İSLAM KORKUSU SÖYLEMİNİN AHLAK BAĞLAMINDA SORGULANMASI Prof. Dr. Süleyman DÖNMEZ • Sorun iki ayrı çerçevede ele alınabilir. İlki, genel anlamda din olgusu, dinler ve dinlerdeki ortak noktalar ve farklılıklar. İkincisi, her bir dini diğerinden ayırıp tek bir din üzerinde özelleşerek. Bilgi şöleni, İslam Korkusu (İslamafobi) üzerine yoğunlaşmak istemiş görünüyor. Mesele, İslam Dini ile özeleştirilerek ele alınmak isteniyor. En azından bilgi şöleni için seçilen üstbaşlık, bizi meseleyi İslam’ı merkeze alarak düşünmeye yönlendiriyor. Bu nedenle sorgulamamız istenilen meselenin ne olduğu muğlaklaşıyor. Çünkü İslam korkusu kavramı, Müslümanların ekserisi için izaha muhtaçtır. İslam Korkusu üzerine düşünmemiz istenirken, öyle sanıyorum, olandan hareketle bir kavramsallaştırma yapılmış. Gerçekten bugün özellikle Müslüman olmayan çevrelerde İslam korkusundan sıkça söz edilebiliyor. Meselenin söz esasında var olması, onun gerçekten var olduğunu gösterir mi? Biz felsefeciler, olanı sorgulamayı severiz. Felsefenin kendini açıkça hissettirdiği en erken dönemlerden –ilkçağlardan- beri de olanın arkasında olanı (arkhe meselesi) merak ederiz. Bu nedenle öncelikle İslam korkusu ‘söylemi’ üzerinde biraz durmak istiyorum. Burada “söylem” sözcüğünü maksatlı olarak –bilerek, isteyerek, bilinçli olarakkullandım. Zira sorunun çözümü, söylemin ötesine geçmemizi gerektiriyor. Bu durumda asıl araştırmak ve anlamak istediğimizin ne olduğunu daha bir belirginleştirmemiz gerekir. İslam korkusu nedir? Bir söylemden mi ibarettir? Gerçekten bir İslam korkusu var mıdır? Varsa, bunun nedenleri nedir? Neden ileri gelmektedir? Yönelttiğimiz sorulara bir cevap ararken, yapmak istediğimiz, İslam Dini’nin ne olup olmadığını tartışmak değildir. İslam adında bir din vardır. Onun nasıl bir din olduğu Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü. Felsefe Tarihi Anabilim Dalı. sdonmez@cu.edu.tr • 1 İslam uzmanlarınca incelenmesi ve araştırılması gereken bir konudur. Bu, bildirimizin sınırları dışındadır. Biz meseleye felsefece bakmaya çalışacağız. İslam uzmanlığı yapmayacağız. Korku, bir ruh halidir. Onun ilmi bağlamda nasıl bir duygu hâli olduğu, kaynağının ne olduğu çeşitli disiplinler tarafından incelenmektedir. Biz burada korku meselesini de psikolojik bir nazarla araştırmayacağız. Daha çok İslam korkusu söylemi üzerine bina edilen korkunun arkasındaki asıl nedenleri felsefeden yararlanarak anlamaya çalışacağız. Korkma, elbette, sadece insanlarda görülen bir hâl değildir. Ama biz korktuğunu düşündüğümüz, fark ettiğimiz diğer canlıları bir kenara bırakarak, tabii bir tepki olarak insanın korkmasına yönelmek istiyoruz. İnsan neden korkar? İnsanların genelde neden korktuklarını bizden öncekilerin bize öğrettikleri veya miras bıraktıkları bilgi ve tecrübelerden yararlanarak anlamak mümkündür. Birçoğumuz şöyle bir hüküm duymuşuzdur: “İnsan bilmediğinden korkar.” Ataların bize aktardıkları bu tespiti, biz bugün, kendi üzerimizden test edebiliriz. Doğru bir kanı olduğunu kolaylıkla anlayabiliriz. Gerçekten de bilgisizlik bizi korkutur. Tabii insan sadece bilmediğinden korkmaz. Belki daha güçlü olarak bildiğinden de korkar. Hele bilgisi ona ‘tehlike var’ diyorsa. Ancak bilgiye dayalı korku ile bilgisizliğe bağlı korku arasında sonuçları açısından büyük farklar çıkar. Bilgisizlik, insanı sonu kestirilemez bir takım inançlara sürükleyebilir. Elbet bunu bazen bilgi de yapabilir. Ama insanlar daha çok bilmeden savrulmayı değil, bilerek tavır almayı yeğlerler, daha doğru bulurlar. Şimdi sorgulanması gereken nirengi noktası yüzünü göstermeye başladı. Günümüz dünyasında İslam korkusu, ağırlığı Müslüman olmayanlar, kısmen de Müslüman olanlar tarafından dile getiriliyor. Dile gelen korku, kavramsal kargaşa içeriyor. Öyle ki, korkunun kaynağının İslam mı, yoksa Müslümanlar mı olduğu açık değil. Muhtemelen hem bir din olan İslam’dan da hem de bu dine müntesip olanlardan da korkuyorlar. Aslında bizi ilgilendiren onların neden korktukları değil. Biz bu korkunun 2 arkasındaki sâiklerin hem kavram hem de haklılık açısından karanlık bir tarafının olduğunu fark ettirmek istiyoruz. Açık olan husus şu: İnsanların bazısı İslam korkusu olarak kavramsallaştırılan arkası karanlık bir korkuya sahipler. Aslında gerçekte var olan sadece izah edilmeye muhtaç bir kavram ve korkularını bu kavram ile dile getiren insanlar. Apaçık karşımızda duran bu karanlık korkunun aydınlatılması, üstesinden gelinmesi için geliştirilen söylemler, yapılan tartışmalar, sergilenen tavırlar, alınan tedbirler… Ortada bir korku var. Ona İslam korkusu adını vermişler. Dilimizde bir söylem, muhtemelen İslam’ı kısmen yanlış anlayan ve yaşamaya çalışan bazı Müslümanlar, biraz da İslam’a dayalı bir yönetim şeklini benimsediğini iddia eden ülkeler ve bu ülkelerdeki yaşam biçimleri insanların korkularını güçlendiriyor. Medya, basın yayın, ilmî veya bilimsel toplantılar, yayınlar, bu soruna temas ediyor. Siyasiler, bir çözüm üretmek istiyor ya da çıkarları doğrultusunda sorunu manipüle ediyor. Bir felsefeci bu manzaraya ne der? İlk etapta dikkat çeken görüngü (fenomen) olarak bir İslam korkusuyla karşılaşılsa da korkunun dayanaklarının sağlam olmadığıdır. Yanlış bilgiden yahut bilgisizlikten güç alan sanal bir gerçekliktir yaşanan. Elbette daha birçok husususun yanında İslam ve Müslümanlar üzerine de İnançlarımız var. Gördüklerimiz, duyduklarımız, öğrendiklerimiz, yaşadıklarımız… Birçok malumat ve tecrübe edinmişiz. Düşünmüşüz, taşınmışız… Bilgiye yükselmişiz. Fikirlerimiz oluşmuş. Görünen şu: fikirler, inançların üzerinde filizleniyor. Fikirlerin dibinde inançlar var. İnancı anlamak zorundayım fikrin sıhhatini denetlemek için. İnanç (pistis), genel bir kavram. Çok çeşitli inançlara sahibiz. Doğrusu var. Eğrisi var. Güven vereni var. Güvensizlik aşılayanı… Filozoflar, inançları önemsemişler. Anlamaya, açıklamaya, güçlendirmeye veya değiştirmeye uğraşmışlar. Akılcıların çizdiği resim, duyumcuların ya da sezgicilerin çizdiklerinden biraz farklılaşmış. Birçok manzara çıkıyor karşımıza, küçük ayrımlarla ayrışan, karşı karşıya gelen… 3 Önerimiz felsefenin içinde kaybolup felsefe yapmak değil. Ama insan inanan bir varlık. İnancı anlamamız gerek. Bunun için filozoflardan yararlanabiliriz. Çünkü felsefe, diğer disiplinlerden farklı olarak kendini konu haline getirebilen bir düşünce sistemi olduğundan sahip olduğu inançları teşhis masasına yatırabiliyor. İlk ilkeleri, dayanaklarını sorguluyor. Diğer disiplinler usullerini ve bilgi üretme biçimlerini sorgulama gereği duymuyorlar. Zaten böyle bir ihtiyaç hâsıl olduğunda ya felsefeye müracaat ediyorlar ya da felsefeleşiyorlar. İnançların bir kısmı sanılara (zan/doxa), bir kısmı çeşitli yöntemler aracılığıyla doğrulanmak ve yanlışlanmak suretiyle kesinleşen kanılara (episteme) dayanıyor. Filozoflar, inançları gözden geçirerek, onların zan mı yoksa güçlü kanılar mı olduğunu anlamaya ve ayırmaya çalışmışlardır. İnsanlar, felsefî bir bakışa sahip olabilirler. Bu, filozof olduğumuz veya olacağımız anlamına gelmez. Nedir felsefî bakış? Sahip olduğumuz inancı sorgulamak. Bunu yapabilmek için inancımdan kuşku duymam zorunlu. İnancım gerçekten doğru mu? İslam korkum var. Kendimce korkumu haklılandırdığım dayanaklarım var. Dayandıklarım, gerçekten sağlam mı? Kesin olduğunu düşündüğüm kanılarım gerçekten kesin mi? Yoksa bir zandan veya tahminden mi ibaret? İşin felsefe kısmını uzatmak istemiyorum. Lakin meseleyi biraz gözden geçirirsek, İslam korkusunun söylem üzerinden yaygınlaştırılıp inşa edilmiş bir zan olduğu kolaylıkla fark edilir. Zan (doxa) şudur felsefede: Doğru olduğundan kuşkulanmadığım inanç (pistis). İnancımın dayanaklarını araştırmadığım müddetçe inancım beni kuşatacak ve gittikçe dogmatikleşecektir. Dogmatiklikten kurtulmak için, zanların doğru usullerle –ilmi ve felsefî yöntemlerle- ayıklanıp kesin kanıya dönüştürülmesi gerekir. Doğru yoldan gitmek suretiyle ulaştığımız kesin kanıların da mutlak olmadığı bilinmelidir. İslam korkusu söylem üzerine inşa edilmiş ve hatabî (retorik) usulle yaygınlaştırılan bir zandan ibarettir. Öncelikle zannın yanlış olabileceği de aklımıza gelmelidir. Yanlış olabileceğini düşünmek ihtimalleri dikkate almaya başlamaktır. İhtimal, doğru sandığımın doğru olmayabileceğidir. Biz sanıyı genelde zihnimizde doğru bilgi (kesin kanı/episteme) statüsüne yükseltiriz. Tecrübe bize göstermiştir ki, doğru bildiklerimiz yanlış çıkabilir. Kesin kanılarımızda yanılmış olabiliriz. 4 Sorunun çözümü sanılarımı bende güçlendiren usulü kavramaktan geçer. İslam korkusu bir söylemdir. Üstelik hatabî usulle yaygınlaştırılan ve güçlendirilen bir söylem. Hatabîlik, sofistikten daha çürük bir usuldür. Sofistler, bazı mütekellimler ile mutasavvıflar cedeli metot olarak benimsemişlerdir. Cedel, toplumda yaygınlaşmış olan kanaatleri referans alan bir düşünüş biçimidir. Cedele itibar edenler, yanlış kanaatlerin yaygınlık kazanma ihtimalinin düşük olduğuna inanmışlardır. Filozoflar ise, bu yolla asıl doğrunun bulunamayacağını kabul etmişler ve bir inanç yaygınlık kazansa bile onu gözden geçirmeyi ihmal etmemişlerdir. Hatabî usul de hakikî ve mantıkî fikirlere değil, umumiyetle kabul edilmiş fikirlere dayanan muhakeme ve düşünüş tarzıdır. Cedele benzer. Lakin söz esasında yanlışı doğru doğruyu yanlış gösterir. -Batı felsefelerinde cedel ile hatabî usul genelde ayrıştırılmaz. Her ikisine de ‘retorik’ derler. Buradaki ayrım daha çok Farabi’den mülhem bana aittir.Hatabîliğin de bir mantığı var elbet. Kendi içinde tutarlı ve geçerli kılınabilir. Ne demek istiyoruz? İçinde olduğumuz durumdan hareket edelim. Bugün karşımızda bir din olan İslam var. Doğal olarak o dine tabi olan Müslümanlar da var. İçinde olduğumuz veya içinde olmasak bile seyrettiğimiz bir manzara (theoria) var ortada. Bu manzaranın birçok kesim ve kişiler üzerinden gerek kitabî (nazarî/teorik) gerek amelî (pratik) bir karşılığı var. Çok sayıda anlayış ve yaşayış biçimleri çıkmış ortaya. Hepsi İslam’ı ve Müslümanlığı anlattıklarını ya da yaşadıklarını söylüyorlar. İşte bu anlayış ve yaşayış tarzları bugünkü İslam korkusunu doğuruyor. Çoğu bizzat yaşanılana işaret ederek korkusunu güçlendiriyor. Daha çok akademik kesim de olan bir grup ise, geçmişteki bir takım anlayış ile uygulamalara dikkat çekerek canlı olan korkuyu körüklemeye çalışıyor. Korkunun diri kalmasında hem bazı Müslümanların hem de Müslüman olamayanların İslam anlayışı etkili. Bana göre genelde sorunlu olan bu anlayışların yeterince gözden geçirilmeden benimsenmesi, yaşam biçimimize yansıması veya yansıma ihtimali İslam korkusunu kronikleştiriyor. Çünkü İslam algımız ve yaşam tercihleri çağdaş dünyada bir takım sıkıntılar doğuruyor veya doğurduğu ya da doğuracağı düşünülüyor. Ama bütün sorunlu tercihler ve düşünceler sadece bir görüntü. Gerçek anlamdaki İslam’la uylaştırılması (convention) - hatta uzlaştırılması 5 (conciliation)- çok zor olan, bu nedenle de ya yanlış ya da eksik bilgilerle kuvvetlenen, bilerek ya da bilmeden kuvvetlendirilen, önyargılara yaslanarak yaşayan ve yaşatılan sanal bir görüntü. Esasta ortada bilgikuramsal (epistemik), etik, estetik, daha çok da, politik bir sorun var. Sorunun tespiti çözüm için umut verir. Çok yönlü bir sorunla karşı karşıyayız. Çözümü zor bir sorun gibi görünüyor. Ama durum o kadar karışık değil. Bence çözüm, bizzat korkulan şeyin gerçeğinde. Sanal görüntünün dışına çıkarak gerçek İslam’la tanışmak kalıcı çözümü verecektir. Bu nasıl olacak? İslam, bir ahlak dinidir. Ahlakın ne olduğu, nasıl temellendirileceği güç bir meseledir. Lakin ihtiyacımız olan ahlak sorununu felsefî ya da başka bir disiplinin bakışıyla çözümlemek değil. Bırakalım filozoflar meseleyi tartışmaya devam etsinler. Bizi bu tartışmalardan çok ahlakla olan ilişkimiz ilgilendiriyor. Belki filozofların tartıştığı ahlak meselelerinden hiç haberdar değiliz. Ama ahlak nedir biliyoruz, ahlakı anlıyoruz ve ya ahlaka uygun ya da mugayir yaşıyoruz. İnsan, ahlâkî bir varlıktır. İslam’ın hem ilk hem de son din olmasının nedeni budur. –Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar peygamberlerin getirdikleri dinin adı İslam’dır.- İslam, insanı merkeze alır. İnsan içindir. İnsanı devre dışı bırakan bir anlayış, İslâmî yaşam biçimi olamaz. Ölçü insandır. İnsan ise başta kendini ve kendi dışındaki bütün varoluşu yaşatıp âbat edecek –bayındır hâle getirecek- olan varlıktır. Kâinat insana emanettir. Kâinatın içinde bir varolan olarak insan da insana emanettir. Ahlaklı olan emanete hıyanet etmez. Şimdi, sahip olduğumuz din tasavvurumuzu, şayet insan isek, emanet bilinci esasında gözden geçirmemiz gerekir. Müslüman coğrafyadaki İslam anlayışlarını gözden geçirdiğimizde iç açıcı bir manzara çıkmıyor karşımıza. Müslüman olmayan kesimlerdeki İslam korkusunun canlı kalmasına en büyük desteği veren bu tablodur. Elbette, İslam korkusu yaşayan kişilerin, ister Müslüman olsun ister olmasın, öncelikle korkusunun arkasında yatan sâikleri, bunun için de İslam’ın ne olduğunu araştırması ve sonrasında da sanılarından kurtularak korkusunu yenmesi arzu edilen bir durumdur. Ama bu birçok soruna bağlı olarak gerçekleştirilemiyorsa, Müslümanlar daha dikkatli olmalıdır. Ve suyun akışını değiştirmelidir. Olması gereken –ahlak- öncelikle Müslümanlarda görünmelidir. 6 Çuvaldızı başkasına batırmadan önce iğneyi kendimize batırmalıyız. Ahlakın bize söylediği budur. Elden ziyade kendimizi düzeltmek zorundayız. Çünkü içimizdeki bazı grupların İslam anlayışları ve anladıklarını yaşam biçimine döndürmeleri, aynı anlayışa sahip olmayan kesimlerde ciddi endişeye ve korkuya sebebiyet veriyor. Burada benim dinim bu, ben dinimi yaşıyorum tarzı savunmalar sorunu çözmüyor daha da bir içinden çıkılmaz hâle getiriyor. Kendimizi gözden geçirmemiz ahlaken zorunlu hâle geliyor. Yaşanılan sıkıntı, elbette, tek yönlü değil. İslam korkusu olmayanlar, kendilerini ya ifade edemiyor ya da yanlış ifade ediyor. İslam korkusu yaşayanlar ise İslam’a katı bir önyargı ile yaklaşıyorlar. Bu iki karşıt durum, sorunu çözümsüzlüğe sürüklüyor. Öyle ki, kendimizi ifade etme biçimimizde ciddi hatalar yapıyorsak, karşımızda olanın önyargısı daha bir güçleniyor ve kaygıları iyice artıyor. Kendini kolayca bizim üzerimizden haklılandırabiliyor. Artık rahatlıkla rahatsız edici korku rüzgârları estirilebilir. Korku rüzgârları daha çok politik cenahtan estiriliyor. İşin içine kültür ve din savaşları dâhil ediliyor. Bütün bunlar ya cehalete ya da çıkar kavgalarına dayanıyor. Geldiğimiz nokta oldukça hastalıklıdır. Öyle ki, artık İslam korkusunu gittikçe kronikleşen bir hastalığa dönüştürülmüş durumdadır. Günümüz Batı eğilimli politik manevralar, hastalığı tedavi edilemez bir zemine sürüklemektedir. Toplumun diğer kesimleri ise siyaseti düzeltici girişimlerde yetersiz kaldıklarından, maalesef, çok kere de siyasîlere destek verdiklerinden hastalığı tedavi edici mekanizmaları etkisizleştirmektedir. Batı yörüngeli politik tavırların bize sirayet etmiş olması meselenin açmazıdır. Burada apaçık bir ahlak krizi vardır. Ahlaksızlık hâkimdir. Batı kadar doğulunun da meseleye yaklaşımı sorunlu hâle gelmiştir. –DoğuBatı kavramlarını coğrafî sınırlardan öte, zihniyet olarak kullanıyorum.Eskiler, -hem doğuda hem de batıda- siyaseti yapılandırırken ahlakı esas almışlardır. Lakin ilk olarak Batı’da göreli olarak siyasetin güce dayanması gerektiği dile getirilmiş ve bu kavrayış peyderpey uygulamaya konulmuştur. – Ancak Batı bu gerçeği hep gözden kaçırmak ister. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de dürüstlük, adalet, hak, hukuk gibi erdemler, genelde söylemden öteye geçmez.- Gücün istenmesi, hedef odaklıdır. Birçok kere duyduğumuz bir görüş var: Politikada esas olan ülke çıkarlarıdır. Elbette çıkar önemlidir. Ancak çıkar, her türlü ahlâkî değeri ayaklar altına alarak 7 sağlanmamalıdır. Olması gereken çıkardan önce ahlâkî bir taleptir. Ahlâk esasında hak ile hukukun korunmasıdır. Ama Batılı siyaset, ülkeler arası ilişkide, uzun zamandır, makyevalist –amaç için her yol mubahtır, adaleti güçlü olan belirler- ve hobbesist –insan insanın kurdudur- anlayışını öne çıkartmıştır. Bu anlayıştan taviz vermek de istememektedir. (Hobbesist kavramını siyaset felsefeci Thomas Hobbes’in siyaset anlayışını benimseyen anlamında ben uydurdum). Hülasa I Yukarda fert bazında inançlarımızı teşrih masasına yatırarak ahlak merkezli bir çözüm önerisi sunduk. Ancak bu çözümü yaşama yansıtabilmek o kadar kolay bir iş değildir. Bu nedenle mesele devletlerin eğitim politikalarının bir parçası hâline getirilmelidir. Elbette eğitim, sadece okulda yapılan bir faaliyet değildir. Bu durumda ister örgün ister yaygın olsun, haktan –gerçekten- ayrılmadan hakikati idrak ettiren ve yaşatan bir eğitim ile öğretim faaliyeti İslam korkusu hastalığının panzehiridir. Bu eğitimin adı, insanlaşmadır. Eskiler, ‘adam olmak’ derlerdi. Meşhur hikâyeyi herkes bilir. Okumak, öğrenmek; diploma, şan şöhret, makam sahibi olmak adam olduğumuzu göstermez. Adam olmanın ne olduğunu herkes bilir. Adamlık, ahlakla ilişkilidir. İnsan olmakla sağlanır. Ama zor zanaattır insan olmak. Ahlaksız insan olmaz. Ahlaksız birey –bütün canlılar bireydir- şeklen –suretainsandır. Sadece insan görünen bir varlıktır. Özü bozulmuştur. İnsanlık, özle –şemalalakalıdır. Özde olanın da hem sözde hem de eylemde görünür olması beklenir. –Şekil, şemal ve fiil birliği.- Öz içtir. İçte olan bilinmez. Ama bir hüküm vermek durumundayız. Ahlâkî hüküm, özümü ve özü idrake dayanır. -Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma/Zer-dûz palan ursan eşek yine eşektir.- (Ziya Paşa). Elbette suret, önemsiz değildir. Tavırlarımız, suret (görünen) esasında şekillense de, dostluğumuz, muhabbetimiz özü esas alır. Özü ister. -Güzelliğin beş para etmez, şu bendeki aşk olmasa.II 8 Verdiğimiz eğitim ile öğretimde genelde kavramları karıştırıyoruz. Kafamız karışıyor. En çok da dini, hukuku ve ahlakı karıştırıyoruz. Elbette bu üç alan, birbirinden kopuk değil. Her dinin bir ahlakı ile hukuku, her hukukun bir ahlakı ile dini ve her ahlakın da bir hukuku ile dini var. Ahlak, din ve hukuk mutlak anlamda birbirinden ayrıştırılamaz. Lakin aynı olduklarını da iddia edemeyiz. Karışıklığı çözmek ve önlemek için, öncelikle, bilgi eksikliği giderilmeli ve bakış açıları düzeltilmelidir. Hangi alandayız? Neredeyiz? Nerden nereye bakıyoruz? Nasıl bakıyoruz? Meseleyi ele alış biçimimiz hangi noktainazardan? -Ontik mi, epistemik mi, aksiyolojik mi (felsefî), yoksa sosyolojik mi, politik mi, psikolojik mi, patolojik mi?III Ahlâkî bakış, sorunu çözümsüzlükten kurtaracak tek alternatif gibi görünüyor. Nedir ahlâkî bakış? Mümkün olduğunca sadeleştirirsek, önce kendimi tanıyacağım. Kendimi tanımam bilmenin ötesinde tecrübî bir idraktir. Kendimi tanıyınca hak ile hukuku bileceğim. Hak, gerçek demektir. Hakkı hakikatle karıştırmayalım. Hak, hakikate penceredir. Hak üzere olan hakikati seyreder. Hak üzere yürümek ise, ahlâkî anlamda hakkı teslim etmekle mümkün olur. Hakkın alınması ise, hukukun alanıdır. Hakkım gasp edilmişse, hakkıma tecavüz varsa, zulüm var demektir. Zulmü önlemek devletin görevidir. Devlet, hakları koruma altına alan hukuku işleterek adaleti sağlamakla mükelleftir. Sorunun hukuk üzerinden çözümlenmesi, ahlakın ihlalinden doğan bir sonuçtur. Ahlak üzere yaşamak, hukuk üzere olmaktır. Hakkın ve hukukun olduğu ve korunduğu yer, İslam beldesidir. Hakkı teslim ederek hukuku yaşatan insana da Müslüman denir. Böyle bir beldeden ve Müslümandan korkana da bilmem ne denir? – Müslümanlığı Mümin olmakla karıştırmayalım. Müminlik daha geniş ve derin bir kavramdır vesselam. 9