değil, darbecilerin güvendiği sivil aktörlerden oluşan hükümetlere bırakılmaktadır. Yakın dönemde bunun tipik örnekleri arasında Venezüella’nın eski popüler lideri Hugo Chavez’in 2002 yılında işadamları, işçi örgütleri ve diğer bazı sivil gruplardan oluşan bir koalisyon tarafından kısa süreliğine iktidardan uzaklaştırılması, Filipinler’in 2001, Tayland’ın 2006 ve Honduras’ın 2009 darbeleri sayılabilir.1 Bununla birlikte sözde “seçilmiş diktatörler” yerine gerçek demokrasiyi kurmak amacıyla yola çıkan bu tür “sivil darbeciler” kısa süre sonra aslında kendilerinin askeri güçler için kamuflaj ve meşrulaştırma aracı olarak kullanıldıklarını ve ülkelerinin daha fazla kaos ve kargaşaya savrulduğunu anlamaktadırlar. Hangi türde olursa olsun, demokrasiyle tanışan toplumlarda yaşanan askeri darbeler kalıcı olamamaktadır ve demokratik süreç yeniden işlemeye başlamaktadır. Ancak ülkelerin demokratikleşme tarihlerinde işlenen bu tür ilk “siyasi günahlar” toplumsal hafızada derin trav- malar bırakmakta; kalıcı siyasi kutuplaşmaları başlatmakta ve kapatılması zor siyasi hesaplaşmaları tetiklemektedir. Mısır’ın sivil ve askeri darbecileri de er veya geç bu gerçeği yaşayarak anlayacaklardır ve bugün galip olanların yarın mağdur ve mağlup olduklarına insanlık şahitlik edecektir. 30 Haziran Darbesinin İç ve Dış Dayanakları 30 Haziran 2013’te Tahrir meydanını dolduran protestocular Murs”iyi istifa etmeye çağırdıklarında ordu bir ültimatom vererek siyasi uzlaşma olmadığı takdirde duruma müdahale edeceğini duyurdu. Başkan Mursi ise taraftarlarına direniş çağrısı yaptı. 3 Temmuz günü ise Mısır ordusu “ülkede muhtemel bir kaosu” önlemek adına darbe yaptığını ilan etti. Bu süreçte Washington, Londra ve Paris gibi Batılı başkentlerden darbenin kabul edilemez olduğunu ve demokratik seçimle işbaşına gelen meşru iktidara saygı duyulması gerektiği konusunda ciddi bir ses duyulmadı. Yalnızca taraflara sağduyu çağrısı yapıldı. Darbe olduktan sonra ise Türkiye gibi ülkelerin açıktan Mursi’ye demokrasi adına sahip çıkılması gerektiğine ilişkin açıklamalar ise Batıda yankı bulmadı. Olaylardan kaygı duyulduğu açıklaması ile yetinilirken, bu olayın nasıl nitelenmesi gerektiği, bir darbe olup olmadığı sorusu hep geçiştirildi. AB ve ABD Mısır ordusunun demokrasiyi askıya almasına “darbe” dememek için her türlü “verbal akrobasiye” başvurdu ve kınamaktan ısrarla kaçındı. Daha sonraları ise ABD başkanı Obama, Washington yönetiminin darbe demesi durumunda Mısır’a yaptıkları yardımı kesmek zorunda kalacaklarını ve bu durumda Ortadoğu’da otuz yıllık “Camp David” düzeninin çökeceğini ima ederek gelişmelere “darbe dememe” hakkını kullandığını açıkladı. Dahası Mısır’a yapılmakta olan askeri yardımın devam edeceğini, hatta önceden kararlaştırıldığı şekliyle dört adet F-16 savaş uçağının teslimatının geciktirilmeyeceği söylendi. ABD’nin yakın müttefiki olan S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt gibi ülkeler ise, yeni yönetime destek vermek için toplamda 12 milyar doları bulan ekonomik yardımda bulunacaklarını açıkladılar. Darbe yönetimince atanan Devlet başkanını ilk tebrik eden lider S. Arabistan kralı olurken, ilk ziyaret eden liderler arasında AB Dış Politika Yüksek komiseri Cathrine Ashton ve Ürdün kralı Abdullah oldu. Darbe yönetimi adına dış dünya ile temasları ve pazarlıkları yürüten ve darbenin sivil planlayıcılarından biri olarak bilinen Nobel barış ödülü sahibi Muhammet el Baraday’in ilk ziyaret ettiği ülke ise İsrail oldu. Türkiye’yi de ziyaret etmek isteyen Baraday’in bu talebi Başbakan Erdoğan tarafından reddedildi. Darbe sonrasında bazı etkin Amerikan gazetelerinde çıkan haberler, esasen darbecilerin uzun süredir ABD ve Batılı ülkelerle temasta oldukları ve içeride şartları olgunlaştırmaya çalıştıklarını ortaya koymaktadır. İç politika açısından bakıldığında darbeyi “sivil toplum darbesi” haline getirmek için başından beri ordunun, polisin, Mübarek döneminin bürokrasisinin, medyasının ve komprodor burjuvazinin koordineli biçimde Mursi karşıtı bir cephe oluşturdukları anlaşılmaktadır. Temerrüd (isyan) hareketine sivil toplumu da katmak için ülkede bilerek 9 Mısır darbesi sürecinde ilginç olan ve esas sorulması gereken soru batının ve özellikle ABD’nin Mısır ordusunun ülkede yeni filizlenen demokrasiye yönelik müdahalesine neden sessiz kaldığı ve suç ortaklığı yaptığıdır. asayiş sorunları yaratılmış; elektrik kesintileri yapılmış ve petrol ve benzeri temel ihtiyaç maddeleri kıtlığı oluşturulmuştur. Diğer yandan Baraday gibi sözde liberal siyasiler, laik solcular ve eski Mübarek döneminin güvenlik elitleri Batılı ülkelerle olan iletişim kanalları üzerinden Mursi yönetiminin uluslararası alanda yalnızlaştırılması ve demonize edilmesi için azami gayret gös- 10 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 termişlerdir. Mursi yönetiminin diyalog ve işbirliği önerileri kategorik olarak reddedilmiş ve böylece Anayasa yapımı ve seçim kanunları gibi siyasi konularda Mursi tüm krizlerle tek başına uğraşmak durumunda bırakılmıştır. Diğer yandan Mursi’nin seçilmesine destek veren Selefi gruplar ise Mursi’yi ülkeyi yeterince İslamileştirmemekle suçlamışlar ve muhalefet bloğuna destek vermişlerdir. Neticede 30 Haziran temerrüd gösterileri ordu için yönetime el koymanın meşrulaştırıcı bir mazereti olarak kullanılmıştır. Adeviye’deki Saygın Demokratik Duruş General Sisi’nin öngöremediği şey, Mursi taraftarlarının sahayı terk etmemeleridir. Silahsız ve barışçıl yöntemlerle Kahire’nin Adeviye mey- danını dolduran yüzbinlerce Mursi destekçisi üzerine ordu tarafından ateş açılmış ve 52 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu, darbeci ordunun ilk silah kullanmasıydı. Ancak katliam darbe karşıtı direnişçileri yıldırmamış; tersine motive etmiştir. Bunun üzerine 26 Temmuz’da yeniden ateş açılmış ve 200 kişi hayatını kaybetmiş, 5000 kişi de yaralanmıştır. Mursi’nin taraftarları ise karşı şiddete başvurmadan direnmeye devam edeceklerini deklare etmişlerdir. Mursi’ye karşı Cuntacıların bulabildikleri tek suç Hamas adına casusluk yaptığı iddiasıdır ve bu nedenle 15 gün hapis cezası verilmiştir. General Sisi’nin sivil direnişi kırmada çaresiz kaldığı ve nasıl bir çıkış stratejisi geliştireceği ise henüz bilinmemektedir. Bildiğimiz şey, Sisi’nin ve onun batılı destekçilerinin derin bir hayal kırıklığı yaşayacaklarıdır. Sisi ne Mübarek gibi acımasız bir diktatör olabilecek sertliğe, ne de Abdünnasır gibi Arap Milliyetçiliği yapabilecek bir karaktere sahiptir. Eninde sonunda muhalefet ile anlaşmak yoluna gitmeye zorlanacaktır. Aksi takdirde sözde toplumsal düzen, kamu güvenliği ve siyasi istikrarı korumak adına yaptığı darbenin bizatihi bu değerlere zarar vereceğini ve ülkeyi iç savaşa sürüklediğini görecektir. Kendisini Mısır’ın gerçek sahibi olarak gören ordunun stratejik aklı, ülkenin sonu belirsiz bir iç savaşa sürüklenmesini önleyecektir. ABD ve Obama’nın Mısır Açmazını Aşmak Mısır darbesi sürecinde ilginç olan ve esas sorulması gere- ken soru batının ve özellikle ABD’nin Mısır ordusunun ülkede yeni filizlenen demokrasiye yönelik müdahalesine neden sessiz kaldığı ve suç ortaklığı yaptığıdır. Zira batının Mısır gibi Arap dünyasının en kritik ülkesindeki demokratik sürecin askıya alınmasının bölgesel ve küresel çapta bazı yansımaları olacaktır. Örneğin batıyı gelişmekte olan ülke halkları nezdinde çekici kılan özgürlükçü demokrasi geleneğine yönelik inanç zayıflayacaktır. Ortadoğu’da ise Arap Baharı sürecinin yarattığı demokratik dönüşüm dalgası zayıflayacaktır. Örneğin Suriye’de Esat rejimi Mısır darbesi sonrasında kendisini siyasi açıdan çok daha güvende hissetmektedir. İran ve Rusya Şam yönetimini daha güçlü biçimde destekleyecektir. Tunus ve Libya gibi ülkelerde ters bir demokratikleşme süreci başlayabilecektir. Küresel düzlemde ise ABD ve Batı, Çin ve Rusya’nın temsil ettiği “otoriter kalkınma ve yönetim” modeli karşısında demokratik modeli savunmada zorlanacaktır. İslam dünyası ile bozulan ilişkileri yeniden düzeltmek için ilk ziyaretlerinden birini 2009 baharında Kahire’ye yapan Nobel ödüllü 11 ABD başkanı Demokrat Obama ise, Mısır’da darbecilere darbeci diyemeyecek kadar aciz duruma düş(ürül)müş olmanın kendi siyasi mirası üzerindeki ağır yükünü asla silemeyecektir. Peki o zaman ABD’nin darbecileri desteklemesini nasıl okumak gerekiyor? Bazı argümanlar ileri sürülebilir. En temeli şudur. Hıristiyan Batı medeniyeti İslam dünyasına karşı geliştirdiği tarihsel ön yargılarından kurtulamıyor. ABD her ne kadar daha açık bir liberal toplum olsa da Neokon ve Musevi lobisinin entelektüel ağırlığı, medya üzerindeki etkisi ve güvenlik bürokrasisindeki gücü Obama gibi demokrat siyasileri dahi hakimiyeti altına almakta, dış politikada rasyonel tercihler yapmasını engellemektedir. Tam Mısır darbesi öncesinde Obama yönetimini Avrupa’daki en yakın müttefikleri nezdinde zor durumda bırakan CIA 12 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 Ajanı Snowden olayının patlak vermesi bir tesadüf müydü acaba? Yoksa Obama’yı İsrail’in çıkarları adına Mısır darbesini desteklemeye zorlamak için patlatılmış sanal bir kriz mi? Snowden olayının gerçek nedenini bilemesek de, gördüğümüz şey casus kriznin Obama yönetiminin elini kolunu bağladığı ve manevra alanını daralttığıdır. Batı siyasi literatüründe Ortadoğu’nun demokratik trendlere direndiği ve özellikle Arap halklarının demokrasiyi yaşatmaya ehil olmadığına ilişkin kültürel ırkçılık kokan “istisnacı” açıklamalar Arap Baharı sürecindeki gelişmelerle anlamsız kalmıştı. Şimdi askeri darbeyi alkışlayan veya karşı çıkma erdemi gösteremeyen Batı dünyasının sözde entelektüelleri ve siyasi elitleri Kahire’deki son gelişmelerin kendi ırkçı teorilerini doğrulamasından büyük haz duyuyorlar. Batılıları rahatsız eden şey, Tahrir’deki darbe taraftarlarının gösterileri değildir; tersine Adeviye meydanında özgürlük ve demokrasiye sahip çıkan ve bu uğurda kanlarını ve canlarını feda etmekten çekinmeyen milyonlarca Mısırlının direnişidir. Çünkü Batılı teorisyenler özgürlük gibi evrensel bir insanlık değeri uğruna Müslümanların da sokağa dökülüp, despot yönetimlere karşı direnme haklarını kullanabileceklerine asla inanmadılar. Şimdi Arap Baharı sürecinin kesintiye uğratacak bir olay batılıların zihinsel konforuna daha uygun bir gelişmedir ve bu nedenle sessiz kalmaktadırlar. Bu bağlamda şunu da ifade etmek gerekir ki, Mısır devriminde Batının takındığı tutum aslında Arap baharının gerçek içsel dinamiklere dayanmadığı ve bir Amerikan senaryosu olduğu iddialarını da yanlışlamaktadır. Doğrusu muhtemelen o zaman için hazırlıksız yakalandıkları toplumsal patlamalar karşısında ABD başkanı Demokrat Obama ise, Mısır’da darbecilere darbeci diyemeyecek kadar aciz duruma düş(ürül)müş olmanın kendi siyasi mirası üzerindeki ağır yükünü asla silemeyecektir. Batılılar bekle gör politikası izlemiştir ve bugün gerçek tutumlarını ortaya koymuşlardır. Çıkış Yolu ABD’nin Türkiye ile İşbirliğidir Pis bir gerçek batının güzelim teorilerini mahvetmektedir ve bu onları oldukça rahatsız etmektedir. Evet Müslüman halklar da kendi haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkıyorlar. Türkiye’nin muhafazakar iktidarı ve İslamcı Başbakanı; Amerika’nın demokrat Obama’sının, Almanya’nın muhafazakar Merkel’inin ve Fransa’nın sosyalist Hollande’nin gösteremediği siyasi erdemi ve cesareti göstererek Mısır’da darbeci generallerin yanında değil, halkın iradesiyle meşru biçimde seçilmiş olan Mursi’nin ve darbeye direnen Adeviye’deki milyonların yanında duruyor. İşin daha da ilginç yanı, AB gibi batılı uluslararası kuruluşlar Afrika Birliği gibi örgütlerin gösterdiği tavrın çok daha gerisine düşmüş durumdalar. İslamafobianın gözlerini ve vicdanlarını körelttiği Batılı aydınların durumu doğrusu bugün içler acısıdır. Batı kendi pozisyonunu değiştirerek düştüğü bu anakronik durumdan kurtulamadığı sürece, küreselleşmenin itici gücü olan liberal küreselleşmeci paradigma iflas etmeye mahkumdur. İsrail’in güvenliği veya batılı ülkelerin dar çıkarları uğruna 21. Yüzyılda da soğuk savaştaki güvenlik paradigmasına dayalı dış politika tercihlerinin postmodern dünyanın siyasi ve insani değerleriyle bağdaşmadığı artık görülmelidir. Kendisini özgürlük arayanların son sığınağı ve koruyucusu olarak takdim eden ABD ve bu ülkenin siyahi ilk başkanı olarak iktidara gelen Obama’nın Mısır’da bundan sonra izleyeceği politika önümüzdeki yıllarda Ortadoğu’nun da, küresel düzeydeki ittifaklar ağının yeniden şekillenmesinde de önemli derecede etkili olacaktır. Mursi taraftarları ile darbeciler arasında herkes için kabul edilebilir, onurlu bir çıkış yolu geliştirmek için Obama’nın tüm ağırlığı ile güvenilir bir arabulucu olarak devreye girmesi, hem ülke olarak ABD hem de lider olarak Obama’nın İslam dünyasında zedelenen imajını düzeltmek için önemli bir fırsat olacaktır. Ayrıca bu konuda başından beri ilkeli bir tutum sergileyen Türkiye ile işbirliği yapmak Suriye’den Filistin sorununa kadar pek çok çetrefilli konuda hızlı ilerleme kaydetmenin en pratik yoludur. Unutmamak gerekir ki, geleceğin tarihini yazacak olanlar Körfezin yaşlı ve otoriter monarşileri değildir; bizatihi halkın kendisidir. Batılı dostlarımız ve ABD gibi müttefiklerimizin hatırda tutmaları gereken en temel sosyolojik ve siyasi gerçek budur. Dipnot 1 Bkz. Omar Encarnacion, “Even Good Coups Are Bad: Lessons for Egypt from the Philippines, Venezuela, and Beyond, Foreign Affairs, http://www.foreignaffairs.com/articles/139570/omar-encarnacion/even-good-coups-are-bad (July 9, 2013). 13 MISIR DOSYASI D AVRUPA BİRLİĞİ MISIR’DA NEYİ DESTEKLER? Zeynep Songülen İNANÇ SDE Uzmanı 14 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 ış politika ve uluslararası ilişkiler söz konusu olduğunda yalnızca AB seviyesinde üretilen yaklaşımların kapsayıcılığı son derece tartışmalı oluyor. Zira AB’nin ortaklaşmış bir dış politikası bulunmuyor ve AB kurumsal yapısı içerisinde benimsenen politikalar 28 devlet tarafından öylece kabul edilmiyor. Diğer bir deyişle AB şemsiyesi, Avrupa ülkelerinin paylaşılan dış politika değerlerini ve ilkelerini temsil etse bile siyasi seçimlerini ve uygulama tercihlerini ifade etmiyor. Bu durumun Avrupa için bir fırsata veya bir zafiyete karşılık geldiğine dair tartışmalar akademik alanda sürüyor. Bununla birlikte AB ile AB üyesi devletlerin, Arap Baharı ile başlayan süreçte Kuzey Afrika’yı ve Ortadoğu’yu kapsayan geniş Ortadoğu bölgesine dair yakınsanan bir politika izledikleri söylenebilir. AB’nin temel haklar ve özgürlükler ile insan haklarına dayalı bir entegrasyon hareketi olması, dış politika önce- Arap Baharı olarak nitelendirilen süreçte AB’nin tavrı, bekleyip görmeye ve mali yardımlar yapmaya odaklandı. Arap Baharı karşısında AB öncelikle temkinli bir yaklaşım benimsedi. Mısır’da Mübarek rejimin devrilmesi karşısında görece suskun ve ağırdan davranıldı. Tunus’ta yaşanan olaylar karşısında ise dönemin Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Tunus devletine ek polis gücü gönderme teklifi hatırlatılmalı. 15 meseleler karşısında Mısır’da yaşananların pek de iyi şeyler olmadığı kabul edildi. likleri arasında insani değerlere geniş yer vermesi anlamına geliyor. Bu tercih, birey odaklı bir bakış açısıyla toplumsal seviyenin önceliği üzerinden dış politika üretilmesini işaret ediyor. Günümüzde küreselleşmenin ve karmaşıklaşan uluslararası sistemin bir sonucu olarak aktörlerin, dış politikanın toplumsal boyutunu görmezden gelerek politika geliştirmeleri ihtimali her geçen gün sınırlanıyor. Ancak uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan beklenmedik, arzu edilmeyen veya ne tür bir tutum benimseneceği bilinemeyen gelişmeler karşısında bu insani değerlerin savunulmasının önüne başka unsurlar geçiyor. İnsan odaklı bir anlayıştan çıkar odaklı, devlet merkezli ve strateji yöntemli bir istikrar arayışına geçiliyor. Bu noktada uluslararası arenada faaliyet gösteren yapılar için öncelik, karşı tarafla birlikte tanımlanan çıkarlardan ve kimliklerden uzaklaşarak kendi içerisine kapalı ve yalnızca kendi pozisyonu üzerinden politika üretmek haline geliyor. Arap Baharı olarak nitelen- 16 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 dirilen süreçte AB’nin tavrı, bekleyip görmeye ve mali yardımlar yapmaya odaklandı. Arap Baharı karşısında AB öncelikle temkinli bir yaklaşım benimsedi. Mısır’da Mübarek rejimin devrilmesi karşısında görece suskun ve ağırdan davranıldı. Tunus’ta yaşanan olaylar karşısında ise dönemin Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Tunus devletine ek polis gücü gönderme teklifi hatırlatılmalı. Bu bağlamda gerek AB’nin gerekse bireysel olarak Avrupalı devletlerin, uluslararası alandaki diğer aktörler gibi Arap Baharı’na hazırlıksız yakalandıkları ileri sürülebilir. Mısır’da Mübarek’in devrilmesinin ardından İngiltere’nin ve Fransa’nın öncülüğünde Libya’ya düzenlenen müdahale, kısmen de olsa Avrupa’nın önceliğine dair fikir verdi. Bunun ardından AB’de ve Avrupa ülkelerinde otoriter rejimlerin miadını doldurduğu yönünde açıklamalar yapıldı. AB, otoriter rejimlerin ortadan kalkmasını ilkesel olarak desteklerken otoriter rejimlerin yerine gelen kadrolara gü- vensizlik duydu ve söz konusu kadroların İslami öncelikleri korku yarattı. Bu çerçevede Avrupalılar, İslami öncelikli kadroları kati biçimde reddetmemekle ve birlikte çalışabileceklerini belirtmekle birlikte söz konusu yönetimlerden şüphe duydular. Bu noktada belirtmek gerekir ki Suriye’de yaşananlar göz önüne alındığında Avrupalılardaki güvensizliğin bütünüyle haksız olduğunu söylemek pek de kolay değil. Mısır’da Mursi’nin askeri darbe sonucunda görevden alınması karşısında AB ve diğer Avrupalı devletler darbeye darbe demekte zorlandılar. AB ve diğer Avrupalı devletlerde başbakan veya dışişleri bakanı gibi üst seviyedeki siyasetçiler, Mısır’da yaşananların kabul edilemez olduğunu dile getirirken dahi “darbe” terimini kullanmaktan çekindiler. Bürokratlar veya sözcüler seviyesinde nadiren darbeye darbe denen açıklamalarda bulunuldu. Darbenin ardından toplumsal baskılar, askerin basına uyguladığı yasaklar ve siyasi tutukluların durumu gibi Mısır’daki darbenin üzerinden bir süre geçtikten sonra darbe yönetimini gayrimeşru ilan eden AB Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, en kısa sürede demokratik seçimlerin yapılmasını ve demokrasiye geçiş sürecine dönülmesini beklediklerini belirtti. Bu süreçte AB’nin, Mısır halkının demokrasi ve ekonomik büyüme yolculuğuna destek vereceği dile getirildi. Ayrıca AB kurumlarının yanı sıra Almanya Şansölyesi Merkel gibi politikacılar Mursi’nin ve diğer siyasi tutukluların serbest bırakılmasını talep eden açıklamalar yaptılar. Bu açıklamalarda darbeye darbe denmemiş olsa bile halkın taleplerinin dikkate alınması, demokratik seçimlerin yapılması ve barışçıl gösterilerin manipüle edilmemesi yönünde mesajlar verildi. 17 Temmuz’da Mısır’a bir ziyaret düzenleyen AB Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton, gezinin amacını demokrasiye destek veren tüm grupları içeren, tam anlamıyla kapsayıcı bir siyasi süreç gerektiğine yönelik mesajı güçlendirmek olarak beyan etti. Bu çerçevede AB’nin ve Avrupalı 28 devletin üzerinde anlaştığı mesajı Mısırlı muhataplarına ileten Ashton, Müslüman Kardeşlerin temsilcileriyle bir araya gelmenin yanı sıra Mursi’ye iyi bakılmasını beklediklerini belirtti. Hatta AB’nin bundan sonraki süreçte Mısırlıların refah, adalet ve özgürlük taleplerinin gerçekleşmesine katkıda bulunmaya talip olduğu ve fakat Mısır’ın yönetimi konusuyla daha az ilgileneceği anlaşılıyor. mümkün olması durumunda Mursi’yi kendisinin ziyaret edebileceğini bildirdi. Öncelikle Mısır’daki darbe meselesi vesilesiyle AB, 28 devlet arasında dış politika konusunda önemli bir uzlaşı yakaladı. Bu uzlaşının temelinde darbe yönetiminin gayrimeşru görülmesi bulunuyor. Aksi takdirde örneğin İsveç’in bu uzlaşıda yer alması söz konusu olmayabilirdi. AB ve Avrupalı devletler açısından mesele, status quo’cuların veya reformcuların yanında yer almak değil; tam ortalarında konumlanmak olarak ortaya çıktı. Müslüman Kardeşler’i ve Mursi’yi yetersizliklerinden dolayı desteklememek ile darbeye arka çıkmak arasında kalınca darbeye darbe denmemesinin çözüm olabileceği düşünüldü. Bu çözüm başka açılardan da AB’nin elini rahatlatan bir sonuca karşılık geliyordu. Bu itibarla darbeye darbe denmemesi veya denememesi güç ilişkileri içerisinden okunduğunda AB açısından son derece pragmatik bir tablo ortaya çıkıyor. Öncelikle serbest ticaret antlaşmasıyla bütünleşen batının diğer tarafı yani ABD’nin darbeyle ilgili benimsediği politika, AB’nin yaklaşımının şekillenmesin- de doğrudan etkili oluyor. Bu doğrultuda önemli bir ortak olarak ABD ile doğrudan ters düşecek siyasi kararlardan kaçınılıyor. Buna ek olarak 2007-2012 yılları arasında Mısır’a 1 milyar avro yardımda bulunan AB’nin, IMF’nin şartlarına uyulması durumunda 5 milyar Avro daha yardım yapması bekleniyor. Bu koşullar altında AB için Mısır’daki darbeye yalnızca ilkeler çerçevesinden bakmak ve uluslararası ilişkilerin diğer bağlayıcı unsurlarını göz ardı etmek pek mümkün görünmüyor. AB’nin bundan sonraki süreçte Mısırlıların refah, adalet ve özgürlük taleplerinin gerçekleşmesine katkıda bulunmaya talip olduğu ve fakat Mısır’ın yönetimi konusuyla daha az ilgileneceği anlaşılıyor. Zira Avrupalılar Mısır’da devlet yönetimi seviyesinde muhatap bulamıyorlar ve Mısır devleti üzerinden politika üretilmesi söz konusu olduğunda çıkmaz bir sokak ile karşılaşıyorlar. Bu nedenle Mısır halkı üzerinden Avrupa etkisinin yayılmasına çalışılacağı anlaşılıyor. Bu, Avrupa değerleri açısından iyi bir gelişme olarak nitelendirilebilir. 17 ÇİN DE DARBE DEMEDİ Doç. Dr. Erkin EKREM Mısır halkının siyasî tercihine saygı gösterecektir. Mısır’daki ilgili tarafların şiddete başvurmadan kaçınmaları ve en kısa zamanda diyalog ve istişare yoluyla anlaşmazlıkları gidermelidir, toplumsal barış ve istikrarı gerçekleştirmelidir. Çin-Mısır iki ülke halkının geleneksel dostluğu derindir, Mısır’daki durumlar nasıl gelişirse gelişssin Çin-Mısır dostluk işbirliği ilişkileri hiç değişmez. SDE Uzmanı MISIR DOSYASI M ısır’da askerî darbe henüz yaşanmadan 1 Temmuz’da Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye karşı Kahire’de düzenlenen kitlesel gösteriler hakkında Çin’in açıklaması: “şu anda Mısır’ın mevcut durumunu ilgi ile takip etmekteyiz, Mısır’ın ilgili tarafların siyasî diyalog yoluyla aralarındaki anlaşmazlıkları çözümünü destekliyoruz, insan kayıplardan kaçınmalılar, en kısa zamanda istikrarı sağlamalılar” olmuştu.1 Darbe yaşandıktan sonra, 4 Temmuz’da, Mısır askerî tarafından mevcut anayasayı durdurması, erken Cumhurbaşkanı seçim kararının alınması, geçici hükümetin kurulması ve Mısır Yüksek Anayasa Mahkemesi başkanı geçici olarak Cumhurbaşkanlığın yetkileri sürdürmesi kararı hakkındaki açıklamasından sonra ise, “Çin tarafı Mısır’daki durumdan ciddi endişe duymaktadır, Mısır halkının siyasî tercihine saygı gösterecektir. Mısır’daki ilgili tarafların şiddete başvurmadan kaçınmaları ve en kısa zamanda diyalog ve istişare yoluyla anlaşmazlıkları gidermelidir, toplumsal barış ve istikrarı gerçekleştirmelidir. Çin-Mısır iki ülke halkının geleneksel dostluğu derindir, Mısır’daki durumlar nasıl gelişse gelişsin Çin-Mısır dostluk işbirliği ilişkileri hiç değişmez” şeklinde açıklamada bulunmuştu.2 8 Temmuz’da Mısır’ın geçici Cumhurbaşkanı Adli Mansur geçici anayasasını sunmuş ve anayasa referandumu yapıldıktan sonra parlamento ve cumhurbaşkanı seçimleri yapılacağını beyan etmiştir. Aynı günde Kahire polisi ile Mursi destekçileri arasında silahlı çatışmalar yaşanmıştır, yüzden fazla insan yaralanmış ve bazıları hayatını kaybetmıştı. Bu gelişmeler üzerinde Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hua Chunying, 9 Temmuz’da gelişmeleri dikkatle izlediğini açıklarken, “Çin tarafı yüksek ilgi ile Mısır’daki gelişmeleri takip etmektedir, Mısır’daki tarafların şiddet çatışmalarından ve insan zayiattan kaçınmalı, diyalog ve istişare yoluyla anlaşmazlıkları gidermelidir, hukuksal düzen sağlanmalı ve toplumsal istikrarı gerçekleştirmelidir”3 şeklinde açıklama yapmıştır. Çin Hükümeti, 9 Temmuz’dan 25 Temmuz’a kadar Mısır’daki gelişmelere yönelik her han- 19 Çin tarafı yüksek ilgi ile Mısır’daki gelişmeleri takip etmektedir, Mısır’daki tarafların şiddet çatışmalarından ve insan zayiattan kaçınmalı, diyalog ve istişare yoluyla anlaşmazlıkları gidermelidir, hukuksal düzen sağlanmalı ve toplumsal istikrarı gerçekleştirmelidir. gi açıklama yapmamıştır. Çin Hükümeti nezdinde Cumhurbaşkanı Mursi’ye yönelik düzenlenen askerî müdahale bir darbe değildi ve “Mısır halkının siyasî tercihine saygı göstereceği” şeklinde kendi görüşünü açıklamaktadır. Yani gelişmeleri bir halk devrimi gibi görmektedir. Çin Hükümeti itidale çağırma ile birlikte siyasal düzen ve toplumsal istikrarının sağlanmasını istemaktadir. En önemlisi Kahire’de neler yaşansa yaşansın iki ülke halkının geleneksel dostluğu nedeniyle Mısır’ın Çin ile yakın ilişki kuracağından emindir. Çin’in resmi basınlarında Mısır’daki askerî müdahaleye “darbe” sözü hiç kullanılmamıştı. Hong Kong’da faaliyet gösten Ta Kungpao gazetesi yorumcusu Mu Chunshan bir ölçüde bu görüşü açıklamaktadır. Mısır’daki askerî müdahale iki ülkenin ilişkilerini etkileyemez, eğer laik güçleri iktidara gelirse iki ülke ilişkileri daha da sağlamlaşabilir. Objektif olarak bakıldığında, Mursi’nin göreve gelmesinden 2 ay sonra ilk Çin ziyaretini gerçekleştirmişti, bu da onun ve Müslüman Kardeşler’in Çin-Mısır ilişkilerini gerçekten olumlu geliştirmesinin duru- 20 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 şunu göstermişti. Ancak bazı uluslararası sorunlarında Mursi ile Mübarek’in Çin’e gösterdiği tutumu farklıdır. Örneğin: Müslüman Kardeşler, Çin’in BM ortamında Suriye sorunu üzerindeki ret oyu kullanması ile ilgili memnuniyetsizliğini bildirmişti. Çin-Mısır iki ülke arasında direkt çıkar çatışması olmasa da, bölgesel sorunlarla ilgili meselelerinde Mısır devrimi öncesi gibi değil ve bazı görüş farklılıklar mevcuttur. Fakat Çin Mısır’ın iç işlerine yönelik duruşun nispeten uzak durmuş ve bütün siyasî güçler ile teması vardı. Çin’in çıkarları Mısır’ın her siyasî aşamalarında ciddi etkisi olamaz. Ancak Mısır’da çalkantılar uzun süreli devam ederse Çin’in bu ülkedeki yatırımları belirsiz riske uğrayabilir. 4 Çin’in resmi basınlarında Mısır’daki askerî müdahalesine “darbe” demesede, bazı gazete ve internet mediyasında darbe (zheng bian) kelimesini kullanmıştır.5 Bazı basında “yasaklanma”, “görevden alınmak”, “ihraç etmek” ve “kovulma” anlamına gelen kelimeyi (Bàchù) kullanmıştır.6 Çin basını Mısır’daki askerî müdahelenin mahiyetini bildiği anlaşılmaktadır. Bazı Çin basını söz konusu darbeyi Mursi’nin kaderi olarak nitelemektedir.7 ABD’de Mısır Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı Sisi’nin askerî müdahalenin devrim mi? yoksa darbe mi? Demokrasinin sonucu mı? yoksa demokrasinin tahribatı mı? tartışması yaşanmıştır. ABDlilere göre bilimsel olarak devrim ya da darbe bu iki kelime Mısır’daki gelişmeleri izah edemez, yani Mısır’da yaşananlar hem devrim hem de darbedir, hem demokrasinin sonucudur hem de demokrasinin tahrip edilmesidir.8 ABD de Mısır’daki askerî müdahaleye darbe dememişti. Başkan Obama konuşmasında “darbe” kelimesini kullanmamaya özen göstermiştir9 ve bunun bir nedeni de ABD’nin Mısır’a yılda 1.5 miyar dolar (1.3 milyar dolar askerî yardım) yardım etmekte olmasıdır ve ABD’nin yasasına göre derbe hâkimiyetine finansal yardım edilmeyecektir, neticede ABD-Mısır ilişkilerine zarar verebilecektir. Diğer bir neden de islamî arkaplanı olan siyasî güçlere olumsuz bakışlarıdır. Bu da Batı’nın islam korkusundan kaynaklanıyor olabilir. ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu Başkanı Ed Royce, Başkan Obama’nın açıklamasına destek vererek, Cumhurbaşkanı Mursi’nin “Mısır’ın anayasal demokrasi taleplerini engelleyen kişi” olarak eleştirmektedir.10 Mısır’daki askerî müdahaleyi olumlu karşılayan Senato Silahlı Kuvvetler Komitesi üyesi James Inhofe, Askerler “barış ve istikrarı sürdürmenin önemini anlamış” diyerek övmüştü ve askerlerin halka yardım ederek hâkimiyeti ele gerçirmesini takdir ettiğini ifade etmişti.11 Senato James Inhofe, Mursi’yi düşman diye nitelemekte ve Mursi’nin çoktan Capitol Hill tarafından sevilmeyen kişi olarak bakılmakta olduğunu ileri sürmektedir.12 Bazı ABD uzmanları, yaptığı tespitlerinde Washington’nun Mursi’nin yetkisini kötüye kullanmak ve ekonomik reforma karşı çıkma tutumunu gözardı ettiğini, son yılların en dehşet diplomasi mağlubiyeti olduğunu, Washington’un aynı zamanda İslamcı diktatörün ortağı olmakla ve demokrasiyi destekleyen muhalefet ile düşman olmakla eleştirmektedir.13 Yine bazıları, Mısır’da yaşanan darbe gününü, ABD Bağım- sızlık Günü ile denk getirerek bu günün Mısır halkının kendi tarihini yazdığı gün olduğunu ve “ABD’nin Ortadoğu işlerini karıştırdığı” görüşünü ileri süren bazı komplocuların bu sefer yanıldıklarını, Başkan Obama’nın bu sefer son sırada oturan yolcu olduğunu savunmaktadır.14 Bu durumda ABD basınının Mısır’da yaşananları darbe demesi zordur.15 Diğer bir durum ise, Mısır’daki darbeyi sulandırarak veya kavramını zayıflaştırarak darbe olmadığı sunuca varmalarıdır. Örneğin: ABD’nin bazı uzmanları bunun darbe olduğunu kabul ederken, ancak, bu darbenin halkın desteği ile gerçekleştiğini15 ileri sürmeleridir. Yine bazıları ise, bu darbeyi halkın iradesi olarak ileri sürmektedir.16 ABD’nin önde gelen yorumcu Fareed Zakaria de Mursi’yi Nelson Mandela ile kıyaslayarak Mandela’nın kucaklayıcı biri olduğunu, ancak Mursi’nin böyle biri olmadığını ileri sürerken, Mursi’nin Mandela’nın müridi olmadığı için Mısır’ın demokratikleşme yolunun daha da zor olacağını savunmaktadır.17 Tabii Mısır’da yaşananları darbe olarak nitelendiren bazı Batı basınları da vardır.18 Mısır’da milyonlarca halk harekete geçirebiliyorsa askerî güce hiç ihtiyaç yoktur19 şeklinde görüşleri belirtmektedirler. Çin’in darbe dememesinin nedeni ise, ABD ile farklıdır, Çin’in Mısır ile askerî stratejik işbirliği yoktur. Çin’de islamofobi bakışı açıkça dile getirmediyse de Mursi’nin düşürmesi ile ilgili analizlerinde İslamcı yönetimin kendi halkı ve diğer ülkeler tarafından kabul 21 Bazı islam ve müslüman ülkelerinde de islami kimliği olan partileri demokresi yoluyla iktidara gelmiş durumlarının çoğalması, Batı ülkelerinin demokrasi kavramını yeniden gözden geçirmeye sevketmektedir. edemediği yönünde yapmaktadır.20 Bunun bir diğer örneği ise Doğu Türkistan’daki uygulamaları ve bölgedeki ayrılıkçı faaliyetin fikir kaynağının panİslamizm ve pan-Türkizm’e bağlamasıdır, üstelik sosyalist yönetimin dine karşı özelliği de bir faktördür. Neticede tek bir çeşit İslamofobi mevcut değildir. Çin’de islami arkaplanı olan ve iktidarda olan yönetime nötür bakmaktadır. Çünkü Çin’in dış politikası Türkiye gibi ilkeler ya da değerler üzerinde değil tamamen ulusal çıkar üzerinde inşa edilmektedir. Mao’dan sonraki Çin lideri Deng Xiaoping’in 1978’de fikir olarak ortaya koyan ve 1987’de kabul edilen Çin’in üç aşamalı kalkınma stratejisi (1987-2030) gereğiyle yurtiçinde istikrar ve yurtdışıda barış ortamı yaratması olmuştu. Bu stratejisi sayesinde üçüncü aşamasına giren Çin, 2030 yılında değil 2020 yılında hedefin tamamlanabileceği kanısındadır. Yani en azından yurtdışında barış sağlama politikası 2020 yılına kadar devam eder ve bundan dolayı kendi ulusal çıkarları ciddi etkilemediği sürece küresel ve bölgesel olaylara fazla karışmayacak ve sorumluluğu üstlenmeyecektir. Mısır olaylarında uzakdurması ve hangi 22 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 rejim gelse gelsin hepsi ile ilişki kurulacak demesi bundan kaynaklanmaktadır. Diğer bir neden ise Çin-Rusya stratejik işbirliği ortaklık ilişkisidir, yani Rusya ile ortak tutumunu sergilemektedir. Günah Demokrasidir Demokrasi ve insan hakları ABD’nin güvenlik ve refah ile birlikte üçüncü ulusal çıkarıdır. Uzun yıldır dünyada demokrasiyi yaymak için askerî müdahale dahil her yöntemi kullanmıştır. ABD’nin terör listesinde yer alan Lübnan’daki Hizbullah örgütü 2009 yılında seçim ile meclise girmesi ABD dâhil demokrasiyi toplumsal ve siyasal değer olarak gören Batı ülkeleri düşündürmeye başlamıştır. Bazı islam ve müslüman ülkelerinde de islami kimliği olan partileri demokresi yoluyla iktidara gelmiş durumlarının çoğalması, Batı ülkelerinin demokrasi kavramını yeniden gözden geçirmeye sevketmektedir. Mısır’da seçim ile gelen Mursi yönetimi bir takım halk desteği ile gerçekleşen askerî darbeye karşı Batı ülkelerin, monarşı ülkeleri ve bazı totaliter yönetimin sevinçli tutmu demokrasi kavramını daha da karmaşık haline getirmiştir. Batı basını, Mısır demokratçaların demokrasi sürecini, demokrasi ile karşı karşıya koyduğu yorumunu yapmaktadır.21 Batılı yorumcular Mısır’da demokrasinin yerleşebileceğine şüphe ile bakmaktadır. ABD yorumcusu Walter Russell Mead, Bayaz Saray’ın Mısır’da kısa ya da orta vadede demokratikleşeceğini unutması gerektiğini ileri sürmektedir.22 Çin basını ise Mısır olayları ABD’nin demokrasi yüz perdesini yırtmıştır diye yorum yapmaktadır. Çinli yorumculara göre Mısır olayında ABD kendi demokrasi prensibine aykırı davranışının nedeni demokratik yollarla seçilmiş hükümetin ABD’nin çıkarlarına uyum sağlamadığı için devrilmesine göz yummuştur. Bir başka deyişle demokrasi, ABD’nin kendi çıkarlarını maksimize etme araçların biridir.23 Batılı yorumcular Mısır darbesi sonrası İslamcıların demokrasiye inanmasının zorlaşacağını ileri sürmüştür.24 Fakat yine bazı araştırmacılar Mursi’nin devrilmesi ile Mısır’ın gerçek bir demokrasiye ulaşmasına neden olacağı görüşündedir.25 Çin Sosyal Bilimler Akademisi Batı Asya-Afrika Araştırmaları Enstitüsü başkanı He Wenping, Mısır toplumunun eski rejimi yıkma konusunda ortak görüşe sahip olduklarını, ancak yeni yolu tercih ederken güçbirliği ve ittifakı sağlayamadıklarını, aksine sonsuz bir güç mücadelesi içine girmiş oldukları tespitini yapmaktadır. Aynı uzmana göre, Mısır’da yaşanan büyük siyasal deği- şim sonunda askerî çevresi demokrasi olmayan yöntemle “darbe” yaparak Mısır’ı demokrasi yoluna dönüştürebilmesini ummaktadır. Ancak yeni Mısır liderinin mutlaka demokrasi yolunda ilerleyeceğini kim garati verebilir diye şüphe etmektedir.26 Batılı yorumcular Mısır’da son iki yıldan beri yaşananlara bakarak Mısırlıların hem özgürlük hem de demokrasiye bir arada sahip çıkmalarını zor olduğu tespitlerini yapmaktadır.27 Batılı yorumculara göre, yargı, seçim ve eğitim sistemi konularında toplumsal uzlaşı ile bu ülkenin düzenini yaratabilir, herbir vatandaşın sivil hayatında söz hakkını kullannabilmesi, diktatörlük baskıdan arındırabilmesi ve bunun uzun vadede sağlayabilmesi ile birlikte ancak ilerleyebileceği görüşündedir.28 Batının bakışıyla bunlar demokrasi süreci ile adım adım gerçekleştirebilir. Fakat Çin uzmanları demokrasi olmayan bazı rejimler de bunları sağlayabileceğini ortaya koymaktadır. Çinli araştırmacılar dünyada heryere uyumlu bir demokrasinin olmadığından dolayı demokrasinin evrensel özeliğinden şüphe duymaktadır. Mısır’da yaşanan çalkantılar Batı demokrasinin köşesini kazmıştır. Çinli yorumculara göre her ülke kendi ülke durumuna göre bağımsız yolunu tercih eder ve bu şekilde ülkenin barışı, istikrarı, refah ve gelişmelerini sağlayabilir. Sonuç olarak Batı ülkeleri de uyarı yapmışlar, Mısır olayları üzerinde ciddi muhasebe yapmaları gerektiğinden ve her fırsatta başka ülkenin hatasını bulmaya çalışmamasını, aynı zamanda kendisine biraz itibar bırakmasını açıklamaktadırlar.29 Çinli araştırmcılara göre, Mübarek’in devrilmesinden buyana Mısır kaybetmiştir. Seçim oldu, özgürlük oldu, Cumhurbaşkanı oldu, ancak demokrasi yok oldu, düzen yok oldu, toplumsal barış yok oldu ve kalkınma da yok oldu. Tahrir Meydanı’nda ışıklar parlaktır ancak sadece Mısır’ın yeniden yapılanma sürecinin rölantide devam etmektedir. Mısır’ın son iki yılın kaybı aynı zamanda Mursi’nin mağlubiyetidir. O seçim yoluyla kazanan yasal otorite ile yönetimin otoritesini sağlayamamıştır; dinî, laik ve mevcut çıkar guruplar arasında uzlaşı bir yolu bulamamıştır; Ekonomik kalkınma, düzenin yeniden inşası ve bütün halkın menfaatlerine cevap veren reçeteyi bulamamıştır. Mısır’daki son iki yıl aynı zamanda demokrasinin kayıbıdır, eski rejim yıkıldı ve demokrasi kavramını getirmiştir, ancak demokrasinin ideallerini getirememiştir. Çıkarlar mücadelesi demokrasi ile seçimin şekli ve çerçevesinde çatışmalar yaşanmıştır, devamında demokrasinin namında zaten zayıf olan demokrasiyi çıkmaz sokağa sokmuşlardır. Daha da kötüsü, askerî müdahalenin sonucunda durum kontrol altına alınabilirse, bu dablokaj tedavisidir; askerî müdahalesine sevinçli çığlık atan o Mısır halk da histeri hastalığına yakalanmıştır, çünkü askerî müdahale mutlaka demokrasinin gerilemesi demektedir. Üstelik askerî güçleri sadece mevcut çatışmayı bastırabilir, dinî güçleri ile laik güçleri arasındaki çatışmalarını gideremez. Bu nedenle Mısır’daki yarı pişmiş demokrasinin sancısı daha devam edecektir. Tahrir Meydanı’ndaki Kaos, umudunu kaybeten Mısır’ın kederli ve karmaşık duygunun bir kesitidir.30 Yazarın kendi bilgisi dahilinde dipnotlar çıkarılmıştır. 23 DEVRİMLERİ DARBELERLE DURDURMAK? TÜRKİYE, MISIR VE TUNUS’TAN DERSLER Prof. Dr. Yasin AKTAY MISIR DOSYASI SDE Başkanı Bilebildiğimiz bütün askeri darbelere kendilerini mutlaka destekleyen bir halk kesiminin talepleri eşlik etmiştir. Hatta yeterince halk desteği temin edilmeden hiç bir askeri darbe olmaz, olmamıştır. Türkiye’nin darbeler tarihine bakıldığında bütün darbelerin mutlaka yeterince halk desteği sağlandıktan sonra gerçekleşmiş olduklarını görürüz. B ugünlerde İslam dünyasının birçok yanında olup bitenler başka birçok yanında olup bitenlere ışık tutar gibi. Bir ağaç savunması gibi başlayıp küçük çaplı bir ayaklanmaya dönüşen ve başbakanın evini ve ofislerini basmaya yönelen Gezi olaylarının hemen akabinde Mısır’da başlayan Temerrüt hareketiyle Mısır tarihinin ilk seçilmiş cumhurbaşkanı askeri darbeyle devrildi. Bu darbenin halkın yoğun isteklerine dayanamayan “kahraman Mısır ordusunun” sahne alıp duruma el koymasından ibaret olduğu söylendi. Asker, sadakat yemini etmiş olduğu Cumhurbaşkanını devirmekle kalmadı, arkasından yeni cumhurbaşkanını ve hükümetini silah gücünden başka hiçbir meşruiyeti olmadığı halde atadı. Arkasından binlerce insanı tutukladı, kendisine muhalif bütün televizyon kanallarını kapattı, bir kaç defa göstericilere açtığı rastgele ateşler yüzünden toplamda 300’ün üstünde insanı öldürüp binlerce insanı yaraladı. Bu katliamlarından dolayı askeri yönetim, bırakınız hesap vermeyi herhangi bir soruşturma bile açmış değil. Buna mukabil, hala yaptığı işin darbe olmadığını söylemeye devam ediyor. Onun bunu söylemesi bir şey değil de bu gülünç iddiaya bütün dünyanın inanmaya bu kadar istekli ve hazır olması çok önemli. Mısır’daki darbenin en bariz görünen yanı, bütün açıklığına ve bütün cürümlerine rağmen uluslararası toplumun ona darbe dememekte adeta anlaşmış olması. Açıkçası bu durum ona darbe demeyen kalabalık bir uluslararası toplumu bu darbenin ortağı haline getirmektedir. Zamanla ortaya çıkan bazı bilgiler, bu darbenin planlanması ve kotarılmasında da başta ABD ve AB olmak üzere İsrail, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin hepsinin bu darbede ya payları olduğu veya bu darbeye dört elle sarıldıklarını gösteriyor. Ancak darbeye darbe dememe başarısına getirdikleri açıklama, askerin halkın dayanılamayan taleplerine karşılık vermek olduğunu söylüyorlar. Doğrusu bir hayli geçerlilik kazanmış ve bildik bileli darbeden başka hiç bir şeye benzemeyen bu olayı darbe değilmiş gibi gösteren bu ağır teze dair bir iki şey söylemek gerekiyor. Bilebildiğimiz bütün askeri darbelere kendilerini mutlaka destekleyen bir halk kesiminin talepleri eşlik etmiştir. Hatta yeterince halk desteği temin edilmeden hiç bir askeri darbe olmaz, olmamıştır. Türkiye’nin darbeler tarihine bakıldığında bütün darbelerin mutlaka yeterince halk desteği sağlandıktan sonra gerçekleşmiş olduklarını görürüz. 27 Mayıs, ayaklanmış öğrencilerin oluşturdukları atmosferde askere davetiye çıkarmıştı. 12 Mart’a giden süreçte yine öğrenci olaylarından bıkmış olan halkta bir asker hasreti yaratılmıştı. Aynı şey daha ağır bir biçimde 12 Eylül darbesinde olmuştu. En ağır meşruiyet sorunu olan 28 Şubat bile düzenli olarak Anıtkabire koşan zinde halk kitlelerinin sloganları arasından bir davete icabet gibi gelmişti. Hepsi de kendilerini çağıran bir halk hikayesine dayanma ihtiyacı hisset- 25 İhvan’ı zor durumda bırakmaktan başka bir işlevi olmayan bu hareketleri her ikisinde darbeye giden yolu döşedi. Heryerde aynı taktikler kopya gibi uygulanıyor olsa da, bu yerlerin farklılığı kuşkusuz darbeciler için bazı kolaylıklar veya zorlukları da açığa çıkarıyor. mişti. Ama bu, onların bütün çirkinliği ve gayrı ahlakiliği ile birer askeri darbe olarak değerlendirmelerini engellememişti. Sadece sonradan ortaya çıkan verilerle bu davetiyeleri bizzat kendilerinin binbir türlü entrika ile üretmiş olmaları değildi bunların darbe olarak değerlendirilmesini sağlayan. Aksine bizatihi darbenin darbe olma keyfiyetinin dünyada tartışılacak bir yanının olmaması dolayısıyla... Dünyanın her yanında bir savunma bakanı sahip olmadığı bir yetkiye dayanarak, sadece kendisine emanet edilmiş silaha güvenerek gidip kendisini atayan ve kendisinin amiri konumundaki birini azletmeye kalkışırsa bunun adı askeri darbeden başka bir şey değil. Ayrıca asker halkın arasında siyasi ihtilaflara müdahale etme hakkına sahip değil. Halkın ihtilafı demokratik topluma en çok yakışanıdır, ama halkın bir kesiminin arkasında haksız rekabet imkanı sağlayacak şekilde bir silahlı gücü (orduyu veya örgütü) hissetmesi ve sıkıştığında ondan yardım alabileceğini düşünmesi demokrasiyi ifsat eden bir şeydir. Ne yazık ki, böyle bir haksız kazanca her toplumda talip çıkacak kesimler bulunabilir. Bu 26 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 haksız politik kazanç çok ayartıcıdır. Sandıktan çıkma ihtimaliniz olmadığı halde silahlı bir gücün el atması sayesinde hiçbir şekilde gelemeyeceğiniz yere geliyorsunuz. O yüzden kurulan rejimlerin son derece sadık, ateşli savunucuları bile bu tür azınlıklar arasından çıkıyor. Sömürge sonrası kurulan İslam ülkelerinin hemen hepsinde askerin, dolayısıyla devletin bizzat kendisinin böyle bir ayartıcı rolü vardır ve çoğu kez darbenin savunması şu veya bu kılıkta bu ayartılmış halk kesimlerine yaptırılır. Tabii ki darbe kelimesinin aşırı pejoratif tabiatı dolayısıyla darbe savunması mutlaka başka kılıklara sokularak yapılır. Hiç kimse darbecilik yaftasını üstüne alınmaz ama yaptığı bal gibi darbeciliktir. Tunus, Türkiye ve Mısır’da kopya darbeler Mısır’da darbenin bir şekilde kotarılmış olma ihtimali ortaya çıkar çıkmaz Tunus’ta da aynı kesimler hareketlenmeye başladı. Ama bu hareketliliğe hızlandırıcı bir etki lazımdı. Dün itibariyle bu etki de Halk Hareketi Partisi Başkanı ve Kurucu Meclisi üyesi Muhammed el-Brahmi'nin öldürülmesiyle temin edildi. Faili meçhul olarak kalması hesaplanmış suikastın 6 Şubat’ta öldürülen diğer bir muhalif lider Muhammed el Beliyd’i vuran silahla aynı silahla vurulmuş olduğu anlaşıldı ki, önceki suikastla aynı sonucu hızla verdi. Birileri tarafından Nahda hareketi durduk yerde bu cinayetten sorumlu tutuldu, hemen protesto hareketleri başladı. Her yönüyle bizim 7 sene önceki Danıştay cinayetini andıran bu suikastın ilk bulgulara göre Selefi bir grup tarafından işlenmiş olduğu anlaşıldı. Mısır’daki darbenin sponsorluğunu yapan Suudi Arabistan tarafından desteklenen Selefiler aslında Tunus’un İhvan’ı sayılan Nahda hareketine kökten karşılar. Suudi Arabistan’ın İhvan karşıtlığı ona karşı Mısır’daki darbenin sponsorluğunu yapmaya itecek ölçülerde olduğunu biliyoruz. Gerçekten Mısır’daki Selefilere baştan itibaren verdiği desteğin karşılığı olarak önlerine adeta tek hedef olarak İhvan’ı iktidar yaptırmamayı, olmuşken onu devirmeyi koyan Suudi Arabistan’ın hesabı malum. Bir yandan İhvan’ın dayandığı demokratik eğilimin aynısının kendi ülkesine sirayet etmesinden çekiniyor. Diğer yandan bu olmasa bile İhvan’ın yükselişinin İslam dünyasının liderliği konumundan kendisine alternatif oluşturabileceği hususu, İhvan’a karşı özel bir antipati beslemesine yol açıyor. Suudi Arabistan için öyle anlaşılıyor ki, Mısır’ın daha fazla İslamlaşması veya güçlenip İslam dünyasının da güçlenme- sinde bir dinamik oluşturması asla tercih edilir bir şey değil. Mısır’ın batılı laik bir eksende kalması çok kendisi için de çok daha fazla tercihe şayan bir durum. İhvan’ın bir kolu olan Tunus’taki Nahda hareketine karşı da benzer duygular besleyen Suudi Arabistan orada da kendine bağlı Selefi gruplarına çok komplike eylemler yaptırmaktan çekinmiyor. Aynı nedenlerle Tunus’ta Nahda’yı ilk planda olağan şüpheli haline getiren suikast, defalarca sahneye konulmuş ve bugünlerde İslam dünyasını dizayn etmeye çalışan büyük oyunun basit bir tekrarı. İşin daha ilginç tarafı, herkes Selefilerin İhvan’la olan farkını ve hasımlığını bilse bile Selefilerin hareketlerinden Nahda sorumlu tutuluyor. Tıpkı Mısır’da İhvan’a yöneltilen en ağır eleştirilere konu hareket veya düşüncelerin aslında Selefilere ait olması gibi. Daha önce yine bir Selefinin Tunus bayrağını, İslam’ı değil Tunus ulusalcılığını temsil ediyor diye gönderden indirip onun yerine İslam’ı temsil ediyor diye siyah bayrak asmasına karşı Tunus’ta Türkiye’deki bayrak kalkışmalarına benzer bir büyük kampanya olmuştu. O kampanya da Selefiler yerine, onları cesaretlendirdiği iddiasıyla Nahda hareketine yönelmişti. Yine benzer bir biçimde Mısır’da Selefiler İhvan iktidara gelir gelmez ondan Şeriatı uygulamasını isteyen ve herkesi ürküten mitingler yaptılar, namaz vakti girdiğinde Meclis’in içinde ezan okudular. Bu hareketler bir çok insanı ürkütüyordu ve müsebbibi İhvan olarak görülüyordu. Oysa bu taleplere karşı İhvancı düşünürler, Selefilerin istediği Şeriat uygulamasının sadece uygulanmasından ibaret olduğunu, oysa Şeriat’ın herşeyden önce iyi yönetim, adalet ve hürriyeti daha çok önemsediği yönünde cevaplar bile veriyorlardı. Ancak hem Tunus’ta hem de Mısır’da Selefilerin (aslında bazı Selefiler demek daha doğru olur, çünkü bu oyunlara hiç girmeyen, hatta bu tarz çıkışları aptalca bulan Selefiler de var Mısır’da) İhvan’ı zor durumda bırakmaktan başka bir işlevi olmayan bu hareketleri her ikisinde darbeye giden yolu döşedi. Heryerde aynı taktikler kopya gibi uygulanıyor olsa da, bu yerlerin farklılığı kuşkusuz darbeciler için bazı kolaylıklar veya zorlukları da açığa çıkarıyor. Örneğin özellikle Türkiye’de başbakan Erdoğan’ın set üslubunu, Mısır’da da Muhammed Mursi’nin iktidarı paylaşmamasını kendisine yönelen tepkilerin bir açıklaması olarak zikredenlerin Tunus’a bakmaya davet etmek lazım. Orada Raşid el-Gannuşi, şimdiye kadar iktidara gelme ve iktidardaki üslubu bakımından bütün bu eleştirilere kulak vermiş biri gibi görünüyor. Daha baştan istediğinde olabileceğine kesin gözüyle bakıldığı halde Cumhurbaşkanı olmadı, yerine bir sosyalist aktivist olan Münsif Marzuki’yi bir tür uzlaşma jesti olarak önerdi. Yetmedi, kendisi siyasete bile girmeyerek olabilecek muhalefeti engellemek istedi. Yetmedi, alabildiğine felsefi derinliğe sahip İslami düşünce birikimiyle, İslam ve demokrasi, vatandaşlık, insan hakları konularında içtihat sayılabilecek fikir ve uygulamalarıyla önplana çıktı. Onun bu konudaki fikirleri bugün ortaya çıkmış değil, seksenli yıllardan beri bu konuya dair fikirleri biliniyor. Gannuşi modern, çokkültürlü veya çoğulcu bir dünyada İslam’ın siyasetle ilişkisi üzerine en uzlaşmacı ve demokrat özelliğiyle biliniyor. Tunus’ta bir uygulama yapıldığında bunun başkalarını rahatsız etmemesi üzerine aşırı 27 Neresinden bakarsanız bu bir illüzyon oyunudur. Bu oyunun en iddialı olduğu alan gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Darbenin darbe gibi görülmemesi sağlanacak. Oradaki Vandalizm, polisin şiddetine karşı masum göstericilerin patlayan haklı öfkesi gibi gösterilecek. kafa yoruyor. Buna rağmen Tunus’ta laik liberaller tarafından Nahda hareketi isyan edilesi ve darbeyle devrilesi bir yönetim olarak görülmekten kurtulamıyor. Kuşkusuz bu örnekte, Mısır’daki darbeden iktidarı paylaşmadığı için Mursi’yi, Türkiye’deki Gezi hadiselerinden de başbakan Erdoğan’ı sert üslubu dolayısıyla eleştirenler için dersler olsa gerek. Sanatçının darbe süreçlerindeki rolü? Gerçeğin yaratıcı tahrifi Bu arada her tarafta eşzamanlı olarak sahneye konulan oyunun bir önemli taktiği de demokratik yollarla iktidara gelmiş ve yine demokratik yollarla sınanmaya açık iktidarların “diktatör” gibi gösterilebilmesidir. Neresinden bakarsanız bu bir illüzyon oyunudur. Bu oyunun en iddialı olduğu alan gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Darbenin darbe gibi görülmemesi sağlanacak. Oradaki Vandalizm, polisin şiddetine karşı masum göstericilerin patlayan haklı öfkesi gibi gösterilecek. O saldırgan, Vandal eylemcilikten bir ağlayan çiçek çocuk portresi çıkarılacak, o çocukların döktükleri pisliklerde boncuk 28 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 aranıp bulunacak. Oradaki eşek şakaları, küfürbaz söylemler yüksek mizah örnekleri gibi sunulacak. Kapitalizmin en iğrenç sömürgenleri olan finans-kapitalistlerinin önde olduğu eylemler anti-kapitalist, sosyalist hareketler diye yutturulacak. Çapulculuk, ismiyle müsemma haliyle, bir marifetmiş gibi gösterilecek. Bu oyun Türkiye, Mısır ve Tunus’ta aynı şekilde oynanıyor.Olay illüzyon olunca, gerçeği çarpıtmanın sanatkarlarına mutlaka önemli iş düşer. Ya mesleği sanatçı olanlar bu işin neresinde? The Times’a bazı sanatçılarca verilen ilan gerçeği çarpıtmanın hiç de sanatkârca olmayan bir şekli. Sanat doğası itibariyle gerçeğin tahrifi, ama sanatkârca bir tarzı var. Gerçeği sanatın kurallarından da saparak bu kadar açık çarpıtmaya iten, tahrik eden politik angajman nereden geliyor? Üzerinde durmaya değer. Bu kadar çelişkili bir dünyanın allanıp pullanması, öyleyken böyle gösterilmesinde ciddi bir göz boyaması, illüzyon gerektiği açık. Darbeyi halkın taleplerine cevap, katliamı, hırçın ve gözünü iktidar hırsı bürü- müş göstericilerin intiharı gibi gösterecek bir illüzyon. Ne yazık ki, günümüzün medya dünyası bu görevi fazlasıyla yerine getiriyor. Sözümona sanatçılar da göz boyayıcı medyanın ürettiği, parlattığı ve lüzumu halinde bu görev için işe koştuğu elemanlardan başkası değil. Times dergisinde Başbakan Erdoğan’ı diktatör olarak sunan, yüzlerce aracı ve işyerini yakıp yıkan, ulusalcı-faşist eylemleri demokratik ifade hakkı kapsamında gö(ste)ren, olabilecek en rutin demokratik mitingin mükemmel bir örneği olarak Kazlıçeşmeyi de Hitler’in mitinglerine benzeten bir zihin gerçekten çok yaratıcı. Burada gerçekten sanat ve sanatçının günümüz siyasetindeki anlamı üzerine ibretlik bir manzara ile karşı karşıyayız. Sanatçının işi çirkin iktidar entrikalarında bu yüzeysellikte işlere koşulmaya indirgenmiş durumda. Dünyada halihazırda yaşanmakta olan onca gerçekliğe karşı bu kadar kör, sağır, duyarsız kalabilmek, buna mukabil Türkiye’yi bu şekilde okuyabilmek için sanatçı yaratıcılığına sahip olmak gerekiyor. Bu yaratıcılığın sanatı mümkün kılan bir meleke olması bir gerçekse de, insanlığa rehber oluşturacak bir yetkiye konuşlandırılması aslında kim ne derse desin o sanatçıların da bir tercihi değildir. Niyeyse sanatın da üstyapısal işlevi dolayısıyla Marksist bir analizi hatırlayasım var. Orada görülmesi gereken şey sanatçının hangi sermaye veya güç çevrelerinin hizmetinde olduğudur. Sanatçı Marx tarafından burjuvanın yeni tapınaklarının şövalyeleri olarak nitelenir. Gerçeği yansıtması zaten düşünülemez. O, sanatçının mimesis, yani taklit boyutu olur. Ama gerçekliğin yaratıcı temsili veya yansıması olarak bakılıp bir nebze prim verildiğinde de bu temsilin bu kadar otoriter bir kisveye bürünmesi veya büründürülmesinin de apayrı bir değerlendirmeyi hak ettiğini söylemek gerekiyor. Sanatçının bir tür kendiliğinden otoritesi kabul edilmiş durumda. Bu otorite garip bir söylem tarafından kendisine bahşediliyor olsa da, her sanatçının her tavrının bu otoriteden eşit olarak nasiplenmediğini de görmek gerekiyor. Demek ki, belli dönemlerde belli sanatçıların elde bir otoritesini kullanıma süren daha üst bir otorite sözkonusu oluyor. Belki gördüğü bu boyut yüzünden Platon sanatçıları gerçeği çarpıttıkları ve insanları ideallerden uzaklaştırdığı gerekçesiyle ideal devletinde barındırmamayı düşünür. Mısır’da kaybedenler veya kazananların hesabını tutmak Mısır’da bir askeri darbe olmuş durumda, tam teşekküllü, elini kana bulamış, ne halkın iradesine, ne düşünce özgürlüğüne hiç bir saygısı olmayan bir askeri darbe, diğer tüm darbeler gibi. Bu darbenin karşısında durmak veya yanında durmak seçeneklerinde ulusal çıkar bağı çok açıkçası son derece oportünist bir tutum. Ancak Mısır’da ilk defa halkın oyuyla seçilmiş bir cumhurbaşkanına sadece bir yıl sonra yapılan askeri darbenin nasıl bir ahlak yozlaşması, İslam dünyasına yönelik nasıl büyük bir saldırı, hatta aşağılama olduğunu bir kenara bırakıp hemen bu darbeyle birlikte Türkiye’nin yaşadığı dış politika kayıplarının tasasına düşenler var. Öyle ya, Türkiye şimdiye kadar Müslüman Kardeşleri, yani Cumhurbaşkanı Mursi’yi desteklediğine göre, Mısır’da bu darbenin sonucunda kaybetmiş oluyor. Hem de ne kayıp! Diğer kayıpların üstüne eklenerek yapılan hesaba göre Türkiye dış politikası tamamen iflas etmiş gösteriliyor. Aynı hesaba göre Suriye’de kaybediyoruz, Irak’ta kaybediyoruz ve bu ülkelerdeki gelişmelerden dolayı bir çok ülkeyle karşı karşıya kaldığımız için dört bir yandan kaybediyoruz. Şu kadarını söyleyelim, bu hesap çok basit, ucuz ve kendi içinde hesabı yapanın zihniyetini ortaya koyan bir hesap. Dış politikada her şeyi çıkara endeksleyen bir yaklaşım, esasen Türkiye’nin maddi çıkarını da hesaplayabilmekten acizdir, tamahkar bir yaklaşımı çirkin yüzüyle açığa vurduğu için zaten güvenilmez bir profil üretir. Türkiye’nin Mısır’da veya Suriye’de kaybettiğini söyleyenlerin Türkiye’ye hep beraber yaşadığımız gelişmeler karşısında nasıl bir seçenek önerdiğini bilen var mı? Ne yapacaktık mesela? Sırf Esad’ı kaybetmeyelim diye Esad’ın ölüm mangalarının, şebihalarının elinden canını zar zor kurtarıp Türkiye sınırına dayanan çaresiz insanlara kapıları mı kapatmalıydık? Sırf iyi ilişkilerimiz devam etsin diye halkına karşı en acımasız şekilde savaşan cani bir diktatörün yaptıklarına sessiz mi kalmalıydık? Akıllı politika izleyip bütün bu olanlara seyirci kalmayı tercih eden dünya bunu yapıyor da çok şey mi kazanıyor? Bir defa 900 km. üzerindeki sınır komşuluğumuz dolayısıyla karşılaştırılamaz olsak da, tek tek her birinin Suriye konusunda gelişmelerden hiç bir kazançlarının olmadığını hala göremiyor muyuz? Suriye‘deki gelişmelerden İran mı kazançlı çıkıyor, Fransa mı? Almanya mı? Rusya mı? ABD mi? Aslına bakarsanız hiç kimsenin karlı çıkmadığı bir savaştır bu, ama herkes kazancını başka aktörlerin zararlarını artırmak üzerinden kurmuş durumda, o yüzden süreç uzadıkça uzuyor. Mısır’da yaşanan askeri darbe karşısında sesini çıkarmayanlar, sessizce onaylayanlar, muhtemelen bu darbenin ya suç ortağı veya sponsorları olanlar, bu darbeden kazanç elde etmek için yapmıyorlar yaptıklarını. Aksine Arap Baharı sürecinde ortaya çıkan zararlarını telafi etmek, bu süreçte ortaya çıkan durumun ürettiği tehditleri çaresizce bertaraf etme paniğiyle yapıyorlar. 29 Bölgede demokrasinin gelişmesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, Batılı ülkelerin hiç de istemedikleri bir şey. Üstelik bu isteksizliklerini bütün foyalarının açığa çıkması pahasına göstermekten geri durmuyorlar. Darbeye darbe demeyerek Mısır’da demokrasi ve insan hakları konusunda sergiledikleri ikiyüzlülüğü gizleyebileceklerini sandılar ki, kimse yemeyecek bu saatten sonra. Mısır’da kısa bir süre için devlet aygıtını kazanmış olabilirler ama Mısır halkını ilelebet kaybettiler. Devlet yönetimi de şu andan itibaren ellerinde ateşten bir top. Halk nezdinde hiç bir itibarı ve meşruiyeti olmayan, her an tekrar devrilebilme ihtimali dolayısıyla destekleyenin kabuslarını bin kat artıracak bir devlet. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri’nin darbeden hemen sonra devreye soktukları yardım paketleri nasıl bir panik içinde olduklarını gösteriyor. Bu panik sizce darbeden kazançlı çıkmışlığın sevincini ve heyecanını mı yansıtıyor? Şu anda Mısır meydanlarını dolduran ve bölge tarihinin gördüğü en görkemli direnişe imza atan Mısır halkı hiç sevinç ve heyecan bırakır mı onlarda? Arap Baharı sürecinde gelişen demokrasi rüzgarlarının kendi ülkelerine de uğramalarından yana duydukları bu korku onlara sürekli kaybettirmeye devam edecektir. Korkununsa ecele faydası olmayacaktır. 30 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 Mısır’da bir darbenin ardından Türkiye’nin neler neler kaybetmiş olduğunun tasasına düşenler bir zahmet bu süreçten kimin ne kazanmış olduğunu da söyleseler de bilsek? Ama onlar söylemeden biz söyleyelim, belki yine kısa süreli bir kazanç olacak, ama ABD’nin Camp David düzeni, dolayısıyla İsrail bu süreçten kazançlı çıkıyor görünüyor. Aslında Türkiye’ye kar-zarar hatırlatması yapanların aslında tek mesajı Türkiye’nin bu ebedi kazançlı (sandıkları) eksene biatını yenilemesi. Mısır’da darbeden sonra ilk yapılan işlerden birisi hemen Gazze ile Refah sınır kapısının kapatılması ve Mısır’ın Camp David düzenine bağlılığının teyit edilmesi oldu. Görünürde bir kazanç bu, ama topyekun ayaklanmış Mısır halkı ve İslam dünyasının karşısında bu kazanç daha ne kadar sürdürülebilir? Mısır’da darbeye en gür sesle darbe deme cesaretini gösterebilmiş tek ülke olarak Türkiye giderek bütün İslam dünyasında şekillenmekte olan geleceğin sesini dillendirmiş oldu. Türkiye basit ve ucuz çıkar hesaplarıyla şekillenen bir dış politika anlayışı yerine günümüzde sahipsiz kalmış ilkeli politika anlayışını dillendirerek öncü bir misyonu yerine getiriyor. Hiç kimse endişe etmesin bu duruş bütün dünyada kaydediliyor ve dünya sabit bir yer değil tarihsel bir süreçtir. Her şeyin hızla değiştiği bu tarihsel sürecin daha çok kısa bir anını yaşıyoruz. Mısır’da iflas eden Batılı demokrasi Mısır’ın ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin görevinin daha birinci yılında askeri darbe ile görevinden uzaklaştırılmasına “darbe” demeye yanaşmak istemeyenler bin dereden su getirmeye devam ediyorlar. Tahrir meydanını dolduran Mursi’nin cumhurbaşkanlığını istemeyişine bakarak, askeri bu sese kulak vermesini haklı görenler, Rabiatu’l Adeviyye ve Mısır’ın bütün şehirlerinin meydanlarına toplanan ve Tahrir meydanındakini kat kat aşan kalabalığı görmezden geliyorlar. Çok açık bir biçimde Tahrir’de toplanan halk ile diğer meydanlarda toplanan halk arasında “aristokratik” bir ayırım yapıyorlar. Halkın bazı kesimlerinin çoğunluk bile olsalar oylarının, görüşlerinin veya katılımlarının hiç bir esamisinin olamayacağı bir sistemdir aristokrasi. Esasen demokrasinin beşiği sayılan eski Yunan’daki uygulama da, toplumun sadece seçkin kesimlerinin “demos” (halk) sayıldığı, kadınların, Atinalı olmayanların, köylülerin, kölelerin katılım gösteremediği bir sistemden ibarettir. İslam dünyasına şimdiye kadar reva görülen demokrasi, aslında bundan hiç bir zaman daha ilerisi olmamıştır. Tah- rir ile Rabia Adeviyye meydanlarında toplanan insanlar arasında açık bir ayırım yapıyorlar. Tahrir’in sesine kulak verilerek yapılan askeri darbenin demokrasinin olağan sınırlarında görülmesi, buna karşılık diğerinin sesine kulak verilerek meşruiyet talebine bile kulak verilmemesi Müslüman dünyaya nasıl bir demokrasinin reva görüldüğünün en açık göstergesi. Bu yaklaşıma rağmen yaşadığımız tartışmanın İslam’ın demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmadığı bağlamına çekilmeye çalışılması tam bir pişkinlik örneği. Sanki demokrasinin normal süreçleri içinde seçilmiş olan bir cumhurbaşkanını askeri darbeyle devirenler İslamcılar sanırsınız. Demokrasinin en açık kuralını ihlal eden, ona karşı tam bir duyarsızlık sergileyen onlar, ama demok- rasiyle imtihanı yapanlar da onlar. Bu nasıl bir ikiyüzlülük? Esasen Mısır’daki darbeye karşı tavırlarını bu kadar net ortaya koymadan önce de çok iyi biliyorduk, ama Mısır hadisesi herşeyi çok daha açık bir biçimde ortaya koydu. İslam dünyasında demokrasinin gelişmesiyle asla ilgilenmiyorlar. Hatta ilgileniyorlarsa bu ilgi demokrasinin ancak geriletilmesi, engellenmesi yönünde oluyor. Sebebi çok açık. Demokrasi onların karşısına kendi özgür iradesiyle hareket eden ve her halükarda tercihleri belirsiz bir halk çıkarıyor. Uğraşıp durmayı gerektiren, yönetmeyi iyice zorlaştıran bir durum bu. Kendi çıkarlarını riske atabilecek böyle bir demokrasi macerasındansa bu ülkelerin tek adamlarca, diktatörlerce veya demokrasi yanılsaması yaratılmış bir ortamda öne çıkarılmış bir elitlerce yönetilmesi çok daha güvenli. O yüzden halk tarafından seçilmiş bir Mursi yerine kendilerinin desteklediği bir askeri darbeyle işbaşına getirilmiş yöneticilerle, diktatörlerle muhatap olmak onlar için çok daha kolay. Kolay olan varken zor olanı tercih etmenin hiç bir rasyonalitesi yok. Bir yandan bu tercih doğrultusunda Müslüman dünyayla dış politikalarını yürütürken bir yandan da Müslümanları demokrasi baskısı altında tutmaya devam ediyor olmaları ikiyüzlülüklerinin sadece boyutlarını gösteriyor. Mursi’nin halkın beklentilerine cevap veremediği için askerin onu devirmesini gayet olağan bir işlem gibi gördüler. Bu konuda içine düştükleri ikiyüzlü durum yetmiyormuş gibi 31 Bu kafayla da bu krizden büyük kayıplar yaşamadan çıkmaları mümkün olmayacaktır. Ne Mursi Ne Darbe = Darbe bir de Müslüman Kardeşlerin başarısızlığından dem vurmaya başladılar. Aslında basitçe yönetim düzeyinde Mursi’nin başarısız olması için ellerinden geleni yaptılar. Görevi süresince Mısır’ın bütün dış yardımları, IMF kredileri askıya alındı. Hiç olmayan benzin, ekmek ve elektrik krizleri ortaya çıktı. Asker, yargı ve idari bürokrasinin her konuda sergilediği direnişi saymıyoruz bile. Bütün bu konularda Mursi döneminde üretilen sorunlar onun yönetim beceriksizliğinin eseri gibi gösterildi. Oysa darbeden hemen bir gün sonra hem bütün dış yardımlar serbest bırakılmaya başladı hem de benzin, ekmek ve elektrik birden bire bollaştı. Bizim 12 Eylülcülerin yıllarca süren terör sorununu bir gecede çözmesi gibi. Biz o sorunu Kenan Evren bir gecede nasıl çözdüyse, Mısır cuntacılarının da ayın şekilde çözdüklerini söylersek sanırım nasıl bir oyunun oynanmış olduğunu çok iyi anlarız. 32 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 Dolayısıyla Mursi’ye atfedilen başarısızlık da aslında ona karşı bizzat kendilerinin yürüttüğü bir suikast veya sabotajdan başkası değil. Müslüman Kardeşlere veya Müslümanlara bu olay vesilesiyle atfettikleri başarısızlık ise sadece kendi iflaslarını resmediyor. Mısır’da darbeyle birlikte iflas eden Müslüman Kardeşler değil, sadece batılı demokrasidir. Müslüman kardeşler veya İslam’ın siyasal söylemi batılı güçlerin içine düştüğü bu açık ikiyüzlülük, sahtekarlık karşısında sergiledikleri dik duruşlarıyla geleceğin dünyasının inşasında çok büyük bir avantaj elde etmiş oldu, bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Buna karşılık Müslümanların demokrasi sürecinde etkili olmasının siyasi sonuçlarına tahammül etmeyen batılılar olmuş oldu. Belli ki, batılılar hala Müslümanların kendi haklarını aradığı ve kullandığı bir dünyaya hazır değil ve bu yaşanan da onların krizi. Arap Baharının ve ondan sonra bütün dünyadaki sivil muhalefet hareketlerinin sembolü haline gelmiş olan Tahrir 30 Haziran cuntası tarafından resmen çalındı, artık darbecilerin, entrikacıların, baltacıların ve statükonun sembolüne dönüşmüş durumda. Allah’ın ayetlerini tahrif edip başka türlü mesajlar üretebilen Belam geleneği, doğrusu Tahrir’i tahrif edip tam tersi bir mücadelenin safına katmakta hiç zorlanmadı. Buna mukabil gerçekten özgürlüğü bütün incelikleri ve boyutlarıyla hissedenler için meydanın ismi ve yeri hiç önemli değil. Bugün Tahrir’in dışında Mısır’daki bütün meydanlar “darbeye karşı ve demokrasiden yana” en net, en katışıksız mesajlarını haykıran insanlarla dolup taşıyor. “En net ve en katışıksız biçimde” mesajın verilmesinin ne kadar önemli olduğu hiç bir zaman bu kadar “net” bir biçimde anlaşılabilmiş değil. 30 Haziran’a yaklaştığımız günlerde Tahrir’deki gösterilere, Mursi’ye uyarıda bulunmak üzere katılacağını söyleyen ve aralarında Arap Baharı devrimcisi olanlarla yaptığım konuşmaları hatırlıyorum. Görebildiğim kadarıyla bu işin sonunun iyi olmadığını, gidişa- tın devrimin bütün kazanımlarının eski rejim tarafından geri alınacağı bir karşı-devrime doğru gittiğini söylediğimde bu endişemin çok yersiz olduğunu çünkü Tahrir eyleminin Mursi’yi demokrasi çizgisine çekmek üzere bir uyarı olarak yapıldığını anlatmaya çalışıyorlardı. Dahası, en önemli şiarlarının da “ne Mursi, ne darbe” olduğunu söylüyorlardı ki, ben de tam da bu sloganın olayın gidişatı hakkında yeterince uyarıcı olması gerektiğini anlatıyordum. Zira askeri vesayetin fiili bir durum olduğu bir ortamda “ne Şeriat ne darbe” veya hatta “ne komünizm ne darbe” gibi sloganlardan ”sadece darbe” anlamak için yeterince tecrübeliyiz. Adeviye’de teselli arayan pişman ve şaşkın darbeci Mısır’da Tahrir’i dolduran ve aralarında gerçekten de darbe karşıtı da olan yüzbinlerce insanın bugünlerde nasıl bir duygu içinde olduğunu izlemeye çalışıyorum. Bir kısmı çoktan Tahrir koalisyonundan ayrılıp Adeviye meydanına katılmış bile, ama sonsuz bir nedamet ve şaşkınlık içinde. Her akşam grup grup insan Adeviye meydanının kürsüsünden bu nedametlerini itiraf edip “darbe karşıtı cepheye” katılımlarını ilan ediyorlar. 6 Nisan veya Kifaye hareketinin lider tabakası değilse bile gençleri, Nur Partisi’nin Selefileri, bazı Kıptiler, Y kuşağı gençleri vs... Hepsi de şu anda “ne Mursi ne darbe” demenin darbeden korunmak için yeterince korunaklı olmadığını çok hızlı ve acı bir tecrübe ile yaşamış oldular. Mursi hakkında nasıl bu kadar kısa bir süre içinde “diktatör” ve “yönetimde beceriksiz” imajının yaratıldığını ve buna kendilerinin de nasıl ikna edildiklerini anlamaya çalışıyorlar. Mursi bir yıldan az bir süre içinde tamamen eski rejimin kurumları ve adamlarıyla nasıl bir etkili yönetim kurabilirdi? Üstelik bu kurumlar tamamen kendisine karşı direnmekte, adamları da altını oymak için her türlü entrikayı çevirmeye devam ederken. Diktatör olarak isimlendirilmesine sebep olan hadiseler aslında değiştirmeye çalıştığı bir iki adam ve düzeltmek üzere değmeye çalıştığı bir-iki kurumun çıkardığı gürültüye dayanmış olmalı. Bir anda ortaya çıkan ve halkın gündelik hayatında candan bezdiren benzin sorunu daha darbenin gecesinde çözüldü ve halk benzine doyuruldu. Çünkü benzin sorununu çıkaran bizzat darbecilerdi ve sırf darbeyi haklılaştırmak için bu türden sorunları çıkarmış oldukları bugün herkesin dilinde. O yüzden insanların önemli bir kısmı nasıl bir oyuna geldiklerinin farkına varmış durumdalar. Ancak iş işten geçmiş durumda. Baskılarından şikayetçi oldukları Mursi, bir yıllık süre içinde tek bir gazeteci tutukla- mamışken darbeciler daha ilk günden 7 muhalif TV kanalını kapatmış ve yüzlerce insanı tutuklamış oldular. Mursi, anayasa oylanıncaya kadar yetkilerini artıran tek bir geçici kararnameye imza atmışken, darbeciler bütün anayasayı lağvedip hergün kafalarına göre istedikleri kararnameleri ihdas etmeye başladılar. Yol haritasında parlamento seçimlerinden önce (ki onun da olup olmayacağı veya ne zaman olacağı artık tamamen meçhul) anayasanın yazılacağı anlaşılıyor. Peki anayasayı kim hangi yetkiyle yazacak? Anayasa için danışma kurulu şu an itibariyle darbeciler tarafından görevlendirilmiş olan ve halk tarafından yetkilendirilmemiş kişilerden oluşacak. Tabi, bu esnada halkta neredeyse artık konsensüs haline gelmiş bulunan 25 Ocak kazanımları tamamen geri alınmış oldu. Halka açıkça “bu kadar devrim rüyası yeter” denmiş oldu. Mübarek rejiminin bütün kurumları ve hatta adamları teker teker görevlerine iade oldu, eski düzen güçlendirilerek restore edilmiş oldu. “Ne Mursi ne darbe” sloganına itibar etmenin Mısır’ı getirip dayandığı yer, buna safça inananları enayi yerine koyan ahlaksızca bir darbeden başkası olmadı. 30 Haziran hareketine katılanlara ise daha önceden bizzat soruldu, cevapları da bizzat alındı. “Darbeye gider bu yolun sonu” dediğimizde, 33 da bu kalabalıkların sesine kulak verecek bir 'müdahil' beklentisi oluşmuştu bile. Ordunun önünde müdahale için gereken bütün yollar döşenmişti böylece. Doğallıkla, orduya da istemeye istemeye, mecbur kalarak, halkın davetine icabet etmekten başka bir şey kalmıyordu. o saf-temiz Mısırlı gençler samimiyetle kızıyorlardı, çünkü onların darbeye niyeti yoktu. Eeee biz de biliyoruz sizin darbeyi yapmayacağınızı. Zaten darbeyi siz yapmayacaksınız, sizin bu samimiyetinizden faydalanacaklar yapacak darbeyi, diyorduk. İşte o gençler de aynen öyle, kendi iradeleriyle hareket ettiklerini düşünüyorlardı. Mursi bir diktatördü ve devrimi devam ettirmek, demokrasiyi geliştirmek için sadece uyarılması gerekiyordu. Tabii ki darbe istemiyorlardı, ama şimdi Adeviye’deler. Teselli arıyorlar. Bizimkilerse istemeden yol açmaya çalıştıkları darbenin ne menem bir şey olduğunu bile anlamış değiller. Anlasalar teselliyi nerede arayacaklar? Adeviye’de haysiyet direnişi: Dünyaya Devrim nedir öğretmek. Mısır'da her şey 'halkın direnilemeyen taleplerini karşıla- 34 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 mak üzere duruma el koymak zorunda kalan silahlı kuvvetler' hikâyesine uygun olarak yazılmıştı. Ama kahrolası pis aksilikler, hesaba katılamayan 'öteki halkın akıl almaz inatçı direnişi', bütün hikâyeyi tersinden yazacak gibi görünüyor. Oysa mizansen mükemmel görünüyordu. Arap Baharı sürecinin özgürlük sembolü Tahrir meydanında toplanan kalabalıklar giderek diktatörleşmiş, tek adamlığa doğru gitmekte olan bir despota karşı özgürlük talebiyle ayaklanıyordu. Havai fişek ve ışık gösterileriyle göğe yazılan sloganlar, protestocu kalabalıkların yaşamakta olduğumuz çağı çoktan atlamış olduğunu gösteriyordu bir yandan. Bir başka yandan çok ileri bir çağda yaşamakta olan bu halkın böyle bir diktatör tarafından yönetilmeyi hak etmiyor olduğunu anlatıyordu. Bu tablo uluslararası medya tarafından saatlerce canlı yayınlarla yansıtıldığında meydandaki kalabalıklardan çok daha önce dünya kamuoyun- 11 Eylül 1980'de her yerde patlayan bombalarla, silahların 13 Eylül'de birdenbire nasıl sustuğunu biz Türkiye tecrübemizden gayet iyi biliyoruz. Ancak biz Türkiye'de o günün şartlarında o soruyu hemen soramadık bile. Oysa Cumhurbaşkanı Mursi'ye atfedilen eleştirilerin veya başarısızlıkların hepsinin sebebinin bizzat darbeyi yapanlar oldukları çok daha erken anlaşıldı. Mursi'nin yönetim başarısızlığının sembolü haline gelen benzin ve elektrik sıkıntısı darbeden sadece birkaç saat sonra giderildi. Çünkü benzin istasyonlarının büyük çoğunluğu bizzat ordu tarafından arz edilen akaryakıtı satıyor. Elektrik idaresi ise yine ordunun inisiyatifiyle krizin istenilen şekilde kontrollü olarak üretilmesi sağlandı. Onun dışında Mursi'ye yöneltilen şu veya bu eleştirini bu saatten sonra hiçbir geçerliliği yok. Sonuçta bir darbeyle devrilmiş oldu. Mursi'ye darbe, hazırlıkları çok önceden başlatılmış, şartlarının oluşturulabilmesi için detaylı çalışmaların yapıldığı büyük bir operasyon. Bu operasyonda her şey hesaba ka- tılmış da, sanırım bir tek şey hesaba katılmamış. Mursi'ye destek veren İhvan'ın direnecek olması hem de öyle böyle değil, muhtemelen Arap dünyasında eşi benzeri görülmemiş bir direnişe geçecek olması hesaba katılmamış. İhvan'ın direnişinin darbenin bütün ayarlarını bozmuş olduğu şimdiden görülüyor. Bu direniş daha şimdiden bir dizi kazanım elde etmiş bulunuyor. Hesaplara göre İhvan, en iyi ihtimalle bu darbeyi kabul etmekten başka çareleri olmadığından, engel olarak görülmüyordu. İkinci ihtimal İhvan bu darbeye karşı çıksa da arkasında bu kadar büyük bir halk kitlesi toplaması mümkün olmayacağından şiddete yönelecek ve böylece kendi meşruiyetini ilelebet kaybederek darbenin gökte aradığı fırsatı yerde sunacaktı. O zaman muhtemelen darbeden hemen sonra İhvana yönelik geniş bir tutuklama kampanyası devreye girecek, teşkilat yasadışı ilan edilecek ve demokratik süreçten tamamen dışlanmış olacaktı. Bu hesap çok basit tabi, ama namaz kılan kalabalıklara ateş açıp karşı ateş bekleyenlerin veya o kalabalıkların yılıp dağılacaklarını düşünenlerin düzeyinde bir hesap. Oysa İhvan gerçekten çetin ceviz çıktı. Direnmeye karar verdiğinde meydanlara topladığı kalabalık herkesi şaşırttı. Günlerdir sıcağa ve oruca rağ- Günlerdir sıcağa ve oruca rağmen meydanda toplanan kalabalıklar, kendilerine açılan ateşe rağmen barışçıl gösteri sınırlarından asla ayrılmayacaklarını ısrarla vurguluyorlar. Bu barışçıl ısrarları darbecileri daha fazla hata yapmaya itiyor ve zaten bin bir hile ve desise ile devşirdikleri meşruiyetlerini giderek yitirmelerine yol açıyor. men meydanda toplanan kalabalıklar, kendilerine açılan ateşe rağmen barışçıl gösteri sınırlarından asla ayrılmayacaklarını ısrarla vurguluyorlar. Bu barışçıl ısrarları darbecileri daha fazla hata yapmaya itiyor ve zaten bin bir hile ve desise ile devşirdikleri meşruiyetlerini giderek yitirmelerine yol açıyor. Böylece Mursi yanlısı hareket giderek Tahrir'de Mursi'yi göndermek üzere toplanan kalabalıkları da safına çekmeyi başarıyor. Çünkü Tahrir'de toplananların bile büyük çoğunluğunun talebi böylesi bir askeri darbe değildi ve çoğu aldatıldığını hissediyor, görüyor. Üç, 25 Ocak Devriminde çekinik davranmakla suçlanan İhvan, süreç içinde o devrimin bütün kazanımlarının geri alınmasına ve eski rejimin restorasyonuna karşı sergilenen direnişin liderliğini üstlenmiş durumda. Hali hazırda 25 Ocak devriminin 30 Haziran darbesi yemiş olduğunda eski devrimcilerden kimsenin kuşkusu yok ama Devrim'in İhvan dışındaki diğer tüm aktörleri şu anda tam bir suçluluk duygusu içindeler. Nihayetinde Devrim'in ideallerine bağlı- lık liyakati konusunda kendini kanıtlayan tek aktör olarak sahnede İhvan kalmış durumda. İhvan daha demokratik, daha özgürlükçü, daha çoğulcu ve daha ilerici Mısır'ın en liyakatli sözcüsü durumunda. Dört, 25 Ocak Devriminin devrim olma niteliğinde sıkça zikredilen bir eksiklik vardı: lider yokluğu. Gerçekten Mübarek'e karşı hareketin bir lideri yoktu ve Mübarek karşıtlığından başka birleştirici bir yanı yoktu. Oysa bugün ayağa kalkmış olan kitleler için Muhammed Mursi, devrimin, meşruiyetin, adaletin, ve umudun sembolü olarak temayüz ediyor. Mursi Cumhurbaşkanı olduğu halde zaten kendisini bu darbeye adım adım götüren bürokrasisine bile hükmedemeyen bir konumdaydı. Oysa şimdi devrik de olsa, hapiste de olsa restore edilmeye çalışılan eski rejime karşı muhalefetin birleştirici bir ifadesi. Hem Mursi hem İhvan Mısır'ın geleceğinde darbe sonrası geliştirdikleri direniş sayesinde iktidarda olduklarından çok daha gerçek bir güce ulaşmış durumdalar. 35 MISIR’DA KÖRFEZ ETKİSİ VE İHVAN Amr ELLEITHY Körfez ülkeleri, dost Mübarek rejiminin devrilip yerine İslami rejimin gelmesini kendi rejimlerinin varlığı için bir tehdit olarak algıladıklarını gösteren eylemlerde bulundular. Mısır’ı hem ekonomik hem de politik açıdan yıpratarak Kahire’de eski rejimin dirilmesi için tüm vasıtalarını kullandılar. Bölgede Müslüman Kardeşlerin etkinliğinden duyulan endişe Körfez liderlerini darbeyi desteklemeye itti. SDE Asistanı Çeviri: Yesemen SEMİZ H MISIR DOSYASI iç kuşkusuz Katar hariç Körfez ülkelerinin 25 Ocak devriminden bu yana Mısır’a karşı izledikleri politikalar Mısır’da demokrasinin kaderine yön verdi. Körfez ülkeleri, dost Mübarek rejiminin devrilip yerine İslami rejimin gelmesini kendi rejimlerinin varlığı için bir tehdit olarak algıladıklarını gösteren eylemlerde bulundular. Mısır’ı hem ekonomik hem de politik açıdan yıpratarak Kahire’de eski rejimin dirilmesi için tüm vasıtalarını kullandılar. Bölgede Müslüman Kardeşlerin etkinliğinden duyulan endişe Körfez liderlerini darbeyi desteklemeye itti. Müslüman Kardeşlerden duyulan korku şu nedenlere dayandırılabilir: 1)İslam Dünyasında Lider Konumunu Yitirme Korkusu: Suudi Arabistan Sünni Arap dünyasının lideri olmak için dış politikasındaki husumetlerini (İran örneğindeki gibi) dayanak olarak kullanıyor. Orta Doğu’da bölgesel hegemonya kurma arzusunu maskelemek için olduğu gibi. Ilımlı İslamcılık fenomeninin hızlı yükselişinden sonra (Türkiye’de 2002, Gazze’de 2005, Mısır’da 2012. Tunus, Libya ve Suriye’de de Müslüman Kardeşler kayda değer destek görüyor) Suudi Arabistan İslam ülkeleri üzerinde kurduğu güçlü hâkimiyeti üzerinde büyük tehdit hissetmeye başladı. Müslüman Kardeşlerin siyasi yöntemleri Vahhabilerin benimsediği yöntemlerle uyuşamamaktadır. Zira Ilımlı İslamcıların benimsediği popülist politikalar Suudi Arabistan’ın bölgedeki liderliğini zora sokmaktadır. Örneğin; Başbakan Erdoğan yönetimindeki Türkiye Myanmar’daki Müslümanların bastırılmasına karşı durmuş, ambargo altındaki Gazzeliler’e destek vermiş, 2012’de Mursi ile beraber Hamas- İsrail arasında ateşkesin sağlanmasına katkısı sağlamış ve bunun gibi İslam dünyasına ilişkin problemlere ilgisi ile bölgede ciddi yankı uyandırmıştır. Buna karşılık, Suudi Arabistan; Myanmar’da olan- lara, Gazze’deki duruma, hatta Ahvaz Sunilerinin sıkıntıları da dahil İslam dünyasının sorunlarına yüksek sesle tepki verememiş, varlığını hissettirememiştir. Müslüman Kardeşler ile Vahhabiler (Suudi Arabistan ulaması ve tüm Arap dünyasında Selefiliği benimseyenler) arasındaki rekabet sadece siyasi platformda kalmamış kendini entelektüel alanda da göstermiştir. Bazı önde gelen Vahhabi din adamları Hasan El Benna ve Seyit Kutup’un söylemlerinin İslami Şeriat ile çeliştiğini iddia etmektedirler. Bazıları ise daha ileri gidip Müslüman Kardeşleri açıkça kâfir olarak nitelendirmekten çekinmemektedirler. Bu entelektüel farklılıkları siyasi araç olarak da kullanan Vahhabiler, yayınlanan fetvalarla hasımlarının kâfir olduklarını belirttiler. İhvan’a karşı bu saldırganlık kuşkusuz Müslüman Kardeşlerin yönetimde olduğu Mısır ile Suudi Arabistan’ın arasını açıyordu. 37 2)Müslüman Kardeşler’in Yükselişi ve Körfez Rejimlerinin Güvenliği: Bölgesel güce bir tehdit olmanın yanında, Müslüman Kardeşler Suudi Arabistan ve diğer Körfez Ülkelerindeki rejimler için en tehlikeli muhalif grup olarak değerlendirilebilir. 1960’larda Nasır döneminde Mısır’ı terk eden Müslüman Kardeşler Körfez ülkeleri ile iyi ilişkiler kurdular, eğitim sektöründe çalışmaya başladılar, dini dernekler kurdular ve toplumda, devlette değişik pozisyonlarda varlıklarını göstermeye başladılar. Ancak Müslüman Kardeşlerin bölgede güç kazanması ile Körfez ülkeleri Müslüman Kardeşleri kendi tahtlarını sarsacak bir muhalif grup olarak algılamaya başladılar. Arap Baharı’ndan sonra Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da, Yemen’de, Fas’ta, Suriye’de İslamcıların yükselmesi Körfez ülkelerini bir takım önlemler 38 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 almaya sevk etti. Aslında İslamcıların bölgede güçlenmesi Körfez ülkelerinde bulunan İhvan temsilciliklerinin de aktif rol oynamasına önemli oranda katkı sağladı. Birleşik Arap Emirlikleri’nde bulunan El-Islah grubu (İhvan’ın temsilciliği) destekçileri daha önceden görülmemiş bir imza kampanyası düzenlemiş, halka mal olmuş isimlerden 130 kişinin imzaladığı dilekçe ile kapsamlı seçimler ve Federal Ulusal Konsey’e danışmanlık görevini yürütecek bir yasama organı talep ettiler. Daha sonraları bu insanlar tutuklandılar ve hapse mahkûm edildiler. Kuveyt’teki İhvan temsilciliği HADAS, sahip olduğu zenginliğe ve hanedanla iyi ilişkilerine rağmen hükümetin uyguladığı seçim prosedürlerine karşı muhalif gruplarla ittifak yapmış ve protestolara katılmıştır. Diğer ülkelerde de Müslüman Kardeşler varlığını sürdürmekte ve bulundukları ülkelerin özel şartlarına göre aktif rol oynamaktadırlar. Ancak Körfez Ülkeleri tahtlarını Müslüman Kardeşlere teslim edecek bir siyasi değişim yaşamamak için tedbir almaya başladılar. 2 Temmuz 2013’de Birleşik Arap Emirlikleri’nde 69 kişi Müslüman Kardeşlerin üyesi oldukları sebebiyle 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bunların yanında yetkililer Müslüman Kardeşlerle bağlantısı bulunan yardım örgütlerinin (Center of Smart Mind, Center of the Happy Family, Center of Manarat for educational advises) de kapatılmasını öngören düzenlemeler yaptılar. Diğer Körfez Ülkelerinde de Müslüman Kardeşler’e yönelik çeşitli önlemler alınmaktadır. 3) Eski Tanıdık Yüzler Yenilerden Daha İyidir: Körfez Ülkeleri ne İran’a ne de kendi rejimlerine karşı tehditlere yönelik Mübarek’ten daha iyi bir güvence bulamamaktadırlar. Mübarek, dar görüşlülüğü ve hırs barındırmayan dış politikası ile Suudi Arabistan’ın Sünni Arap dünyasındaki sözde liderliğine hiçbir tehdit arz etmiyordu. Dahası, Mübarek’in kurduğu rejim Mısır’daki Müslüman Kardeşlerin düşmanıydı ve İran ile ilişki tesis etme girişimlerine de çok uzaktı. Bu nedenle Körfez ülkeleri için eski rejim yeni yönetime göre çok daha mantıklıydı. Mısır Krizinde Körfez Ülkelerinin Politika Araçları: tek haberi ile Suudi Arabistan hükümetinin desteği resmi kanallarca devam etti. Körfez Ülkeleri’nin Mısır’a karşı politikaları yürütmek için elinde tuttuğu araçlar Mursi’nin devrilmesini hızlandırdı. Bu araçlar şöyle sıralanabilir: •Finansal destek: Finansal destek Mısır’da yeni politik eğilimleri yönlendirmek ve Müslüman Kardeşler’in kötü imajını devam ettirmek için sağlandı. Mursi’ye karşı rahatsızlığı tırmandıran petrol krizini aşmak için gönderilen benzine ek olarak; 3 Temmuz’dan sonra BAE, Mısır için 3 milyar dolarlık kurtuluş planı ilan etti. Suudi Arabistan Mısır’a 5 milyar dolarlık yardımda bulunacağını açıklarken Kuveyt’in de 4 milyar dolar borç vermesi bekleniyor. •Basın: Mısır’daki olaylar Körfez Ülkeleri’ndeki gazeteler ve haber kanallarınca tarafsız olmayan bir üslupla lanse edildi. Al Arabiya Kanalı (Suudi televizyon kanalı) Ahmet Şefik ile ikamet ettiği Birleşik Arap Emirlikleri’nden bir röportaj yayınladı. Suudi şeyhlerin sahip olduğu Arap gazetelerinden Al-Shark, AlAwsat ve Al-Hayat da darbe destekli yayın yaptılar. •Hükümetin dolaylı desteği: Birleşik Arap Emirlikleri eski rejimin önemli yüzlerinden Ahmet Şefik’e ve destekçilerine ev sahipliği yapmaktadır. Mursi’ye karşı protestolar öncesi ve süresince BAE İç İşleri Bakanı Dahi Khilfan Twitter hesabından Müslüman Kardeşlere saldırdı. Mursi devrildikten sonra Körfez Ülkeleri desteklerini daha açık ve daha güçlü bir şekilde sürdürdüler. Al- Arabiya Mısır’daki yeni rejimin yanında yer alarak Müslüman Kardeşleri bölgede olabildiğince şeytanlaştırma sürecine başladı. Aynı zamanda Mısır ordusuna gönderilen tebrik mektubu ve yeni hükümete finansal des- Körfez Ülkeleri’nin Mısır’daki Olaylara Desteğinin Sonuçları Körfez Medyası açık bir şekilde 2012’deki başkanlık seçimlerinden bu yana süren medya savaşlarına dahil oldu. AlArabiya kanalı İhvan’a karşı yayın yapan grubun bir parçası oldu. Bu durum Mısır’da kurulan yeni yönetime olumlu katkıda bulunurken Mısır’daki son durumu olumsuz etkilemektedir. Zira medya savaşları Mısır toplumunu kutuplaştırmaktan ve farklı fraksiyonlar arası uzlaşı şansını zayıflatmaktan başka bir işe yaramaz. Öte yandan Körfez ülkelerinin eski rejime desteği yeni kurulan yönetimce ödüllendirilecektir. Mısır’da kurulan yeni hükümet en azından kısa dönemde Körfez şeyhlerini rahatsız edecek bir dış politika benimsemeyecek onların pozisyonlarını tehdit eden girişimlerde bulunmayacaktır. Mısır’ın Orta Doğu politikalarındaki pozisyonu en azından seçimle iş başına gelmiş bir hükümet kurulana kadar Körfez Ülkeleri ile uyum içerisinde olacaktır. Ancak eğer Mısır’da demokratik seçimlerin önü açılır ve Müslüman Kardeşler yönetime gelirse Körfez ülkelerinin Mısır ile ilişkileri karmaşık bir hal alacak ve aralarındaki husumet hiç olmadığı kadar tırmanacaktır. Son olarak söyleyebiliriz ki Körfez ülkelerinden gelen finansal destek hâlihazırda merkez bankasında 16 milyar dolar olan döviz rezervini arttıracak, enflasyon oranını düşürecek ve Mısır’ın stratejik mal ihtiyacı problemini çözecektir. Ancak ekonomistlere göre bu krediler ekonominin problemlerini çözmek için etkin bir biçimde kullanamazsa, ticaret dengesini Mısır lehine çevirecek önlemler alınmazsa uzun vadede Mısır’ın başına dert açabilir. Nitekim Mısır ekonomisi ciddi bir yapısal reform ihtiyacı duymaktadır. Hükümet harcamalarının yönetilmesi, hükümetin desteklediği ürünlerin gözden geçirilmesi, herkesin gelirine göre vergi vermesinin sağlanması suretiyle vergi politikalarının yeniden yapılandırılması, yönetimin etkinliğinin sorgulanması ve üretimi arttıracak yolların aranması gerekmektedir. 39 MISIR’IN STRATEJİK ÖNEMİ Mısır büyük nüfusu, Arap dünyasındaki dini ve entelektüel ağırlığı, Arap Ligi başkanlığı ile temsil edilen siyasi liderliği, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney eksenindeki coğrafi konumu, enerji kaynaklarına ve İsrail’e yakınlığı, ABD’nin Ortadoğu politikalarının önemli ayaklarından birisi olması dolayısıyla çok önemli stratejik bir konuma sahiptir. Doç. Dr. Ahmet UYSAL SDE Ortadoğu Koordinatörü A MISIR DOSYASI rap Devrimleri Tunus’ta başladığı halde Mısır’da Hüsnü Mübarek’in düşmesi tüm dünyada büyük ilgi çekmiştir. Dünya üzerinde her ülkenin kendine özgü stratejik ve coğrafi önemi vardır. Ancak bölgesel ve küresel dengeler açısından Mısır kadar önemli çok az ülke vardır. Bu yüzden, bölgesel ve küresel güçler Mısır’daki gelişmeleri yakından izledikleri gibi bu gelişmeleri kendi çıkarlarına uyacak şekilde etkilemeye çalışmaktadırlar. Bu yazıda seksen milyonluk nüfusuyla bölgenin en kalabalık ülkesi Mısır’ın jeopolitik ve stratejik önemini tartışacağız. Tarihsel olarak, Mısır dünyanın en eski medeniyetini kurmasının haklı gururunu taşımaktadır. Piramitler ve büyük İskender’in kurduğu İskenderiye kenti tarihe şahitlik ettiği gibi Roma ve İslam medeniyetlerinde önemli yere sahip olmuşlardır. Hicaz’a yakınlığı dolayısıyla bir çok sahabe mezarının yer aldığı bir ülkedir. Dünyanın en eski üniversitelerinden El-Ezher’e ev sahipliği yapmaktadır. Osmanlı’ya kadar Hilafet’in merkezi olmuş, Süveyş Kanalı’ndan önce de verimliliği ve stratejik önemi dolayısıyla 1798’de Napolyon işgaline maruz kalsa da işgal çok sürmemiştir. Ancak 1882’de İngiltere tarafından işgal edilmiş ve bu tarihten sonra İngilizlerin Osmanlı politikası da değişmiş ve devletin yıkılması yönünde politikalar geliştirilmiştir. İngiliz işgali 1956’ya kadar sınırlı da olsa sürmüştür. 1950 ve 1960’larda Cemal Abdunnasır yönetiminde Arapları özgürleştirme ve birleştirme çabası ses getirse de çok başarılı olmamış ve Mısır’ın bölgesel konumu giderek zayıflamıştır. lüklüler zamanında yapılan çok sayıda eser Mısır’da hala ayaktadır. 1500’lerin başında Osmanlı Devleti Mısır’ı fethederek halifeliği de üstüne almıştır. Mehmet Ali Paşa yönetiminde ise 1800’lerin ortalarından itibaren daha özerk bir yapıda sürmüştür. Mısır vergileri Osmanlı bütçesine ciddi katkıda bulunurken, Mısır orduları hem Arabistan’daki Vahhabi isyanını bastırmış hem de Yunanistan ile savaşta Osmanlı’ya yardımda bulunmuştur. Osmanlı yıkıldıktan sonra da Mısır, Osmanlı genel borçlarından kendi payına düşeni ödemiştir. Dolayısıyla, Mısır’da Türk varlığı bin yıldan fazladır ve özellikle elitler arasında ciddi Türk kökenli vatandaş bulunmaktadır. Mısır’ın Türkiye ile tarihsel ilişkileri de oldukça derindir. Türkler Anadolu’ya yerleşmeden önce Mısır’a varmışlardır. Özellikle Abbasi ordusunda savaşçı olarak gelen Türkler 935 yılında Mısır’da Akşitler Devleti’ni kurmuşlar ve onu Memlüklüler izlemiştir. Mem- Coğrafi olarak, Mısır Avrasya ile Afrika arasında köprü sayılabilecek bir konumdadır. Hem kuzey-güney hattında hem de doğu-batı ekseninde köprü konumundadır. Doğubatı ekseninde Akdeniz’in güneydoğusunda bulunduğu gibi, Asya’dan Afrika’ya geçiş nok- 41 makta ve Mısır için ciddi bir yumuşak güç faktörü olmaktadır. El-Ezher Üniversitesi, Filistin ve Sudan gibi bölge ülkelerinde kampüs açmıştır. Ayrıca, bölgenin en etkili dini cemaatlerinden olan İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler), bütün Arap ülkelerinde şubesi ve mensupları olan bir yapıdır. Söylemsel açıdan olduğu kadar örgütsel olarak Mısır’da yapılanlar diğer Arap ülkelerini etkilemektedir. Askeri darbeden önce yapılan ve iptal edilen anayasada İhvan, El-Ezher’e daha büyük bir konum biçmişti. tasındadır. Kuzey-güney ekseninde Kızıl Deniz’i Akdeniz’e Süveyş Kanalı ile bağlamaktadır. Hatta Kanal’dan önce bile yakınlığı dolayısıyla aynı yerden kervanlarla bağlantı yapılırdı. Ünlü Türk dostu ve Mısır’ın milli kahramanı Mustafa Kamil ve birçoklarına göre, İngilizler Mısır’ı işgal ettikten sonra Osmanlı’nın yıkılması yönünde politika değişikliğine gitmişlerdir. Petrol ve sanayi ürünlerinin nakli gibi dünya ticaretinin yüzde altısı Süveyş Kanalı’ndan geçmektedir. Bugün İsrail’in de içinde bulunduğu Doğu Akdeniz’deki statüko ve bölgedeki doğalgaz rezervleri mücadelesi açısından Mısır’ın konumu ve tutumu önemlidir. Kıbrıs, Yunanistan, İsrail ve Türkiye iliş- 42 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 kileri açısından Mısır’ın tavrı etkili olmaktadır. Siyasi açıdan, Mısır’daki gelişmeler Arap dünyasında doğrudan etkili olmaktadır. Coğrafi konumu tarih boyunca büyük devletlerin Mısır’a ilgisini artırmıştır. Örneğin, Persler, Roma ve Osmanlı İmparatorluklarının yiyecek deposu olmuştur. Ayrıca, Osmanlı’dan önce İslam Dünyası’nın dini-siyasi otoritesi halifeliğin merkezi Mısır’da idi. 500 yıl İstanbul’da kaldıktan sonra Osmanlı yıkıldığında Mısır liderlik boşluğunu doldurmaya çalışmış ama tam dolduramamıştır. Bu dönemde Suudi Arabistan ile Mısır arasında Arap Dünyası’nın liderliği için rekabet ortaya çıkmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra orta- ya çıkan Cemal Abdünnasır’ın getirdiği Arap Milliyetçiliği, Cezayir, Yemen, Libya ve Suriye’deki bağımsızlık mücadelelerine destek olmuştur. Arap Ligi, bu politikaların aracı ve temsilcisi olmuştur. Bu milliyetçilik akımının gücü azalsa da bugün tamamen kaybolmamıştır ama yerini giderek daha İslamcı milliyetçilik almaya başlamıştır. Kültürel açıdan, Mısır’ın bölgedeki dini eğilimleri ve hareketleri etkilediği bilinmektedir. Tarihsel olarak Osmanlı Siyasi açıdan, Mısır’daki gelişmeler Arap dünyasında doğrudan etkili olmaktadır. Coğrafi konumu tarih boyunca büyük devletlerin Mısır’a ilgisini artırmıştır. kültürel atmosferinden de oldukça etkilenmiştir. Örneğin, İstanbul’da bulunan bütün tarikatlara Mısır’da rastlanmaktadır. Bunların en ektilileri Mevlevilik, Nakşibendilik ve Kadiriliktir. Arap kamuoyu, yeni medya organlarıyla Pan-Arap bir özellik gösterdiği için Mısır’daki gelişmeler diğer bölgeleri de etkilemekte veya onlardan etkilenmektedir. Akademik olarak yakın zamana kadar Arap Dünyası’nın akademik merkeziydi ve birçok Arap Mısır’da eğitim al- dığı gibi Mısırlı öğretmenler ve akademisyenler halen diğer Arap ülkelerinde dersler vermektedirler. Ayrıca, Mısır merkezli yazım ve yayım faaliyetleriyle merkezi bir konumdadır. Tarihsel olarak Mısır sineması 1930 ve 1940’larda Türkiye’ye kadar ulaşıyordu. Bugün hala bölgede Mısır sinema ve dizilerinin ciddi ağırlığı vardır. Türk dizileri karşısında bugün biraz gerilese de hala etkindir. Aynı şekilde, müzikte de Mısır tarzının ağırlığı vardır. Dini açıdan, dünyanın en eski üniversitesi El-Ezher’e sahip olması dolayısıyla Mısır’a ciddi bir dini otoriteye sahip olmaktadır. Din işleri kurumu olarak El-Ezher’in Şeyhi, devlet protokülünde ikinci sıradadır. Eğitim kurumu olarak dünyanın hemen her ülkesinden gelen öğrenciler El-Ezher’de din eğitimi alarak ülkelerine dağıl- 43 Mısır’ın bölgesel ve küresel güçlerle ilişkilerini ayrıca ele almakta yarar vardır. İngiliz işgali ile Batı boyunduruğuna düşen Mısır, 70 yıl yarı işgal altında kalmıştır. İngilizler I. ve II. Dünya Savaşlarında Mısır’ı üs olarak kullanmışlardır. Soğuk Savaş Dönemi’nde Abdünnasır yönetimi altında Batı karşıtı bir siyaset benimsenmiş ve Sovyetler Birliği’ne yanaşılmıştı. Nasır’dan sonra gelen Enver Sedat ise Mısır’ı tekrar Batı rayına soktu ve bu durum Mubarek döneminde artarak devam etti. 2011 Mısır devrimi ve İhvan’ın çizgisi, daha bağımsız bir hattın benimsenmesi anlamına gelse de son askeri darbe ile tekrar eski çizgiye çekilmiştir. Mısır’ın Batı güdümünde kalması ABD’nin bölgesel çıkarları ve İsrail’in 44 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 güvenliği için çok önemlidir. Doğu Akdeniz ve Körfez’deki statükonun değişmemesi için Mısır’ın denetimde tutulması gerekmektedir. Mısır ile Körfez ülkeleri ve özellikle Suudi Arabistan arasındaki ilişkiye ayrıca eğilmek gerekir. Kendi ordusu olmadığı için Körfez ülkeleri, ABD askerleri tarafından korunmakta ve ellerindeki ciddi petrol gelirlerini de yine Batı finans kurumları yönetmektedir. Dolayısıyla, Mısır’daki değişim bu rejimlerin bağımlı konumlarını değiştirecek potansiyeldedir. Ayrıca, Arabistan ile Mısır arasında Vahhabilik ile geleneksel İslam anlayışı açısından bir rekabet olduğu gibi, Arap ve İslam Dünyası’nın liderliği konusunda da gizli bir yarış bulunmaktadır. Dolayısıyla, Mısır’da güdümlü statükonun sürdürülmesi Batı ve Körfez ülkelerinin çıkarlarınadır. Bölge ülkeleri açısından Suriye ile tarihsel ilişkileri olduğu için Mısır ekonomik sorunlarına rağmen Suriye devrimine ve Filistin davasına ciddi moral destek sağlamıştır. Bu çerçevede İsrail ile Mısır ilişkileri de kritiktir. Osmanlı’nın yıkılmasından sonra Arap Dünyası’nın liderliğini ve işgal altındaki Arapları birleştirme misyonunu Mısır üstlenmeye çalışmıştı. İngiliz işgali altındaki Filistin’de oluşmaya başlayan Yahudi varlığı, Mısır’ın bu liderliğini engellemiştir. 1945’te devlet ilan edildikten sonra ilk savaşını Mısır ile yapmıştır. Mısır ordusunun yenilgisi Cemal Abdunnasır liderliğinde 1952 darbesine gerekçe yapılmıştır. Abdunnasır genel söylem ve politikasını İsrail’i ortadan kaldırıp Arapları özgürleştirmek ve birleştirmek üzerine kurmuştu. Bu yüzden İsrail ile çeşitli savaşlar yapıldı ama sonuç alınamadı. Abdunnasır’ın yerine geçen Enver Sedat ise Camp David Anlaşması (1978) ile İsrail ile anlaşmayı tercih etti ve ülkeyi Batı hattına taşıdı. İsrail ile anlaşan ilk Arap ülkesi olması dolayısıyla Mısır ağır bedeller ödemiş ve liderlik konumunu kaybetmiştir. Ancak ne Sedat döneminde ne de Mubarek döneminde Batı ve İsrail’den beklediği ekonomik yardımları ve yatırımları bulamamıştır. Aksine Mubarek döneminde İsrail’e dünya piyasalarının yarı fiyatına doğal gaz satmıştır. Dolayısıyla, Mubarek döneminde tam bir teslimiyet politikası hakim olmuş, İsrail’in Filistin’e saldırıları ve Gazze ambargosuna destek verilmiştir. Bu politikalar kamuoyunda ciddi rahatsızlık yaratmış ve Mubarek’in yıkılmasında rol oynamıştır. Arap Baharı Mısır’a daha bağımsız dış politika uygulama imkanı verdiği için durumdan en çok İsrail rahatsız olmuş ve özellikle Mürsi yönetimine karşı bu tavır net olarak görülmüştür. Mürsi’nin devrilmesiyle ortaya çıkan yönetim ilk iş olarak Gazze sınırını kapatmış ve İsrail’in taleplerine yakın politikalar uygulamaya başlamıştır. Dolayısıyla, Mısır’daki gelişmeler İsrail’i yakından ilgilendirmeye devam etmektedir. Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkiler de oldukça eski ve stratejiktir. İngiliz işgali ile ayrı düşen iki devlet ve iki toplum arasında uzun süren bir kopukluk gerçekleşmiştir. Soğuk Savaş döneminde Mısır Sovyet Bloku, Türkiye ise Batı Bloku’nda yer almıştır. 1980’lerde gelişmeye başlayan ilişkiler 2000’lerde oldukça ivme kazanmıştır. Ancak, Türkiye’nin bağımsız dış politikasına göre Mubarek Mısır’ı daha çok ABD güdümünde bir politika izlediği için ilişkiler çok fazla gelişememiştir. 2011’de Mubarek’in düşmesinden sonra daha yakın ilişkiler gelişirken Türkiye, Mısır ekonomisinin düzelmesi için iki milyar dolar kredi açmıştır. Bu dönemde iki ülke Filistin meselesi ve Suriye krizinde ortak hareket ediyorlardı. Mürsi’nin düşmesi saati geri alındığından dolayı Türkiye için ciddi bir stratejik kayıp sözkonusu olmuştur. Ancak, Mısır her durumda Türkiye ve bölge için ihmal edilemeyecek önemli bir ülkedir. Sonuç olarak, Mısır büyük nüfusu, Arap dünyasındaki dini ve entelektüel ağırlığı, Arap Ligi başkanlığı ile temsil edilen siyasi liderliği, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney eksenindeki coğrafi konumu, enerji kaynaklarına ve İsrail’e yakınlığı, ABD’nin Ortadoğu politikalarının önemli ayaklarından birisi olması dolayısıyla çok önemli stratejik bir konuma sahiptir. İster otoriter, ister demokratik bir yapı olsun dünyada hemen hiçbir ülkenin ihmal edemeyeceği bir ülkedir. Türkiye’nin ise Mısır’ı ihmal etmesi imkansızdır ve bu çerçevede daha dikkatli politikalar geliştirilmelidir. 45 DARBE SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE SELEFÎLER Gökhan BOZBAŞ MISIR DOSYASI Necmettin Erbakan Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Araştırma Görevlisi Selefîlerin takındığı tavrın analizi, ülkenin demokratik geleceğinin nasıl olacağı bakımdan önem taşıyor. Bu çerçevede öncelikle Selefîlerin kim olduğundan, 25 Ocak devrimi ve o devrimden sonra kurdukları siyasal partilerinden ve akabinde bu partilerin askeri darbeye giden süreçte oynadıkları rolden bahsetmek gerekir. M ısır’ın seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılması sonrasında bu ülkedeki muhalefetin konumu ve geleceği ile ilgili ciddi tartışmalar yaşanmaktadır. İktidardan indirilen partinin İslamcı bir parti olması ve ülkenin ana muhalefet partisinin de başka bir İslamcı parti olması, bu muhalif grubun darbeye karşı alacağı tavrı önemli kılmakta, hatta onu darbenin kaderinde de söz sahibi yapmaktaydı. Bu bakımdan darbe öncesi ve sonrası Selefîlerin takındığı tavrın analizi, ülkenin demokratik geleceğinin nasıl olacağı bakımdan önem taşıyor. Bu çerçevede öncelikle Selefîlerin kim olduğundan, 25 Ocak devrimi ve o devrimden sonra kurdukları siyasal partilerinden ve akabinde bu partilerin askeri darbeye giden süreçte oynadıkları rolden bahsetmek gerekir. Selefîlik İslam’ın ilk dönemlerinde yaşayan, kendilerine göre metotları ve görüşleri olan ilim adamlarını takip etmek anlamına gelen Selefîlik, aslında özü itibari ile bir tarihsellik iktiza ediyor. Arap toplumunun tarih boyunca karşılaştığı gerek askerî, gerek siyâsî ve gerekse kültürel olsun, dış saldırılara karşı verdiği bir otantiklik ve kimlik tanımlanmasının kriteri oldu. Ahmet b. Hanbel dönemindeki eski Yunan felsefesi ve tercüme faaliyetlerine olan tepki, İbn Teymiyye döneminde doğudan Moğol ve batıdan haçlı saldırılarına karşı verilen ontolojik savaş idi. Muhammed b. Abdülvehhab döneminde ise, halk arasında sufi tarikatlar aracılığı ile yayıldığı iddia edilen hurafeler ve batıl inançlara verilen tepkinin ve gerçek Arap-İslâm anlayışının ve duruşunun adı “Selefîlik” olarak temayüz etti. Bu kadar köklü bir geçmişe dayanmasına karşılık Selefîlik, tarihte siyâsal ve sosyal düzenin kurallarının başkaları tarafından belirlendiği bir ortamda hiçbir şekilde aktif bir aktör olmayı kabullenmedi. Elbette bu anlayış dönem dönem kendi içerisinde tepkiler doğurdu ve bir takım farklı fraksiyonların ortaya çıkması- na da sebep oldu. Buna göre birinci grupta, kendilerine Kur’an ve sünneti öğrenmeyi-öğretmeyi ilke edinmiş olan İlmî Selefîlik (es-Selefîyyetü’lilmiyye) bulunuyor. İkinci grupta ise Hareketçi Selefîlik (es-Selefîyyetü’l-harekiyye) gelir ki bunlar da siyâsete karışankarışmayanı ile, vakıflarla, kulüplerle ve birtakım organizasyonlar ile sosyal alanda aktif rol üstlenmiş selefî mensuplarıdır. Son olarak da Selefîlik içerisinde küçük bir azınlığı temsil eden ve mücadele yolu olarak silahlı mücadeleyi benimseyen Cihâdî Selefîlik (esSelefîyyetü’l-cihâdiyye) geliyor.1 Arap Baharı ve Selefî Partiler 2010 yılında Tunus’ta başlayıp kısa sürede neredeyse tüm Arap coğrafyasına yayılan toplumsal hareketler ile ülkelerin ekonomik, kültürel ve özellikle siyâsal yapısında birçok köklü değişiklik yaşandı. Mevcut iktidarlara karşı yıllarca gerek resmi gerekse gayr-i resmî olarak muhalif faaliyetler yürüten Müslüman Kardeşler beklenildiği gibi yaşanan bu değişikliklerden azami fayda- 47 Selefîler ile Müslüman Kardeşler’in ilişkileri aslında hep bir rekabet üzerinden yürüdü. Müslüman Kardeşler 1928’de kurulmasına karşılık ilk Selefî cemaat de 1926 yılında kurulan Cemâatü’l-ensari’l-sünneti’l-Muhammediyye (Ensaru’s-sünne) oldu. landı. Müslüman Kardeşler’in bu başarısının ardından gelen belki de en dikkat çekici olay Selefî hareketin siyasallaşması ve seçimlerde büyük başarılar kazanmasıydı. Selefîler, devrim hareketi ilk başladığında İbn Teymiyye’nin düstûruna uygun hareket ederek müntesiplerinin meydanlara katılmamalarını ve katılanların günahkar olacaklarını beyan etti. Fakat Mübarek’in düşeceğinin belli olmasının ardından hareketçi Selefîler arasında keyfî ve yozlaşmış yönetimlere dönmemek ve onlara engel olabilmek için seküler siyâsete müdahil olunması gerektiğine dair düşünce baskın olmaya başlamıştı. Selefîler siyasallaşırken tek bir çatı altında buluşamadı ve her bir cemaat kendi partisini kurdu. Ortaya çıkan partiler içerisinde en büyüğü en-Nûr partisi oldu. En-Nûr İskenderiye merkezli Selefî Da‘vet cemaatinin siyâsi kanadı olarak faaliyet gösteriyor. En-Nûr partisi 2011-2012 seçimlerine el-Kütletü’l-İslâmiyye adlı bir seçim ittifakı Selefî partilere önderlik yaptı. Bağımsız adayların da dağılımından sonra seçimle gelen 498 milletvekilinin 127’sini bu ittifak 48 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 aldı ve bunların 111 tanesi de en-Nûr partisinin oldu. Partinin ilk lideri Dr. Emad Abdülgaffûr iken, 2013 yılının başında parti içinde yaşanan hararetli tartışmalardan sonra partiden istifa etti ve yeni bir parti kurdu. Şu an partinin başında Yûnus Mahyûn bulunuyor. İkinci olarak Dr. Âdil Abdülmaksûd Afîfî tarafından kurulan el-Asâla partisi zikredebilir. Kâhire merkezli hareketçi Selefîlerin temsilcisi olan bu parti yapılan seçim ittifakı sonrası mecliste 3 sandalye ile temsil imkânı yakaladı. Yine 2013 Ocak ayında yapılan parti kongresinde Afîfî koltuğunu kaybetti ve yerine Ehab Şiha geçti. Feshedilen Mısır meclisinde temsil edilmekte olan üçüncü Selefî parti ise İnşâ ve İnkişaf Partisi oldu. Parti, Mübârek döneminde hapse atılmış ve otuz yılını hapiste geçirdikten sonra devrim ile serbest bırakılan Tarık Zumur tarafından kuruldu. Bu parti de İslami Cemaat grubunun siyasi kanadı olarak faaliyet gösteriyor ve mecliste 10 sandalyesi bulunuyor. Son olarak son dönemlerde kurulan iki parti daha kurucularının popülariteleri bakımından önemli görünüyor. İlki en-Nûr’un eski lideri Dr. Amed Abdülgaffur tarafından 2013 yılı Ocak ayında kurulan el-Vatan Partisi, diğeri de başkanlık seçimlerinde aday olan fakat annesinin Amerikan vatandaşı olması sebebi ile adaylığı reddedilen Hâzım Salâh Ebu İsmâîl ile birlikte İslamcı düşünür Muhammed Abbas tarafından kurulan er-Râya partisidir.2 Selefî-Müslüman Kardeşler İlişkileri Selefîler ile Müslüman Kardeşler’in ilişkileri aslında hep bir rekabet üzerinden yürüdü. Müslüman Kardeşler 1928’de kurulmasına karşılık ilk Selefî cemaat de 1926 yılında kurulan Cemâatü’l-ensari’lsünneti’l-Muhammediyye (Ensaru’s-sünne) oldu. Bu iki grup arasındaki ilişkilere geçmeden önce Mısır üzerine inceleme yapan araştırmacıların ve okuyucuların bilmesi gereken birtakım gerçeklere değinmek gerekiyor. İlk olarak; Mısır’daki selefîler yukarıda da bahsedildiği gibi kesinlikle tek bir yapı arz etmiyor. Güncel sosyal ve siyâsal olaylara karşı olan tutumları, beslendikleri dini kaynaklar, oluşturdukları doktriner halkalar ve çağdaş İslâmî gruplara bakış açıları bakımından farklılık gösteriyor. İkinci olarak Müslüman Kardeşler de homojen bir bütünlük göstermiyor. Müslüman Kardeşler içerisinde de yenilikçisi, muhafazakârı ve azımsanmayacak oranda Seyyid Kutub öğretilerini takip eden ve “Kutubçular” olarak bilinen Selefî bir grup 49 Darbe yapıldığı an ve darbe sonrası askerin ilan ettiği yol haritasına en-Nûr partisi destek vereceğini deklare etti. Buna karşılık diğer Selefî partiler destek vermedikleri gibi meydanlarda İhvan ile birlikte yer aldı. bulunuyor. Bir diğer bilinmesi gereken husus ise Selefîler ve Müslüman Kardeşler’in Mısır’daki Müslümanların tamamını temsil etmiyor olmasıdır. Ülkede bu iki grup dışında İslâmî cemaatlerin ve organizasyonların bulundukları bilinmekle birlikte devrim sonrası değerlendirilmelerde bu durum maalesef kolayca göz ardı ediliyor. Bu gruplar arasında ilk akla gelenler sûfî gruplar olmakta.3 Bunların yanında şiddeti kendilerine bir eylem yöntemi olarak tercih etmiş ve darbe sonrası dönemde hareket sahasına kavuşan “cihatçı gruplar” bulunuyor. Önemli olan bir diğer husus da çok geniş kitlelerin bir anda angaje oldukları siyâsal süreçte grup içerisindeki bireylerin hareketliliğini sınırlandıracak herhangi bir sınırlandırmanın bulunmuyor olmasıdır. Örneğin Müslüman Kardeşler (İhvan) içerisinde Sûfî görüşlere sahip bireyler bulunduğu gibi Selefî düşünce müntesipleri de bulunuyor. Hatta gençler arasında seküler düşünce ve geleneğin yaygınlaştığı da biliniyor.4 İhtilafın Nedenleri Mısır’daki İslâmcıların içinde bulunduğu durumun sosyolojik bir analizinden sonra 50 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 Mısır’ın yakın tarihi incelendiğinde, Selefîler ile İhvan arasındaki sürtüşme ve rekabetin aslında çok da sürpriz olmadığı anlaşılıyor. 1967’de Mısır’ın İsrail karşısında yaşadığı hezimetin ardından büyük bir darbe alan Arap milliyetçiliğinin ve Nasırcılık’ın yerini İslâmî hareketler doldurmaya başladı. Mısır özelinde değerlendirdiğinde bunun adı İhvan ve Selefîler oldu. Bugün aslında cevabı merak edilen, modern dönemdeki İhvan ve Selefîler arasındaki rekabetin kökeni 1970’li yıllar ile birlikte bu iki İslami grup arasında kamusal alanda, üniversitelerde, camilerde ve sosyal hizmet sektöründe kim daha etkin olacak mücadelesine dayanıyor. Özellikle 1980’li yılların başlarında İskenderiye Üniversitesi’nde ortaya çıkan olaylarla bu mücadeleye şiddet ve kan bulaştı ve o günden bu güne bu iki grup arasındaki ilişkinin dostane bir zemin üzerinde yürümedi. Bugün darbe ile birlikte ortaya çıkan ayrışmanın kökeninde; ilk olarak anayasa referandumu ardından en-Nûr partisinde gerçekleşen lider değişikliği ve yeni parti başkanı Yûnus Mahyûn’un Müslüman Kardeşler’e karşı Ocak ayında Muhammed el-Baraday ile bir araya gelmesi ve Mursi’ye yeni bir hükümet kurma çağrısında bulunması milad olarak gösteriliyor.5 Bunun akabinde süreç Muhammed Mursi’nin en-Nûr partisine mensup danışmanlarından olan Halid Alameddin’in görevini istismar ettiği gerekçesiyle Şubat ayında görevden alınması ile devam etti. Aslında Mursi’nin Alameddin’i görevden azlinin asıl nedenleri arasında kendisine ve hükümete karşı muhaliflerle aynı safta yer alması ve en-Nûr partisinin ülkedeki sıkıntıların sebebi olarak sürekli Müslüman Kardeşler’i göstermesiydi. Şubat ayının bir diğer önemli olayı da, enNûr partisinin Müslüman Kardeşler’in ülkenin kurtuluşu için Baraday’ın başını çektiği muhaliflerle bir araya gelmesi gerektiği çağrısı, iki grubun arasını iyice açtı. En-Nûr partisi dışındaki diğer Selefî partiler bu kutuplaşmada Mursi’ye ve İhvana hem sözlü hem de fiili olarak destek olmaktaydı. Hatta Selefî Er-Râya partisi lideri Ebu İsmâîl, bu desteklerinden ötürü darbe sonrası ilk tutuklananlardan birisi oldu. Darbe yapıldığı an ve darbe sonrası askerin ilan ettiği yol haritasına en-Nûr partisi destek vereceğini deklare etti. Buna karşılık diğer Selefî partiler destek vermedikleri gibi meydanlarda İhvan ile birlikte yer aldı. Hatta İnşa ve İnkişaf partisi hodri meydan diyerek darbecilere referandum teklif etti. Özellikle 7 Temmuz’da Kahire’deki Cumhuriyet Muhafızları Karargahı önünde Muhammed Mursi’ye destek veren göstericilere askerin ateş açması ve 50’den fazla kişinin ölmesine sebep olan katliamdan sonra bile en-Nûr partisi askere karşı bir refleks gösterse de6, desteğini tam anlamıyla geri çekemedi. Baraday’ın başbakanlığına müsaade etmezken cumhurbaşkanı yardımcısı olmasına ses çıkarmadı. Bununla birlikte askerin yol haritasına karşılık alternatif bir rol haritası önermişti; fakat bu çok da radikal bir alternatif içermiyordu.7 Bu durum Selefî en-Nûr partisinin büyük bir çıkmazın içerisine girdiği şeklinde yorumlandı.8 Konu hakkında değişik platformlarda değerlendirmelerde bulunan Halil Anani bu iki parti arasındaki hizipleşmelerin, siyasetteki tecrübesizliklerinden kaynaklandığını belirtse de, ihtilaf neticeleri îtibâri ile çok derin izler bırakacağa benziyor. Siyasallaşmış Selefî gruplar arasında yalnızca enNûr partisi darbeye destek verirken bunun karşılığının kendilerine nasıl döneceği merak konusu. Bununla birlikte Selefî en-Nûr ile İhvan arasındaki bu çatışmaların ne dinî ne de ideolojik bir boyutu bulunuyor. Bu çatışmalar tamamen siyâsî rekabet olarak değerlendirilmeli. İhvan ile Selefîler arasındaki en şiddetli çatışmaların geçmişte İskenderiye’de yaşandığı ve en-Nûr’un da temsilcisi olduğu Selefî Da‘vet cemaatinin de merkezinin İskenderiye olduğu düşünüldüğünde, partinin İhvan’a karşı aldığı tavrın sebebi daha açık görülebilir. Bununla birlikte, Mursi’yi devirmek için bir araya gelen bu ittifakın Mursi’nin devrilmesi ile birlikte artık dağılacağı da gün yüzüne çıktı. Geçmiş tecrübeler böylesi bir ortamdan isabetli politikalarla uzun dönemde Müslüman Kardeşler’in daha da güçlenerek çıkacağını gösteriyor. Dipnotlar 1 Daha fazla bilgi için Bkz: Birol Akgün ve Gökhan Bozbaş, “Arap Dünyasında Siyasi Selefîzm ve Mısır Örneği”, Akademik Ortadoğu Dergisi, Sayı 14, 2013. 2 Jonathan Brown, Islam and Politics in new Egypt, The Carnegie Papers, April 2013. 3 Ruth Wirth, Zehn Millionen Stimmen: Wen wählen Ägyptens Sufis?, GİGA Focus, 2013, Sayı-2. 4 İlhâmî el-Mirgânî; Mısr ve Tûfânu’l-ahzâbi’d-dîniyye, http://www.ahewar.org/debat/s.asp?aid=283379. 5 Namir Galal, Nour Party, National Salvation Front determine national dialogue agenda, http://www.egyptindependent.com/news/nour-party-national-salvation-front-determine-national-dialogue-agenda. 6 Egyptian salafis propose alternative 'roadmap', http://www.albawaba.com/news/egyptian-salafis-propose-alternative-roadmap-505240. 7 Muhammed Hişâm Übeyh ve Amr Bedr, es-Sefîr, es-Selefîyyûn yuarkilûne “harîtate’l-müstakbel” bi-rafdi’lBaraday ve Ziyâd Bahâüddîn, http://www.assafir.com/Article.aspx?ArticleId=790&EditionId=2507&Channel Id=60451#.UejwFb_H1Tc. 8 Bkz: Maggie Michael, Salafi Al-Nour Party In Bind After Killings, http://www.huffingtonpost.com/2013/07/08/ salafi-al-nour-party-_n_3564020.html. 51 MURS DÖNEMİNDE MISIR EKONOMS MİLİTARİST EKONOMİ! 2008 yılından bu yana dünya üzerinde yaşanan iki büyük olay, Küresel Ekonomik Kriz ve Arap Baharı, mutlaka iktisat tarihi literatüründe önemli bir yer bulacaktır. Bu yazı bu iki büyük olayı kendi içindeki, mesela yakın zamanda gerçekleşen darbe gibi, özel olaylarla birlikte yaşamış olan Mısır’ın son dönem ekonomik durumu hakkında bir fikir vermeyi hedeflemektedir. Tuğba AK – Burak YİTGİN SDE Asistanları Büyüme: Ülke Ekonomileri için En Önde Gelen Gösterge MISIR DOSYASI K üresel Ekonomik Kriz gelişmiş ülkeleri daha fazla etkilemiştir. Bu sebepten dolayı kriz nedeniyle pek çok gelişmiş ülke ekonomisi küçülürken ya da büyüme oranlarında düşüşler yaşarken Mısır ekonomisinin 2009 yılında %4,7 büyüme göstermiş olması yadırganacak bir durum değildir. Bu büyüme 2010 yılında da %5,1’lik bir oran ile devam etmiştir ancak 2011 yılında yaşanan iç karışıklıklar büyüme oranının %1,8’e gerilemesine sebep olmuştur. 2012 yılında ise ekonomi bir miktar toparlanmış ve ülke %2,2 oranında büyümüştür. (Tablo 1) Her ne kadar 2013-2018 yıllarında ekonomik büyümenin ortalama %5,1 olabileceği beklenti olarak açıklanmış olsa da bu beklenti darbe sonrası gelişmelerin takibiyle revize edilebilir. 80 milyon nüfuslu Mısır’da kişi başına düşen milli gelir 2012 yılı itibariyle 6,640 dolar olarak hesaplanmıştır. Dünyaya Açılmanın Yolu: Ticaret ve Dış Yatırımlar Şekil 1 ve Şekil 2’de de görülebileceği gibi genel olarak Küresel Ekonomik Kriz’in başlamasının hemen ardından 2009 yılında Arap Dünyası ile ABD ve Arap Dünyası ile Avrupa arasındaki ticarette büyük ölçüde bir düşüş yaşanmıştır. Bu durum ülkelerin bağımlı olduğu ABD ve AB kaynaklı dış talebin düşmesi ile yakından ilgilidir. Özel olarak Mısır için de benzer bir tablo vardır ancak bu tablonun Mısır Türkiye ticari ilişkilerine yansıyan olumlu etkisi de Şekil 3’de görülebileceği gibi yadsınamaz. Tablo 1: GSYİH Seviyesi ve Değişim Oranları 2009 2010 2011 2012 GSYİH Değişim (%) 4,7 5,1 1,8 2,2 GSYİH (milyar dolar) 189 219 236 257 Kaynak: Dünya Bankası Şekil 1: Arap Dünyası ABD Dış Ticaret İlişkileri Kaynak: Dünya Bankası 53 ve beraberinde Körfez Ülkeleri’ndeki yenilenme çalışmaları nedeniyle inşaat sektöründeki canlanma, ekonominin lokomotifi durumuna gelmiştir. (Şekil 5) Mısır Merkez Bankası verilerine göre inşaat sektörünün 2009 yılında toplam üretimdeki payı %4,4 iken oran 2012 yılında %4,6’ya yükselmiştir. Diğer taraftan Küresel Ekonomik Krizin dış yatırımlara da etkisi olmuştur. Dış yatırımlar, 2011 senesinde Mısır Cumhurbaşkanı Hüsni Mübarek’in devrilmesiyle tamamen ekonomiden çekilmiş ve 2012 yılında piyasadan yaklaşık 0,4 milyar dolar yatırım çıkışı olmuştur. 54 Cezayir’den sonra, Afrika’da en büyük ikinci doğal gaz ihracatçısıdır. Petrol sanayi, tekstil ve hazır giyim en önemli sektörlerdendir. Diğer gelişmiş sanayi dalları çelik, çimento, kimyasallar ve ilaç sanayidir. Turizm, doğal gaz, Süveyş Kanalı gelirleri Gelişmekte olan Mısır ekonomisi önemli ölçüde dış ticaret açığı vermekle birlikte, bu açık, turizm, Süveyş kanalı ve işçi gelirleriyle kapatılmaya çalışılmaktadır. Döviz girdilerinin ¼’ü turizmden sağlanmakta ve her yedi Mısırlı’dan birisi geçimini turizmden sağlamaktadır. Bununla birlikte 2011 yılı Ocak ayında başlayan karışıklıklar turizmi olumsuz etkilemiş ve turizm gelirleri 2011 yılında yaklaşık %30 oranında düşerek 8,8 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Her ne kadar 2012 yılında turizm gelirleri %13 oranında artarak 9,9 milyar dolar olarak gerçekleşmiş olsa da hala 12,5 milyar dolar olan 2010 seviye- Mısır’a Özel: Turizm ve Süveyş Kanalı Şekil 2: Arap Dünyası Avrupa Dış Ticaret İlişkiler Mısır Arap ülkeleri içinde Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından üçüncü büyük ekonomidir. Afrika kıtasında ise Güney Afrika’dan sonra ikinci büyük ekonomiye sahiptir. Diğer taraftan Afrika coğrafyasında OPEC üyesi olmayan en büyük doğal gaz üreticisi (Şekil 4) ve aynı zamanda da, Kaynak: Dünya Bankası STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 abartılmış olmadığı kanısına ulaştırmaktadır. Ordunun sahip olduğu mal varlığı hakkında kesin bilgilere ulaşılamamış olunmasının nedeni uzun zamanlardır Mısır da eksikliği oldukça hissedilen şeffaflık politikası ve hesap verme yükümlülüğünün yok denilecek düzeyde olması olarak düşünülebilir. Şekil 3: Mısır Türkiye Dış Ticaret İlişkileri Kaynak: Dünya Bankası Şekil 4: Doğal Gaz Üretimi (Milyar feet küp) =<777 =7777 <<777 <7777 $# ;<777 #& $ ;7777 :<777 :7777 977? 977@ 9787 9788 Kaynak: OPEC 9789 Ordunun böyle büyük bir ekonomik güce nasıl ulaştığı Mısır tarihini inceleyerek kolay bir şekilde bulunabilir. Can Acun “Mısır Ordusu’nun İktisadi Krallığı” adlı makalesinde ordunun bu gücü 1952 Hür Subaylar Devrimi ile kazandığını belirtmektedir. Devrim sonrası halk ordunun iktisadi, siyasi ve sosyal işlere karışmasına hiçbir tepki göstermedi ve Mısır ordusunun İsrail ile yaptığı savaşlar sayesinde ordu varlığını halkın karşısında büyüttü ve iyice sorgulanamaz bir konuma getirdi. 1964 yılın- sine geri dönememiştir. Turizme yansıyan olumsuzlukların diğer bir göstergesi ise Mısır’ı ziyaret eden turist sayısının 2010 yılındaki 14 milyon seviyesinden 2011 yılında 9,5 milyona düşmüş olmasıdır. (Tablo 2)1 2012 yılındaki gelişme Mursi’nin Cumhurbaşkanlığına gelişi ile oluşan olumlu havadan kaynaklanmış olsa da darbe ile bu havanın yıkılmış olacağı ve 2013 yılı için turizm gelirlerinin yeniden olumsuz etkilenebileceği tahmin edilebilir. 55 Şekil 5: Mısır Üretim Dağılımı +&+# - &# 98C 98C # 8;C !,2&#" " +! ::C #&2!!$ +"#& 8=C "$'2 )%(# + + *+,%! 87C !%& ;C &#+) 9C Kaynak: African Economic Outlook Tablo 2: Turizm Gelirleri ve Turist Sayısı Turizm Gelirleri (milyar dolar) Turist Sayısı (milyon) 2010 2011 2012 12,5 8,8 9,9 14 9,5 … Kaynak: Dünya Bankası Süveyş Kanalı Mısır ekonomisi için likit doğal gaz ve petrol dağıtımı açısından önemli bir rol oynamaktadır. 2011 yılında yaşanan politik olaylar bu rolü etkilememiş ve Süveyş Kanalı Mısır ekonomisine katkı sağlamaya devam etmiştir. Bu katkı 2011 yılında 5,22 milyar dolar ve 2012 yılında 5,13 milyar dolar olmuştur. Süveyş kanalı üzerinden likit doğal gaz ve petrol dağıtımının sadece Mısır ekonomisi için değil aynı zamanda dünya ekonomisi için de önemli olduğu göz önünde bulundurulursa darbe sonrası Kanal ile ilgili politikalarda bir değişikliğin olacağı sanılmamaktadır. Bu sebepten dolayı Süveyş Kanalı gelirlerinin Mısır ekonomisine olumlu 56 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 katkı sağlamaya devam edeceği tahmin edilmektedir. Mısır’da Ordunun Rolü GSMH’sı yaklaşık 80 milyar olan bir ekonomide kişi başına düşen milli gelirin 2012 yılı itibariyle 6,640 dolar seviyesinde olmasının sebebi bazı ekonomistlerce ordunun sahip olduğu üretim araçlarının çokluğu ve milli gelirin yaklaşık %25 ila %40’ının ordunun elinde bulunması şeklinde açıklanmaktadır. Son 30 yıl içerisinde ordunun mal varlığı hakkında kesin bilgiler bulunmasa da pek çok şirketin ve fabrikanın ordu eliyle kurulması, hatta pek çok kurumun internet sitelerinde ordunun payına yer verilmesi, bu oranın çok da da yapılan anayasa sayesinde ve anayasa da geçen ‘tüm üretim araçlarının yönetiminin halk adına devlete ait olduğu’, yani devleti yöneten ordunun hâkimiyetine geçtiği ibaresiyle ordu adeta ekonomik bir dev haline geldi. 1970’lerde Batı’ya açılma çabalarının ordunun gücünü azaltacağı düşünülse de uyguladıkları askeri politikalarla ordunun iktisadi anlamda gücünde büyük bir değişiklik meydana gelmedi. Yüz binlerce subayı genç yaşta emekli eden ordu, bu kişileri işletmelerin başına koydu ve bunlar da batının Mısır’daki ortakları haline geldi. Ülke savunmasında önemli bir rol oynadığı ve bütçesinin de gizli olması gerektiği yönündeki kanı sayesinde ve tabi ki ordunun kazancının devlet sırrı başlığı altında açıklanmadığından dolayı ordu bütün bunları hiçbir kontrole tabi olmadan rahatlıkla sağladı ve piyasada neredeyse tekel haline dönüştü. Ayrıca Dünya Bankası verilerine göre, Mısır askeri harcamaları ciddi anlamda düşüş eğiliminde olmasına rağmen ordunun mal varlığı ve devletten aldığı tutarlar gittikçe artıyor. Şekil 6’da de görüldüğü gibi askeri harcamaların 1998’de GSYİH’ya oranı %6,46 iken, 2010’da %2 ve 2011’de %1,86 oranına gerilemiş durumda. Bu rakamlara ABD tarafından her yıl Mısır Ordusu’na Camp David Antlaşması’nın teşvik primi niteliğinde verdiği 1,3 milyar dolar da dâhil. Zaten bu antlaşmayla ordunun savaş yönünün törpülendiği ve uzun süredir ciddi harcamaları gerektiren savaşlar olmadığı bilinen bir gerçek. Ordu ekonominin hangi alanlarında faal sorusuna gelinirse, bu alanların üç ya da beş sektörle sınırlı olmadığı fark edilebilir. Ülke de ordu geniş arazilere, fabrikalara, işletmelere, makarna üretiminden maden suyu üretimine, bütan gaz tüplerinden benzin istasyonu servislerine kadar geniş bir yatırım yelpazesine sahiptir. Bu sektörlere devlet adına emlak alım-satımı, konut temizliği, kafeteryalar, tarım ve hayvancılık, gıda ürünleri ve plastik araç gereç üretimi de eklenebilir. Örneğin, Wataniyya benzin istasyonları ordunun kontrol ettiği en güçlü şirketlerden biridir. Ya da temizlik sektöründe yine ordunun sahip olduğu Queen şirketleri de ekonomide önemli bir yere sahiptir. Son olarak ordunun sahip olduğu ve sattığı rezidans Kuliyyat al-Banat’ı vurgulamak da yerinde olacaktır. Ordu bağlantılı oluşum olarak Ulusal Hizmet Ürünleri Organizasyonu’ndan (Örgütü) (NSPO) bahsedilmesi de gerekmektedir. Kısaca örgüt, askeri ve sivil tüketim için farklı alanlarda ürünler üretiyor ve aynı zamanda da ordunun üretim birimlerini kontrol ediyor. NSPO’nun çalışanları ve yöneticileri genellikle emekli subay ve generaller- Şekil 6: Askeri Harcama (% GSYİH) > = < ; : 9 8 7 Kaynak: Dünya Bankası Şekil 7: Bütçe Açığı (% GSYİH) den oluşuyor. Ordu en önemli üretim birimlerinden biri olan tarım sektöründe genel üretim sektörünün büyük bir kısmına sahip. Askerlerin ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra ordu, tarım sektöründeki artık ürünleri kumanyalar ve sivil ticari kanallar vesilesiyle satmaktadır. Tarım sektörüne ek olarak emekli generaller birçok doğal gaz ve petrol şirketlerini çalıştırmanın yanı sıra ticari ulaşımı da kontrol ediyor. Ordunun vergi, ithalat lisansları ve iş izinlerinden muaf ve ayrıca kar-zarar sorgulamasından uzak olmasından dolayı da ordu istediği sektörde rahatça tekel oluşturacak bir konumdadır. Tüm bunlar göz önüne alındığında ordunun mısır ekonomisinde etkin bir role sahip olduğunu ve aynı zamanda da siyasi arenayı da kontrol ettiğini söylemek yanlış olmaz. Mursi ise Cumhurbaşkanlığına geldikten sonra orduyu karşısına alacak bir hamle yapmak istemediğinden ordunun ekonomideki bu etkin rolüne dokunmamayı tercih etti. Buna rağmen yine de darbe gerçekleşti. Darbenin ardından ise 57 tasında hataya düşülmüştür. Bu kaynaklar yatırımdan çok refah dağıtımı şeklinde olmuştur. Kamu personelinin sayısı ve maaşlar artırılmıştır. Son Söz Küresel Ekonomik Kriz, Arap Baharı, yeni bir Cumhurbaşkanı ve ardından darbe derken 2008 yılından bu yana Mısır’ın oldukça çalkantılı bir dönem yaşadığı kesindir ve şimdilik gelişmeler çalkantıların yakın zamanda sona ereceği yolunda işaret de vermemektedir. Küresel Ekonomik Kriz öncelikli olarak gelişmiş ülkeleri etkilediği için Mısır üzerindeki etkisi daha ziyade dış ticaret ordunun bu rolünün güçleneceği beklentiler arasında yer almaktadır. Ordunun ekonomiyi az da olsa özel teşebbüslere ve rekabete bırakması bir hayal gibi görünmektedir. Mursi Dönemi: Yeterince Zaman Verildi mi? Mursi’nin Cumhurbaşkanlığı ile ülke Libya, Katar ve Türkiye gibi ülkelerden maddi destekler aldı ama bunlar bir ekonominin yeniden düzenlenmesi için yeterli düzeyde değildi. Bu yüzden IMF’nin ekonomiyi düzenleyici bir otorite olarak devreye girmesi gündemdeydi. Mısırlı Ekonomistler “büyük buhran’dan sonra yaşanan en büyük krizden” çıkılmasında IMF’nin kritik bir rol oynaya- 58 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 cağına inanıyorlardı. Ancak siyasi boyuttaki gelişmeler beraberinde darbeyi getirdi ve ekonomide adı geçen adımların atılmasına fırsat vermedi. Yine de olaya ekonomik boyutunda objektif olarak yaklaşabilmek için Mursi döneminde yaşanmış olan bazı olumsuzluklara da parmak basmak yerinde olacaktır. Rönesans projesinin iki hedefi vardı. Bunlardan birincisi Mısır ekonomisinin 5 yıllık ortalama büyümesinin %6,5-%7 seviyesine çıkmasıydı. Elbette bu hedefin tutup tutmayacağını görebilecek kadar zaman Mısır’a tanınmadı. Diğer taraftan ‘100 gün vaatleri’ olarak bilinen vaatler üzerinde konuşmak mümkün. Burada he- def ekonominin 100 gün içinde devrim öncesi dönemden daha iyi bir konuma getirilmesiydi ancak şu bir gerçektir ki, Mursi’nin göreve gelmesini takiben 3 defa Maliye Bakanı değişmiştir. Bu da ortada kötü bir planlama olduğunu göstermektedir. Genel olarak borç artışları devrim yaşanan ülkelerde görülmektedir. Dolayısıyla, Mursi döneminde de yaklaşık %40’lık bir borç artışının yaşanmış olması yadırganacak bir durum değildir. (Şekil 7) Kaldı ki, Mısır ekonomisinin potansiyeli bu borcu kaldırabilecek güçtedir. Fakat Mursi döneminde de birçok devrim sonrası dönemde olduğu gibi kaynakların kullanımı nok- ve dış yatırımlar kanadından olmuştur. Bu etkinin Arap Baharı çerçevesinde yaşananların etkisi ile kıyaslandığında hafif kaldığı düşünülebilir. Ülkedeki belirsiz ortam pek çok ekonomik alanda duraksamayı gerektirmiştir. Ülkede Mursi döneminin başlamasıyla ekonomide olumlu bir kıpırdanmanın olabileceği beklentisi doğmuştur ancak ekonomik gelişmelerin hiçbir zaman akşamdan sabaha olmayacağı da bir gerçektir. Dönemde yapılan bazı hatalar da olsa Mursi dönemi ekonomik manada başarılıydı ya da başarısızdı diyebilecek kadar uzun ömürlü olmamıştır. Şimdi darbe ile beraber ordu yönetimi ele almıştır. Ordunun zaten 1950’li yılların başından beri ekonomi ile iç içe olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla bu darbe sadece ordunun ekonomi üzerindeki etkisini arttıracaktır. Cumhurbaşkanı Mursi görevdeyken görüşmeleri yaptığı IMF’den ülke ekonomisinin ihtiyaç duyduğu 4,8 milyar dolarlık yardım paketini alamazken Mısır’da, darbe sonrasında Körfez Ülkeleri toplamda 12 milyar dolara varan yardım paketi için seferber oldu. Şimdi soru acaba darbe hükümeti bu kaynağı ne ölçüde başarılı kullanacaktır sorusudur. Dipnot 1 Dünya Bankası 2012 turist sayısını henüz açıklamamıştır. Kaynaklar • Abadir, Karim, “Won’t Get Fooled Again: Egypt On Reserves” http://rebeleconomy.com/economy/wont-get-fooled-again-egypt-on-reserves/ • Acun, Can, “Mısır Ordusunun İktisadi Krallığı” http://odak.setav.org/page/misir-ordusunun-iktisadi-kralligi/5683 • Ekonomi Bakanlığı, http://www.ibp.gov.tr/pg/section-pg-ulke-ndx.cfm • Freund Caroline, “To Save Egypt’s Economy, Move Quickly” http://www.bloomberg.com/news/2013-06-30/to-save-egypt-s-economy- move-quickly.html • Gosrani, Chiraayu, “Mohammed Morsi: Egypt’s Struggling Economy Needs Money — Just Not From the IMF” http://www.policymic.com/articles/47357/mohammed-morsi-egypt-s-struggling-economy-needs-money-justnot-from-the-imf • Halime, Farah, “The Honeymoon is Over” http://rebeleconomy.com/commodities/the-honeymoon-is-over/ • Halime, Farah, “Should the President Resign?” http://rebeleconomy.com/economy/should-the-president-resign/ • Halime, Farah, “A Year in Office: Morsi’s Economic Mistakes” http://rebeleconomy.com/economy/a-year-in-office-morsis-economic-mistakes/ • Heineman Jr, Ben W., “Beyond the Coup: Egypt’s Real Problem is Its Economy” http://www.theatlantic.com/international/archive/2013/07/beyond-the-coup- egypts-real-problem-is-itseconomy/277676/ 59 RÖPORTAJ Muhamed SUDAN: MISIR KOMPLOYA KURBAN OLDU Röportaj: Amr ELLEITHY Çeviri: Yesemen SEMİZ Darbecilere, Mursi destekçilerinden ve uluslar arası camiadan daha yoğun baskı uygulanması ve özellikle 30 Haziran sonrası medyada uydurulanlara inanan medya kurbanlarına olayların bir komplo olduğunun anlatılması gerekiyor. Darbecilerin kuşkusu olmasın ki, yaralılarımız, şehitlerimiz artsa bile biz darbeye boyun eğmeyeceğiz. Hepimizi tutuklasalar da onurumuz, özgürlüğümüz, devrimimiz için ısrarımızdan vazgeçmeyecek, gerçek başkanın görevine geri dönmesi için mücadele edeceğiz. 30 Haziran’da Mısır’da tüm dünyanın tanık olduğu geniş katılımlı protestolar sonucu ordu olaylara müdahil olmuş, Muhammed Mursi’yi başkanlık görevinden azledip, Anayasa Mahkemesi başkanını geçiş hükümeti başkanı olarak atamıştı. Kimileri bu durumu darbe olarak nitelendirmiş kimileri ise ordunun da desteklediği yeni bir devrim olarak nitelendirmişti. Siz 30 Haziran’da Mısırda olanları nasıl tanımlarsınız? Bu durumu General EL Sisi’nin kontrolünde, harici ve dâhili ortaklarla beraber geçekleştirilmiş kanlı bir darbe olarak görüyorum. Ancak bu komplo Mübarek görevinden istifa eder etmez kurgulanmaya başlamıştı. Yönetimi devralan ordu 6 ay içerisinde seçimlerle görevi devredeceğinin sözünü vermesine karşın bunun için isteksiz davranmış, görevi ancak 16 ay sonra sokaklardan protestolarla gelen baskılar sonucu devretmiştir. Ordu eliyle gerçekleştirilebilecek bir siyasi değişimden söz etmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. M uhammed Sudan, Özgürlük ve Adalet Partisi’nin Dış ilişkiler Sekreteridir. Mühendislik ve inşaat alanında faaliyet gösteren bir şirketi bulunmaktadır. Zamanın çoğunu başta Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa olmak üzere yurt dışında geçirmiştir. Daha çok dış politika ilişkileri ve küresel politikalar hakkında okuma yapmaktadır. Eski rejim mensuplarının ordu ile işbirliği yaparak, darbeyi kolaylaştırıcı bir rol üstlendiğini düşünüyor musun? Evet kesinlikle. Bu açık, kurnazca planlanmış komploya Ulusal Demokratik Parti mensupları, medya, Mübarek’in aile fertleri, yozlaşmış iş adamları, derin devlet dahil olmuştur. Protestolardan birkaç ay önce bir grup genç (Tamarod) Mursi’nin istifası için imza kampanyası başlatmıştı. Tamarod hareketi ile ilgili kanaatiniz nedir, gerçekten bu kadar geniş insan kitlelerini sokağa dökebilecek güçleri olduğunu düşünüyor musunuz? Tamarod, darbenin önderlerince oluşturulmuş bir gruptur. Milli Selamet Cephesi’nin halk nezdinde imajı zedelenince strateji değiştirme yoluna gittiler. Su, elektrik kesintisi, güvenlik, benzin ve temizlik problemleri gibi yapay krizlerle kandırdıkları insanlar ve bir grup gençle anlaşma yoluna giderek protestolar düzenlediler. Halkı Müslüman Kardeşlere, İslami Hareketlere, Başkan Mursi’ye karşı cephe almaya ittiler. Mısır’daki olaylar karşısında Batı ülkeleri zayıf bir duruş sergiledi. Amerika ve Avrupa Birliği’nin 3 Temmuz darbesine karşı tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Ben Amerika’nın bu komplonun bir parçası olduğunu düşünüyorum. Mursi’nin tutuklanmasını reddettiler ama uzun zamandır göndermeyi erteledikleri F16 uçaklaklarını gönderdiler ve darbe liderlerine destekleri sürdürecekler. Zaten Amerikalı diplomatların ordunun ileri gelenleri ve Tamarod’un liderleriyle görüşmelerinden haberdarız. Avrupa Birliği’ne gelince; AB dürüst bir açıklama yapmak- tan çekiniyor, Mısır’da olanları darbe olarak gördüklerini asla dile getirmediler. Müphem bir duruş sergiliyorlar. Dışarıdan olayların nasıl bir yere varacağını gözlemliyorlar. 3 Temmuz askeri müdahalesine Türkiye’nin politikasını, Erdoğan’ın duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Pek çok kez ifade ettiğimiz gibi, Türkiye hükümetinin, Sayın Erdoğan’ın, Türk halkının 25 Ocak devrimi başladığından beri benimsediği duruş eşsizdir. Tüm samimi Mısırlılar Türkiye’nin meşruiyetin yanında yer almasından büyük mutluluk duymaktadırlar. Ordu darbeyi gerçekleştirdikten sonra Suudi Arabistan General Sisi’ye ülkesini kurtardığı için selamlarını iletmiş ve bununla da kalınmamış Körfez ülkeleri darbe hükümetine milyarlarca dolar maddi yardımda bulunmuştur. Körfez Ülkeleri (Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlileri)’nin tepkisine ne dersiniz? Maalesef Körfez ülkeleri de bu komplonun bir parçası. Kuveyt, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri darbe hükümetine ihaneti bedeli olarak 12 milyar USD göndermek niyetindeler. Mısır’daki darbenin olumsuz yanlarından birisi de Arap Baharı’nı gerçekleştirenler için kırmızı bir alarm anlamı 61 MISIR KIYAMDA SON DEĞİL BİR SÜREÇ Aydın BOLAT taşıyor olması. Eski rejim mensuplarının dirilmesi ve güç arayışına girmesi kuvvetle muhtemel. Bu noktada Mısırdaki darbenin Arap Baharına bir karşı atak olduğunu düşünüyor musunuz? Evet, darbenin bu şekilde sonuçlanması Arap Baharını, bölgemizdeki ayaklanma ruhunu öldürür ve daha da kötüsü Arap ülkelerinde diktatör rejimlerin yıkılması konusunda umutsuzluğun yaşandığı kötü bir dönemin başlamasına yol açar. Müslüman Kardeşlerin darbeye ve ordu tarafından atanan yeni liderlere ilişkin kısa dönem için planı nedir? Biz hala ülke çapında darbeye karşı protestolar düzenliyoruz, insanları durumun perde arkasındaki gerçekler konusunda ikna etmeye çalışıyoruz, 25 Ocakta devrimcileri katledenlerin serbest bırakıldığını, bu darbenin ne kadar da eski 62 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 rejimle ilişkili olduğunu göstermeye çalışıyoruz. Yaşadığımız şeyin darbeden başka bir şey olmadığını kabul etmeleri için uluslar arası örgütlerin diplomatik delegelerine ulaşmaya çalışıyoruz. Bizim yanımızda durmaları, demokrasiyi savunmaları gerekiyor. Aksi halde Mısır baş edilemez bir karmaşaya dönecek ve bir daha demokrasiyi sağlamak mümkün olmayacaktır. Bu meşruiyetini yitirmiş düzenden, istikrarsızlıktan yakın komşularımız, AB de etkilenecektir. Ankara’nın çözüm önerisini biliyorsunuz. Abdullah Gül Mısır’ın Ankara Büyükelçisini davet etmiş ve Mursi’nin serbest bırakılmasının, ardından erken seçime gidilmesinin Türkiye’nin çözüm önerisi olduğunu belirtmişti. Türkiye’nin bu girişimine nasıl bakıyorsunuz? Partimiz bu öneriyi uygun bulmuştur. Ben zaten 3 Temmuz MISIR DOSYASI SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı günü bu konuya televizyon kanallarında değinmiştim. Ancak biz uluslar arası camiadan destek görmedikçe ve meydanları doldurmak suretiyle yönetime baskıda bulunmadıkça böyle bir şey gerçekleşmeyecektir. Özgürlük ve Adalet Partisinin dış ilişkiler sekreteri olarak bu krizden çıkış için nasıl bir formül öngörüyorsunuz? Darbecilere, Mursi destekçilerinden ve uluslar arası camiadan daha yoğun baskı uygulanması ve özellikle 30 Haziran sonrası medyada uydurulanlara inanan medya kurbanlarına olayların bir komplo olduğunun anlatılması gerekiyor. Darbecilerin kuşkusu olmasın ki, yaralılarımız, şehitlerimiz artsa bile biz darbeye boyun eğmeyeceğiz. Hepimizi tutuklasalar da onurumuz, özgürlüğümüz, devrimimiz için ısrarımızdan vazgeçmeyecek, gerçek başkanın görevine geri dönmesi için mücadele edeceğiz. 63 yabancı taşeronu ve beslemesi kodamanlar ve lobiler... F azla heyecanlı ve aceleci olanlarımızın yanında art niyetli olup fırsat kollayanlarımız da var. Bir anda her şeyin olup bitmesini ya da her şeyin savrulmasını, alt üst olmasını bekleyenlerimiz... Son 200 yıldır Avrupalılar ve 60 yıldır da Amerikalılar tarafından yoğrulan bölge coğrafyasının ve Türkiye’nin hemen kendi ayakları üzerine kalkmasını ve koşmasını istiyoruz. Bu o kadar kolay mı? Verilen mücadele görülenden daha derin ve şiddetli yaşanıyor. Duymadığımız ve bilmediğimiz neler oluyor neler. Türkiye’yi ve İslam Dünyası’nı yüceltmek için canını hiçe sayan bin bir engel ve riske rağmen savaşan isimsiz kahramanlardan çoğumuzun haberi bile yok. Her şeye rağmen Türkiye dimdik ayak- 64 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 Arap Baharı’nın kilit ülkesi Mısır’da halkın %52 oyuyla seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve yönetimine karşı yapılan dışarıdan destekli askeri darbe, Mısır halkının demokratik iradesine, seçimine, tercihine ve Mısır’da yapılan demokratik devrime, Mısır’ın baharına karşı yapılmış çağ dışı ve ahlaksız bir müdahaledir. Darbe yönetimine karşı İhvan’ın ve Mısır halkının direnişi, Rabiatul Adaviyye’de yarınların mücadelesidir. Mısır’ın geleceği ve Arap aleminin mukadderatı bu iradenin başarısıyla yeniden şekillenecektir. ta kalıyor ve yoluna güvenle devam ediyorsa, İslam Dünyası gerçek baharının umutlarını canlı tutabiliyorsa bunun destansı kahramanları var. Statükosu çok güçlü ve ayağı çok köklü olan emperyalistlerin çullandığı bu coğrafya çok çetrefilli bir alan. Hem imanı, mücadeleyi, cesareti, kararlılığı hem de feraseti, basireti, stratejiyi ve aklı şart koşuyor. ‘Yeni Türkiye’ uzun zamandır unutulan bu hasletleri önüne aldığı her projenin içine katmaya çalışıyor. Stratejik düşünce ve akıl. Türkiye’den rahatsızlık duyulan nokta da tam burası. Türkiye’nin geri dönüşü, kendine gelmesi ötekilerin bu coğrafyadan süpürülerek defedilmesi anlamına geliyor. Bu sebepten dolayı Türkiye’nin Ortadoğu, İslam Dünyası, bölgeyle ve komşularıyla hatta kendisiyle buluşması engellenmek ve durdurulmak isteniliyor. Gezi Olayı, Çözüm süreci, Yeni anayasa, Suriye krizi, Mısır darbesi, Filistin, Irak ve Arap Baharı meselelerinin hepsinde aynı denklem kurulu ve aynı senaryo yazılı! Suriye’deki çözümsüzlüğün cevabını Mısır’daki darbede buluyoruz. Gezi’nin rövanşı Mısır’da oynanıyor. Çözüm Süreci Suriye’den baltalanıyor. Esasında Türkiye’nin parmağı Amerika ve Avrupa’nın ağzında, onlarınki Türkiye’nin ağzında. Isırdıkça acı da gerilim de artıyor. İçeride ve dışarıda yaşanan savaş bu gerilimin sonucu. Birde içimizde Neler oluyor? Bu günkü tabloya bakarak birileri diyorlar ki: “Birkaç yıl önce herkesle işbirliği halinde, diyalog içinde olduğumuz etrafımıza bakalım; İran’la türlü türlü sorunlarımız var. Daha dün her grupla diyalog içinde olmakla övündüğümüz Irak’ta meşru hükümetle bile görüşemez haldeyiz. Suriye artık içeriye de akan bir bataklık, kaos. Lübnan Hizbullah’ı Suriye’de ve bölgede Türkiye’ye meydan okuyor. Mısır’ı kaybettik. Gayri meşru bugünkü yönetim Türkiye’yi muhaliflere silah yollamakla suçluyor. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleriyle ters düştük. İsrail’i geçtim. Geriye bir tek Filistin, daha doğrusu Hamas kaldı. O da Mısır’daki darbe- Arap Baharı’nın kilit ülkesi Mısır’da halkın %52 oyuyla seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve yönetimine karşı yapılan dışarıdan destekli askeri darbe, Mısır halkının demokratik iradesine, seçimine, tercihine ve Mısır’da yapılan demokratik devrime, Mısır’ın baharına karşı yapılmış çağ dışı ve ahlaksız bir müdahaledir. den sonra Türkiye’ye değil, İran’a doğru dönüyor.” let vicdanı dış politikada bir değer ifade etmiyor mu? Benzer söylemi sağdan, soldan, liberalden, ulusalcı statükoculardan, iflah olmaz AK Parti muhalefetinden bu günlerde sıklıkla okuyoruz ve duyuyoruz. Dış politikada değerlendirmeleri; kısa vadeli, günübirlik, konjonktürel ve pragmatik eksende yapmak yanlış ve yanıltıcıdır. Örnekler verebiliriz. Türk Dış Politikası, geleceği olmayan devrilmesi mukadder Esed’e, Adaviyye protestolarıyla doğmadan ölmüş çağ dışı, ahlaksız Mısır darbesinin başı General Sisi’ye göre mi yönetilmeli? Yoksa; esas ve kalıcı muhataplar, Suriye halkına, Mısır halkına ve Ortadoğu halklarına göre hak temelli, insan hakları, özgürlük, onur ve demokratik değer eksenli orta ve uzun vadeli politikalar mı sürdürülmeli? Mısır’da darbe karşıtları Erdoğan posterleri taşıyor ve Türkiye’ye şükran duyuyorlar, Suriye’den 500.000 üzerinde mülteci misafirimiz var. Halkın gözü Türkiye’de. Türkiye’nin Erdoğan’ın yolunu gözlüyor binlerce Gazzeli... Bulgaristan’dan da gelmişlerdi, Kuzey Irak’tan da yüz binlere kucak açtı Türkiye. “Tarih Hafızası” yok mu, mil- 2003’teki tezkere olayı; ABD’nin Irak’a Türkiye üzerinden girişi reddedildiğinde, ‘Türkiye’nin ABD ile ilişkiler bozuldu bir daha kolay kolay düzelmez. Mahvolduk’ diyenler bu gün ne kadar haklı çıktılar? 2008’de Başbakan Erdoğan Davos’ta İsrail için “one minute” çektiğinde “Eyvahlar olsun mahvolduk Türkiye bunun bedelini ağır öder” diyenler ABD Başkanı refakatinde Türkiye’den özür dileyen İsrail için bu gün ne diyorlar? Gezi Olayları’yla ilgili Avrupa Parlamentosu’nun aldığı kararları tanımadığını açıklayan hükümete; “Avrupa Birliği Türkiye için bitti” diyenler yeni fasılların açılmasına karar veren Avrupa Birliği için ne diyorlar? BM’de Filistin’e Gözlemci devlet statüsü için BM’de yapılan oylamadan 193 üye ülke- 65 Adaviyye direnişi; demokrasi tarihi yazmış ve Mısır halkının onurunun, özgürlüğünün, iradesinin gücünü göstererek Mısır’da artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını kanıtlamıştır. Kanla, canla yazılan bu özgürlük destanı Mısır’ın ve Arap Baharı’nın aydınlık geleceğinin müjdeleyicisi olmuştur. sız olan zalim inkârcılar helak olup giderlerken iyiliği ve hakkı savunanlar kurtuluşa ve zafere ulaşmışlardır. İnsanlık içinde; oportünizmi değil ‘Hakkı savunan bir zümre’ bir ülke bulunmasın mı? Darbe Neleri Etkiledi? den 138’i Türkiye ile birlikte ABD ve İsrail’e rağmen ‘evet’ derken yalnız kalan dünyada dostu olmayan kimdi? Türkiye mi İsrail mi? Yine BM’de İsrail’in nükleer kapasitesi aleyhine yapılan oylamada Türkiye ile birlikte 174 ülke İsrail ve ABD’ye karşı oy kullanırken Dünya’da ve bölgede yalnızlaşan, sorgulanan İsrail’di ABD idi. Gazze’ye giden Mavi Marmara için İsrail otoritesine karşı yanlış yapıldı, izin alınmalıydı diyenler otoritenin yani İsrail’in özrü için ne söyleyebildiler? Dış politika ve uluslararası ilişkilerde temelli dostluklar ve temelli düşmanlıklar yoktur. Dış politikada gelişmelere göre değişikliğe gitmek her ülkenin yaptığı bir iştir. Süreçler ve ilişkiler tek taraflı sürdürülmez. Karşı taraflar, yerli, bölgesel ve küresel aktörler yeni oyunlar kurduğunda taktikler, stratejiler ve politikalarda değişebilir. Yeni B ve C planları devreye girer. ABD’nin W. Bush ile Obama dönemi politikaları aynı mı? Sovyetler Birliği ile bugünkü 66 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 Rusya’da Putin politikaları nerelerde? İlişkiler, esas ve kalıcı aktörler olan halklarla mı yoksa fani, tali, geçici ve konjonktürel olan yöneticilerle mi daha önemlidir ve sürdürülebilir bir geleceği vardır? Sonu Kaddafi’den beter olacak Esed, iktidarı ilk seçimde bitecek Maliki, her an Türkiye’deki darbecilerin akıbetine uğrayacak General El-Sisi’nin zalim, ceberrut iktidarları mı yoksa haklı davaları, hak talepleri, namus bildikleri seçimleri, iradeleri, onurları uğrunda kanlarını akıtmaktan, canlarını vermekten sakınmayan Suriye, Mısır ve Irak’ın kardeşlerimiz olan Müslüman halklarını mı dikkate alacağız, yanlarında olacağız? Sonuç Olarak; Güçlünün, haksızın, zalimin değil, zayıfta olsa haklının mazlumun yanında yer almalıyız. İslami olan da, insani olan da, meşru olan da budur. Öyle de yapıyoruz. Allah dostları ve yüce elçiler olan peygamberler de çoğu zaman hakkı, adaleti, doğruyu söylerken ve savunurken yapayalnız kalmışlar ancak zalime, küfre, zulme boyun eğmemişlerdir. Hak- − Türkiye, Tunus, Afrika Birliği dışında hiçbir ülke ve kurum bu askeri bir darbedir diyemedi. Özellikle ABD ve AB. İİT ise hiç tepki vermedi! Arap Birliği darbeden yana durdu! − ABD ve AB darbe yönetimine temsilci gönderdi. − Darbe yönetiminde Cumhurbaşkanı Yardımcısı yapılan Baradey İsrail’e gitti. − Mursi’nin kapattığı Suriye elçiliği açıldı. − Gazze ve Refah sınır kapıları kapatıldı. − Cam David statükosu yeniden tescillendi. − Suudi Arabistan ve Körfezden petrolle birlikte 12 Milyar Dolar yardım yapıldı. − Türkiye’nin ve İslam Dünyası’nın gelecek vizyonunu etkileyecek bir kırılma yaşandı. − Merkel ve bazı AB temsilcileri Cumhurbaşkanı Mursi ve siyasi tutukluların serbest bırakılmasını istedi. − Son olarak Obama yönetimi Mısır’a verilecek F-16 savaş uçaklarının teslimini durdurdu. Senatoya yıllık 1,3 Milyar Dolarlık yardımı kademeli ve şartlara bağlı olarak vermek için tasarı hazırlandı. Mısır’da bir an evvel demokrasiye dönülmesi tavsiyesinde bulunuldu. Bütün bu durumlar Mısır Darbesi’nin nedenleri, iç ve dış dinamikleri, bölgesel ve küresel aktörleri ve stratejileriyle ilgili ipuçlarını açıklamaya yeterlidir sanıyorum. Darbenin Sonuçları: • Batı’nın demokrasi konusundaki samimiyetsizliğini ortaya koydu. − Petrol, elektrik ve temel maddeler yokluğu bitti. • Menfaatlerin, çıkarların, pragmatizmin dünyada değer eksenli politikaların önünde olduğunu bir kez daha kanıtladı. − Gazze zora girerken İsrail bir oh çekerek rahatlamış gözüktü. • Türkiye için bölgeyi ve küresel dengeleri test etme imkânı verdi. − Esed zaman kazandı, eli rahatladı, ömrünü biraz uzatmış oldu. • Müslümanlar için ciddi bir imtihan ve ders oldu. − IMF 4,8 Milyar Dolarlık yardımı serbest bıraktı. − Arap Baharı darbe yemiş oldu. • Suriye’deki krizde kimlerle ve nelerle karşı karşıya olunduğu ortaya çıktı. • Türkiye’nin İslam Dünyası’yla birlikte yürüttüğü bölge vizyonunun engelleri, sorunları ve karşıtları belli oldu ve ciddi dersler ortaya koydu. • ABD için İsrail’in güvenliğinin Ortadoğu stratejisinin belkemiği olduğu bir kez daha teyid edildi. • Batı’nın darbeyi darbe olarak halkın iradesini demokrasi olarak tanımıyor olması ibretle tarihe geçti. İnsan hakları ve demokrasi konusunda medeni dünya sınıfta kaldı. • Türkiye’nin bu konuda sergilediği ilkeli ve ahlaki duruş ile değerler eksenli politika; kısa vadeli ve çıkar odaklı, pragmatik başarı değerlendirmelerinin ölçemeyeceği bir insani eşiktedir. • Gezi olaylarıyla ortaya konan küresel provokasyonun Türkiye’de de bir darbeyi hedeflediği Mısır örneğiyle apaçık anlaşıldı. • Adaviyye’de ve Mısır’ın tüm şehirlerinde başından beri günlerdir darbeye karşı sürdürülen milyonların asil demokratik direnişi her türlü övgünün üstündedir. Bu şiddetsiz demokratik direniş darbeyi felç etmiş ve meşruiyetini sıfırlamıştır. Adaviyye direnişi; demokrasi tarihi yazmış ve Mısır halkının onurunun, özgürlüğünün, iradesinin gücünü göstererek Mısır’da artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını kanıtlamıştır. Kanla, canla yazılan bu özgürlük destanı Mısır’ın ve Arap Baharı’nın aydınlık geleceğinin müjdeleyicisi olmuştur. Sonuç Bu darbe; tarafları, misyonları belli olan aktörlerin bölgesel ve küresel güç mücadelesinin sadece bir safhasıdır. Bu mücadele bugün başlamadı yarın da sonuçlanmayacaktır. İslam Dünyası’nın yeni Dünya Düzeninde adil, demokratik ve onurlu temsili için başlatılan Türkiye ile birlikte büyük İslam ülkelerinin desteklediği mücadelenin henüz başlangıcındayız. İnanıyorum ki en son Mısır Darbesi dâhil yaşanılan bu süreçler Müslümanların uyanmalarına, bilenmelerine, ders çıkarmalarına ve gelecek vizyonlarını imanla, cesaretle ve stratejik akılla oluşturmalarına vesile olur. Değilse Afganistan’da verilen 4 Milyon şehit, 20 Milyon sakat, Irak’ta verilen 1,6 Milyon şehit, 3,2 Milyon sakat ve bugün İslam coğrafyasındaki kan deryası, can pazarı da Müslümanları uyandırmayacaksa, ayağa kaldırmayacaksa bunlardan ibret alınmayacaksa hangi ilahi rahmet bize ulaşabilir ki? Mısır; bir hayalin iflası değil bir idealin ihyasıdır. Yani son değil bir süreçtir. Belki de bir başlangıç, Müslümanlar için... 67 liştirdikleri sessiz tutumu ve tutarsızlıkları lafını esirgemeden yüzlerine vurduğu için mi? (Bu ilanı imzalayan ünlüler Erdoğan’ın BM’nin değişik oturumlarında yaptığı konuşmaları dinlemişler midir, merak ediyorum. Acaba bu yüzden mi bıkmadan ve usanmadan Erdoğan otoriter olarak lanse edilmeye çalışılıyor?). KOMPLUNUN ÜÇÜNCÜ AYAĞI Ergin YAMAN T imes gazetesinde yayınlanan ve birçok yabancı ünlü tarafından imzalanan ilanı birçok kişi Erdoğanı devirmeye dönük geniş çaplı komplonun yeni bir ayağı; kendisi ve partisini yıpratma ve üzerlerinde psikolojik korku oluşturma çabası olarak görmektedir. İlan nedeniyle birçok kişi şaşkınlık içerisinde. İlanı imzalayanlar ya dünyanın dört bir tarafında, özellikle halen Suriye ve Mısırda, yaşanan vahşetlerden tamamen bihaber ya da çok kötü bir biçimde 68 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 yanlış bilgilendirilmiş ve bir ayını doldurmuş olan olaylar hakkında kullanılmışlardır. Bu iki seçenek özellikle Sean Penn’i az da olsa bilenlerin aklından ister istemez geçiyor. Çünkü, Sean Penn başta Filistin davası, 2011 Mısır Baharı, 2003 Irak savaşı olmak üzere birçok kişinin müdahil olmaya cesaret edemediği birçok sosyo-politik harekete aktif destek vererek cesur ve asaletli bir duruş sergilemiştir. Aynı şekilde, imzalayanlar arasında bulunan Susan Sarandon’un Irak savaşına karşı tutumu, global sosyo- ekonomik ada- leti sağlamaya dönük faal desteği ve UNICEF gibi global refah kurumlarını aktif olarak desteklemesi nedeniyle birçok insanda kafa karışıklığı oluştu ve çoğu kişi acaba böyle bir ilanı imzalamasına neden olan motif ne sorusunu sormaya başladı. Durumu daha da anlaşılmaz ve talihsiz hale getiren Sean Penn ve Susan Sarandon’un Fazıl Say gibi kendi politik görüşü ya da yaşam tarzını benimsemeyen insanlara karşı birçok defa hakaret edici ifadelerde bulunan birisi ile aynı ilanı imzamaları. Ki Say yakın zamanda bu tür − Esad rejiminin gayri-meşru olduğunu kararlılıkla ifade eden ve bu doğrultuda uluslaraarası kamuoyunun harekete geçmesi için en fazla çabayı gösterdiği için mi ? (Yabancı ünlülerin, özellikle Sean Penn ve Susan Sarandon’un bunu bilip bilmediğini merak ediyorum. Çünkü bunu bilen ve Türkiye’nin Suriyeli binlerce sığınmacıya ev olduğunu bilen hiç kimse Erdoğan’ı Nazilere benzetmez. Acaba, yine Suriye konusundaki duruşu ve binlece Suriyeli mülteciye ülkesinin kapılarını açtığı için mi otoriter ya da Sultan?) − Israil- Filistin çatışmasında kararlılıkla ve cesaretle haklının yanında yer aldığı için mi? (Acaba, bu ünlüler özellikle Sean Penn, bunu biliyor mu? Dünya’da olup biten zulümlere gözünü kapatmadığı için mi Sultan damgası yapıştırılarak diktatör gibi gösterilmeye calışılıyor?) aşağılayıcı ve saldırgan ifadeleri nedeniyle 10 ay ertelenmiş hapis cezasına çarptırıldı. İfade özgürlüğünün hiç kimseye başkalarının dini tercihlerine ya da yaşam tarzlarına hakaret hakkı vermeyeceğini en iyi bilenlerden birileri Sean Penn ve Susan Sarandon’dur. İşte tam bu yüzden Sean Penn ve Susan Sarandon’un daha önceki global olaylara karşı geliştirdikleri cesur ve asil duruşlarıyla çelişerek Say gibi farklılıkların bir arada yaşamasını tahammül edemeyen birisi ile aynı mektubu imzamalarını anlamak daha da bir güç. Ya sosyo-ekonomik ve politik adaleti sağlamaya yönelik daha önceki tutumlarında ve hareketlerinde samimi değillerdi ya da çok kötü bir biçimde dezenfarmasyon kurbanı olmuşlardır. İnsan yaşamını ve itibarını önemseyenlerin Esad rejiminin tiranlığına, Mısır darbesine ve darbenin neden olduğu yüz- lerce can kaybına karşı duruş sergilemeri beklenirdi. Ki Esad rejiminin vahşilikleri aralıksız devam etmekte ve yaşanan vahşet nedeniyle birçok insan evlerini terkedip Türkiye gibi ülkelere sığınmaktadır. Aynı şekilde, Mısır’da yaşanan vahşet kronolojik olarak Türkiye’de tezgahlanan entrikadan daha yeni. Buna ek olarak, Mısır’da hayatını kaybedenler bir arbede sonrasında değil ordunun kasıtlı olarak onları doğrudan hedef alması sonucu hayatlarını kaybetmişlerdir. Tüm bunlara rağmen, bu ünlüler Mısır ve Suriye’de yaşanan insanlık dramına karşı bu kadar ağır ve örgütlü bir girişim içerişinde bulunmadılar. Peki, hedef niye Erdoğan? − Filistin, Suriye ve Mısır başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde yaşanan katliam ve vahşetlere karşı BM’nin ve dünyanın diğer super güçlerinin ge- 69 − Üç dönem üst üste ezici bir çoğunlukla seçimleri kazanıp ülkeyi tek parti ile yönetme başarısı elde edip, Türkiye’ye sosyal, politik ve ekonomik anlamda atılımlar kazandırdığı için mi? (Bu ünlüler, ülkeyi ekonomik kriz halinde iken devr alan Erdoğan ve arkadaşlarının on yıl içinde Türkiye ekonomisini dünyanın en büyük 16. ekonomisi düzeyine getirdiklerini biliyorlar mı? Aynı şekilde, dezavantajlı gruplara verilen ayni ve nakdi yardımın 10 yıl öncekine göre üç-dört kat arttığının farkındalar mı? Peki bu Erdoğan’ı otoriter mi yoksa sıradan vatandaşın refahını yükseltmek için gece gündüz çalışan asil bir insan mı yapar ?) − Gösterdiği kararlılık ve cesaretle yaklaşık 30 yılı aşkındır devam eden, hemen hemen hergün her iki taraftan canların kaybedildiği ve kayıp sayısının on binleri aştığı PKK sorununu barışçıl bir çözüm sürecine oturtup; bu vesileyle son yedi ayda çatışma haberi gelmeyip ülkede az da olsa huzur ortamı yaşandığı için mi? (Bu ünlüler bunu biliyor mu ve çatışmasız geçen bu 7 ay içerisinde kaç canın ölüm pençesinden kurtarıldığının bilincindeler mi? Hiç zannetmiyorum. Çünkü bunu görebilen Erdoğan’ı nazilerle 70 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 aynı kefeye koyacak bir talihsizliğin içine düşmez. Çözüm süreciyle kan üzerinden beslenen çevrelerin elinden bir kozu daha alması mı onu otoriter ve diktatör yapıyor ya da nazileştiriyor?) − Yine aynı şekilde gösterdiği kararlılık ve cesaretle, cumhuriyet tarihi boyunca öz değerlerini yadsımaya itilen anadolu insanına toplumsal ve inançsal değerlerini sahiplenmenin yanlış olmadığı mesajını vermesi ve toplumu özüne doğru bir yolculuğa götürme çabasında olduğu için mi? (bu ilanı imzalayan ünlüler 80 yılı aşkın bir süre boyunca seküler cumhuriyet olma fikrinin dayattığı batılı hayat tarzı dışında başka hiçbir düşünceye ya da yaşam tarzına hayat hakkının tanınmadığının farkındalar mı? – Demokratik ortamlarda yetişmiş, farklılıklara saygının esas olduğu toplumlar içinden gelen bu ünlüler nasıl kendi yaşam tarzlarını ya da hayat bakış açılarının başkalarına dayatılmasını kabul edebilir? Erdoğan’ın Türkiye insanına değerlerini ve tarihini tekrar tanıtması onu otoriter mi yapar?). ---İşte bu yukarda değindiğim sebeplerden ötürü, ben bu ilana imzalarını veren birkaç ün- lünün hatta çoğunun müthiş bir dezenformasyon kurbanı olduğunu düşünüyorum. Çünkü, Erdoğan öncesi Türkiye’yi ve dolayısıyla faili meçhuller, olağanüstü hal,Kürt vatandaşlara ve diğer gruplara yönelik hoşgörüsüzlük ve tahammülsüzlükler,başörtüsü yasağı, katsayı eşitsizliği ve daha birçok hukuksuzluk ile insanları hayatlarından bezdiren uygulamaları bilen her insan hiç bir koşulda böyle bir metni desteklemez. Bu ünlüler gibi ne yazık ki birçok yabancı insan Fuad Kavur ve Fazıl Say gibi batı hayranı-laikçi Türk vatandaşları tarafından yanlış bilgilendirilmektedir. Yaklaşık bir asır boyunca muhafazakar dünya görüşü ve yaşam tarzına sahip Türkiye insanının yüksek öğretime erişimi ya engellendi ya da eşit fırsatlara sahip olamadılar ve bununla kalmayıp politik, ekonomik ve kamu hayatının dışına itildiler. Bu tablo Türkiye’nin dünyaya açılan yüzleri olarak Kavur and Say gibi batı hayranı-laikçi bir insan kitlesi oluşturdu ve dolayısıyla yabancı ünlülerle temas halinde olanlar ve aynı dili konuşanlar olarak kamuoyu oluşturabilmekteler. Başörtülü kızların üniversiteye girişi yıllarca engellendi ve yüksek öğretim hakları elllerinden alındı. Bu yasak yüzünden binlerce başörtülü vatandaş dünyanın dört bir tarafına dağılıp yüksek öğrenimlerini mecburi olarak yurt dışında çeşitli zorluklarla tamamlamak zorunda bırakıldılar. En temel haklarından biri olan eğitim hakları ellerinden alınmasına karşın bir defa bile olsun başörtülü genç kızlar ya da aileleri Gezi kamuflajı altında kaos ve şiddet ortamını oluşturmak için ellerinden geleni ardına koymayan değişik ideoloji ve çıkar grupları gibi bir girişimin içinde bulunmadılar. Bu kişilerin diğerlerinin haklarını hiçe sayan anlayışları Gezi olaylarında bir daha kendini gösterdi ve ertesi gün milyonlarca çocuğun geleceklerini belirleyecek olan üniversite sınavının olduğunu bilmelerine ve polis uyarılarına rağmen gece geç saatlere kadar tencere tava çalarak ya da huzursuzluk çıkartarak bir sürü gencin hakkına girdiler. Say ve Kavur tabii ki yabancı ünlülere sahnelenen Gezi oyununun asıl amacını anlatmamışlardır ve anlatmayacaklardır. Örneğin, ulusal kanal spikerinin mikrofunu açık unutması ile ifşa olan korkunç temennisi ‘keşke birkaç ölüm olsa güzel olurdu’, ya da bir aktörün halkı isyana davet eden ‘mesele sadece gezi parkı değil arkadaş, sen hala anlamadın mı?’ şeklin- deki tweeti ya da eylemcilerin ölümüne yol açtığı polis ya da gencin haberi. sında olaylar sadece bir yönü ile aksettirilmekte ve ciddi bir şekilde çarpıtılmaktadır. Eylemlerin asıl amacı konusunda Türkiye toplumunun çoğu çok iyi bir şekilde aydınlatılmış olsada ne yazık ki uluslararası medyanın yaşanan olaylara yönelik tek-taraflı yayını yabancı insanların olayları sadece kendilerine aksettirilen yönüyle algılamarına yol açmıştır. Bu yanlış algılamalar Say ve Kavur gibi batı hayranı-laikçi kişilerin ciddi dezenformasyon çabalarıyla daha da bir pekiştirilmektedir. O nedenle, Sean Penn ya da Susan Sandaron’un böyle bir metni imzalamaları kısmen şaşırtıcı değil çünkü muazzam bir karartma söz konusu ve dış ba- Her şeye rağmen bu ilan bir ay önce tezgahlanan protestoların gerçek amacı hakkında Türkiye insanını daha da aydınlatma işlevi görmüştür. Aynı zamanda, protestoları basite indirgeyen ve hükümete karşı geniş kapsamlı bir komplo olarak görmeyi kararlılıkla reddeden kişilerin yüzüne vurulan bir kanıttır. Türkiye’deki olaylar biteli bir ay olmasına rağmen ve başta Suriye ve Mısır olmak üzere bir çok ülkede halen katliamlar devam etmesine rağmen, bu ilan Türkiye’ye olan ilginin solmadığını ve entrikanın devam ettiğini göstermektedir. Komplonun ilk ayağı Erdoğanın dik duruşu ile bertaraf edildi. İkinci ayağı olarak sayacağımız Türkiye’nin ünlüleri tarafından verilen duygu sömürücü ilan marangoz Ahmet ve terzi Mehmet tarafından verilen karşı-ilanla itibarsızlaştırıldı. Üçüncü ayak olarak görebileceğimiz bu ilan ise uluslararası çerçevede itibarsızlaştırılmalıdır ve gerçek anlatılmaya çalışılmalıdır ki yabancı insanlar özellikle haklı mücadelelerden yana tavır koymuş ünlüler bir daha oyuna getirilmesin. 71 YENİ ANAYASA VE DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ Çiçek’in Komisyonun süresinin uzatılması talebine bütün partilerin destek vermesi ve Erdoğan’ın uzlaşılmış 48 maddenin derhal TBMM’den geçirilmesi teklifi Taksim’deki yeni darbe, gayrinizami harp veya siyasi mühendisliği olarak tanımlanabilecek sokak hareketine demokratik siyasetin cevabı olabilir. Erdoğan’ın anayasa çıkışı, sadece söylem düzeyinde bir rest olarak kalmamalı, muhalefetle ve STK’larla görüşmelerle bir politikaya dönüştürülmelidir. Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörü iÇ POLiTiKA G ezi Parkında başlayan olaylar başlama gerekçesinin ve ölçeğinin ötesinde iki hafta süreyle devam eden hükümet karşıtı bir sokak kampanyasına yol açtı. Sokaktan, meydandan başlayan Yeniçeri isyanlarından 27 Mayıs’a kadar tertiplerin aldığı mahiyeti bilen kolektif şuur altı olaylardan derin bir endişe duydu. Olayların 11 yıllık AK Parti’nin başarısının zirve yaptığı ve ABD’de Başbakan Erdoğan’ın gördüğü itibarı ve ana muhalefetin Avrupa Birliğinde bozgun yaşadığı Mayıs 2013 tarihini takip etmesi kayda değerdir. Olayların sadece gerekçelerine yoğunlaşmak, siyasi talep ve amaçları dikkate almamak büyük bir hata olacaktır. Türkiye demokrasisine yönelik tertipli bir siyasi sokak hareketine karşı, polisiye tedbirlerin ötesinde siyasi cevaplar verilmelidir. AK Parti’nin TSK İç Hizmet Kanunun 35. madde değişikliği, demokrasi paketi hazırlıkları ve Başbakan Erdoğan’ın Yeni Anayasa çalışmalarına yönelik icap ederse anlaştığımız 48 maddeyi değiştirelim şeklindeki çıkışı bu siyasi cevap cümlesinden sayılabilir. Temmuz sonu itibarıyla Komisyonun anlaştığı madde sayısı 56’ya çıkmış durumda ve Komisyonun AK Partili üyesi Ahmet İyimaya’nın verdiği bilgiye göre bu sayının hızla artması bekleniyor. Demokratikleşme Paketinin hazırlıkları da devam ediyor. Olaylar başlangıçtaki polisin kimi hatalarını çok aşan ve giderek AK Parti iktidarına karşı yeni tür gayrinizami bir harp karakteri kazanmaya başladı. Bu yazıda olayların başlangıcındaki hayat tarzı ve kimlik kaygısıyla başlayan “negatif özgürlük ve hak talepleri” ele alınmayacaktır. Olayın bu yönü kamuoyunda ve AK Parti ‘de anlaşılmaya başlanmıştır. Gezi Parkından Taksim Meydanı’na çıkan hareket, negatif özgürlük talebinde bulunan gençlere polisin ilk kullandığı orantısız gücün ardına sığınarak bunu bir “kalkan”a dönüştürmeyi başardı. Ardından Başbakan Erdoğan’ın diktatör olduğu iddiasıyla önce Erdoğan’ın sonra da AK Parti hükümetinin başını almak isteyen, Anakara’da Başbakanlık binasını, Başbakanın evini ve İstanbul’da Dolmabahçe’deki Başbakanlık ofisini ele geçirmeye yönelik bir siyasi şiddet hareketine dönüştü. Böylece Taksim’deki ve diğer yerlerde sokaktaki kitleler bir tür “kılıç”a veya silaha dönüştü. Bu yeni gayrinizami harbin, her gayrinizami harp gibi konvansiyonel güçleri ve kurumları zorlayacağı açıktı(r). Nitekim bu zorluklar, hatalar, eksiklikler, intikal güçlüğü, şaşkınlık, aşırı reaksiyonlar verme şeklinde görüldü. Ancak bu zorlanma, kısa sürede aşılmaya başlandı. Bu gayrinizami harbin esası içeride güvenlik kuvvetleriyle halkın bir kesimi arasında duygusal bir kopuş yaratmak ve dışarıda büyük propagandalarla hükümeti ve güvenlik kuvvetlerini 73 hareket edemez hale getirmekti Bu vasatta AK Parti’nin artık Türkiye’yi yönetecek güç olmadığı propagandasıyla müzakere sürecini bozmak ve olayları Alevi- Sünni, KürtTürk çatışmasına dönüştürerek diktatörlük ve yolsuzluk kampanyasıyla 2014 mahalli idareler seçimlerinden başlamak üzere AK Parti’yi sandıkta yenmekti. Bu bakımdan şu an itibarıyla eylemlerin yavaşlaması bu stratejinin sona erdiği anlamına gelmiyor. AK Parti ve meşru siyaseti savunanlar, bu gayrinizami harbe polisiye tedbirler ve stratejinin teşhiri amaçlı psikolojik har- bin ötesinde siyasi bir karşılık vermelidir. Çünkü gayrinizami harbi yürütenler Türkiye’de demokratik sistemin, siyasi partilerin ve hukuk devletinin işlemediğini göstermek peşindeler. Bu siyasi karşılık, her kesime yönelik kucaklayıcı demokratikleşme paketlerinin hazırlanmasıdır. Demokrasi paketleri Gezi olaylarındaki negatif özgürlüklerle beraber, başörtülüler, Sünni dindarlar, Aleviler, gayrimüslimler ve Kürtler gibi her kesime yönelik olmalıdır. Ordunun demokratik denetimi, adem-i merkeziyetçilik, düşünce hürriyeti alanlarında da özgürlük- Demokrasi paketleri Gezi olaylarındaki negatif özgürlüklerle beraber, başörtülüler, Sünni dindarlar, Aleviler, gayrimüslimler ve Kürtler gibi her kesime yönelik olmalıdır. 74 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 ler genişletilmelidir. Bu demokrasi ittifakının yenilenmesi ve takviye etmesi anlamına gelecektir. Bu bakımdan AK Parti’nin bu paketleri yalnız değil, TBMM’deki partiler ve STK’larla beraber hazırlaması hayati ehemmiyettedir. sokak hareketine demokratik siyasetin cevabı olabilir. Başbakan Erdoğan’ın anayasa çıkışı, sadece söylem düzeyinde bir rest olarak kalmamalı, muhalefetle ve STK’larla görüşmelerle bir politikaya dönüştürülmelidir. Eğer bu çıkış polemiklere kurban edilmezse, reformları yapmadığı ve otoriterleştiği iddiasıyla eleştirilen AK Parti’ye tansiyonu düşürmek ve reformların devam ettiği mesajını vermek, CHP tabanına yönelik yeni parti veya CHP’nin bölünme tehlikesinin savuşturulmasına, sokak hareketlerine kesin bir mesafe koyarak meşru siyaseti tercih eden MHP’nin Başbakan Erdoğan’ın anayasa çıkışı, sadece söylem düzeyinde bir rest olarak kalmamalı, muhalefetle ve STK’larla görüşmelerle bir politikaya dönüştürülmelidir. AK Parti’nin Yeni Anayasa’nın yanında kanuni ve idari demokrasi paketleriyle demokratik koalisyonu yenilemesi elzemdir. sıkıştığı alandan çıkmasına, müzakere süreci ve Taksim olaylarındaki tavrıyla meşru ve siyasi bir partiye dönüşmeye başlayan BDP’yi demokratikleşmeyi boykottan “yetmez ama evet” noktasına getirerek TBMM’nin meşru siyaseti savunan bütün kesimlerin kazandığı bir siyasi hamle haline gelebilir. CHP ve MHP’nin Başbakan Erdoğan’ın teklifini kabul etmemesi ve buna karşı AK Parti’nin tutuklu milletvekillerinin bu 48 maddelik değişiklikle serbest kalabileceğini hatırlatması bu hamlenin siyasi bir politikaya dönüştüğünü gösteriyor. AK Parti’nin Yeni Anayasa’nın yanında kanuni ve idari demokrasi paketleriyle demokratik koalisyonu yenilemesi elzemdir. TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmaları bu bakımdan kıymet arz etmektedir. Komisyon performansı her ne olursa olsun 48 maddelik dört siyasi partinin uzlaştığı bir paketi ortaya çıkarmıştır. TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in Komisyonun süresinin uzatılması talebine bütün partilerin destek vermesi ve Başbakan Erdoğan’ın uzlaşılmış 48 maddenin derhal TBMM’den geçirilmesi teklifi Taksim’deki yeni darbe, gayrinizami harp veya siyasi mühendisliği olarak tanımlanabilecek 75 RÖPORTAJ TARKAN ZENGİN: GEZİ PARKI EYLEMLERİNDE SENDİKALARIN TUTUMLARI VE ROLLERİ Röportaj: M. Fatih SEZGİN Gezi eylemleri toplumda siyaset, muhalefet, gençlik ve sosyal medya ve benzeri birçok açılarından değerlendirildi. Siz eylemleri sendikal hareketler üzerinden değerlendirdiğinizde ortaya neler çıkıyor? Gezi parkı eylemlerini anlamaya yönelik her çaba önemlidir. Ülkemizin demokratik standartlarının yükselmesi amacıyla yapılan barışcıl her türlü eylemden alınacak önemli dersler vardır. Fikir, örgütlenme ve ifade özgürlüğünün temel insan haklarından olduğunu unutmamalıyız. Ancak tabloyu doğru okumak için ortaya çıkan çelişkileri de görmezden gelemeyiz. Gezi eylemlerinde sendikaların çelişkili tutumlarının yanı sıra gerginlikleri artıran rollerini de görmeliyiz. Olayların başladığı günden bugüne kimi zaman gerginliği artıran kimi zaman azalan gerginliği yeniden ateşleyen sendikalar var. Alanlarda olan DİSK ve KESK, kendinden birkaç kat fazla üyeye sahip olan Konfederasyonlara kendileri gibi düşünmedikleri için “yandaş”, “Hükümet yalakası”, “efendilerinin sesi” gibi hakeret dolu ifadeler kullanıyor. Başka sendikaları aşağılayanlar ve onları yok sayanların, demokrasi talepleri hiç de samimi görünmüyor. Gezi eylemlerinde sendikaların en bariz çelişkileri nelerdir? Başka sendikaların varlığını kabul etmeyenlerin demokrasi talepleri, şiddetten şikayet eden sendikaların gençlerin şiddet söylemlerine karşı durmamaları, hayat tarzlarının tehdit altında olduğunu söyleyenlerin sözkonusu başörtüsü olunca başkalarının hayat tarzlarına saygı duymamaları, emek sınıfından olduğunu iddia edenlerin kapitalizme ve emperyalizme hizmet etmeleri, proleterya ile yapamadıkları devrimi burjuvazi ile birlikte yapmaya çalışmaları geziye destek veren sendikaların içinde bulundukları çelişkilerdir. Bu çelişkileri anlatmak oynanan oyunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Uluslararası aktörlerin de içinde olduğu yeni bir 28 Şubat oluşturma planları bütün boyutlarıyla deşifre edilmelidir. Gezi eylemlerinde ortaya çıkan sendikaların geçmişlerinde demokrasi ilişkileri nasıl? olmayan mücadele yöntemlerine başvuruyorlar. Ne yazık ki yaşanan sorunun tüm tarafları şiddetin diline esir oldular. Polisin ilk gün kullandığı şiddeti protesto eden eylemciler daha büyük bir şiddetin uygulayıcısı oldular. Barışçıl olduğu söylenen bu eylemlerde ülkenin Başbakanına aleni küfür ve hakaretler edildi, kamuya ve şahıslara ait araçlar ateşe verildi, otobüs durakları yakıldı, binalar yağmalandı, duvar yazılarıyla çevre tahrip edildi. Medya sayesinde vandallık ve şiddet, duyarlı gösteriler olarak sunuldu. Bir televizyon, Taksim’de eylemcilerin yaktığı belediye otobüsünün içinde çektikleri şirin görüntüleri vererek, eylemcilerin ne kadar espri yeteneğine sahip olduklarına ilişkin PR çalışmasına imza attı. Ancak otobüsü yakan ve tahrip eden eylemciler olduğundan hiç bahsetmedi. Ülkemizde Sendika-Darbe İlişkileri Gezi eylemlerinde nasıl bir koalisyon vardı ve bunların sendikalarla ilişkileri nelerdi? Bu topraklar defalarca “kadrolu eylemcilerle” yapılan “operasyonlara” şahitlik etti. Bu operasyonlarda sendikalar darbelere zemin hazırlayan ve meşrulaştıran bir rol oynadılar. Psikolojik harp yöntemleriyle halkın oylarıyla gelmiş siyasetçiler alaşağı edildi, kimisi asıldı, kimisi ise hapse atıldı. Önemli bir çelişki, özgürlük ve demokrasi vaatleriyle alanlara inenler, demokratik Başta halk hareketi olarak sunulan eylemler bir anda halk iradesine inanmayan her türlü sol fraksiyonların, darbecilerin, ulusalcıların ve nasyonal sosyalistlerin hareketine dönüştü. Durumdan vazife çıkaran sendikaları unutmamalıyız. Demokrasi maskesi takan kimi sendikalar gardroplarında beklettikleri apoletli kıyafetlerini giyerek alanlara indiler. DİSK, 28 Şubat’ta darbecilere 77 destek vererek tarihinde açtığı kara lekeden ders almamış gibi görünüyor. KESK zaten başka türlü davranamazdı. Ancak önemli bir çelişki de bu iki konfederasyonun sınıf sendikacılığı yaptığı iddiasında bulunmalarıdır. Zira DİSK nasıl ki 28 Şubat darbesinde sermayeyle birlikte hareket ederek dönemin Hükümetini yıktılarsa, bugün de sınıf sendikacılığı yaptıklarını iddia edenlerin, faiz lobileri ve sermayeyle kol kola eylemlere destek verdiklerini görüyoruz. Ortada bir sorun var. Bu sendikalar aralarında büyük mücadele olduğunu söyledikleri sermayeyle, darbeye zemin hazırlanan her dönem bir araya gelerek ortak hareket ediyorlar. Demokrasi, özgürlükler ve hayat tarzlarına müdahale ihtimaline karşı alanlara çıktığını söyleyen bu sendikalar, Hükümetin kamuda başörtülü çalışanlara özgürlük getirme ihtimaline karşı da alanlarda olması büyük çelişki. Bir taraftan hayat tarzına mü- 78 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 dahale ihtimaline karşı alanlara çıkmak, öte tarafta kamuda çalışan başörtülü kadınların hayat tarzlarına doğrudan müdahale etmeyi savunmak, ne yaman çelişki. Sendikacılık ilkeler üzerinden hareket etmeyi gerektirir. Bir sendika demokrasi ve özgürlükleri savunuyorsa darbeyi kimin yaptığına ve kime yapıldığına bakmadan karşı durmalıdır. Tertiplerin bir parçası olarak, Ak Parti’ye karşı yürütülen kara kampanyalarda görev almak ve darbeye zemin oluşturacak faaliyetlerde bulunmak, demokratlık iddiasını yerle bir eder. Eylemlere destek veren sendikalar ve meslek odaları nasıl bir zihniyeti temsil ediyorlar? “Herşeye Karşı Olan Çarşı”nın Sendikalardaki Temsilcileri Bazı sendikalar ve meslek odaları kendileri gibi düşünmeyen siyasetçiler ne zaman sandıktan çıksa, o partiye ve liderine bitmeyen bir kinle saldırırlar. Yapılan her işi kötü, atılan her hayırlı adımı şer olarak gösterirler. Rahmetli Menderes bu zihniyeti şöyle anlatıyor: “Esasen öteden beri milletçe kalkınmamızın düşmanı kesilmediler mi? Şimdiye kadar memleketin muvaffakiyetlerinden birisini dahi kale alıp bahsettiler mi? Türk milletinin zeka ve gayretinin mahsulü olan bin bir eserden birisine dahi başlarını çevirip baktılar mı? Milletin olan her güzel şeyden, birisini dahi benimsemek faziletini gösterdiler mi? Hayır. Aksine olarak her muvaffakiyeti bir felaket, her güzel ve muhteşem eseri bir zarar diye göstermek için seneler ve senelerdir nasıl çırpındıklarını milletçe bilmiyor muyuz?”. Bugün Taksim Darbe Platformuna dönüşmüş olan yapı içerisindeki sendikalar ve meslek odalarının tavır ve tutumlarının iktidara bakışı bundan farklı mı? Söz konusu Menderes, Özal, Erbakan ve Erdoğan olunca bu zihniyet ortaya çıkıyor ve darbeleri savunmaya başlıyorlar. Toplumda nasıl bir karşılıkları olduklarına bakmadan üstenci bir yaklaşımla hep bir ders verme ve hizaya getirme kıvamında konuşuyorlar. Darbe karşıtlıkları sağcı siyasetçiler iktidara geldikten sonra darbeciliğe evriliyor. Ülkemizde demokratik standartları yükselten tüm sağcı siyasetçiler bunlar için diktatördür. Milleti on yılda bir terbiye eden, emekçilerin haklarında geriye gidişe neden olan darbeci zihniyete sahip siyasetçiler ise bunlara göre demokrat ve çağdaşdır. Ancak artık mızrak çuvala sığmıyor, maskeler düşüyor. Tarih söylenen her sözü verilen her beyanatı kaydediyor. Nitekim gezi eylemlerinde bu sendikal zihniyet tutumları ve söylemleriyle yeniden karşımıza çıktı. Ülkemizde kimi sendikaların darbe taraftarlığının uluslararası sendikalar tarafından da desteklenmiş olması, operasyonun uluslararası boyutuna işaret etmektedir. XYZ gençliğinin isyan hareketi, talep yönetimi diye topluma sunulan gençler hakkında ne düşünüyorsunuz? Eylemlerdeki gençlerin sendikalarla bir bağı var mı? Yeni Gençlik Dedikleri Aslında Daha Önce de Vardı Eylemlerde yer alan tüm gençlerin siyasal hiçbir faaliyete katılmadıklarını söylemek bilinçli bir saptırma. Elbette eylemde yer alan ancak azınlık olduğunu düşündüğüm hiçbir siyasi faaliyete katılmamış gençler vardır. Ancak ülkemizde 2010’da üniversite öğrencilerinin yoğun eylemlerine tanık olmuştuk. O dönemde protesto gösterilerinde bulunan sol öğrenci gruplarını bu eylemlerde de gördük. Sol öğrenci gruplarının o dönemde kullandıkları şiddet dilini Gezi Parkı eylemlerinde de görüyoruz. Grupların bildirileri, yayınları ve internet siteleri kin,nefret ve hakaretler içeriyor. 2010’da bu gençlik gruplarının jargonlarına hakim olan baskıcı, dayatmacı ve otoriter dil, yumurta atma, insanları konuşturmama ve sopalarla şiddet uygulama biçiminde davranışlarına yansıyan şiddet, Gezi parkı eylemlerinde farklı biçimde karşımıza çıkıyor. Özgürlükçü bu gençler “başörtülüleri üniversitelerde istemiyoruz” diyorlar. Farklı grupların ortak tek ortak noktası AK Parti karşıtlığı. Dolayısıyla bugün bize siyasetten uzak bir nesil diye sunulanların, ezici çoğunluğunun üniversitelerde yıllardır karşıtlıklar üzerinden siyaset yaptıklarını biliyoruz. Hatta 2010’da kullandıkları sloganlar ile bugün kullandıkları sloganlar neredeyse aynı: “AKP’ye meydan okumaya 6 Kasım’da Ankara’ya”, “Üniversiteler bizimdir, AKP Defol”, “AKP’yi Yeneceğiz”, “AKP Yıkılacak”. Eylemlerdeki gençlerin sendikalarla bir bağı var mı? 2010’daki öğrenci eylemleriyle Gezi Parkı eylemlerinin bir başka ortak noktası ise öğrencilerin sendikalarla ilişkileri. Öğrenci grupları faydalı linkler olarak KESK, EğitimSen, Halkevleri, İşçi Partisi ve DİSK gibi örgütleri gösteriyor. 2010’da Dolmabahçe’de rektörlerle görüşmeyi protesto eden öğrenciler arasında Genç-Sen flamaları vardı, Gezi parkı eylemleri organize edenler arasında yine aynı gruba rastlıyoruz. Genç-Sen öğrencilere DİSK tarafından kurdurulmuş ve DİSK ile aynı çatı altında faaliyet gösteriyorlar. Gezi eylemleri halka sürekli kendiliğinden oluşan sivil bir hareket ve yeni gençliğin tepkisi olarak ambalajlandı. Ancak gençlik örgütlenmeleri de dahil olmak üzere kurumsal ve kamusal destekli eylem olduğu bilerek gözden kaçırılmaya çalışıldı. Zira Taksim Platformu adına Başbakan vekili Bülent Arınç’la görüşenler içinde DİSK, KESK. TTB, TMMOB’un olması eylemlerin kendiliğinden oluşan bir hareket olmadığının en önemli delilidir. Ayrıca bu kurumların son yıllarda üniversite gençleri üzerinde çalışmalar yaptığı ise bilenen bir gerçektir. Kurumsal bağları olan gençler öne sürülmüştür. Gençlik hareketi olarak sunulan eylemler görüşme sırasında ortaya çıkan aktörler nedeniyle deşifre olmuştur. 79 Bu bakımdan eylemlere katılanların tamamını siyasete hiç bulaşmamış yeni nesil gençlik olarak sunmak tam bir psikolojik harp taktiğidir. Ayrıca gezi gençlerinin özgürlük düşkünü olduğu sıkça söyleniyor. Mesele gezi eylemleri, okullara alınmayan, çalışma hayatında yer bulamayan ve toplumsal dışlanmaya maruz kalan başörtülüler öncülüğünde başlamış olsaydı. Sonra bu eylem toplumsal destekle kamu mallarına ve araçlarına zarar veren bir eyleme dönüşseydi, bugün gezideki gençlere güzellemeler yapanlar acaba ne derdi? Böyle bir tablo ortaya çıksaydı bugün o gençleri ve eylemcileri yere göğe sığdıramayanlar, “dinci bir kalkışma” yapılıyor diyerek ortalığı ayağa kaldırırdı. Yaşam tarzları tehdit altında olan bir kesim var. 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan deneyimlerinde yaşam tarzlarına dönük saldırılar var. Bu antidemokratik süreçlerde gezici sendikaların tavırları nasıldı? Başörtülü Çalışanlara Ayrımcılığı Savunan “Hayat Tarzı” Sendikacıları Bugün yaşam tarzlarının tehdit altında olduğunu söyleyen KESK, birkaç ay önce MemurSen’in başlattığı kamuda başörtülü çalışma yasağının kaldırılmasına yönelik imza 80 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 kampanyası için 28 Şubat’ın ruhunun yeniden geri döndüğünü çağrıştıran bir basın açıklaması yaptı. 28 Şubat’ı desteklemediklerini söyleyen KESK, bu açıklamasıyla neredeyse 28 Şubat’a rahmet okutacak ifadeler kullandı. hit olmadık. Başörtülü olduğu için işyerlerine alınmayan kadınların psikolojisini anlamak için çaba göstermeyenlerin, kadınlara karşı ayrımcılığın sürmesini savunanların sosyoloji ve psikolojiye atıf yapmaları samimiyet değil. Onlara göre başörtülü çalışma talebi “Gericiliğin meşrulaştırılması” imiş. Basın açıklamasında 28 Şubat’ın karargahlarından çıkmış intibaı veren şu ifadeler var: “KESK, kamu hizmeti veren emekçilerin herhangi bir dinsel simge (türban, sarık, takke, haç vb) kullanarak kamu kurumlarında çalışmasına karşı durmaya devam edecektir” dedikten sonra “eşitlikçi ve özgürlükçü bir zeminde gerçek bir laikliği savunmak, aynı zamanda toplumda gelişen muhafazakârlık ve gericiliğe karşı mücadelenin ilerici adımları olacaktır” diye fetva vermektedir. Aynı zihniyet üniversitelerde okuyan öğrencilere başörtüsü özgürlüğü getiren yasa çalışmasını da meclis önünde protesto etmişti. Özgürlükçü olduklarını ve hayat tarzlarına müdahale edilmesine karşı durduklarını iddia eden bu yapıların, başkalarının hayat tarzına karşı müdahale etme hakkını kendilerinde görmeleri anlaşılır gibi değil. DİSK genel sekreterinin gezi eylemlerini “sosyolojik olay” nitelerken, ayrımcılığa tabi tutulan başörtülü çalışan kadınları sosyoloji bilimi açısından anlamaya çalışma gayretlerine şa- Eylemlere destek veren sendikaların sermayeyle ilişkileri nasıl? Anlattıklarınızdan gezi olaylarının profesyonelce hazırlanmış ve sahneye konmuş, uluslar arası ayaklarının da olduğu anlaşılıyor. Doğru mu? Sermayeyle El Ele Veren Sınıf Sendikacıları Gezi Parkı Olayları 1 Mayıs’ta Planlanmıştı Gezi parkı eylemlerinde kendilerini emekçi olarak tanımlayan DİSK ve KESK, emperyalizmin ve kapitalizmin değirmenine su taşıdıklarının farkında değiller mi? Yıkmaya çalıştıkları Ak Parti ve Başbakan’a en fazla saldıran sınıfın sermaye olduğunun hala farkında değiller mi? Olayların başından beri, Ak Parti ve Başbakanı yıpratmak için operasyonel haberlere imza atan “The Economist” ile hangi sınıf birliğinde buluşuyorlar? Bu derginin son sayısında Türkiye ekonomisinin yapısal zayıf yönlerinin aşırı düzenlenmiş işgücü piyasaları ve asgari ücret demesine karşı tek açıklama yapamadılar. Asgari ücreti fazla gören Çalışma Bakanına demediğini bırakmayan bu kurumlar, eylem birliği yaptığı emperyalizmin savunucusu The Economist’e karşı bir çift laf edememiştir. Esnek çalışma getiriyor diye Hükümete demediğini bırakmayan bu sendikalar, derginin esnek çalışma getirilsin önerisini nasıl Marjinal sol örgütlerin 1 Mayıs 2013 çağrılarında kullandıkları dil “savaş dili”ydi. Bildirilere yansıyan bazı cümleler: “AKP’ye karşı üniversiteliler isyanda, 1 Mayıs’ta alanlarda”, “AKP’YE gününü göstereceğiz”, “Komünistler, sendika militanlarının yetişmesi için var güçleriyle işçi yataklarında, fabrika ve işliklerde uzun erimli bir savaşımın içinde, görevlerinin başındadır”, “Liseliler Alanlarda Savaşmaya Hazır”. Bu dil 1 Mayıs’ta yaşanan görüntülerin nedenini de ortaya koymaktadır. Marjinal sol örgütlerin amacı emekçilerin haklarını dile getirmek ve sorunlarına çözüm bulmak değil, emekçileri ideolojik amaçlarına alet etmektir. Ölen tersane işçileri, madenlerde can verenler, hala cenazesine ulaşılamayan enerji işçileri, kamu çalışanlarının sorunları, sefalet ücretiyle çalışmak zorunda kalan işçiler bunların bildirilerinde de gündeminde de yoktur. içine sindirebiliyorlar? Yoksa Ak Parti düşmanlığı ve gecikmiş devrimcilik duygularını tatmin etme her türlü işbirliğini gerektiriyor mu? Bu yıl Taksim inadının bir nedeni de uluslararası sendikal alanda Ak Parti’yi zor durumda bırakmaktı. Zira son yıllarda DİSK ve KESK yöneticileri sürekli olarak terör örgütü iddiasıyla tutuklanan sendikacıların, sendikal faaliyetler nedeniyle tutuklandıklarını ve Ak Parti’nin tüm muhalif kesimlerin sesini kesmek için sendikalara operasyon yaptıklarını söylüyorlardı. Bu yıl ITUC Genel Sekreterini bu iddialarını destekleyecek olaylara şahit olması için davet ettiler. 1 Mayıs için ülkemize gelen genel sekreterin biber gazı yemesi ya da çıkan bir arbede sonucu gözaltına alınacak olması tam da “dikta ve faşizm” iddialarını güçlendirecek bir sonuç getirecekti. Bu plan hayata geçirilemedi. Ancak bu konfederasyonlar amaçlarına ulaştılar. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) Genel Sekreteri Sharan Burrow, 1 Mayıs sonrası ülkemizden ayrılırken onların istediği açıklamaları yaparak şunları söylemişti: “Taksim Meydanı’nın kapatılması “demokrasinin hakiki olmadığı”nı göstermiştir”, “Türk hükümeti dünyanın gözünde ayıplandı”, “demokrasi tehdit altındadır”, “2015’te G20 liderliğini devralması beklenen bir ülkeden böyle bir davranış beklenemez” demiştir. İşçilerin dışında alanları dolduran marjinal sol örgütlerin savaş bildirilerini incelemeyen, sapanlarla, taşlarla, molotoflarla ve demir bilyelerle sivil halka ve polise saldıranları görmeyen bu hanımefendi Türkiye’nin gelişmesinden rahatsız olan emperyalist ülkelerin sözcüsü gibi konuşuyor. Bu genel sekreter Türkiye’nin G20 Liderliğini yapmasından neden rahatsızlık duyar? Aynı kadın Gezi Parkı eylemleri nedeniyle kendilerine gönderilen mektuplardan sonra 20-21 Haziran’ı, Başbakanı ve Hükümeti protesto etme günü olarak ilan etti. Kamuoyuna yansıyan açıklamalarınız ve bazı makalelerinizde uluslar arası sendikal alanda Türkiye’ye 81 ve Ak Partiye karşı bir kampanya yürütüldüğünü söylüyorsunuz. Gezi eylemlerine uluslar arası sendikal destekler nasıl geldi? Bu örgütler hangi bilgileri esas alıyor? DİSK ve KESK’in Yalanlarla Dolu Şikayet Mektupları DİSK ve KESK yurtdışına ülkemizi sürekli kötü göstermeye bu süreçte de devam ettiler. Yalan bilgilerle ve iftiralarla ülkemizi üçüncü dünya ülkesi gibi gösteren resimler kullandılar. Ülkemize yönelik operasyonun bir parçası olan uluslararası sendikal örgütler gelen bilgileri hiç araştırmadan anında tüm dünya sendikalarını iki gün boyunca (20-21 Haziran) eyleme davet etti. Ama çok çabalamalarına rağmen Başbakana karşı eylem kararını takan olmadı. Ancak ülkemizin imaj kaybına uğraması hedeflerine maalesef ulaştılar. Ergenekon ve KCK soruşturmalarından sonra, bu sendikalar yurt dışında sürekli olarak Başbakanı diktatör, Hükümeti 82 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 otoriter ve emek düşmanı olarak kayıtlara geçirdiler. Faşist baskılar, diktatör, dikta rejimi, muhalifler tutuklanıyor sözü birkaç yıldır zaten söyleniyordu. Bu ifadelerin bugün kullanılması operasyonun bugün değil yıllar önce başladığını göstermektedir. Son iki yıldır uluslararası sendikalara ülkemiz demokratik durumunu ve Hükümeti olumsuz gösteren onlarca rapor gönderildi ve bizzat yurt dışında sendikalar ziyaret edilerek kara bir kampanya yürütüldü. Gezi eylemlerine uluslar arası sendikal destekler nasıl geldi? Bu örgütlere kimler nasıl bilgiler gönderdi? KESK’in 3 Haziran’da EPSU’ya gönderdiği mektuptaki ifadeler yalan ve iftira dolu. Bu mektuptan bazı ifadeler şöyle: “Gezi Parkı’ndaki yıkıma karşı çıkmaya başlayan barışçıl protestoculara karşı devlet terörü başlatılmıştır. Devletin bu barışçıl Gezi protestocularına verdiği terörist cevap insanların hayat güvenliklerini ciddi biçimde tehdit ederek devam etmektedir.” İsrail’e devlet terörü uyguluyorsun diyen Başbakana sanki İsrail adına cevap veriliyor. Bir başka paragrafta bu kadar da olmaz denecek şu ifadeler yer alıyor: “Polis saldırıları sonucu yüzlerce sivil zarar görmüş, çoğu ciddi şekilde yaralanmıştır. Binlerce insan gözaltına alınmıştır. Şehirlerdeki bütün ana bölgeler polis kuşatması altına alınmış ve gece düzen- lenen polis baskını şeklinde avlanmalar başlatılmıştır. Bu polis baskınlarının hedefi bütün devlet karşıtı olanlardır.” Yukarıdaki ifadelerin 3 Haziran’da yazıldığını düşündüğümüzde, polis avını, şehir kuşatmasını, binlerce insanın gözaltına alınmasını bu sendikaların öngörüleri mi yoksa operasyonun bir parçası mı oldukları olarak anlamalıyız. Mektubu “demokrasinin ve emeğin bütün güçlerini dayanışma içinde olmaya ve mütecaviz ve diktatör devlete karşı mücadeleye davet ediyoruz” diye bitiriyorlar. PKK’nın devletimiz için kullandığı diktatör ifadesini kullanmaları dikkat çekici. DİSK ise gönderdiği mektupta benzer ifadelerin yanı sıra Başbakanın topçu kışlasını yapma amacının Cumhuriyetin sembollerini yıkıp yerine Osmanlı ve İslam sembollerini koymak olduğu yalanını yazdı. Aynı mektupta Başbakan Erdoğan’ın otokratik yönetimine karşı eylem yaptıklarını, Polisin sert Müdahalesi nedeniyle 5 kişinin öldüğünü ve yaklaşık 7.500 kişinin yaralandığını söylediler. Mahcup olma duygusu insandan alınınca her türlü tahribatı ve yalanı söylemeye müsait olur. Barışçıl olduğu söylenen eylemlerde yapılan barbarlığı ve vandallığı nereye koyacağız. Başbakan’a barışçıl eylemcilerin tempo tutarak ettiği küfürleri nereye koyacağız. Eylemlerde 45 ambulans, 90 belediye otobüsü, 214 özel araç ve 240 polis aracının tah- rip edilmesi, 58 kamu binası ve 337 işyeri zarar görmesi, 600 polisin yaralanması ise gözlerden kaçırılıyor. Uluslararası sendikalar ile bizde ki gezici sendikalar Mısır olayına nasıl tepki verdiler? Mısır’da yaşanan darbe, gezi eylemlerinin uluslar arası bir darbe operasyonu olduğunu gösteren iki delili var. Birincisi gezi eylemlerinde özgürlükçü olan sendikalarımız, Mısır’da yaşanan darbeyi desteleyen açıklamalar yaparak “Mursi’ye Mısır’ın “yeni firavun”u dediler. Bence utanç verici bir açıklamaydı. İkincisi ise bize demokrasi ayarı vermeye çalışan uluslararası sendikalar Mısır Darbesine destek vererek, Mursi’yi suçlu gösterdiler. Uluslar arası sendikal örgütler ile bizde gezici sendikaların Ak Partiye ve Başbakana olan kinlerinin Mısır’daki hedefinin Mursi olması ve askeri darbeyi savunacak duruma düşmeleri bana hiç de tesadüf görünmüyor. Dünyada yükselen İslamofobyanın sendikacılıkta da bir karşılığı olduğunu maalesef görüyoruz. Eylemler bu kadar uluslararası aktörün içinde olmasına rağmen neden tutmadı? Türkiye’nin eski Türkiye olmamasının nasıl bir etkisi olmuştur? Sonuç Gezi parkı eylemlerinden devrim bekleyenler ütopyalarını başka bahara saklamalılar. Zira eyleme katılanların tüketim kalıpları, sosyal durumları ve yaşayış biçimlerine bakıldığında burjuva olduklarını söyleyebiliriz. Daha sonra bunlara sol fraksiyonların neredeyse tamamı katıldı. Şiddeti mücadele yöntemi olarak benimseyen gruplar iktidarı gayri meşru yollarla ele geçirme vehmine kapıldılar. Bunların tek ortak özelliği Başbakana düşman olmalarıdır. Burjuvalarla proleterya devrimi bekleyenler yanıldıklarını anlayacaklar. Ancak eylemlerin tansiyonu düşse de devam ettirilecektir. Gezi Parkı eylemleri başka eylemlerin provasıydı. Buradan aldıkları motivasyonla başka taktiklerle Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrasına kadar provakasyonlar sürecektir. Yeni dönem darbeleri, sivil toplum eliyle hazırlanıyor ve meşrulaştırılıyor. Ülkemizde 28 Şubat’ta silahlı kuvvetler üzerine düşeni yaptı artık iş silahsız kuvvetlerdedir denilerek, sivil toplum örgütleri eliyle bir darbe yapılmıştı. Gezi eylemlerinde darbelere daha önce de destek veren sendika ve meslek odalarını görüyoruz. Önümüzdeki günlerde özellikle darbe tecrübesi olan bazı sendikaların ve meslek odalarının ülke çapında yeni eylemler planlama ihtimallerini gözden kaçırmamak gerekir. 28 Şubat’ta Türk-İş, DİSK, TESK, TİSK ve TOBB beraberce anti-demokratik sürecin zeminini hazırlamış ve yapılan darbeyi meşrulaştırma çalışmaları yürütmüşlerdi. O dönemin örgütlerinden sadece DİSK kalmış ve yanına KESK, TTB ve TMMOB’u alarak gezi eylemlerine destek vermektedir. Önümüzdeki süreçte ülkemizin temsil açısından önemli kuruluşlarından sayılan Türk-İş, TESK, TİSK ve TOBB’un desteğini almaya çalışacaklardır. Ancak bu kurumların mevcut yönetimlerinin sağduyulu olması ve oyunun farkında olmaları ülkemiz açısından umut vericidir. Gezi sürecinde demokrat sivil toplum kuruluşları daha fazla inisiyatif almalı ve Geziyi doğru bilgilerle ülke içinde ve uluslararası alanda ilişkide olduğu tüm kesimlerle paylaşmalıdır. Geziye destek veren sendikaların önümüzdeki günlerde daha fazla eylemlilik içine girecekleri tahmin edilmektedir. Darbe yanlısı örgütlerin yaz boyunca gençlik çalışmaları yaptıkları ve eylül ayıyla birlikte gençleri yeniden alana sürmeleri mümkündür. Uluslararası alanda önemli çalışmalar yapılmalıdır. Bu süreçte ülkemiz aleyhine yürütülen kara kampanya uluslararası sendikal alanda maalesef imajımıza zarar verdi. Uluslararası sendikaların doğru bilgilendirilmesi için hazırlanan raporlar muhataplarına ulaştırılmalıdır. Ayrıca vandalların şiddet görüntüleriyle ilgili görsel materyaller hazırlanmalı, yurt içinde ve dışında seri konferanslarla oynanan oyun bütün boyutlarıyla deşifre edilmelidir. Tüm bunlar vakit kaybetmeden yapılmalıdır. 83 RÖPORTAJ Doç. Dr. ERDİNÇ YAZICI: YENİ SÜRECİ SAĞLIKLI BİR BİÇİMDE YÖNETEREK TÜRKİYE’Yİ ÖNÜMÜZDEKİ ON YILIN İSTİKRAR HALKASINA BAĞLAMAK VE VARMAK İSTEDİĞİMİZ YERE EMİN ADIMLARLA YÜRÜMEK GEREKİYOR Röportaj: M. Fatih SEZGİN Gezi Eylemlerini yeni bir muhalefet biçiminin yükselişi olarak değerlendirebilir misiniz? Bu eylemlerin Uluslararası boyutu nedir? Gezi Parkı eylemlerini evet gereğinden fazla abartmamak gerekiyor ancak sonuçları itibariyle yeni bir dönemin başlangıcını oluşturduğu zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Tarihin bu kırılma ve yeni bir sürece evrimle anını süreç üzerinde sorumluluk üstlenmiş çevrelerin iyi anlaması gerekiyor. Aksi halde gerçekten ipin kopma ihtimali var ve bu kopuş çok farklı sonuçlar doğurabilir. İpin koparılmasına da hiç gerek yok ayrıca. Çünkü bugün Türkiye, gerek iç politikada gerekse dış politikada çok büyük mesafe alınmış durumunda. Çok parlak bir geleceğe yürünebilme fırsatı ve kapasitesi var. Türkiye bu krizi çözerek daha parlak bir geleceğe daha büyük bir Türkiye’ye ulaşabilme fırsatına donanımına sahiptir. Bu bakımdan meseleye romantik duygusal bir pencereden anti reflekslerle bakmak yerine meseleye genel karakteri itibariyle anlayarak ciddi bir kriz süreç yönetimiyle bu süreci atlatmak ve Türkiye’yi önümüzdeki on yıllık istikrar halkasına bağlayarak varmak istediğimiz yere varmak gerekiyor. Bunun içinde bu tabloyu bütün hücrelerine kadar okuyup çalışıp anlayarak bu işe başlamak gerekiyor. Gezi parkı olaylarına alışılmışın dışında, farklı bir açıdan bakacak olursak şöyle bir değerlendirme yapmak mümkündür. Toplumsal eylemler mahiyeti itibariyle bazen organik bazen sentetik bazen her ikisi de iç içe yapılar olarak karşımıza çıkabiliyor. Hele bugünün dünyasında sosyal medyanın twitter’ın, facebook’un bu kadar etkili olduğu insanların algı haritasının oluşmasında bu kadar etkili olduğu bir dünyada gayet tabiî ki provokatif, operasyonel araçlar çok daha etkililer bu süreçler üzerinde. Bu konuda fazla konuşulabilecek bir şey yok. Fakat bu tabloya bakıldığı zaman bu organik ve sentetik karakterli toplumsal hareketler bağlamında mesela ele alındığı zaman gezi olayları, her iki boyutu da içinde taşıyan çok bağlamlı, çok dinamikli, çok unsurlu bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Gezi olayları denildiği zaman ve bütün bu boyutlarıyla aslında meseleyi ele almak gerekiyor meselenin anlaşılabilmesi açısından. Bir defa Türkiye’nin politik tarihinin bence bu yakın geçmişi açısından en kritik noktalardan birisini 12 Eylül 2010 oluşturuyor. Yani Türkiye’deki vesayet düzeninin bitmesi ve bu toplumsal çevreden politik merkeze doğru kitlelerin akışının intikalini tamamladığı dönem. Bu aynı zamanda daha önce bahsedildiği gibi bunların ideolojik yapılarının bir kısmı yapısal kronik, bir kısmı konjektürel ideolojik yapılar. Ebedi bir muhalefet ideolojisi olarak kurgulanmış İslamcılığın muhafazakâr gelenekçi vesaire bir üslup üzerinden yeniden bir iktidar projesi olarak modifiye edilmesinin Türkiye tarihi açısından önemli bir hadise olduğunu, bunun 10 yılı aşan tecrübesinin de bugünkü şartlarda ciddi olarak yeniden okunması gerekiyor. Bu aynı zamanda Mısır tecrübesinin de sağlıklı bir geleceğe ulaşabilmesi açısından son derece önemli. Yani burada aslında farklı algı haritaları, bağlamları açısından meselenin ele alınarak yeniden değerlendirilmesinde fayda görülüyor. Burada tecrübeyi yeni okumalarla güçlendirerek yola devam etmek gerekli görünüyor. Bence iktidara dönük anti-demokrasi eleştirileri karşı tarafın stratejik bir aracını oluşturuyor. Öyle ki iktidarın blokunda mükemmel bir demokrasi algısı gelişmiş olsa da bu konu istismar edilecektir. Fakat özellikle bu bağlamda iktidar bloku içinde işin tanzim edilmesi, karşıdaki bu araçların kullanılmasındaki etkinliğin azaltılabilmesi hatta sınırlanabilmesi açısından büyük bir gereklilik bugünkü tablo içerisinde. Yani bize oy vermeyenlerin hatta bize düşman olanların demokratik toplumsal politik bir kültür içinde bir barış iklimi içinde bir arada yaşamamızı mümkün kılacak bir yaklaşımı derinleştirmek, bu bağlamda ikna me- 85 kanizmalarını güçlendirmek gerekiyor. Bu konu çok önemlidir. Sorun bugüne kadar, her ne kadar belli esnemelerle başarıyla taşınabilmiş olsa bile bunu yarına taşıyabilmenin önünde büyük güçlükler var. Bugün gezi parkına katılanların sosyolojisini biliyoruz, bu konu çok tartışıldı konuşuldu. Burada asıl dinamiği bu sosyal medya gençliğinin, twitter gençliğinin oluşturduğunu, orada yakıcı bir enerjinin, öfkenin ortaya çıktığını görüyoruz ve bu öfkeyi anlamak durumundayız. Bu öfkeyi anlamak yerine, onların yüzde 3’ünü 5’ini oluşturan sol ideolojik grupların şiddetine odaklanmak, vandallık fotoğraflarını krizin merkezine koyarak güvenlik ve komplo temelli- ki bu dorudur- bir bakış açısını derinleştirmek bizi ana dinamiğin sağlıklı algılanabilmesinden uzaklaştırır. Evet, politik savunma yapılmaya devam edilmelidir ancak bu durum bizi meselenin gerçek boyutlarıyla hesaplaşmaktan uzaklaştırmamalıdır. Niye kaçıyoruz? Çünkü kendine karşı sivil alandan bir muhalefet dili ve tarzına pek alışkın olmayan bir iktidar yapısı, birazda pek öngörülemeyen bir gelişmeye hazırlıksız yakalandı. Ancak kabul edelim ki bu süreç iktidar açısından da öğretici bir süreç haline dönüşmüş durumda. İlk şok atlatıldı şimdi süreç denetim altına alındı ve ol- 86 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 guyu anlama yönünde önemli adımlar atılıyor. O bakımdan ilk günler sorundan kaçış gibi algılanan durumun oldukça değiştiği söylenebilir. Şimdi yapı bir sorunu çözerek kendini sağlıklı bir geleceğe taşıma açısından bir testten geçiyor. Hangi yapıyı kastettiniz orda? İktidar, Ak parti ve müttefiklerinden tabiî ki. Çünkü ilk defa ciddi bir krizle kendisini kantara alıyorlar. Burada eksikliklerden birisi şu oldu: Türkiye aslında 150-200 yıllık modernleşme tarihi içinde devşirme, batıcı, modernist, laik vesaire kavramları ile ifadelendirilen sentetik, bizim uygarlık ve kültür dünyamıza ait olmayan bir zümre olarak bir aydın kuşağı yetiştirdi. Aslında bunlarla hesaplaşarak son 30 yılda iktidar alanı açıldı. Bunlarla hesaplaşmanın başladığı son etap 28 Şubat sürecini hatırlarsak, İslamcı aydınların bu aydınlar karşısında üstünlük sağlandığı ve dönemin bütün ezici şeyini yıkıp attıklarını, bütün entelektüel tartışmalardan büyük bir başarıyla çıktıklarını biliyoruz. Oysa gezi olayları etrafındaki oluşmuş tartışmalar ve basın alanındaki tartışmalara baktığımızda bir felaket yani bütün bu anlatılan liberal solcu şucu bucu aydınların yahu kardeşim biz bile oy verdik ama ne oluyor nereye gidiyor bu iş diye başlayan ve altını kendi entellektüel ajandala- rıyla literatürü ile doldurdukları söylem karşısında iktidar blok’unun sözcüleri yeterli olamadılar. Yeterli cevabı veremediler, veremedikçe de o yüzde 3’lük marjinal alana sıkışarak ‘burada vandallık var, kimse kabul etmez, burada büyük bir şiddet anaforu var’ dan öte gidemediler. Tüm bunlar ise, şimdiye kadar kendisinin karşı taraf için kullandığı silahları kullanma gibi bir ironik fotoğrafın içine soktu. Polis devleti, otoriter devlet fikri, hiyerarşi, düzen 10-15-20 yıl içinde var olduğu iklimi itiraz ettiği iklimi savunan müesses nizam algısı üzerinden araçlar geliştirmek üzere olan bir yapı üretti. Bu bir. İkincisi ise bunun üzerinde duracak olursak, bu aynı zamanda Türkiye sosyolojisinin yazık ki doğal bir sonucu. Yani 11 yıllık iktidar ve bu iktidar etrafında oluşmuş siyasal toplumsal yapı bu sentetik modernist aydının yerine yeni bir aydın zümresi geliştirmekte bunları oluşturacak entelektüel muhit geliştirmekte, kurumsal sistem geliştirmekte yeterli başarıyı kazanamadı anlamına geliyor. Bence, bu gezi parkı olayları üzerine tartışmalardan Türkiye iktidar bloku bağlamındaki aydın sorununu daha fazla yüreğinde hissetti. Bu musibet Ak Parti ve müttefikleri açısından bu bağlamda hiç kuşku yok ki hayırlı sonuçlar ortaya çıkaracaktır. çünkü bu entellektüel boşluk ilk defa bu ka- dar ciddi olarak hissedilir hale gelmiş, bu durum ise yükün en önemli bölümünün bu olayda bizzat başbakan tarafından taşınması zorunluluğunu doğurmuştur. Bu sorun politik dilimizi, vitesimizi yukarı alarak, daha çok bağırarak daha rijit bir dil üzerinden söylem geliştirerek aşılabilecek bir mevzu değilken maalesef entelektüel katkının yetersizliği tabloyu buraya kilitlemiştir. Entelektüel boşluğun doğal sonucu olan Öfkeliyiz, kararlıyız, mücadele edeceğiz sizinle mesajı bazı pozitif sonuçlar yaratsa bile nihayetinde siyasi boyutu, toplumsal boyutu, algı yönetimi boyutu açısından sorunlu bir yaklaşım olarak görülebilir. Yani buradan sorun çözemiyo- ruz. Sorunu daha da yakıcı ve kalıcı hale getiriyoruz. Bir diğer taraftan, gezi olayları henüz daha sürecin başlangıcı bunu da anlamamız gerekiyor. Bu süreç yönetilmesi gerekiyor. Burada büyük bir enerji birikmiş durumda. Biz bu enerjinin havasını alabilmiş durumda değiliz. Kabul edelim ki gerçekten alamadık. Çünkü sonunda 150 yıllık Türkiye’nin modernleşme tarihinde kabul edelim etmeyelim önemli bir sosyolojik ayrışma ortaya çıkmış bulunmaktadır. Avrupa’ya, Amerika’ya Dünyanın her yerine gittiklerinde Türklerin doğal ayrışmasını da görüyorsunuz. Hemen iki kampa ayrılıyorlar. Camiye giden, Ramazanla alakası olan, gelenekle dinle alakası olan taşra çocukları bir yerde, diğer tarafta ise farklı bir modernist Kemalist eğitimden gelmiş, şehirden gelmiş, farklı alanlarda kendilerini geliştir farklı bir kuşak. Yani Türkiye’nin yanıldığı noktalardan birisi de bu. Dolayısıyla Türkiye’de CHP’nin aldığı oylar üzerinden bile basitçe bakıldığında bu zümreler Türkiye’nin yüzde 20’sini oluşturuyorlar, yüzde 25’ini oluşturuyorlar. 20-25 bandında bir kitleden bahsediyoruz ve bunlarda toplumun bir parçası. Bu yapıyı bir algı ve kriz yönetimi ile ana yapıya eklemlemek bugün iktidarın ve siyaset kurumunun önemli işlerinden birisi olmalıdır. Buradaki eksiklik açıkça hisse- 87 aslında aynı zamanda yönetmesi gereken bir kriz sürecinin başlangıcı oldu. Türkiye’nin lehine olursa Tüsiad’ın da IMKB’nin morali bozuluyor, niye? Tüsiad denen örgüt küresel sermayenin Türkiye distribütörleri derneğidir. Küresel enerji şirketinin Türkiye distribütörü. Dolayısı ile ister istemez AB, Türkiye’yi iktisaden ve politik olarak o sisteme bağımlı götürmesi gereken, vazifesi çıkarları itibariyle böyle konumlanmış ve geleneksel olarak kuvvetli yapılardan bahsediyoruz. Burada sorun şu bağımlık ilişkilerinden çıkıp imparatorluk coğrafyasından yeniden dönen büyük ve güçlü bir Türkiye mi kurmak istiyorsunuz önce bütün bunları bu dilmekte bu enerji gezinin temel motivasyonlarından birisi haline gelmiş bulunmaktadır. Bu bağlamda hiç kuşku yok ki politik azınlıkların çoğunluk haline gelebildiği, kendi yaşama tarzlarına sahip olabildiği liberal özgürlükler açısından meseleyi niye ele almıyorsunuz eleştirilerine bir cevap vermek gerekiyor ve bu cevap yeterli ve ikna edici olması gerekiyor. Gezi Parkı eylemlerinin dış boyutu ile ilgili bir şey söyleyecek olursak, Ak Parti ve Tayyip Erdoğan’a Batı ve Küresel sitemde var olan desteğin şimdi kösteğe ve itiraza dönüştüğü görülüyor. Niçin?. 88 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 Aslında Türkiye uluslar arası sistemde kendine tanımlanmış konumlanmış modern tarihi içindeki rolü son 10 yılda tasfiye ederek imparatorluk bakiyesi coğrafyasına yeniden dönüyor batıyla bağımlılık batıyla mutlak bağımlılık ilişkilerini mütekabiliyet esasında bir ilişkiye çevirmeye çalışıyor siyasetten ekonomiye her alanda bunda da hatırı sayılır bir başarı kazanmış durumda. Afrika açılımından tutun IMF ilişkilerine vesaireye kadar bu aynı zamanda küresel bölgesel liderlik, bölgesel etkiler bağlamında da somut ve çok başarılı sonuçlar ortaya çıkarıyor. Bu bağlamda iktidar blo- denklemleri bozduğunuzda ortaya çıkacak enerjiyi yönetecek bir mutfağı aklı iradeye organize etmeniz gerekiyor yani dolayısıyla bugünkü tabloda ortaya çıkan sonuçlardan hayıflanmamak gerekir bu normal. Türkiye’nin bu milli yerli güçlü bir iktidar bloğu oluşturması güçlü bir Türkiye’nin oluşması açısından çok ciddi adımlar attı. Türkiye bunun küresel sistemde rahatsızlıklar yaratması çok tabii. Bu gezi olaylarının bunlarla bağlantısı %100 var bunu görüyoruz da haber kuruluşlarının verdiği haberde üslupta bunu anlayabiliyoruz. Türkiye Ankara’dan politika aklıyla bütün bu süreçleri de yönetmek gerekiyor ve bu çok zor bir süreç. Çün- kü bağımlık döneminde çok kolaydı bu 69, 78, 80 yılında Türkiye’nin dış işleri bakanının kim olduğunun ne önemi vardı? Batı karargahı’nda bir şef bunları organize ediyordu şimdi çünkü önemli. Türkiye kendine geldikçe kendi enerjisini de etrafındaki yapılarla ilişkilerini de tanzim etmek yönetmek gerekiyor. Üzerinde durduğum konu şu sorun ciddi büyük sorunun organik iç dinamikleri var yönetilmesi gereken anlaşılması gereken dış boyutları gayet tabi var bütün bu boyutlarıyla en sağlam bir şekilde anlayarak soruna bir refleks geliştirmek ve bakış açısı geliştirmek bir kriz ve süreç yönetimi üzerinden bu süreci yönetmek gerekir. kunun yürüttüğü başarılı bir siyaset var ve bunun sonuçları var. Bu sonuçlar, istikrarlı bir şekilde geleceğe yürüyebilmesi ve Türkiye’nin güçlü bir bölgesel rol oynayabilmesi lider olabilmesinin tek yolu en önemli ön koşullarından birisi İsrail’e karşı bir yerde durmak ve onunla mesafeli, onun dışındaki kriz dünyasının lideri olarak moral alanı toparlayarak bölgesel güç olma yolundan geçiyordu. Türkiye bunu başararak çok büyük güç kazandı, ama aynı zamanda bu küresel sistemle kendi iç ekonomisiyle bölgesel ilişkiler dikkate alındığında 89 PKK TERÖRÜNÜN ÇÖZÜMÜ KONUSUNDA PARADİGMA DEĞİŞİKLİĞİ Türkiye sivil siyasi iradenin ülke yönetiminde etkin bir konuma geldiği, vesayetçi yaklaşımların sona erdiği, demokratikleşmenin hızla ilerlediği bir dönemi yaşamaktadır. İçeride ve dışarıda “Yeni Türkiye” ya da “Yeni Ankara” vizyonu olarak tanımlanabilecek bu değişim süreci, içeride demokratik reformları ve açılımları adım adım güçlendirirken, dışarıda Türkiye’nin uluslar arası profilini yükselterek komşu ve bölge ülkeleriyle ilişkilerde yeni bir güç inisiyatifi oluşturmuştur. Prof. Dr. Aytekin GELERİ SDE Savunma ve Güvenlik Programı Koordinatörü Giriş iÇ POLiTiKA O tuz yıldır devam eden PKK terörü ülkenin sosyal barışını bozan, demokratikleşmesini, ekonomik kalkınmasını, bölgesel ve küresel güç olma yolunda atılan kararlı adımlarını yavaşlatan en büyük engel olarak karşımızda durmaktadır. 1980’li yıllardan itibaren farklı zaman ve zeminlerde hayata geçirilmeye çalışılan çözüm girişimleri yoğun bir şekilde sabote hamlelerine maruz kalmış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Benzer şekilde son dönemlerdeki Habur girişimi ve Oslo görüşmeleri de sorunun çözümünü istemeyen iç ve dış derin yapıların provokasyonlarına maruz kalmıştır. Bütün bu olaylardan çıkarılan dersler, 2012 yılında PKK terörüyle etkin silahlı mücadele ile elde edilen başarılı sonuçlar, demokratik, ekonomik, sosyal, siyasal, uluslar arası boyutta izlenen kararlı politikalar ile PKK terörünün sonlandırılması konusunda yeni ve farklı bir barış inisiyatifinin önü açılmış bulunmaktadır. Ulus Devlet İnşa Süreci ve Otoriter Devlet Modeli Bölgesel ve küresel güç dengelerinin değiştiği bir dönemde Türkiye’nin de iç ve dış politikalarında çok önemli paradigma değişiklikleri yaşanmaktadır. Türkiye sivil siyasi iradenin ülke yönetiminde etkin bir konuma geldiği, vesayetçi yaklaşımların sona erdiği, demokratikleşmenin hızla ilerlediği bir dönemi yaşamaktadır. İçeride ve dışarıda “Yeni Türkiye” ya da “Yeni Ankara” vizyonu olarak tanımlanabilecek bu değişim süreci, içeride demokratik reformları ve açılımları adım adım güçlendirirken, dışarıda Türkiye’nin uluslar arası profilini yükselterek komşu ve bölge ülkeleriyle ilişkilerde yeni bir güç inisiyatifi oluşturmuştur. Gelinen noktada toplumsal dinamikler ve uluslar arası koşullar Türkiye’nin demokratik değişimini ve PKK terörünün çözümünü daha da elzem hale getirmiş bulunmaktadır. Türkiye’de Cumhuriyetle birlikte Türk etnisitesi üzerinden bir Ulus Devlet oluşturulmaya çalışıldı. Bu bağlamda diğer uluslar yok sayıldı: Kürtler, dindarlar, milliyetçiler, sosyalistler ve diğerleri zaman içerisinde farklı şekillerde zulüm gördüler, tasfiye edildiler. Devlet her zaman otoriter ve baskıcı oldu, vatandaşından uzak durdu. Ulus devlet inşa edildikten sonra Türkiye Türkleştirilmek istendi. Bu Türkleştirme politikası şiddetle ve eğitim marifetiyle uygulamaya konuldu. Asimilasyonu başaramayan devlet zaman zaman sertleşti, çok radikal kararlar aldı ve uyguladı; demokrasiyi askıya aldı, zulümler yaptı ama yine de tam olarak başarılı olamadı. Devlet Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki isyanları zorla bastırdı. Bu proje toplumun diğer kesimleri bakımından kısmen başarılı olsa da Kürtler bakımından başarılı olmadı. 60’lı ve 70’li 91 mıyordu. Kürt milliyetçiliği yapan sosyalistler, demokratlar ve liberaller şiddeti öngörmüyor, tasvip etmiyorlardı. Şimdi de Kürt vatandaşların, Kürt aydınların, sivil toplum örgütlerinin büyük bir çoğunluğu ve bazı Kürt siyasi partileri (Hak-Par gibi) asla şiddeti bir hak arama, hak elde etme aracı olarak kabul etmiyorlar. Türkiye’de Yaşanan Paradigma Değişiklikleri yıllarda Kürt örgütleri barışçı bir şekilde ortaya çıkarken PKK ile bu durum değişti. Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” ve Çiller’in de “Bask modelini tartışabiliriz” dediği dönemler ne gariptir ki şiddetin ve yargısız infazların en yoğun olduğu dönemlerdir. 1970’li yıllarda Kürt siyasi elitleri siyasete dâhil edilemedi. Kürtlerde Ulus devletin kurduğu hiyerarşinin dışında kendini ifade etme arayışları oldu. PKK da bir ölçüde Kürtlerde var olan farklı arayışları kendine malzeme olarak kullandı, bu beklentilerin bir karşılığı olmaya çalıştı. Bu nedenle konu sadece PKK’nın silahsızlandırılması odaklı değil bunun da ötesinde PKK’nın istismar ettiği alanların demokrasi içinde doldurulması, böylece toplumsal yapının sağlam bir çerçeveye oturtulması büyük önem taşımaktadır. Türk Ulus devleti Kürtlere ilişkin paradigmasını bugüne kadar inkâr, asimilasyon ve şiddet temelinde sürdürebildi. Bu bağlamda Kürtlerin talepleri şiddetle bastırılabilecek şeyler olarak görüldü ve ona göre hareket edildi. Aslında Kürt toplumunun talepleri PKK’nın ortaya çıkışına kadar olan süreçte şiddet barındır- Türkiye’de son 10 yıldır önemli bir demokratikleşme süreci yaşanmaktadır. Paradigma değişikliği konusunda halk hep devletin önünde olmuştur. Mevcut PKK sorununun çözümü konusunda da bu yüzden halkta çok ciddi bir değişim talebi ve barış girişimine destek bulunmaktadır. Süreci sağlıklı kılan da zaten meydana gelen bu kapsamlı rüzgârdır. 92 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 Türkiye’de demokratik bir paradigma oluşmaya başlamıştır. Bürokratik vesayet statükosunun tasfiyesi, askeri ve yargısal vesayetin kırılması, halka dayanan sivil siyasetin güçlenmesi, Kürt sorunu ekseninde inkar ve asimilasyon politikalarının sona erdirilmesi, Ergenekon, Balyoz ve darbe davaları sürecinin yaşanması, “beyaz devrim” olarak nitelendirilebilecek demokratikleşme reformları devletteki paradigma değişiminin önemli işaretleridir. rın kendilerini devletin eşit vatandaşı olarak görmemeleri bu paradigmanın sonucudur. Bu durum insanların farklılığını inkâr eden bir proje olarak yıllarca Türkiye’de hâkimiyet alanı bulmuştur. Bu proje artık yürütülemez bir hale gelmiştir. Türkiye’ye biçilen elbise artık bu ülkeye ve millete çok dar gelmektedir. Bugün uzlaşmacı bir yaklaşım kendisini iyiden iyiye hissettirmektedir. Paradigma değişikliği konusunda halk hep devletin önünde olmuştur. Mevcut PKK sorununun çözümü konusunda da bu yüzden halkta çok ciddi bir değişim talebi ve barış girişimine destek bulunmaktadır. Süreci sağlıklı kılan da zaten meydana gelen bu kapsamlı rüzgârdır. Halkın desteğinin Kürtler ve Türkler tarafında yüksek seviyede olması hatta çoğu konuda Kürtlerin bu çabalara daha fazla destek vermesi çözüm adına kullanılması gereken değerli bir kredidir. Bugün çok önemli adımlar atılıyor. Muhalefetin ve kamuoyunun bir kısmında bu paradigmanın halen böyle devam etmesini dileyen bir görüş mevcut olmakla birlikte bugün iktidar partisi başta olmak üzere toplumun büyük çoğunluğu bu türden yaklaşımları ırkçılık olarak görmekte ve paradigma değişikliğini benimsemektedir. Bir ulus devlet paradigması içinde 1920’lerden itibaren sürece baktığımızda bu paradigmanın AB üyelik süreci ve AK Parti ile birlikte değiştiğini görmekteyiz. Bölgesel ve küresel gelişmeler ile toplumsal dinamikler bu konudaki deği- şimi tetiklemektedir. Aslında bu sürece Özal dönemini de katmak gerekir. Özal o dönemde sorunun çözümü adına “federasyonu tartışabiliriz” diyebilmiştir. Özal zamanında PKK’nın, silahların karşılıklı susması, işkencenin son bulması, olağanüstü halin kaldırılmasını isteyen demokratik talepleri vardı. Özal o dönemde devlete, devlete hâkim olan askere ve istihbarata rağmen bunları düşünüyor ve çözüm adına köklü yaklaşımlar ortaya koymak istiyordu. Ancak Özal bu sürece çok fazla dâhil olamadı. O dönemlerde sorunun çözümüne yönelik oluşan irade ve atılmak istenen adımlar Bingöl’de 33 askerin şehit edilmesiyle kesildi. Öcalan’ın 1999’da yakalanmasından sonra umutlar yeniden filizlendi ancak sonuç alınamadı. Bu Bu değişimin nedenlerinin ve koşullarının çok iyi anlaşılması ve ortaya konulması gerekmektedir. Türkiye’de son 10 yıldır önemli bir demokratikleşme süreci yaşanmaktadır. Sorunun kaynağı olan paradigma otoriter, baskıcı bir yönetimi benimsemiş, eşit ve özgürlükçü bir yaşam alanı oluşturamamış, vatandaşı potansiyel bir tehdit olarak görmüş, vatandaşlık tanımını yapamamış, kendine has kimlikleri inkar etmiştir. İnsanla- 93 35. MADDE DEĞİŞİKLİĞİ: DARBE DEVRNN SONU MU? Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ dönemde Öcalan’la cezaevinde görüşenler silahları susturmak için değil, PKK’yı istedikleri zaman kullanabilmek için çaba harcadılar. Bütün bunlar Kürtlerin zorla Türkleştirilmesi çabalarının geride kaldığını, devlet tarafında çok olumlu çözüm odaklı adımlar atıldığını göstermektedir. Sonuç PKK sorununun sadece askeri yollarla değil, ülkenin demokratikleşme seviyesinin yükseltilmesi yoluyla çözülmesi artık Türkiye’nin en önemli gündemi haline gelmiş bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün açıklamaları, Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’da Kürt sorununu tanıdığını, inkâr ve asimilasyon politikalarının sona ermiş olduğunu ifade etmesi, TRT Şeş’in açılması, okullarda Kürtçe’nin seçmeli ders olması, Üniversitelerde 94 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 Kürtçe ile ilgili bölümlerin açılması, köylerin eski Kürtçe isimlerinin iade edilmesi, kamu hizmetlerinde Türkçe bilmeyen vatandaşlarımıza bu konuda Kürtçe bilen personel tarafından destek sağlanması, cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlülerin yakınlarıyla Kürtçe görüşme imkânına sahip olması, yargılamalarda sanıklara kendilerini en iyi ifade edebilecekleri dilde savunma hakkının verilmesi ve atılmaya devam eden yeni adımlar Demokratikleşme, Kürt meselesi ve terörün çözümü konularında Türkiye’de önemli bir paradigma değişikliğinin yaşandığını göstermektedir. başlamıştır. Burada ulaşılmak istenen temel hedef sadece PKK’nın silah bırakması değildir. Şüphesiz bu çok önemli bir konudur ve mutlaka başarılmalıdır. Ancak meseleyi sadece silahların susması olarak almak çok sınırlı bir tanımlama olur. Süreç en başta Kürt meselesinin çözülmesidir ve bu anlamda Türkiye’nin temel sorunu demokratikleşme sorunudur. Türkiye ancak nitelikli demokratikleşme ile terör sorununu ve Kürt meselesini gündeminden çıkarabilir. Bu süreçte PKK’nın silahsızlandırılması öncelikli konulardan birisidir. PKK ve Kürt meselesi bir sebep değil sonuçtur. Paradigmayı yaratan sosyal ve tarihi dinamiklerdir. Türkiye’nin değişim sürecinin aktörü olarak AK Parti’nin, kendisi de değişerek, bugünkü paradigmayı ortaya çıkarmaya, şekillendirmeye Yukarıda ifade edilen bu paradigma değişikliğine Türkiye’nin her yönüyle yeterince hazır olduğunu söylemek çok zordur. Bu bir süreçtir. Bu süreçte zamana, sabırlı ve kararlı politikalara ve entegre çabalara ihtiyaç bulunmaktadır. iÇ POLiTiKA SDE Uzmanı 2013 Temmuz ayında siyasal tartışmalar bağlamında öne çıkan en önemli gelişmelerden biri, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun ordunun görevini niteleyen 35. maddesinin değiştirilmesi oldu. TBMM tarafından kabul edilen düzenleme aracılığıyla darbelerin gerekçesi olarak gösterilen "Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır" şeklindeki ifade yürürlükten kaldırıldı. Bunun yerine "Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında 35. Maddede yapılan son düzenleme ile silahlı kuvvetlere tüm demokratik ülkelerdeki benzerlerine benzer bir işlev ve görev alanı kazandırıldığı dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, TSK İç Hizmet Kanununun 35. Maddesinde yapılan değişiklikleri son on yıl içerisinde Türkiye’nin demokratikleşme açısından yaşadığı gelişmelerin belki sembolik; ama oldukça önemli sonuçlarından biri olarak görmek gerekir. verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır" hükmü ordunun yeni görev alanı olarak belirlendi. Bilindiği gibi söz konusu madde, 1960 darbesinden itibaren siyasete askerin müdahalesinin yasal gerekçesi olarak gösteriliyordu. Başka bir ifadeyle, darbeciler, kendilerine siyasete müdahale yetkisini TSK İç Hizmet Kanununun 35. maddesinin verdiğini savunmuşlardı. Aynı gerekçe daha sonra 12 Eylül darbesini yapan askerler tarafından da kullanıldı. Kuşkusuz darbecilerin öteden beri planladıkları eylemi gerçekleştirmek için bu tür yasa maddesine ihtiyaçları yoktur. Kaldı ki anayasayı ortadan kaldıran bir girişimin bir yasa maddesine dayanılarak haklı kılınmasının mantıksal bir zemininin olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu bağlamda maddede yapılan değişikliklerin aslında sembolik bir anlam taşıdığını görmek gerekiyor. Nitekim Stratejik Düşünce Enstitüsü tarafından 2012 yılında yayımlanan Yüksek Askerî Şura (YAŞ) ve Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Sistemdeki Rolü: Tespitler ve Öneriler başlıklı raporda da 35. maddenin bu sembolik önemi belirtilmiş ve kaldırılması gerektiğinin altı çizilmiştir. Bir bakıma 1960 yılından beri hukuk sistemimizde maddenin olduğu şekliyle muhafaza edilmiş olması geçmişteki darbelerle hesaplaşmaktan kaçınma çabasıyla da yakından bağlantılıdır. Darbelere ve darbe girişimlerine yönelik yargılamaların devam ettiği bir dönemde 35. maddede yapılan bu değişikliğin daha anlamlı bir yön taşıdığı söylenebilir. Darbe geleneğini başlatan 27 Mayıs 1960 hareketine neden olan çok sayıda etmenin bulunduğu bilinir. Daha doğrusu her kesim kendi ideolojik pozisyonuna göre darbeyi açıklama yoluna gitmiştir. Ancak Türkiye’nin siyasal geleneğinde daha önce çok fazla benzeri olmayan bu darbenin “rol modeli” üzerinde çok fazla durulmamıştır. Gerçekten de 1960 yılında genellikle alt rütbeli subayların yaptığı askeri darbenin kaynağı 1951’de Cemal Abdünnasır’ın önderliğinde Hür Subaylar (Zebut elAhrar) adıyla örgütlenen 10 subayın Kral Faruk’u işbaşından uzaklaştıran askeri darbe- sidir. Hür Subaylar monarşiye olduğu kadar adları çeşitli yolsuzluk söylentilerine karışan ve Kralla işbirliği yapan ordunun üst komuta kademesine de karşıdırlar. Bu bağlamda, Hür Subaylar kendilerine lider olarak ordu içinde saygın bir yeri bulunan General Necib’i seçmişlerdir. Ancak darbenin gerçek lideri Cemal Abdünnasır olmuştur. Ordu, darbeden yalnızca yirmi dört saat önce haberdar olan General Necib’in görünüşte liderliğinde 23 Temmuz 1951’de ülke yönetimine el koymuştur. Kral, darbecilerin isteği ile General Necib’i Silahlı Kuvvetler Başkomutanlığına terfi ettirmiş ve ordudaki pek çok subay tasfiye edilmesini sağlamıştır. Verdiği tüm tavizlere rağmen Faruk orduyu tatmin edememiş ve Mısır’ı terk etmek zorunda bırakılmıştır. Devlet yönetimi 1954’e kadar Necip’in elinde bulunmasına rağmen bu yıldan sonra Nasır’ın tek adam yönetimi başlamıştır. Arap Baharına kadar devam eden bu süreçte askerî vesayet kendisini tüm ağırlığıyla siyaset mekanizması üzerine yerleştirmeyi başarmıştır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin emir-komuta hiyerarşisinin dışında, tıpkı Mısır’da olduğu gibi albay ve daha alt rütbeli subayların öncülüğünde gerçekleştirilen 1960 darbesinin hukuksal bir gerekçeye dayanmadığı açıktır. Darbeciler, TSK İç Hizmet Kanununun 97 bir ücret karşılığı kendilerine verilen işi yerine getiren kamu görevlileri olduklarının altı çizilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla 35. Maddede kabul edilen değişikliğin her alanda yaşanan normalleşmenin yeni göstergelerinden biri olduğu söylenebilir. 35. maddesini darbeye hukuksal bir kılıf bulmak için uygun bir araç olarak kullanmışlardır. Ancak darbeden sonra demokratik siyasete dönülmesinin ardından söz konusu madde bağlamında siyasetçiler tarafından bir değişikliğe gidilmemiş veya maddenin bu şekilde yorumlanmasının yanlış olduğunun altı çizilmemiştir. Nitekim 12 Eylül 1980’de gerçekleşen bir başka askerî müdahale esnasında da aynı maddeye yaslanılarak darbe hukuksal açıdan haklılaştırılma yoluna gidilmiştir. Burada ilk görülmesi gereken nokta, darbecilerin bu eyleme zaten başka nedenlerle karar verdikleri ve uygulamaya geçtikleridir. Dolayısıyla zaman içinde 98 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 maddenin bir bakıma darbeler için meşruluk gerekçesi üreten bir görünüme büründüğü söylenebilir. Aynı zamanda maddenin ilk şekliyle korunması, sistem üzerindeki askerî vesayet perdesinin gücünü korumasının örneklerinden biri şeklinde de görülebilir. Hatta daha da ileriye gidilerek maddede değişikliğe yanaşmayan siyasetçilerin, TSK’nın “gerekli koşullar oluştuğunda” siyasete müdahale edebilmesine zımnen onay verdikleri de iddia edilebilecektir. Bu nedenle, normal koşullar altında hiçbir şekilde darbe yapmanın gerekçesi olarak gösterilemeyecek 35. maddenin içeriğinde yapılan değişikliği bu bağlamda ele almak gerekir. Son on yılda askeri vesayet başta olmak üzere siyaset kurumunun yerini doldurmak isteyen alternatif güç odaklarının etkilerinin ortadan kaldırılması yolunda önemli bir mesafe alınmıştır. Bu normalleşme sürecinde ülke yönetimi üzerinde siyasetin etkisi ve ağırlığı artmıştır. Siyaset dışı kurumlar, daha önce izledikleri siyasetten rol çalma arayışları yerine aslî işlevlerine dönmeye başlamışlardır. Demokrasilerde asıl olan, ülke içinde kararların halkın seçilmiş temsilcileri ve onların yetkilendirdikleri hükümetler tarafından alınmasıdır. Türkiye’de normalleşme süreci ile birlikte askerlerin devletin diğer birimlerinde çalışanlar gibi belirli Öte yandan maddenin kabul edilen yeni şeklinde TSK’nın görev alanının doğrudan yurtdışı tehditlerle ilişkilendirilmiş olması da dikkat çeken bir durumdur. Demokratik ülkelerde dış tehdit algısı da dâhil olmak üzere ülkelerin savunma öncelikleri siyasal irade tarafından yapılır. Buna göre, demokrasilerde ülkenin karşı karşıya bulunduğu tehdit ve riskler, hükümet tarafından ortaya konulmalı, askerler, diğer bazı kurumlarla birlikte sahip oldukları teknik bilgileri paylaşarak hükümete yardımcı olmalıdırlar. Zira sivil siyasetçiler, yaptıkları işin doğası gereği, belirli bir zaman diliminde ülkenin içinde bulunduğu somut koşullar hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilmektedir. Ayrıca, askerlerin aksine siyasetçiler, tüm bakış açılarını güvenlik gibi belirli bir alanla sınırlamadıklarından ve toplumun her kesimiyle temas ettiklerinden daha gerçekçi ve soğukkanlı değerlendirmeler yapma şansına sahiptirler. Bu bağlamda, silahlı kuvvetlere düşen rol, tehdit algılarını ortaya koymak değil, siyasetçilerce belirlenen savunma konsepti çerçevesinde ve mevcut bütçe imkânlarını göz önünde bulundurarak strateji planlamaktır. Dolayısıyla silahlı kuvvetlerin görevi, sivil otoritenin belirlediği genel çerçeve doğrultusunda savunma stratejisinin planını yapmaktır. 35. Maddede yapılan son düzenleme ile silahlı kuvvetlere tüm demokratik ülkelerdeki benzerlerine benzer bir işlev ve görev alanı kazandırıldığı dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, TSK İç Hizmet Kanununun 35. Maddesinde yapılan değişiklikleri son on yıl içerisinde Türkiye’nin demok- ratikleşme açısından yaşadığı gelişmelerin belki sembolik; ama oldukça önemli sonuçlarından biri olarak görmek gerekir. Ancak şu noktanın da altı çizilmelidir: Darbe yapma niyetinde olan ve bunun için yeterli gücü bulan bir orduyu engelleyecek ya da tam tersine teşvik edecek unsur bir yasa maddesi değildir. Darbelerin gerçek anlamda önlenmesi, her şeyden önce demokrasi fikrinin toplumun tüm kesimleri tarafından içselleştirilmesiyle olur. Ülke içindeki demokratik standartların yükselmesiyle birlikte kurumlar gerçek görev alanlarına çekilecek; ülkenin geleceği konusunda son sözü söyleyebilecek yegâne gücün siyaset kurumu olduğu tartışmasız bir gerçek olarak kalacaktır. Dipnotlar 1 Hamit Emrah Beriş, Yüksek Askerî Şura (YAŞ) ve Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Sistemdeki Rolü: Tespitler ve Öneriler, Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE), Ankara, 2012, s. 33. 2 Hamit Emrah Beriş, “Ordu ve Siyaset”, Siyaset, der. Mümtaz’er Türköne, Lotus Yay., Ankara, 2003, s. 424. 99 RÖPORTAJ Prof. Dr. DARON ACEMOĞLU Türkye ve Dünya Ekonom Gündemn Değerlendryor Röportaj: Burak YİTGİN Hocam Türkiye de ‘Ekonomide Türkiye mucizesi’ diye bir algı var, sizce gerçekten böyle bir mucize var mı? Gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinin büyüme rakamlarına baktığımızda özellikle son 10 yılda Türkiye’nin bunu altında olduğunu görüyoruz? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bence Türkiye ne altında ne çok üstünde. Mucizeyle ne demek istediğimize bağlı. Türkiye’nin son 12 sene içersindeki ekonomik gelişmesi gerçekten kayda değer ve bundan önceki 12 sene olsun bundan önceki 30 sene olsun ona rağmen çok daha iyi. Tabi bunu göz önüne alırken aynı zamanda da nerden başladığımızı düşünmek lazım. Başladığımız nokta örneğin Türkiye’nin çok ciddi bir krizden sonra ve bu krizden sonra Türkiye’nin daha hızlı büyümesi aslında beklenen bir şeydi. Bence daha önemli olan bu büyümeyi hiç değilse ilk 8 sene içinde olsun yani dünya krizinin başına kadar gayet sağlıklı bir şekilde yapmış olması. Enflasyonu ve bütçe açıklarını eskisine göre düşük tutarken genel makro ekonomik büyümenin ülkenin birçok sektöründe ve birçok şehrinde yaygın bir şekilde olması önemli unsurlar. Bu gelişmeler aynı zamanda Türkiye de problem yok anlamında değil. Bu büyümenin de özellikle son kriz sonrasındaki 4-5 sene içindeki birçok faktörü de büyümenin belki de eskisinde olduğu kadar sağlıklı olmadığı anlamına geliyor, bu da mucizenin aslına belki de mucize lafını hak etmeyecek düzeyde olduğu konusunda soru işaretlerine yol açıyor. Özellikle Türkiye’nin cari açığının bir istikrarsızlık yaratması dışında aynı zamanda Türkiye’nin çok tüketip yeterince üretmediği ve yeterince yatırım yapmadığıyla ilgili bir sinyal. Bunlar bence önemli şeyler ve özellikle şimdi sıcak paranın Türkiye’den kaçma olasılığı ortaya çıkınca Türkiye için önemli riskler öne çıkartıyor. Son bir şey de söylemek istersem bunda bence Türkiye’nin son 12 senedeki büyümesi gerçekten çok kayda değer ama aynı zamanda bence Türkiye’nin çok yüksek potansiyeli var ve gelecekte daha da sağlıklı büyüme potansiyeli var bunu da göz önünde bulundurmamız lazım. Hocam peki bu potansiyeller çerçevesinde Türkiye’nin sizce orta gelir tuzağına yakalanma şansı var mı? Türkiye’nin son 12 sene içersindeki ekonomik gelişmesi gerçekten kayda değer ve bundan önceki 12 sene olsun bundan önceki 30 sene olsun ona rağmen çok daha iyi. Tabi bunu göz önüne alırken aynı zamanda da nerden başladığımızı düşünmek lazım. Çok var. Ben aynen onun altını çizmek için zaten bu potansiyelden bahsediyorum potansiyel olarak yani. Eğer bana sorarsanız Türkiye gelecek 10 sene içinde %5 % 6 hatta %7’yle büyüyebilir mi? Büyüyebilir ama büyür mü hayır. Bence büyümemesinin nedeni de gerçekten orta gelir tuzağı diyelim , başka siyasi ve kurumsal tuzaklar diyelim bunlara düşme olasılığımızın yüksek olmasında. Yani bizim ekonomiyi çok daha modern bir şekle getirmemiz lazım ki Türkiye şu anda bulunduğu konjonktürlerden, şu anda bulunduğu çok iyi bir yerden yeterince faydalanabilsin. Yani Türkiye’nin piyasaları çok açık çok iyi bir yerde, teknolojisi iyi, teknolojiyi almaya başladı yurt dışından ve bunları giderek daha fazla değerlendirmesi lazım. İnsan kaynaklarına daha fazla yatırımda bulunması lazım. Yurt dışındaki bilgiyi ve sermayeyi daha iyi bir şekilde alması lazım ve en önemlisi kendi iş adamını daha dinamik bir hale getirmesi lazım ki şu anki politikalar olsun kurumlar olsun buna çok yol açmıyor. Peki, hocam Türkiye’deki tasarruf gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz? Bilindiği üzere Türkiye’de tasarruf seviyesi yeterli düzeyde değil ama buna ilgin çok güzel düzenlemeler var bireysel emeklilik gibi. Buna yönelik kısa vadede yapılabilecek temel önlemler nelerdir? Ne önerirsiniz? Tasarrufların artması için bireysel teşvikler önemsiz değil ama aynı zamanda ekonominin makro ekonomik dengeleri de önemli. Faizler çok düşük olup tüketime çok destek verildiği sürece tasarruf normal olarak düşük olur. Şu anda aynı problemler Amerikan ekonomisinde de yaşanıyor. Amerikan ekonomisinde de çok güzel planlar var, 401k gibi onunu yanında pek çok geliştirilen şeyler var ama 101 Kim? DARON ACEMOĞLU Daron Acemoğlu, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde (MIT) İktisat Profesörüdür. IDEAS/RePEc araştırma veri tabanına göre, "Dünya'daki En Çok Alıntı Yapılan ilk 10 Ekonomist" arasındadır. 1967 yılında İstanbul'da doğmuş olan Acemoğlu, Ermeni asıllıdır. [2] 1986 yılında Galatasaray Lisesi'ni bitirmiştir. Lisans derecesini İngiltere’nin York'nde alan Acemoğlu, yüksek lisans ve doktora derecelerini ise bu dalda en prestijli okullardan olan Londra Ekonomi Okulu'ndan almıştır.[1] 1992-93 yılları arasında Londra Ekonomi Okulu'nda ders veren Acemoğlu, 1993'te ABD'deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde ders vermeye başlamıştır. MIT'deki akademik kariyerinin ilk yıllarında, iktisat alanındaki tarihi yayınlardan biri olan The Economic Journal'da yayınlanan bir çalışması "1996 Yılının En İyi Makalesi" ödülünü almıştır. Daron Acemoğlu, 2000 yılında profesörlüğe yükselmiştir. Acemoğlu'nun üstün başarılarından biri de 2005 yılında John Bates Clark madalyası ile ödüllendirilmesidir. John Bates Clark madalyası, her iki yılda bir ekonomi bilimine en büyük katkıyı yapan 40 yaş altındaki bir bilim adamına verilir. Acemoğlu'nun ilgi alanı içine giren başlıca konular, siyasal ekonomi, ekonomik kalkınma, ekonomik büyüme, gelir ve ücret dengesi eşitsizliğidir. En güncel çalışmaları ise "kurumların ekonomik gelişim ve siyasal ekonomideki yeri" üzerinedir. Bu alandaki çalışmaları, Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) tarafından 2006 yılında "Bilim Ödülü"ne layık görülmüştür. Acemoğlu, ayrıca "Review of Economics and Statistics" ve "Journal of Economic Growth" dergilerinin yardımcı editörlüğünü yürütmektedir. 102 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 tasarrufu arttırmıyor çünkü makro ekonomik olarak faizler düşük. Amerikan ekonomisi kolaylık borç alabiliyor ve bunun üzerine insanlar tasarrufa çok büyük bir neden görmüyor. Tabi ki tasarrufu da hızlı bir şekilde arttırmamak lazım. Eğer tasarrufu çok hızlı bir şekilde arttırırsanız bu sefer ekonomide büyük bir durgunluk yaratırsınız çünkü tüketimde hızlı bir düşüş olur. Yani tasarrufu arttırmak uzun orta vadeli bir sürecin bir parçası olması lazım. Hocam Türkiye’yle ilgili son soruma geleceğim. Türkiye yanlışları olduğu kadar bu bahsettiğimiz süreçte aslına bakarsanız doğruları da olan bir ekonomi diyebiliriz. Çok temel alırsak, Türkiye’nin en doğru ve en yanlış yaptığı 3’er şeyi başlıklar altında söylememiz mümkün mü acaba? Tabi. Düşünmem lazım ama şöyle diyebilirim. Birincisi, en doğru yaptığı şeylerden bir tanesi son 12 sene içerisinde enflasyon ve bütçe açığını kontrol altına almak. İkincisi, Türkiye’deki ekonomi üstündeki İstanbul ve çevresindeki başka büyükşehir ve büyük şirketlerin tamamen olan kontrolünün ve öneminin azalması, yani ekonomi tabanının daha genişlemesidir. Üçüncüsü ki bunu hem doğrulara hem yanlışlara koyacağım, bundan 12 sene önce başlatılan daha fazla bir şeffaflaşma süreci var özellikle ihalelerde kim hangi ihalelere başvuruyor, 2001 senesinden başlayarak bunun çok güzel tasarımları vardı ve kanunlar çıktı. Şimdi en kötü 3 şeyine geçiyim, aynı şeyle başlayacağım bu açıklık süreci devam edilmedi ve giderek kaybediliyor. İhaleler eskisinde olduğu kadar bu süreç içerisinde geldikleri yerden geri dönmeye başladılar. Bir sürü değişiklikler yaratılmaya başlanıldı ve bence bu ihale sürecinin doğru tutulması açık ve şeffaf tutulması çok önemli. Benim kanaatimce 2. yanlışa geleyim ki bu tabi benim şahsi kanaatim, Türkiye’de devlet ve politikacılar ekonomiye çok karışıyorlar. Yani bir orta gelir tuzağından kurtulması için bir ülkenin iş adamlarının, şirketlerinin dinamik olması lazım. Eğer şirketler sürekli ihale almak için çalışıyorlarsa, sürekli hükümetten teşvik almak için hükümetle ilişki içindelerse, nerden teşvik alabilirim gibi şeyler içindelerse bu dinamikliklerini azaltır ve bu nedenlerden dolayı politikacıların şirketlere karışmasına izin veriyor. Türkiye’de çok fazla bu tür karışma var ve bence teşviklerin çoğunun kesilmesi, ihalelerinde çok daha devlet dışında yani bu tür politikacılar dışında kurumlar vasıtasıyla yapılması ve böylece politikacılarla devletin arasındaki ilişkilerin giderek kesilmesi gerekiyor. Türkiye de iyi bir iş adamı hiçbir politikacıyla bir gün bile görüşmeden başarılı iş yapabilir hale gelmesi lazım. Üçüncüsü ise Türkiye’nin çok daha fazla reforma ihtiyacı var. Yargı kurumlarımız çok kötü. Yabancı sermayenin gelmemesinin nedenlerinden bir tanesi budur. Eğitim kurumlarımız çok kötü bu yüzden Türkiye bugün kişi başı gayri safi milli hâsıla oranına göre kendi düzeyindeki ülkelerden çok daha düşük eğitimli bir iş gücüne sahip. İş piyasamız çok hantal çünkü iş piyasasındaki kurumlar çok kötü çalışıyorlar. Rekabete yeterince açık değil, dıştan gelen rekabete açık değiliz, sürekli buraya gelmek istiyorsan bunları yapman gerekir şeklinde kurallar, kanunlar getiriyoruz ve bu da ekonominin üretkenliğini azaltıyor. Hocam, Türkiye’den çıkıp biraz daha global kontekste soracağım, bu çok tartışılan Bernanke’nin bir açıklaması var yavaş yavaş frene basılacağı hakkında bu geçtiğimiz günlerde doların aniden yükselmesine sebep olmuştu. Bu açıklamanın zamanı, üslubu, global kontekste etkisi, merkez bankasının rezervlerinin ateşi söndürmesi ve söndürebilmeye yeterliliği konusunda ne düşünüyorsunuz? Aslında vakti çok doğru bir şekilde yaptılar. Ben “Quantitative easing” politikasının zaten son bir sene içinde çok büyük bir etkisi olduğunu düşünmüyorum, yani artık “Diminishing returns’e” girmişti etkisi azalmaya başlamıştı ve birçok yerden artık bunun sona ereceği konusunda sinyaller vardı. Bernanke bu sinyalleri mart ayında, nisan ayında vermeye başlamıştı ve sonunda bunu çok daha net bir şekilde açıkladı. Bence bunu doğru bir şekilde yaptılar çünkü bunu yaptıkları anda piyasaya negatif etkisi Amerikan piyasası olsun, gelişmekte olan ülkelerin piyasasına olsun olacağını biliyorlardı. Bunun nedeni de çünkü quantitative easing, piyasadaki likiditeyi arttırıyordu belki de olması gereken düzeyi arttırıyordu. Bu likidite hem Amerika’daki assetlere hem de emerging market’daki gelişmekte olan ülkelerdeki as- 103 setlere yatırımı arttırıyordu. Bunu kestiğin anda Amerikan piyasasında bir negatif etkisi olacak ama aynı zamanda gelişmekte olan ülkelere Güney Afrika, Brezilya, Türkiye gibi ülkelere de negatif etkisi olacağı bekleniyordu ve oldu. Hocam Amerika’dan karşı kıyıya geçip biraz Avrupa konuşmak istiyorum. Her ne kadar Yunanistan ve İspanya ve çeşitli ülkeler için bazı veriler kötü gelmeye devam etse de sizce Euro paçayı kurtardı demek doğru olabilir mi? Doğru şeyler mi yapılıyor bu Euro krizini atlatmak adına? Hayır, doğru şeyler yapılmıyor; daha doğrusu doğru şeyler yeterince yapılmıyor. Euro krizi hala devam ediyor ve problemler bence çok derin. 104STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 Batacak mı Euro hayır sanmıyorum, emin değilim ama şu ana kadar getirilen sonuçlar çok yarım yamalak. Niye? Çünkü Euro’daki problemlerin başında birkaç tane neden var: birincisi bankalarda çok büyük borçluklar var ve borçlukların nereden geldiği, ne kadar risk alındığı bilinmiyor. Bu bankalar konusunda ciddi bir şey yapılmadı. İkincisi, Euro’nun içinde bir governance problemi var; kim kimden para alıyor, kim kime sorumlu, bu konuda çok ciddi bir şey yapılmadı. Üçüncüsü de bu süreç içindeki zorluklardan dolayı bir talep problemi var, yani Euro’da herkes geleceğin ne olacağını bilmiyor; parasını harcamak istemiyor, yatırımda bulunmak istemiyor. Bu üç konuda da ciddi bir şey yapılmadı. Birkaç bir şeyler ya- pıldı. Örneğin; Yunanistan ve ispanya’daki bankalar ve Kıbrıs’taki bankaların durumu biraz daha iyi eskisine göre. Governance’a biraz daha açıklık getirildi. Yunanistan’ın ya da İtalya’nın ya da İrlanda’nın, kendi başlarına olmasa da tamamen Almanya ve Avrupa desteğiyle devam edemeyeceklerine açıklık getirildi ama bunların hepsi yarım yamalak oluyor ve en önemlisi olması gereken şeyler yapılmıyor. Bunların içinde en önemlisi bir bankacılık reformu. Bunu Almanya şu anda seçimlerden önce yapmak istemiyor. Bankacılık reformu tüm Avrupa bankalarını bir denetlemem sistemi altına getirip aynı zamanda deposit insurance getirilmesi. Bu yapılmıyor ve yapılması çok önemli. İkincisi, Yunanistan gibi yerlerdeki devlet sektöründeki üretkenliği arttırmak ve oradaki reformlara devam etmek. Bu da çok yavaş bir şekilde devam ediyor. Üçüncüsü de aynı zamanda ekonominin büyüme hızını arttıracak daha sektörsel reformlar başlatmak ki bu aynı zamanda hem üretkenliği hem talebi arttırsın. Bunlar da çok yavaş oluyor. Bu konuların hepsinde biraz arayışlar var ama hiç biri tam olarak yapılmıyor çünkü politik bir şeyler var. Örneğin; Almanya bunun kendisine getireceği zararlardan korkuyor. Yunanistan da olsun, İtalya da olsun, Fransa da olsun politikacılar kendilerinin bundan faydalandığı sistemi çok hızlı bir şekilde değiştirmek istemiyorlar. Hocam biraz daha doğuya gidiyorum ve Çin hakkında konuşmak istiyorum. Çin’de biraz frene basma eğilimi görüyoruz. Sizce bu frene basma eğilim global kontekste yeni bir krize ülkeleri gebe yapar mı? Sanmıyorum, çünkü Çin zaten büyük bir dünya talebi yaratmıyor. Çin son zamanlarda biraz cari artısını azaltmaya başladı. Tabii ki Çin’in giderek iç taleple büyümeye geçmesi lazım. İç taleple büyümeye geçtiği zaman daha fazla ithal etmeye başlayacak ama çok büyük bir ithalatçı değil. Çin daha çok özellikle Avrupa’ya ve Amerika’ya ucuz mal edilen eşyaları satarak ve kendi çok büyük iş gü- cünü buralara entegre ederek dünya ekonomisine katkıda bulunmaya başladı ve zaten o süreçte kendiliğinden zorluklara girmeye başlamıştı çünkü Çin’deki en ucuz iş gücü artık sona erdi. Şehirlere daha fazla ne kadar insan getirilebilir ki genç insanların çoğu zaten şehirlerde. Ücretler artmaya başladı yani Çin sistemi belli bir zorluklara girecekti. Bu yakın zamanlardaki daha makro ekonomik yavaşlama onu çok çok fark ettireceğini sanmıyorum. Hocam son soru olarak global kontekstli bir soru soracağım. 2007deki krizden sonra altın fiyatları neredeyse 3-3,5 kat arttı. Bugünlerde aşağı doğru bir eğilim görüyoruz. Altın güvenilir liman olmaktan çıktı mı? Yoksa hala bir güvenilir liman mı? Ben hiçbir zaman altının güvenilir bir liman olduğunu düşünmemiştim zaten. Tabi ki bu konuda piyasa ne düşünürse o olur ama sonuçta altın hiçbir gerçek değeri olmayan bir madde. Eğer bugün altını insanlar tasarruf için kullanmazlarsa da bir tek takı için kullanırlarsa, altının fiyatı bugünün %10’una düşer. Altının değerini olması bizim balon dediğimiz şeylerden kaynaklanıyor. İnsanlar altını bir yerde çok değerli olacak diye düşündükleri için altına para koyuyorlar. Balon olarak değeri olan assetler, genelde riskli olurlar çünkü balon bazen patlar, bazen artar. Bu yüzden ben her zaman altının daha güvenilir bir tüketim aracı olduğunu düşünmüyordum ama kriz zamanında insanlar gerçekten bir belirlilik arayışında oldukları zaman altına girdiler ve bu böyle devam etti. Şu an görüyoruz ki bu tam böyle değilmiş. Gelecek ne gösterir yine bilmiyorum biraz piyasaların psikolojisine bağlı. Ben hiçbir zaman altının bazen insanların düşündüğü kadar önemli bir asset olduğunu düşünmüyorum ama tabi ki yanlış olabilirim bu konuda. Hocam, uzun vadede Türkiye’ye dönüş planlarınız var mı? Geliyorum zaten senede iki ay geçiriyorum ama şu an olduğum yerde çok rahatım. 105 İslam Dünyası Suriye olaylarının, ülkemizde meydana gelen Gezi Parkı olaylarının ve akabinde Mısır’daki darbenin gündemi işgal ettiği hüzünlü, kaotik ve endişeli bir hava içerisinde mübarek Ramazan ayını idrak etmiş durumda. Birbiriyle bağlantılı olayların oluşturduğu manzara, 11 Eylül hadisesinden beri belirli merkezler tarafından İslam dünyasına yönelik emperyalist bir savaşın siyaset, ekonomi ve askeri alanlarda devam ettiğini göstermektedir. İ İSLAM DÜNYASINA RAMAZAN RAHMETİ Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı slam Dünyası Suriye olaylarının, ülkemizde meydana gelen Gezi Parkı olaylarının ve akabinde Mısır’daki darbenin gündemi işgal ettiği hüzünlü, kaotik ve endişeli bir hava içerisinde mübarek Ramazan ayını idrak etmiş durumda. Birbiriyle bağlantılı olayların oluşturduğu manzara, 11 Eylül hadisesinden beri belirli merkezler tarafından İslam dünyasına yönelik emperyalist bir savaşın siyaset, ekonomi ve askeri alanlarda devam ettiğini göstermektedir. Kullanılan yöntemler, üsluplar, araçlar, taşeronlar değişse bile, bu savaş yeni bir şey değil! Batı dünyası ve global aktörler, dünya siyasetinde ve Birleşmiş Milletler ‘de söz sahibi olacak gelişmiş ve güçlü bir İslam dünyası görmek istemiyorlar. İslam dünyası söz konusu olunca demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi öne çıkartıp üzerinden siyaset yaptıkları değerleri yemeleri, onlara ters bir duruş sergilemeleri, çifte standartlı uygulamalar içerisine girmeleri bundandır. Bu çifte standartlı durum insanı kutsaldan koparan, onun Allah’la bağlantısını ve manevi yönünü hiçe sayan Aydınlanma, Pozitivizm ve modernite değerlerinin anlam ve kıymetini kaybettiği bir dünyada, Batı’nın felsefi ve ideolojik olarak üzerine dayanıp siyaset yaptığı bütün kozlarını kaybetmiş olduğu anlamına gelmektedir. Türkiye başta olmak üzere İslam ülkelerindeki halkların kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olma çabalarının, barış, huzur ve istikrara yönelik demokratik ve hukuki açılımların, ekonomik gelişmelerin önünün kesilmesine yönelik provokasyonlar, plan ve senaryolar bitmek bilmiyor. Amaç, İslam dünyasının etnik, mezhebi ve ideolojik kutuplaştırmalar ve çatışmalar üzerinden kaos, darbe ve iç savaş ortamlarına sürüklenmesidir. Müslümanı Müslüman’a kırdırma siyasetinin temelle- rinin Sovyetler Birliği’nin dağılmasını müteakip 11 Eylül Hadisesi’nden önce atıldığını biliyoruz. Dolayısı ile taraf alışlara yönelik değerlendirmelerin bu ana eksen üzerinden yapılması önem kazanıyor. Hangi ideolojik veya siyasi gerekçelerle ortaya çıkılırsa çıkılsın, bir tarafta Batı emperyalizmi ve onun İslam dünyasındaki uzantıları ve taş örenleri, diğer tarafta ise tarihi, kültürü, değerleri ve imkânlarıyla topyekûn İslam dünyası! Aşağıdaki ayet-i kerime de bfu ana eksene işaret ediyor: “Dinlerine uymadıkça Yahudi ve Hıristiyanlar asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara, 2/120) Olayların değerlendirilmesinde söz konusu ana eksen dikkate alındığında, diktatör Suriye rejiminin elinde ger- 107 çekleşen hukuk ihlallerine, katliam ve tecavüzlere seyirci kalan BM ve Batılı devletlerin ve onların iç uzantılarının Türkiye’nin gerçekleştirdiği demokratik açılımların, hukuk reformlarının ve barış sürecinin mimarı olan ve halkın büyük çoğunluğunun destek ve onayı ile iktidar olan bir hükümeti ve Başbakan’ı diktatör (!) olarak yaftalamaları anlaşılabilir. Aynı çevrelerin savaş muhabirlerini göndererek Gezi Parkı olaylarını kışkırtmaları, illegal sol örgütleri maniple ederek sokağa dökmeleri, Mısır’da darbecilere destek vermeleri; çetecilik, darbecilik ve hıyanet suçlarından yargılanan Ergenekon ve Balyoz sanıklarına sahip çıkarak serbest bırakılmaları 108STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 noktasında Türkiye’ye baskı uygulamaları düşündürücü değil mi? İşte İslam dünyası kendisine karşı belirli merkezlerden idare edildiği açıkça belli olan olayların birbirini izlediği bir ortamda rahmet, mağfiret ve günahlardan kurtuluş ayı olan mübarek Ramazan ayına girmiş bulunmaktadır. Irki, etnik, kültürel, dini ve mezhebi farklılıklar üzerinden sömürülen ülkelere yönelik kutuplaştırma, çatıştırma, bölme ve parçalama politikalarının karşısında İslam, ortaya koyduğu itikadi, ahlaki, hukuki, insani ve vicdani ilke ve değerleriyle insanı tanrılaştıran, kuvveti ve sermayeyi putlaştıran, kuvvetlinin zayıfı ezmesini meşru gören, dünyevileşmeyi, şehvet ve ihtirasları sonuna kadar pompalayarak sömürü ve hedonizmi teşvik eden modernite karşısında tek alternatif görünmektedir. İslam’ın birileri tarafından sermaye ve kuvvetin tanrılaştırılması karşısında tevhidi, adaleti, hakkaniyeti, güzel ahlakı, kardeşlik ve paylaşmayı öne çıkaran değerleri, özellikle oruçla, iftar sofralarıyla, teravih namazlarıyla, fitre ve zekâtlarla hayatımıza giren Ramazan’da daha yoğun bir şekilde hissedilmektedir. Hele umre ziyaretlerinin yoğunluk kazandığı Mekke ve Medine’de Ramazan daha bir başka! Dünyanın her yerinden farklı ırklara, etnik yapılara, dil ve kültürlere mensup milyonlarca mümin, kefeni andıran bembeyaz ihramları içerisinde yan yana ve omuz omuza Beytullah’ta tevhidin sembolü Kâbe’yi tavaf ediyor, Mescid-i Haram’da ve Mescid-i Nebevi’de açılan iftar sofralarını paylaşıyor, teravih namazlarında huşu içerisinde yan yana saf bağlıyorlar. Yoğun bir ibadet ve dua ortamında ruhlar adeta formatlanıyor, yapılan dualar Arş’a yükseliyor. İslam dünyası üzerine kurulan hile ve tuzaklar müminler arasında geçen karşılıklı konuşmaların, vaaz ve hutbelerin ana temasını oluşturuyor. Ramazan’ın nurlu atmosferinde bu konularla ilgili ortak bir bilincin ve sağduyunun mevcut olduğundan söz edebiliriz. Bu bağlamda Temmuz ayının 3. haftasına tekabül eden Cuma günü Harameyn’de verilen hutbede bütün bir ümmet önemli mesajlar sunulmuştur. Şüphesiz Ramazan nefis ve ruh terbiyesi açısından Müslümanlar için son derece önemli bir fırsat oluşturmaktadır. Her Müslüman bu ayı bir yenilenme vesilesi telakki ederek düşünce ve ruh dünyasını bir revizyona tabi tutmalıdır. Bir Müslüman için düşünce, niyet ve eylem planında asıl olan şey takvadır. Takva, tevhid esasına dayalı olarak İslam’ın iman, ibadet, ahlak, muamelat ve hukukla ilgili öne çıkardığı değerlerin içselleştirilmesini, ibadet ve amellerin yalnızca Allah’ın rızası gözetilerek huşû Ramazan, Müslüman’ın ilahi vahiyle aydınlanan zihin ve ruh dünyasının ırkçılık, kabilecilik, etnik milliyetçilik ve cinsiyet ayrımcılığı gibi cahiliye dönemi kalıntılarından arınmasına da vesile olmalıdır. ve ihlasla yerine getirilmesini, insanı Allah’ın rahmetinden uzaklaştıracak, O’nun gazabını celp edecek günahlardan, haramlardan, kötü düşünce ve eylemlerden uzak durulmasını gerektirir. Takva, Allah katında üstün olmanın da biricik kriteridir: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, en takvalı olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat, 49/13) İnsanların erkek ve dişi olarak yaratılmış olmaları, farklı ırk, etnik yapı ve kavmiyetlere sahip olmaları asla bir üstünlük nedeni, başkalarını ötekileştirip alçaltma nedeni olamaz. Oruç ve diğer ibadetlerin kabul edilmesinde güzel ahlak sahibi olmak, adalet, doğruluk, emanetlere riayet ve hakkaniyet son derece önemli! Hadiste de geçtiği gibi, herhangi bir kimse yalan sözle iş yapmaktan ve başkalarını aldatmaktan vazgeçmediği müddetçe Allah’ın onun yemeyi ve içmeyi terk etmesine ihtiyacı yoktur. Müminlerin iman ve amellerinde samimiyet, ihlas ve takva üze- rine olmaları, Allah’ın onlara yardımı ve zafer vermesi, onları başkalarına üstün kılması için gerekli. Ramazan, Müslüman’ın ilahi vahiyle aydınlanan zihin ve ruh dünyasının ırkçılık, kabilecilik, etnik milliyetçilik ve cinsiyet ayrımcılığı gibi cahiliye dönemi kalıntılarından arınmasına da vesile olmalıdır. Ne yazık ki İslam dünyası hala ulusalcılık, baasçılık, milliyetçilik şeklinde nükseden, Kur’an’da “cahiliye hamiyeti” olarak isimlendirilen zihniyetlerin etkisi altında bulunmaktadır. Birilerine körü körüne bağlanıp onları şuursuzca taklit etme esası üzerine kurulan mezhepçilik de bu kategoriye dâhil edilebilir. Bir dinin anlaşılıp yaşanmasında mezheplerin olması normal ve kabul edilebilir bir şey olmakla beraber, mezhepçilik dinin özüne, tevhit ilkesine ve evrensel ilkelerine ters düşen bir durumdur. Kur’an’da müşriklerin kalplerine cahiliye hamiyetini (kabilecilik taassubunu) yerleştirdiklerine işaret edilirken, müminlerin bağlanma noktası “takva kelimesi” olarak ifade edilmektedir: “O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, cahiliye taassu- 109 lelerini iman kardeşliği çerçevesinde birbiriyle barıştırarak aralarındaki husumet ve düşmanlığı sonlandırması, Medine toplumunda cahiliye zihniyetinin tasfiyesi açısından son derece önemli bir örnek teşkil etmektedir. Ne yazık ki, günümüzün dünyasında kabilecilik, etnik milliyetçilik, ırkçılık, mezhepçilik gibi durumlar Müslümanların kardeşliğinin ve ittifakının önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır. bunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi, onların takvâ sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.” (Fetih, 48/26) Allah’ın peygamberler aracılığı ile insanlığa gönderdiği tevhit dini hitap ettiği insan ve toplumu bütün hayat alanları ve ilişkileriyle kuşatan bir mahiyete sahiptir. İnsanın yaratılışının/varlığının anlam ve gayesini, hedefini belirleyen bu din, Müslüman birey ve toplumun dünya görüşünün oluşturulmasında, kimliğinin belirlenmesinde ve hayatının organizasyonunda getirmiş olduğu evrensel prensip ve ilkeleriyle merkezi bir konuma oturmak durumundadır. 110 STRATEJİK DÜŞÜNCE AĞUSTOS 2013 Dolayısı ile, Müslüman birey ve toplumun inşasında İslam üst kimliği oluştururken, kabile, aşiret, sıhriyet, akrabalık, cemaat, meslek ve mezhep olguları, üst kimliğin altında kalan nesnel olgulardır. Bu nesnel olgular, ancak İslam’ın evrensel değer ve prensipleri aracılığı ile olmaları gereken yerlerine oturtularak anlam kazanırlar. Cahiliye toplumuna gelince, orada bir din vardır. Ancak artık bu din, Hz. İbrahim’e kadar uzanan vahyi bir gelenekle bağlantısı olsa bile, dönemler içerisinde beşerin elinde değişim geçirerek tevhitten uzaklaşmış, putperestliğe intikal etmiş, merkezi konumunu kaybetmiş, kabile dinine dönüşerek evrensel mesajını kay- betmiş bir dindir. Artık cahiliye toplumunun din ve toplum anlayışında merkeze yerleşen şey, Allah’ın bütün insanlığa hak olarak gönderdiği dinin öne çıkardığı evrensel ilkeler değil; kabilenin, ulusun, ataların veya milletin kendisi olmuştur. Böyle bir algı içerisinde din, kabilenin dini, atalar dini olduğu için önemlidir; yani asıl olan, üst kimliği oluşturan şey kabilenin veya ulusun kendisidir. Dine gelince o, kabile/kavim/ulus kimliğini oluşturan unsurlardan biri olduğu için; yani kabileciliğin alt kimliğini oluşturduğu için önemlidir. Hz. Peygamberin Medine’ye hicretle beraber muhacirlerle Ensar’ı birbirleriyle kardeş kılması, Evs ve Hazreç kabi- Bu bağlamda üzerinde durulması gereken önemli bir nokta, Müslümanların birtakım dünyevi korku ve endişelerle, kabilecilik, milliyetçilik, grupçuluk veya hizipçilik mantığı ile İslam kardeşliğini, birlik ve beraberliğini zaafa uğratacak durumlardan kaçınmalarının gerekliliğidir. İslam dünyasına karşı her cepheden saldırıların yoğunlaştığı bir ortamda Müslümanın sergilemeleri gereken tavır bellidir. Müslümanların, kendi kardeşlerini bırakarak inkârcı ve zalimleri dost edinmeleri, onlarla yardımlaşmaları, maddi kuvvet ve iktidar sahibi olmalarından korkarak onlara teslim olmaları, onların karşısında küçülmeleri, onların ürettikleri slogan ve söylemlere, asılsız ve yalan haberlere itibar etmeleri asla doğru değildir. İnkârcı bile olsalar, insanlara dini tebliğ etmek, adaletle, dürüstlük ve nezaketle davranmak, iyi ve güzel söz söylemek başka; onları dost edinerek onlar karşısında küçülmek, müminleri bırakıp onlarla yardımlaşmak, onlara teslim olmak daha başka bir şeydir. Ne yazık ki birbirinden farklı bu iki durum bazen birbiriyle karıştırılmaktadır. Allah, müminlerin bırakılarak inkârcı ve zalimlerin dost edinilmesini yasaklamıştır.1 Müslümanlar, İslam’a karşı düşmanlık ve zulüm sergileyen inkârcılar karşısında, Allah’a teslimiyeti ve O’nun dostluğunu öne çıkararak vakarlı ve onurlu dik bir duruş sergilemek durumundadırlar. Fetih suresindeki şu ayet bu önemli noktaya işaret etmektedir: “Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve rıza isterler. Onların nişanları yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir.” (Fetih, 48/29) Mübarek Ramazanın bütün Müslümanlar için günah ve hatalardan arınmaya, nefis terbiyesine, yenilenmeye, kardeşlik ve ittifaka vesile olması dileği ile… Dipnot 1 Maide, 5/51; Mumtehine, 60/9 111 ABONELK FORMU YAYIN ADI Stratejik Düünce (AylLk UluslararasL likiler ve Strateji Dergisi) 12 AylLk Yurtiçi Abonelik Bedeli 12 AylLk YurtdLL Abonelik Bedeli 84 TL 100 $ * Lütfen abone olmak istediiniz yayLnLmLzLn yanLndaki kutuyu iaretleyiniz. * Stratejik Düünce Dergisine SayL.’den itibaren abone olmak istiyorum. Firma AdL: Vergi Dairesi ve No: / AdL SoyadL: Adres: Posta Kodu: Telefon: Faks: ehir / Ülke: Cep Telefonu: e-posta: Ödeme ekli: Nakit Banka Havalesi Posta Havalesi Kredi KartL VISA MASTER CARD Banka AdL: AdL SoyadL: Kart No: Son Kullanma Tarihi: Güvenlik No: (KartLnLzLn arka yüzündeki imza bölümünde bulunan numaranLn son 3 hanesi) MZA TAR H .. //20 Türkiye Finans KatLlLm BankasL / Balgat-Ankara ubesi ube Kodu: 82 IBAN:TR440020600082009721510001 Stratejik Düünce ve AratLrma VakfL ktisadi letmesi HesabL TL HesabL : 972151 - 1 USD HesabL : 972151 – 101 EURO HesabL: 972151 - 102 Önemli Not: Banka ve Posta Havalesi ile yapLlan ödemelerde, ilgili dekontun Abone Formu ile birlikte posta, faks veya e-posta yoluyla abonelik merkezimize ulatLrLlmasL zorunludur. ABONE LER Tel: 0 312 473 80 41 Faks: 0 312 0 312 473 80 43-46 e-posta: abone@sde.org.tr Adres: Stratejik Düünce Enstitüsü (SDE), Çetin Emeç BulvarL, A.Öveçler Mah. 4. Cadde 1330. Sokak No:12 06460 - Dikmen/ANKARA