tc gazi üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü işletme anabilim dalı

advertisement
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İŞLETME ANABİLİM DALI
GENEL İŞLETME BİLİM DALI
ULUSLARARASI REZERVLER, TÜRKİYE’DE REZERV YÖNETİMİ
VE 1990 – 2009 DÖNEMİNDE TÜRKİYE CUMHURİYET MERKEZ
BANKASI’NIN UYGULADIĞI REZERV YÖNETİM POLİTİKALARI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Hazırlayan
Osman Ersen SÜMMEOĞLU
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Mine TEKELİ
Ankara – 2010
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İŞLETME ANABİLİM DALI
GENEL İŞLETME BİLİM DALI
ULUSLARARASI REZERVLER, TÜRKİYE’DE REZERV YÖNETİMİ
VE 1990 – 2009 DÖNEMİNDE TÜRKİYE CUMHURİYET MERKEZ
BANKASI’NIN UYGULADIĞI REZERV YÖNETİM POLİTİKALARI
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Hazırlayan
Osman Ersen SÜMMEOĞLU
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Mine TEKELİ
Ankara – 2010
ONAY
Osman Ersen SÜMMEOĞLU tarafından hazırlanan “Uluslararası Rezervler,
Türkiye’de Rezerv Yönetimi ve 1990 – 2009 Döneminde Türkiye Cumhuriyet
Merkez Bankası’nın Uyguladığı Rezerv Yönetim Politikaları” başlıklı bu çalışma,
01/10/2010 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda OYBİRLİĞİ ile başarılı
bulunarak jürimiz tarafından İşletme Anabilim Genel İşletme Bilim dalında
Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiştir.
.......................................
Prof. Dr. Şule ÖZKAN
.......................................
Doç. Dr. Mehmet ARSLAN
.......................................
Prof. Dr. Mine TEKELİ (Danışman)
i
ÖNSÖZ
Uluslararası para sistemleri içerisinde önemli yer tutan uluslararası
rezervler, Altın Standardı Sistemi’nden günümüze kadar ülkelerin ekonomik
gücünü ve özellikle 1990’lı yıllarda yaşanan krizlerden sonra ülkelerin krizlere
karşı dayanıklılığını ortaya koyan önemli bir gösterge olmuştur. Bu nedenle,
uluslararası rezervler ve bu rezervlerin yönetim politikaları, önemi gittikçe artan
ve üzerinde çokça çalışılan bir konu olarak literatürde son yıllarda daha fazla yer
bulmuştur.
Bu çalışma ile ilgili literatür taramasında, yapılan çalışmaların konuyu
sadece bir yönüyle ele aldıkları tespit edilmiştir. Söz konusu çalışmalar ya
sadece uygulama üzerine yoğunlaşarak teorik alt yapıyı eksik bırakmış ya da
konu teorik olarak anlatmakla birlikte rezervlerin tarihi gelişim içerisinde geçirdiği
evreler veya günümüzdeki rezerv yeterlilik yaklaşımları hususlarını ihmal
etmiştir. Ayrıca, literatürde uluslararası rezerv seviyesinin tespiti ve yeterliliği ile
rezerv kompozisyonu ve karşılaştırılması konularında akademik çalışmalar
olmasına rağmen, sadece ülkemiz için yapılmış araştırmalar yeterli seviyede
değildir.
Bu tez çalışmasında; uluslararası rezervleri Türkiye’de ve dünyada seviye
ve bileşenleri açısından araştırılması, uluslararası rezervleri uluslararası para
sistemleri içerisinde tarihsel olarak inceleyerek rezerv varlıklarının içinde
bulundukları dönemlere göre gelişimini bu konudaki literatürü tarayarak ortaya
koyulması, dünyadaki merkez bankalarının uluslararası rezerv talep etme
nedenlerini ve rezerv yeterlilik yaklaşımlarını inceleyerek bu yaklaşımlar ışığında
1990-2009 TCMB rezervlerinin yeterliliğini araştırarak yıllar içerisinde geçirdiği
evreleri ve rezerv birikim sürecinin ödemeler bilançosu kalemleri yardımıyla
ii
analizinin yapılması, Türkiye’de 1990-2009 döneminde uygulanan döviz kuru
rejimlerinin
TCMB
rezerv
yönetim
politikalarına
etkisinin
araştırılması
yönlendiren,
yardımlarını
amaçlanmaktadır.
Bu
çalışmanın
hazırlanmasında
beni
esirgemeyen danışman hocam Prof. Dr. Mine Tekeli’ye yardımları ve hoşgörüsü
için teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca, tez çalışmam sırasındaki desteği için
Abdullah Ahmetoğlu’na, yoğun olarak çalıştığım bu dönemde desteği, sabrı ve
katkıları için sevgili eşim Demet Sümmeoğlu’na teşekkürü bir borç bilirim.
iii
İÇİNDEKİLER
Sayfa No
ÖNSÖZ .............................................................................................................i
İÇİNDEKİLER .................................................................................................iii
KISALTMA LİSTESİ .....................................................................................viii
TABLO LİSTESİ .............................................................................................ix
ŞEKİL LİSTESİ ................................................................................................x
GİRİŞ ...............................................................................................................1
BİRİNCİ BÖLÜM
ULUSLARARASI REZERVLER
1.1. Uluslararası Rezervlerin Tanımı.............................................................. 4
1.2. Uluslararası Rezerv Varlıkları ................................................................. 6
1.2.1. Altın .............................................................................................. 7
1.2.1.1. Merkez Bankalarının Altın Talep Etme Nedenleri ............ 8
1.2.1.2. Rezerv Varlıkları İçerisinde Altının Payı ..........................12
1.2.2. Döviz ...........................................................................................17
1.2.2.1. Dövizin Toplam Rezervler İçerisindeki Payı ....................17
1.2.2.2. Döviz Rezervlerini Oluşturan Ulusal Para Birimleri .........20
1.2.3. IMF Rezerv Pozisyonu ................................................................22
1.2.4. Özel Çekme Hakkı (SDR-Special Drawing Rights) .....................26
1.2.4.1. SDR’nin Tarihsel Gelişimi ...............................................27
1.2.4.2. SDR Değeri .....................................................................29
1.2.4.3. SDR Sepetini Oluşturan Para Birimleri ...........................30
1.2.4.4. SDR Faiz Oranı...............................................................32
1.2.4.5. SDR’nin Kullanım Alanları ...............................................33
1.2.4.6. SDR Tahsisatları .............................................................34
1.2.4.6.1. Genel SDR Tahsisi ...................................................34
1.2.4.6.2. Özel SDR Tahsisi .................................................... 35
1.3. Dünya Rezerv Kompozisyonunun Gelişimi ............................................36
iv
1.3.1. Dünya Rezerv Varlıklarının Genel Görünümü .............................36
1.3.2. Dünya Rezerv Varlıklarının Ülke Gruplarına Göre Dağılımı ........40
1.3.2.1. Genel Görünüm ..............................................................41
1.3.2.2. Altın .................................................................................42
1.3.2.3. IMF Rezerv Pozisyonu ve Özel Çekme Hakkı (SDR) .....43
1.3.2.4. Döviz ...............................................................................45
1.3.2.5. Genel Değerlendirme ......................................................46
İKİNCİ BÖLÜM
ULUSLARARASI PARA SİSTEMİ İÇERİSİNDE REZERV VARLIKLARI
2.1. Altın Standardı Dönemi (1850–1914).....................................................49
2.1.1. Çift Metal Maden Standardı Öncesi .............................................51
2.1.2. Çift Metal Maden Standardı .........................................................52
2.1.3. Altın Standardı Sistemi Dönemine Geçiş .....................................57
2.1.3.1. Sistemin Genel Özellikleri ................................................57
2.1.3.2. Altın Standardı Sisteminin Tarihsel Gelişimi.....................59
2.1.3.3. Altın Standardı Döneminde Uluslararası Rezerv
Varlıkları ...........................................................................62
2.1.4. Sistemin Sona Ermesi .................................................................. 64
2.2. İki Savaş Arası Dönem (1914–1944) .....................................................65
2.2.1. I. Dünya Savaşı ile 1929 Büyük Buhranı Arası Dönem .................66
2.2.1.1. Dönemde Uluslararası Rezervler ......................................67
2.2.1.2. Altın Döviz Standardı Sistemi ............................................68
2.2.1.3. Altın Döviz Standardı İle Klasik Altın Standardı Sisteminin
Karşılaştırılması ..................................................................72
2.2.2. 1929 Büyük Buhranı ile 1944 Bretton Woods Anlaşması Arası
Dönem ..........................................................................................75
2.2.2.1. 1929 Büyük Buhranı.........................................................75
v
2.2.2.2. Altın Döviz Standardı Sisteminin 1929 Büyük Buhrana
Etkisi ................................................................................77
2.2.2.3. 1929 Büyük Buhran Sonrası ve Sistemin Sonu............... 79
2.3. Bretton Woods Sistemi Dönemi (1945–1971) ........................................80
2.3.1. Bretton Woods Konferansı ............................................................81
2.3.1.1. White Planı ve Keynes Planı: Ortak Yönler .................... 82
2.3.1.2. White Planı ve Keynes Planı: Ayrılan Yönler ................. 82
2.3.2. Bretton Woods Anlaşması ve Kurumları ......................................84
2.3.3. Bretton Woods Sisteminin İşleyişi ................................................85
2.3.4. Bretton Woods Sisteminin Tarihsel Süreci ...................................88
2.3.5. Sistemin Sona Ermesi ................................................................. 90
2.4. Bretton Woods Sonrası Sistemler Dönemi (1971– ) .............................92
2.4.1. Genel Görünüm ...........................................................................92
2.4.2. Washington Mutabakatı ...............................................................93
2.4.3. Avrupa Para Birliği ve Euro ..........................................................94
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MERKEZ BANKALARININ REZERV YÖNETİMİ VE REZERV
YETERLİLİĞİNİN ÖLÇÜLMESİ
3.1. Uluslararası Rezerv Talebi.....................................................................98
3.1.1. Ulusal Paranın Karşılığı Olarak Rezerv Talebi .............................99
3.1.2. Ödemeler Bilançosu Dengesini Sağlamak için Rezerv Talebi....100
3.1.3. Dış Borç Servisini Karşılamak İçin Rezerv Talebi ......................107
3.1.4. Döviz Piyasalarına Müdahale Nedeniyle rezerv Talebi ..............110
3.1.4.1. Sabit Kur Rejimi ............................................................110
3.1.4.2. Dalgalı Kur Rejimi .........................................................111
3.1.4.3. Yönetilen Dalgalı Kur Rejimi .........................................112
3.1.5. Acil Durumlara Karşı Tedbir İçin Rezerv Talebi .........................115
vi
3.1.5.1. Uluslararası Son Borç Verme Merciinin Varlığı ............ 116
3.1.6. Yabancı Para Ödemeleri Nedeniyle Rezerv Talebi ....................119
3.1.7. Ülkenin Prestiji Nedeniyle Rezerv Talebi ...................................120
3.2. Rezerv Politikalarını Ekileyen Unsurlar ................................................120
3.2.1. Döviz Kuru Politikaları ................................................................121
3.2.2. Uluslararası Ekonomik Sistemle Entegrasyon (Dışa Açıklık)
Seviyesi......................................................................................123
3.2.3. Gelişmişlik Düzeyi ......................................................................124
3.2.3.1. Gelişmiş Ülkeler ............................................................124
3.2.3.2. Gelişmekte Olan Ülkeler ...............................................125
3.3. Uluslararası Rezerv Seviyesi ve Rezervler İçin Yeterlilik Yaklaşımları 128
3.3.1. Parasal Taban Yaklaşımı (Rezerv / M2 Oranı) .........................131
3.3.2. İthalat Yaklaşımı (Rezervlerin İthalata Oranı)........................... 132
3.3.3. Dış Borç Yaklaşımı (Rezervlerin KVDB’ye Oranı)......................134
3.4. Uluslararası Rezerv Bulundurma Maliyeti. ...........................................136
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKİYE’DE REZERV YÖNETİMİ VE TCMB REZERVLERİNİN
YETERLİLİĞİ
4.1. Türkiye’de Rezerv Yönetimi İle İlgili Yapı ve Yasal Durum ..................140
4.1.1. Türkiye’de Rezerv Yönetiminde Yasal Durum ve TCMB ...........140
4.1.2. TCMB’nin Rezerv Yönetim İlkeleri.............................................142
4.1.2.1. Güvenli Yatırım ............................................................142
4.1.2.2. Likidite ..........................................................................142
4.1.2.3. Getiri ............................................................................142
4.1.3. TCMB Rezervlerinin Yapısı .......................................................144
4.2. Türkiye Rezervlerinin Kompozisyonu ...................................................147
4.3. Türkiye Rezervlerinin Yeterlilik Analizi .................................................152
vii
4.3.1. Parasal Taban Yaklaşımı (Rezerv / M2 Oranı) .........................153
4.3.2. İthalat Yaklaşımı (Rezerv / İthalat Oranı) ..................................155
4.3.3. Dış Borç Yaklaşımı (Rezerv / KVDB Oranı) ..............................157
4.4. Ödemeler Dengesi Hesapları Vasıtasıyla Türkiye’deki Rezerv Birikiminin
İncelenmesi ..........................................................................................159
4.4.1. Cari İşlemler Hesabı ..................................................................161
4.4.1.1. Dış Ticaret Dengesi.......................................................162
4.4.1.2. Turizm Gelirleri ..............................................................163
4.4.1.3. İşçi Dövizleri ..................................................................164
4.4.2. Sermaye Ve Finans Hesapları ...................................................168
4.4.2.1. Portföy Yatırımları .........................................................169
4.4.2.2. Doğrudan Yabancı Yatırımlar ........................................171
4.4.3. Dış Borç Stoku Gelişmeleri ........................................................173
4.4.4. Döviz Olarak Takip Olunan Mevduatlar .....................................175
4.4.5. Uluslararası Kuruluşlara Karşı Yükümlülükler ........................... 176
4.5. Türkiye’de Uygulanan Döviz Kuru Rejimleri ve TCMB Rezervleri
İlişkisi ...................................................................................................178
4.5.1. 1994 Öncesi Durum ...................................................................178
4.5.2. 1994-1999 Arası Dönem ............................................................180
4.5.3. 1999 Sonrası Dönem .................................................................180
BEŞİNCİ BÖLÜM
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME ..................................................................183
KAYNAKÇA ................................................................................................197
ÖZET ...........................................................................................................208
ABSTRACT .................................................................................................210
viii
KISALTMA LİSTESİ
ABD
: Amerika Birleşik Devletleri
AET
: Avrupa Ekonomik Topluluğu
BIS
: Bank for International Settlements (Uluslararası Ödemeler
Bankası)
CHF
: Confoederatio Helvetica Frank (İsviçre Frangı)
DÇM
: Dövize Çevrilebilir Mevduat
DEM
: Deutche Mark (Alman Markı)
DPT
: Devlet Planlama Teşkilatı
ECU
: European Currency Unit (Avrupa Para Birimi)
FED
: Federal Reserve Bank (A.B.D.Merkez Bankası)
FRF
: French Frank (Fransız Frangı)
GBP
: Great Britain Pound (İngiliz Sterlini)
GSMH
: Gayri Safi Milli Hâsıla
GSYİH
: Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla
IBRD
: International Bank for Reconstruction and Development
(Uluslararası Yeniden Yapılandırma ve Gelişim Bankası)
IMF
: International Monetary Fund (Uluslararası Para Fonu)
JPY
: Japanese Yen (Japon Yeni)
KMDTH
: Kredi Mektuplu Döviz Tevdiat Hesabı
KVDB
: Kısa Vadeli Dış Borç
NGL
: Netherlands Gulden (Hollanda Florini)
OECD
: Organisation for Economic Co-operation and Development
(Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü)
SBA
: Stand-By Arrangement (Stand-By Düzenlemeleri)
SDH
: Süper Döviz Hesabı
SDR
: Special Drawing Rights (Özel Çekme Hakkı)
TCMB
: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası
TL
: Türk Lirası
USD
: United States Dollar (Amerikan Doları)
WB
: World Bank (Dünya Bankası)
ix
TABLO LİSTESİ
Sayfa No
Tablo 1.1.
Resmi Döviz Rezervleri İçinde Ulusal Para Ağırlıkları ...............20
Tablo 1.2.
SDR Değerleri ...........................................................................30
Tablo 1.3.
SDR Sepetini Oluşturan Para Birimlerinin Yüzde Ağırlıkları ......31
Tablo 1.4.
SDR Faiz Oranı Hesaplaması ...................................................33
Tablo 1.5.
Dünya Rezerv Varlıklarının Bileşenlerine Göre Dağılımı...........37
Tablo 2.1.
Dünya’daki Bazı Merkez Bankalarının Kuruluş ve Banknot
İhraç Etme Tarihleri ...................................................................55
Tablo 2.2.
Bilinen Resmi Döviz Rezervleri İçinde Ulusal Para Ağırlıkları (18991913) .........................................................................................63
Tablo 2.3.
Altın Döviz Standardı Sisteminin İşleyişi ...................................71
Tablo 2.4.
Bretton Woods Sisteminin İşleyişi .............................................86
Tablo 3.1.
Ödemeler Bilançosu Şematik Yapısı .......................................102
Tablo 4.1.
TCMB Rezevlerinin Bileşenlerine Göre Dağılımı.....................150
Tablo 4.2.
TCMB Tarafından Alım-Satımı Yapılan Döviz Tutarları...........175
Tablo 4.3.
Türkiye’nin IMF’den Kullandığı Kredi Miktarları(1984-2009) ...177
Tablo 4.4.
Türkiye’nin 2010-2014 Döneminde IMF’ye Yapacağı Anapara ve
Faiz Ödemeleri ........................................................................178
x
ŞEKİL LİSTESİ
Sayfa No
Şekil 1.1.
Altının Dünya Rezerv Varlıkları İçerisindeki Miktarı..................12
Şekil 1.2.
Altın Rezervlerinin Toplam Rezerv Varlıkları İçindeki Yüzdelik Payı
13
Şekil 1.3.
Merkez Bankalarının 2002-2009 Döneminde Yıllık Altın
Talebi ........................................................................................16
Şekil 1.4.
Döviz Varlıklarının Toplam Rezerv İçerisindeki Yüzdelik Payı ..18
Şekil 1.5.
Döviz Rezervleri ........................................................................19
Şekil 1.6
Dünya Rezerv Varlıklarının Dağılımı .........................................38
Şekil 1.7.
Gelişmiş ve Gelişmekte olan Ülkelerin Rezervler İçersindeki
Yüzdelik Dağılımı ......................................................................41
Şekil 1.8.
Altın Rezervlerinin Dağılımı ......................................................42
Şekil 1.9.
Gelişmiş ve Gelişmekte olan Ülkelerin SDR Payları .................44
Şekil 1.10.
IMF Rezerv Pozisyonunun Ülke Gruplarına Göre Dağılımı.......44
Şekil 1.11.
Döviz Rezervleri Toplamının Gelişmiş ve Gelişmekte Olan
Ülkelere Göre Dağılımı ............................................................ 45
Şekil 4.1.
TCMB Toplam Rezervleri........................................................148
Şekil 4.2.
TCMB Rezerv Bileşenlerinin Dağılımı .....................................152
Şekil 4.3.
Rezerv M2 Karşılaştırılması ....................................................154
xi
Şekil 4.4.
Rezevlerin İthalat Karşılama Oranı (Yüzde %) .......................155
Şekil 4.5.
Rezevlerin İthalatı Karşılama Oranı (Aylık) .............................156
Şekil 4.6.
Rezerv ve KVDB Seviyesi.......................................................158
Şekil 4.7.
Rezerv / KVDB Oranı ..............................................................159
Şekil 4.8.
Cari İşlemler Dengesi..............................................................162
Şekil 4.9.
Dış Ticaret Dengesi ................................................................163
Şekil 4.10.
Turizm Gelirleri .......................................................................164
Şekil 4.11.
İşçi Dövizleri Hesaplarının Gelişimi .........................................167
Şekil 4.12.
İşçi Dövizi Hesapları / Rezerv .................................................168
Şekil 4.13.
Portföy Yatırımları ...................................................................169
Şekil 4.14.
Doğrudan Yabancı Yatırım .....................................................171
Şekil 4.15.
Türkiye’nin Özelleştirme Gelirleri ............................................172
Şekil 4.16.
Dış Borç Stoku Gelişmeleri .....................................................174
GİRİŞ
Uluslararası rezervler, para otoritelerinin kullanıma hazır bulundurduğu,
uluslararası piyasalarca konvertibilitesi kabul görmüş, ödemeler bilançosundaki
dengesizliklerin doğrudan ya da dolaylı finansmanını sağlayan yabancı para
cinsinden
kaynaklar
bütünü
olarak
tanımlanmaktadır.
Ülkeler
arasında
uygulamada farklılıklar olmakla birlikte, genel kabul gören usul, ülke içinde
rezerv yönetimlerinden sorumlu kurumların merkez bankaları olmasıdır. Altın
Standardı Sistemi öncesinden bugüne kadar uluslararası para sistemleri
içerisinde değişikliğe uğramakla birlikte, ülke merkez bankaları, ülke dışından
yapılan mal ve hizmet alımlarını ve dış borçlanmalarını finanse etmek amacıyla
rezerv talep etmenin yanında, uluslararası son borç verme merciinin yokluğu
nedeniyle ve son yıllarda artan finansal krizlere karşı korunmak için rezervlere
ihtiyaç duyarlar. Ayrıca, piyasaların gelecekteki durumları ile ilgili belirsizliklere
veya acil durumlara karşı da rezerv bulundurmak isterler. Ayrıca, ödemeler
bilançosu dengesini sağlamak ve döviz piyasalarına müdahale nedeniyle de
merkez bankaları rezerv talep etmektedir.
Merkez
bankalarının
mevcutlarında
bulunduracakları
rezervlerin
seviyesini, yukarıda sayılan nedenler yanında başka faktörler de etkilemektedir.
Ülkelerin uyguladıkları döviz kuru rejimi başta olmak üzere, ülkelerin uluslararası
ekonomik sisitemle entegrasyon derecesi ve gelişmişlik düzeyi de talep edilen
rezervin seviyesini ve rezerv yönetim politikasını etkilemektedir. Rezervlerin
yeterliliği sorusu 1960’lı yıllardan bugüne kadar literatürde en fazla araştırılan
konu olmakla birlikte, içinde bulunulan dönemlerin şartlarına göre rezerv
yeterliliğini ölçmek için çeşitli yaklaşımlar geliştirilmiştir. Rezervlerin diğer
ekonomik büyüklüklerle karşılaştırılması esasına dayanan bu yaklaşımlar ülkeler
için özellikle kriz dönemlerinde yeterli rezerv seviyesinde olup olmadıklarını
ortaya koymayı amaçlamaktadır. Ülkelerin rezerv talepleri sınırsız olmakla
2
birlikte, rezerv bulundurmanın ülkeler için bir maliyeti olması nedeniyle rezerv
seviyesinde bir üst sınır olması gerekmektedir.
Ülkemizde rezerv yönetim konusunda tek yetkili kurum Türkiye
Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), bu yetkisini 1211 sayılı TCMB
Kanunu’ndan alarak rezerv yönetimi ile ilgili faaliyetlerine, güvenlik, likidite ve
getiri prensipleri altında, ülke risk priminin azaltılması, bu yolla uluslararası
piyasalardan daha ucuz borçlanmanın sağlanması, krizlere karşı güvenli bir
kaynak yaratılması, döviz piyasalarına müdahale edilmesi ve ödemeler
bilançosu açıklarının kapatılması amaçlarına ulaşmak için devam etmektedir.
1990-2009 yılları arasında TCMB rezervleri dikkat çekici bir şekilde artış
göstermiş, döviz kuru rejimleri ve yaşanan ekonomik krizler ülke rezerv
seviyesini artış yönünde etkilemiştir. Literatürde kabul edilen rezerv yeterlilik
yaklaşımları, hem TCMB’nin hem de diğer ülkelerin uluslararası rezervlerinin
yeterliliği konusunda merkez bankalarına ve piyasa aktörlerine ışık tutan
göstergeler olmaktadır.
Genel
olarak,
uluslararası
rezervlerin
tarihsel
önemi,
1960-2009
döneminde dünya’da (hem gelişmekte olan ülkelerde hem de gelişmiş ülkelerde)
ve Türkiye’de gelişimi hakkında bilgi veren, literatürde rezervlerin talep ve
maliyet unsurlarını ve bunları etkileyen nedenleri inceleyen bu çalışmada,
Türkiye’nin sahip olduğu uluslararası rezervler 1990-2009 yılları arasında
yeterlilik analizi bakımından incelenerek, bu dönemde Türkiye’deki ödemeler
bilançosu kalemlerindeki değişimin ve uygulanan döviz kuru politikalarının
rezerv yönetimine ve rezerv seviyesine etkileri araştırılmaktadır.
Çalışmamızın birinci bölümünde, “Uluslararası Rezervler” başlığı altında,
uluslararası rezervlerin tanımı yapılarak, rezervleri oluşturan varlıklar olan altın
döviz, IMF Rezerv Pozisyonu ile Özel Çekme Hakları (SDR) ve bu varlıkların
3
1960-2009 döneminde toplam rezervler içindeki gelişimi incelenmiş, ayrıca
uluslararası rezerv bileşenlerinin gelişmekte olan ülkeler ve gelişmiş ülkelere
göre dağılımı araştırılmıştır.
İkinci bölümde, “Uluslararası Para Sistemi İçerisinde Rezerv Varlıkları”
başlığı altında, uluslararası rezerv varlıklarının Altın Standardı Sistemi Dönemi
öncesinden başlayarak günümüze kadarki tarihsel süreç içerisindeki gelişimi,
dönemin şartlarına göre geçirdiği evreler incelenmiştir.
Çalışmamızın
“Merkez Bankalarının
Rezerv Yönetimi ve
Rezerv
Yeterliliğinin Ölçülmesi” başlıklı üçüncü bölümünde, merkez bankalarının rezerv
talep etme nedenleri ve rezerv politiklarını etkileyen unsurlar üzerinde
durulduktan sonra rezerv yeterliliği kavramı ve rezerv yeterlilik yaklaşımları
anlatılmıştır. Son olarak, uluslararası rezerv bulundurmanın ülkeler açısından
maliyeti ortaya konmuştur.
“Türkiye’de Rezerv Yönetimi ve TCMB Rezervlerinin Yeterliliği” başlıklı
son bölümde, Türkiye’de rezerv yönetimi ile ilgili yapı ve yasal durum
incelenerek, Türkiye rezerv varlıklarının 1990-2009 dönemindeki gelişimi
araştırılarak, aynı dönemde Türkiye rezervlerinin yeterlilik analizi uluslararası
kabul gören rezerv yeterlilik yaklaşımları çerçevesinde analiz edilmiştir. 19902009 dönemi içerisinde TCMB rezervlerindeki değişimlerin ödemeler dengesi
kalemleri kullanılarak incelenmesinin ardından, son olarak TCMB’nin son 19
yıllık dönemde uygulanan döviz kuru rejimleri altında rezerv yönetim
politikalarındaki değişim ortaya konmuştur.
Beşinci ve son bölümde ise, çalışmamız ile ulaşılan sonuçlar özetlenerek
genel bir değerlendirme yapılmış ve yararlanılan kaynaklar sunulmuştur.
BİRİNCİ BÖLÜM
ULUSLARARASI REZERVLER
Uluslararası rezervler, ülkelerin sahip oldukları ve para otoriteleri
tarafından yönetilen yabancı para cinsinden aktifler bütünüdür. Uluslararası
rezervler, gerek sahip olunması gerekse etkili, getirisi yüksek ve düşük riskli bir
şekilde ülkenin içinde bulunduğu şartlara ve uyguladığı para politikalarına
uyumlu şekilde yönetilmesi açısından önem arz etmektedir.
Özellikle son dönemde yaşanan küresel ekonomik krizlerin etkisiyle,
literatürde daha fazla üzerinde durulmaya başlanan uluslararası rezervler, çeşitli
kaynaklarda uluslararası rezervler, dış varlıklar, dış kaynaklar, döviz rezervleri,
uluslararası likidite, uluslararası aktifler şeklinde adlandırılmakla beraber, bu
çalışmada
“rezerv”
olarak
isimlendirilecektir.
Bunun
yanında,
ilerleyen
bölümlerde de inceleneceği gibi rezervlerin tek bir kaynağının olmadığı, çeşitli
varlıklardan oluşan bir kompozisyon olduğu da göz önünde bulundurulması
gereken önemli bir husustur.
Bu bölümde uluslararası rezervlerin tanımlaması yapılacak, genel olarak
ülkelerin sahip oldukları rezerv varlıklarını oluşturan önemli kalemler belirlenerek
global rezerv kompozisyonu içindeki ağırlıkları ortaya konacak, uluslararası
likidite içerisinde uluslararası rezerv varlıklarının değişimi ve kompozisyon
gelişimi değerlendirilecektir.
1.1.
ULUSLARARASI REZERV TANIMI
Uluslararası rezervler, uzun bir zamandır uluslararası para sistemleri
içinde önemli yere sahiptir ve ülkelerin dış ekonomik çevre ile olan ilişkilerinde
belirgin rol oynamaktadır. Rezervleri oluşturan bileşenlerin zaman içerisinde
5
uğradıkları değişikliklere paralel olarak rezervlerin tanımlanması da değişikliğe
uğramış, literatürde rezerv tanımı olarak farklı örnekler ortaya çıkmıştır.
Heller’in
(1966:297)
yaptığı
tanımlamada
uluslararası
rezervler,
uluslararası bir ödeme aracı olarak kabul edilmektedir. Bu niteliği, dünya
genelindeki
ekonomik
birimler
tarafından
finansal
yükümlülüklerin
karşılanmasında her an kullanılabilecek bir ödeme aracı olarak kabul
görmelerinden ve diğer bir ülke parası veya değeri üzerinden ifade edildiklerinde
değerlerinin açıkça anlaşılabilir olmasından kaynaklanmaktadır.
Cohen’e (1975) göre ise, uluslararası rezervler bir ülkenin merkez
bankaları tarafından tutulan, istendiği anda diğer bir araca çevrilebilen ve ülkenin
döviz kurunu etkilemek için kullanılan aktifler stokudur.
Grubel (1984:44) uluslararası rezervleri, ulusal devletlerin diğer yabancı
devletlerden borçlarını kapatmak için almaya hazır oldukları aktif varlıkları olarak
tanımlarken, Lehto’ya (1994:7) göre uluslararası rezervler, döviz arz ve talebi
arasındaki dengesizlikleri gidermek için bir tampon görevi gören para arzının
yabancı bileşeni olarak açıklanmıştır.
Horne ve Nahm (2000:9), G-101’nu oluşturan ülkelerin kabul ettiği tanımı
esas alarak, uluslararası rezervleri, para otoritelerinin sahip olduğu ve dış
ödemeler açık verdiği zaman döviz kurunu desteklemek amacı ile doğrudan ya
da diğer varlıklara çevrilerek kullanılabilen tüm varlıklar olarak tanımlamaktadır.
Aizenman (2005) ise uluslararası rezervleri merkez bankasının kontrolünde
bulunan likit dış varlıklar olarak tanımlamıştır. Buna karşı, Bird ve Rajan’a
1
Group of Ten (G-10): Ekonomik, parasal ve finansal konularda işbirliği ve ortak çalışmayı hedefleyen,
1962 yılında Genel Borç Verme Sözleşmeleri’ni oluşturarak Uluslararası Para Fonu’na (IMF) kaynak
sağlamayı kabul eden 11 sanayileşmiş ülkenin meydana getirdiği gruptur. Bu ülkeler Belçika, Kanada,
Fransa, Almanya, Đtalya, Japonya, Hollanda, Đsveç, Đsviçre, Birleşik Krallık ve A.B.D.’dir.
6
(2003:873) göre rezervler, ödemeler dengesinin gelecekteki belirsizliğine karşı
tutulan stoklar olarak tanımlanmıştır.
Günümüzde en çok kullanılan ve genel kabul görmüş tanımlama ise
Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund-IMF) tarafından yapılandır.
Buna göre, uluslararası rezervler para otoritesi tarafından her an kullanılabilen
ve kontrol edilebilen, ödemeler dengesi açıklarının doğrudan finansmanında
veya
dengesizliklerin
yol
açacağı
olumsuz
durumların
dolaylı
olarak
düzenlenmesi ve denetlenmesinde döviz kurunu etkilemek suretiyle döviz
piyasalarına ve/veya başka nedenlerle piyasalara müdahale etmek için
kullanılan dış aktiflerdir. (IMF, 1993:424).
Yukarıda verilen açıklamalar özetlenirse, rezervler, parasal otorite
tarafından hızlı ve her an kullanılabilen konvertıbl yabancı para cinsinden tüm
kıymetler ve altından oluşan aktiflerdir. Rezervlerin en önemli ayırt edici özelliği
likit varlıklar olması, uluslararası bir ödeme aracı olarak kabul edilmesi ve
ülkelerin dış ödemeleri için bir kaynak olmasıdır. Ödemeler bilançosu
istatistiklerinin de temel bir bileşeni olarak rezervler tek bir varlığa dayanmayan,
belirli rezerv bileşenlerinden oluşan bir toplamdır (IMF, 2001).
1.2.
ULUSLARARASI REZERV VARLIKLARI
Rezerv kompozisyonunu oluşturan varlıkların neler olduğunun tespit
edilmesi için en önemli kıstas söz konusu varlıkların uluslararası alanda kabul
edilen bir ödeme aracı olarak kullanılıyor olmasıdır. Rezervler ve rezervleri
oluşturan varlıklarla ilgili 1945 yılındaki kuruluşundan bu yana araştırmalara
önem veren ve bu konu ile ilgili önemli istatistiksel veri kaynağına sahip olan
kuruluş IMF’dir. IMF, üye ülkelerden her sene topladığı verileri birleştirerek, söz
7
konusu verileri “Yıllık Rapor (Annual Report)” olarak yayımlamaktadır. Bu
bölümde IMF’nin yayımlamış olduğu raporlar ve veri havuzundan elde edilen
istatiksel datalar temel kaynak olarak kullanılmıştır.
Rezervleri oluşturan bileşenler, resmi rezervler ve diğer yabancı para
varlıklarıdır. Resmi rezervler ise döviz varlıkları (yabancı para cinsinden tahvilbono, toplam döviz depoları), IMF rezerv pozisyonu, Özel Çekme Hakkı (SDR),
altın ve diğer rezerv kalemlerinden oluşmaktadır (IMF, 1993).
Bu çalışmada rezerv varlıkları genel kabul gören tanımlamalara paralel
olarak altın, döviz rezervleri, Özel Çekme Hakları (Special Drawing Rights-SDR)
ve IMF Rezerv Pozisyonu olmak üzere 4 ana başlıkta incelenecektir (Winters,
1991:398; IMF, 1993; Mundell, 1994: 77; Lehto, 1994:9; Horne-Nahm, 2000:9;
Kester, 2001:2; Bahmani-Brown, 2002; Yaman, 2003:6).
1.2.1. ALTIN
İnsanlık tarihi boyunca geniş bir kullanıma sahne olan altın, neolitik
çağdan beri estetik değeri oldukça yüksek çeşitli objelerin ve mücevherat
eşyalarının yapımında kullanılmıştır (Sağlam, 1993:17). Buna ek olarak, tarihin
çeşitli dönemlerinde altın gibi kıymetli madenler madeni para basımında
kullanılmıştır. Paranın mübadelelerde kullanılabilmesi ve tasarruf fonksiyonunu
görmesi, satın alma gücüne güvenilmesine bağlıdır. En eski çağlardan beri de
altın bu özelliklere ve güvene sahip olmuştur (Turan, 1980:3).
Altın standardının hüküm sürdüğü XIX. yüzyıla kadar para olarak
kullanılan, XX. yüzyılın ortalarından itibaren parasal fonksiyonunu daha da
güçlendiren altın, dünya ülkelerinin birçoğu tarafından uygulanan yeni bir
8
ekonomik sisteme (Altın Standardı Sistemi) adını vermiş, gerek özel
yatırımcıların gerekse merkez bankalarının güven duyduğu önemli bir metal
durumuna gelerek, dünya merkez bankalarının öngörülebilir bir gelecek için elde
tutmayı tercih ettiği en önemli rezerv araçlarından biri haline gelmiştir (Dünya
Altın Konseyi, 2009).
1.2.1.1. Merkez Bankalarının Altın Talep Etme Nedenleri
Altın, geçmişte, pek çok merkez bankası ve ülke için tek rezerv varlığı idi
ve ülkeler ellerinde bulundurdukları altın miktarı ölçüsünde ekonomik olarak
güçlü addedilmekteydi. Zaman içerisinde, rezerv yönetim politikalarında
dünyadaki ekonomik gelişmelere bağlı olarak yapılan değişiklikler rezervleri
oluşturan varlıkları da değiştirmiştir. Buna bağlı olarak, altın tek rezerv varlığı
olmaktan çıkmış diğer varlıklarla birlikte rezervleri oluşturan parçalardan biri
haline gelmiştir. Merkez bankaları çeşitli sebepler nedeniyle halen altını bir
rezerv kalemi olarak talep etmektedir. Bu nedenler aşağıda açıklanmaktadır.
1) Krizlere Karşı Savunma Güdüsü: Ekonomik belirsizlik veya politik
istikrarsızlık dönemlerini de kapsayan acil durumlarla karşılaşma olasılığı
merkez bankalarının rezervlerinde altın bulundurmasının en önemli sebebidir.
Ekonomik global şoklar ve krizler uluslararası para sisteminin tamamını
etkilerken, hem ülke içerisinde hem de dış dünyada gerçekleşen ekonomik
gelişmeler ülkelerin uygulayacakları ekonomik planların uygulanamamasına
neden olmaktadır (Bernholz, 2002:105). Altına sahip olmak ise, bu belirsiz
geleceğe karşı bir sigorta görevi görmektedir. Olası bir savaş, ekonomik kriz,
politik dengesizlik, ülkelerin uluslararası izolasyona uğraması gibi olağanüstü
durumlarda sadece altının ödeme aracı olarak kabul edileceği ihtimaline karşı
ülkeler rezervlerinde altın bulundurmaktadır (Nugee, 2002:15). Örneğin 1981
9
yılında, A.B.D. benzer bir durum yaşamıştır. İran Rehine Krizi2 sırasında, İran,
A.B.D.’nin rehinelere karşı Amerikan doları (USD) olarak ödemek istediği fidyeyi
kabul etmemiş ve altın talep etmiştir. A.B.D. de fidye olarak İran’a 50 ton altın
transfer etmiştir. Buna ek olarak, döviz rezervleri politik risklere maruz kalırken,
altın bu şekilde bir riske sahip değildir. Bir ülke bir diğerinin kendi ülkesinde
tuttuğu tüm aktif varlıklarını –diğer ülkelerde olsa dahi- bloke edebilir. A.B.D.,
İran Rehine Krizi’nde İran’a yaptığı gibi, II. Dünya Savaşı’nda da, İsviçre’ye ait
varlıkları 1941’den 1946’daki Washington Antlaşması’na kadar dondurmuştur.
Ancak döviz rezervlerinin politik risklere karşı altına göre daha fazla duyarlı
olduğunu A.B.D.’ye karşı yapılan 11 Eylül 2001 saldırıları ve bu saldırılara karşı
A.B.D.’nin aldığı önlemler daha belirgin şekilde ortaya çıkarmıştır. A.B.D.’nin
teröre karşı aldığı önlemlerle ilişkili olarak, yabancı şirket veya ülkelerin
A.B.D.’nin taleplerine uymamaları durumunda, A.B.D.’nin bu ülke veya şirketlere
ait USD rezervlerini bloke edebileceği ilan edilmiştir (Bernholz, 2002:108).
2) Teminat Olması: Altın, değeri uluslararası piyasalarda kabul gören bir
varlık olması, karşıt taraflarca mali teminat olarak kabul edilen ve nakit olarak
kullanabilen bir rezerv varlığı olması sebebiyle, özellikle ülke dışından kısa
vadeli borçlanma sırasında teminat olarak gösterilebilmektedir. Romanya’nın
1974 ve 1999 yıllarında iç borç geri ödemelerini yapabilmesini sağlayan
borçlanmayı altın rezervlerini teminat göstererek sağlaması bu duruma bir
örnektir. Ayrıca, 1991 yılında Hindistan kısa süreli döviz ve döviz kuru problemi
yaşadığı krizde, krizden çıkmak için altın rezervlerine güvenmiştir. Hindistan
hükümeti, Bank of Japan’den borç alabilmek için, ilk olarak 20 ton altını İsviçre
piyasasında, daha sonra da 46 ton altını Londra piyasasında takas etmiş ve bu
altınlar teminat olarak kullanılmıştır (Dünya Altın Konseyi, 2009).
2
4 Kasım 1979'da Đran Đslam Devrimi'nden sonra, Tahran'daki A.B.D.’ye ve Şah Muhammed Rıza
Pehlevi’ye tepkili öğrencilerin A.B.D. Büyükelçiliğini işgal etmesi ve 90 elçilik görevlisini rehin
almasıyla başlayan, 444 gün sonra elçilikte halen rehin tutulan 52 kişinin salıverilmesi ile sona eren kriz.
10
3) Altının Değerini Kaybetmemesi: Enflasyonun etkisi ile yerel paraya
olan güvenin kaybolması veya gerek enflasyondan gerekse diğer sebeplerden
dolayı yerel paranın değer kaybetmesi bir ülke ekonomisinin karşılaşılabildiği
durumlar olmasına rağmen, altın geleneksel olarak enflasyona karşı değerini
korumaktadır. Ayrıca, altın ülkeler arasında bir mübadele aracı olarak daima
kabul edilmektedir (Nugee, 2002:15).
4) Diğer Varlıklara Göre Riskinin Az Olması: Altın, hiçbir merkez
bankasının, ülkenin veya kuruluşun tekelinde olmaması, tek bir kaynaktan
üretilmemesi ve karşı tarafın altınla ilgili olarak yerine getirmek zorunda olduğu
taahhütlerini gerçekleştirmemesinden kaynaklanan risklere sahip olmaması
nedeniyle riski diğer rezerv bileşenlerine göre daha az olan bir rezerv varlığıdır.
Uzun vadede, altın ve diğer varlıklar arasında negatif ilişki vardır. Altın ihtiva
eden portföyler uzun dönemde pek çok finansal döngüde daha az dalgalanma
yaşamaktadır. Buna paralel olarak, diğer varlıkların aksine, altının gerçek alım
gücü açısından değerini uzun vadede koruması nedeniyle merkez bankaları
rezervlerini oluşturan önemli bir parça olmasına uygundur (Bernholz, 2002:106).
Buna ek olarak, altın her para birimiyle değiştirilebilir ve uluslararası alanda
kabul edilen önemli bir ödeme aracıdır. Merkez bankaları mevcut altın
rezervlerini doğrudan alım-satım, vadeli-vadesiz altın deposu ve swap işlemleri
ile
değerlendirebilmektedir.
Ayrıca
altın,
uluslararası alanda belirlenmiş
standartlara sahip olan, sahte olup olmadığı kolaylıkla test edilebilen,
yıpranması zor olan ve günümüzde kullanılan finansal araçların ve rezerv
varlıklarının ortadan kalkma riskine karşı bu riski taşımayan bir varlıktır (Yaman:
2003:9-10).
5)
Rezervleri
Çeşitlendirme
Güdüsü:
Altın
rezerv
varlıklarının
çeşitlendirilmesinde etkili ve önemli bir alternatiftir. “Çeşitlendirme”, rezerv
yönetiminde tüm varlıkların tek bir kaynağa bağlı olmamasıdır. Çeşitlendirilen
11
rezerv bileşenlerine sahip portföyler, tek bir varlığa bağlanan rezerv yönetimine
göre daha az kırılgandır. Dünya piyasalarında altın fiyatları da dalgalanmakta
ise de, bu dalgalanma faiz oranlarına veya döviz kurlarındakilere göre daha az
olmaktadır. Altın mevcut portföy yönetiminde iyi bir çeşitlendirme aracıdır. Çünkü
altının değeri dünya altın piyasalarındaki arz ve talebe göre belirlenirken,
dövizlerin ve devlet tahvillerinin değeri devletlerin taahhütlerine ve merkez
bankalarının para politikalarındaki farklılıklara göre belirlenir. Kasım 2009’da,
rezerv varlıklarını çeşitlendirmek için önce Hindistan IMF’den 200 ton altın almış,
daha sonra ise Sri Lanka Merkez Bankası aldıkları 10 ton altına ek olarak yeni
altın alımları yapabileceklerini belirtmiştir (Dünya Altın Konseyi, 2009).
6) Yerel Paranın Karşılığı Olması: Altının uluslararası para sistemi
içerindeki en tarihi rolü, bugün kullanılmayan, yerel paranın nihai karşılığı
olmasıydı. Özellikle Bretton Woods sistemi içerisinde kullanılan 1 ons altın = 35
USD eşitliğinin sürdüğü dönemde, yerel para karşılığı yabancı para alınması
işlemlerinde para birimlerinin altın karşılığı değişim kuru olarak alınmaktaydı.
Ancak, yukarıda sayılan avantajlarına rağmen, son dönemlerde altının
rezerv varlıkları içerisindeki rolü artan bir şekilde sorgulanmaktadır. Altın son 20
yıldır çok düşük fiyat performansından dolayı sıkıntı yaşamaktadır ve artık
uluslararası para sisteminin merkezinde değildir. Merkez bankaları üzerinde
rezerv portföy getirilerinin arttırılması yönünde baskı oluştuğu ve getirilerin
arttırılmasının önem kazandığı özellikle Bretton Woods sonrası dönemde, altın,
getirisinin düşük olması, saklanmasının ve güvenliğinin sağlanmasının masraflı
olması ve ticarete uygun olmaması nedeniyle merkez bankalarının rezerv
yönetim uygulamalarındaki ağırlığını kaybetmeye başlamıştır. Merkez bankaları
mevcut altın rezervlerini azaltma yoluna gitmiş ve kaynaklarını getirisi daha
yüksek varlıklara kaydırmışlardır.
12
1.2.1.2. Rezerv Varlıkları İçerisinde Altının Payı
Şekil 1.1.’de 1960-2009 döneminde altının toplam rezerv varlıkları
içerisindeki miktarı SDR olarak gösterilmekte ve merkez bankalarının altın ile
ilgili rezerv yönetim politikalarında yaşanan değişiklik de görülebilmektedir.
ŞEKİL 1.1. ALTININ DÜNYA REZERV VARLIKLARI İÇERİSİNDEKİ MİKTARI
525.24
2009
449.80
2007
4530.9
366.67
2006
3750.27
315.38
2005
Yıllar
5470.74
4879.4
479.00
2008
3284.89
200.76
2000
1744.96
237.01
1995
1184.1
254.1
1990
892
441.67
762.94
1980
39.26
95.19
38.57
60.84
1970
1960
0
500
1000
TOPLAM
1500
ALTIN
2000
2500
3000
3500
4000
4500
5000
5500
Milyar SDR
Kaynak: IMF Annual Report 1995, 2000, 2005, 2008 ve International Financial Statistics, IMF,
Kasım 2009
Şekil 1.1.’de de görüldüğü gibi, rezerv içerisinde ülkelerin bulundurdukları
altın miktarı 1960-2009 döneminde miktar olarak artmışsa da altının toplam
rezerv içerisindeki payı önemli ölçüde düşmüştür. 1960 yılında toplam rezerv
miktarı 60,84 milyar SDR iken rezervi oluşturan altın rezerv miktarı 38,57 milyar
SDR olarak görülmektedir. 1980 yılından sonra nispeten yatay seyreden altın
13
rezerv miktarı, 1960’dan 2009’a 13,8 kat artarken, toplam rezerv miktarı 91,16
kat artmış ve 2009 yılında ülkelerin ellerinde bulundurdukları altın rezervi 525,24
milyar SDR iken toplam rezerv 5470,74 SDR olmuştur. Şekil 1.2.’de altının
rezerv
toplamı
içerisindeki
oranı
yüzde
olarak
daha
net
şekilde
görülebilmektedir.
ŞEKİL 1.2. ALTIN REZERVLERİNİN TOPLAM REZERV VARLIKLARI İÇİNDEKİ
YÜZDELİK PAYI
65,00
60,00
55,00
Yüzde %
50,00
45,00
40,00
35,00
30,00
25,00
20,00
15,00
10,00
5,00
0,00
1960
1970
1980
1990
1995
2000
2005
2006
2007
2008
2009
Yıllar
Kaynak: IMF Annual Report 1995, 2000, 2005, 2008 ve International Financial Statistics, IMF, Kasım
20093
Şekil 1.2.’de görüldüğü gibi, 1960 yılında altın toplam rezerv bileşenleri
içerisinde yüzde 60’ın üzerinde paya sahipken, yıllar içerisinde bu pay düşmüş
ve 2000 yılından sonra yüzde 9-10 civarında sabitlenmiştir.
Altının rezerv olarak tarihsel gelişimine bakıldığında, merkez bankalarının
1880’lerden itibaren altın stokları tutmaya başladığı görülmektedir. Klasik altın
3
1995 öncesi dönemin verileri için International Financial Statistics, IMF kaynak olarak kullanılmış olup
altın için “Gold World 001.1A.SZF...” satırı kullanılmıştır.
14
standardı döneminde altın standardına dahil ülkelerde dolaşımdaki paranın
miktarı ülkenin altın stokları ile ilişkilidir ve kağıt para altına belirli bir fiyattan
sabitlenmiştir. İlerleyen dönemde bankacılığın ve borçlanma araçlarının
gelişmesi, dolaşımdaki paranın miktarını altın stoklarından daha fazla hale
getirmişse de piyasalarda, kâğıt paranın altına çevrilmek istendiğinde bu talebin
herhangi bir probleme neden olmadan karşılanacağına dair bir güven mevcuttur.
(Dünya Altın Konseyi, 2009).
Altın I. Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde ilk uluslararası para
sisteminin temelini oluşturmuş, ülkeler arasındaki ekonomik ve politik rekabet
için bir silah haline gelmiştir. İki savaş arası dönemde,1933–1934 yıllarında
A.B.D. Başkanı Theodore Roosevelt USD’nin altın karşısındaki değerini ons
başına 20,67 USD’den 34,92 USD’ye düşürmüş bu da ülkelerin altın varlıklarını
A.B.D.’ye bu yeni fiyattan satmasına yol açmıştır. A.B.D.’nin resmi altın
rezervleri 1925’te 6.000 tondan II. Dünya Savaşı sonrasında 18.000’e
yükselmiş, böylece A.B.D.’nin elinde bulundurduğu altın rezervleri dünya resmi
altın rezervlerinin yüzde 60’ını oluşturmuştur. Bretton Woods sistemi 1944
yılında uygulamaya konmuş ve 1 ons altın = 35 USD eşitliği sisteme katılan
ülkeler tarafından kabul edilmiştir. Bu dönemde, merkez bankaları altın rezervi
tutmaya devam etmektedir çünkü USD’nin değerinin altına sabitlenmesi
neticesinde altın hala uluslararası para sisteminin temelini oluşturmaktadır.
Gerçekte, ulusal para arzı ile altın rezervi tutma arasında direkt bir ilişki
olmamasına rağmen altın bu dönemde birincil rezerv varlığıdır. Merkez
bankaları doları belirlenmiş fiyatlardan altına çevirebildikleri için altın tüm üye
ülkelerin ulusal para birimleri için dolaylı veya direkt olarak bir çapa görevi
görmektedir.
1971 yılında Bretton Woods sisteminin çökmesi üzerine, altın dolar kur
paritesine bağlı sabit kur rejimi yerini dalgalı kur rejimine bırakmıştır. Bu yeni
15
sistemde altın artık uluslararası para sisteminin merkezinde değildir ve rezerv
varlıklarını oluşturan kalemlerden biri haline gelmiştir. Ülkelerin büyük bir kısmı
da doları sistemin ve rezerv porföylerinin merkezine koymuştur. 1978 yılında,
büyük oranda A.B.D.’nin baskısı ile IMF bir çeşit altın standardı karşıtı bir karar
almış ve üye ülkelerin ulusal paralarının altına sabitlenmesini yasaklamıştır.
1980’li ve 1990’lı yıllarda merkez bankaları altının rezerv varlıkları
içerisinde rolünü tekrar değerlendirmeye başlamışlardır. Merkez bankalarının
bağımsız olmaya başlaması ve rezerv yöneticilerinin kazanç elde etmeye dönük
davranışlarının artması ile birlikte merkez bankaları rezerv bileşenleri üzerine
daha
fazla
odaklanmaya
başlamışlardır.
Bu
çerçevede,
bazı
merkez
bankalarının altından elde ettikleri gelirin düşük olması altının gelir getirmeyen
bir rezerv varlığı olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. Bazı merkez bankaları
altın rezervlerini azaltmaya başlamışlar, Şekil 1.2.’den de görülebileceği gibi,
1980-1990 döneminde altının toplam rezervler içerisindeki payı yüzde 40
oranında azalmıştır. Ancak altın satışlarının artması neticesinde Avrupa merkez
bankalarından 15 tanesi tarafından 26 Eylül 1999’da ilk Merkez Bankaları Altın
Anlaşması (Central Banks Gold Agreement-CBGA) kabul edilmiştir. Bu
antlaşmaya göre, 5 yıllık süre boyunca yıllık altın satış miktarı 400 ton ile
sınırlandırılmış ve bu dönem süresinde satılacak toplam altın miktarı 2.000 tonu
aşmayacağı kararlaştırılmıştır. Anlaşmaya imza koyan ülkeler önemli bir rezerv
varlığı olarak altının geleceğini kendi gelecekleri olarak görmüşler ve altın
satışına bir düzenleme getirmişlerdir. 26 Mart 2004’te aynı ülkeler tarafından
imzalanan ikinci CBGA yıllık sınırı 500 tona, 5 yıllık süre boyunca satılacak altın
miktarını da 2.500 tona yükseltmiştir. 2 Nisan 2009’da Londra’da yapılan Group
of
4
20
(G-20)4
zirvesinde,
IMF
üyelerinin
mevcut
rezerv
varlıklarının
Dünyanın en gelişmiş 25 milli ekonomisinden 19'unu ve AB'yi kapsayan, ekonomiden sorumlu devlet
bakanlarından ve merkez bankası başkanlarından veya bunların dengi devlet görevlilerinden oluşan grup.
Bretton Woods kurumsal anlayışı bağlamında, 25 Eylül 1999 küresel sistem için önemli ülkelerden oluşan
20’ler Grubu (G-20) resmen ilan edilmiştir. Gruba dahil olan ülkeler ve katılımcılar, Türkiye, ABD,
16
desteklenmesi ve uluslararası krizin aşılmasında bir kaynak olması için 250
milyar USD karşılığı SDR’nin üye ülkelere dağıtımına yönelik IMF’ye çağrı
yapılmış, IMF’de bu çağrıya olumlu yanıt vermiştir. IMF, söz konusu tahsisatın
yapılabilmesi için gereken kaynağı elinde bulunan altın rezervleri olarak
belirlemiş ve IMF İcra Direktörleri Kurulu’nun Haziran 2009’da aldığı karar
neticesinde yıllık 403,3 ton’u geçmemek üzere sahip olduğu 3.217 ton altın
rezervini satmaya başlamıştır. Buna paralel olarak, 7 Ağustos 2009’da üçüncü
CBGA imzalanmış, hem IMF’nin altın satışı onaylanmış hem de yıllık satış
miktarı 400 ton olarak belirlenmiştir. Merkez bankalarının 1990’lardan bu yana
rezerv yönetim politikalarında yürüttükleri altın rezervlerini azaltma yönlü
uygulamalar neticesinde 2009’a kadar merkez bankaları hep altın satan
konumunda olmuştur. Şekil 1.3.’te de görüldüğü gibi yaşanan küresel kriz ve
rezervlerin çeşitlendirilmesi yönünde değişen rezerv yönetimi uygulamaları
nedeniyle uzun bir dönemden bu yana ilk defa merkez bankaları altın talep eden
birimler olmuştur.
ŞEKİL 1.3. MERKEZ BANKALARININ 2002-2009 DÖNEMİNDE YILLIK ALTIN
TALEBİ
Ton
600
400
200
0
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
-200
-400
-600
-800
Kaynak: Dünya Altın Konseyi, 2009, www.gold.org
Hindistan, Japonya, Brezilya, Rusya, Almanya, Arjantin, Fransa, Suudi Arabistan, Meksika, Güney
Afrika, Birleşik Krallık, Güney Kore, Đtalya, Çin, Kanada, Avustralya, Endonezya ve Avrupa Birliği
Dönem Başkanı ile Avrupa Merkez Bankası Başkanıdır.
17
Altının, depolanması, taşınması, ticaretinin yapılmasının zorlukları,
getirisinin düşük olması, rezerv olarak tutulmasından çok teknolojik ve
endüstriyel kullanımının artması neticesinde önümüzdeki kısa vadede altın
standardı ve Bretton Woods sisteminde olduğu gibi uluslararası para sisteminin
merkezinde olamayacağı varsayılmakla birlikte, yaşanan küresel ekonomik
krizler nedeniyle diğer rezerv varlıklarına olan güvenin azalmaya başlaması,
rezerv çeşitliliği politikasının tekrar merkez bankaları tarafından gündeme
alınması ve yukarıda açıklanan avantajlarının güvenlik yönüyle öne çıkmaya
başlaması nedeniyle son yıllarda rezerv bileşenleri içerisindeki önemi artmaya
başlamıştır.
1.2.2. DÖVİZ
Döviz, ülkelerin ve merkez bankalarının rezerv varlıkları içerisinde en
büyük paya sahip bileşendir. Döviz olarak kabul edilen kaynaklar, yabancı para
mevduatları, döviz cinsinden depolar ve yabancı para cinsinden tahvil ve
bonolardan oluşur.
1.2.2.1. Dövizin Toplam Rezervler İçerisindeki Payı
Şekil 1.4.’te görüldüğü gibi, rezerv bileşenleri içerisinde döviz cinsinden
varlıkların toplam rezerv varlıklarına oranı 1960 yılında yüzde 30,74 iken 1990
yılında yüzde 66,57’ye yükselmiş, bu varlıkların 2005-2008 döneminde yatay bir
seyir izleyerek yüzde 89 civarında seyretmiş ve Kasım 2009 itibariyle de yüzde
85,96 olmuştur.
18
Şekil 1.4. DÖVİZ VARLIKLARININ TOPLAM REZERV İÇERİSİNDEKİ YÜZDELİK
PAYI 1960-2009
100,00
90,00
80,00
Yüzde %
70,00
60,00
50,00
40,00
30,00
20,00
10,00
0,00
1960
1970
1980
1990
1995
2000
2005
2006
2007
2008
2009
Yıllar
Kaynak: IMF Annual Report 1995, 2000, 2005, 2008 ve International Financial Statistics, IMF, Kasım
20095
Döviz cinsinden varlıkların ülkeler ve merkez bankaları tarafından altına,
Özel Çekme Hakkına ve IMF Rezerv pozisyonuna göre daha fazla tercih
edilmesinin pek çok nedeni vardır. Altın, daha önceki bölümde belirtilen
avantajlarına
rağmen,
ticaretinin
yapılmasının,
saklanmasının
ve
değerlendirilmesinin zor olmasının yanında getirisinin düşük olması nedeniyle
yıllar içerisinde toplam rezerv içerisindeki payı düşmüştür. IMF tarafından
yaratılan, altın ile dövize alternatif olması ve ülkelerin bu iki rezerv bileşenine
bağımlılığının azaltılması amacıyla oluşturulan Özel Çekme Hakkı ve IMF
Rezerv Pozisyonu ülkelere beklenen getiriyi sağlayamamış ve altın ile dövize
karşı bir seçenek olamamıştır. Bunlara karşı, döviz cinsinden varlıklar diğer
varlıklara göre daha likit olması, değerlendirme seçeneklerinin daha fazla olması
ve en önemlisi getirisinin daha yüksek olması nedeniyle merkez bankaları
5
1995 öncesi dönemin verileri için International Financial Statistics, IMF kaynak olarak kullanılmış olup
döviz için “Foreign Reserves World 001.1D.SZF…” satırı kullanılmıştır.
19
tarafından rezerv yönetim politikalarının merkezine yerleştirilmiş, özellikle 1990
yılından sonra hem miktar olarak artmış hem de rezerv varlıkları içerisindeki
yüzdelik oranı yükselmiştir. Şekil 1.5.’te döviz rezervlerinin 1990’dan sonra
miktar olarak dikkate değer bir artış sergilediği net bir biçimde görülebilmektedir.
ŞEKİL 1.5. DÖVİZ REZERVLERİ (1990-2009)
5000
4500
4000
Milyar SDR
3500
3000
2500
2000
1500
1000
500
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
2000
1999
1998
1997
1996
1995
1994
1993
1992
1991
1990
0
Kaynak: IMF Annual Report 1995, 2000, 2005, 2008
1990 yılında 593,80 milyar SDR olan döviz rezervleri Şekil 1.5.’de
incelenen 19 yıllık dönemde yaklaşık 8 kat artarak 2009 yılının Kasım ayı
itibariyle 4.702,47 milyar SDR’ye ulaşmıştır.
Rezerv yönetim politikalarından sorumlu otoriteler (bazı ülkelerde maliye
bakanlığı olmasına rağmen genellikle merkez bankaları sorumludur) döviz
rezervlerini, çeşitli yatırım araçları kullanarak uluslararası finans piyasalarında
güven, likidite ve getiri prensipleri çerçevesinde değerlendirmektedir. Bu
öncelikler sırası, sermayenin korunması ve gerekli likiditenin sağlanması
koşuluyla kabul edilebilir bir getiri elde edilmesi anlamını taşımaktadır (TCMB,
2003:9). Rezervlerin değerlendirilmesinde kullanılan yatırım araçları genellikle
20
kısa vadeli kıymetler (tahvil veya bonolar), döviz depo işlemleri, risk yönetimi
amacıyla türev işlemler ve vadeli/vadesiz döviz alım-satım işlemleridir (TCMB,
2003:12).
1.2.2.2. Döviz Rezervlerini Oluşturan Ulusal Para Birimleri
Döviz rezervlerini oluşturan ulusal para birimleri incelendiğinde, her ülke
parasının döviz rezervi olarak kullanılmadığı görülmektedir. Buna ek olarak,
döviz rezervlerini oluşturan her ulusal para biriminin de uluslararası piyasalarda
eşit oranda rezerv kalemi olarak değerlendirilmediği ve ülkelerin bulundurduğu
resmi rezervler içerisinde her ülke parasının farklı ağırlığa sahip olduğu da Tablo
1.1.’den görülebilmektedir.
TABLO 1.1. RESMİ DÖVİZ REZERVLERİ İÇİNDE ULUSAL PARA AĞIRLIKLARI
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
USD
69.4
71.0
71.1
71.5
67.1
65.9
65.9
66.9
65.5
64.1
64.0
JPY
6.2
6.4
6.1
5.0
4.4
3.9
3.8
3.6
3.1
2.9
3.3
GBP
2.7
2.9
2.8
2.7
2.8
2.8
3.4
3.6
4.4
4.7
4.1
CHF
0.3
0.2
0.3
0.3
0.4
0.2
0.2
0.1
0.2
0.2
0.1
—
17.9
18.3
19.2
23.8
25.2
24.8
24.0
25.1
26.3
26.5
DEM
13. 8
—
—
—
—
—
—
—
—
—
—
FRF
1.6
—
—
—
—
—
—
—
—
—
—
NLG
0.3
—
—
—
—
—
—
—
—
—
—
ECU
1.2
—
—
—
—
—
—
—
—
—
—
DİĞER
4.5
1.6
1.5
1.3
1.6
2.0
1.9
1.7
1.8
1.8
2.0
EURO
Kaynak: IMF Annual Report 2008
Tablo 1.1. incelendiğinde karşımıza 4 başat para birimi çıkmaktadır. Bu
para birimleri USD, JPY, GBP ve Euro’dur. USD, Bretton Woods sistemi
21
yıkıldıktan sonra bile ülkelerin ellerinde bulundurdukları döviz rezervleri
içerisinde yüzde 60’ın üzerinde ağırlığa sahiptir. Bu durum, ülkelerin A.B.D.
ekonomisinde olan güveninin devam ettiğinin ve Bretton Woods sisteminin
getirdiği rezerv yönetim politikalarının döviz olarak USD tutulması açısından
değişmediğini göstermektedir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı 1991
yılından sonra tek süper güç olarak kalan A.B.D.’nin dünya ekonomisine yön
vermesi de USD’nin döviz rezervleri arasındaki ağırlıklı rolünün bir nedeni olarak
sayılabilir. Ayrıca A.B.D. ekonomik modeline olan güven A.B.D. ekonomisinin
performansına, GSYİH’daki güçlü artışlara, genç çalışan nüfus ve dünya
piyasalarındaki pek çok alanda hâkim pozisyonda olan Amerikan firmalarına
dayanmaktadır. Politik olarak A.B.D.’nin dünyadaki hakim rolünün devam etmesi
ve ekonomik olarak A.B.D. modelinin diğer gelişmiş ülkelerin ekonomi
modellerine göre daha üstün olduğunun kabul edilmesi USD’nin rezerv varlıkları
içerisindeki hakim rolünü etkilemektedir (Spiegel, 2005: 295).
USD’nin bu rolü A.B.D. ekonomisini dünya üzerinde özel ve özellikli bir
yere koymuştur. A.B.D.’nin ülke içerisindeki aldığı, faizleri veya döviz kurlarını
etkileyen para politikaları kararları anında dünyanın geri kalanını etkilemektedir.
Böylece, A.B.D. küresel bir para biriminin sahibi olarak kendi iç ekonomik
problemlerini ve dengesizliklerini uluslararası toplumun kendi milli para birimi ile
ilgili verdiği ortak kararlarla çözebilmektedir.
Bu eşsiz durum, A.B.D. ekonomisine çeşitli avantajlar sağlamaktadır.
Bunlardan bir tanesi senyoraj (hükümranlık hakkı) geliridir. A.B.D., uluslararası
rezerv olarak kabul edilen kendi para biriminin tek yaratıcısı ve tedarikçisi olarak
kendi devlet harcamalarını USD basarak finanse edebilmekte, USD’nin basılma
maliyeti değerinden daha düşük olduğu için bu durum A.B.D. ekonomisi için karlı
bir eylem olmaktadır. Buna ek olarak, gelişen uluslararası ticaret doğrudan
rezervlere olan talebi de arttırmaktadır. Bu da A.B.D.’nin USD’nin değerini
22
düşürmeden kendi bütçe açıklarını kolaylıkla karşılayabilmesine olanak
sağlamaktadır. A.B.D., küresel rezerv varlığının tedarikçi ülkesi olarak düşük faiz
oranında ülke dışından sermaye çekebilmekte, ayrıca A.B.D.’li yatırımcılar ve
girişimciler için küresel aktivitelerde kendi milli paralarını kullanmaları döviz kuru
riskini ortadan kaldırmaktadır (Spiegel, 2005:296, 297, 298).
Bunun yanında, Avrupa Para Birliği’ne (EMU) üye ülkelerin para birimleri
DEM, FRF, NLG ve ECU yerine geçen 1999’da kaydi para olarak
hesaplamalarda kullanılmaya başlayan ve 2002 yılı başında tedavüle çıkan
Euro’nun, 1999’dan 2009’a kadarki dönemde artan bir şekilde döviz rezervleri
içerisindeki payını arttırdığı görülmektedir. Ayrıca Euro’nun tedavülden kaldırdığı
DEM, FRF, NLG ve ECU’ya göre ağırlığının daha fazla olduğu da Tablo 1.1.’de
izlenebilmektedir. 2008 yılı sonu itibariyle, Euro’nun ağırlığı yüzde 26,5’e
ulaşmış ve USD’den sonra en fazla ağırlığa sahip döviz kalemi olmuştur. Döviz
rezervi olarak kullanılan bazı para birimleri, döviz rezervleri içerisinde önemli bir
paya sahip olmadıklarından IMF hesaplamalarında “Diğer” kategorisinde
gösterilmektedir.
1.2.3. IMF REZERV POZİSYONU 6
Rezerv pozisyonu IMF’nin rezerv kaynaklarından birisidir ve Eylül 2009’da
IMF’ye üye ülkelere yapılan Özel Çekme Hakkı (SDR) tahsisine kadar da en
büyük kaynaktır. IMF’ye üye her ülke için üye olmalarını takiben, ülkelerin dünya
ekonomisi içerisindeki yeri göz önüne alınarak, iktisadi büyüklük ve yapıları
benzer olan mevcut üye ülkelerin kotalarıyla aynı derecede olmak üzere SDR
cinsinden bir kota belirlenmiştir. Ülke kotası, ülkelerin IMF’ye olan finansal
6
Kaynak belirtilmeyen bölümler için IMF Quotas ve IMF Credits Factsheet kullanılmıştır.
http://www.imf.org/external/np/exr/facts/quotas.htm
23
yükümlülüklerinin derecesini, karar alma mekanizmalarındaki oy güçlerini ve
IMF’nin finansal kaynaklarına olan erişimlerini belirlemektedir. Ülkelerin iktisadi
gücünün belirlenmesinde ise ülkelerin gayri safi yurtiçi hâsılası, cari işlemler
bilançosu ve resmi rezervleri belirleyici unsurlardır (Yaman, 2003:15).
2009 yılı sonu itibariyle toplam IMF rezerv pozisyonu 217.431 milyon
SDR, en büyük kotaya sahip ülke IMF’nin en büyük üyesi olan 37.149 milyon
SDR (yaklaşık 58,2 milyar USD) ile A.B.D.; ve en küçük üyesi de 3,1 milyon
SDR (yaklaşık 4,9 milyon USD) ile bir Okyanusya ülkesi olan ve Papua Yeni
Gine’nin kuzeyinde yer alan Palau’dur. Türkiye’nin kotası ise 1.191 milyon
SDR’dir (IMF, 2009).
IMF’ye üye olan ülkelerin IMF ile imzaladıkları kota anlaşması uyarınca,
ülkelerin IMF’ye sağlamak zorunda oldukları finansal kaynakların en üst seviyesi
belirlenmekte, üye ülkeler de söz konusu ödemelerin tamamını üyeliklerinin
hemen ertesinde IMF’ye ödemektedir. Zorunlu olan bu ödemenin yaklaşık yüzde
25’i SDR ya da geniş oranda kabul gören (USD, Euro, JPY veya GBP) para
birimleri üzerinden yapılması, geri kalan kısmının ise adı geçen para birimleri
üzerinden olabileceği gibi üye ülkelerin kendi para birimi ile de ödenebilmesi IMF
tarafından belirlenen ödeme kurallarıdır.
IMF’ye üye her ülke IMF kararlarında oy hakkına sahiptir. Ancak IMF
karar alma mekanizması eşit oy ülkesine dayanmamakta, oy sayıları üye ülkeler
arasında ülkelerin kotaları oranında dağıtılmaktadır. Kısacası, kota, üye ülkelerin
IMF’nin karar alma mekanizmalarındaki oy kullanma hakkının gücünü ve
oylarının ağırlığını belirlemektedir. Her IMF üyesi 250 “temel oy” ve buna ek her
100.000 SDR için artı bir fazla oy hakkına sahiptir. Buna göre, A.B.D. toplam
371.743 oya (toplamın yüzde 16,77’si) sahipken, Palau’nun 281 oyu (yüzde
0,01) bulunmaktadır. Türkiye ise 12.163 oya (yüzde 0,55) sahiptir.
24
Bunlara ek olarak, ülkelerin kotaları üyelerin IMF’den sağlayabileceği
kredi oranı yani IMF’nin finansal kaynaklarının kullanımında da belirleyici rol
oynamaktadır. IMF’nin temel sorumluluklarından birisi ödemeler dengesinde
sorunları olan diğer bir deyişle uluslararası ödemelerini karşılayacak uygun
şartlarda ve yeterli miktarda kredi bulamayan üye ülkelere kredi ve finansal
destek sağlamaktır. Söz konusu finansal destekler, finansal yardım talep eden
üye ülkelere uluslararası rezervlerini yeniden yapılandırma konusunda, ithalat
ödemelerini sürdürebilmelerinde, para birimlerini dengelemelerinde ve ekonomi
politikalarının incelenip ana sorunların tespit edilerek yeniden sağlıklı bir şekilde
büyümeye geçilmesinde yardımcı olmayı amaçlamaktadır.
IMF kredi yardımlarının çoğu Stand-By Düzenlemeleri (Stand-By
Arrangement-SBA) yoluyla sağlanmaktadır. SBA, ülkelere, kısa dönemli
ödemeler dengesi sorunlarında yardım edilmesi amacıyla tasarlanmıştır. SBA
süresi genellikle 12-24 aydır, ve geri ödeme, kredi temininden sonraki 3,5-5 yıl
içinde gerçekleşmektedir. SBA’lar, önlem niteliğinde hem normal kullanım hem
de istisnai kullanım limitleri çerçevesinde yapılabilmekte ve ülkelerin şartları
gerektirmediği sürece onaylanmış miktarın üzerinde kredi kullanmamayı tercih
ettikleri durumları da kapsamaktadır. SBA, uygun koşullar altında önceden
kullanım olanağı ile süreç esnekliği sağlamaktadır. Stand-By ve Genişletilmiş
Uygulamalar kapsamında, bir üye ülke bir yılda kotasının yüzde 100’ü kadar,
toplamda ise yüzde 300’ü oranında kredi kullanabilmektedir. Ancak, istisnai
durumlarda daha fazla kullanım hakkı tanınabilir. Söz konusu yardımlar, üye
ülkenin talebi üzerine, ülkenin uygulamayı kabul ettiği ve ödemeler dengesindeki
sorunlarına çözüm getirecek olan ekonomi politikalarının uygulanmasıyla ilgili
şartları içeren bir “anlaşma” çerçevesinde sağlanmaktadır. Bu anlaşmanın
altında yatan iktisadi program ve istikrar önlemleri söz konusu ülke ile IMF
tarafından oluşturulmakta ve IMF’nin Yönetim Kurulu’na “Niyet Mektubu” olarak
sunulmaktadır. Anlaşmanın Kurul tarafından kabul edilmesiyle, üye ülkeye
25
sağlanan
kredi
program
uygulandıkça
taksitler
halinde
verilmektedir.
Kaynakların sırayla serbest bırakılması adı geçen ülkenin istikrar programını
titizlikle ve kesintisiz uygulamasına bağlıdır (Parasız, 2005:69).
IMF Yönetim Kurulu genelde her beş yılda bir olmak üzere düzenli bir
şekilde genel kota değerlendirmesi yapmaktadır. Genel kota değerlendirmesinde
toplamda kotanın ne oranda arttırıldığı ve bu artışın üyeler arasında nasıl
dağıtıldığı
dikkat
edilmesi
gereken
iki
önemli
husustur.
Genel
kota
değerlendirmesi IMF’ye, üyelerin ödemeler dengesinden doğan kredilendirme
gereksinimleri ve bu gereksinimlere cevap verebilme kapasitelerini yeniden
gözden geçirme fırsatı vermektedir. Ayrıca, genel kota değerlendirmesi üye
ülkelerin dünya ekonomisindeki göreceli konumlarında yaşanan değişimlerin
ülke kotalarına yansıtılmasını sağlamaktadır. Kotalarda oluşturulacak herhangi
bir değişiklik yüzde 85’lik bir çoğunluk tarafından onaylanmak zorundadır.
28 Nisan 2008 tarihinde, IMF’nin Yönetim Kurulu tarafından büyük bir
çoğunluğun oyuyla kabul edilen, düşük gelirli IMF üye ülkelerinin karar
aşamasına katılımını ve temsilini arttırmayı, kotaların değişen ekonomik
dengelere ve ülkelerin uluslararası ekonomi içerisindeki göreceli ağırlıklarına
daha duyarlı olmasını amaçlayan “IMF Kota ve Temsil Reformu”, IMF’nin Eylül
2006’da Singapur’da düzenlemiş olduğu yıllık toplantısında ortaya atılmış ve
hazırlanması yaklaşık 2 yıl sürmüştür (IMF, Mart 2009). Bu reform ile yapılmak
istenen temel değişiklikler şunlardır:
1) Olması gerekenden daha az temsil edilen Çin, Kore, Meksika ve
Türkiye’nin ad hoc (geçici) olarak kotalarının arttırılması.
2) IMF’deki üye ülkelerin kota yeterliliklerinin değerlendirilmesine rehberlik
edecek yeni bir formülün yaratılması.
26
3) İkinci tur ad hoc (geçici) kota artırımının bu yeni formüle göre
yapılması.
4) Düşük gelirli ülkelerin temsilini arttırmak için “temel oy”ların üçe
katlanması ve Kurul’daki Afrika ülkelerine ait iki koltuk için Alternatif Yönetim
Direktörü atanması.
Bu kapsamda, ilk olarak dinamik ekonomiler olarak tanımlanan Çin,
Meksika, Kore ve Türkiye’nin ad hoc (geçici) kotaları arttırılmış, bu üyeler için
toplam artış 3,81 milyar SDR (yaklaşık 5,66 milyar USD) olmuştur. IMF
tarafından hedeflenen diğer unsurlar da Eylül 2008’e kadar kademeli olarak
tamamlanmıştır. Kasım 2009 itibariyle IMF rezerv pozisyonları toplam olarak
42,04 milyar SDR olup, genel rezerv içerisinde toplam payı yüzde 0,77 olmuştur.
1.2.4. ÖZEL ÇEKME HAKLARI (SDR-SPECIAL DRAWING RIGHTS)7
Özel Çekme Hakları (SDR), IMF tarafından 1969 yılında Bretton Woods
sabit kur rejimini desteklemek amacıyla geliştirilen, değişik para birimlerinden
oluşan para sepetinin temsil ettiği, kağıt üzerinde görünen yani basılı olmayan
ve arkasında altın gibi reel bir kaynağın veya herhangi bir ülkenin olmadığı,
IMF’ye üye ülkelerin rezerv varlıklarını desteklemek amacıyla kotaları ile orantılı
olarak sağlanan bir rezerv kaynağıdır. (Kester, 2001:18) SDR’nin en önemli
özelliği, karşılıksız olması ve ödeme aracı olarak gücünü IMF üyelerinin onu
kabul etmesinden almasıdır. (Alpar ve Ongun, 1985:145) Buna ek olarak, SDR
IMF Guvernörler Kurulu kararıyla oluşturulup tahsis edilen, kendisini destekleyen
altın gibi herhangi bir reel kaynak bulunmayan ve bir kez çıkarılınca sistem
7
Kaynak belirtilmeyen bölümler için IMF Special Drawing Rights Factsheet kullanılmıştır.
http://www.imf.org/external/np/exr/facts/sdr.htm
27
içindeki varlığı sürekli hale gelen uluslararası likidite aracıdır.
1.2.4.1. SDR’nin Tarihsel Gelişimi
Altın geleneksel olarak ülkelerin ellerinde bulundurdukları önemli rezerv
varlıklarından biridir. Bretton Woods sisteminin hayata geçirildiği 1944 yılından
sonra, altına ek olarak USD de ülkelerin rezerv varlıkları içerisinde önemli bir
yere sahip olmuş, altın ve USD iki ana rezerv kalemi haline gelmiştir. 1960’lı
yıllara gelindiğinde, 1 ons altın = 35 USD eşitliği altında devam eden Bretton
Woods sistemine karşı eleştiriler ortaya çıkmıştır.
Triffin (1961), Bretton Woods sisteminin uzun dönemde ayakta
kalmasının imkansız olduğunu ve güven sorunu nedeniyle çökeceğini
öngörmekte ve tek bir ulusal paranın rezerv olduğu sistemin temelden dengesiz
ve sorunlu olacağını vurgulamaktadır. Triffin İkilemi (Triffin Dilemma) adı verilen
bu görüşe göre, rezerv para üreticisi dünyaya likidite verince, ülkenin kendi
parasının değerini koruyamayacak ve kendi ülkesindeki enflasyon baskıları için
gerekli adımlarla veya ülkenin iç talebini artırma gerektiğinde yapması
gerekenlerle,
global
ekonomiyi
eşanlı
gözetme
fonksiyonu
bir
arada
gerçekleştirilemeyecektir. Buna paralel olarak, ülkelerin uluslararası ticaretinin
giderek büyümesi uluslararası rezerv ihtiyacını artıracak, bu durumda merkez
bankaları mecburen USD varlıklarını artırmak durumunda kalacaktır. Bu durum
ellerindeki USD varlıklarının A.B.D. Hazinesinde mevcut altın rezervlerini
aşacağı noktaya kadar devam edecektir. A.B.D. taahhüt ettiği gibi bu USD’lerin
tümünü, 1 ons altın = 35 USD eşitliğini bozduramayacağı için merkez
bankalarında bir güven sorunu başlayacak ve ellerindeki USD’yi hızla altına
dönüştürmeye çalışacaklardır. Bu ise altın değişim standardının sonunu
getirecektir. Triffin (1961), IMF’nin kendi para birimini çıkararak, ülkelerin
uluslararası rezervlerini USD yerine bu para birimi cinsinden tutmasını
28
önermiştir. 1940'lı yıllarda Bretton Woods sistemi için tartışmalar yapılırken John
M. Keynes, “Bancor” adında yeni bir ülkeler üstü para biriminin oluşturulmasını
gündeme getirmiş ancak A.B.D.'li H.D.White tarafından getirilen A.B.D.'ye
dayalı global para teklifi kabul edilmiştir. Triffin’in önerisi, Keynes’in önerisiyle
örtüşmekte ve IMF’yi Dünya Merkez Bankasına dönüştürmeyi amaçlamaktadır.
Bretton Woods sistemine dahil olan ülkelerin, kurlarını sabit tutmak
amacıyla
dünya
döviz
piyasalarından
yerli
paralarını
satın
almakta
kullanabilecekleri resmi rezervlere —devletin veya merkez bankasının elinde
bulunan altına veya yaygın kabul gören yabancı paralara— sahip olması
gerekmekteydi. Fakat 1960’ların ikinci yarısından itibaren, en yaygın iki rezerv
varlığı olan altının ve USD’nin uluslararası arzı, dünya ticaretinde yaşanmakta
olan büyümeyi ve finansal gelişmeyi destekleme konusunda yetersiz kalmaya
başlamıştır. Buna ek olarak, USD’ye olan güvenin sarsılmasına rağmen ülkeler
yukarıda sayılan nedenlerden dolayı döviz rezervlerini attırma yoluna gitmişler
ve USD’ye olan taleplerini arttırmışlardır. Bu da bir yandan A.B.D.’nin ödemeler
dengesi açıklarını arttırmış bir yanda da USD’nin değeri üzerinde önemli bir
tehdit oluşturmaya başlamıştır. Bu nedenlerle, uluslararası toplum, IMF’nin
desteğiyle yeni bir uluslararası rezerv varlığı oluşturulmasına karar vermiştir.
IMF’nin Eylül 1967 yılında Rio de Janerio’daki yıllık toplantısında yeni bir
uluslararası likidite aracının oluşturulması kabul edilmiştir. 26 Temmuz 1969
yılında Fon ana sözleşmesinde yapılan değişiklikle SDR departmanının
kurulması mümkün olmuştur. İlk olarak da 1970 yılında 3,4 milyarlık bir SDR
oluşturulmuş ve üyelere tahsisiyle uygulamaya başlanmıştır. (Güran ve Aktürk,
1999:75)
Başlangıçta SDR’nin değeri 0.888671 gram saf altının eşdeğeri olarak
belirlenmiş, 1 USD, 1 SDR ve 0.888671 gram altın eşitlenmiştir. Bretton Woods
29
sisteminin 1973 yılında çökmesinden sonra başlıca para birimleri sabit kur
rejiminden dalgalı kur rejimine geçmişlerdir. Buna ek olarak, uluslararası
sermaye piyasalarının büyümesi sonucunda, kredi itibarı yüksek olan ülkeler
daha kolay borçlanmaya başlamıştır. Bu iki gelişme SDR’ye olan ihtiyacı
azalmıştır.
Bretton Woods sisteminin çökmesinden sonra, SDR bir “döviz sepeti”
olarak yeniden tanımlanarak 16 ülke parasının8 yer aldığı bir para sepeti olarak
hesaplanmıştır. Ancak 1981 yılında sepeti oluşturan para birimlerinde değişiklik
yapılmış ve sepette sadece Amerikan doları (USD), Japon yeni (JPY), İngiliz
sterlini (GBP), Alman markı (DEM) ve Fransız frangı (FRF) yer almıştır. DEM ve
FRF’nin Euro’ya dönüşümü neticesinde günümüzde sepet Euro, JPY, GBP ve
USD’den oluşmaktadır.
1.2.4.2. SDR Değeri
SDR’nin USD cinsinden değeri IMF’nin web sitesinde günlük olarak
yayınlanmaktadır. Bu değer, söz konusu dört para biriminin ilgili miktarlarının
USD cinsinden değerlerinin toplamına eşittir ve bu hesaplamada Londra
piyasasında o gün öğlen saatinde geçerli olan döviz kurları kullanılmaktadır.
Eğer Londra Borsası’ndan söz konusu kurlar sağlanamazsa, New York
Borsası’nın değerleri kullanılmaktadır. Her iki borsanın da kapalı olması halinde
ise Avrupa Merkez Bankası’nın döviz kurları kullanılmaktadır.
Tablo 1.2.’de de görüleceği gibi, 4 Mart 2010 tarihi itibariyle 1 SDR; 0,41
Euro, 18,40 JPY, 0,0903 GBP ve 0,6320 USD’den oluşmaktadır. SDR değerinin
tek bir döviz kuruna değil de bir sepete bağlı olması ve sepeti oluşturan para
8
Sepeti oluşturan para birimleri; USD, DEM, JPY, FRF, GBP, Đtalyan lireti, Hollanda guldeni, Kanada
doları, Belçika frangı, S.Arabistan riyali, Đsveç kronu, Đran riali, Avustralya doları, Đspanyol pesetası,
Norveç kronu ve Avusturya şilini idi.(Polak, 1979:639)
30
birimlerinin sanayileşmiş, dünya ticareti içerisinde önemli ölçüde mal ve hizmet
ihracatı yapan ülkeler olması SDR’nin değerini özellikle USD karşısında sürekli
korumuştur. (Yaman, 2002:16)
TABLO 1.2. SDR DEĞERLERİ
Döviz Birimi
O-1 Kuralına göre
Döviz Değeri
Döviz Kuru
USD Karşılığı
Euro
0,4100
1,36800
0,560800
JPY
18,4000
88,39000
0,208168
GBP
0,0903
1,50700
0,136082
USD
0,6320
1,00000
0,632000
1,537130
US $1.00= SDR
SDR1 = US $
0,650563
1,53713
Kaynak: IMF SDR Valuation, http://www.imf.org/external/np/fin/data/rms_sdrv.aspx
1.2.4.3. SDR Sepetini Oluşturan Para Birimleri
SDR sepetinin bileşimi, ilgili para birimlerinin dünya ticaret ve finans
sistemlerindeki nisbî ağırlığını yansıtacak şekilde beş yılda bir gözden
geçirilmektedir. Tablo 1.3.’te 1981’den 2010 yılı sonunda kadarki dönemi
kapsayacak şekilde ülke paralarının SDR sepeti içerisindeki ağırlıkları
gösterilmektedir.
31
TABLO 1.3. SDR SEPETİNİ OLUŞTURAN PARA BİRİMLERİNİN YÜZDE
AĞIRLIKLARI
PARA
BiRİMİ
1981
1985
1986
1990
1991
1995
1996
1998
1999
2000
2001
2005
2006
2010
42
42
40
39
39
45
44
-
-
-
-
32
29
34
DEM
19
19
21
21
-
-
-
FRF
13
12
11
11
-
-
-
JPY
13
15
17
18
18
15
11
GBP
13
12
11
11
11
11
11
USD
EURO
Kaynak: IMF, http://www.imf.org
Tablo 1.3’ten de görüleceği gibi, SDR sepetini oluşturan para birimlerinin
yıllar içerisindeki durumlarında USD ağırlıklı konumunu korumuş, ülkelerin
gelişmişlik düzeyi ve ekonomik durumlarına göre ulusal para birimlerinin sepet
içerisindeki yüzdeliklerinde düzenlemeler yapılmıştır. Kasım 2005’te yapılan son
gözden geçirme kapsamında, mal ve hizmet ihracatı rakamları ve diğer IMF
üyelerinin ilgili para birimleri cinsinden tuttuğu rezervler dikkate alınarak, SDR
sepetinde yer alan para birimlerinin sepetteki ağırlıkları yeniden belirlenmiştir.
Bu değişiklikler 1 Ocak 2006’da yürürlüğe girmiştir. Bir sonraki gözden geçirme
çalışması IMF İcra Kurulu tarafından 2010 sonlarında yapılacaktır. Bu yapılan
düzenlemelere ek olarak, Avrupa Ekonomik ve Parasal Birliği’ne katılan Avrupa
Birliği’ne üye ülkeler 1 Ocak 1999 tarihinden itibaren milli paralarını geri
dönülemez bir biçimde Euro’ya bağlamışlar ve 1999 yılındaki sepet ağırlığı
belirlenmesinde DEM ve FRF sepetten çıkarılarak bunların yerine Euro dâhil
edilmiştir. Tablo 1.3.’te, Euro’nun 1999’dan sonra sepet içerisinde USD’den
sonra en fazla ağırlığa sahip para birimi olduğu, bu ağırlığın da 2006-2010
dönemi için yüzde 34 olarak belirlendiği gözükmektedir.
32
1.2.4.4. SDR Faiz Oranı
SDR faiz oranı, IMF’ye üye ülkelerin imtiyazlı olmayan IMF kredileri için
ödeyeceği faizin, üyelerin ellerinde bulunan SDR’ler için alacağı ve ödeyeceği
faizin ve üyelere kota anlaşmalarının bir kısmı için ödenecek faizin
hesaplanmasına temel teşkil etmektedir.
SDR faiz oranı, haftada bir kere cuma günleri olmak üzere, SDR
sepetinde yer alan para birimlerine ait para piyasalarında kısa vadeli kredilere
uygulanan faiz oranlarının USD için 3 aylık A.B.D. hazine bonosunun, GBP için
3 aylık İngiltere hazine bonosunun, Euro için 3 aylık Eurepo oranının ve JPY için
3 aylık Japonya hazine iskonto senedinin (5 Şubat 2009’dan itibaren 3 aylık
Japonya mevduat sertifikalarının yerine kullanılmaktadır) getirilerinin ağırlıklı
ortalaması esas alınarak belirlenmektedir.
Tablo 1.4.’te de görüleceği gibi, değerlendirmede (ağırlıklandırmada) ülke
paralarının SDR sepetindeki sabit tutarları esas alınmakta ve sepeti oluşturan
döviz başına düşen SDR, sepetteki her para birimi için kullanılan gösterge
kuruna göre hesaplanmaktadır. SDR’nin döviz cinslerine göre değeri, SDR’ye
göre döviz kuru ve yukarıda anlatıldığı şekilde yansıtılan faiz oranları
çarpımlarının toplamı SDR faiz oranını vermektedir. 1 Mart-7 Mart 2010 haftası
için 26 Şubat 2010 tarihinde belirlenen SDR faiz oranı 0,24 olmuştur.
33
TABLO 1.4. SDR FAİZ ORANI HESAPLANMASI
Döviz
Birimi
O-1 Kuralına göre
Döviz Değeri (A)
SDR’ye Göre
Döviz Kuru (B)
Faiz Oranı
(C)
SONUÇ
(A)X(B)X(C)
Euro
0,4100
0.885433
0.3579
0.1299
JPY
18,4000
0.00731085
0.1250
0.0168
GBP
0,0903
0.99329
0.4900
0.0440
USD
0,6320
0.652493
0.1300
0.0536
Toplam
0.2443
SDR Faiz
Oranı
0,24
Kaynak: IMF SDR Interest Rate Calculation, http://www.imf.org
1.2.4.5. SDR’nin Kullanım Alanları
Başlangıçta ülkeler için uluslararası bir rezerv varlığı olması ve altın ile
dövizin yerine yaygın olarak kullanılması amaçlarıyla yaratılan SDR, günümüzde
yönetilen dalgalı kur rejimleri içinde, ticari bankaların ve işlem yapan diğer
ekonomik birimlerin SDR kullanamaması nedeniyle, döviz kurlarını doğrudan
etkileyebilen bir araç olmaktan uzak kalmasının da etkisiyle (Mudd, 1978:14),
rezerv varlığı olarak sınırlı ölçüde IMF’nin ve diğer bazı uluslararası kuruluşların
hesap birimi olarak kullanılmaktadır. Örneğin, 12 Ekim 1929’da karara varılan,
uluslararası yolcuların veya malların uğradığı ziyan ve hasar konusunda
havayolu şirketlerinin sorumluluğunu düzenleyen Varşova Konvansiyonu,
taşıyıcıların zararları tazmin etme üst sınırını SDR üzerinden belirlemiştir. Afrika
Kalkınma Bankası9 kendi para birimi olan Units of Amount’u (UA) SDR sepetine
eşitlemiştir. Dünya Posta Birliği transfer ücretleri ile ilgili hesaplamalarda SDR’yi
kullanmakta; uluslararası mobil telekom operatörleri (Avrupa Birliği, Norveç,
9
10 Eylül 1964'de bağımsız Afrika devletlerinin ekonomik gelişmesine yardımcı olmak amacıyla
kurulmuş bölgesel bir bankadır. Merkezi Fildişi Sahili'nin başkenti Abidjan'dadır. Banka, kalkınma
projelerinin değerlendirilmesi, koordinasyonu ve finansmanı ile ilgilenir. Türkiye, Afrika dışından 25. üye
olarak Mart 2008’de üye olmuştur.
34
İzlanda ve Lihtenştayn’da Euro kullanılmaktadır) “roaming”10 ücretlendirmesini
SDR üzerinden yapmaktadırlar. Dolayısıyla, günümüzde SDR bir para birimi
veya IMF’den olan bir alacak değil, daha çok, IMF üyelerinin serbestçe
kullanılabilen para birimlerine ilişkin bir talepte bulunma hakkı ve bir hesaplama
aracıdır.
1.2.4.6. SDR Tahsisatları
SDR kullanımı, üyeler arasında isteğe bağlı olarak yapılan takas işlemleri
veya IMF’ye üye güçlü dış pozisyonu olan ülkelerin daha zayıf pozisyondaki
ülkelerden SDR satın alması ile yapılır. Bunların yanında, IMF, üyelerine IMF
kotalarıyla orantılı bir şekilde SDR tahsis edebilir. Bu tahsis işlemi, üyelere, faiz
ödenmeyen ve faiz getirmeyen maliyetsiz bir varlık edinme imkânı sunmaktadır.
Bir üyenin elinde bulunan SDR miktarının kendisine tahsis edilen miktarı aşması
halinde ise, bu üye, elindeki bu aşan kısım üzerinden Tablo 1.4.’te açıklandığı
şekilde hesaplanan faiz geliri elde etmektedir. Benzer şekilde, elindeki SDR
miktarı tahsis edilen miktarın altında olan üyeler, eksik miktar üzerinden faiz
ödemektedir. Genel ve Özel SDR tahsisi olmak üzere iki çeşit tahsisat
mevcuttur.
1.2.4.6.1. Genel SDR Tahsisi
Genel SDR tahsisleri, mevcut rezerv varlıklarının güçlendirilmesine
yönelik uluslararası boyutta uzun vadeli bir ihtiyaçtan kaynaklanmalıdır. Son
yaşanan küresel ekonomik krize kadar 2 defa tahsisat yapılmış, bunlar SDR’nin
ilk kullanıma geçtiği ve petrol krizinin yaşandığı 1970-1972 döneminde toplam
miktarı 9,3 milyar SDR olan birinci tahsisat ile 1979-1981 döneminde dağıtılan
10
GSM ile birlikte ortaya çıkmış bir teknolojidir ve bir mobil ağın (veya şebeke operatörünün) abonesi
olan bir kullanıcının bu aboneliğini diğer ağlarda da –özellikle yurt dışında- kullanabilmesine olanak
tanımaktadır.
35
kümülatif SDR tahsisatı miktarını 21,4 milyar SDR’ye çıkaran ikinci tahsisattır.
Son olarak, 2 Nisan 2009’da Londra’da yapılan G-20 zirvesinde, IMF üyelerinin
mevcut rezerv varlıklarının desteklenmesi konusundaki uzun vadeli küresel
ihtiyaca cevap olarak, uluslararası krizin aşılmasında bir kaynak olması ve
uluslararası likiditenin arttırılması için 250 milyar USD karşılığı SDR’nin üye
ülkelere dağıtımı için IMF’ye çağrı yapılmış, söz konusu miktarın 100 milyarlık
kısmının doğrudan gelişmekte olan ülkelere ve yeni oluşan piyasalara
aktarılması gerektiği açıklanmıştır. Bu çağrı üzerine önerilen tahsisat IMF
Guvernörler Kurulu tarafından 7 Ağustos 2009 tarihinde onaylanmış ve 250
milyar USD karşılığı tahsisat 28 Ağustos’ta gerçekleştirilmiştir. Buna ek olarak 9
Eylül tarihinde 33 milyar USD tutarındaki bir tahsisat izlemiştir. Toplam yaklaşık
283 milyar USD tutarındaki tahsisat ile SDR borç stoku toplamı 316 milyar USD
civarına yükselerek yaklaşık on katına çıkmıştır. Ancak bu tahsisatta, SDR,
IMF’ye üye ülkelere kotaları oranında dağıtıldığı için en büyük payı IMF’de en
büyük paya sahip olan gelişmiş ülkeler almaktadır. Örneğin, A.B.D. dağıtılan
payın yüzde16’sını Japonya yaklaşık yüzde10’unun alırken, Afrika kıta olarak
yüzde 5’ten daha azını almaktadır. Ayrıca, daha fazla finansal opsiyona sahip
olan G-7 ülkeleri dağıtılan SDR’nin yüzde 45’inden daha fazlasına sahip
olmaktadır.
1.2.4.6.2. Özel SDR Tahsisi
IMF Yönetim Kurulu, “bir defaya mahsus özel SDR tahsisi”ne yönelik bir
teklifi, Anlaşma Hükümleri Dördüncü Tadilatı önerisi kapsamında Eylül 1997’de
onaylamıştır. Bu tahsisat, kümülatif SDR tahsisatının iki katına çıkarak 42,8
milyar SDR’ye ulaşmasını sağlayarak, IMF’nin tüm üyelerinin SDR sistemine eşit
şartlarda katılmasını ve Fona 1981’den sonra katılan ülkelerin (özellikle o
dönemde komünizm ile yönetilen ülkelerin) 1997’ye kadar hiçbir SDR tahsisatı
alamamış olmasını telafi etmeyi amaçlamaktadır. Bu tadilat, yürürlüğe girmek
36
için 12 yıl toplam oyun yüzde16,75’ine sahip olan A.B.D. tarafından onaylanmayı
beklenmiş ve 10 Ağustos 2009 tarihinde onaylanarak, 9 Eylül 2009 tarihinde
yürürlüğe girmiştir.
Ekim 2009 itibariyle toplam SDR miktarı 200,99 milyar olmuş, toplam
rezerv kompozisyonu içerisinde de 2008 yılı sonu itibariyle yüzde 0,39 olan
ağırlığı son yapılan tahsisat ile birlikte yüzde 3,67’ye yükselmiştir. Türkiye’ye
genel SDR tahsisatı kapsamında 883,1 milyon SDR (yaklaşık 1,4 milyar USD),
bir defalık özel SDR tahsisatı yapılmasına ilişkin kararla da 75,9 milyon SDR
olmak üzere toplam yeni SDR tahsisatı tutarı 959 milyon SDR (yaklaşık 1,529
milyar USD) verilmiştir. Böylece Türkiye’nin toplam SDR miktarı 1,541 milyar
SDR’ye ulaşmıştır.
1.3.
DÜNYA REZERV KOMPOZİSYONUNUN GELİŞİMİ
Dünya rezerv kompozisyonu, ülkelerin uyguladıkları para ve rezerv
yönetim politikaları ile uluslararası iktisadi ve siyasi ortama göre zaman
içerisinde farklılıklar göstermiştir. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında ve
Bretton Woods sisteminin getirdiği sonuçlarla serbest piyasa, ticaretin
serbestleşmesi
ve
sermayenin
engellemeye
uğramadan
dolaşabilmesi
prensiplerine dayanan küreselleşme süreci, rezerv yönetim politikalarını
derinden etkilemiş ve bu süreçte rezervleri oluşturan varlıkların gerek miktarları
gerekse kompozisyon içerisindeki ağırlıkları farklılıklar göstermiştir.
1.3.1. Dünya Rezerv Varlıklarının Genel Görünümü
Tablo 1.5.’te görüldüğü gibi 1960 yılında 60,84 milyar SDR olan toplam
rezerv miktarı geçen zaman içerisinde yüzde 899 artarak Kasım 2009 itibariyle
37
5.470,74 milyar SDR’ye ulaşmıştır. Özellikle 1980 sonrası dönemde global
rezerv talebi ve tutulan rezerv miktarı artmış, uluslararası piyasalardaki bu talep
rezervlerin öneminin ve yeterli rezerv miktarlarına duyulan ihtiyacın artmasına
neden olurken gelişmekte olan ülke ekonomilerinin rezerv tutma oranlarını
arttırıcı şekilde etkilemiştir (Boorman ve Ingves, 2001:5).
TABLO 1.5. DÜNYA REZERV VARLIKLARININ BİLEŞENLERİNE GÖRE
DAĞILIMI (1960-2009, Milyar SDR)
1960 1970 1980
ALTIN
1990
1995
2000
2005
2006
2007
2008
2009
38,57 39,26 441,66 254,10 237,01 200,76 315,39 366,67 449,80 479,00 525,24
0,00 3,12
11,81
20,35
19,80
18,50
20,10
18,20
18,40
18,90 200,99
REZERV
3,57 7,70
POZİSYONU
16,84
23,75
36,70
47,40
28,60
17,50
13,70
25,10
SDR
42,04
DÖVİZ
18,70 45,11 292,63 593,80 890,60 1478,30 2920,80 3347,90 4049,00 4356,40 4702,47
TOPLAM
60,84 95,19 762,94 892,00 1184,11 1744,96 3284,89 3750,27 4530,90 4879,40 5470,74
Kaynak: IMF Annual Report 1995, 2000, 2005, 2008 ve International Financial Statistics, IMF, Kasım
200911
Rezervleri oluşturan bileşenlerin 1960’dan bu yana olan gelişimi ve
değişimi incelendiğinde, toplam rezervlerin artışına neden olan bileşenin döviz
rezervleri olduğu görülmektedir. Altın, SDR ve IMF rezerv pozisyonu zaman
içerisinde miktar olarak artış göstermesine rağmen, bu artış döviz rezervleri
kadar olmamıştır. Şekil 1.6.’da rezerv varlıklarındaki değişim yüzde olarak
verilmiştir ve döviz rezervlerinin toplam rezervler içerisindeki 1960’da yüzde
30,74 olan payının 2009 Kasım ayı itibariyle yüzde 85,96’ya yükselirken, en
dikkat çekici değişim altında yaşanmıştır. Altın, özellikle Bretton Woods sistemi
11
2009 ve 1960-1995 arası dönemin verileri için International Financial Statistics, IMF kaynak olarak
kullanılmış olup, altın rezervlerinin hesaplanmasında IMF, Bank for International Settlements (BIS) gibi
kuruluşların ellerinde bulundurdukları rezervler dikkate alınmamış, sadece ülkelerin sahip oldukları
rezervler hesaplamaya dahil edilmiştir.
38
içerisindeki önemli konumu nedeniyle toplam rezervler içerisinde yüzde 63,40’lık
paya sahipken, geçen yıllar içerisinde tutulan altın rezervi miktar olarak
artmasına rağmen toplamdaki oranı yüzde 9,60’a düşmüştür.
ŞEKİL 1.6.DÜNYA REZERV VARLIKLARININ DAĞILIMI (1960-2009, Yüzde %)
90,00
80,00
70,00
60,00
50,00
40,00
30,00
20,00
10,00
0,00
1960
1970
1980
1990
1995
2000
2005
2006
2007
2008
2009
ALTIN
63,40 41,25 57,89 28,49 20,02 11,50
9,60
9,78
9,93
9,82
9,60
SDR
0,00
3,28
1,55
2,28
1,67
1,06
0,61
0,49
0,41
0,39
3,67
REZERV POZİSYONU
5,87
8,09
2,21
2,66
3,10
2,72
0,87
0,47
0,30
0,51
0,77
DÖVİZ
30,74 47,39 38,36 66,57 75,21 84,72 88,92 89,27 89,36 89,28 85,96
Kaynak: IMF Annual Report 1995, 2000, 2005, 2008 ve International Financial Statistics, IMF,
Kasım 2009
Şekil 1.5. ve 1.6.’da incelenen 1960-2009 döneminde, genelde toplam
rezerv miktarının özelde ise döviz rezervlerinin artmasının çeşitli nedenleri
vardır.
•
Küresel rezerv sisteminin istikrarsız olması, ödemeler dengesi
açıkları ve fazlalıkları olan ülkeleri karşılıklı olarak uyumlaştıracak
bir uluslararası bir mekanizmanın olmaması, ayrıca küresel bir son
borç verme merciinin olmaması özellikle gelişmekte olan ülkelerin
global finansal dengesizliklere, dalgalanmalara ve krizlere karşı
39
kendini koruma güdüsüyle rezerv talebinde bulunması (Ocampo,
2009:2-3). Rezerv talebinin artış gösterdiği dönemlerin küresel
krizleri takip eden dönemler olduğu görülmektedir. Ülkeler (özellikle
gelişmekte olan ülkeler) kendilerini artan finansal serbestleşme ve
uluslararası ticaret nedeniyle risk altında hissetmektedir. Örneğin,
1980’lerde yaşanan Latin Amerika borç krizi ve 1996-1997
yıllarında geniş oranda gelişmekte olan Doğu Asya ülkelerinde
yaşanan kriz ülkeleri rezerv talebini arttırma yolunda etkilemiştir.
Finansal ihtiyaçları arttıran ve nakit çıkışlarına yol açan döviz
kurunun aşırı değerlenmesine neden olan yüksek cari işlemler
açığı olan, yüksek iç borç stokuna, zayıf bankacılık sistemine
sahip, yani kısaca zayıf makroekonomik yapıya sahip olan ülkeler,
rezervlere sahip olmak diğer ülkelere göre daha zor olmasına
rağmen krizlere karşı kendilerini korumak için daha fazla rezerv
talebinde bulunmaktadırlar (Boorman ve Ingves, 2001, 2).
•
2003-2007
yılları
arasında
küreselleşen
dünyada
yaşanan
ekonomik büyüme sırasında, rezerv birikiminin tek kaynağının net
sermaye akımları olduğu ülkelerin cari işlemler açıklarına devam
etmesi.
•
Çin’in de dahil olduğu önemli madenleri ihraç eden ülkelerin ve
OPEC’e üye ülkelerin cari işlemler fazlası vermesi.
•
Özellikle petrol ihraç etmeyen ve dış açık veren ülkelerin borç
talepleri gibi sebeplerden dolayı döviz rezerv miktarında yaşanan
gelişmeler (BIS, 1988:13).
•
Serbest
piyasalar
prensibine
dayanan
küreselleşen
dünya
40
ekonomisi
yaşam
standartlarının
uyumlaştırılmasına
yol
açmaktadır. Serbest ticaret tüm tarafları için durumlarında, hatta
küresel olarak diğerlerine göre daha az rekabetçi olanlar için bile,
bir ilerlemeye ve gelişmeye yol açmaktadır. Çin’in son yıllardaki
inanılmaz ekonomik gelişimi küreselleşmenin en önemli ve dikkat
çekici
örneğini
oluşturmaktadır.
Çin
ekonomisi,
merkezi
planlamadan piyasa güçleri tarafından yönetilen bir ekonomiye
dönüşmüştür. Çin’in bu dönüşümü batılı piyasaları Çin mallarına,
batılı malları da Çin piyasasına açmıştır. Bu gelişmeler ışığında,
1.3 milyar vatandaşıyla dünya toplam GSYİH’sinin yüzde 17’sine
sahip olması ve 1990’dan 2009’un 3. çeyreğine kadar olan
dönemde ortalama yüzde 9,53 büyümesi (Dünya Bankası, 2009)
nedeniyle
Çin’in
uluslararası
rezervlere
özellikle
de
döviz
rezervlerine olan talebini arttırmış ve bu talep de 1990-2009
döneminde döviz rezervlerindeki artışın bir diğer nedeni olmuştur
(Spiegel, 2005:295).
1.3.2. Dünya Rezerv Varlıklarının Ülke Gruplarına Göre Dağılımı
Dünya
rezerv
bileşenlerini
oluşturan
varlıkların
1960-2009
yılları
arasındaki değişimi incelendiğinde, gerek varlıkların miktarı gerekse rezerv
bileşenlerinin dağılımı açısından gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında
farklılıklar gözlemlenmektedir. Öncelikle, Şekil 1.7.’de, bu çalışmada dünya
rezerv varlıkları olarak kabul edilen altın, döviz, Özel Çekme Hakkı ve IMF
Rezerv Pozisyonu toplamı içerisindeki payları açısından gelişmekte olan ve
gelişmiş ülkeler karşılaştırılmaktadır. Rezerv varlıkları hesaplamalarda SDR
cinsinden alınmış, gelişmiş ve gelişmekte olan ülke kategorileri için IMF’nin
kabul ettiği sınıflandırma esas alınmıştır.
41
1.3.2.1. Genel Görünüm
ŞEKİL 1.7.GELİŞMİŞ VE GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERİN TOPLAM
REZERVLER İÇERİSİNDEKİ YÜZDELİK DAĞILIMI
Gelişmekte Olan Ülkeler
Gelişmiş Ülkeler
2009
2008
2007
2006
Yıllar
2005
2000
1995
1990
1980
1970
1960
0,00
10,00 20,00
30,00 40,00 50,00 60,00 70,00 80,00
90,00 100,00
Kaynak: IMF Annual Report 1995, 2000, 2005, 2008 ve International Financial
Statistics, IMF, Kasım 2009
Şekil 1.7.’de de açıkça görüldüğü gibi, dünya rezerv talebi yıllar içerisinde
gelişmiş olan ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru kaymıştır. 1960 yılında,
gelişmiş ülkeler dünya rezervlerinin yüzde 84,66’sına sahipken gelişmekte olan
ülkeler
ancak
yüzde
15,01’ini
ellerinde
bulunduruyorlardı.
1970
yılına
gelindiğinde, bu oran gelişmiş ülkeler lehine yüzde 81,06’ya yüzde 18,94
olurken, 1990’lı yıllarla birlikte bu tablo değişmeye başlamıştır. 1995’te
gelişmekte olan ülkeler rezervlerin yüzde 42,28’ine sahip olmuşlar, 2000 yılında
da bu oran yüzde 53,14’e yükselmiştir. 2009’un 3. çeyreği itibariyle gelişmekte
olan ülkeler dünya rezerv varlıklarının yüzde 58,56’sına sahipken gelişmiş
ülkeler yüzde 41,44’üne sahiptir.
42
Rezerv kompozisyonunu oluşturan varlıklar açısından gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkeler incelenmesi bu değişimin anlaşılması açısından yararlı
olacaktır.
1.3.2.2. Altın
Altının ülke grupları arasındaki dağılımına bakıldığında, gelişmiş ülkelerin
altın rezervlerinde gelişmekte olan ülkelere kıyasla açık bir üstünlüğünün olduğu
görülmektedir. 1960 yılından 2009’a kadar olan dönemde, gelişmiş ülkelerin
dünya altın rezervlerinin ortalama yüzde 85’ini ellerinde tuttukları, buna karşı
gelişmekte olan ülkelerin 1960’da yüzde 7,23 olan payının, 1.2.1. Altın
bölümünde anlatılan Hindistan’ın ve Sri Lanka’nın IMF’den aldığı altınlarla ancak
yüzde 17’ye yükseldiği Şekil 1.8.’de de net bir şekilde görülmektedir.
ŞEKİL 1.8. ALTIN REZERVLERİNİN DAĞILIMI
Gelişmekte Olan Ülkeler
Gelişmiş Ülkeler
100.00
90.00
87.10
84.77
80.21
82.91
83.58
84.18
83.97
83.53
82.90
81.92
80.00
71.10
Yüzde %
70.00
60.00
50.00
40.00
30.00
20.00
10.00
7.23
10.01
11.70
15.27
16.71
16.19
15.85
16.04
16.50
17.10
18.08
0.00
1960
1970
1980
1990
1995
2000
2005
2006
2007
Kaynak: IMF Annual Report 1995, 2000, 2005, 2008 ve International Financial Statistics, IMF, Kasım
2009
2008
2009
43
Altın geleneksel olarak ülkelerin ellerinde bulundurdukları önemli rezerv
varlıklarından biridir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki bu açık
farkın nedenine bakıldığında, altının, Altın Standardı Dönemi ve Bretton Woods
Sistemi’nde gelişmiş ülkelerin elinde biriktiği, 1973’te Bretton Woods sisteminin
yıkılmasından sonra dahi bu ülkelerin, altını bir güvence aracı olması, teminat
olması ve değerini kaybetmemesi gibi daha önceki bölümlerde açıklanan
nedenlerle ellerinden çıkarmamaları nedeniyle incelenen 30 yıllık dönemde tablo
değişmemiştir. Gelişmiş ülkelerin, altının dünya piyasalarındaki değerinin
düşmemesi için altın rezervlerini azaltmamalarına karşılık, gelişmekte olan
ülkelerin de altının getirisinin düşük olması, ticaretinin, saklanmasının ve
güvenliğinin zor olması ve 1970’den sonraki yeni dönemde altının değişen rolü
ile birlikte küresel para sisteminin merkezinde olmaması nedenleriyle altın
talepleri sınırlı olmuştur.
1.3.2.3. IMF Rezerv Pozisyonu ve Özel Çekme Hakkı (SDR)
IMF rezerv pozisyonu ve Özel Çekme Hakkı (SDR) dağılıma bakıldığında
gelişmiş ülkelerin daha fazla paya sahip oldukları gerek Şekil 1.9.’dan gerekse
Şekil 1.10.’dan görülebilmektedir.
44
ŞEKİL 1.9. GELİŞMİŞ VE GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERİN SDR PAYLARI
Gelişmekte Olan Ülkeler
100.00
Gelişmiş Ülkeler
90.00
80.00
Yüzde %
70.00
60.00
50.00
40.00
30.00
20.00
10.00
0.00
1960
1970
1980
1990
1995
2000
2005
2006
2007
2008
2009
Kaynak: IMF Annual Report 1995, 2000, 2005, 2008 ve International Financial
Statistics, IMF, Kasım 2009
ŞEKİL 1.10. IMF REZERV POZİSYONUNUN ÜLKE GRUPLARINA GÖRE
DAĞILIMI
Gelişmekte Olan Ülkeler
Gelişmiş Ülkeler
100.00
90.00
80.00
Yüzde %
70.00
60.00
50.00
40.00
30.00
20.00
10.00
0.00
1960
1970
1980
1990
1995
2000
2005
2006
2007
2008
2009
Kaynak: IMF Annual Report 1995, 2000, 2005, 2008 ve International Financial Statistics, IMF,
Kasım 2009
SDR ve IMF rezerv pozisyonu, ülkelerin IMF nezdindeki kotalarına göre
dağıtıldığından dolayı, en büyük payı gelişmiş ülkeler almaktadır. Son yıllarda
45
yaşanan ekonomik krizlerin etkisiyle, IMF özellikle SDR tahsisatı ile ilgili politika
değişikliğine gitmiş ve gelişmekte olan ülkelere yönelik daha fazla kaynak
aktarımında bulunmuştur. Bu nedenle, Şekil 1.9.’da görüldüğü gibi, gelişmekte
olan ülkelerin SDR payları 2006 yılından bu yana yükselişe geçmiştir.
1.3.2.4. Döviz
Rezerv varlıklarını oluşturan bileşenlerden dövize baktığımızda, ortaya
çıkan tablo diğer varlıklardaki dağılımdan farklılık göstermektedir. Şekil 1.11.’de
döviz rezervlerinin ülke grupları açısından 1960-2009 dönemindeki dağılımı
gösterilmektedir. 1960 yılında gelişmiş ülkeler toplam döviz rezervlerinin yüzde
68,46’sını ellerinde bulundururken gelişmekte olan ülkeler ancak bu rezervlerin
yüzde 30,75’ine sahiptir. Ancak bu tablo, 1995 yılında değişmiş ve gelişmekte
olan ülkeler döviz rezervlerinin yüzde 50,95’ine sahip olmuşlardır. 2009 yılına
gelindiğinde Kasım ayı itibariyle, gelişmekte olan ülkeler yüzde 64,36 ile gelişmiş
ülkelerin yaklaşık 2 katı kadar döviz rezervi bulundurmaktadır.
Yıllar
ŞEKİL 1.11. DÖVİZ REZERVLERİ TOPLAMININ GELİŞMİŞ VE GELİŞMEKTE
OLAN ÜLKELERE GÖRE DAĞILIMI
Gelişmiş Ülkeler
2009
Gelişmekte
Olan Ülkeler
2008
2007
2006
2005
2000
1995
1990
1980
1970
1960
0.00
10.00
20.00
30.00
40.00
50.00
60.00
70.00
Kaynak: IMF Annual Report 1995, 2000, 2005, 2008 ve International
Financial Statistics, IMF, Kasım 2009
80.00
46
Bu değişimin her ülke için kendine has farklı nedenleri olmakla birlikte
genel olarak bakılırsa, en önemli neden gelişmekte olan ülkelerin büyük dış borç
rakamlarıdır. Yabancı para birimleri üzerinden alınan dış borçlar dolaylı olarak
ülke rezervlerini ve dış borç geri ödemeleri de ülkelerin döviz rezerv talebini
arttırmaktadır. Dış borç rakamlarını ülke rezervlerinden çıkardığımız zaman ülke
grupları arasında döviz rezervleri yönünden önemli bir fark bulunmadığı
görülecektir. Buna ek olarak, gelişmiş ülkelerin milli paraları gelişmekte olan
ülkeler tarafından rezerv olarak tutulmaktadır. Küreselleşen dünyada yaşanan
ekonomik ve finansal krizler gelişmekte olan ülkeleri daha fazla etkilemektedir.
Bu gruptaki ülkeler de kendilerini koruma güdüsüyle rezervlerini ekonomik
yapıları krizlere karşı dayanıklı ve ülke riskleri daha az olan ülke paraları
cinsinden
tutarak
rezerv
varlıkları
üzerindeki
riski
minimize
etmeye
çalışmaktadır. Bu da gelişmiş ülke paralarına dolayısıyla döviz rezervlerine olan
talebi arttırmaktadır. Buna karşılık, gelişmiş ülkeler diğer ülke para birimlerini
döviz rezervi olarak tutmayı tercih etmemekte, bu da hem ellerindeki rezerv
miktarını hem de döviz rezervlerine olan taleplerini düşürmektedir.
1.3.2.5. Genel Değerlendirme
Rezerv varlıkları kompozisyonunun 1960-2009 yılları arasındaki seyrine
genel olarak bakıldığında, toplam rezerv seviyesinin dikkate değer bir şekilde
arttığı
görülmektedir.
Ülkelerin
serbest
piyasaları
ve
serbest
ticareti
desteklemesinin yanında, gümrük sınırlandırmalarının azaltıldığı, bölgesel ve
uluslararası ekonomik birliklerin daha fazla işbirliğine gittiği bu dönemde,
yaşanan küresel ekonomik krizlere karşı ihtiyat içgüdüsünün de etkisiyle
rezervlere olan talebin artması kaçınılmazdır. Önümüzdeki dönemde, rezerv
varlıklarını oluşturan bileşenlerin yapıları, miktarları ve kompozisyon içerisindeki
durumları değişebileceği gibi yeni rezerv varlıkları da bu kompozisyona dahil
olabilir. Özellikle, son yıllarda tek bir ülke parasının uluslararası rezerv
47
bileşenleri içerisinde hakim rolünü devam ettirip ettiremeyeceğine dair
tartışmalar artmış, USD’nin öncü konumu sorgulanmaya başlamıştır. 1990’ların
başından bu yana, öncelikle Çin ve Hindistan daha sonraki dönemde de
Rusya’nın önemli ekonomik aktörler olarak küresel ekonomi içerisinde yer
alması USD’nin yerine yeni bir uluslararası rezerv varlığının konulması gerektiği
fikirlerini tetiklemiştir. Çin Merkez Bankası Başkanı Zhou Xiaochuan’ın Nisan
2009’da uluslararası para sisteminde reform yapılmasına yönelik yaptığı
açıklama bu anlamda dikkate değerdir (Xiaochuan, 2009:1). Xiaochuan, bir ülke
parasının küresel ekonominin dinamik yapısını karşılayamadığını, politik ve
ekonomik risklere açık olduğunu ve küreselleşen ekonomik yapıda sadece bir
ülke
parasının
hegemonyasını
sürdürmesinin
dünya
rezerv
talebini
karşılayamadığını belirterek, Keynes’in 30 temel ticari malın değerini temel alan
“Bancor” adındaki uluslararası bir rezerv para birimine benzeyen, tek bir ülkeye
bağlı olmayan, uluslarüstü bir rezerv varlıkları sepetinin kullanılması gerektiğini
belirtmiştir. Bu rezerv varlığının, hali hazırda kullanılan Özel Çekme Hakkı’nın
(SDR), sepeti oluşturan para birimlerinin arttıralarak örneğin Çin yuanı, Rus
rublesi ve Hindistan rupisi gibi para birimleri de eklenerek, küresel talebe daha
iyi cevap verebilen, uzun vadede daha istikrarlı ve ülkelerin iç işlerinde
yaşayabilecekleri
krizlerden
asgari
şekilde
etkilenen
yeni
bir
biçime
dönüştürülmesiyle oluşturulabileceği de önerilmektedir. Buna ek olarak, İran’ın
A.B.D. ile yaşadığı politik gerginliğin ve tek bir ülke parası yerine bir sepete
güvenme güdüsünün etkisiyle petrol satışlarını ve hesaplarını USD yerine Euro
üzerinden yapmaya başlaması da Çin’in önerisini destekleyen bir durum ortaya
koymuştur.
Genel itibariyle rezervlerin yapılarının, bileşenlerinin ve ağırlıklarının
zaman içerisinde değişim göstermesi nedeniyle hem gelişmiş hem gelişmekte
olan ülkeler için en önemli husus ellerinde bulundurdukları rezerv miktarından
ziyade bu rezerv varlıklarının etkili, verimli ve karlı bir şekilde yönetilebilmesidir.
İKİNCİ BÖLÜM
ULUSLARARASI PARA SİSTEMİ İÇERİSİNDE REZERV VARLIKLARI
Uluslararası rezervlerin günümüzde uluslararası likidite içerisindeki
konumunun, merkez bankalarının bilançolarındaki pozisyonlarının ve ülkelerin
ellerinde bulundurdukları rezerv kalemlerinin kompozisyonunun ne olduğunun ve
nasıl oluştuğunun analiz edilebilmesi için, rezerv varlıklarının tarihsel süreçte
geçirmiş olduğu evrelerin incelenmesi gerekmektedir. Uluslararası para
sistemlerini oluşturan uygulamalar ile ülkelerin rezervleri ve rezerv yönetim
politikaları arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu ilişki neticesinde, para
sistemleri içerisinde geçmişte yapılan uygulamalar hem içinde olduğu dönemi
hem de günümüzdeki para politikalarını ve rezerv varlıklarını oluşturan
bileşenleri etkilemektedir.
Uluslararası para sistemleri, uluslararası ticareti, sınırötesi yatırımları ve
genel olarak ulus devletler arasında sermayenin dağılımının yeniden yapılmasını
kolaylaştıran, uluslararası alanda kabul görmüş kurallar, antlaşmalar ve
kuruluşlar bütünüdür. Bu sistem, pek çok uluslararası ekonomik oyuncunun
biribirleriyle yaptıkları anlaşmalardan meydana gelen ve yıllar içerisinde oluşmuş
bir bütündür (Williams, Cribb ve Elizabeth:1997). Bir diğer açıklamaya göre ise,
uluslararası para sistemi, uluslararası ticaret içerisinde farklı ulusal paraların
biribirleriyle olan değişimlerini sağlayan kurallar ve prosedürlerdir. Buna
benzeyen bir sistemin işlerlik kazanabilmesi için, hükümetlerin, ticari kuruluşların
ve milletlerarası kurumların oluşturduğu küresel bir ağ içerisinde para
birimlerinin değerini ve değişim kurlarını belirleyen genel bir standardın ortaya
konması gerekmektedir. Bir uluslararası para sistemi ülkelerin üzerinde mutabık
kaldıkları kurallar bütünü olduğu için, sistemin ülkelerin ihtiyaçlarına cevap
vermediği noktada mevcut sistemin yerine yenisi uygulamaya konmuş ve her
sistem bir önceki sistemin temel politikalarında yapılan değişikliklerle ortaya
49
çıkmıştır. Dolayısıyla her para sistemi kendinden önceki sistemin bir mirası
olarak tarihi süreç içerisinde rezerv varlıklarını oluşturan bileşenleri temelden
etkilemiştir.
Etkin bir uluslararası para sistemi (i) uluslararası rezervlerin seçilmesi,
tanımlanması, rezerv arzının düzenlenmesini sağlamayı, (ii) uluslararası para ve
kredi arzını düzenlemeyi, (iii) döviz kurlarının belirlenmesini ve işleyişinin
sağlanmasını, (iv) ülkelerarası dış ödemeler bilançosu dengesizliklerinin
giderilmesine yönelik çözümlerin bulunmasını ve işleyişinin sağlanmasını, (v)
siyasi açıdan bağımsız olan ülkelerin ekonomik politikalarının uyumlaştırılmasını
sağlamayı ve (vi) ülkelerarasındaki mal, hizmet ve sermaye alışveriş ilişkilerini,
borç alacak hesaplarını düzenlemeyi amaçlamaktadır. Genel olarak, ülkelerde
istikrarlı bir ekonomik büyüme sağlanarak sürdürülmesi ve dünya ticaretinin
pozitif bir seyir içinde dengeli bir biçimde artış gösterebilmesi için gerekli rezerv
arzının düzenlenmesi uluslararası para sisteminin en önemli hedefidir.
Uluslararası para sistemleri literatürde farklı başlıklar ve zaman bölümleri
altında incelenmektedir. Bu çalışmada, rezervlerin tarihsel değişimi ve
geçmişten
günümüze
uluslararası
para
sistemleri
içindeki durumlarının
incelenmesinde 4 ana zaman dönemi kullanılacaktır: Altın Standardı Dönemi
(1850–1914), İki Savaş Arası Dönem (1914–1944), Bretton Woods Sistemi
Dönemi (1945–1971) ve Bretton Woods Sonrası Sistemler Dönemi (1971– ).
2.1.
ALTIN STANDARDI DÖNEMİ (1850–1914)
Altın standardı, uluslararası ticaretin ve sermaye hareketlerinin büyük bir
artış gösterdiği 1850’li yıllardan I. Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılına kadar
olan
dönemde,
başta
Birleşik
Krallık
olmak
üzere
dünyanın
başlıca
ekonomilerinin uluslararası para sistemi olarak kabul ettiği, açıkça akdedilmemiş
50
ama sıkı sıkıya uyulan anlaşmaların geçerli olduğu bir sistemdir. Bir ülkenin o
sisteme katıldığını belirtmesi için, parasının değerini belirli bir altın ağırlığıyla
saptadığını ve altının yurda girişi ve çıkışı hususunda hiçbir engel koymadığını
açıklaması yeterli olmaktadır. Altın standardı sistemi, ülkede kullanılan para
birimiyle altının resmi değer üzerinden değiştirilebildiği ve altının ulusal veya
uluslararası değerinin bu değişimi etkilemediği para sistemidir. Altın standardı
sistemi genel olarak incelendiğinde, sistemin 2 temel özelliği ön plana
çıkmaktadır. Bunlardan ilki, altının içte ve dışta, ihracatta ve ithalatta serbestçe
dolaşıma sahip olması ve tedavülünün sınırsız olmasıdır. Altın standardını
uygulayan ülkelerde tedavüldeki para miktarı altın arzına bağlıdır. Sistemin diğer
özelliği ise ulusal paraların altına konvertibilitesidir (Turan, 1980; Parasız,
2005:45; Yaman: 2003:27).
Altın standardı sistemi, modern anlamda ilk resmi uluslararası para
sistemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Dönemin bir başka dikkat çekici özelliği
de, mevcut merkez bankalarının günümüzdeki anlamıyla merkez bankalarının
işlevini yerine getirmeye başladığı, merkez bankasına sahip olmayan ülkelerin
de kendi merkez bankalarını kurarak finansal sistemlerinin merkezinde yer
verdikleri bir dönem olmasıdır. Merkez bankaları, sistemin geçerli olduğu XIX.
yüzyılda üç önemli fonksiyonu içerecek şekilde ortaya çıkmıştır. Bu üç önemli
fonksiyon; (i) banknot ihraç tekeline sahip olmak, (ii) devletin bankası olmak, (iii)
likiditenin son mercii fonksiyonuna sahip olmak olarak sıralanabilir (Önder,
2005:10). Bu çerçevede, merkez bankalarının kurulması ile birlikte, altın
standardı sistemi içerisinde rezerv yönetiminin kurumsallaşmaya başladığı
görülmektedir. Gerek altın standardı sisteminin gerekse merkez bankalarının
sistem içerisinde oynadığı rolün ve rezerv yönetim politikalarının daha iyi
anlaşılabilmesi için, altın standardı sisteminden önceki sistemlerin, merkez
bankalarının kurulmasına neden olan etkenlerin ve kullanılan para çeşitlerinin
incelenmesi gerekmektedir.
51
2.1.1. Çift Metal Maden Standardı Öncesi
Tarih öncesi çağlardan bu yana, altın ve gümüş gibi kıymetli madenler
ekonomi içerisinde bir değişim aracı, değer ölçüsü, hesap birimi ve basılan
madeni paranın temel kaynağı olarak kullanılmıştır (Williams, Cribb, Errington,
1997). Toplumların yukarıda sayılan özellikleriyle kabul ettiği altın ve gümüş
paralar, belli standartlar çerçevesinde değil bölgesel değerler temelinde basılmış
ve kullanılmıştır. Bununla beraber, bir ulus veya imparatorluk bölgesel
hükümranlığını kurduğu zaman, o ülke ve imparatorluğun parası hem bölgesel
hem uluslararası ticaretin temeli ve fiili durumda para sistemi olduğu
görülmektedir. Örneğin, Ortadoğu ve Batı Avrupa’da ilk kullanılan para birimi
Pers
Dareikosu,
Roma
İmparatorluğu’nun
para
birimi Denarius,
İslam
İmparatorluğu’nun Altın Arap Dinarı, coğrafi keşiflerden sonra Avrupalı
sömürgeci devletlerinin (İspanyol Piastrası, Hollanda Guldeni, Fransız Frangı,
İngiliz Sterlini) para birimleri gibi paralar uluslararası ticarette kabul gören
paralardır (Parasız, 2005:45). Bu dönemlerde, bir ülke içerisinde aynı dönemde
kullanılan madeni paraların içerdikleri madenin ağırlığı ve saflığı farklı olabildiği
gibi, ülkelerin içinde bulundukları bölgede hakim konumda olan ülkelerin parası
da kendi paralarının yanında ülke içerisinde ve ödemelerde kullanılabilmekteydi
(Turan, 1980:3-4).
Altın ve gümüş, değişim değeri ve kullanım özelliği ile birlikte, yukarıda
sayılan fonksiyonlarının yanında değer muhafaza aracı olma özelliğine de sahip
olması, bu değerli madenlerin para olarak kullanımını yaygınlaştırmıştır. Bu tip
hem para hem de mal olarak kullanılabilen, dolayısıyla kullanım ve değişim
değerine sahip olan varlıklara “mal para” adı verilmektedir (Parasız, 2008).
İnsanlık tarihi boyunca uzunca bir dönem “mal para” kullanımda olmuş, altın ve
gümüş diğer değerli madenler arasında daha öne çıkarak günümüze kadar
önemini korumuştur. Bu dönemde, altın ve diğer değerli madenlerin para olarak
52
kabul edilmesini sağlayan temel özellikler ise, bu tür değerli madenlerin
dayanıklı,
tanınabilir,
depolanabilir,
taşınabilir
olmaları,
kısa
dönemde
üretimlerinin kısıtlı olması ve uzun dönemde üretim maliyetlerinin yüksek
olmasıdır (Bordo, 1981:2). Bununla beraber, “mal para” özü itibariyle nominal ve
reel değerlerin değişimine karşılık geldiği, bu dönemde, ekonomide değer
değişimi eşitliği hali hazırda mevcut olduğu için, merkez bankaları gibi bir
kurumun varlığına ihtiyaç duyulmamıştır.
2.1.2. Çift Metal Maden Standardı
Para piyasalarının düzenlenmesine dönük çabaların bir sonucu olarak, ilk
uluslararası kabul gören para sistemi olarak adlandırabileceğimiz ve 1850–1914
yılları arasında geçerli olduğu kabul edilen “Altın Standardı Sistemi”ne giden
süreçte, ülkeler önce altın ve gümüşe dayalı “Çift Metal Maden Standardı
(Bimetalist Para Sistemi)”nı yaşamışlardır.
Çift metal maden standardında para biriminin fiyatı altın ve gümüş olarak
tanımlamakta, altın ve gümüş arasında sabit bir parite belirlenmekte, tanımlanan
paritenin korunması için gerektiği zaman ve istenildiği miktarda paranın altın
veya gümüş ile serbest değişiminin sağlanacağı taahhüt edilmektedir. Ayrıca,
her iki cins metal de ödemelerde sınırsızca kullanılabilmektedir (Turan, 1980:5).
Çift metal maden standardı, yüksek fiyat istikrarı sağlayarak uluslararası ticaret
hacminin artmasına katkıda bulunmuş, XIX. yüzyılın başlarında ABD, Fransa,
Çin, Hindistan, Almanya ve Hollanda dâhil, birçok ülkede uygulanmıştır.
Buna karşın, altın ve gümüş arasındaki resmi değer oranı ile serbest
piyasadaki oranın eşit olmaması ve bu oranın sürekli değişmesiyle çift metal
maden standardını uygulayan ülkelerin parite tanımlamasında sürekli revizyon
yapmasını gerektirmekte, bu durum ise istikrarsızlığa neden olmaktadır. Altın ve
53
gümüş arasında belirlenmiş olan resmi fiyat ile serbest piyasa fiyatının farklı
olması, nominal değerleri aynı olan tedavüldeki paralardan kıymeti artmış olanın
çekilmesine ve tasarruf aracı olarak saklanmasına neden olurken, harcamalar
için kıymeti nisbi olarak düşük olanın kullanılması sonucunu doğurmaktadır. Bu
durum literatürde, “Gresham Kanunu” olarak tanımlanmakta ve kısaca “kötü
para iyi parayı kovar” şeklinde özetlenmektedir. Bu durum, çift metal maden
standardını benimseyen ülkelerde istikrarsızlığa neden olmaktadır (Alövsat,
2003:9).
Ayrıca, dünyada dış ticaretin artmasıyla beraber, ticarete konu olan büyük
miktardaki ödemelerin altın ile yapılması zorlaşmaya başlamıştır. Altının
sevkiyatının zor, masraflı ve üretim maliyetinin yüksek olması ile altın ve diğer
değerli madenlerin artan ticari ilişkilere yetmemesi gibi sebepler ticaret yapanları
alternatif ödeme araçları bulmaya sevketmiştir. Tüccarlar yaptıkları alımsatımları denkleştirmek, eğer arada fark kalırsa bu farkı kapatmak için, Sevilla,
Amsterdam ve Floransa gibi ticaretin canlı olduğu kentlerdeki, toplumda
güvenilir kabul edilen bankalara ve bankerlere basit bir yazışmayla ödemelerini
yapmaya başlamışlardır. Belirli miktarda değerli madenin ödeme emrini yazılı
olarak ifade eden kâğıttan makbuzlar, yani ibrazları karşılığı değerli madenlere
çevrilebilen bu kâğıtlar, çek, senet ve altını bir bölgeden başka bir bölgeye
nakletme aracı olarak kullanılan poliçelerin yanında yeni tedavül aracı olarak
ortaya
çıkmıştır
(Güran,
2006:63).
Bu
kâğıtlar
“temsili
para”
olarak
adlandırılmakla birlikte, günümüzdeki kâğıt paradan farklılık göstermektedir.
Temsili paralar değerli madenleri korumakta olan bankerlerin bu madenlerin
sahiplerine verdikleri güvence makbuzları olarak, makbuzun üzerinde belirtilen
tutarda altın ve gümüş külçesi karşılığı değerli madeni, makbuzun ibrazında
ödemeyi taahhüt etmekteydi.
54
Zamanla bankerler, kendilerine bırakılan değerli madenlerin hepsinin
birden çekilmediğini fark edince altın stoklarının bir kısmını kasa karşılığı olarak
ellerinde tutmaya, geri kalan kısmını da faizle borç olarak vermeye başladılar.
Ancak süreç içerisinde bu bankerlerin, ödeme güçlüklerinin üstünde kredi
açmaya başlamaları, mevduat sahiplerinin zarara girmesine neden oldu. Bunun
sonucu olarak, uluslararası ticarette aracı kuruluşlara duyulan gereksinim ve
ekonomide yaşanan problemler banka sistemlerinin yaygınlaşmasına neden
olmuşsa da, birkaç güvenilir bankanın banknot ihracına izin verilmesi de
yaşanan sorunları çözememiştir. Bu yaşanan istikrarsızlığın çözümü olarak
devlet, banknot ihracını denetlemek ve banknot ihracını bizzat üstlenmek
zorunda kalmış ve bu da merkez bankalarının doğmasına sebep olmuştur
(Parasız, 2008).
Merkez bankalarının gelişimi tarihsel süreçte incelendiğinde, merkez
bankalarının asli görevinin paranın iç (yurtiçi piyasalardaki alım gücünün) ve dış
değerinin
(yabancı
paralar
karşısında
değerinin)
korunması
olduğu
görülmektedir (Önder, 2005:13). Merkez bankaları, ekonomik istikrarsızlıklara
son vermek ve devletlerin özellikle savaşın finansmanını sağlamak için çok fazla
kâğıt para basarak aşırı enflasyona yol açmalarının önüne geçmek amacıyla,
değerli bir madene (örneğin altın) çevrilebilir banknotlar ihraç eden güvenilir
kuruluşlara olan ihtiyaç sonucunda ortaya çıkmışlardır. İlk dönemlerde,
günümüzdeki merkez bankalarından farklı olarak, kâr amacı gütmeyen kamu
kuruluşlarından ziyade, özel ticari bankalar olarak kurulmuşlardır. Klasik merkez
bankacılığı mali sistemde ilk olarak takas odası işlevini görürken, daha sonra
rezerv bankacılığı işlevini sürdürmüş ve kağıt para sisteminin yerleşmesi sonucu
para ihraç yetkilerini üstlenen özel statüye sahip kuruluşlar olmuştur (Abaan,
2004:83).
55
Dünyadaki ilk merkez bankası 1668 yılında kurulan İsveç Devlet Bankası
(Riksbank) olmuştur. Tablo 2.1.’de de görülebileceği gibi bunu İngiltere Merkez
Bankası (Bank of England) izlemiştir. Genel anlamıyla, temsili para döneminde
(altın standardı döneminde ve öncesinde) merkez bankaları temel olarak ihraç
etmiş oldukları altın sertifikaları ve banknotlar ile altının değişimini sağlayan bir
kurum görevi görmüş ve fonksiyonellik olarak sistemin sağlıklı işlemesi için
otomatik emisyon mekanizması rolü üstlenmiştir.
TABLO 2.1. DÜNYA’DAKİ BAZI MERKEZ BANKALARININ KURULUŞ VE
BANKNOT İHRAÇ ETME TARİHLERİ
Kuruluş Yılı
1668
Banknot İhraç Etme
Yılı
1897
Ülke
1694
1844
Birleşik Krallık
Bank of England
1782
1888
İspanya
Bank of Spain (Banco De Espana)
1800
1848
Fransa
Banque de France
1811
1886
Finlandiya
Bank of Finland
1814
1863
Hollanda
De Nederlandsche Bank
1816
1816
Avusturya
Austrian National Bank
1816
1818
Norveç
Bank of Norway (Norges Bank)
1818
1818
Danimarka
Denmark National Bank
1850
1850
Belçika
Belgian National Bank
1876
1876
Almanya
Reichsbank
1882
1883
Japonya
Bank of Japan
1893
1926
İtalya
Banca d’Italia
1907
1907
İsviçre
Swiss National Bank
1913
1913
A.B.D.
Federal Reserve System
1930
1930
Türkiye
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası
1999
2002
Avrupa Birliği
European Central Bank
İsveç
Adı
Riksbank (Sveriges Riksbank)
Kaynak: Siklos, 2002:11.
Yerine getirmiş olduğu fonksiyonlar açısından İngiltere Merkez Bankası
gerçek anlamda ilk merkez bankasıdır. Banka her zaman, devletin bankası gibi
çalışmış olsa da gerçekte idaresi 1945’e kadar banka hisse senetleri sahiplerine
ait olmuştur. Devletin bankerliğini yapan, devlete finansal olarak zor dönemlerde
borç veren, banknot ihracında bulunan İngiltere Merkez Bankası, 1844 yılında
56
emisyon (banknot ihracı) tekeline kavuşmuş, 1870 yılında da likiditenin son
mercii fonksiyonunu üstlenmiştir. 1844 tarihinde çıkarılan Peel Bankacılık
Kanunu’yla yeniden düzenlenen İngiltere Merkez Bankası, merkez bankacılığı
tekniğini ve ilkelerini geliştirmiş, modern anlamda merkez bankalarının yaptığı
fonksiyonları yerine getirerek diğer bankalara göre sağladığı ayrıcalıklı durumla,
bankaların bankası haline gelmiştir (Turan, 1980). 1844 yılındaki kanunla,
İngiltere Merkez Bankası hala özel olmasına rağmen, banknot ihracı
münhasıran bankaya verilmiş ve bankanın para basma ile ilgili uygulamaları sıkı
kurallara bağlanmıştır. Kanuna göre, banka, enflasyonist baskıları önlemek için
dolaşımdaki
paranın
karşılığı
kadar
altını
rezervlerinde
bulundurması
gerekmekteydi. Bu kanunu izleyen süreçte, banka para hareketlerinin
düzenleyicisi ve uluslararası para sisteminin kurumsallaşması için çalışan bir
kuruluş olarak ortaya çıkmış, rezervlerini koruyarak, dengeli tutarak ve parasal
tabanı düzenleyerek sistemin düzenlenmesinde hayati bir rol oynamıştır (Knafo,
2003:15–18).
Çift metal maden standardının istikrarsızlığının yanı sıra dünyada altın
üretim sürecinin hızlanması bu standardın terk edilmesine neden olmuştur.
Özellikle Birleşik Krallık’ın XVII. ve XVIII. yüzyılda ekonomik, politik ve
endüstriyel anlamda en gelişmiş devlet olarak, çift metal maden standardından
“Tek Metale Dayalı Sisteme (Monometalist Sistem)” geçmesi bu geçiş sürecini
hızlandırmıştır.
Tek
metale
dayalı
sistemde,
altın,
sistemin
temeline
yerleştirilmiştir. Birleşik Krallık, altın standardı sisteminden önceki dönemde,
bimetalist ve benzeri sistemler tecrübesini yaşayarak, daha önce bahsedilen
Gresham Kanunu’nun işleyişinin sebep olduğu sakıncaları yakından tanımıştır.
Altın standardı sistemine geçiş ile birlikte, kullanılmasına son verilen gümüşün
sikke halinde darbedilmesi yasaklanmış, merkez bankalarının bu madeni rezerv
kaynağı olarak bulundurması önlenmiştir (Turan, 1980:8). Birleşik Krallık, resmi
olarak altın standardı sistemine geçtiğini 1816 yılında açıklamıştır.
57
2.1.3. Altın Standardı Sistemi Dönemine Geçiş
2.1.3.1. Sistemin Genel Özellikleri
Altın standardı, her ülkenin ulusal parasının altın cinsinden tanımlandığı,
paranın değerinin belirlenen altın miktarına eşit olduğu ve bu eşitliğin
sağlanması için altınla para birimi arasında konvertibilite sağlandığı uluslararası
para sistemidir. Bu sistemde, ülke para birimlerinin belli bir miktar altın ile ifade
edilmesi bu sistemin sabit döviz kuru sistemi olarak adlandırılmasına neden
olmuştur. Sistemin işleyiş özelliklerine genel olarak baktığımızda aşağıdaki
hususlar öne çıkmaktadır (Turan, 1980; Knafo, 2003; Alövsat 2003; Parasız,
2005, 2008; Eichengreen, 1995, 1998, 2005).
1-) Sistemde sermaye hareketleri serbest bırakılmıştır. Bu nedenle altının
hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan tedavül edilmesi, ithalatı ve ihracının serbest
olması sistemin doğru işleyişi açısından temel teşkil etmektedir.
Döneme
damgasını vuran ekonomi görüşü klasik liberalizmdir. Bu görüşe göre,
devletlerin ekonomik ilişkilere doğrudan müdahale etmemesi ve piyasaları
yönlendirmemesi temel esastır. Devletin ekonomiye bu tip müdahalelerinin
uluslararası ticareti olumsuz etkileyeceği görüşü, serbest ticaret içerisinde altının
sağlam ve dengeli bir değer aracı olduğu görüşüne dayanmakta olup, bu
dönemde hâkim görüş olarak karşımıza çıkmaktadır. Altın Standardı Sistemi’nde
ülkeler arasındaki uyum ve dengeleme mekanizmasının otomatik işlediği
varsayımı klasik liberalizmin bir yansımasıdır. Dolayısıyla, Altın Standardı,
ülkelerin her birisi için ayrı ayrı tanımlanan özel bir ekonomi politikasından
ziyade uluslararası alanda kabul görmüş kurallar etrafındaki işbirliği ve uyum
olarak tanımlanmaktadır.
58
2-) Altın standardının uygulandığı ülkelerde tedavüldeki para miktarı altın
arzına bağlıdır. Merkez bankaları, ülkelerin sistemin kurallarına tamamen
uyduğu dönemlerde, banknot ihracını yüzde 100 rezervlerinde bulunan altın
miktarına karşılık yapmışlardır.
3-) Ülkelerin ulusal para birimlerinin değeri, içerdikleri altının ağırlığına ve
saflığına göre belirlenmekte ve bu para birimleri “Altın Para” olarak
adlandırılmaktadır. Altın sertifikaları ve banknotlar da, kısaca temsili paralar da,
talep
edildiği
anda
altına
çevrildiği
için
altın
paradan
farklı
değerlendirilmemektedir. Buna paralel olarak, ülkelerin para birimlerinin
birbirlerine çevrilme değerleri (kambiyo kuru) de altına olan eşitlikleri arasındaki
orana eşittir. Örneğin altın standardı döneminde, 2790 Mark 1 kilogram altına
eşittir. Aynı şekilde 1 Arjantin Pezosu 1,4516 gram altına, 1 Japon Yeni 1,5
gram altına, 31 Fransız Frangı 9 gram altına karşılık geldiği görülmektedir. Para
birimlerinin arasındaki orana bakarsak, örneğin 1 gram altının 31\9 Fransız
Frangına ve 2,79 Alman Markına eşitliğinden, 31\9 Fransız Frangı 2,79 Alman
Markına eşit olmaktadır. Ayrıca, sabit bir döviz kurundan altına çevrilebilir olan
banknotların serbest bir şekilde ve belirlenen kurdan alınıp satılması ise merkez
bankalarının sorumluluğundaydı.
4-) Merkez bankaları dönemin ekonomi görüşlerine uygun olarak politik
baskılardan uzak bir biçimde altın para arzı konvertibilitesini sağlayan ve
rezervleri yöneten teknik kurumlar olarak görülmüşlerdir. Altın Standardı Dönemi
temsili paranın geçerli olduğu bir dönem olması itibariyle merkez bankalarının
temel işlevi otomatik emisyon fonksiyonu olmuştur. Merkez bankalarının bu
şekilde politik baskılardan uzak olması da uluslararası ekonomik ortamda
istikrarı sağlamıştır.
59
2.1.3.2. Altın Standardı Sisteminin Tarihsel Gelişimi
Altın Standardı Sistemi’ne ilk olarak Birleşik Krallık 1816 yılında geçmiş
ve dünyanın öncü ekonomileri izleyen süreçte ancak yoğun olarak 1850’den
sonra bu sisteme dâhil olmuştur. Altın Standardı Sistemi’nin XIX. yüzyılda
dünyadaki ekonomik ve siyasal ortama yön vermesinin çeşitli sebepleri vardır.
Öncelikli neden, siyasal ortamın ülkeler arasındaki ekonomik işbirliğine uygun
olmasıdır. Napolyon Savaşları (1800–1815) sonunda Fransız Orduları’nın
Koalisyon Orduları tarafından tümüyle yenilgiye uğratılmasının ardından,
Avrupa’daki sınırları, güçler dengesini ve ülkelerin ortak çıkarlarını yeniden
belirlemeye yönelik kararlar almak üzere 1 Kasım 1814–5 Haziran 1815 tarihleri
arasında Viyana/Avusturya’da toplanmış olan Viyana Kongresi bu barış ve
güvenlik ortamının yaratılmasında önemli rol oynamaktadır. Osmanlı Devleti
hariç tüm Avrupa devletlerinin katıldığı kongrenin nihai kararları İngiltere, Rusya,
Avusturya ve Prusya tarafından belirlenmiştir. Viyana Kongresi’ni takip eden ve
genel hatları ile I. Dünya Savaşı’na kadar süren bu dönemde, Avrupa kökenli
klasik uluslararası hukukun geliştirilerek nispeten sistematize edildiği “Avrupa
Ahengi (Concert of Europe)” sisteminin başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
XIX. yüzyılda Kırım Savaşı, İspanya-A.B.D. Savaşı gibi çatışmalar olsa da,
bunlar tüm kıtayı etkileyecek düzeye ulaşmamıştır. Daha önceki dönemlerde
yaşanmayan bu güvenlik ve barış ortamı, uluslararası ticaretin de gelişmesini
sağlamıştır.
Avrupa Ahengi’nin yaşandığı bu döneme ekonomik olarak yön veren
gelişme ise sanayi devrimidir. Avrupa kıtasının izole bir köşesi sayılabilecek
Birleşik Krallık’tan önce tüm Avrupa’ya oradan da tüm dünyaya yayılan sanayi
devriminin yüzyılında, tarımsal ve endüstriyel üretim artmış, buharın sanayi
üretiminde kullanılmasıyla ülkelerin dış ticaret hacmi artmış ve buna paralel
olarak uluslararası sermaye hareketleri artış göstermiştir. Ayrıca, demiryolu
60
ağlarının gelişmesi, buharlı makinelerin gemilerde kullanılmasıyla daha hızlı
gemilerin taşımacılıkta kullanılması, telgrafın gelişmesi, kıtalar arasında
haberleşmeyi sağlayan okyanus altı haberleşme kablolarının döşenmesi ile
birlikte haberleşme ve taşımacılık maliyetleri önemli ölçüde düşüş göstermiştir
(Eichengreen ve Sussman, 2000: 15–17).
Bu gelişmelere ek olarak, ulusal paralar arasındaki değişim oranlarında
da istikrar göze çarpmaktadır. Altın Standardı Sisteminin uygulandığı XIX.
yüzyılın ilk dönemleri incelendiğinde para sistemlerinin 3 gruba ayrıldığı
görülmektedir. Altın Bloğu (Birleşik Krallık, Portekiz ve Birleşik Krallık kolonileri),
Gümüş Bloğu (Alman Prenslikleri, Avusturya, Hollanda, Norveç, İsveç, Çin,
Hindistan, Japonya) ve çift metal maden standardını uygulayan ülkeler (Fransa,
A.B.D., Belçika, İtalya, İsviçre). Her gruba dâhil ülkeler, o grubun kabul ettiği
genel para politikası standartlarını kabul etmekte ve grup içerisinde para sistemi
olarak bir birlik sağlanmaktadır. Altın üretiminin artmasının da etkisiyle, ülkelerin
farklı para sistemlerini terk ederek altın standardını kabul etmesi, daha
öncesinde bir para sistemi içerisinde yer aldıkları için daha kolay olmuştur. 1870
yılına kadar Birleşik Krallık, Avustralya, Portekiz ve Kanada’da tam olarak
uygulanan altın standardı sistemine Fransa, Almanya ve ABD ise 1873 yılından
itibaren geçmiştir. Hindistan’ın altın standardına geçmesi 1893 yılında olmuş ve
XX. yüzyılın başlarında gelişmiş ülkeler arasında çift metal maden standardını
koruyan ülke kalmamıştır (Turan, 1980).
Böylece, XIX. yüzyılın özellikle ikinci yarısında, yeni bir uluslararası yapı,
yeni oyuncularla (merkez bankaları), yeni para politikaları uygulamaları (para
arzının ve rezervlerin yönetimi) ve yeni önlemlerle (merkez bankalarının
rezervlerini muhafaza edip koruması) ortaya çıkmıştır (Knafo, 2003:3). İngiltere
Merkez Bankası’nın ilk gerçek anlamda merkez bankası olarak ortaya çıkması
ve altın standardı sistemi içerisinde ana düzenleyici kurum olarak bir anlamda
61
dünya merkez bankası işlevi görmesi, Birleşik Krallık’ın XVIII. ve XIX. yüzyıldaki
ekonomik, finansal, siyasi ve endüstriyel başat güç olarak dünya siyasetine ve
ekonomisine yön vermesi altın standardı sisteminin uygulanmasının pek çok
ülke tarafından kısa süre içerisinde kabul edilmesiyle doğrudan ilişkilidir. Bu
dönemde, Birleşik Krallık ve Londra uluslararası finans merkezi olarak daha
önceki dönemlerdeki finans merkezleriyle kıyaslanamayacak şekilde öne çıkmış
ve sterlin de dönemin en önemli yabancı para cinsinden rezerv varlığı olmuştur.
İngiltere’de başlayan teknolojik ve endüstriyel devrimle birlikte ülkenin
üretim kapasitesi artış göstermiş, ülkeye büyük miktarda hammadde girişi ve
mamul ürün çıkışı yaşanmıştır. 1830’lardan itibaren uluslararası ticaretin
önündeki engelleri kaldırmaya yönelik politikalar ve uluslararası ticaretin artması
nedeniyle, bankacılık sistemi gelişmeye başlamıştır. Londra’da yabancı
bankaların sayısı 1842’de 10 iken, 1867’de 60’a I. Dünya Savaşı’nın hemen
öncesinde de 135’e yükselmiştir (Parasız, 2005:47). Birleşik Krallık’ın gelişen
bankacılık sistemiyle birlikte endüstriyel devrimin getirdiği likidite artmaya
başlamış, bankalar zamanla elde ettikleri bu tasarrufları dünyanın geri kalanında
yapılan yatırımları desteklemek için kredi olarak vermek için kullanmışlardır.
Bankacılık sisteminin gelişmesine ek olarak ödemelerin çek ve virmanla,
yapılması, ülkeler arasındaki ödemelerin Londra’da denkleştirilmesinin yapılıyor
olması, Birleşik Krallık’taki bankalardan sağlanan kredilerin gene bu ülkeden
alınan endüstri ürünlerinin finansmanı için kullanılması, yukarıda anlatılan
iletişim ve taşımacılıkta gelişen teknolojiye Birleşik Krallık’ın öncülük ediyor
olması ile birlikte Londra uluslararası ticaretin takas odası ve merkezi konumuna
gelmiştir. Buna paralel olarak da, sterlin bir dünya parası haline gelmiştir.
İşlemlerin sterlin üzerinden yapılmasının kolaylığı ve dünyanın her yerinde
sterlin ile işlem yapılabilir olması ülkelerin rezervlerinde altının yanında sterlin’i
de bulundurmaları sonucunu doğurmuştur. Birleşik Krallık dünyanın en önemli
ekonomisi olarak 1860 yılında tüm dünyadaki ihracatın yüzde 30’undan fazlasını
62
1890 yılında da yüzde 20’sini gerçekleştirmiştir. 1860 ve 1914 yılları arasındaki
döneme baktığımızda, uluslararası ticaretin yüzde 60’ına yakın kısmının sterlin
üzerinden yapıldığı görülmektedir (Eichengreen, 2005:4).
2.1.3.3. Altın Standardı Döneminde Uluslararası Rezerv Varlıkları
Bu dönemde merkez bankaları gerek sterlinin uluslararası ticarette artan
önemi gerekse altın arzının artmasının ancak yeni altın kaynakları bulunmasına
bağlı olması nedeniyle altının yanında yeni rezerv varlıkları bulundurmaya
başlamışlardır. Buna ek olarak, 1870–1910 yılları arasında uluslararası ticaret
hacminin toplamda yaklaşık yüzde 30 artış göstermesi (Meissner, 2002:2) dünya
üretiminin reel bazda yıllık ortalama yüzde 2,7, ihracatın ise yüzde 3,5 artması
(IMF, 1997:112) altınla yürütülen uluslararası parasal ilişkilerde yaşanan
hareketliliğin artmasına neden olmuştur. Uluslararası rezerv kalemlerinin o
dönem için en önemlisi olan altının sınırlı olması, merkez bankalarını bu
eksikliğin
giderilmesi için
yeni rezerv varlıklarına
yönelmesi sonucunu
doğurmuştur. Bu dönemde ilk defa rezerv varlıkları olarak yabancı dövizler ve
aktifler (tahviller ve senetler) merkez bankaları bilançolarında görülmeye
başlamıştır. Çünkü altın rezervlerinin eksikliği ülkelerin ödemeler bilançosunda
açık vermesine yol açmakta ve bu açığın kapanması yeni rezerv varlıkları
bulunmadan çok güç olmaktaydı. Altın Standardını kabul eden ülke sayısı
arttıkça, altın tedariki zorlaşmış, rezervlerini döviz olarak tutmaya başlayan
ülkeler olduğu gibi, ekonomileri Londra veya Paris gibi uluslararası finans ve
kredi merkezlerinden sağlayacakları kredilere bağlı ülkelerde o ülkelerin ulusal
paralarını rezerv olarak ellerinde tutmuşlardır (Turan, 1980:25).
Yabancı para cinsinden rezervler, Hindistan ve Japonya’da sterlin olarak
ortaya çıkarken, Filipinler’de USD, Rusya’da sterlin ve frank yabancı döviz
olarak tutulmuştur. Bu ülkelere ek olarak, Avusturya, Almanya, Belçika, Kanada,
63
Danimarka, Finlandiya ve İsveç’in de döviz rezervi tutukları görülmektedir. 1880
yılında merkez bankalarının ellerinde bulundurdukları yabancı para cinsinden
rezervlerin altın rezervlerine oranı yüzde 10’u bulmazken bu oran yıllar
içerisinde artış göstermiş ve I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yaklaşık
yüzde 50’ye ulaşmıştır (Eichengreen ve Bordo, 1998:7)12. Tablo 2.2.’de döviz
cinsinden tutulan rezervler içerisinde ulusal para birimlerinin ağırlıkları yüzde
olarak verilmiştir.
TABLO 2.2. BİLİNEN RESMİ DÖVİZ REZERVLERİ İÇİNDE ULUSAL PARA
AĞIRLIKLARI (1899-1913, YÜZDE %)
1899 Sonu
1913 Sonu
STERLIN
64
48
FRANK
16
31
MARK
15
15
5
5
DİĞER
Kaynak: Eichengreen (2005:28)
Birleşik Krallık’ın uluslararası alandaki öncü rolü ve daha önce zikredilen
nedenlerle sterlinin 1899 yılı sonu itibariyle ezici bir ağırlığının olduğu
görülmekle beraber, ülkelerin yabancı para cinsinden rezerv taleplerinin artışı ve
Fransa’nın 20. yüzyılın başında öne çıkmaya başlamasıyla beraber frangın
ağırlığının arttığı görülmektedir.
Altın Standardı Sistemi, altının tedavülünün, ihracatının ve ithalatının tam
serbestliğini
öngörüyorsa
da,
merkez
bankaları
uluslararası
altın
sirkülasyonunun ellerinde tuttukları rezervler üzerindeki etkilerini sınırlandırmak
için bazı koruma politikaları uygulamışlardır. Merkez bankaları, genellikle altın
kayıplarına karşı kendi rezervlerini korumak için altın çıkışlarında altın girişleri
12
Eichengrren ve Bordo, burada Lindert’in 1967’de yapmış olduğu bir araştırmaya atıfta bulunmuştur. Bu
araştırmada, 1880-1913 döneminde veri elde edilebilen 35 önemli ekonominin verilerini kullanarak
yabancı para cinsinden rezervlerin altın rezervlerine oranı saptanmıştır.
64
dönemlerinden daha aktif rol oynamışladır. Merkez bankalarının rezervleri arttığı
zaman altın girişlerini etkileyecek daha az düzenleme yaptıkları halde, altın
çıkışları dönemlerinde, ilave altın rezervleri kullanılması veya diğer kurumsal
tedbirlerle uluslararası rekabet güçlerini azaltmayacak şekilde rezerv çıkışını
sınırlayıcı uygulamalar yapmışlardır (Knafo, 2003:6). Buna ek olarak, merkez
bankaları döviz, senet ve diğer aktifleri ellerinde bulundurarak bunlardan faiz
geliri elde etmişler, bu rezerv varlıkları sayesinde döviz kurunun altının çıkış ve
giriş noktaları arasında oynamasını sınırlamak üzere döviz piyasasına müdahale
etme olanağını da elde etmişlerdir. Aralarında ticaret ilişkisi bulunan ülkeler
rezervlerindeki yetersizlikleri karşılayabilmek için, her ülkenin parasının
sınırlamaya bağlı olmaksızın diğer üye ülkede serbestçe tedavül edilebildiği para
birlikleri kurdukları da görülmüştür. Örneğin, Danimarka, Norveç ve İsveç
“İskandinav Para Birliği”ni, Belçika, İtalya, İsviçre ve Fransa “Latin Para Birliği”ni
kurmuşlardır.
2.1.4. Sistemin Sona Ermesi
1914
yılına
gelindiğinde
dünyada
ülkeler
arasındaki
siyasi
kamplaşmaların artık iyice belirginleştiği bir döneme girilmiştir. Altın Standardı
Sistemi temelde ülkeler arasındaki işbirliği ve serbest ticarete dayandığı için
yaklaşan savaş tehlikesiyle beraber sistem sarsılmaya başlamıştır. Altın
Standardı Sistemi’nin her yerde ve aynı anda çöktüğü söylenememekle beraber,
savaş sürecine girildiği 1914 yılı başında ellerinde senet bulunduran ülkelerin bu
senetleri
kırdırarak
nakte
geçme
taleplerinin
artış
göstermesi,
altın
sertifikalarının ve altın karşılığı verilen güvencelerin daha önce görülmemiş bir
şekilde altına çevrilmek istenmesiyle merkez bankalarının ve bankaların
rezervlerinin sıkıntıya girmesi sistemi yıkıma götüren en önemli sebepler olarak
ortaya çıkmaktadır. Birleşik Krallık ve Fransa dış alacaklarının tahsili yoluna
giderek, aktiflerini likiditeye çevirmeye başlamıştır. Almanya, İtalya ve Rusya’dan
65
alacaklarını tahsil edip borçlarını ödemekle beraber, Rusya, A.B.D. gibi borçlu
ülkeler finansal darboğaza girmiştir. Savaşın 28 Temmuz 1914’te başlamasıyla
beraber, sistemin öncüsü Birleşik Krallık hukuken sistemden çıktığına dair bir
karar almamasında rağmen fiilen sistemi uygulamamaya başlamıştır. Altın
Standardı Sistemi’nin işleyişini denetleyecek kurumsal bir mekanizmanın
olmaması nedeniyle de, ülkeleri sistemin devamına zorlayacak bir yapı
bulunmamaktadır.
Savaş
koşulları,
uluslararası
ticaretin
serbestçe
yapılamaması, ülkelerin rezervlerini koruyucu tedbirler alması nedeniyle
Almanya, Avusturya-Macaristan, Fransa, Rusya, Birleşik Krallık ve A.B.D. ulusal
paralarının
altına
konvertibilitesine
son
vermişler,
altının
ihracını
da
yasaklamışlardır. Uluslararası para sistemlerinin ilk örneği de savaş koşullarının
dayatmasıyla uygulamadan kaldırılmak zorunda kalmıştır.
2.2.
İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEM (1914–1944)
1914 Ağustos’undan 1918 yılı sonuna kadar süren I. Dünya Savaşı, o
güne kadar dünyanın en geniş alana yayılan savaşı olması nedeniyle, savaşa
katılan ve katılmayan ülkelerin iç siyasi ve ekonomik yapılarını, uluslararası para
ve siyasi sistemini etkilemiştir. I. Dünya Savaşı’ndan Nazi Almanyası’nın
Polanya’ya saldırdığı 1 Eylül 1939 yılında başlayan ve 1945 yılında sona eren II.
Dünya Savaşı’na kadar olan dönem incelendiğinde, dönemin birbirinin ardılı
olarak ortaya çıkan iki ayrı yapıyı barındıran bir dönem olduğu görülmektedir. İlk
dönem I. Dünya Savaşı’ndan 1929 Büyük Buhran’a kadar devam eden ülkelerin
tekrar altın standardına dönmeye ve yeniden bir uluslararası para sistemi
oluşturmaya çalıştıkları dönemdir. Bunu takip eden dönem ise, 1932–33 yılından
II. Dünya Savaşı’nın sonunda meydana getirilen Bretton Woods Sistemi’ne
kadar geçen ve ülkelerin altın standardını terk ettikleri daha korumacı bir para
politikası izledikleri dönemdir.
66
2.2.1. I. Dünya Savaşı ile 1929 Büyük Buhranı Arası Dönem
I. Dünya Savaşı ile birlikte, ülkeler altın standardı sistemini terk etmiş
veya uygulamasını askıya almışlardır. Savaş koşulları nedeniyle, artan kamu
harcamalarının karşılanması amacıyla, devletler, ülkelerin çoğunda münhasıran
banknot ihracı yetkisine sahip olan merkez bankaları üzerinde baskı kurarak,
altın karşılığı olmayan para basımını arttırmışlardır. Bu şekilde, kullanım
açısından bir değeri olmayan, altın gibi değerli bir madene dayanmayan ve
gücünü o parayı tedavül eden merkez bankasının gücü ile devletin egemenlik
hakkı ve ekonomik gücünden alan paralara “itibari para” adı verilmektedir.
Savaşın finansmanı altına bağlı olmayan itibari paranın yaratılması ile
karşılandığı için, ülkelerin ellerinde bulundurdukları altın rezervlerinden çok daha
fazla basılan bu tip paralar, ekonomiler üzerinde enflasyonist baskıların
oluşmasına neden olmuştur.
Uluslararası ticaretin azalması, savaş koşullarında ülkelerin altın ihraç ve
ithaline sınırlandırma getirmiş olmasının etkisiyle mevcut altın karşılığı kadar
basılmayan paralarla oluşan bu baskılar, I. Dünya Savaşı’nın son yılı olan
1918’den sonra bazı paraların çökmesine (savaştan çekilen ve Bolşevik
Devrimi’ni yaşayan Rusya ve savaştan yenik ayrılıp Versailles Antlaşması gibi
ağır bir antlaşma imzalamak zorunda kalan Almanya), bazı ülke (Fransa,
Belçika, İtalya) paralarının da önemli ölçüde değer kaybetmesine neden
olmuştur (Parasız, 2005:51-52). Böylece, savaş döneminde, altının giriş ve çıkış
noktaları arasındaki sınırlar arasında değişebilen döviz kurları, bu sınırlamaların
dışına çıkarak piyasadaki arz ve talebe göre belirlenmeye başlamıştır. Ayrıca
savaş ile birlikte, artan kamu harcamalarının karşılanması için ülkelerin dış
borçlanması artmış, kısmen de savaşın finansmanı vergi artışıyla karşılanmaya
çalışılmıştır. Ülkeler arasındaki para akışının azalması, kredi imkânlarının
kısıtlanması ve üretim miktarı azalması ile savaşa katılmayan tarafsız ülkelere
67
doğru altın akımının başlaması uluslararası ekonomik çevreyi derinden etkileyen
unsurlar olarak ortaya çıkmıştır (Turan, 1980). Savaş sırasında liberal ekonomi
anlayışından da vazgeçilerek sermaye hareketlerine kontrol uygulaması yaygın
olarak görülmüştür.
2.2.1.1. Dönemde Uluslararası Rezervler
I. Dünya Savaşı’ndan A.B.D., gerek ekonomik gerekse politik olarak tek
galip ülke olarak çıkmıştır. Savaş sonrası, Avrupa kıtası politik, ekonomik ve
sosyal alandaki hegemonyasını kaybetmiş, bu güç yeni kıtaya A.B.D.’ye
geçmiştir. New York finansal merkez haline gelmiş, Londra ve Paris’in
uluslararası ödemelerdeki ve dünya ticaretindeki rolü artık New York’un gerisine
düşmüştür. A.B.D., 1913 yılında Federal Reserve Sistemi’ni kurarak, rezerv
yönetimini kurumsallaştırmış ve USD uluslararası ekonomide talep edilmeye
başlamıştır. I. Dünya Savaşı sırasında, Londra finans merkezinin işlevini yerine
getirememesi nedeniyle, A.B.D. tarafından ülkelere kısa ve uzun vadeli krediler
sağlanmış, A.B.D. mallarına olan talebin artması A.B.D. ülke içi üretimini ve
ihracatını arttırmıştır. Buna ek olarak, diğer ülkelerin USD’ye olan talebi
artarken, A.B.D.’ye yapılan ödemelerin altın cinsinden olması A.B.D.’nin altın
rezervlerini arttırmasına neden olmuştur. Savaş öncesi dönemde dünya ülkeleri
arasında dengeli bir dağılıma sahip olan altın rezervleri, savaş nedeniyle
A.B.D.’ye doğru akmaya başlamış, Avrupa ülkeleri altın rezervlerini kaybederken
A.B.D. rezervlerin yönlendiği yeni merkez olarak, bu rezervleri diğer ülkelere
yıkılan ekonomilerinin yeniden inşası için kredi olarak vermeye başlamıştır.
A.B.D., savaş sonrasında tekrar altın standardı sistemine dönüş için çalışmalar
başlatmış ve Haziran 1919’da altın standardına geçtiğini açıklamıştır (Parasız,
2005:55).
68
Birleşik Krallık, I. Dünya Savaşı öncesi dönemde uygulanan altın
standardı döneminin temelini oluşturmakta, sterlin ise uluslararası rezervler
içerinde
başat
rolünü
korumaktaydı.
Altın
rezervleri
ülkelerin
merkez
bankalarında tutulmakta, Birleşik Krallık rezervlerini altın olarak diğer ülkeler de
hem altın hem de mark ve franga sahip olmalarına rağmen çoğunlukla yabancı
para cinsinden rezervlerini sterlin olarak tutmaktaydı. Buna ek olarak, İngiltere
Merkez Bankası’nın sistemin en önemli kurumu olarak, bir bakıma dünya
merkez bankası gibi konumlanması ve sterlinin bu sistem içerinde “anahtar
para”13 rolü oynaması Birleşik Krallık’ın altın standardı döneminin lideri
pozisyonunu kuvvetlendirmiştir. Ancak savaşla birlikte, Birleşik Krallık bu hâkim
rolünü
kaybetmeye
başlamış,
sanayisi
yıpranmış,
ekonomik
kaynakları
tükenmeye yüz tutmuş ve savaş öncesinde Birleşik Krallık mallarına ve
sermayesine
bağlı
olan
ülkelerin
savaşın
ardından
kendi
ekonomisini
kurmasıyla, Birleşik Krallık geleneksel pazarlarını kaybetmeye başlamış ve buna
bağlı olarak da ihracatında ve ülke gelirlerinde düşüş yaşamıştır (Turan,
1980:44–46). I. Dünya Savaşı öncesi konumu nedeniyle, Birleşik Krallık’ın savaş
sonrasında yeni uluslararası para sisteminin oluşturulma sürecinde alacağı
kararlar önem kazanmıştır.
2.2.1.2. Altın Döviz Standardı Sistemi
Genel olarak, ülkeler arasında savaşın ardından altın standardına tekrar
dönüleceğine ve sterlinin tekrar eski konumuna geleceğine dair olan inanç da
Birleşik Krallık’ın uluslararası ekonomik pozisyonunu temelden etkilemiştir.
Ancak altın standardına eski pariteden tekrar dönmek için ülke içi fiyatların
savaş öncesi seviyelerine düşürülmesi ve fiyatların A.B.D.’dekilere kıyasla daha
13
Anahtar Para (Key Currency): Uluslararası ekonomik işlemlerde yoğun bir şekilde kullanılan, paranın
temel fonksiyonlarına sahip olan, özel kullanımda araç para, hesap parası ve yatırım parası özelliklerine,
resmi kullanımda ise müdahale parası, kur çapası parası ve rezerv para özellikleri gösteren paradır
(Hartmann, 1999: 14). Bu paralara örnek olarak günümüzde USD, Euro, Japon Yeni ve Đngiliz Sterlini
gibi para birimleri verilebilir.
69
ucuz olmasına çalışılması ayrıca sterlin’in eski güçlü para birimi konumuna
ulaşmasına yönelik rezerv politikaları nedeniyle Birleşik Krallık’ın yeni sisteme
dahil olması 1925’i bulmuştur. Ancak, Alman markı’nın ve İsveç kronu’nun 1924
yılında tekrar altına bağlanışı, USD’nin uluslararası para piyasasında hâkim para
birimi niteliği kazanmaya başlaması, Fransa, Hollanda ve İsviçre’nin paralarını
istikrarlı kılma çabalarının yoğunlaşması gibi etkenler de Birleşik Krallık’ı
zorlamakla beraber, yeni sisteme katılım ile ilgili bu kararda, yeni bir uluslararası
para sisteminin temelinin atılarak kurallarının belirlenmesi için 1922’de Cenova/
İtalya’da toplanan konferansın payı büyüktür.
Cenova Konferansı’nda, alınan kararlar incelendiğinde, getirilmek istenen
yeni sistemin 1914 öncesi klasik altın standardının aynısı olduğu görülmektedir.
İki sistem arasındaki tek fark o dönemde sisteme katılan ülkelerin yazılı bir
anlaşmaya imza atmamalarına karşın, Cenova Konferansı’nın bu eksiği
tamamlamasıdır. Konferansta, (i) uluslararası bir anlaşma ile altın talebinin
düzenlenmesine çalışılması, (ii) ülkeler arasındaki rekabetten dolayı altın
fiyatındaki dalgalanmanın önüne geçilmesi, (iii) ülkelerin kendilerinde bulunan
altın rezervleri dışında başka ülkelerde banka hesapları olabileceği, başka ülke
dövizlerinin, kısa vadeli senetlerin, tahvillerin veya başka likit kaynakların rezerv
olarak tutulabileceği, (iv) anlaşmaya imza koyan her ülkenin kendi parası
karşılığı diğer ülkelerin parasını ile ilgili işlemlerde pariteden ancak belli bir
oranda sapan kur üzerinden işlemlerin yapılacağı ve ülkelerin kurun bu pariteye
yakın tutma sorumluluğunda olacağı, (v) ülkelerin ulusal paralarının değerini
istikrarlı kıldıktan sonra kurları I.Dünya Savaşı öncesindeki parite üzerinden
saptayacakları, (vi) ülkelerin kambiyo kontrollerini kaldırarak ticareti sınırlayıcı
uygulamalara son vermesi gerektiği ve (vii) merkez bankalarının aynen savaş
öncesi dönemde olduğu gibi birbirleriyle işbirliği içerisinde olması gerektiği
yönünde karar alınmıştır (Turan, 1980:50).
70
Bu yeni sistemle beraber, altın standardı sistemine dönülmesi temel
amaç olmasına rağmen, savaşın uluslararası para sistemini değiştirmesi
nedeniyle dönülen artık altın standardı değil, ancak “Altın Döviz Standardı”
olarak adlandırılabilecek olan bir sistemdir. Altın Döviz Standardı sisteminde,
yeterli altın rezervlerine sahip ülkeler, klasik altın standardından farklı olarak
altını yurt içi dolaşımdan çekmişlerdir. Paranın yurt içi değerinin korunması için
bir teminat ve yurtdışı ödemelerde araç olarak kullanılmak üzere paranın altına
konvertibilitesi külçe altın üzerinden yapılmıştır. Yeterli altın rezervine sahip
olmayan ülkeler ise, sisteme ellerinde bulunan altın rezervleri ve altına
konvertibilitesi kabul edilmiş anahtar paralar ile katılacaklardır. Altın Döviz
Standardı Sistemi ile birlikte, arzı kısıtlı olan ve yeni kaynakların bulunmasına
bağlı olan altının yanına yeni bir rezerv kalemi olarak döviz (çoğunlukla USD ve
GBP) yerleştirilerek ve altının sikke olarak yurt içi dolaşımı yasaklanarak
altından tasarruf edilmiştir (Parasız, 2008).
Birleşik Krallık bu sisteme, 13 Mayıs 1925’te kabul ettiği “İngiltere Altın
Standardı Kanunu” ile katılmıştır. Bu kanuna göre, GBP-USD paritesi 1914
yılındaki değere eşitlenmiş, altından tasarruf amacıyla altın sikke tedavülü
kaldırılmış, altın külçe sistemi kabul edilmiş ve İngiltere Merkez Bankası ancak
400 ons’luk külçeler halindeki saf altının alım satımını yapacağı belirtilmiştir.
GBP’nin altın karşısındaki değeri düşürülerek tekrar altına konvertibl hale
gelmiştir. Yeni Altın Döviz Standardı sistemi, 1925-1930 yılları arasında
uygulanmıştır. Tablo 2.3.’te görüldüğü gibi, sistem altın, altına konvertibilitesi
kabul edilen başta USD, GBP, FRF ve Reichmark olmak üzere “anahtar
dövizler” ve altına olan bağlantılarını “anahtar dövizler” üzerinden sağlayan
“uydu dövizler” arasındaki ilişkilerden oluşmaktadır. Bu sistem, II. Dünya
Savaşı’ndan sonra kurulan Bretton Woods Sistemi’ne kaynak teşkil etmiştir.
71
TABLO 2.3. ALTIN DÖVİZ STANDARDI SİSTEMİNİN İŞLEYİŞİ
ALTIN
DOLAR
DİĞER
PARA
BİRİMİ
STERLIN
DİĞER
PARA
BİRİMİ
DİĞER
PARA
BİRİMİ
MARK
DİĞER
PARA
BİRİMİ
FRANK
DİĞER
PARA
BİRİMİ
DİĞER
PARA
BİRİMİ
Kaynak: Parasız, 2005: 52 ve Turan, 1980’de verilen bilgilerden yararlanarak oluşturulmuştur.
Almanya, I.Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılarak Versailles Antlaşması’nın
olumsuz koşullarının dayatıldığı savaş sonrası dönemde, 1918–1921 yılları
arasında politik çalkantılarla sarsılmış, yıkılmış ekonomisi, değeri hızla düşen
para birimi mark ve yaşadığı hiperenflasyon ile boğuşmaktaydı. 1924 yılında
altına konvertibl yeni para birimi “Reichmark”ın tedavül edilmesi, 1925–1929
yılları arasında A.B.D. kredi ve sermayesiyle ekonomisini toparlamıştır.
Uluslararası para sisteminde yapılan yeni düzenlemelerle birlikte, eski
pariteden altına bağlanan ülkeler arasında Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda,
Güney Afrika, Hollanda, İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka ve Arjantin
bulunmaktadır. Paralarının değerini düşmüş olduğu seviyede tutarak altına
bağlanan başlıca ülkeler, Belçika, Finlandiya, İtalya, Portekiz, Çekoslovakya,
Yunanistan, Romanya ve Şili’dir. Savaş sonrasında yaşadıkları aşırı enflasyon
sonucunda paraları önemli ölçüde değer kaybeden Almanya, Avustralya,
Macaristan, Polonya ve Rusya ise ancak yeni para birimleri yaratıldıktan sonra
ulusal paralarını istikrarlı kılabilmişlerdir. Altın döviz standardı sistemi, A.B.D.’de
başlayıp tüm dünyayı etkileyen ve etkileri II. Dünya Savaşı’na kadar süren 1929
72
Büyük Ekonomik Buhranı’na kadar, Cenova Konferansı’nda alınan kararlar tam
anlamıyla uygulanamamasına rağmen bir sistem olarak sürdürülmüştür.
2.2.1.3. Altın Döviz Standardı İle Klasik Altın Standardı Sisteminin
Karşılaştırılması
İki savaş arasında uygulanan “Altın Döviz Standardı” ile I. Dünya Savaşı
öncesi “Klasik Altın Standardı” karşılaştırıldığında bazı temel farklılıklar göze
çarpmaktadır.
•
Bu dönemde ülkeler altın sikkeleri ulusal servet olarak değerlendirerek
savaş döneminde düşmanın eline geçmesi ihtimaline karşı tedavülden
çekmişler ve merkez bankalarında saklamışlardır. Ülkeler, diğer bir
deyişle altın sikke standardından altın külçe standardına geçmişlerdir
(Turan, 1980).
•
USD bu dönemde GBP’ye rakip olarak A.B.D.’nin büyüyen ekonomik ve
finansal gücünün ve piyasadaki likiditeyi sağlayan merkez bankası olan
Federal Reserve sisteminin bir yansıması olan öncü rezerv para olarak
ortaya çıkmıştır (Bordo ve Eichengreen, 1998:12). A.B.D.’nin, I. Dünya
Savaşı öncesi dönemle kıyaslandığında, bu dönemde, uluslararası ticaret
ve ülke dışına verilen krediler içindeki payı dikkate değer bir şekilde
artmıştır. 1920’lerin ilk yarısında USD, GBP ve FRF, 1925’te yeni para
birimini oluşturmasından sonra Reichmark rezerv para olarak ortaya
çıkmıştır. Savaş öncesi dönemde, GBP anahtar para olarak uluslararası
sistemin temel taşını oluştururken ve Birleşik Krallık dışındaki ülkelerin
rezervlerinde altının yanında GBP bulundurulurken, iki dünya savaşı
arasındaki dönemde GBP’ye ek olarak USD, FRF ve Reichmark da
merkez bankaları rezervleri içerisinde yabancı para cinsinden döviz
73
olarak ve Tablo 2.3.’te anlatıldığı gibi sistemin işleyişinde temel rol
oynamışlardır. 1928’de USD olarak tutulan resmi rezervler yaklaşık 600
milyon USD iken diğer para birimleri toplamı USD karşılığı 2,56 milyon
USD olmuş, Büyük Buhran’ın etkisiyle bu rakamlar 1933’te 60 milyon
USD’ye karşılık, diğer para birimleri toplamı 1,055 milyon USD olmuştur.
Bu miktarın yüzde 70’ini GBP, yüzde 20’sini FRF ve yüzde 10‘unu
Reichmark oluşturmaktaydı (Eichengreen, 2005:9).
•
Başta A.B.D. ve Birleşik Krallık olmak üzere pek çok ülkede, fiyatlar ve
ücretler
piyasa
belirlenememiştir.
şartlarında
Buna
ek
daha
önce
olarak,
I.
olduğu
Dünya
kadar
serbestçe
Savaşı
öncesiyle
kıyaslandığında, para ve rezerv politikasının yönetilmesinden sorumlu
merkez bankalarının güvenilirliği, uluslararası işbirliğinin daha az olması
ve politik baskılara maruz kalması nedeniyle azalmaya başlamıştır.
Sistemin içinde yer alan ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda para
politikalarını uygulamaları, bu alınan kararların uluslararası sistemi ve
diğer devletleri nasıl etkileyeceğini dikkate almamaları, sistemde daha
önceki dönemde Birleşik Krallık’ın oynadığı rol gibi etkili bir lider ülkenin
olmaması nedeniyle, merkez bankaları arasında uluslararası işbirliği
istendiği şekilde sağlanamamıştır (Bordo ve Eichengreen, 1998:13).
•
Altın standardı dönemindeki otomatik emisyon mekanizması görevine
göre, merkez bankaları Altın Değişim Standardı döneminde para ve
rezerv yönetimi politikaları üzerinde daha aktif rol oynamıştır. Merkez
bankalarına bu dönemde yüklenen en önemli fonksiyon likiditenin son
kaynağı olma fonksiyonudur. Merkez bankaları ülkeye giren altın
karşılığında piyasaya ulusal para sürmekte, ancak altın standardı
döneminden farklı olarak ülke içi fiyat ayarlaması sisteminin çalışmasına
fırsat vermeden sterilizasyon politikası uygulayarak ülke içerisinde fiyat
74
düzeylerinin artışına izin vermemektedir. Ancak ülke içinde son borç
verme mercii görevini üstlenen merkez bankalarının fonksiyonunu
üstlenen uluslararası bir son verme merciinin olmaması nedeniyle dünya
ekonomisinin altyapı gelişimi için uzun vadeli borçlar veren ve
uluslararası hesaplar arasındaki dengelemeyi sağlayacak bir kuruluş
bulunmamaktaydı.
Altın standardını kabul eden ülkeler, genel olarak altın külçe sistemini
benimseyerek rezervlerinde altının yanı sıra sağlam para niteliği taşıyan döviz
bulundurmaya başlamışlardır. Böylece kendi milli paralarını istikrarlı kılmaya
çalışmışlardır. Ancak, paralarını istikrarlı kıldıktan sonra, özellikle 1920’lerin
ikinci yarısında, Fransa, İtalya, Polonya başta olmak üzere bazı ülkeler
rezervlerinde bulunan yabancı para cinsinden dövizleri altına çevirmeye
başlamışlardır. Bu da 1929 Büyük Buhranını izleyen yıllarda uluslararası para
sisteminin çökmesini hızlandırmıştır (Turan, 1980:61).
Buna ek olarak, 1913–1928 arasındaki dönemde, merkez bankaları, altın
sikkelerinin tedavülden kaldırılması ve bünyelerinde muhafaza edilmesiyle
piyasadan yaklaşık 3 milyar altın sikkeyi piyasadan çekmişlerdir. Bu dönemde,
altın sikkelerin çekilmesinin piyasada yarattığı likidite boşluğu itibari para ile
sağlanmış ve merkez bankaları rezervlerindeki yabancı para cinsinden
dövizlerin ağırlığını arttırmışlardır. 1924’te yüzde 27 olan yabancı para cinsinden
dövizin toplam rezervlere oranı, 1927’de yüzde 42’ye yükselmiş, merkez
bankalarının altına yönelmesi sonucunda da önce 1929’da yüzde 37’ye düşmüş
sonra 1930’da yüzde 35, 1931’de yüzde 19 ve nihayet 1932’de yüzde 8’e kadar
gerilemiştir (Turan, 1980:61; Bordo ve Eichengreen, 1998:14). Ayrıca 1929 sonu
itibariyle, A.B.D. dünya altın rezervinin yüzde 38’ine tek başına sahipken, Fransa
yüzde 13’üne ve Birleşik Krallık yüzde 7’sine sahiptir.
75
2.2.2. 1929 Büyük Buhranı ile 1944 Bretton Woods Anlaşması Arası Dönem
2.2.2.1. 1929 Büyük Buhranı
1920’li yıllar savaştan ekonomik ve politik anlamda en güçlü ülke olarak
çıkan A.B.D. için iktisadi kalkınmanın hızlandığı bir dönem olmuş, üretim
teknolojik gelişmelere paralel olarak artmıştır. Dönemin en önemli yeniliği
üretimde Henry Ford’un fabrikalarında kullanmaya başladığı yeni seri üretim
yönteminin uygulanmasıdır. Bu sayede öncelikle otomotiv sanayinde ve daha
sonra da diğer sektörlerde uygulanan “Fordist üretim yöntemi” A.B.D.’nin
üretiminde önemli artışlar sağlamıştır. 1923–1929 dönemi arasında merkez
bankalarının deflasyonist bir politika uygulaması ve ülkeye giren altını sterilize
ederek fiyatlar genel düzeyinin artmasının önüne geçmesi nedeniyle, ortalama
fiyat seviyesi yıllık ortalama yüzde 1 oranında düşmüştür. Üretimin artmasına
rağmen, maaşların aynı oranda artmamasına rağmen fiyatların düşmesi
nedeniyle talep ve gelir artmıştır. A.B.D. ekonomisinin savaş sonrası dünyada
ayakta kalan sayılı ekonomilerden birisi olması nedeniyle A.B.D.’nin ürettiği
sanayi ve tarımsal ürünlere yurtdışından olan talep artmış, A.B.D. üreticisinin
karları bu sayede artmıştır.
1920’li yılların ekonomi anlayışı klasik liberal görüş olduğu için devletlerin
ekonomiye doğrudan müdahalesi tercih edilmemekte, piyasaların hem fiyatlar
hem de istihdam yönünden kendi dengesini bulacağı görüşü savunulmaktaydı.
Artan gelir ile birlikte, yeni yatırım araçlarına olan talep de artmış böylece hisse
senedi piyasası canlanmıştır. Hisse senetlerine olan bu talep hisse senetleri
fiyatlarının suni olarak yükselmesine, senetlerin alım-satım işlem hacminin
artmasına ve yüksek gelir beklentisi nedeniyle borsaya olan talebin artmasına
neden olmuştur. Ancak bu refah dönemi fazla uzun sürmemiş, Ekim 1929’da
New York Borsası’nın çökmesini takip eden dönemde, A.B.D.’de finansal alanda
76
başlayan kriz önce A.B.D. içinde diğer alanları –sanayi üretimi, tarımsal üretim,
istihdam- etkilemiş, daha sonra da tüm dünyaya yayılarak diğer ülke
ekonomilerini derinden sarsmıştır. Kriz, A.B.D.’nin ithal malı talebini kısmasına,
dış yatırım ve yardımlarını azaltmasına, yerli sanayi ve üreticiyi koruyucu yeni
tedbirler almasına, gümrük duvarlarını yükseltmesine ve A.B.D.’nin dış ülkelere
dolaylı veya dolaysız yoldan sağladığı USD miktarında düşmeye neden
olmuştur. 1929–1932 yılları arası incelendiğinde Avrupa piyasasında olan USD
miktarının yüzde 68 oranında azaldığı görülmektedir. Bu da, Avrupa ülkelerinin
borçlarını karşılayamamaları sonucunu doğurmuş, ayrıca, ülkelerin dış ödeme
açıklarını kapatmalarını ve merkez bankalarının döviz kurlarını belirlenen
paritede tutmasını da zorlaştırmıştır. Azalan üretim ile birlikte, ülkeler arasındaki
ekonomik ilişkiler azalarak uluslararası ticaret hacmi düşüş göstermiştir.
1929 Büyük Buhranını izleyen dönemde, Avrupa’daki borsa ve tahvil
piyasalarında durgunluk yaşanmış, tahvil ve sentlerin değer kaybetmesi kısa
vadeli yabancı sermayenin piyasalardan çekilmesi sonucunu doğurmuştur.
Ancak, öncelikle Avusturya’da başlayan ve oradan da Almanya ve Birleşik
Krallık’a sirayet eden krizin nedeni ülkelerin mevcut para çekişlerini karşılayacak
rezervlere sahip olmamasıdır. Döviz ve altın rezervlerinin tükenmesinden
çekinen ülkeler, korumacı kambiyo tedbirleri uygulamaya başlamışlardır.
Almanya krizin ilerleyen döneminde, kısa vadeli sermayenin ülkeden çıkışına
yasak getirmiş ve senet karşılıklarını ödemeyeceği açıklamasını yapmıştır.
Ülkelerin dış ödemelerini karşılayamamaları, bütçe açıklarını kapatamamaları,
gümrük oranlarını arttırırken yeni vergiler koymaları krizin derinleşmesinde etkili
olmuştur.
1929 Büyük Buhranı’nın nedenlerine genel olarak bakıldığında, krizin
yayılmasında A.B.D. bankacılık sisteminin zayıflığı, A.B.D.’nin ekonomi
yönetimindeki tecrübesizliği ve altın değişim standardı sistemi etkili olmuştur.
77
Öncelikle A.B.D. olmak üzere, ülkeler klasik liberal görüş doğrultusunda
ekonomi ve rezerv yönetim politikalarını oluşturmuş, arz-talep, döviz kuru ve
istihdamın ekonomik sistem içerisinde kendiliğinden dengeye geleceğine olan
inanç
nedeniyle,
devletler
ekonomiye
doğrudan
müdahale
etmekten
çekinmişlerdir. Ancak krizle birlikte, ekonominin dengeye gelmediği, ödemeler
dengelerinin sürekli açık verdiği görülmüş, özellikle de işsizlik probleminin önüne
geçilememiştir. Ülkelerin bu büyüklükte bir krizle daha önce karşılaşmamış
olması nedeniyle alınması gereken önlemlerin zamanında uygulanamaması
krizin derinleşmesinde etkili olmuştur.
2.2.2.2. Altın Döviz Standardı Sisteminin 1929 Büyük Buhrana Etkisi
Altın değişim standardı sisteminin krizin çıkmasındaki rolü az olmasına
rağmen,
krizin
görülmektedir.
dünya
Kısa
çapında
süreli
yayılmasında
yabancı
en
sermayelerin
önemli
etken
ülkelerden
olarak
çıkmaya
başlamasıyla, A.B.D.’den de çıkışlar yaşanmış, altın rezervleri azalmaya
başlamıştır. Altın rezervlerindeki azalış beraberinde para arzının da azalmasını
getirmiştir. Çünkü, altın standardına bağlı olan A.B.D., altın karşılığı olmayan
para basılmasını kabul etmediği gibi, ülke dışına verdiği kredi imkanlarını da
kısıtlayarak USD’nin piyasadaki miktarında düşüşe sebep olmuştur. Kriz
sırasında bankaların artan likidite talepleri de karşılanamadığı için bankalar
çalışamamaya başlamış bu da beraberinde iflasları getirmiştir. Avrupa ülkeleri
de altın rezervlerinin borçlarını karşılamaya yetmemesi, yeni altın kaynaklarını
bulamamaları ve A.B.D.’nin USD taleplerini karşılamaması nedeniyle ödemeler
dengeleri açık vermiştir. A.B.D.’nin genişletici para politikası uygulamaması krizi
derinleştirmiştir. Altın standardı sistemi, döviz kurunun altın ihraç ve ithal
noktaları arasında dalgalanmasına izin vermekteyken, milli paraların değerinin
düşürülmesine izin vermemekteydi. Sistemin temel amacı milli para için
belirlenen altın karşılığının sabit değerinin korunmasını sağlamaktı. Ülkelerin
78
bunun için uyguladığı deflasyonist uygulamalar nedeniyle fiyatlar genel düzeyi
baskılanırken, işsizlik faktörü ihmal edilmiş ve sisteme dâhil ülkelerde yaşanan
işsizlik problemine çözüm bulunamamıştır.
Dalgalı döviz kurunu uygulayan ülkelerdeki merkez bankaları karşılaşılan
krizlere karşı alabilecekleri tedbirler için hareket alanına sahipken, sabit döviz
kurunu uygulayan ülkelerin merkez bankaları buna sahip değildir. Bu da
zamanında ve etkin tedbirlerin alınmasını önlemiştir.
1929 – 1933 yılları arasında 35 civarında öncü ekonomi altın değişim
standardı sisteminden ayrılmıştır. Arjantin henüz krizin başında Kasım 1929’da,
Avustralya Mart 1930’da, Birleşik Krallık, Kanada, Hindistan, Danimarka Eylül
1931’de, Japonya Aralık 1931’de, A.B.D. Nisan 1933’te sistemle ilişkisini
kesmiştir. İtalya Mayıs 1934’te, Polonya Nisan 1936’da sistemle bağını
koparırken, Fransa’nın sistemden ayrılması ise 1936 yılında gerçekleşmiştir.
Krizin
ülke ekonomilerini etkileme dereceleri ülkelerin sistemden çıkış
zamanlarıyla doğrudan ilgilidir. 1929 yılında altın standardını uygulamayan
ülkeler Büyük Buhran’dan en az derece ile etkilenen ülkelerdir. 1930 ve 1931
yıllarında sistemden ayrılan ülkeler Buhran’dan etkilenmekle beraber krizin en
kötü etkilerinden kurtulmayı başarmışlardır. A.B.D. gibi 1933 veya Fransa gibi
1936 yılına kadar sistem içerisinde kalan ülkeler ise krizden en çok etkilenen
ülkeler olmuştur. Ülkelerin altın değişim standardından ayrılmama nedenleri
daha çok siyasal ve psikolojiktir. Altın değişim standardına bağlı olmak ülkeler
üzerinde psikolojik bir rahatlama sağlamakta, ulusal paralarının altına konvertibl
olduğunu göstermek ülke ekonomisinin hala güçlü olduğunun kanıtı olarak
sunulmaktadır (Turan, 1980; Eichengreen, 1995; Bernanke, 1995; Cecchetti,
1997; Bordo ve Eichengreen, 1998; Eichengreen ve Susman, 2000).
79
2.2.2.3. 1929 Büyük Buhran Sonrası ve Sistemin Sonu
A.B.D., USD’nin değerini dalgalanmaya bıraktıktan sonra, A.B.D. Başkanı
Theodore Roosevelt ekonomik durgunluktan çıkabilmek amacıyla; iktisadi
faaliyetleri canlandırmak ve talebi arttırmak için ücretleri yükseltmiş, banka ve
borsa spekülasyonlarını önleyici yasal tedbirleri almış, ihracatı arttırmak ve dış
ülkelerle rekabet edebilmek için yüzde 40 oranında devalüasyon yapmış,
üreticilere sübvansiyon vermiş, işsizlere tazminat ödemiştir. “New Deal” adı
verilen bu politikaların başarılı olması ve ekonomik dengelerin yerine oturması
ile birlikte 1934 yılında tekrar USD’yi altına bağlamış, USD’nin altın karşısındaki
değerini ons başına 34,92 USD daha sonra da 35 USD olarak belirlenmiştir. Bu
politika değişikliğiyle birlikte, A.B.D. altın rezervlerini arttırmaya başlamış ve
ülkeye tekrar altın akışı başlamıştır. Dünya ekonomisinin bu büyük bunalımdan
çıkışı büyük ölçüde İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’in formüle ettiği devlet
müdahaleleri yoluyla olmuştur. Keynes 1936 yılında yayımladığı “İstihdam, Faiz
ve Para Genel Teorisi” adlı kitabında, devlet müdahalelerinin formülünü ortaya
koymuştur. Böylece, dünya ülkeleri devletin ekonominin işleyişine karışmadığı
klasik liberal sistemden, ekonomiye devlet müdahalesinin yapıldığı Keynesyen
ekonomiye geçiş yapmışlar ve ekonomik canlanmayı sağlamışlardır.
Birleşik Krallık, 1931’de altın değişim standardı sistemini terk edip GBP’yi
dalgalanmaya bırakmıştır. GBP bu dönemde yaklaşık yüzde 30 değer
kaybetmiştir. Birleşik Krallık ulusal paralarını GBP ile aynı oranda devalüe edev
ve Birleşik Krallık’la ticari ve ekonomik olarak sıkı ilişki içerisinde olan ülkelerle
(İskandinavya ülkeleri ve İngiliz Uluslar Topluluğu üyeleri) bir “Sterlin Bölgesi”
oluşturmuşlardır. Bu ülkelerin merkez bankaları altına konvertibl olmayan GBP’yi
döviz rezervi olarak kabul etmiştir.
80
Bunun yanında, Fransa, İtalya, İsviçre, Hollanda ve Polonya “Altın
Bloku”nu oluşturarak paralarının altına olan bağını devam ettirmişler, ancak
paralarının aşırı değerlenmesi, ihracat dezavantajları yaşamaları nedeniyle
1935’ten sonra ülkeler teker teker bu bloktan ayrılmışlardır.
II. Dünya Savaşı 1939 yılında başladığında ekonomik krizler ve
buhranlarla sarsılan dünya ekonomisi savaşın etkilerini daha yoğun yaşamıştır.
Üretimin azalması, uluslararası ticaretin sekteye uğraması, ulusal harcamaların
artması, kamu harcamalarının savaşı finanse etmek için artması ve piyasa
düzeninin bozulması ülke ekonomilerini ekonomik olarak sıkıntıya sokmuştur.
Savaşa girmeyen ülkeler ile A.B.D. ise iktisadi gelişmelerini devam ettirmişlerdir.
A.B.D., 1945’te savaşın sonunda dünya imalat sanayinin yarısına, üretilen
malların 1/3’üne sahip olup, dünya ihracatının 1/5’ini yapar hale gelmiştir. USD
ise uluslararası rezerv para olarak, ticari ve mali mübadelelerde en fazla
kullanılan para olmuştur. Savaş sonrası oluşturulan yeni uluslararası para
sisteminin temelini A.B.D. ve milli parası USD oluşturmuştur.
2.3.
BRETTON WOODS SİSTEMİ DÖNEMİ (1945–1971)
Dünya ülkeleri 1929 Büyük Buhranı’nın etkilerini ortadan kaldırıp
ekonomilerini en azından buhran öncesi dönemdeki seviyesine yükseltemeden
II. Dünya Savaşı başlamıştır. Uluslararası ticaretin kesintiye uğradığı, ülkelerin
serbest ticaret ve açık ekonomi yerine savaş öncesi dönemin de etkisiyle daha
korumacı bir ekonomi politikası izledikleri bu dönemde, ülkelerin ödemeler
bilançosu ve rezerv dengesizliklerini ortadan kaldırmak, uluslararası ticarete,
tekrar
işlerlik
kazandırmak
ve
iki
savaş
arası
dönemin
hatalarının
tekrarlanmaması için gerekli kurumları oluşturmak için başta Birleşik Krallık ve
A.B.D. olmak üzere kapitalist ülkeler çalışmalara başlamıştır.
81
Altın standardı ve altın döviz değişim standardı sisteminin çöküşünden
sonra uluslararası ekonomik ilişkilerde istikrarı yeniden sağlamaya dönük
arayışlar arzulanan sonuçları vermemiştir. Sabit kur sistemine dayalı, aynı
zamanda katı kuralların geçerli olduğu bu sistemlerde, mevcut yapıyı
denetleyecek, ülkelerin ödemeler dengesi açıklarını kapatmalarına yardım
edecek uluslar üstü bir mekanizmanın olmaması sebebiyle,
uygulamada bu
sistemler ülkelere esnek hareket alanı yaratmıştır. Bu nedenlerle, uluslararası
para sistemini denetleyerek istikrarı sağlayacak yeni bir yapı arayışı ortaya
çıkmıştır (Parasız, 2005; Turan, 1980).
2.3.1. Bretton Woods Konferansı
Yukarıda bahsi geçen arayışların sonucunda, yapılan ön hazırlıklardan
sonra ABD’nin New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kentinde 1–22
Temmuz 1944 tarihleri arasında “Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı”
düzenlenmiştir. Bu konferansta 45 ülkenin temsilcileri bir araya gelmiştir.
Türkiye, konferansa katılmayarak kurucu üye olmamış ve sisteme katılımı 1947
yılında gerçekleşmiştir. Konferansta yeni oluşturulacak uluslararası para
sisteminin yapısı ile dünya savaşları sonrasında kesintiye uğrayan uluslararası
ticaretin ve finansın tekrar istikrarlı hale gelmesi için yapılması gerekenler ile ilgili
iki tasarı üzerinde tartışmalar yapılmıştır (Eğilmez, 2002: 1–2). Bu tasarılar John
Maynard Keynes’in önerdiği “Keynes Planı”, diğeri A.B.D.’nin Hazine Bakanı
Henry Morgenthau’nun başdanışmanı Harry Dexter White tarafından hazırlanan
“White Planı” idi.
82
2.3.1.1. White Planı ve Keynes Planı : Ortak Yönler
Her iki plan da biribirlerinden farklı yapılar önermesine rağmen temelde,
klasik liberal ekonomi felsefesinin terkedildiği, uluslararası kontrole dayalı
güdümlü sistemler önermekteydi. Keynes ve White Planlarında, kambiyo
kurlarının uluslararası kontrolü, ülkelerin likidite stokunun arttırma ve uluslararası
dengenin bozulmasına yol açabilecek uygulamalar yapan ülkeleri denetlemek
için de uluslararası kuruluşlar oluşturulması önerilmekteydi. Ayrıca, “Keynes
Planı”, borçlu ülkelerin yükünü hafifletici, dış ödemelerde fazlası olan ülkeleri ise
kaynak temin etmeye yönlendirici ve kontrollerden arındırılmış ticari ilişkilerin ve
para politikalarının biçimlendirdiği bir uluslararası sistemi amaçlamaktadır.
Ülkelerin dış açıklarını kapatırken dolaylı olarak bu ülkelerdeki istihdamın
sürekliliğini sağlamaya çalışmaktadır. “White Planı” ise, Keynes Planı ile
karşılaştırıldığında daha tutucu nitelikli, sistemin temeline iki uluslararası
kuruluşu (Birleşmiş Milletler İstikrar Fonu ve Yeniden Yapılandırma Bankası)
koyarak, dış ödemelerde açık veren üyeleri, istikrarlı ve biribirlerine çevrilebilen
paralara sahip kılmak üzere, kaynak tahsisinde bulunmayı ve bu kuruluşlarla,
istikrarlı ve sabit bir döviz kuru sistemiyle dış ödemelerin kontrollerden
arındırılması hedeflenmiştir (Turan, 1980: 85–87). Ayrıca White Planı, istihdam
yerine daha çok fiyat istikrarı ve parasal disiplin gibi hususları ön planda
tutmuştur.
2.3.1.2. White Planı ve Keynes Planı : Ayrılan Yönler
Teknik ve yapısal konuların dışında, genel olarak bakıldığında, bu planları
birbirinden farklılaştıran üç temel özellik göze çarpmaktadır (Boughton, 2002:3).
Birincisi, White’in kurulmasını önermiş olduğu kurum olan Uluslararası Para
Fonu (IMF), Keynes’in önermiş olduğu kurumdan (Uluslararası Kliring Birliği)
ölçek olarak daha küçüktür. Uluslararası Kliring Birliği, sadece teknisyenlerden
83
oluşan apolitik bir kurum olarak, dünya ticaretinin gereksinimlerini karşılayacak
bir “uluslararası para”nın yönetimini gerçekleştireceklerdir. White Planı’nda
önerilen ve üyelerin İstikrar Fonu’na yatırmış oldukları altınların değerini ifade
eden “Unitas”lar ise uluslararası para fonksiyonunu görmekten uzaktadır.
Keynes Planı’nda dış dengesizliğe sahip ülkeye sınırsız kredi imkânı tanınırken
White Planı’nda kıt kaynakların dağılımında seçicilik ön plana çıkmıştır.
İkinci olarak, White’ın planında dış açık veren ülkelere IMF tarafından
ulusal para cinsinden kredi sağlanmaktadır. Keynes Planı’nda ise dış açık veren
ülkelere verilecek krediler, yeni oluşturulacak bir para birimi olan “Bancor” ile
verilecektir.
Üçüncü fark ise oluşturulacak kurumun yapısı ile ilgilidir. Keynes
Planı’nda oluşturulacak uluslararası kurum, iki büyük ülkenin çatısı altında
yapılandırılacaktır. Keynes, böylece, II. Dünya Savaşı’ndan galip ayrılan A.B.D.
ile birlikte Birleşik Krallık’ın da sistemin merkezinde yer almasını, oluşan yeni
yapının finansal merkezinin Londra ve New York olmasını amaçlamıştır. White
Planı’nda ise kurulacak uluslararası kurumda tüm ülkelerin belli oranda bir pay
ile temsil edilmesi önerilmiştir. Ayrıca, kurulacak olan yeni sistemin A.B.D. ve
USD önderliğinde oluşturulması amaçlanmıştır.
Keynes Planı’nın rezervler açısından değerlendirildiğinde en dikkat çekici
kısmı Uluslararası Kliring Birliği’nin çıkaracağı ve dış açık veren ülkeleri finanse
etmede kullanılacak olan Bancor para birimidir. Keynes, içinde altın da olan 30
temel ticari malın ortalama fiyatını esas alan Bancor para birimini yaratarak,
zaman içerisinde altın ve diğer rezerv paraların yerini alarak uluslararası
ödemelerde kullanılacak tek rezerv para olmasını amaçlamıştır. Böylece, ülkeler
kendilerine tahsis edilen Bancorlar ile dış ödemelerdeki baskıyı hafifletecek yeni
bir rezerv kaynağına sahip olacaklardı. Ancak, Keynes Planı’nın kabul
84
edilmemesi Bancor’un hayata geçmesine engel olmakla birlikte, IMF’nin 1969
yılında uygulamaya koyduğu, bugün de en önemli rezerv bileşenlerinden olan
Special Drawing Rights (Özel Çekme Hakkı-SDR), özelliklerini Keynes’in
önerdiği Bancor’dan almıştır.
White, II. Dünya Savaşı’ndan ekonomik ve politik anlamda galip çıkan
A.B.D.’nin savaş sonrasında oluşacak yeni dünya düzeninde bu başat
konumunu korumasını sağlamaya, Keynes, aynı şekilde, savaşın yerle bir ettiği
dünya ekonomisinde Bileşik Krallık sermayesi için fayda sağlamaya çalışıyordu.
Ancak, Britanya ekonomisi, savaşın etkisiyle ciddi şekilde zayıflamış, sermaye
birikimini eritmiş, sanayisi yıkılmış ve üretimi de düşmüştü. Dolayısıyla GBP’nin
USD karşısında değer kazanmasının zor olması ve savaş öncesi dönemde
dünya ekonomisindeki baskın rezerv para konumunu kaybetmesi sonucu ortaya
çıkmıştır. Bu sebeplerden dolayı, White Planı kabul edilmiş ve önerdiği
kuruluşlar oluşturulmaya başlanmıştır.
2.3.2. Bretton Woods Anlaşması ve Kurumları
20 Temmuz 1944 tarihinde Bretton Woods Anlaşması imzalanarak,
günümüzde sistem sona ermiş olsa bile hala etkileri devam eden yeni bir
uluslararası para sistemi uygulamaya girmiştir. Bu anlaşma ile birlikte,
Uluslararası Para Fonu (International Monatery Fund - IMF) ve Uluslararası
Kalkınma ve İmar Bankası (International Bank for Reconstruction and
Development - IBRD) kurulmuştur.
IBRD, günlük dilde kullanılan ismi ile Dünya Bankası, kişi başına geliri
nispeten yüksek olan kalkınmakta olan ülkelere orta ve uzun vadeli kredi
vermektedir. IBRD tarafından verilen krediler; otoyollar, okul, hastane gibi altyapı
yatırımlarına, baraj, elektrik santrali gibi büyük enerji yatırımları ve hükümetlerin
85
ülke ekonomilerinin işleyişini geliştirmek üzere hazırladıkları programlara
yöneliktir. Ayrıca, ülkelere teknik ve mali destek vererek, uzun vadeli ekonomik
kalkınmayı ve yoksulluğun azaltılmasını teşvik etmektedir (IMF, 2009).
IBRD ile birlikte sistemi oluşturan ve IBRD’den daha aktif rol oynayan
kuruluş IMF’dir. IMF’nin amaçları Fon Anasözleşmesi’nde şu şekilde yer almıştır.
(i) Uluslararası parasal işbirliğinin geliştirilmesini sağlamak, (ii) uluslararası
ticaretin dengeli bir şekilde gelişmesine yardımcı olmak; (iii) kambiyo istikrarını
teşvik etmek ve tek taraflı devalüasyonlara mani olmak; (iv) çok taraflı ödemeler
sisteminin kurulması ve dünya ticaretinin gelişmesini engelleyen kambiyo
kontrollerinin kaldırılmasına destek olmak; (v) ödemeler dengesi sıkıntısı çeken
üye ülkelere gerekli geri dönüş önlemlerini almak kaydıyla yeteri kadar maddi
destekte bulunmak; (vi) üye ülkelerin ödemeler dengesi sorunlarının derecesini
ve süresini düşürmektir (IMF Antlaşması, Madde 1, 1944).
IMF’ye üye her ülke için üye olmalarını takiben, bir ülke kotası
belirlenmektedir. Ülkelerin IMF’ye olan finansal yükümlülüklerinin derecesini,
karar alma mekanizmalarındaki oy güçlerini ve IMF’nin finansal kaynaklarına
olan
erişimlerini
belirlemeyen
kotalar
her
ülkenin
iktisadi
gücünün
belirlenmesinde ülkelerin gayri safi yurtiçi hâsılası, cari işlemler bilançosu ve
resmi rezervleri kullanılarak oluşturulmaktadır. IMF sisteminin temelini de
ülkelerin bu tespit edilen kotası belirlemektedir.
2.3.3. Bretton Woods Sisteminin İşleyişi
Bretton Woods Sistemi’nin temel amaçları ile IMF’nin kuruluş sırasında
ortaya koyduğu amaç birliğini sürdürebilmek üzere sistem “Ayarlanabilir Sabit
Döviz Kuru” olarak oluşturulmuştur. Uygulamada sistem bir altın döviz standardı
sistemi bir başka deyişle bir altın döviz ve rezerv para standardı sistemi olarak
86
gelişmiştir (Turan, 1980:162). Buna göre A.B.D. hariç tüm IMF ülkelerinin
paralarının değerleri resmi kurdan USD’ye, ABD’nin kendi parası ise 1 Ons = 35
USD’den altına sabitlenmiştir. Yani A.B.D. dışında hiçbir ülke parasını altına
bağlamamıştır. Tablo 2.4.’te sistemin işleyişi grafik olarak gösterilmektedir.
TABLO 2.4. BRETTON WOODS SİSTEMİNİN İŞLEYİŞİ
ALTIN
DOLAR
STERLIN
MARK
FRANK
YEN
DİĞER
PARA
BİRİMİ
DİĞER
PARA
BİRİMİ
Kaynak: Parasız, 2005; Turan, 1980; Eichengreen, 2000 ve Eğilmez, 2002 yararlanarak oluşturulmuştur.
Bretton Woods Sistemi içerisinde altın, uluslararası rezervlerin bir kısmını
oluşturması, ülkelerin likidite ihtiyacını karşılaması ve ulusal paraları için
doğrudan veya dolaylı şekilde değer ölçüsü olması rolünü oynamıştır. Diğer
taraftan, A.B.D., USD’nin sistem içerisinde anahtar para rolünü koruması için,
yabancı merkez bankalarına ellerinde biriken USD stokunu Federal Rezerv
Bankası’na (FED) arz etmeleri karşılığında sabit resmi fiyattan altın satmayı
taahhüt etmiştir. Bu sayede ülkelerin ulusal parası dolaylı olarak altına
sabitlenmiş olmaktadır.
Bretton Woods Sistemi’nde merkez bankalarına yüklenen temel fonksiyon
ödemeler bilançosu problemlerini etkileme gücüdür. Ulusal paraların dalgalanma
payı ±%1 olarak belirlenmiştir. Herhangi bir sebeple ulusal paraların USD
87
bazındaki değerlerinin bu sınırın dışına çıkması durumunda merkez bankaları
döviz piyasalarına müdahale ederek paritenin belirlenen sınırlar içerisinde
kalmasını sağlayacaklardır. Ödemeler bilançosu dengesizliklerinde merkez
bankalarının temel aracı kur ayarlaması olmasına rağmen sistemin sabit kur
sistemine
dayanması
merkez
bankalarının
çok
sık
kur
ayarlamasına
yönelmelerini engellemekteydi. Bu nedenle kur ayarlamalarından önce örneğin
açık veren ülkenin sahip olduğu döviz rezervlerinin kullanılması ve ihtiyaç
duyulması
durumunda
IMF’den
kısa
vadeli
dış
kaynak
kullanılması
öngörülmekteydi. Sistemde devalüasyon yapma hakkının IMF denetiminde
mümkün olması sebebiyle IMF, ülke ekonomilerini denetleme hakkına sahip
olmakta ve bu durum IMF’nin hükümetlerden daraltıcı maliye ve para
politikalarının uygulanmalarını istemesine olanak sağlamaktaydı.1949–1971
dönemi incelendiğinde, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere politik olarak
bağımsız gelişmekte olan ülkeler tarafından 69 ana devalüasyon yapıldığı
görülmektedir. Sistem ayarlanabilir esnek kur rejimi olarak tanımlansa da, bu
esneklik sınırlı olmaktadır (Eichengreen ve Sussman, 2000:30).
Ödemeler bilançosunun açık vermesi durumunda, sistemin öncü ülkesi
A.B.D. ile diğer ülkeler arasında önemli bir fark bulunmaktadır. A.B.D. dışındaki
herhangi bir ülke ödemeler bilançosu açıklarını kapatabilmek için kendi altın ve
döviz rezervlerini kullanmak zorundadır. Ülkelerin rezervlerinin yeterli olmadığı
durumlarda da, IMF ile anlaşma yapılarak, kontrollü bir şekilde ödemeler
bilançosunun dengesini sağlayacak önlemler alınarak IMF kredileri talep
edilecektir. Ancak A.B.D. için durum farklılık göstermektedir. USD rezerv para
olduğu için A.B.D.’nin ödemeler bilançosu açık verdiğinde, A.B.D. mevcutta
bulunan altın ve döviz rezervlerine başvurmadan, USD yaratması yeterli
olmaktadır. Böylece, A.B.D. kendi ödemeler dengesi açıklarını dikkate almadan
işlemlerine devam etmektedir (Parasız, 2005:100–101).
88
Merkez bankalarına dövizin fiyatına müdahale yetkisi verilmesi merkez
bankalarının rezerv olarak döviz bulundurma zorunluluğunu doğurmuştur.
Sistemin altın-USD konvertibilitesine dayanması sebebiyle dönemin rezerv ve
müdahale parası USD olmuştur (Parasız, 2005: 80–81). Kambiyo kontrolleri ve
dış ticareti engelleyici tedbirlere başvurmaksızın, ulusal paralarını belirlenen
sınırlar dâhilinde sabit tutmaya çalışan merkez bankalarının başarılı olması
ancak merkez bankasının rezervlerinde yeterli döviz ve altın olmasına bağlıdır.
Sistem bu likidite sorunuyla karşılaşmadığı veya bu sorunu aşabildiği ölçüde
devam etmiştir (Yaman, 2003:30).
2.3.4. Bretton Woods Sisteminin Tarihsel Süreci
II. Dünya Savaşı’yla birlikte yıkılan Avrupa ve Japonya, ekonomilerini
yeniden inşa etmek için, savaşın tek galip devleti A.B.D.’den altın karşılığı USD
talep etmiştir. Savaşı takip eden dönemde, dünyadaki paraların çoğunun
istikrarsız olması, altın rezervlerinin çoğunun A.B.D.’de bulunması ve piyasada
USD kıtlığı yaşanması nedeniyle, ülkelerden gelen bu talepleri karşılayacak yeni
düzenlemeler yapılmıştır. Bu kapsamda, 1948 yılından sonra, A.B.D., Marshall
Planı çerçevesinde yapılan yardımlarla, IMF ve IBRD kredileri ile, özel bağışlar
veya ikili anlaşmalarla Avrupa ve Japonya’ya USD akışını sağlamıştır. 1948–
1952 yılları arasında ABD’nin Marshall Planı çerçevesinde Batı Avrupa’ya
yapmış olduğu yardım tutarı yaklaşık 13 trilyon USD’yi bulmuştur (Milward,
1984:15).
USD kıtlığını takip eden, 1950–1958 döneminde, A.B.D.’nin ödemeler
dengesi açık vermek suretiyle savaş sonrası dönemde, uluslararası ekonomik
durgunluğu finanse eden bir politika aracı olmuştur. Böylece uluslararası
piyasalarda USD bolluğu yaşanmıştır. IMF ile varılan mutabakat çerçevesinde
ve belirli paylar dâhilinde ülkeler ulusal paralarının değerini ayarlarken, USD
89
üzerinde rezerv para olması nedeniyle bu şekilde bir tasarrufta bulunulmamıştır.
USD miktarının artmasıyla birlikte 1 ons altına karşılığı 35 USD eşitliğinin revize
edilmesi gerekirken, USD’nin devalüe edilmesi altın değerini düşüreceği,
paralarının değerini USD’ye göre ayarlayan ülkelerin USD devalüasyonu
karşısında
kendi milli
paralarını
da
aynı
oranda
devalüe
edip
USD
devalüasyonunu etkisiz kılacağı gibi nedenlerle USD’nin değeri aynı kalmıştır
(Turan, 1980:175).
1960’lı
uluslararası
yıllarla
sermaye
beraber,
Avrupa
hareketlerinin
ve
Japonya’nın
hızlanması
ve
hızlı
büyümesi,
A.B.D.’nin
USD
yükümlülüklerinin A.B.D.’deki altın rezervlerini aşmasıyla A.B.D.’nin USD’yi
altına dönüştürme taahhüdüne olan güven azaltmış ve uluslararası düzeyde
güven sorununun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kronikleşen ödemeler
dengesi açıkları, 1960’lı yıllarda ortaya çıkan yeni sosyal akımlar ve Vietnam
Savaşı A.B.D.’yi zorlamış, bunun yansıması olarak A.B.D. ülkelerin USD’ye
karşılık altın taleplerini karşılayamamaya başlamıştır (Eichengreen ve Sussman,
2000:32). Bu durum, Triffin’in (1960) ortaya attığı “Triffin İkilemi (Triffin
Dilemma)” adı verilen teorinin gerçekleştiğini göstermektedir. Tiffin’e göre,
uluslararası rezerv ihtiyacı artması, buna paralel olarak merkez bankalarının
USD varlıklarını artırma yoluna gitmeleri nedeniyle, rezervlerinde bulunan USD
varlıklarının A.B.D. Hazinesi’nde mevcut altın rezervlerini aşacağı noktaya kadar
USD talepleri devam edecektir. A.B.D. taahhüt ettiği gibi bu USD’lerin tümünü, 1
ons altın = 35 USD paritesinden bozduramayacağı için merkez bankalarında bir
güven sorunu başlayacak ve ellerindeki USD’yi hızla altına dönüştürmeye
çalışacaklardı. Bu ise, Bretton Woods ayarlanabilir döviz standardı sistemini
sonunu getirecekti. Triffin, IMF’nin kendi para birimini çıkararak, ülkelerin
uluslararası rezervlerini USD yerine bu para birimi cinsinden tutmasını önermiş,
1969 yılında uygulamaya konulan Special Drawing Rights (Özel Çekme Hakkı-
90
SDR) bu öneriye dayanarak yaratılmıştır. Ancak, SDR’nin yaratılması da mevcut
sorunlara çare olamamıştır.
2.3.5. Sistemin Sona Ermesi
1970’lere gelindiğinde sistem için ciddi tehlike sinyalleri belirmeye
başlamıştır. Avrupa ülkeleri ve Japonya’nın enflasyonla mücadele için
ekonomilerinde
kredilerini kısmaları
ve
faizleri
yükseltmeleri,
A.B.D.’nin
ödemeler dengesi açıklarının 107 milyar USD’ye çıkması ile birlikte kısa vadeli
sermaye hareketleri bu ülkelere doğru yönelmeye başlamıştır. Bu da, adı geçen
ülkelerin rezervlerinde aşırı şekilde biriken USD’nin sorun haline gelmesini de
beraberinde getirmiştir. Bu sırada, Fransa ve İsviçre merkez bankalarının
ellerindeki USD rezervlerini altına çevirme talepleri ile birlikte de A.B.D.’nin altın
rezervleri tehlikeli bir şekilde azalma eğilime girmiştir. USD, rezerv para olma
niteliğini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmış, USD üzerinde spekülatif
hareketler artmıştır (Parasız, 2005:103).
Bu şartlar altında, A.B.D., USD’nin altın karşısındaki değerini düşürmek
yerine ithalatı kısıtlayıcı, sıkı maliye ve para politikaları uygulamaya girişmişse
de artan işsizlik ve ödemeler dengesi açıkları nedeniyle krizi önleyememiştir.
Artan baskılara ve USD’nin devalüasyon beklentisine dayanamayan A.B.D.
Başkanı Richard Nixon, 15 Ağustos 1971 tarihinde A.B.D.’nin altın standardını
terk ettiğini ve altın ile USD arasındaki sabit paritenin koptuğunu resmen ilan
etmiştir.
Bunu takip eden dönemde, Aralık 1971’de Washington/A.B.D.’de
imzalanan “Smithsonian Anlaşması”na göre USD yabancı ülke paralarına göre
yüzde 8 oranında devalüe edilmesi, üye ülkelerin dalgalanma payını ±%1’den
±%2,25’e yükseltilmesi, altının değerinin 35 USD yerine 38 USD’ye eşitlenmesi
91
ve USD’nin altına konvertibilitesini sağlayan altın pencesi uygulamasının
kaldırılması kararlaştırılmıştır. Ancak bu tedbirlere rağmen, yapılan devalüasyon
oranının yetersiz olduğunun ortaya çıkmasıyla, USD, 12 Şubat 1973 tarihinde
yüzde
10
oranında
yeniden
devalüe
edilmiştir.
Spekülatif
hareketlerin
yoğunluğunun devam etmesi nedeniyle, 1 Mart-18 Mart 1973 tarihleri arasında
döviz piyasaları kapatılmak zorunda kalmış, döviz piyasaları 19 Mart’ta yeniden
açıldığında ise Japon ve esas Avrupa para birimleri USD karşısında sabit kur
değerlerini terkedilip serbest dalgalanmaya bırakılmıştır. Nihayetinde, 31
Ağustos 1975 tarihinde G-10 ülkeleri ve İsviçre’nin katılımıyla imzalanan “The
Group of Ten Agreement” uyarınca, farklı ülke para birimleri arasında sabit kur
rejimi terk edilerek dalgalı kur rejimine geçiş kabul edilmiş, altın resmi rezerv
yükümlülüğü olmaktan çıkarılarak resmi altın fiyatının ekonomik geçerliliği
ortadan kaldırılmış ve bir dönem bu anlaşma ile resmi olarak da sona ermiştir
(Pringle, 1993:20).
Bretton Woods Sistemi’nin günümüz rezerv yönetimi ve rezerv varlıklarını
oluşturan bileşenler üzerindeki etkisi halen devam etmektedir. Bu dönemde USD
rezerv para olarak ortaya çıkmış, A.B.D. likidite ve rezerv kaynakları açısından
başat güç olmuştur. Ekonominin ve finansın merkezi bu dönemde kıta
Avrupasından A.B.D.’ye kaymıştır. IMF tarafından mevcut rezerv bileşenlerine
ek olarak IMF Rezerv Pozisyonu ve SDR gibi yeni rezerv varlıkları yaratılmıştır.
Buna ek olarak, bu dönemde, II. Dünya Savaşı’ndan mağlup ayrılmasına
rağmen özellikle A.B.D.’nin yardımlarıyla ekonomilerini düzelten B.Almanya ve
Japonya’nın ulusal paraları Mark ve Yen rezerv para olarak ortaya çıkmıştır.
Merkez bankaları rezerv talebi, yerel para karşılığı yerine, müdahale amacıyla
ve ihtiyat güdüsüyle rezerv talep etmeye başlamıştır. Günümüzde, IBRD, IMF ve
Dünya Ticaret Örgütü gibi halen uluslararası ekonomi içerisinde önemli rollere
sahip kuruluşlar Bretton Woods Sistemi’nden devralınmıştır.
92
2.4.
BRETTON WOODS SONRASI SİSTEMLER DÖNEMİ (1971– )
2.4.1. Genel Görünüm
Bretton Woods Sistemi’nin sona ermesi ile birlikte uluslararası ekonomide
genel kabul görmüş tek bir kur sisteminin uygulamasından da vazgeçilmiştir.
Ulusal paraların dalgalanmaya bırakılması da özellikle GBP, FRF, Mark hatta
USD gibi önemli paralarda istikrarsızlık yaşanmasına neden olmuştur. Bu
gelişmelere, 1973 yılında yaşanan I. Petrol Krizi ve 1978 yılında yaşanan II.
Petrol Krizi’nin de eklenmesiyle birlikte fiyatlarda yukarı yönlü hareketler
yaşanmaya başlamış ve enflasyon problemi tüm dünyayı sarmıştır. Sabit kur
rejimi çapasını terk eden ülkeler paralarını dalgalanmaya bırakmışlardır. Geçiş
döneminde yaşanan yüksek kamu borçları ve bütçe açıkları merkez bankalarının
yaşadıkları problemlerin başında gelmektedir. Parasal ve finansal istikrar farklı
ülkelerde farklı zamanlarda sağlanmış olsa da genel olarak bakıldığında Bretton
Woods
sistemini
izleyen
15
yıllık
dönemde
ülkeler
makro
ekonomik
dengesizliklerle uğraşmışlardır (Eichengreen ve Sussman, 2000:34).
Bu şartlar altında da, IMF’nin konumu ve amaçları yeni dönemin
ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden tanımlanmış, üye ülkelere kaynak
kullandırılması, mali piyasaları ve üye ülkelerin ekonomik performanslarını
gözetlemek ile uluslararası piyasalara likidite sağlama şeklinde revize edilmiştir
(Eğilmez, 2002). Uluslararası para sistemi olarak tanımlanacak bir sistemin
olmaması nedeniyle, ülkeler sabit döviz kurundan dalgalı döviz kuruna kadar çok
çeşitli döviz kurları kullanmışlardır.
93
2.4.2. Washington Mutabakatı
Bretton Woods sistemi gibi genel kabul gören bir yapı olmasa da
Washington Mutabakatı’nın getirdiği prensipler bu dönemde IMF ve IBRD
tarafından 2001 Türkiye ve Arjantin krizlerine kadar takip edilen temel politikalar
olmuştur. 1990 yılında John Williamson’un yazdığı makalede belirttiği on
maddelik istikrar içinde kalkınma reçetesi 1970’li ve 1980’li yıllarda temel bir
para sistemine bağlanamayan dünya ekonomisi tarafından “Washington
Mutabakatı (Washington Consensus)” olarak adlandırılmıştır. Williamson
çalışmasında Latin Amerika ülkelerine kalkınabilmeleri için on adet öneride
bulunmuştur. Önerilen politika reçetelerinin iskeletini oluşturan mutabakatın ana
unsurları; (i) Mali disiplin, (ii) Kamu harcamalarının yüksek getiri sağlayan ve
gelir dağılımını düzeltici doğrultuda yapılması, (iii) Vergi reformu (düşük oranlı
geniş vergi tabanı), (iv) Faizlerin piyasada belirlenmesi, (v) Rekabetçi kur
politikası, (vi) Serbest ticaret rejimi, (vii) Doğrudan yabancı sermayenin
serbestleşmesi, (viii) Özelleştirme, (ix) Deregülasyon (Serbestleşme) ve (x)
Mülkiyet haklarının güvence altına alınmasıdır (Williamson,1990).
Bu
prensipler
incelendiğinde, Washington
Mutabakatı’nın
devletin
küçültülerek piyasa güçlerine dayanan bir kalkınma anlayışını öngördüğü
görülmektedir. Özellikle “yükselen pazar” diye nitelenen ülkelerin (azgelişmiş
ülkeler) bu reçeteyi uygulayarak istikrarlı gelişmeyi yakalayacakları ileri
sürülmüştür. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların desteği söz
konusu olduğunda da destek isteyen ülkelerin Washington Mutabakatı’nda yer
alan ilkelere uymaları şart koşulmuştur. Bretton Woods sisteminin temelini
oluşturan bu iki kuruluşun, işlevleri azalsa da makro politikalara ve kredi
sistemine etkileri devam etmektedir (Şişman, 2008:69-70).
94
Washington Mutabakatı "piyasaların özgürleştirilmesi, serbestleşmesi ve
özelleştirilmesi" projesi 1990’ların ortalarından itibaren krizlerle karşı karşıya
kalmıştır. Krizler, küreselleşen bir dünyanın parçası olarak özellikle IMF
programlarının uygulandığı ülkeler üzerinden dünyayı dolaşmaya başlamıştır.
1997 Asya krizi, 1998 Brezilya ve Rusya krizi, 2001 Arjantin ve Türkiye krizi bu
krizlere örnek olarak gösterilebilir. Bu krizlerin çıkmasında, IMF ve IBRD
tarafından ülkelerin kendine has özellikleri dikkate alınmadan her ülkeye aynı
ekonomi programlarının uygulanmak üzere dayatılması önemli neden olarak
görülmektedir. Bu krizlerin neticesinde IMF ve IBRD eleştirilmeye başlanmış,
Washington Mutabakatı’nda revizyona gidilerek devletin daha müdahaleci
olduğu ek politikalar mutabakata eklenmiştir. Ancak, 2007’de başlayan küresel
finans krizi nedeniyle bu politikaların da uygulanma alanı kalmamış, IMF ve
IBRD krize karşı her ülkenin durumuna özgü programların hazırlanması
yönünde politika değişikliğine gitmiştir.
2.4.3. Avrupa Para Birliği ve Euro
Bretton Woods sonrası dönemde ülkelerin para birlikleri kurdukları ve
ulusal paralarını bu birliklere bağladığı da görülmüştür. Bu çabaların en
başarılısı Avrupa Para Birliği ve Euro uygulamasıdır. Avrupa Ekonomik
Topluluğu’na (AET) üye ülkelerden başta B.Almanya ve Fransa, 1960lı yıllarda
A.B.D.’nin altın taleplerini karşılama kapasitesine olan güvenin sarsılması ile
birlikte, kendilerini küresel krizlerden korumak amacıyla yeni bir para birliğine
geçmek üzere çalışmalara başlamışlardır. Bretton Woods sisteminin yıkılmasını
takip eden yıllarda, bu çalışmaları hayata geçirdikleri görülmektedir.
Avrupa'nın parasal açıdan bütünleşmesini ifade eden Avrupa Para Birliği
fikri, tek bir Avrupa Para Birimi'nin yaratılmasını, tüm AET ülkeleri için tek bir
Merkez Bankası'nın oluşturulmasını öngörmektedir. Avrupa Para Sisteminin
95
esasları, 1978 Bremen Avrupa Zirvesi'nde kabul edilen Bremen Raporu'nun
ekinde belirlenmiş ve sistem resmen 13 Mart 1979'de yürürlüğe girmiştir. Avrupa
Para Sistemi'nin temel amacı, AET içinde parasal istikrarı gerçekleştirmek ve
istikrarlı bir Avrupa Para Bölgesi yaratmaktır. Sistem, sabit fakat ayarlanabilir
döviz kuru sistemine dayanmıştır. Avrupa Para Sistemi Avrupa Para Birimi
(ECU), döviz kuru mekanizması ve kredi mekanizması (parasal destek) olarak
üç temel üzerinde inşa edilmiştir. Günümüzde Euro'nun esasını oluşturan ECU,
Avrupa paralarından meydana gelen bir sepete dayanan ve Topluluk para
otoriteleri tarafından "ödeme aracı" ve "hesap birimi" olarak kabul edilen resmi
ve suni bir para birimi olarak geçmişte görev yapmıştır. ECU oluşturulurken
temel alınan kaynağın SDR olması nedeniyle pek çok açıdan ikisi arasından
benzerlik bulunmaktadır. Ancak, ECU’nun, SDR’nin aksine geçirdiği aşamalar
neticesinde fiili olarak tedavülde bulunan bir para biriminin temelini oluşturduğu
da önemli bir husustur. Bu sürecin en önemli köşe taşlarından biri Maastricht
Antlaşması’dır. 1993’te kabul edilen bu antlaşma ile, AET ülkelerinde Tek Para
Birimi ile sembolleşen Avrupa Para Birliği'nin üç aşamada Ekonomik ve Parasal
Birliğe ulaşması öngörülmüştür. Ekonomik ve Parasal Birliğin üç aşamasından
ilki, 1 Temmuz 1990 tarihte başlamış ve 31 Aralık 1993'de son bulmuştur. İkinci
aşama, 1 Ocak 1993'te başlamıştır. Bu aşamada, bir Avrupa Para Enstitüsü'nün
kurulması ve bunun daha sonra Avrupa Merkez Bankasına dönüştürülmesi
öngörülmüştür. Üçüncü aşamaya, 1 Ocak 1999'da geçilmiştir.
1 Ocak 1999'da Avrupa Para Birliği'ne katılan Avrupa Birliği (AB) üyesi
ülkeler,
paralarının
Avrupa
Parası
olan
Euro
karşısındaki
kurlarını
sabitlemişlerdir. Bu tarihten sonra Euro, SDR gibi kaydi olarak kullanılmaya
başlamıştır. Bu sayede, uluslararası rezervlere bir para birimi daha eklenmiştir.
1 Ocak 2002 tarihinde, Euro efektif para olma özelliği kazanarak tedavüle
çıkmıştır. 1 Temmuz 2002'de de, Avrupa Para Birliği'ne dâhil milli paraların yasal
statüleri sona ermiş ve AB ülkelerinde sadece Euro kullanılmaya başlanmıştır.
96
Günümüze kadar olan süreçte, Avusturya Şilini, Belçika Frangı, Hollanda
Guldeni, Finlandiya Markası, Fransız Frangı, Alman Markı, İrlanda Lirası, İtalyan
Lireti, Lüksemburg Frangı, Portekiz Escudosu, Yunan Drahmisi, Sloven Toları,
Kıbrıs Lirası, Malta Lirası ve Slovak Korunası tedavülden kalkarak, bu para
birimlerinin yerine Euro kullanılmaya başlanmıştır.
Alman Markı ve Fransız Frangı gibi iki önemli paranın uluslararası rezerv
kalemleri arasından çıkması ve yerlerine bu paralardan daha güçlü bir para
biriminin gelmesi dönemin en dikkat çekici gelişmesidir. Ayrıca, süreçte altının
rezerv kalemleri içerisindeki ağırlığının azalması ve dövizin özellikle Bretton
Woods sisteminin bir mirası olarak USD’nin rezerv bileşenleri içerisinde hâkim
rolünü koruması da rezervler açısından dönemin öne çıkan uygulamalarıdır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MERKEZ BANKALARININ REZERV TALEBİ VE REZERV
YETERLİLİĞİNİN ÖLÇÜLMESİ
Ülkeler, nüfus, siyasal sistem, gelir düzeyi, uluslararası ticarete açıklık,
döviz kuru gibi siyasal, ekonomik ve sosyal özellikleri itibariyle farklılıklar
göstermelerine rağmen, gelişmiş ülkeler de dâhil olmak üzere her birinin farklı
nedenlere bağlı olarak uluslararası rezerv bulundurma ihtiyaçları ortaktır.
Ülkelerin rezerv talebini etkileyen unsurlar incelendiğinde, bu unsurların zaman
içerisinde
farklılık
gösterdiği,
kur
rejimlerinde
değişiklik,
ekonomilerin
liberalleşmesi, sermaye hareketleri üzerindeki kontrollerin derecesi, yaşanan
ekonomik krizler ve siyasi konjonktür gibi faktörlerin de etkisiyle bazı unsurların
öne çıktığı bazılarının öneminin ise azaldığı görülmektedir.
Uluslararası rezervlerin bileşenleri ve tarihsel gelişimi incelendiğinde ise,
uluslararası rezerv seviyesinin özellikle Bretton Woods sonrası dönemde
gelişmiş ülkeler de dâhil olmak üzere hem dünyada hem de Türkiye’de arttığı
görülmektedir. Ülkelerin rezerv talebinde bulunmasının ve rezerv seviyelerini
günün
şartlarına
göre
revize
etmelerinin
altında
da
çeşitli
nedenler
bulunmaktadır. Talep edilen rezervlerin seviyesinin belirlenmesinde ülkelerin
tespit edecekleri optimum rezerv seviyesi önemli olmasına rağmen, ülkelerin
sahip
oldukları
rezervlerin
bir
üst
sınırının
belirlenmesi
mevcutlarında
bulundurdukları belli seviyelerin üzerindeki her fazla rezervin bir maliyetinin
olması nedeniyle önem kazanmaktadır.
Çalışmamızın bu bölümünde, merkez bankalarının rezerv talep nedenleri,
bu nedenleri etkileyen unsurlar ortaya konacaktır. Ayrıca rezerv yeterliliği ile
optimum rezerv seviyesinin belirlenmesinde kullanılan kriterler incelenecek ve
rezerv maliyeti çeşitli açılardan değerlendirilecektir.
98
3.1. ULUSLARARASI REZERV TALEBİ
Uluslararası rezervler, ülkeler tarafından maliyetlerine rağmen çeşitli
nedenlerden dolayı talep edilen varlıklar olmuşlardır. Ülkelerin kendi özelliklerine
bağlı olarak rezerv yönetimleri merkez bankaları, hazine veya maliye
bakanlıkları tarafından yürütülmekle birlikte, genel olarak kabul edilen yöntem
rezerv varlıklarına sahip olan ve rezerv yönetim politikalarını uygulayan
kuruluşların ülkemizde de olduğu gibi merkez bankaları olmasıdır. Rezervler,
ülkelerin tümünün sahip olduğu varlıklar oldukları için, merkez bankaları bu
varlıkları özel bankalar gibi öncelikli olarak kar elde etmek amacıyla
yönetmemektedirler. Öncelikli unsurlar düşük risk ve güvenlik olarak ortaya
çıkmaktadır. Merkez bankaları, mevcutlarında bulundurdukları rezervleri tüm
ülkenin çıkarlarını düşünerek, ülkelerin para ve maliye politikalarını desteklemek
için kullanmaktadırlar.
Uluslararası
rezervlere
olan
talep
Bretton
Woods
sisteminin
yıkılmasından sonra artış göstermekle birlikte, ülkemizde ve dünyada asıl dikkat
çekici artış 1990’lı yıllarda olmuştur. Buna paralel olarak, Sovyetler Birliği’nin
dağılıp Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1991 yılından sonra ivme kazanan ülkeler
arasındaki ticaretin ve ekonomik ilişkilerin önümüzdeki yıllarda daha da artacağı
tahmin edilmekte, bunun da dünya rezerv talebini arttıracağı öngörülmektedir
(Bahmani ve Brown, 2002:1290). Ağustos 1987-31 Ocak 2006 yılları arasında
A.B.D. Merkez Bankası (US Federal Reserve Bank) Başkanlığını yürüten Alan
Greenspan tarafından 1999’da ortaya konan iki özel durumun görülmesi halinde
rezervlere ihtiyaç duyulmayan bir ekonomik ortam oluşabilecektir. Bunlardan
birincisi, dünyanın tek bir para birimini kullanması durumudur. Bu durumda,
ulusal para kavramı ortadan kalkmış ve tüm ülkelerin ellerinde bulunan para
birimi global para birimi olacağından ortada sahip olunması gereken yabancı
para cinsinden döviz rezervi olmayacaktır. İkinci durum ise, tüm dünya
99
ülkelerinin kabul ettiği, etkili ve tam olarak işleyen bir dalgalı döviz kurunun
olmasıdır. Dövizin arz ve talebi ile fiyatı piyasa koşullarında belirlenirken, bu
unsurlar
ülkeler
arasında
farklı
döviz
kuru
sistemi
uygulamalarından
etkilenmeyecektir (Greenspan, 1999:1). Her iki durumun da mevcut olmaması
nedeniyle, ülkeler rezervlere ihtiyaç duymakta ve çeşitli nedenlerle rezerv
talebinde bulunmaktadırlar.
Genel olarak merkez bankaları, (i) Ulusal paranın karşılığı olarak, (ii)
Ödemeler bilançosu dengesini sağlamak için, (iii) Dış borç servisini karşılamak
için, (iv) Döviz piyasalarına müdahale nedeniyle, (v) Acil durumlara karşı tedbir
için, (vi) Yabancı para ödemeleri nedeniyle ve (vii) Ülkenin prestiji için rezerv
talebinde bulunurlar.
3.1.1. Ulusal Paranın Karşılığı Olarak Rezerv Talebi
Tarihsel olarak incelendiğinde, uluslararası rezervlerin özellikle de altının
en klasik anlamda kullanım şekli ulusal paranın karşılığı olmasıdır. Ulusal
paraların belirli bir değişim oranı üzerinden konvertibilitesini sağlamak için
merkez bankaları rezervlere sahip olmuşlardır. Altın, yerel paranın karşılığı
olarak özellikle altın standardı döneminde kullanılmıştır. Bu dönemde, altın
standardının uygulandığı ülkelerde tedavüldeki para miktarı altın arzına bağlıdır.
Merkez bankaları, ülkelerin sistemin kurallarına tamamen uyduğu dönemlerde,
banknot ihracını yüzde 100 rezervlerinde bulunan altın miktarına karşılık
yapmışlardır. Ülkelerin ulusal para birimlerinin değeri, içerdikleri altının ağırlığına
ve saflığına göre belirlenmektedir. Merkez bankaları tarafından ihraç edilen
temsili paralar da, talep edildiği anda altına çevrildiği için altın paradan farklı
değerlendirilmemekte ve merkez bankalarının sahip oldukları altın miktarı kadar
basılmaktadır (Turan, 1980; Parasız, 2005).
100
Altının ulusal paranın karşılığı olarak kullanımı iki savaş arası dönemde
(1914-1944) azalmaya başlamışsa da, Bretton Woods sistemi içerisinde, merkez
bankaları yerel paralarını USD üzerinden altına bağlamışlardır. Ancak, Bretton
Woods sisteminin 1973 yılında yıkılmasından ve ülkelerin sabir kur rejiminden
dalgalı döviz kuru sistemine geçmeye başlamasından sonra, yerel paranın
karşılığı olarak rezerv bulundurma tamamen ortadan kalkmasa da yaygınlığını
kaybetmiştir. Günümüzde, sadece altının değil genel olarak uluslararası
rezervlerin ulusal paranın karşılığı olarak bulundurulması, sadece döviz kuru
sistemi olarak para kurulu politikasını uygulayan ülkelerde görülmektedir. Para
kurulu, döviz rezervi karşılığı (döviz ve döviz cinsi varlıklar karşılığı) olarak ülke
parasının seçilecek olan yabancı bir para ile sabit kurdan değişimini öngören ve
belirli yasal düzenlemeleri gerektiren bir sistemdir. Bu sistemde para otoritesi
ülke parasını yanlız yabancı para girişi karşılığı basmaktadır ve rezerv para
birimi olarak seçilecek yabancı paranın uluslararası piyasalarda işlem gören
istikrarlı bir para birimi olması, ileride değerinin azalmayacağı yönünde bir
beklenti olması gerekmektedir (Karasoy, 1996:133; Nugee, 2002:7).
3.1.2. Ödemeler Bilançosu Dengesini Sağlamak İçin Rezerv Talebi
Ülkelerin ödemeler bilançosu dengesini sağlamak için uluslararası rezerv
talebi tarihsel süreç içerisinde incelendiğinde hem geçmişte hem de günümüzde
sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Ayrıca, ülkeler, cari işlemler ve sermaye
hareketlerinden kaynaklanan yükümlülüklerini karşılamak amacıyla ve bu
hareketlerin zaman içerisinde göstermiş olduğu değişime paralel olarak belli
miktarda rezerv bulundurmaktadırlar. Rezervleri belirleyen faktörlerin başında
ödemeler dengesi kalemlerindeki gelişmeler sonucu ortaya çıkan dalgalanmalar
gelmektedir. Ödemeler bilançosu dengesi ve rezervler arasındaki ilişki,
101
ödemeler bilançosunu oluşturan kalemler ile doğrudan bağlantılı olduğundan,
öncelikle ödemeler bilançosunu oluşturan kalemler üzerinde durulacaktır.
Ödemeler dengesi, geniş anlamıyla, bir ekonomide yerleşik kişilerin
(merkezi hükümet, bankalar, gerçek ve tüzel kişi ve kuruluşlar), diğer
ekonomilerde yerleşik kişiler (yurtdışında yerleşikler) ile belli bir dönem içinde
yapmış oldukları ekonomik işlemlerin sistematik kayıtlarını elde etmek üzere
hazırlanan istatistiki bir rapordur (TCMB, 2003:1)14. Ekonomik işlemler, mal,
hizmet ve gelirle ilgili işlemleri, finansal varlık ve yükümlülüklerle ilgili işlemleri ve
bir ekonomide yerleşik kişilerden diğer bir ekonomide yerleşik kişilere karşılıksız
olarak reel ya da mali/finansal kaynakların sağlandığı transferleri içermektedir.
Kısaca, ödemeler bilançosu bir ülkenin belirli bir dönem içinde dış ülkelerden
sağladığı gelirler ile dış ülkelere yaptığı ödemelerin yer aldığı bir tablodur
(Seyidoğlu, 2001:384). Ödemeler dengesi açıklarının telafi edilmesi, rezervlerin
kullanılmasındaki en önemli neden olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ödemeler bilançosu çeşitli kalemlerden oluşan bir bütündür. Ödemeler
dengesi tablosu cari işlemler hesabı ile sermaye ve finansman hareketleri
hesabı olmak üzere iki ana gruba ayrılır. Özetle, cari işlemler hesabı reel
kaynaklarla (mal, hizmet, gelir) ilgili işlemleri ve cari transferleri (karşılıksız
transferler, hibe, işçi dövizleri); sermaye hareketleri de reel kaynak akımlarının
finansmanını (genellikle sermaye transferi ya da finansal araçlara ilişkin işlemler
aracılığıyla) gösterir.
Cari işlemler hesabı, mal dengesi (ithalat-ihracat), net faktör gelir giderleri
(faiz, rant, kar ve ücret), hizmet (ulaştırma -navlun dahil-, turizm, haberleşme,
14
Ödemeler dengesi tanımında kullanılan iki temel kavram olan ''ekonomi'' ve ''yerleşiklik'' kavramını
açıklamak gerekirse, ''Ekonomi'' sözcüğü bir ülke, bir federal devlet, bir şehir veya bir ekonomik birlik
veya bölgesel bir ekonomik grubu, ''Yerleşikler'' deyimi de, bir ekonomide bir yıldan fazla süre ile
devamlı ve düzenli olarak ikamet eden, o ekonomi içerisinde faaliyette olan kurum ve kişileri ifade
etmektedir.
102
inşaat, sigorta, mali hizmetler, bilgisayar ve bilgi hizmetleri, patent ve lisans
komisyonları, ticari ve ticaret bağlantılı diğer hizmetler, finansal kiralama
hizmetleri) ve karşılıksız transferler (hibe, işçi dövizleri) kalemlerinden
oluşmaktadır. Sermaye Hareketleri Hesabı başlığı altında, sermaye transferleri
(borcun bağışlanması, göçmen transferleri gibi), üretilmeyen, finansal olmayan
varlıklar (kara parçası gibi üretilmeyen varlıkların alım/satımı ile patent
yayımlama hakkı gibi soyut varlıklar) yer alırken; özel ve kamu kuruluşları
tarafından yapılan kısa ve uzun vadeli uluslararası sermaye akımları ile dış borç
anapara ödemesi Finansman Hesapları içeriside incelenmektedir. Tablo 3.1.’de
genel açıklamalar çerçevesinde basit bir ödemeler bilançosu gösterilmektedir.
TABLO 3.1. ÖDEMELER BİLANÇOSU ŞEMATİK YAPISI
Gelirler
Giderler
CARİ İŞLEMLER HESABI
Mal Dengesi
İhracat
İthalat
Hizmet Dengesi
Hizmet Gelirleri
Hizmet Giderleri
Yatırım Dengesi
Yurtdışı Faktör Geliri
Yurtdışı Faktör Ödemeleri
Cari Transferler
Yurtdışından Karşılıksız Transferler
Yurtdışına Karşılıksız Transferler
SERMAYE HESABI
Kısa Vadeli Girişler
Kısa Vadeli Çıkışlar
Uzun Vadeli Girişler
Uzun Vadeli Çıkışlar
Dış Borçlanma
Dış Borç Ödemeleri
FİNANS HESABI
NET HATA VE NOKSAN
REZERV VARLIKLAR
Rezerv Varlıkları
Uluslararası Para Fonu (IMF) Kredileri
Ödemeler Dengesi Finansmanı
Kaynak: TCMB Ödemeler Dengesi Metodolojisi ve Türkiye, Mart 2003 (www.tcmb.gov.tr)
103
Merkez bankası rezervleri Tablo 3.1.’de de görüldüğü gibi, ödemeler
bilançosu içerisinde yer alan bir hesap kalemidir. Dolayısıyla, ödemeler dengesi
bilançosundaki gelir ve giderlerdeki değişimler doğrudan merkez bankası
bilançosuna yansımakta ve bu da merkez bankası rezervlerini etkilemektedir. Bu
çerçevede ödemeler dengesi aşağıdaki gibi oluşmaktadır:
Cari İşlemler Hesabı Dengesi + Sermaye Hareketleri Hesabı Dengesi +
Net Hata Noksan ≡ Merkez Bankası Rezervlerindeki Değişim
Bu eşitlikten cari işlemler ve sermaye hareketlerinde yaşanacak her
değişmenin, her artış veya azalışın rezervleri doğrudan etkilediği sonucu
çıkmaktadır. Rezervlerin artması için, ülkelerin cari işlemler ve sermaye
hareketleri dengelerinin toplamından fazla vermesi (dış borçlanma dahil)
gerekmektedir. Cari işlemler fazlası vermenin ilk ve en temel yolu dış ticaret
fazlası vermek yani ithalattan fazla ihracat yapmaktır. Türkiye’nin cari işlemler
hesabı içerisinde yer alan, yurtdışında çalışan işçilerin ülkeye döviz transferleri
kalemi Türkiye’ye özgü bir kalem olup, cari işlemler dengesinin sağlanmasında
önemli katkı sağlamaktadır. Ayrıca, turizm gelirleri özellikle Akdeniz ülkeleri için
önemli bir döviz kaynağı olarak cari işlemler dengesi içerisinde dikkate değer bir
yere sahip olmaktadır. 2009 yılı verileri incelendiğinde Türkiye’nin turizm geliri
16,761 milyar USD olarak görülmekte ve bu miktar ödemeler dengesi bilançosu
içerisinde önemli bir yer tutmaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerin (Güneydoğu Asya ülkeleri hariç tutulduğunda)
büyük çoğunluğu kalkınmalarını hızlandırmak için özellikle sermaye ve ara malı
ithalatını yüksek tutmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle de, söz konusu ülkeler
genel olarak uzun yıllar cari işlemler açığı ile karşı karşıya kalmışlardır. Bunun
sonucu olarak da, bu ülkeler için cari işlemler fazlası vererek döviz rezervlerinin
oluşturulması ve/veya arttırılması mümkün olamamakta, gelişmekte olan ülkeler
104
genellikle
rezervlerini
sermaye
hareketleri
dengesinde
fazla
vererek
gerçekleştirebilmektedirler.
Sermaye hareketleri hesabı temel olarak yurtdışından döviz cinsi alınan
borçlardan ya da ülkeye giren kısa ve uzun vadeli sermaye yatırımlarından
oluşmaktadır. Yabancı yatırım, yatırılabilir kaynakların kişi ve kuruluşlar
tarafından bir başka ülkeye taşınmasıdır. Tahvil ve hisse senetlerinin bir diğer
ülke veya ülkelerin kuruluşları tarafından satın alınmasını ifade eden portföy
yatırımları dışında kalan ve bir veya birden fazla uluslararası yatırımcının
tamamına sahip olarak veya yerli bir veya birkaç firma ile ortaklık halinde
gerçekleştirdiği
yatırımlar
doğrudan
yabancı
sermaye
yatırımları
olarak
tanımlanmaktadır (DPT, 2000:1). Doğrudan yabancı sermaye yatırımları, bir çok
ülke için önemli bir döviz geliri olmakta ve sağlam bir rezerv kaynağı olarak
değerlendirilmektedir. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları uzun vadeli olduğu
için gerçekleştirildiği ülkedeki makro değişkenler yatırım kararlarında önemli rol
oynamaktadırlar (TCMB, 2001:52). Yatırım kararı verilirken yatırımın riski de
dikkate alınmaktadır. Bu riskler yatırımın yapılacağı ülkeye ve zamana bağlı
olarak değişmekle beraber, ekonomik ve siyasi nitelikte olabilmektedir
(Seyidoğlu, 1993:570). Ancak, doğrudan yabancı sermaye yatırımları gelişmekte
olan ülkeler açısından yeterli bir döviz ve rezerv oluşturma kaynağı
olamamaktadır. Bu nedenle, bu tip ülkeler için en önemli rezerv oluşturma
kaynağı dış borçlanma olarak ortaya çıkmaktadır. Dış borçlanma sadece merkez
bankaları tarafından yapılmamakta, merkezi idare, yerel yönetimler ve özel
kesim de dış borçlanma yapabilmektedir. Merkez bankasının başta IMF olmak
üzere uluslararası kuruluşlardan sağladığı krediler, yurtdışındaki vatandaşlardan
topladığı mevduatlar yanında merkezi idare, yerel yönetimler ve özel kesimin
gerçekleştirdiği dış borçlanmalar sermaye hareketleri hesabının fazla vermesine,
merkez bankası dışındaki kesimin borçlandıkları dövizleri yerli paraya çevirerek
merkez bankasına satmaları da rezervlerin artmasına neden olmaktadır.
105
Rezervlerin diğer bir kaynağı da, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren
sermaye hareketleri üzerindeki sınırlamaların azaltılmasına paralel olarak artan
ve spekülatif kazanç peşinde koşan kısa vadeli portföy hareketleridir. Doğrudan
yatırımlar dışında, tahvil dışsatımı ya da menkul kıymetler alım satımı portföy
yatırımı olarak tanımlanmaktadır (Kepenek ve Yentürk, 2000: 299). Ödemeler
dengesi sermaye hareketleri içerisindeki portföy yatırımları, varlıklar ve
yükümlülükler olmak üzere iki ana başlıktan oluşmaktadır. Varlıklar kısmında
yurt içi yerleşiklerin dış piyasalardan menkul alım ve satımları gösterilmekte ve
varlıkların (-) bakiye vermesi dış piyasalardan alımların satımlardan fazla
olduğunu, (+) bakiye vermesi ise satımların alımlardan fazla olduğunu
göstermektedir. Yükümlülükler kısmında ise iki alt başlık yer almaktadır.
Bunlardan birincisi bankalar, kamu sektörü ve diğer kurumların tahvil ihracı
yoluyla borçlandığı miktarlar, diğeri ise yurt dışı yerleşiklerin yurt içi piyasalarda
yapmış oldukları menkul kıymet alım satımlarıdır (Boratav, 2001). Yerli para
cinsinden getirilerin yüksek olması nedeniyle özellikle gelişmekte olan ülkelere
yoğun döviz girişleri olmaktadır. Bu girişlerin kurlar üzerinde baskı yaratmasını
önlemek amacıyla merkez bankaları söz konusu döviz girişlerini sterilize15
etmesi döviz rezervleri seviyesini etkilemektedir.
Bu çerçevede, döviz rezervlerinin sağlamlığı değerlendirildiğinde, rezerv
kaynaklarının neler olduğu ön plana çıkmaktadır. Cari işlemler fazlası verilerek
ya da doğrudan yabancı sermaye yatırımları ile oluşturulan rezervler en sağlıklı
rezervler olarak değerlendirilirken, sıcak para girişlerinin ya da kamu ve özel
kesimin kısa vadeli borçlanması ile oluşturulan rezervler ülkeler için sağlam
rezervler olarak görülmemektedir.
Ülkelerin ödemeler bilançosu dengesizlikleri ulusal ve uluslararası yapının
ve ortamın şartlarına göre farklılık gösterebilmektedir. Cooper’ın (1970) yaptığı
15
Müdahale sırasında piyasaya verilen ulusal paranın, ekonomik dengeleri bozmaması için bazı işlemlerle
piyasadan geri alınmasıdır. Ülkemizde Açık Piyasa Đşlemleri (APĐ) adı altında sterilizasyon yapılmaktadır.
106
bu sınıflandırmaya göre söz konusu farklılıklar 3 çeşittir: düzeltilebilir, bir kerelik
ve kronik dengesizlik. Her durumda, rezervlerin ne şekilde kullanılacağı da
farklılık göstermektedir.
Düzeltilebilir dengesizlikler, alım veya ödemelerin bazı dönemlerde
artmasıyla ve ülke içi veya dışında meydana gelen ekonomik gelişmeler
sonucunda ortaya çıkabilmektedir. Bu durumda, eğer özel sektör tarafından
meydana gelen dengesizliği gidermek çok maliyetli veya imkânsızsa, ayrıca
dengesizlik ekonominin tümünü olumsuz yönde etkileyecek bir hale gelmişse, o
ülke düzeltilebilir dengesizliği başarılı şekilde kapatmak için rezervlerini
kullanabilir ve dengesizliği izleyen dönemde de rezervlerini tekrar eski hale
getirebilir. Buna ek olarak, özellikle döviz giriş ve çıkışlarının eş zamanlı
olmadığı, mevsimsel etkiler nedeniyle düzensiz gerçekleştiği durumlarda,
rezervler ödeme takvimini düzenlemek için kullanılabilmektedir (Nugee, 2002:8).
Bir kerelik dengesizlikler, tesadüfen meydana gelen olaylar sonucu ortaya
çıkan ve devamlılık göstermeyen dengesizliklerdir. Ülkede meydana gelen
deprem, sel gibi doğal afetler sonucunda, yurtiçi yerleşiklerin sahip oldukları ithal
mallara ilişkin veya yerleşik olmayanların sahip oldukları yerel mallara ilişkin bir
defaya mahsus ayarlamaları içeren kararlar, ödemeler dengesinde bir defalık
dengesizliğe yol açabilir. Meydana gelen bu dengesizlikler, otoriteler tarafından
dengesizliğin baskısı altında hareket etmektense rezervlerin kullanılması yoluyla
giderilebilir. Dengesizlik giderildikten sonra aşamalı olarak rezervler eski
seviyesine getirilebileceği gibi, bir kerelik dengesizlikler kısa vadeli borç alınması
yoluyla da giderilebilir.
Ülkeler arasındaki işlemlere konu olan mal, hizmet ve hakların arz ve
taleplerinde uzun süreli kaymalar meydana geldiğinde gittikçe kronikleşen
dengesizlikler görülmektedir. Bu şartlar altında, ödemeler bilançosu açığı veren
bir ülkenin dışsal akımları önlemek için harekete geçmesi gerekmekte ve gerekli
107
önlemleri alması beklenmektedir. Bunu rezervlerini kullanmadan yapmaya
çalışmak sürecin uzamasına neden olacaktır. Ödemeler dengesi fazla veren
ülkelerin bu fazla miktarı rezervlerine eklemesi, ilk aşamalarda dengesizliğin
sürekli olup olmadığının bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla,
dengesizliğin ilk aşamalarında tercih edilen rezervlerin kullanılmasıdır.
Ödemeler bilançosu ve rezervler arasındaki ilişki ülkenin uyguladığı döviz
kurundan doğrudan etkilenmektedir. Sabit döviz kur rejiminin uygulandığı
ülkelerde, merkez bankaları ödemeler bilançosu dengesini sağlamak ve kuru
belirlenen seviyede tutmak için piyasaya müdahale etmektedirler. Bu da, eğer
ödemeler bilançosu dengesi fazla veriyorsa rezervlerin artmasına, açık veriyorsa
azalması sonucunu doğuracaktır. Sabit döviz kuru sistemi uygulayan ülkelerde
ödemeler bilançosu dengesizlikleri hangi yapıda (düzeltilebilir, bir kerelik veya
kronik) olusa olsun, genel uygulama ülke rezervlerinin kullanılması yönündedir.
Ancak burada, rezervlerin kullanılmasının altında yatan temel neden açığın
tamamen telafi edilmesinden ziyade, dengesizliği ortadan kaldıracak tedbirlerin
alınması için gereken zamanı sağlamaktır. Dalgalı kur rejiminde, kur, piyasadaki
arz ve talebe göre belirlendiği için merkez bankasının piyasaya müdahalesi söz
konusu değildir. Dolayısıyla, hükümet müdahaleleri ne kadar az olursa politikalar
serbest dalgalı kur sistemine yaklaşacak ve rezervlerdeki değişmeler göreceli
olarak azalacaktır (Seyidoğlu, 2001:394-395). Genel olarak, ülkeler, dışa
açıklarsa ve tam dalgalı kur sistemi uygulamıyorlarsa ödemeler bilançosu
açısından mutlaka uluslararası rezerv bulundurmak zorundadır.
3.1.3. Dış Borç Servisini Karşılamak İçin Rezerv Talebi
Özellikle gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinde önemli bir yere sahip
olan dış borçlar rezerv talebini etkileyen bir unsurdur. 1980li yıllardan itibaren
108
uluslararası borç sorununun giderek daha ağırlıklı olarak dünya ekonomi
gündemini işgal etmesi, dış borçların aynı bazda izlenmesi ve bunun standart
hale getirilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır. Bu çerçevede Dünya Bankası
(IBRD), BIS, IMF, OECD gibi uluslararası kuruluşlar dış borç verilerinin standart
hale getirilmesini sağlamak amacıyla, 1984 yılında ortak bir calışma grubu
kurmuştur. Bu çalışma grubunun 1988 yılında önerdiği ve ülkemizde de kabul
edilen dış borç tanımı şöyledir; “Bir ülkenin belirli bir zaman dilimi içindeki gayri
safi dış borçları, o ülkede yerleşik olmayan kişilerden bir sözleşmeye dayanarak
sağlanmış olan kısa, orta ve uzun vadeli yükümlülükler toplamıdır” (Bal,
2001:14). Bir diğer tanıma göre de, dış borçlar, dış kaynaklardan sağlanan geri
ödemeleri sırasında ulusal gelir üzerinde arttırıcı yada azaltıcı etkide bulunan ve
uluslararası ilişkilerden kaynaklanan bir ülkeden diğerine transfer akımlarıdır
(Tandırcıoğlu, 2000:12). Bir yıldan daha az vadeli borçlanmalar kısa vadeli dış
borçlanma, bir ila beş yıl vadeli dış borçlar orta vadeli dış borçlanmalar, beş
yıldan daha uzun vadeli krediler ise uzun vadeli dış borçlanmalar olarak
tanımlanmaktadır.
Gelişmekte olan ülkeler, üretim ve gelir kapasiteleri yönünden ekonomik
kalkınmalarını finanse edebilecek yeterli kaynağa sahip değildir. Ancak bu tip
ülkeler ekonomik olarak kalkınabilmek için de kaynağa ihtiyaç duymakta, yurt içi
kaynakların yeterli olmadığı durumlarda da, ekonomik kalkınmanın finansmanı
için yurtdışından borçlanmaktadır. Gelişmekte olan ülkeler için gelişmiş ülkelere
göre yurtdışından kaynak bulmak daha maliyetlidir. Ülkelerin risklerinin yüksek
olması, makro ekonomik yapılarının sağlam olmaması ve uluslararası ekonomik
sistem içerisinde güçlü bir pozisyonda bulunmamaları nedeniyle gelişmekte olan
ülkelerin borçlanma maliyetleri yüksek olmaktadır. Bu nedenle, IMF gelişmekte
olan ülkeler için kısa dönemli borç verme makamı olmakla birlikte, IMF
kredilerinden ancak IMF’nin şartlarını sağlayan ülkeler yararlanabildiği için kriz
dönemlerinde ihtiyaç duyulan dış kaynak zamanında bulunamamaktadır. Ayrıca,
109
IMF kredisi kullanan gelişmekte olan ülkeler için kredi geri ödemeleri dış borçlar
içerisinde önemli bir ağırlığa sahip olmaktadır.
Vadesi gelen kredi ödemelerinin tutarı kadar döviz, vadeye yakın
tarihlerde piyasadan sağlanabildiği durumlarda, dış borç servisini karşılamaya
yönelik rezerv ihtiyacı azalacaktır. Ancak bu gerçekleşme ihtimali düşük olan
ideal bir durum olduğundan dolayı ülkeler tarafından tercih edilen bir yol değildir.
Nugee’nin (2000:7-8) de belirttiği gibi, dış borç ödemesini gerçekleştirmek için
vadesinde piyasadan döviz alarak finansmanın yapılması durumunda, piyasa
koşullarının uygun olmaması, alımın piyasalar üzerinde olumsuz etkiye sahip
olabilmesi, döviz kuru riskini taşıması nedeniyle, ülkeler için olumsuz sonuçlar
doğurabilmektedir. Ayrıca, dış borçların zamanında ödenememesi durumunda
ülkelerin kredibilitesi zarar görebileceği gibi uluslararası yatırımcılar için ülkelerin
çekiciliği azalacak ve ülke risk priminin artması nedeniyle dışarıdan borçlanma
koşulları ağırlaşacaktır.
Genel uygulama incelendiğinde, ülke dışından borçlanmak merkez
bankasının görevi değildir. Birçok ülkede hazine veya maliye bakanlığı bu görevi
üstlenmiştir. Ancak, söz konusu işlemler için bir kamu kurumundan izin almak
veya merkez bankası hesaplarını kullanmak gerektiğinden, genellikle merkez
bankası üzerinden borçlanmanın yapılması tercih edilmektedir (Işık, 1997). Buna
paralel olarak da, merkez bankalarının bilanço kalemleri dış borç hareketinden
etkilenmektedir. Uluslararası piyasalardan veya kuruluşlardan borçlandığında,
ülkelerin rezerv seviyesi yükselmektedir. Borç veya faiz ödemeleri olduğu
dönemlerde ise rezerv seviyesi düşmektedir. Alınan söz konusu dış borcun faiz
ve/veya anapara ödemeleri bir takvim çerçevesinde merkez bankası aracılığıyla
yapıldığından dolayı, merkez bankaları mevcutlarında rezerv bulundurmak
zorundadır.
110
3.1.4. Döviz Piyasalarına Müdahale Nedeniyle Rezerv Talebi
Ülkelerin, rezerv talep etmesinin önemli nedenlerinden birisi de bu
rezervleri kullanarak döviz piyasasına müdahale edebilmektir. Müdahale,
merkez bankaları tarafından yapılmaktadır. Tanım olarak müdahale, merkez
bankalarının kısa ve uzun dönemli para politikaları amaçlarını gerçekleştirmeye
yönelik olarak piyasalarda alım-satım yapmalarıdır. Söz konusu müdahale ile,
müdahale edilen döviz ve faiz gibi değişkenlerin piyasa fiyatlarının politika
öngörülerindeki
düzeylere
düşürülmesi/yükseltilmesi
hedeflenmekte
ve
müdahaleyi gerektiren durumlar, uygulanmakta olan para politikası hedefleri
çerçevesinde şekillenmektedir (TCMB Terimler Sözlüğü, 2010). Rezervlerin
merkez bankası bilançosunda bir aktif kalemi olmasından dolayı, piyasalara
müdahale durumunda, merkez bankası rezervleri doğrudan etkilenmektedir.
Eğer piyasalara ulusal para karşılığında yabancı para satılırsa merkez bankası
rezervleri azalacak, piyasalara milli para satılarak karşılığında yabancı para
alındığında ise artacaktır.
Diğer yandan, merkez bankası rezerv seviyesi ve merkez bankalarının
rezerv talebi ile ülkede uygulanan döviz kuru rejimi arasında çok sıkı bir ilişki
vardır. Kur rejimleri, para kurulundan serbest kur rejimine kadar geniş bir
yelpazede yer almasına rağmen bu çalışmada, kur rejimleri 3 ana kategoride
incelenmiştir: (i) sabit kur rejimi, (ii) esnek kur rejimi ve (iii) yönetilen dalgalı kur
rejimi.
3.1.4.1. Sabit Kur Rejimi
Sabit kur rejiminde, ülke merkez bankası ulusal paranın değerini temel bir
yabancı para birimi cinsinden sabitlemekte ve bu değeri koruyacağını taahhüt
etmektedir. Merkez bankaları kurların düzeyini önceden ilan ettikleri seviyede
111
tutmak zorunda olduklarından, cari işlemler veya sermaye hareketi kaynaklı
oluşacak döviz arz ve talep dengesizliğinde, kur rejimine bağlı kalmak kaydıyla,
döviz arz ve talep dengesizliğini gidermek zorundadırlar. Bu çerçevede, merkez
bankası rezerv varlıkları ödemeler bilançosundaki dengesizlikleri finanse ettiği
için, ülkenin sahip olduğu rezerv düzeyi ödemeler dengesine bağlı olarak
değişmektedir. Bu nedenle, merkez bankalarının ilan ettiği döviz kuru seviyesini
korumak ve döviz kurunun değerlenmesiyle ortaya çıkan döviz arz eksikliğini
karşılamak amacıyla güçlü dövizleri içeren yüksek düzeyde rezerve sahip
olması gerekmektedir. Ülkelerin uyguladığı makro ekonomik politikalara güven
arttığında, bu ülkelere doğru yabancı sermaye hareketlerinin artması nedeniyle
ortaya çıkan döviz arz fazlası da merkez bankası rezerv seviyesinin artmasına
yol açmaktadır. Ancak, sermaye hareketlerinin serbest bırakıldığı ülkelerde
güven ortamının zedelenmesi halinde ise, sabit kur rejimini tehlikeye sokacak
spekülatif hareketlere karşılık ilan ettiği döviz kuru seviyesini korumaya çalışan
merkez bankasının döviz satışları, rezerv seviyesinde kayıplara neden
olabilmektedir. Merkez bankasının söz konusu spekülatif hareketlere karşı
rezerv seviyesini koruyamaması ise, faizlerin yükselmesi ya da devalüasyon
yolu ile bankacılık sektörünü olumsuz etkileyerek finansal krize sebep olması
sonuçlarını doğurabilecektir (Keyder, 2002:448). Bu anlamda, teorik olarak, sabit
kur rejimlerinde merkez bankalarının diğer rejimlere göre daha fazla rezerve
ihtiyaç duyacağını öngörülmektedir.
3.1.4.2. Dalgalı Kur Rejimi
Dalgalı kur rejiminde ise ulusal paranın diğer döviz cinsleri karşısındaki
değeri döviz arz ve talebini eşitleyecek ve ödemeler bilançosundaki dengesini
sağlayacak
şekilde,
piyasa
koşullarında
piyasa
güçleri
tarafından
belirlenmektedir. Merkez bankaları, ilke olarak hazine işlemleri dışında piyasaya
müdahale amaçlı döviz alım ve satımında bulunmadıklarından dolayı müdahale
112
amaçlı talep edilecek rezerv ihtiyacı da sıfırdır. Merkez bankaları, sadece
kendisi ve hazine işlemlerinden kaynaklanan döviz giriş ve çıkışlarındaki zaman
tutarsızlığı nedeniyle günlük yükümlülüklerini karşılayacak miktarda rezerv
bulundurmaktadır. Ödemeler bilançosu dengesizlikleri ise piyasa şartlarında
dengelenmektedir. Eğer ülke parasının değeri diğer ülke paraları karşısında
yükselmiş ise, ülkenin alım gücünün artması sonucu ithalat artarken rekabet
gücünün azalması sonucu ihracat azalmaktadır. Bu durumda ithalatı finanse
etmek üzere artan döviz talebi dövizin değerini arttırırken ulusal paranınkini
azaltacak, ithalat bu değer azalışına paralel olarak azalacak, ihracat artacak ve
ödemeler dengesi yeniden sağlanacaktır (Mudd, 1978:10).
3.1.4.3. Yönetilen Dalgalı Kur Rejimi
Üçüncü seçenek, ara kur rejimleri olarak da adlandırılabilen ve yukarıda
değinilen döviz kuru rejimlerinin ikisinin arasında yer alan yönetilen dalgalı kur
rejimidir. Bu kur rejimlerinde, merkez bankası istenen ulusal para değerini
piyasalarda işlem yaparak elde etmekte, döviz arz ve fazlasındaki gelişmelere
bağlı olarak kurlara müdahalede bulunurlar. Müdahalenin en temel nedenlerine
bakıldığında; (i) Kurlar, enflasyonla mücadele programı çerçevesinde çıpa
olarak kullanıldığından, kurun hedeften sapmamasının sağlanması; (ii) Dalgalı
kur rejimindeki aşırı dalgalanma bandını daraltmak amacı güdülmesi ve (iii) Dış
ticarette ülke rekabet gücünü koruma amacı güdülmesi öne çıkmaktadır.
Uygulamada daha sık rastlanan bu döviz kuru sisteminde, merkez
bankalarının piyasalara müdahale sıklığı ve büyüklüğüne bağlı olarak değişen
bir rezerv ihtiyacı vardır. Sabit kur rejimindeki kadar olmasa da, yönetilen dalgalı
kur rejimlerinde de para ve kur politikalarının etkinliği açısından merkez
bankasının müdahale kapasitesi, dolayısıyla rezerv düzeyi ön plana çıkmaktadır.
113
Bretton Woods sisteminin çöküşünün ardından, başta gelişmiş ülkeler
olmak üzere pek çok ülke ulusal paralarını dalgalanmaya bırakmış, sabit kur
rejiminden dalgalı kur rejimlerine geçiş yapmıştır. Sabit döviz kuru sistemi
uygulayan ülkelerin döviz rezervleri merkez bankasının döviz kurunu devam
ettirebilmesine olanak sağlamak amacıyla, döviz piyasalarına müdahale için
gereklidir. Tam dalgalı döviz kuru sistemlerinde merkez bankalarının piyasalara
müdahale etmeyeceği, ödemeler dengesi açıkları piyasalardaki arz ve talebe
göre dengeleneceği düşüncesinden hareketle, ülke merkez bankalarının
piyasalara müdahale amacıyla uluslararası rezerv talebi ve merkez bankalarının
rezerv bulundurma yükümlülüğü olmayacağı için toplam rezerv talebinin
azalacağı öngörülmüşse de uygulamada öngörüldüğü gibi olmamıştır (Bernholz,
2003:214). Teoride dalgalı kur rejiminde ihtiyaç duyulan rezerv düzeyi sıfır
olmasına karşın rezerv talebinde azalış görülmemekte, aksine özellikle Bretton
Woods sisteminin yıkıldığı 1973 yılından günümüze ülkelerin rezerv seviyesi
artış
göstermektedir.
Bu
durumun
sebeplerine
ilerleyen
bölümlerde
değinilecektir.
Tablo 1.5.’te de görüldüğü gibi, dünya toplam rezerv varlığı 1970 yılında
95,19 milyar SDR seviyesindeyken, 2009 yılında bu miktar 57,4 kat artarak
5470,74 milyar SDR’ye ulaşmıştır. Gerçekte, merkez bankaları çeşitli sebeplerle
döviz piyasalarına müdahale etmek durumunda kaldıklarından, tam dalgalı döviz
kuru sistemini başarıyla uygulayan ülke örneği bulmak zordur. Belki de tek
örnek, 1981-1982 yılları arasında A.B.D.’de uygulanan tam dalgalı döviz kuru
sistemidir (Dornbush ve Fischer, 1994:626). Merkez bankalarının döviz
piyasalarına müdahale etmek için ellerinde kullanılmaya hazır ve likit halde
rezerv bulundurmaları gerekmektedir.
Ülkelerin piyasalara müdahale sebeplerine bakıldığında ise önemli olanlar
aşağıda sıralanmaktadır (Goodhart, 2003:52-53).
114
•
Kendi para birimine sahip ülkelerin çoğunluğu milli para karşılığı
yabancı para piyasasına sahip olmalarına rağmen, çoğunluğunu
gelişmekte olan ülkelerin oluşturduğu bazı ülkeler tam anlamıyla
sağlıklı bir para piyasasına sahip değildir. Bu ülkelerde, genellikle
merkez bankaları piyasaya milli para sürmek için döviz müdahalelerini
kullanmaktadırlar.
•
Ülkelerin fiyat istikrarını korumak amacıyla dışsal bir çapa kullanmayı
tercih ettikleri durumlarda, ülke merkez bankaları kendi ulusal
paralarını korumayı taahhüt eder ve ulusal para birimlerini başka bir
döviz birimine veya sepete karşı sabitler. İç veya dış dinamiklerin
ulusal paranın değerli veya değersiz olması yönünde yapacakları
baskılara
karşı
ulusal
para
birimini
savunmak
için,
merkez
bankalarının döviz kuru müdahaleleri kaçınılmaz olmaktadır.
•
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde döviz piyasalarında oluşabilecek
kısa
dönemli
dengesizlikleri
gidermek
için,
merkez
bankaları
piyasalara müdahalede bulunabilmektedir.
Ulusal
paranın
değer
kaybını
veya
kazanmasını
önlemenin
yöntemlerinden döviz piyasalarında döviz kuruna müdahale seçeneğinin yanı
sıra, ülkeler faiz politikalarını veya sermaye kontrollerini kullanarak da ulusal
paranın değerini koruyabilmektedir. Burada tercih ülkelerin kur politikalarına,
yapısına, mali ve ekonomi politikalarına göre farklılık göstermektedir. Ancak
dalgalı veya sabit döviz kuru sisteminden hangisini kullanırsa kullansın, ülkeler
döviz piyasalarına müdahale için rezerv talebinde bulunmaktadır.
115
3.1.5. Acil Durumlara Karşı Tedbir İçin Rezerv Talebi
Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler savaş, doğal afet veya
ambargo gibi öngörülemeyen acil durumlarla karşılaşabilirler. Uluslararası
piyasalarla olan bağlantının kesilmesi, ihtiyaç duyulan fonların sağlanamaması
gibi risklere karşı bütün ülkeler belli miktarda rezerv bulundurmak zorundadır.
Rezervin bu kısmı genelde dokunulmayan ve ihtiyat güdüsüyle kullanılmayan
bölümdür. Olası bir savaş, ekonomik kriz, politik dengesizlik, ülkelerin
uluslararası izolasyona uğraması gibi olağanüstü durumlarda sadece altının
ödeme aracı olarak kabul edileceği ihtimaline karşı, uluslararası rezervleri
bileşenleri altın rezervleri bu bölümde değerlendirilmektedir (Nugee, 2002:15).
Ancak altının nakde çevrilmesi zaman aldığından bir miktar yabancı paranın da
bu rezerv kapsamında bulundurulması gerekmektedir. Dış varlıkların bloke
edilmesi veya dış ülkelerce el konulması gibi risklere karşı da rezervler farklı
ülkelerde farklı döviz birimleri cinsinden depo edilerek saklanabilmektedir (Işık,
1997:8).
Rezervler acil durumlarda bazen tedavi edici bazen de yeniden
yapılandırıcı bir fon niteliği taşır. Özellikle gelişmekte olan ülkeler için, kriz
zamanı dış piyasalardan gelen fonların yavaşlaması ve hatta durması
durumlarına karşı rezervler hayati önem taşımaktadır. Gelişmiş ülkeler kendi
ulusal kaynaklarından yararlanabilirken gelişmekte olan ülkelerin çoğu zaman bu
fırsatı olamamaktadır. Bu durumda, gelişmekte olan ülke rezervleri kullanılabilir
bir fon havuzu oluşturması suretiyle potansiyel borç verenler için de güvenli bir
ortam oluşmasına yardımcı olmaktadır (Nugee, 2002, 8).
Merkez bankası döviz piyasalarında oluşabilecek kargaşa durumlarında
piyasaları sakinleştirmek için de döviz varlıkları edinir. Yatırımcıların bir anda
ulusal para cinsinden olan varlıklarını yabancı paraya çevirmek istemeleri
116
halinde, merkez bankasının piyasadaki talebi karşılamak üzere döviz satışı
yapması rezerv miktarını azaltacaktır. Bu nedenle, ülkelerin sahip oldukları
rezervlerin fazla olması piyasaya döviz kurunun istikrarını sağlama konusundaki
önemli bir taahhüdü göstermektedir.
3.1.5.1. Uluslararası Son Borç Verme Merciinin Varlığı
Son yıllarda “sıcak para” diye de adlandırılan kısa vadeli yabancı
sermayenin ülkelerden ani ve büyük miktarlı çıkışı nedeniyle oluşan finansal
krizler uluslararası yeni bir finansal yapının gerekliliği konusundaki tartışmaları
gündeme getirmiştir. Uluslararası ekonomi içersinde bir son borç verme
merciinin olması ve merkez bankalarının kriz anında ya da belli amaçlar için
rezerv gerekliliği duyduğunda bunu uluslararası bir kurumdan karşılama olanağı
bulunması, merkez bankalarının sahip oldukları rezerv miktarında azalma ya da
merkez bankalarının rezerv varlıklarını likit tutmak yerine farklı yatırımlara
yöneltebilme tercihleri üzerinde etkili olup olmadığı tartışılmıştır.
Bu çalışmada “uluslararası son borç verme mercii” olarak tanımlanan
yapının, ulusal bir merkez bankasından görevleri açısından farkı yoktur. Ulusal
merkez bankalarının, gerektiği durumlarda sisteme likidite garantisi vererek
panikle ortaya çıkabilecek ve bankacılık sisteminin zarar görmesine ya da
tamamen çökmesine neden olabilecek durumları engellemesi gibi, uluslararası
son borç verme mercii olacak kuruluş da, ülkeler için gerekli fonlamayı
uluslararası likiditenin ve uluslararası ekonomik düzenin ani çöküşünü
engellemek üzere talep eden tüm ülkelere sağlamalıdır.
Literatürde IMF, A.B.D. Merkez Bankası (FRNY) ya da BIS gibi bazı
kuruluşların uluslararası bir son borç verme mercii olup olmadığı konusunda
bazı tartışmalar yapılmıştır. Çalışmalardan bir kısmı, uluslararası likidite
117
eksikliğinin krizlere yol açabileceğini bu anlamda likidite sağlayacak bir kurumun
gerekliliğini savunurken, bazıları likidite yardımının ödeme güçlüğü çeken
ülkelere yardımcı olacağını ancak borçlu ile alacaklılar açısından ahlaki
çöküşe16 sebebiyet verebileceğini savunmuşlardır.
Saxton’a (1999: 4-9) göre, bir kurumun uluslararası son borç verme
merciine dönüşmesi, ancak ve ancak uluslararası rezervlerin son kaynağı
olması ve gerektiğinde uluslararası likiditenin azalmasını önlemek amacıyla
uluslararası rezerv yaratma kabiliyetini hızlı bir şekilde kullanarak talep edilecek
herhangi bir miktarı karşılamaya hazır olması ile mümkündür. Bu açıdan
bakıldığında, IMF’nin karar verme mekanizmasının yeterince hızlı ve ahlaki
çöküşe engel olmak üzere yeterince şeffaf olmadığı gerekçeleriyle bu görevi
yerine getiremeyeceği ve daha da önemlisi rezerv oluşturma yetkisinin olmadığı
görülmektedir. Ancak, dalgalı kur rejimlerinde dahi, ülkelerin USD’yi bir rezerv
varlığı olarak kullanması, ulusal paralarını USD karşısında sabitlemesi ve birçok
uluslararası işlemin de USD üzerinden yapılması nedeniyle, Saxton, FRNY’nin
bu anlamda hizmet verebileceğini ve uluslararası bir son borç verme mercii
işlevini yerine getirebileceğini ileri sürmüştür.
Buna karşılık IMF’nin bu görevi yerine getirdiğini savunan görüşler de
mevcuttur. Fischer’in (1999: 15-19) görüşüne göre, IMF, üye ülkelerin finansman
sağlayabileceği bir kaynak havuzuna sahiptir ve bazı özel durumlarda da SDR
dağıtımı yaparak daha yüksek miktarda kredi verebilmesi mümkündür. Ayrıca,
Fischer, IMF’nin yapısının ve karar alma mekanizmalarının yavaş işlemesi
konusundaki eleştirilere de son yıllarda hızlı hareket etme kabiliyetini geliştiren
düzenlemeler yapıldığını vurgulayarak cevap vermektedir.
16
Literatürde “moral hazard” olarak tanımlanmaktadır. Burada, borçlu ülkelerin son borç verme mercii
tarafından yapılacak finansman yardımına güvenerek iyi ama maliyetli politikaları uygulamaktan
kaçınmaları kastedilmektedir. Bu durum kriz olasılığını arttırmaktadır.
118
Jeanne ve Wyplosz (2001:4) ise, uluslararası son borç verme merciinin
ulusal para otoriteleri aracılığıyla finansal piyasaları doğrudan fonlaması
durumunda kaynakların sınırlı kalabileceğini bu bağlamda, ilgili kuruluşun
mutlaka FRNY gibi uluslararası dövizi basma yetkisi olan bir kurum olması
gerektiğini belirtmiştir. Uluslararası son borç verme merciinin uluslararası bir
bankacılık fonu şeklinde çalışması halinde ise, para basma yetkisine sahip
olmasına ya da önceki durumdaki kadar çok kaynağa ihtiyacı yoktur. Ancak,
çalışmada bu şekilde en azından yakın gelecekte aday olabilecek bir kurum
görülmediğini ve ulusların da kendi bankacılık sistemleri hakkında milliyetçi
davranabilecekleri belirtilmiştir.
Uluslararası son borç verme mekanizması ile ilgili yapılan çalışmalar
incelendiğinde, mevcut uluslararası sistem içerisinde genel kabul görmüş ve
statüsü hukuk yoluyla düzenlenmiş bir mercii hâlihazırda bulunmamaktadır.
IMF’nin bu tip bir kuruluş olup olmadığı ile ilgili tartışmalara Feldstein (1999:1-4)
ulusal merkez bankaları ile IMF’yi karşılaştırarak yaklaşmıştır. Feldstein’e (1999)
göre, ulusal merkez bankaları talep halinde belirli bir faiz oranından serbestçe
likidite sağlarken, IMF kredi kullanmak isteyen ülkelere bu serbestliği
sağlamamaktadır. Çünkü IMF kredisi kullanabilmek için öncelikle IMF’nin
belirlemiş olduğu detaylı şartları o ülkenin yerine getirmesi, kredi almaya ve geri
ödemeye uygun ekonomik yapıda olması gerekmektedir. Ekonomik kriz
ortamında bu şartların yerine getirilmesi ise mümkün olmamaktadır. Özellikle
1997 Asya Krizi’nde görülmüştür ki, bu kredi verme politikası nedeniyle krizdeki
Asya ülkeleri ihtiyaçları olan likiditeye sahip olamamışlardır. Bu da krizi
derinleştiren faktörlerden birisi olmuştur. Aynı şekilde, Brezilya da 1998’de
yaşadığı ekonomik krizde IMF fonlarının bir kısmından yararlanabilmiş, geri
kalanını ise ancak IMF’nin şartlarını yerine getirdiği zaman alabilmiştir. Bu da,
kriz anında ihtiyaç duyduğu likiditeyi sağlayamaması sonucunu doğurmuş, IMF
119
fonlarını aldıktan sadece 2 ay sonra ulusal parasını devalüe etmek zorunda
kalmıştır.
Diğer taraftan, uluslararası son borç verme mekanizmasının işlediği bir
uluslararası sistemde, bu tip bir mekanizmanın ahlaki çöküşü (moral hazard)
hazırlaması, ülkelerin bu merciinin varlığına güvenerek ekonomilerinde gerekli
düzenlemeleri yapmaması ve finansal sistemin daha kırılgan hale gelmesi
risklerini taşıdığı da unutulmamalıdır. Uluslararası son borç verme merciinin
bulunmayışı özellikle gelişmekte olan ülkeler açısından ihtiyati para talebini
açıklamakta ve kriz zamanlarında döviz kurlarına karşı oluşabilecek spekülatif
atakların engellenmesindeki önemini vurgulamaktadır. Bu nedenle, özellikle
gelişmekte olan ülkeler, acil durumlara karşı savunma güdüsüyle kendilerini
koruyacak seviyede rezerv tutmaya çalışmaktadırlar.
3.1.6. Yabancı Para Ödemeleri Nedeniyle Rezerv Talebi
Ülkeler, son 20 yılda artan dış ticaret ve etkileşim nedeniyle ellerinde
yabancı para cinsinden ödemelerini karşılamak üzere rezerv bulundurmaktadır.
Bu tip ödemeleri dış borç ödemelerinden ayırmak gerekmektedir. Çünkü yabancı
para ödemeleri, genellikle devletin yurtdışından getirdiği mal ve hizmet
ödemelerini kapsamaktadır. Bu ödemeler, merkez bankası tarafından yabancı
para cinsinden yapıldığı için rezervleri dış borç ödemeleri kadar olmamakla
beraber azaltıcı etkiye sahiptir (Işık,1997:6).
Buna ek olarak, merkezi yönetim veya yerel yönetimler tarafından
yurtdışına eğitim amacıyla veya görevli olarak giden kamu görevlilerinin merkez
bankası aracılığıyla yapılan ödemeleri de bu kapsamda değerlendirilmelidir.
120
3.1.7. Ülkenin Prestiji Nedeniyle Rezerv Talebi
Ülkelerin uluslararası rezerv seviyelerini arttırmak istemelerinin bir diğer
nedeni dünya ekonomisi içerisinde daha fazla söz sahibi olmayı istemeleridir.
Uluslararası rezervler, gerek uluslararası yatırımcılar için gerekse ülke
içerisindeki piyasa aktörleri için önemli bir ekonomik göstergedir. Rezerv
seviyesinin yüksek olduğu ülkelerin krizlere karşı daha dayanıklı ve daha sağlam
bir ekonomiye sahip oldukları yönündeki görüşler nedeniyle ülkeler rezervlere
ihtiyaç duymaktadır. Buna ek olarak, ulusal parasının değerini korumaya çalışan
her ülke, yeterli rezerv seviyesine özellikle de döviz rezervi seviyesine sahip
olmalıdır. Gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinin daha kırılgan olması ve
ekonomik kalkınmanın sağlanması için rezervlere daha fazla ihtiyaç duymaları
nedeniyle, bu kategorideki ülkeler gelişmiş ülkelerden daha fazla rezerve
sahiptirler. 2009’un 3. çeyreği itibariyle gelişmekte olan ülkeler dünya rezerv
varlıklarının yüzde 58,56’sına sahipken gelişmiş ülkeler yüzde 41,44’üne
sahiptir.
Rezerv seviyesinin yüksek olması ülke dışında olduğu kadar ülke içindeki
piyasalara güven vermektedir. Bu durumda, iç ve dış piyasalarda güvenin
artmasına paralel olarak spekülatif kur ve faiz oranı hareketleri sonucu
oluşabilecek istikrarsızlıkların rezervler sayesinde önüne geçilmiş olacaktır (Işık,
1997:10). Kısaca uluslararası rezervler, ülkelerin uluslararası ekonomik ortamda
ve yurtiçinde itibar ve güvenini temsil eden önemli bir göstergedir.
3.2. REZERV POLİTİKALARINI ETKİLEYEN UNSURLAR
Ülkeler arasında görünen ekonomik, sosyal ve siyasal farklılıklar, ülkelerin
ve merkez bankalarının rezerv yönetim politikaları ile rezerv seviyeleri üzerinde
121
doğrudan etkiye sahiptir. Her ülke kendine özgü makro ekonomik politikalar
yürütmektedir. Ülkelerin ekonomik yapısı, uyguladığı kur rejimi, dış ticaret
uygulamaları, para ve kur politikası ile ülkenin gelişmişlik düzeyi gibi faktörler bu
politika çeşitliğine neden olmaktadır. Bu çalışmada ülkelerin politikası üzerinde
etkili başlıca üç unsur üzerinde durulacaktır: (i) ülkelerin yürütmekte oldukları
döviz kuru politikaları; (ii) ülkelerin uluslararası finansal ve ekonomik sisteme
entegrasyon kısaca dışa açıklık seviyesi ve (iii) ülkelerin gelişmişlik düzeyi.
3.2.1. Döviz Kuru Politikaları
Ülkelerin uygulamakta oldukları döviz kuru sistemleri ile ülkelerin rezerv
yönetim politikaları ve rezerv seviyesi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Teorik
olarak bakıldığında, serbest döviz kuru rejiminden üstü kapalı veya açık kur
taahhüdü olan kur rejimlerine doğru gidildikçe merkez bankalarının rezervleri
ödemeler dengesi gelişmelerinden daha fazla etkilenmekte, bu da uygulanan kur
rejiminin devamını teminat altına almak açısından daha güçlü rezerv ihtiyacını
ortaya çıkartmaktadır. Çünkü rezervler ne kadar güçlü ise, piyasalar spekülatif
döviz talebinden kaçınmakta ve bu rezervler kısa vadeli sermaye çıkışlarını
engelleyici bir işlev görmektedir. Sabit döviz kuru uygulayan ülkelerde, merkez
bankaları ilan ettikleri ulusal para biriminin sabitlendiği yabancı döviz veya döviz
sepeti karşılığını sağlamak ve ulusal paraya karşı yapılacak spekülatif ataklara
karşı koymak için, rezerv seviyesini yüksek tutmak durumundadır. Diğer
taraftan, tam dalgalı döviz kuru sisteminde merkez bankaları ödemeler bilançosu
dengesini sağlamak amacıyla döviz alım satımında bulunmayacağından, döviz
kurunun
piyasa
aktörleri
ve
piyasa
şartlarında
arz
ve
talebe
göre
belirleneceğinden, merkez bankasının rezerv talebinde bulunmasına ve
müdahale güdüsüyle rezerv bulundurmasına gerek yoktur.
Bretton Woods sisteminin yıkılmasından sonra uygulanan döviz kuru
122
sistemleri açısından farklı bir tabloyla karşılaşılmaktadır. Sistemin çöküşünden
sonra, özellikle başat gelişmiş ülkeler başta olmak üzere pek çok ülke sabit kur
sisteminden dalgalı döviz kuru sistemlerine geçiş yapmışlardır. Bu kur politikası
değişikliğinden sonra beklenen rezerv talebinin sıfıra yakın seviyelere düşmesi
iken, aksine, sistemin yıkılışını izleyen dönemde ülkelerin rezerv talebinde artış
kaydedilmiştir. Bu durumun nedenlerine bakıldığında temel sebebin dalgalı kur
rejimlerinin sabit kur rejimleri gibi yönetilmeye çalışılmasıdır (Williams, 2003: 3334). Merkez bankalarının işlemlere aracılık etme görevinin yanı sıra değer
saklama ve krize karşı güvenlik sağlama görevlerinin de bulunması bu
düşünceye temel oluşturmaktadır (Horne ve Nahm, 2002).
Feldstein (1999:6) de, ulusal paralarının değeri piyasa güçlerince ve
hiçbir müdahaleye gerek olmadan belirlenmesine karşın, pratikte dalgalı kur
rejimi uygulayan ülkelerin büyük çoğunluğunun olası döviz krizlerini engellemek
için dikkate değer ölçüde rezerv bulundurduğunu belirtmektedir.
Calvo ve Reinhart (2000), 1970-1999 aralığında 39 ülke örneği ile
yaptıkları analiz sonucu kendilerini dalgalı ya da yönetilen dalgalı kur rejimi
uygulayıcıları olarak tanıtan birçok ülkenin aslında sabit kurlardan yana
olduğunu tespit etmişlerdir. Dalgalanma korkusunun gelişmiş ve gelişmekte olan
birçok ülkede yaygın olduğu ve sabit kur rejiminin ortadan kalkmasından sonra,
dalgalı kur rejimlerini uygulayacağını söyleyen ülkelerin bu nedenle aslında bunu
yapmadığı ve döviz kurlarına müdahale amacıyla yüksek rezerv bulundurduğu
ortaya çıkmıştır.
Dalgalı kur rejimlerinin uygulandığı ülkelerde, merkez bankaları ulusal
piyasalara müdahale etmek ve paralarının değerini etkilemek amacıyla rezerv
bulundurmaktadır. Dalgalı kur rejimlerinin tam olarak uygulanmadığı hallerde
müdahale amaçlı rezerv talebinin yanı sıra, rejimin tam anlamıyla uygulandığı
123
ülkelerde bile, ilerde oluşabilecek rejim değişikliklerine örneğin sabit kur
sistemine geri dönüş olabileceği ihtimaline karşı rezerv talep edilmesi pratikte
sık rastlanılan bir durumdur (Bahmani ve Brown, 2002:1210; Flood ve Marion,
2002:3).
Bunun yanında, döviz kuru rejimi sabit ve dalgalı döviz kuru sistemlerinin
arasında yer alan döviz sistemlerini uygulayan ülkelerde ise, durum merkez
bankalarının müdahale güdüsünün şiddetine bağlı olarak değişmektedir
(Naameh, 2003).
3.2.2. Uluslararası Ekonomik Sistemle Entegrasyon (Dışa Açıklık) Seviyesi
Ülkelerin rezerv seviyelerini ve rezerv talep nedenlerini etkileyen en
önemli unsurlardan birisi de ülkelerin uluslararası ekonomik ve finansal sistemle
entegrasyon seviyesi kısaca dışa açıklık seviyeleridir. Ülkelerin kendi kendilerine
yetebildikleri, ekonomilerinin kapalı olduğu (ithalat ve ihracat yapmadıkları)
durumlarda, ülkelerin rezerv bulundurmalarına gerek yoktur. Çünkü dış ticaret
dengesi gibi bir kalem ödemeler bilançosunda yer almayacağından, ödemeler
dengesi açık vermeyecek ve rezerv ihtiyacı oluşmayacaktır. Ayrıca, ekonomisi
dışa kapalı bu ülkeler, ulusal paralarını diğer para birimlerine karşı savunmak
durumunda kalmayacak, dış borca da ihtiyaç olmayacaktır. Sonuç olarak, bu
ülkelerde müdahale, dış borç ödemesi veya ödemeler bilançosu dengesizliklerini
düzeltmek için rezerv talebi olmayacaktır. Ancak, günümüz şartlarında dışa
tamamen kapalı bir ekonomi düşünmek imkânsızdır.
Genel olarak bakıldığında, dışa açıklığın tespit edilmesinde kullanılan
yaklaşım, ödemeler bilançosu kalemlerinin kullanılmasıdır. Genellikle kullanılan
ölçü, ülke ithalatının gayri safi milli veya yurtiçi hasılaya oranlanmasıyla bulunan
marjinal ithalat eğilimidir. Marjinal ithalat eğiliminin artışı ülkenin dışa daha açık
124
bir ülke olduğunu göstermektedir. Dışa açıklığın rezerv seviyesini etkilediği
görüşü özellikle 1990’lı yıllarda yaşanan ekonomik krizlerin ardından ön plana
çıkmıştır. Aizenman ve Woo (2005), yaptıkları çalışmada rezerv birikiminde
birincil amacın kendini güvenceye almak olduğuna dair sistematik kanıtlar
sunmaktadır. Buna ek olarak, özellikle gelişmekte olan ülke rezervlerdeki hızlı
artış, ülkelerin kendilerini garantiye alma güdüsünün yanı sıra, para birimlerinin
değer kazanmalarını önlemek ve böylece rekabet gücünü ayakta tutmak
kaygısından kaynaklandığı gözlenmektedir (Rodrik, 2006:2). Buna ek olarak,
uluslararası sermeyeye ulaşımının daha kolay olduğu ülkelerde, cari işlemler
dengesizlikleri yabancı sermaye girişiyle gidermek mümkün olabileceğinden, bu
ülkelerin rezervleri sermayeye ulaşımı kısıtlı olan ülkelere oranla daha aşağı
seviyede
olacaktır.
Ancak,
yaşanan
krizlerden
elde
edilen
sonuçlar
göstermektedir ki, yabancı sermaye özellikle portföy yatırımları bir kriz anında
işlem yaptıkları ülkelerde çok çabuk çıkabilmektedirler (Fischer, 2001:3). Sonuç
olarak, rezerv birikiminde asıl amaç rekabet gücünü korumak olsa bile,
hükümetler ülkeye sermaye akışını kontrol edemediklerinde ya da etmek
istemediklerinde rezerv birikimi gerekli hale gelmektedir (Rodrik, 2006:3).
3.2.3. Gelişmişlik Düzeyi
Rezerv yönetim politikaları ve rezerv seviyesi ülkelerin gelişmişlik
düzeylerine göre farklılıklar göstermektedir. Bu çalışmada ülkeler gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkeler olarak iki kategoride incelenecektir.
3.2.3.1. Gelişmiş Ülkeler
Gelişmiş ülkelerin rezerv politikalarına bakıldığında, rezerv tutma
sebepleri olarak günlük döviz yükümlülüklerini yerine getirmek ve uluslararası
ekonomik sistem içerisinde çıkması muhtemel krizlere karşı ihtiyat güdüsüyle
125
ekonomilerinin
kırılganlığını
gidermek
öne
çıkmaktadır.
Bu
tip
ülkeler
ekonomilerinin gelişmişlik seviyesine, büyüklüğüne ve milli gelirlerine bağlı
olarak yüksek miktarda rezerv bulundurmamaktadır. Şekil 1.7.’de de açıkça
görüldüğü gibi, dünya rezerv talebi yıllar içerisinde gelişmiş ülkelerden
gelişmekte olan ülkelere doğru kaymıştır. 1960 yılında, gelişmiş ülkeler dünya
rezervlerinin yüzde 84,66’sına sahipken gelişmekte olan ülkeler ancak yüzde
15,01’ini ellerinde bulunduruyorlardı. 2009 itibariyle gelişmekte olan ülkeler
dünya rezerv varlıklarının yüzde 58,56’sına sahipken gelişmiş ülkeler yüzde
41,44’üne sahiptir. Ancak gelişmiş ülkelerin ellerinde bulundurdukları rezerv
miktarları az gibi görünse de, bu ülkelerin esas rezerv seviyelerine kısa vadede
oluşturabilecekleri potansiyel rezerv miktarları da eklenmelidir. Çünkü yabancı
para cinsinden rezerv varlıkları genellikle gelişmiş ülkelerin ulusal paraları
olmakta (USD, GBP, JPY gibi), ayrıca bu tip ülkeler kredibilitesi yüksek bir
şekilde
finansal
piyasalardan
likidite
ihtiyaçlarını
istedikleri
zaman
karşılayabilmektedir. Buna ek olarak, kamu kesimi borç stoku sorununun
yönetilebilir düzeyde olması, finansal sistemlerinin etkin bir şekilde düzenlemeye
ve denetlemeye tabi olması da kriz olasılığını düşürmekte bu da rezerv
seviyesinin
gelişmekte
olan
ülkelere
göre
düşük
olması
sonucunu
doğurmaktadır (Seyfi, 2005:22-23).
3.2.3.2. Gelişmekte Olan Ülkeler
Gelişmekte olan ülkelerde, rezerv yönetim politikaları, muhtemel krizlere
karşı tampon oluşturma, dış âleme karşı olan borçların vadesinde ödenmesi için
gereken likiditenin sağlanması, uluslararası finans sistemine entegrasyonda
yardımcı olması ve ödemeler bilançosu dengesizliklerinin giderilmesi gibi
amaçlar göz önüne alınarak oluşturulmaktadır.
Bu
tip
ülkeler,
milli
gelirleri
ve
ekonomik
büyüklükleri
ile
126
karşılaştırıldığında gelişmiş ülkelere göre daha yüksek rezerv tutmaları veya
bunu amaçlamalarının başlıca üç sebebi vardır:
i. Dışa açık gelişmekte olan ülkelerin dış şoklara daha büyük ölçüde
maruz kalabilmeleri.
ii. Ekonomilerini iyileştirmek için uygulamaya koydukları reformların,
pek çok gelişmekte olan ülkede yeterli başarıyı elde edememesi
iii. Rezerv miktarlarının seviyesi arttıkça, dış piyasalardan borçlanma
maliyetlerinin düşmesi.
Naameh (2003), gelişmekte olan ülkeleri, rezerv tutma motivasyonlarına
göre 5 gruba ayırmıştır.
Grup I: Gelişmekte olan ülkelerin yaklaşık yüzde 25’i nüfusu 1,5
milyondan az küçük devletlerdir. Bazı Afrika ülkeleri, Pasifik ve Karayipler’deki
ada devletler bu gruba dahildir. Bu ülkeler, orta seviyede dış borca sahip,
finansal piyasaları çok gelişmemiş, genelde orta veya yüksek gelir seviyesinde
ülkelerdir. Belli başlı birkaç mal ihracatına bağlı ekonomileri, uluslararası ürün
fiyatlarının dalgalanması durumunda ödemeler dengesi sorunu yaşabilmektedir.
Bu ülkelerin büyük çoğunluğu ulusal parasının değerini dış ticareti içerisinde en
fazla ağırlığa sahip ülkenin ulusal parasına sabitlemekte ve bu kuru ödemeler
bilançosu elverdiği ölçüde savunmaktadır.
Grup II: Büyük, ekonomileri tarıma dayalı gelişmekte olan ülkeler bu
grupta yer almaktadır. Bu ülkeler, tasarruf ve yatırım eğilimleri düşük, borçlarının
milli gelirlerine oranı yüksek, cari işlem açıklarının finansmanı için dış yardıma
ihtiyaç duyan ülkelerdir. Bazı Afrika ve Asya ülkelerinin yer aldığı bu gruptaki
127
ülkelerin uluslararası sermaye piyasalarına erişimi ya çok kısıtlıdır ya da hiç
yoktur.
Bu
ülkelerin,
gerçekleştirme
ve
rezerv
ulusal
yönetim
paranın
politikaları
değer
dış
kaybını
borç
önleme
ödemelerini
amaçlarını
gerçekleştirmek üzere oluşturulmuştur.
Grup III: Yüksek yatırım ve tasarruf oranına sahip, büyük ve gelişmiş
doğu ve güneydoğu Asya devletleri bu grubu oluşturmaktadır. Tayvan, Singapur,
Güney Kore ve Çin bu tip ülkelere örnek olarak verilebilir. Bu gruptaki ülkeler,
yabancı yatırımları kullanarak hızla kalkınmış, ihracata dayalı bir büyüme modeli
uygulamış, buna bağlı olarak da rezerv seviyeleri yüksek olmuştur. Kalkınma
hızlarını ve rezervlerini korumak isteyen bu ülkeler, ihracat desteğini devam
ettirmeye, yabancı sermaye girişinin sürekliliğini sağlamaya çalışmaktadırlar.
Grup IV: Sovyetleri Birliği’nin dağılmasından sonra kurulan ekonomisi
güçlü olmayan ülkeler ile 1991 öncesi komünist sistemle yönetilen Doğu Avrupa
ülkeleri bu gruba girmektedir. Gelişmiş komşu Avrupa Birliği üyesi ülkeler, bu
gruba dâhil ülkelerin planlı ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçiş
sürecinde ve endüstrileşmesinde yardımcı olmaktadır. Bu ülkelerden bazıları,
para kurulu rejimini benimsemişler, neredeyse tamamı da Avrupa Birliği üyesi
olmuşlardır. 2015 yılına kadar, Estonya, Letonya, Polonya, Litvanya, Macaristan,
Romanya, Bulgaristan ve Çek Cumhuriyeti Euro bölgesine dahil olacaklardır.
Ancak tüm bu olumlu gelişmeler yanında, bu ülkelerin, dış borç servisi, sermaye
çıkışları, dolarizasyon ve kırılgan finansal piyasalar gibi problemlerle uğraşıyor
olmaları, rezerv yönetimlerini etkileyen önemli unsurlar olmaya devam
etmektedir.
Grup V: Bu grupta, kronik yüksek enflasyon tecrübeleri olan, tasarruf
eğilimleri düşük, borçlarının milli gelire oranı yüksek Latin Amerika ülkeleri
bulunmaktadır. Rezerv yönetim politikaları, kısa vadeli yükümlülükleri yerine
128
getirmek, kredibiliteyi devam ettirmek ve kur dalgalanmalarını sınırlamak üzerine
kurulmuştur. Türkiye gibi sık sık dışsal şoklara maruz kalmış, ekonomisini
derinden sarsan krizler yaşamış ve dış borç seviyesi yüksek olan ülkeler de bu
gruba dâhil edilebilir.
Bu gruplamalara göre, ülkelerin rezerv yönetim politikalarını ve
hedefledikleri rezerv seviyesini etkileyen unsurlar çeşitlilik göstermektedir. Grup
I’de yer alan ülkelerde tutulan rezerv miktarı ve bunun milli gelire oranı dış
ticarete bağlı olarak değişmektedir. Grup II’deki ülkeler, rezerv politikalarını
ulusal paranın aşırı değer kaybetmemesi üzerine kurmuştur. Grup III ve Grup
IV’teki ülkeler, rezerv miktarını kur hedeflemesi politikası belirlemektedir. Grup V
ise dış borç miktarı, rezervleri etkileyen önemli bir faktördür. Dolayısıyla,
ülkelerin tuttukları ve tutmak istedikleri rezerv miktarı ekonomik yapılarına göre
değişmektedir (Naameh, 2003).
3.3. ULUSLARARASI REZERV SEVİYESİ VE REZERVLER İÇİN YETERLİLİK
YAKLAŞIMLARI
Uluslararası
rezervlerin
Bölüm
3.1.’de
sayılan
kullanım
amaçları
doğrultusunda seviyesinin ne olması gerektiği ve bu seviyenin yeterli olup
olmadığı literatürde sürekli tartışılan ve araştırılan bir konu olmuştur.
Uluslararası ticaretin ve para sistemlerinin gelişmesine paralel olarak rezerv
kavramı da sürekli tartışılmakla beraber, rezerv yeterliliği kavramı ile ilgili yapılan
çalışmalar ancak 1950’li yıllarda başlamıştır. 1953 yılında Birleşmiş Milletler’in
IMF’den rezerv yeterliliği ile ilgili çalışma yapmasını istemesi ile başlayan
çalışmalar, değişen dünya sistemi içerisinde yenilenerek günümüze kadar
gelmiştir (Wijnholds ve Kapteyn, 2001:5).
129
Ülkeler için rezerv seviyesinin tespit edilmesi her ülke için önem arz
etmektedir. Rezerv seviyesinin tespit edilmesinin önemli nedenlerinden biri,
rezervlerin ülkelerin ve uluslararası ekonomik sistemin karşılaşması muhtemel
krizler için erken uyarı sistemi olarak kullanılmasıdır. Ayrıca rezervler ülkelerin
krizlere karşı kırılganlık derecelerinin ölçülmesinde kullanılan en önemli
faktördür. Krizleri önleme ve erken uyarı sistemi olarak kullanılma haricinde,
ülkeler için rezerv seviyesinin tespit edilmesinin birçok nedeni vardır. Bunlardan
birkaçı aşağıda sıralanmıştır:
• Gelişmekte olan ülkeler için referans niteliğinde bir rezerv seviyesi kriteri
oluşturulamamıştır. Özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllardan itibaren yapılan
çalışmalarda genelde parasal tabanlı değişkenler ve kısa vadeli sermaye
hareketleri
üzerinde
durulmuştur.
Bu
nedenle,
günümüzde
para
politikasını yürütenlerin krizlerin yol açtığı açıkları kapatmak için gerekli
olabilecek rezerv seviyesini bilmeleri gerekmektedir.
• Uluslararası rezervlerle ilgili yapılan çalışmalara ve istatistiksel kaynaklara
bakıldığında,
bu
konuya
en
fazla
eğilen
kurumun
IMF
olduğu
görülmektedir. Rezerv seviyesi, IMF programlarında belirlenen şartların
yerine
getirilip
getirilmediğinin
denetlenmesinde,
ülkelerin
finansal
açıklarının hesaplanmasında, IMF anlaşmalarının hacminin ve şartlarının
belirlenmesinde IMF tarafından kullanılmaktadır.
• Ülkelerin ekonomik durumlarının belirlenmesinde rezerv seviyesi önemli
rol oynamaktadır. Ülkelerin IMF performans kriterlerini ne ölçüde
karşıladığı, sermaye çıkışlarına karşı ülkenin direnç gücü, ülkelerin
finansal
açıklarını
karşılama
kudretleri
rezerv
seviyesi
ölçütleri
kullanılarak test edilebilmekte, bu da ülkelerin ekonomik durumları
hakkında önemli bilgiler vermektedir (Wijnholds ve Kapteyn, 2001:4).
130
Ancak tek başına rezerv seviyesinin bilinmesi yeterli olmamakta ve
sağlıklı bir analiz yapılabilmesi için bu sayısal verinin bazı büyüklüklerle
karşılaştırılması gerekmektedir. Böylece, bir ülke için yeterli olan rezerv
seviyesinin diğer ülke için yetersiz olduğu, o ülkelere ait diğer büyüklüklerle
karşılaştırıldığında ortaya konabilecek ve daha sağlıklı rezerv yönetim politikaları
oluşturulabilecektir.
Uluslararası rezervler hakkında yapılan çalışmalar incelendiğinde, en
fazla incelenen konunun rezerv seviyesi olduğu göze çarpmaktadır. Heller’in
(1966) yaptığı çalışmaya göre rezerv seviyesinin marjinal faydasının marjinal
maliyetine eşit olduğu nokta uygun rezerv seviyesidir. Konu ile ilgili diğer bir
yaklaşım “Bayan Machlup’un Elbise Dolabı Teorisi”dir. Söz konusu teoride,
rezerv yeterliliği bir kadının kıyafet almak konusundaki isteğine benzetilmiş ve
rezervler için hiçbir seviyenin yeterli olmadığı belirtilmiştir. Machlup Teorisi’ne
göre, rezervlerin belli bir üst seviyesi olmadığı gibi, para politikasını yürüten
otoriteler rezerv seviyesinin artmasından çekinmez ve sürekli rezerv seviyesini
yükseltmeye çalışırlar (Bird ve Rajan, 2002:7).
Rezerv seviyesi yüksek olan ülkeler, finansal krizlerin etkilerinden rezerv
seviyesi daha az olan ülkelere göre daha hızlı kurtulmuşlardır. Yaşanan
ekonomik krizlerden özellikle Asya krizlerinden çıkarılan en önemli sonuç,
gelişmekte olan ülkeler için rezerv seviyesinin kriz öncekinden daha fazla olması
gerekliliğidir (Fischer, 2001).
Rezerv yeterliliği ile ilgili yapılan çalışmalar incelendiğinde, ülke rezerv
seviyesinin genellikle bazı parasal büyüklüklerle, ülkenin ithalat ve dış borç
rakamları ile karşılaştırılması en çok rastlanan yöntemlerdir. Bu çalışmada da
sırasıyla bu yöntemler incelenecektir.
131
3.3.1. Parasal Taban Yaklaşımı (Rezervlerin Parasal Tabana Oranı)
Rezerv yeteliliği çalışmalarının gelişimine bakıldığında, başlangıcını
rezerv seviyesinin parasal büyüklüklerle karşılaştırılması oluşturmaktadır.
Parasal taban yaklaşımında, ülke rezerv seviyesi geniş para tabanıyla17
karşılaştırılıp, seviyenin yeterli olup olmadığı yorumlanmaktadır (Reedy,
2003:104-105). Rezerv yeterliliği uygulamalarında genel olarak M2 para arzı
kullanılmaktadır.
Bu rezerv seviyesi yaklaşımı, potansiyel yurtiçi bireylerin ulusal paradan
kaçışlarını dikkate alan bir yaklaşımdır. Bankacılık sisteminin zayıf olduğu ve
para talebindeki oynaklığın yüksek olduğu durumlarda, sermaye kaçış ihtimali
de fazla olmaktadır. Söz konusu yaklaşım, bu durumdaki ülkeler için
kullanılabilecek bir göstergedir. Rezervlerin para tabanı ile ilişkilendirilmesi
günümüzde daha çok para kurulu sistemini uygulayan ülkeler tarafından
kullanılmaktadır (IMF, 2000:14).
Bunun yanında, parasal taban yaklaşımının en önemli eksikliği,
uluslararası
ticaret
nedeniyle
yaşanabilecek
dışsal
şoklardan
ülkelerin
etkilenmeyeceğinin varsayılmasıdır. Karşılaştırılması sadece ülkeler için içsel bir
dinamik olan geniş para tabanı ile yapıldığından, günümüzde ülkelerin rezerv
yeterlilik seviyelerinin ölçülmesinde önemli ölçütlerden olan dış ticaret ve dış
borç stoku ile ilgili büyüklükler göz ardı edilmektedir.
17
Geniş tanımlı para tabanı, M2 (Money 2) ile gösterilmektedir. M2 para arzı, ticari bankalardaki vadesiz
mevduat (resmi mevduatlar ve bankalar arasındaki mevduat hariç) ve merkez bankasındaki mevduat
olarak tanımlanan M1 (Money 1) para arzına bankalarındaki vadeli mevduatlar ve mevduat sertifikalarının
ilave edilmesiyle bulunmaktadır.
132
3.3.2. İthalat Yaklaşımı (Rezervlerin İthalata Oranı)
İthalat yaklaşımı, ülke rezervlerinin o ülkeye ait yıllık ithalat hacmi ile
karşılaştırılarak yeterliliğinin ölçülmesi temeline dayanmaktadır. Bu yaklaşımın
temel düşüncesi, bir ülkenin yabancı kaynaklı sermaye girişi ve yurtiçinden
sermaye çıkışı olmaksızın, o ülkenin belirli bir dönem boyunca ithalatını
karşılayabileceği kadar rezerv bulundurmasıdır. Genel olarak, bu oran
uluslararası piyasalara erişimi kısıtlı olan, yabancı sermaye hareketlerinin az
olduğu ve gelişimini tamamlamamış ülkeler için önemli bir orandır (IMF, 2000;
Wijnholds ve Kapteyn, 2001). Ancak, günümüzde bu oranı tek başına rezerv
yeterliliğinin göstergesi olarak kullanan ülke sayısı çok azdır. Çünkü özellikle
sermaye hareketlerinin serbestleştiği, uluslararası ticaretin önündeki engellerin
kaldırıldığı 1990’lı yıllardan sonra, ülkelerin dışa tamamen kapalı ve uluslararası
ticaretin dışında bir durumda olmasının imkânsız olmasıdır.
İthalat yaklaşımı, A.B.D.’de yaşanan Büyük Ekonomik Buhran ve savaşın
ekonomiler üzerindeki etkisi ile A.B.D.’nin uygulamaya koyduğu “New Deal-Yeni
Düzen” politikasının da etkisiyle II. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda
tartışılmaya başlanmıştır. Bölüm 2.3.’te anlatılan Keynes’in IMF modelinde,
ülkelerin oy verme ağırlıklarının belirlenmesinde kullanılacak 5 değişkenden
birisi o ülkenin ihracat büyüklüğü olmuş, bu da ithalat yaklaşımının temelini
oluşturmuştur.
Triffin (1947), Keynes’in rezervler ile ihracat arasında kurduğu ilişkiyi bir
adım öteye götürerek, rezerv talebini ithalat ile ilişkilendirmiştir. Buna ek olarak,
rezerv talebinin ticaretle aynı doğrultuda hareket etmesi beklendiğinden
hareketle,
rezervin
ithalata
kullanılabileceğini savunmuştur.
oranının
rezerv
yeterliliğinin
ölçülmesinde
133
Takip eden dönemde, ithalat rakamlarına ek olarak, ödemeler dengesi
çeşitliliği, ithalatın marjinal eğilimi ve rezervin fırsat maliyeti de eklenerek
geliştirilmiştir. Ancak, parasal tabanda olduğu gibi rezerv yeterliliği için genel
kabul gören bir kriter, ithalat yaklaşımında bulmak zordur. Parasal tabanda
kullanılan kavram M2 para arzı değeri iken, ithalat yaklaşımında rezervlerle
ülkenin ithalatının karşılanacağı periyot için çeşitli görüşler ortaya atılmıştır.
Rezervlerin ithalata oranı ile ilgili yapılan çalışmalarda farklı kriterler
ortaya konmuşsa da, bu yaklaşım için genel olarak kabul edilen 3 temel referans
öne çıkmaktadır.
1. Rezervlerin yıllık ithalatın yüzde 35’ini karşılaması: Bu yaklaşımda,
ülkelerin sahip oldukları rezervlerin o ülkenin 4,2 aylık ithalatını
karşılayacak düzeyde olması gerekmektedir (Triffin, 1960).
2. Rezervlerin yıllık ithalatı yüzde 30 ila yüzde 50 arasında karşılaması:
Bu yaklaşımda, rezervlerin yaklaşık 4 ila 6 aylık ithalat miktarını
karşılaması gerektiği belirtilmiştir (Williamson, 1973).
3. Rezervlerin yıllık ithalatın yüzde 25’ini karşılaması: Bu yaklaşım,
günümüzde en fazla tercih edilen ve halen IMF tarafından kullanılan
yaklaşımdır. Buna göre, ülkelerin sahip oldukları rezerv seviyesinin, 3
aylık ithalat rakamını karşılaması gerekmektedir (Wijnholds ve
Kapteyn, 2001). Ancak, gelişmiş ülkeler için bu oran 12 hafta civarında
kabul edilirken, gelişmekte olan ülkeler için 18 hafta, gelişen piyasalar
için bu oran 22 haftaya kadar çıkabilmektedir (Williams, 2003:37).
Rezervlerin ithalata oranı ile ilgili yukarıda açıklanan farklı yaklaşımlardan
en fazla kullanılanı, rezerv yeterliliğinin eşik değeri rezervin 3 aylık ithalatı
karşılamasıdır. Ancak, bu oran da rezerv yeterliliği ile ilgili diğer oranlarla birlikte
134
değerlendirildiğinde ülkeler için yapılacak yorumlarda yol gösterici olacaktır.
3.3.3. Dış Borç Yaklaşımı (Rezervlerin Kısa Vadeli Dış Borçlara Oranı)
Bu yaklaşım, 1990’lı yıllarda yaşanan finansal krizlerden (özellikle Asya
krizinden) sonra rezerv yeterliliğinin sadece ithalatı karşılaması açısından
değerlendirilmesinin eksik kaldığı düşüncesiyle ortaya çıkmış olan bir rezerv
yeterlilik yaklaşımıdır. Hem rezerv seviyesinin yeterliliğinin ortaya konması hem
de krizlerin temel habercilerinden olması nedeniyle önem kazanmıştır. Genel
olarak tanımlarsak, ülkenin uluslararası sermaye piyasasından borçlanmama
(borçlanmama veya üst sınıra gelindiği için borçlanamama) durumunda,
borçlarını geri ödeyebilme gücünü gösterir (Işık, 1997; Seyfi, 2005). Dış borç
yaklaşımında kullanılan temel borç büyüklüğü vadesi bir yıldan daha az olan
borçları kapsayan Kısa Vadeli Dış Borç (KVDB) grubudur. Ülkelerin kısa vadeli
yükümlülüklerinin ne kadarını yerine getirebileceğini gösteren bu oranın yüksek
olması ülkelerin dış borçlarını ödemede sıkıntı yaşamayacakları bir rezerv
seviyesine sahip olduğunu göstermektedir. Ülkenin bu anlamda likiditesi ne
kadar fazla olursa, zayıf yurtiçi yapıdan kaynaklanan, dışsal şoklara olan
kırılganlığı o kadar az olmaktadır. Dolayısıyla, ülkelerin dış borç ödemelerinde
sıkıntı yaşamaması için, en az KVDB miktarını karşılayacak rezerve sahip
olması gerekmektedir (Bussiere ve Mulder, 1999:5)
Dış borç yaklaşımı, özellikle gelişmekte olan ülke ekonomilerinin sermaye
hareketlerine maruz kalmalarından dolayı önem kazanmaya başlayan bir
yaklaşımdır. Bu oran uluslararası sermaye piyasalarından borçlanan ülkeler için,
rezervleri ile kısa dönemli dış borç rakamları arasında artan ilişkiye paralel
olması ve kısa dönemli dış borç ihtiyacının bu ülkelerin ekonomileri için dikkate
değer bir büyüklük olması nedeniyle önemli bir gösterge olmuştur. Son yıllarda
bu ülkeler, sermaye giriş çıkışlarındaki engelleri kaldırarak ülke gelişimine
135
katkıda bulunmak için daha fazla dış kaynak kullanmaktadırlar. Bu nedenle dış
borç yaklaşımının rezerv yeterliliğinde kullanılması doğaldır.
Rezervlerin KVDB’ye oranı ile ilgili olarak literatürde farklı yaklaşımlar
olmakla birlikte, genel olarak bir ana kriter üzerinde mutabık kalınmıştır. Bu
yaklaşımın çıkış noktası olma özelliği de taşıyan kriter, Mart 1999’da Bonn’da
yapılan G-33 seminerinde dönemin Arjantin Hazine Bakanı Pablo Guidotti
tarafından yapılan konuşmadır. “Guidotti Kuralı” olarak ifade edilen bu yaklaşıma
göre, ülkelerin, bir yıl boyunca yurtdışından yeni borç almaksızın finansal
yapılarını
sürdürecek
şekilde
sahip
oldukları
rezervleri
ve
borçlarını
yönetebilmeleri gerekmektedir. Burada kullanılabilecek olan rezerv seviyesinin
bir yıllık ödeme planı içerisinde programlanmış yabancı para cinsinden dış borç
miktarının
amortismanından
daha
fazla
olması
gerekmektedir.
Guidotti
Kuralı’nda, 1 yıl içerisinde vadesi gelen borçların anapara ve faiz ödemelerinin
yapılması
yani
borçların
yeni
borçlarla
çevrilmesi
değil
ödenmesi
kastedilmektedir (Greenspan, 1999).
Alan
Greenspan,
Guidotti
Kuralı’na
iki
önemli
ekleme
yaparak
geliştirmiştir. Greenspan’a göre ülkelerin dış borç kalemlerinin ortalama
vadesinin tanımlanmış bir basamağın üstünde olması bunun da 3 yıl olması
gerekmektedir. Ayrıca, bu yaklaşım için bir likidite riski standardına ihtiyaç
duyulmaktadır. Bu standart altında, ülkenin dış likidite pozisyonu olası birçok
sonucu hesaplamış, bu sayede uygun rezerv seviyesi 1 yıl boyunca dış borç
almaksızın gerekli olan likiditeyi sağlamış olur.
Rezerv yeterliliği ile ilgili yaklaşımlar, bu yeterliliğinin tespitinde somut
sonuçları ortaya koyarak, ekonomi politikalarına ve rezerv yönetimine yön
vermekteyse de, sadece tek bir yaklaşımın değerlendirilmesi yeterli olmamakta
her üç yaklaşımda da elde edilen sonuçlar birlikte analiz edilmelidir.
136
3.4. ULUSLARARASI REZERV BULUNDURMANIN MALİYETİ
Merkez bankaları gerek rezerv elde ederken gerekse bu rezervleri
muhafaza ederken belli maliyetlere katlanmak durumundadır. Rezervlerin belirli
bir seviyenin üzerinde olması ülkeye maliyet getireceği için, rezerv seviyesi
sonsuz olamamakta ve mutlaka bir limitinin olması gerekmektedir. Bu da rezerv
maliyet ilişkisini ortaya çıkarmaktadır. Uluslararası rezervlerin maliyeti ile ilgili
üzerinde en çok durulan konu devletin sosyal sorumluluklarından kaynaklanan
fırsat maliyetidir. Bu konu ile ilgili literatürdeki çalışmalardan çoğu, rezervlerin
fırsat maliyetini hesaplamaya çalışmaktadır.
Mali küreselleşme sıklıkla çok acı verici mali krizleri de beraberinde
getirmektedir. Tüm Latin ülkelerini kıskacına alan 1982 yılındaki borç krizinden
sonra gelişmekte olan ve zaman zaman da bazı sanayileşmiş ülkelerde tehlikeli
sayılabilecek düzenli aralıklarla ortaya çıkan mali çalkantılar gözlenmiştir.
Bunlardan en bilinenleri 1995’te Meksika’da, 1997’de Doğu Asya’da, 1998’de
Rusya’da, 1994 ve 2001’de Türkiye’de ve 2002’de Arjantin’de patlak veren mali
krizlerdir. Asya krizinin hemen ardından Feldstein’ın (1999) işaret ettiği gibi,
gelişmekte olan ülkeler kendilerini bu tür çok iyi yönetilen ülkelere bile
sıçrayabilen krizlerden korumak için likiditenin artırılması yoluyla bir korunma
mekanizması geliştirmektedirler. Yüksek miktarda likit net yabancı varlıklara
sahip olan ülkelerin finans piyasalarındaki paniklere ve sermaye akışının aniden
kesilmesine veya yön değiştirmesine karşı daha dirençli oldukları gözlenmiştir.
Böylece sadece mali krizlerin maliyetini azaltmakla kalmayıp aynı zamanda bu
tür krizlerin oluşması olasılığını da azaltmış olurlar. Buna karşılık likidite üç
stratejiyle sağlanabilir: Kısa vadeli borçların azaltılması, karşılıklı teminatlı kredi
kolaylığının sağlanması ve merkez bankası’nın döviz rezervlerinin artırılması
(Feldstein,1999). Gelişmekte olan ülkeler bu üç stratejiden döviz rezervlerinin
artırılması maddesine sıkı sıkıya sarılmışlardır. Ancak bu da rezevlerin fırsat
137
maliyeti sorusunu beraberinde getirmektedir.
Uluslararası rezervlerin fırsat maliyeti hesaplamasındaki temel yaklaşım,
rezervlerle ilgili olarak ülkenin yapmış olduğu seçimden kaynaklanmaktadır. Bu
seçim, ülkeler tarafından rezervlerin ülke içinde yatırım, tüketim veya büyüme
için veya dış borç ödemelerinde kullanılabilecekken rezerv yönetim politikaları
doğrultusunda likit, riski az ve getirisi düşük piyasalarda değerlendirilmesidir.
Likit rezerv tutmanın fırsat maliyeti, rezervlerin likit olarak tutulmayıp yatırıma
dönüştürüldüğünde elde edeceği getiri ile likit rezervlerin yatırıma tabi tutulduğu
zamanki getirisi arasındaki fark olarak tanımlanmıştır. Bu maliyet unsuru daha
çok devletin sosyal sorumluluğu ve ülkeye yapılması beklenen yatırımlar ile
ilgilidir. Bu bağlamda, ülke başka şekillerde kullanılabilecek olan rezerv
kaynaklarından elde edilebilecek getirinin bir kısmından vazgeçmektedir (Heller,
1966:299).
Bahmani ve Brown (2002), rezervlerin yatırıma tabi tutulduklarında belli
bir getirisi olabileceğini ancak, bu getirinin altında veya üstündeki herhangi
başka bir yatırım getirisinin rezerv tutmanın fırsat maliyeti olduğunu belirtmiştir.
Fırsat maliyetinin artması ile rezerv tutmanın alternatiflerinin daha
kazançlı hale gelmesi ve kaynakların rezervlerden yatırımlara doğru kayması
sonucunu doğurabilmektedir. Heller’in (1966:305) de ifade ettiği gibi, bu koşullar
altında
bir
ülkenin
optimum
rezerv
düzeyi,
ödemeler
bilançosundaki
dengesizliğin düzeltildiği ve/veya finansmanından kaynaklanan toplam maliyetin
en aza indirildiği noktada gerçekleşmektedir. Aynı çalışmada, ülkelerin çoğunda,
rezervin fırsat maliyetinin toplam rezerv seviyesinin yüzde 5’i ile yüzde 10’u
arasında bir değere eşit olduğu, gelişmiş ülkeler için bu oranın yüzde 5,
gelişmekte olan ülkeler için ise yüzde 10’a yakın olduğu belirtilmiştir.
138
Diğer taraftan, yapılan çalışmalarda, fırsat maliyetinin azalmasına paralel
olarak optimum rezerv düzeyinin yükseleceği ve fırsat maliyeti yükseldikçe
ülkelerin rezervler ile ilgili ekonomik kararlar almaya yöneleceğine dair sonuçlar
ortaya konmuştur (Bahmani ve Brown, 2002; Bassat ve Gotlieb, 1992).
Rodrik (2006), rezervlerin sosyal maliyeti ile ilgili yaptığı çalışmada,
yaşanan ekonomik krizlerin sosyal maliyeti göz önüne alındığında, rezerv
bulundurmanın maliyetine katlanılabileceğini ileri sürmektedir. Ülkelerin, likiditeyi
arttırarak krizlerin zararını azaltırken, karşılaşılan maliyet bir yönden kendisini
sigortalama primi olarak görülmektedir. Bir ülkenin en azından kısa vadeli
borçlarına eşit düzeyde elinde rezerv bulundurması halinde, sermaye akışında
çok sert bir inişe tanık olma olasılığı ortalama yüzde 10 oranında azalmaktadır
(Rodrik, 2006:3). Ancak ülkelerin üzerinde yeterince durmadıkları konu,
likiditenin salt döviz biriktirmekle değil kısa vadeli borçları azaltmakla da
karşılanabileceğidir. Son yirmi yılda ortaya çıkan krizlere karşı en etkin çözüm,
rezervlerin artırılmasına eş zamanlı olarak kısa vadeli borçların azaltılması
olacaktır. Ancak, gelişmekte olan ülkeler büyük miktarda döviz rezervi
biriktirirken kısa vadeli borçlara bağımlılıklarını azaltmamışlardır. 1970'li ve
1980'li yıllarda gelişmekte olan ülkelerin GSYİH'nin yüzde 6 ila 8'ine denk düşen
rezervler 2006 yılında hemen hemen GSYİH'nin yüzde 30'una eşdeğer bir
düzeye çıkmış, özellikle de, mali küreselleşmenin miladı olarak kabul edilen
1990 yılında sonra çok çarpıcı bir biçimde artmıştır. Bu nedenle, rezervlerin
sosyal maliyetine artan kısa vadeli borç yükünün de eklenmesi gerekmektedir.
Rodrik’e (2006) göre, bu maliyetler halen bir bütün olarak ele alındığında
gelişmekte olan ülkeler için katlanılması gereken maliyet GSYİH’nin yıllık yüzde
1’ine denk düşmekte ve rezervleri oluşturan varlıkların getirisiyle yabancı kredi
alımları arasındaki fark da maliyeti oluşturmaktadır.
Uluslararası rezervler pek çok nedenden dolayı ülkeler tarafından talep
139
edilen finansal varlıklar bütünüdür. Geçmişte, sadece ihtiyat ve ulusal paranın
karşılığı olarak talep edilen rezervler, rezerv bileşenlerinin kullanım alanlarının
artması nedeniyle günümüzde farklı nedenlerle daha fazla talep edilmektedir.
Buna ek olarak, merkez bankalarının mevcutlarındaki rezervlerin seviyesini
arttırmak istemeleri nedeniyle, ülkeler sosyal ve ekonomik maliyetlere katlanmak
zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla, rezerv yeterliliği seviyesi ve maliyet arasındaki
dengenin iyi kurulması, politika yapıcıların dikkat etmesi gereken önemli unsur
olarak karşımıza çıkmaktadır. Rezerv yeterlilik yaklaşımlarının tamamı da bu
dengenin kurulması için merkez bankalarının kullandıkları en önemli araçlar
olmaktadır.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKİYE’DE REZERV YÖNETİMİ VE TÜRKİYE CUMHURİYET
MERKEZ BANKASI REZERVLERİNİN YETERLİLİĞİ
Ülkemiz rezervlerini yönetmek ile ilgili münhasıran yetkili kurum Türkiye
Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB)’dır. TCMB, ülke rezervlerini güvenli
yatırım, likidite ve getiri ilkeleri etrafında 1211 sayılı Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankası Kanunu’ndan aldığı yetkilere dayanarak yönetmektedir. 1989 yılında
sermaye hareketlerinde serbestleşme getiren 32 Sayılı Karar sonrası ülkemiz
ekonomisinin uluslararası finansal piyasalarla entegrasyonu daha da artmıştır.
Bu durum da rezerv yönetiminin önemini ortaya çıkarmıştır.
1990-2009 yılları arasında ülkemizin durumunu incelediğimiz bu bölümde
öncelikle Türkiye’de rezerv yönetimi ile ilgili yapı ve hukuki altyapı incelenecektir.
Buna ek olarak TCMB’nin uluslararası rezerv kompozisyonu ortaya konacak,
söz konusu rezervlerin 1990-2009 arasındaki gelişimi değerlendirilecektir. Ayrıca
TCMB’nin 1990-2009 yılları arasındaki rezerv varlıklarının yeterliliği Bölüm 3’te
ortaya konan rezerv yeterlilik yaklaşımları çerçevesinde incelenecektir. Finansal
serbestleşme sonrası Türkiye ekonomisini incelediğimiz bu bölümde ayrıca,
Türkiye’nin ödemeler bilançosu hesapları yardımıyla ülkemizdeki rezerv birikim
süreci ortaya konacak, son olarak da ülkemizdeki yüksek rezerv tutma eğiliminin
nedenleri araştırılacaktır.
4.1. TÜRKİYE’DE REZERV YÖNETİMİ İLE İLGİLİ YAPI VE YASAL DURUM
4.1.1. Türkiye’de Rezerv Yönetiminde Yasal Durum ve TCMB
Ülkemizde rezerv yönetimi ile ilgili kurum dünyadaki pek çok ülkede
141
olduğu gibi merkez bankasıdır. Rezerv yönetimi konusunda münhasıran
yetkilendirilen kurum Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB)’dır. TCMB bu
yetkisini, 1211 sayılı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanunu’nun (25 Nisan
2001 tarihinde 4651 Sayılı Kanun ile değiştirilen şekli ile) TCMB’nin temel görev
ve yetkilerini düzenleyen 4. Maddesindeki “I - Bankanın Temel Görevleri, e) Ülke
altın ve döviz rezervlerini yönetmek” hükmünden, ve aynı kanunun “Altın ve
Dövizle İlgili İşlemleri” düzenleyen 53’üncü maddesi’nden alır. TCMB’nin
rezervlerle
ilgili
yetki
ve
sorumluluğu
53’üncü
maddede
şu
şekilde
düzenlenmiştir:
“b) Banka, ülke altın ve döviz rezervlerini para politikası hedefleri
ve uygulamaları çerçevesinde yönetir. Bu amaçla Banka, sırasıyla
güvenli yatırım, likidite ve getiri önceliklerini dikkate alarak
belirleyeceği usul ve esaslara göre yurt içi ve yurt dışı piyasalarda
vadeli ya da vadesiz altın, döviz, menkul kıymet, türev ürün alım
satım, borçlanma ve borç verme işlemlerini de içeren tüm
bankacılık faaliyetlerinde bulunabilir.” (TCMB Kanunu, 2001).
Ayrıca, 1211 sayılı Kanunun 4’üncü maddesinin üçüncü fıkrasının (III)
bendi “Banka, Hükümetin mali ve ekonomik müşaviri, mali ajanı ve
haznedarıdır.”
hükmü
çerçevesinde,
Hazine
adına
döviz
üzerinden
gerçekleştirilen borç servisi TCMB’nin rezerv yönetimi politikalarını belirleyen
temel unsurlardan birisi olmaktadır. Ayrıca, TCMB Banka Meclisi’nin, 1211 sayılı
Kanun’un verdiği yetkiye dayanarak döviz ve altın rezerv yönetimine ilişkin
düzenlediği yönetmelik ve aldığı kararlar da rezerv yönetiminin diğer hukuki
dayanaklarını oluşturmaktadır.
142
4.1.2. TCMB’nin Rezerv Yönetim İlkeleri
4.1.2.1. Güvenli Yatırım
İlgili kanun maddesinde görüldüğü gibi, TCMB, diğer merkez bankaları
gibi, rezervlerle ilgili yapmış olduğu yatırımlarda güvenlik esasını rezerv yönetim
ilkelerinin başına koymuştur. Çünkü TCMB’nin işlem yaptığı ve yatırıma tabi
tuttuğu varlıklar ülkenin bir kaynağı olması nedeni ile, söz konusu varlıkların
güvenliği diğer politikalardan daha öndedir. Güvenli yatırım ile amaçlanan,
rezervlerin piyasalarda oluşabilecek dalgalanmalardan en az etkilenecek şekilde
yatırıma tabi tutulmasıdır.
4.1.2.2. Likidite
İlk ilkeyi takip eden öncelik ise likiditedir. Türkiye özellikle 1989 yılında
sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasından sonra portföy yatırımlarına ve
kısa dönemli sermaye hareketlerine açık duruma gelmiş ve Türkiye ekonomisi
de dış şoklara karşı daha duyarlı hale gelmiştir. Buna ek olarak, 1990’lı yıllarda
yaşanan ekonomik krizler de rezerv yönetim politikalarını etkilemiş, TCMB’nin
krizlere ve dış şoklara karşı tampon olarak kullanmak amacıyla rezerv talebi
artmıştır. Yaşanabilecek muhtemel krizlerde başvurulabilecek ilk kaynağın
rezervler olması nedeniyle, rezervler likit ve kısa sürede likit hale gelecek
varlıklardan oluşması gerekmektedir. Kısaca, likidite ile amaçlanan, TCMB
portföylerinde bulunan varlıkların ihtiyaç duyulduğunda, herhangi bir fiyat
oynaklığına yol açmadan ve en az değer kaybı ile satılabilmesidir.
4.1.2.3. Getiri
TCMB’nin rezerv varlıklarını değerlendirirken, göz önünde bulundurduğu
143
son kriter ise getiridir. Merkez bankalarının getiriden ziyade rezervlerin güvenli
ve likit halde tutmayı daha ön planda tutmaları nedeniyle, söz konusu rezervlerin
daha kısa vadeli ve riskli yatırım araçlarıyla değerlendirilerek elde edilebilecek
daha fazla getiri ile merkez bankalarının rezerv yönetim politikaları ışığında elde
ettikleri getiri arasında fark oluşabilmekte, bu da rezerv tutmanın fırsat maliyeti
olarak karşımıza çıkmaktadır.
TCMB, rezervlerin uluslararası finansal piyasalarda kullanım alanları ile
ilgili bir kısıtlama yapılmamış genel olarak tüm bankacılık faaliyetlerinde
bulunulabileceği belirtilmiştir. Ancak, güvenlik, sermayenin korunması ve gerekli
likiditenin sağlanması kapsamında riski en düşük olan yatırım araçlarını
kullanarak muhafazakar bir yatırım stratejisi ile rezervlerin yönetimini üstlenmesi
nedeniyle bu kapamın daraltıldığı düşünülmektedir.
TCMB’nin
rezervlerini
güçlü
tutma
konusundaki
hedefi,
Hazine
Müsteşarlığı’nın dış borçlanmada ödeyeceği ülke risk priminin azaltılmasına ve
uygulanan para ve kur politikalarının etkinliğinin arttırılmasına yardımcı
olmaktadır. Rezervlerin tutulmasındaki temel nedenler yanında, TCMB’nin
rezerv talebini etkileyen unsurlar da yine dünya ile benzerlikler göstermekte ve
TCMB, para ve kur politikalarını desteklemek, piyasalara güven vermek,
hükümetin döviz cinsi üzerinden iç ve dış borç servisini gerçekleştirmek, dışsal
şoklara karşı gerekli döviz likiditesini bulundurmak gibi amaçlara yönelik olarak
döviz rezervi tutmaktadır. Başka bir deyişle, tutulan rezerv miktarı, uygulanan
kur rejimi, döviz üzerinden ülke yükümlülüklerinin miktarı, yaşanabilecek dışsal
şokların muhtemel büyüklüğü, ortaya çıkma olasılığı ve sıklığı ile yakından
ilişkilidir (TCMB, 2003).
144
4.1.3. TCMB Rezervlerinin Yapısı
TCMB rezervinin büyük kısmı ihtiyaç duyulduğunda her an nakde
çevrilebilecek varlıklardan oluşmaktadır. Dolayısıyla, döviz rezervi önemli ölçüde
kullanılabilir niteliktedir. Kullanılabilir döviz rezervi tutarı saptanırken, yönetimi
TCMB tarafından özel koşullara bağlı olarak yapılan döviz varlıkları toplam döviz
rezervlerinden çıkarılmaktadır. Bu çerçevede halen kullanılabilir rezerv tutarına
ulaşmak için toplam döviz rezervi rakamlarından çıkarılan tek kalem “Türk
Savunma Fonu” portföyüdür18. Türk Savunma Fonu Portföyü, Aralık 2009 tarihi
itibarı ile toplam döviz rezervinin yaklaşık % 0,3’lük kısmını oluşturmaktadır.
Dolayısıyla, altın dahil TCMB toplam döviz rezervinin % 99,7’si kullanılabilir
rezerv niteliğindedir.
TCMB ile Dresdner Bank AG arasında 1976 yılında kurulan resmi ilişki ile
yurt dışında ikamet eden, oturma veya çalışma izni ya da hakkı bulunan Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlarının Dresdner Bank AG aracılığı ile TCMB nezdinde
açtırdıkları Kredi Mektuplu Döviz Tevdiat Hesapları’nın (KMDTH) yüzde 35’i
karşılığında ilgili banka nezdinde tutulan “Dresdner Portföyü” büyüklüğü de 30
Haziran 2003 tarihine kadar toplam döviz rezervinden düşülerek kullanılabilir
rezerv hesaplamaları yapılmaktaydı. Ancak, 30 Haziran 2003 tarihinde söz
konusu anlaşmanın sona erdirilmesi ile TCMB’ye aktarılan portföyde bulunan
863 Milyon Euro tutarındaki döviz varlığı da kullanılabilir rezerv tanımı içinde yer
almaya başlamıştır.
Altın rezervleri, stratejik bir varlık olan net döviz rezervi tanımında yer
almakla birlikte, döviz rezervlerinden farklı kriterlere göre ve ayrı bir yönetmelik
18
Türk Savunma Fonu, Türkiye’nin 1. Körfez Krizi ve Savaşı sırasında uğramış oldugu zararın kısmen
telafisi amacıyla, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Suudi Arabistan ve
Türkiye’nin katılımı ile 1991 yılında kurulmuş olup, Milli Savunma Bakanlığı’nın özellikli askeri proje
alımlarında kullanılmaktadır. Bu nedenle, yönetimi TCMB tarafından yapılmasına rağmen, özellikli fon
olması nedeni ile kullanılabilir rezerv dışında değerlendirilmektedir.
145
çerçevesinde ancak yine döviz rezervlerine uygulanan politikalara paralel bir
yaklaşım içinde yönetilmekte olup tamamen kullanılabilir niteliktedir.
TCMB sahip olduğu rezervlerini sadece uluslararası piyasalarda çeşitli
finansal araçlar kullanarak değerlendirmektedir. Bu finansal araçlar döviz
alım/satım işlemleri, vadeli döviz alım/satım işlemleri, yurtdışı efektif alım/satım
işlemleri, yurtiçi efektif sevkiyatı işlemleri, döviz depo işlemleri, menkul kıymet
alım/satım işlemleri, geri alım vaadiyle satım işlemleri, geri satım vaadiyle alım
işlemleri, menkul kıymet borç verme işlemleri ve risk yönetimi amacıyla türev
işlemleri olarak sayılabilir.
Rezervlerin fırsat maliyetini telafi etmek amacıyla TCMB’nin rezervlerini
getirisi düşük uluslararası piyasalarda değerlendirmek yerine Türk bankalarına
kredi olarak vermesini ya da TCMB’nin Hazine Müsteşarlığı’nın ihraç ettiği
Eurobond’ları satın alarak, Hazine Müsteşarlığı’nın dış borçlanma maliyetini
düşürmesini tercih etmesinin ülke ekonomisi açısından daha faydalı olabileceği
ileri sürülmektedir. Ancak, burada gözden kaçırılmaması gereken husus TCMB
rezervlerinin iç piyasada yatırıma tabi tutulması ya da Hazine Müsteşarlığı’nın
ihraç ettiği Eurobond ihraçlarının satın alınarak değerlendirilmesinin, TCMB’nin
iç piyasaya veya Hazine Müsteşarlığı’na doğrudan kredi vermesi anlamına
geleceğidir.
Ayrıca, Maastricht Anlaşması’nın19 104’üncü maddesi ile ülke merkez
bankalarının hazine ile kamu kurum ve kuruluşlarına avans vermesi, kredi
19
10 Aralık 1991 tarihinde Maastricht’te düzenlenen Zirve’de Avrupa Ekonomik Topluluğu, daha önce
toplanmış olan hükümetlerarası iki konferans çerçevesinde varılan sonuçları temel alarak yeni bir Avrupa
Toplulukları Antlaşması yapılmasına karar vermiştir. 7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan ve Kasım 1993’te
yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Birliği (AB) adını
almıştır. AB’yi kuran Maastricht Antlaşması’yla Avrupa Topluluklarına yeni boyutlar kazandırılmış ve
AB’nin “üç temel direği” (Ekonomik ve Parasal Birlik, Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası ile Adalet
ve Đçişlerinde Đşbirliği) oluşturularak, yeni bir hukuksal yapı düzenlenmiştir.
146
açması ve ihraç ettikleri borçlanma araçlarını satın alarak yatırım yapması
engellenmiştir. Buna ek olarak, Hazine’nin finansman ihtiyacını TCMB’den kısa
vadeli avans imkanı kullanarak karşılaması, TCMB’nin karşılıksız para basması
anlamına gelmekte olup, enflasyonist baskıları artırarak uzun vadede ekonomik
istikrara zarar veren bir uygulamadır. Bu nedenle, TCMB’nin temel görevi olan
fiyat istikrarını sağlamak ve bu doğrultuda para politikalarını bağımsız olarak
yürütebilmek prensibi ile çelişen bu uygulamanın ortadan kaldırılması ile Avrupa
Birliği’ne tam üyelik hedefinde, ülkemizin ekonomik ve finansal yapısını Birlik ile
uyumlaştırması amacıyla, TCMB kanununda gerekli değişiklikleri yapılmıştır. Bu
çerçevede, 25.4.2001 tarih, 4651 sayılı Kanun ile Hazine’ye kısa vadeli avans
verilmesini düzeleyen 50’inci madde yürürlükten kaldırılmıştır. Buna ek olarak,
adı geçen Kanun ile 1211 sayılı TCMB Kanunu’nun “Bankanın Yapamayacağı
İşlemler”i düzenleyen 56’ncı maddesi de değiştirilmiştir. Bu maddede yapılan
değişiklik ile birlikte, TCMB’nin Hazine ile kamu kurum ve kuruluşlarına kısa
vadeli
avans
verilmesi
ve
bunlar
tarafından
ihraç
edilen
borçlanma
enstrümanlarına yatırım yapılarak Hazine ve/veya herhangi bir kamu kuruluşuna
kredi kullandırılması yasaklanmıştır.
TCMB rezervlerinin iç kredi olarak nitelendirilebilecek tür yatırımlarda
kullanılması halinde ülkemizin karşı karşıya kalacağı ekonomik veya finansal bir
şok karşısında bu varlıklar önemli düzeyde değer kaybedecek, ayrıca, bu
varlıklar uluslararası piyasalarda ciddi bir değer kaybına katlanılmadan satılarak
yabancı para cinsleri üzerinden kullanılabilir bir kaynak yaratılması mümkün
olmayacaktır. Dolayısıyla, iç kredi olarak nitelendirilebilecek yatırımlar TCMB’nin
rezervleri güvenli ve likit tutma ilkelerine ve temel rezerv tutma amaçlarına aykırı
nitelik taşımış olacaktır. Ayrıca, TCMB nezdinde Hazine ile birlikte kamu kurum
ve kuruluşlarının hesapları bulunmaktadır. Bu hesaplarda, başta Hazine olmak
üzere söz konusu kurumlar, özellikle yurt dışından sağlamış oldukları yabancı
para cinsinden krediler, yaptıkları anapara ve faiz ödemeleri ile ilgili işlemleri
147
yürütürler. TCMB, bu kuruluşlara kısa vadeli avans ve/veya kredi sağlar ise, bu
kaynaklar
yine
adı
geçen
kurumların
TCMB
nezdindeki
hesaplarında
tutacaklarından, doğal olarak rezerv seviyesinde herhangi bir değişim
olmayacaktır. Ancak, söz konusu kaynakların yurt içi ve yurt dışındaki
yerleşiklere olan yabancı para cinsi yükümlülüklerin yerine getirilmesi amacıyla
kullanılması halinde döviz rezervlerinde azalmaya neden olarak ülke risk
priminin artması sonucunu getirecektir. Bu gelişme ise Hazine ve özel sektörün
dış borçlanma maliyetlerinin artmasına, dolayısıyla arzulananın tam aksi bir
sonuçla karşılaşılmasına neden olacaktır.
4.2. TÜRKİYE REZERVLERİNİN KOMPOZİSYONU
TCMB tarafından yürütülen rezerv yönetim politikaları kapsamında,
TCMB bünyesinde uluslararası ekonomik yapıda rezerv olarak kabul edilen altın,
yabancı para cinsinden döviz, SDR ve IMF rezerv pozisyonu rezerv varlıkları
olarak tutulmaktadır.
TCMB vaziyetinin aktif kısmında bulunan altın mevcudu ile brüt rezerv
döviz alacakları kalemi altında yer alan konvertibl ve konvertibl olmayan döviz
varlıkları, menkul kıymetler kalemi altında bulunan yabancı para üzerinden ihraç
edilmiş devlet iç borçlanma senetleri ve iç krediler kalemi altında yabancı para
reeskont kredileri toplamının pasifte yer alan Döviz Borçları (muhabir açıkları) ile
netleştirilmesi sonucu elde edilen tutar “TCMB Net Döviz Rezervi”ni vermektedir.
Brüt döviz rezervi ise TCMB vaziyetinin aktif kısmında bulunan Döviz Alacakları
ana başlığı altında yer alan TCMB şubeleri kasalarında bulunan efektifler,
TCMB’nin hariçteki muhabirleri nezdinde konvertibl ve konvertibl olmayan
dövizler karşılığında açılan yabancı para hesapları ve rezerv dilimi pozisyonu
kalemlerinin toplamından oluşmaktadır.
148
TCMB rezervleri, gerek seviyesi gerekse bileşenleri itibariyle ülkemizin ve
dünyanın ekonomik yapısı, uluslararası konjonktür ve dinamikleri içerisinde
sürekli bir gelişim ve değişim içerisindedir. Şekil 4.1.’de gösterildiği gibi, TCMB
rezervleri, uluslararası gelişmelere paralel olarak özellikle 1990’dan sonra hızlı
bir artış içerisine girmiştir.
1990 yılında 7,561 milyar USD olan toplam brüt
rezervler, 1995’te 13,824 milyar USD’ye, 1999’da 24,356 milyar USD’ye
yükselirken, 2000-2001 ekonomik krizine rağmen, Asya krizinden sonra IMF
programlarındaki değişikliğe de paralel olarak arttırılma yoluna gidilmiş ve
74,994 milyar USD’ye yükselmiştir. Toplam brüt rezervlerin gelişimine
bakıldığında, Türkiye’nin rezerv miktarı 1990-2009 döneminde % 991 oranında
artış göstermiştir.
ŞEKİL 4.1.TCMB TOPLAM REZERVLERİ (1990-2009, MİLYAR USD)
80.00
70.00
milyar USD
60.00
50.00
40.00
30.00
20.00
10.00
1990
1991
1992
1993
1994
1995
1996
1997
1998
1999
2000
2001
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
0.00
Yıllar
Kaynak: IMF, International Financial Statistics, http://www.imfstatistics.org/imf/, Erişim: Ocak 2010.
149
TCMB rezervleri, kendisini oluşturan bileşenlere göre incelendiğinde
Tablo 1.5.’te de gösterildiği gibi, dünya rezerv kompozisyonuna paralel bir
gelişim göstermiştir. Altın, dünya rezerv yönetimindeki eğilime paralel olarak,
değeri itibariyle artış gösterse bile, toplam rezervler içerisindeki payı
azalmaktadır. Rezervlerdeki artışın önemli bir kısmı da döviz rezervlerinin
artmasından kaynaklanmaktadır.
Tablo 4.1.’de ayrıntılı şekilde açıklandığı üzere döviz rezervleri ciddi bir
artış göstermiştir. Rezervlerin 1990-2009 aralığındaki seyrine bakıldığında,
sadece 2000-2001 yılları arasında yaşanan krizlerde, TCMB’nin yaşanan krizle
birlikte piyasalara müdahale etmesi nedeniyle, azalma olmuştur. 2002 yılında ise
IMF’den Stand-By Anlaşması çerçevesinde kullanılan kredilerin etkisiyle bir
önceki yıla göre 8 milyar USD’nin üzerinde artış görülmüştür.
150
TABLO 4.1. TCMB REZERVLERİNİN BİLEŞENLERE GÖRE DAĞILIMI
(1990-2009, MİLYON USD)20
ALTIN
SDR
IMF REZERV
POZİSYONU
DÖVİZ
BRÜT DÖVİZ
REZERVİ
TOPLAMI
1990
1511,62
0,61
45,92
6003,00
7561,16
1991
1536
0,00
46,17
5098,00
6680,17
1992
1493,75
0,04
44,37
6115,00
7653,16
1993
1488,13
0,18
44,33
6227,00
7759,64
1994
1410,00
1,196
47,12
7121,00
8579,31
1995
1383,07
2,87
47,98
12391,00
13824,87
1996
1383,21
1,41
46,41
16388,00
17819,01
1997
1383,59
0,79
43,55
18614,00
20041,89
1998
1124,53
1,37
45,44
19442,00
20613,33
1999
1011,00
0,08
154,79
23191,00
24356,90
2000
1010,00
28,50
146,94
22313,00
23498,40
2001
992,00
4,48
141,73
18733,00
19871,20
2002
1032,00
31,28
153,32
26884,00
28100,60
2003
1558,00
30,41
167,58
33793,00
35549,00
2004
1583,00
14,00
175,14
35480,00
37252,10
2005
1912,00
15,82
161,19
50402,00
52491,00
2006
2372,96
12,22
169,66
60710,00
63264,86
2007
3122,50
49,92
178,21
73155,80
76506,40
2008
3228,89
23,02
173,70
70231,30
73656,99
2009
4121,03
1519,32
176,80
69177,50
74994,73
Kaynak: IMF, International Financial Statistics, http://www.imfstatistics.org/imf/,Erişim: Ocak 2010.
Diğer taraftan, rezerv varlıklarını oluşturan bileşenlerin toplam rezerv
içerisindeki paylarına (Şekil 4.2.) bakıldığında ise, altın 1990 yılında yaklaşık %
20’lik bir paya sahipken, 2009 yılı sonu itibariyle % 5,5’e gerilemiştir. Buna karşı,
döviz rezervleri % 79,39’den %92,24’e yükselerek dikkate değer bir sıçrama
yapmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin rezerv gelişimlerine bakıldığında Türkiye ile
20
Kaynak olarak International Financial Statistics (IFS), IMF kaynak olarak kullanılmış olup, altın için
“186.1ANDZF...”, SDR için “186.1B.DZF…”, IMF Rezerv Pozisyonu için “186.1C.DZF…” ve döviz için
“186.1D.DZF...” satırları kullanılmıştır.
151
paralellik göze çarpmaktadır. Altının sistem içerisindeki kullanımının azalması,
getirisinin düşük olması ve ihtiyaç anında likite dönmesinin zor olması nedeniyle
daha az tercih edilmeye başlanmış, yabancı para cinsinden döviz rezervleri ise
artış göstermiştir.
TCMB, uluslararası uygulamalara paralel olarak döviz rezervlerini USD,
Euro, GBP, JPY ve Kredi Mektuplu Döviz Tevdiat Hesapları’nın da etkisiyle
İsviçre Frangı (CHF) olarak tutmaktadır. Ancak, yönetmekte olduğu döviz
rezervlerini oluşturan bileşenlerin, rezervler içerisindeki ağırlıklarını, mevcut
rezervlerini spekülatif
saldırılardan
korumak
amacıyla
açıklamamaktadır.
TCMB’nin rezerv yönetimi konusunda dünyadaki genel eğilimi takip ettiğinden
hareketle, döviz rezerv bileşenleri konusunda da aynı yönde hareket edeceği
düşünülmektedir. IMF Currency Composition of Official Foreign Exchange
Reserves (COFER) veri tabanı incelendiğinde dünya genelinde döviz rezervi
olarak tutulan para birimlerinin yüzde 61,6’sı USD, yüzde 27,7’si Euro, yüzde
4,3’ü GBP, yüzde 3,2’si JPY ve yüzde 0,10’u CHF kalan miktarı da diğer döviz
cinslerinden oluştuğu görülmektedir. TCMB’nin döviz rezerv kompozisyonunun
da yukarıdaki tabloya paralel olacağı varsayılmakla birlikte, Kredi Mektuplu
Döviz Tevdiat Hesapları’ndaki döviz ağırlığının Euro olması nedeniyle,
kompozisyon içerisindeki Euro yüzdesinin daha yüksek olduğu düşünülebilir.
Son 10 yılda Kredi Mektuplu Döviz Tevdiat Hesapları’nı oluşturan döviz
cinslerine bakıldığında, Euro yüzde 91,8 gibi ezici bir üstünlüğe sahip olduğu
görülmektedir. Bunu yüzde 7,6 ile USD, yüzde 0,54 ile CHF ve yüzde 0,06 ile de
GBP izlemektedir (Artukoğlu, 2005:17; TCMB EVDS, 2010). Yurtdışına giden
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının genellikle yerleştikleri ülkelerin F.Almanya,
Hollanda, Belçika, Fransa ve Avusturya gibi günümüzün Euro bölgesi ülkeleri
olması bu tablonun ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktadır.
152
ŞEKİL 4.2. TCMB REZERV BİLEŞENLERİNİN DAĞILIMI
(1990-2009, YÜZDE %)
100.00
90.00
80.00
70.00
60.00
50.00
40.00
30.00
20.00
ALTIN
SDR
IMF REZERV POZİSYONU
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
2000
1999
1995
1994
1993
0.00
1990
10.00
DÖVİZ
Kaynak: IMF, International Financial Statistics, http://www.imfstatistics.org/imf/,Erişim: Ocak 2010.
SDR ve IMF rezerv pozisyonu 2009 yılı sonu itibariyle toplam rezervlerin
yüzde 2,27’sini oluştururken, döviz ve altın yüzde 97,73’ünü meydana
getirmektedir. IMF’nin son yaptığı SDR tahsisi ile SDR’nin 1990 yılında yüzde
0,01 olan payı ciddi şekilde artarak yüzde 2,01’e yükselmiştir. Bunun yanında,
tüm dünyada IMF rezerv pozisyonu artarken, ülkemizde incelenen 20 yıllık
dönemde yüzde 66 azalarak 2009 Aralık sonu itibariyle yüzde 0,24’e gerilemiştir.
4.3. TÜRKİYE REZERVLERİNİN YETERLİLİK ANALİZİ
TCMB
bünyesinde
bulunan
rezervler,
dünyadaki
rezerv
yönetim
uygulamalarına paralel olarak değerlendirilmekte, özellikle krizlere karşı tampon
olarak kullanılmak ve ödemeler dengesi açıklarını finanse etmek için
153
kullanılmaktadır. Bölüm 3.3.’te de anlatıldığı gibi dünyada kabul edilen yeterlilik
yaklaşımları rezervlerin parasal tabana, ithalata ve kısa vadeli borçlara olan
oranına göre rezervlerin yeterliliğini ölçmektedir. Bu çalışmada, Türkiye’nin
rezervlerinin 1990-2009 yılları arasıda yukarıda sayılan 3 yaklaşım kullanılarak
seviyesinin yeterli olup olmadığı ortaya konmaya çalışılarak, 1994, 2000 ve
2001 yıllarında Türkiye’de ve 2007-2009 arasında da dünyada yaşanan
ekonomik krizler döneminde rezervlerin seviyesi ve kullanılması ile ilgili
değerlendirmeler yapılacaktır.
4.3.1. Parasal Taban Yaklaşımı (Rezerv / M2 Oranı)
Rezervlerin parasal tabana oranı ile ilgili kullanılan değer M2’dir. Bu
konuda yapılan analizler genellikle bu oranı kullanmaktadır. TCMB, 2005 yılının
Aralık ayından geçerli olmak üzere, uluslararası standartlara uyum sağlamak
için para arzı kalemlerinde değişiklikler yapmıştır. Bu kapsamda, daha önce
kullanılan
M2Y
içerisinde
yer
alan
yabancı
para
cinsinden
parasal
yükümlülükler, vade gruplarına göre M1 ve M2 para arzı tanımları içerisine
alınmıştır. Ayrıca Aralık 2005’e kadar TCMB tarafından kabul edilen M2Y,
M2YR, M3, M3Y, M3YR tanımları da kaldırılmıştır. Böylece M2, M1 para arzına
YTL ve yabancı para cinsinde vadeli mevduatın eklenmesiyle oluşturulmuştur.
Buradan hareketle, bu çalışmada 2005 Aralık öncesi değerleri için TCMB’nin
açıkladığı M2Y değeri, Aralık 2005’ten sonrakiler içinse M2 değeri kullanılmıştır.
TCMB yükümlülükleri bünyesinde bulunan Kredi Mektuplu Döviz Tevdiat
Hesapları21 1 yıldan daha az sürede açılamadığı için, 2005 Aralık öncesi M2Y
içerisinde yer alan sadece TCMB’ye özgü bu bilanço kalemi artık M2 içerisinde
bulunacaktır. İşçi dövizleri hesapları, M2 içerisinde önemli bir büyüklük olarak
karşımıza çıkmaktadır. İşçi dövizleri ile ilgili ayrıntılı inceleme ilerleyen
bölümlerde yer alacaktır.
21
Bu noktadan sonra Kredi Mektuplu Döviz Tevdiat Hesapları için “Đşçi Dövizleri” tabiri kullanılacaktır.
154
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
Şekil 4.3.’te ülkemizin uluslararası rezervlerin M2 ve M2Y para arzına
(Kasım 2005 ve Aralık 2005 ile ilgili değerler Şekil 4.3.’te ayrıca gösterilmektedir)
oranları
yıllar
itibariyle
1990-2009
dönemini
kapsayacak
şekilde
gösterilmektedir. Bu karşılaştırma sonucunda, Şekil 4.3.’te de açıkça görüldüğü
üzere, 1994 yılına kadar yüzde 25 seviyesinin altında olan bu oran, 1997 yılında
en yüksek seviyesi olan yüzde 35’e çıkmasına rağmen 1994-2009 arasında
yüzde 20-35 aralığında seyretmektedir.
Yurtiçi yerleşiklerin sebep olabileceği bir sermaye kaçışına karşı tampon
olarak kullanılabilecek para tabanı oranı ülkemiz için yeterli görünmekle birlikte,
özellikle ülkemizin kriz dönemleri (1994, 2000, 2001) için bir işaret veya uyarı
vermemektedir.
155
4.3.2. İthalat Yaklaşımı (Rezerv / İthalat Oranı)
Ülke rezervlerinin yeterliliğini ikinci olarak rezervlerin ithalat rakamlarına
oranına göre belirlenmektedir. Bu yaklaşımda en önemli husus hangi ithalat
yeterliliği referansının kullanılacağıdır. Bu çalışmada, Bölüm 3.3.2.’de anlatılan
referanslar çerçevesinde Türkiye’nin rezerv yeterliliği değerlendirilecektir.
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
Şekil 4.4.’te rezervlerin 1990-2009 yılları arasında ithalatı karşılama oranı
yüzde olarak verilmiştir. Ülkemiz tarafından da kabul edilen IMF kriteri olan
rezervlerin ithalatın en az yüzde 25’ini karşılaması kuralı çerçevesinde rezerv
yeterliliği incelendiğinde, en düşük seviye 1993 yılında yüzde 26,37 olarak tespit
edilmekte, bu yıldan sonra 1999’a kadar hızlı bir artış göstermektedir. 1999
yılında rezervlerin ithalatı karşılama oranı yüzde 62,77 olarak en yüksek
156
seviyesinde gözlemlendikten sonra, 2000-2001 kriz döneminde sert bir düşüşle
yüzde 44’e düştükten sonraki yıllarda 2002-2009 döneminde yüzde 40,8159,65 bandında dalgalanmıştır. Rezervlerin ithalata oranı IMF kuralı ışığında
incelendiğinde, 1990-2009 döneminde yeterli olduğu hatta bu oranın son 10
yıllık
dönemde
yüzde
25
oranının
önemli
biçimde
üzerinde
olduğu
gözlemlenmektedir.
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
Rezervlerin ithalata oranını aylık bazda incelersek, 1990-2009 yılları
arasında genel olarak 3 aylık IMF kuralının karşılandığı görülmektedir. Şekil
157
4.5.’te rezervlerin ithalata oranında kabul edilen 3 ana yaklaşımı ülkemiz
rezervlerinin karşılama durumu ortaya konmaktadır. Genel olarak incelenen
dönemde en düşük aylık karşılama oranının görüldüğü 1993 yılında dahi 3,2
aylık ithalatın karşılandığı görülmektedir. Williamson Kuralı’daki 4-6 aylık
ithalatın karşılanması prensibi 1991 ve 1993 yılları dışında karşılanmış, 1999,
2002, 2003 ve 2009 yıllarındaki değerlerle bu prensibin belirlediği üst sınır olan
6 aylık karşılama oranının üzerine çıkılmıştır. Triffin’in 4,2 ay kuralı, 1990-1994
döneminde karşılanamamış, ancak 1994-2009 dönemi analiz edildiğinde kriz
dönemleri de dahil olmak üzere bu oranın sağlandığı tespit edilmiştir.
Sonuç olarak, ülkemizin sahip olduğu rezerv miktarının ithalata oranı her
3 kurala göre incelendiğinde, 1990-2009 yılları arasında söz konusu rezervlerin
ithalat açısından yeterli olduğu sonucu elde edilmektedir.
4.3.3. Dış Borç Yaklaşımı (Rezerv / Kısa Vadeli Dış Borç Oranı)
Rezervlerin Kısa Vadeli Dış Borçlara (KVDB) olan oranının, bir yıllık
dönemde vadesi gelecek yurtiçi ve yurtdışı yerleşiklere olan yabancı para
yükümlülüklerinin anapara ve faiz ödemelerini karşılamaya yetecek düzeyde
olması arzu edilmektedir. Bu oranın yüksekliği, ülkelerin dış şoklar karşısındaki
dayanıklılığını da gösterdiğinden ülke risk primini etkileyen değişkenlerden
biridir.
Türkiye, dış borç stoku açısından incelendiğinde toplam borç stokunun
2009 yılı sonu itibariyle 273,454 milyar USD, kısa vadeli dış borcunun 49,343
milyar USD ve uzun vadeli dış borcunun ise 224,111 milyar USD olduğu
görülmektedir. Ülkemizin gelişmekte olan ülkeler arasında dış borç miktarı
olarak önde gelen ülkeler arasında olması nedeniyle, rezervlerin kısa vadeli dış
borçla karşılaştırılması diğer yaklaşımlara göre daha fazla önem kazanmaktadır.
158
Şekil 4.6‘da rezervlerin ve KVDB’lerin USD olarak miktarları verilmektedir. KVDB
miktarları 1990-1995 yılları arasında ve 2000 yılında rezerv seviyesinin üzerinde
seyretmektedir. 1990 yılında 7,56 milyar USD seviyesinde olan rezervlere
karşılık KVDB miktarı 9,50 milyar USD seviyesinde olmuştur. 1993 yılında bu
fark yaklaşık 5 milyar USD seviyesine kadar çıkmıştır. 1995-2000 döneminde
başabaş bir görüntü çizen rezerv ve KVDB miktarları, 2001-2009 döneminde ise
farklılık göstermiştir. Bu dönemde rezervler, KVDB miktarının üzerine çıkmış
2009 sonu itibariyle de rezerv miktarı 74,994 milyar USD olurken KVDB miktarı
49,34 milyar USD seviyesinde kalmıştır.
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Daıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
Şekil 4.7.’de ise rezervlerin KVDB’yi karşılama oranı yüzde olarak
gösterilmiştir. Bu şeklin gösterdiği en çarpıcı gerçek, ülkemizin 1995 yılı sonuna
kadar elindeki rezervlerle KVDB’yi karşılayamaması, ancak 1996 yılında
rezervlerinin KVDB miktarında yetebilmesi gerçeğidir. Bir başka deyişle, Türkiye
1995 yılı sonuna kadar uluslararası piyasalarda borçlarını ödemek durumunda
159
kalsa idi, rezervlerimizin tümü dahi kullanılsa bu dış borç ödenemeyecekti. 2001
yılının ikinci yarısından 2009 yılı sonuna kadarki dönemde ise, rezervler KVDB
miktarını karşılamakla kalmamış, 2002 yılı sonunda bu oran yüzde 177
seviyesine ulaşmıştır.
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
Yukarıdaki açıklamalar ışığında, rezervlerimizin kısa vadeli dış borç
yaklaşımı çerçevesinde 2000 yılının ikinci yarısından itibaren yeterli olduğu ve
bir yıllık dış borçlarımızı karşılayacak seviyeye ulaştığı söylenebilmektedir.
4.4. ÖDEMELER DENGESİ HESAPLARI VASITASIYLA TÜRKİYE’DEKİ
REZERV BİRİKİMİNİN İNCELENMESİ
Ödemeler bilançosu, belli bir dönemde bir ekonominin diğer ekonomilerle
yaptığı tüm işlemleri özetleyen bir tablodur. Ödemeler bilançosunun izlenmesi,
sermaye birikiminin nasıl finanse edildiğini göstermesi bakımından önem
160
taşımaktadır. Rezervleri belirleyen faktörlerin başında ödemeler dengesi
kalemlerindeki gelişmeler gelmektedir. Ödemeler bilançosu dengesi ve rezervler
arasındaki bu doğrudan ilişki, rezerv birikim sürecini de doğrudan etkilemektedir.
Ülke rezervlerinin artması için, ülkelerin cari işlemler ve sermaye hareketleri
dengelerinin toplamından fazla vermesi (dış borçlanma dâhil) gerekmektedir.
Cari işlemler fazlası vermenin ilk ve en temel yolu dış ticaret fazlası vermekten
yani ithalattan fazla ihracat yapmaktan geçmektedir. Türkiye’nin cari işlemler
hesabı içerisinde yer alan, yurtdışında çalışan işçilerin ülkeye döviz transferleri
kalemi Türkiye’ye özgü bir kalem olup, cari işlemler dengesinin sağlanmasında
önemli katkı sağlamaktadır. Ayrıca, turizm gelirleri de ülkemiz için önemli bir
döviz kaynağı olarak cari işlemler dengesi içerisinde dikkate değer bir yere sahip
olmaktadır.
Türkiye ekonomisi için dönüm noktalarına baktığımızda, 1989 yılında
sermaye hareketlerini serbest bırakan 32 Sayılı Karar önemli yer tutmaktadır.
Sermaye hareketleri ülkemizde 1980’li yıllarda sıkı kontrol altında iken, Bölüm
2’de açıklanan “Washington Mutabakatı”nın etkisi ile 11.08.1989 tarihli Resmi
Gazete’de yayımlanan “32 Sayılı Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkındaki
Karar” ile tam serbestliye kavuşmuş ve TL’nin konvertibilitesi sağlanarak
ekonomi dışa açılmıştır. 32 Sayılı Kararın alınmasının temel nedeni, kamu
açıklarının ve yüksek büyüme oranının finansmanını sağlayacak yeni kaynaklara
ihtiyaç duyulmasıdır. Bu kararla birlikte, Türkiye’ye döviz ithali serbest hale
gelmiş, Türkiye’de yerleşik kişilerin beraberlerinde döviz bulundurmaları,
bankalar, özel finans kurumları, yetkili müesseseler, posta idareleri ile kıymetli
maden aracı kuruluşlarından döviz satın almaları, dövizleri bankalarda
açacakları döviz hesaplarında tutmaları, efektif olarak kullanmaları, bankalar ve
özel finans kurumları vasıtasıyla yurt içinde ve yurt dışında tasarruf etmeleri
serbest bırakılmıştır. 1990 sonrası dönem incelendiğinde, 32 sayılı Kararın etkisi
161
ile yaşanan finansal serbestleşmenin ekonominin şekillendirilmesinde önemli rol
oynadığı görülmektedir.
4.4.1. Cari İşlemler Hesabı
Ödemeler bilançosundaki cari işlemler hesabı, kısaca ülkenin kazandığı
ya da kaybettiği döviz tutarını gösterir. Türkiye diğer bir çok gelişmekte olan ülke
gibi, hızlı kalkınmak için yeterli yerli tasarruflara sahip olmayan, bu kalkınma için
gerekli sermaye ve ara malı ithalatı yüksek olan bir ülkedir. Şekil 4.8.’de de
görüleceği gibi, 1990-2009 yılları arasında, ekonomide yaşanan kriz veya
daralma durumları hariç cari işlemler hesabının devamlı açık verdiği
görülmektedir. Özellikle de bu açık 2002 sonrası dönemde ciddi şekilde artmış,
özellikle 2008 yılında 43 milyar USD seviyesine çıkmıştır. Ancak, dünyada
yaşanan ekonomik krizin etkisiyle, uluslararası talep azalmış, dolayısıyla ithalat
kalemi azalma göstermiştir. Sıcak para akımları, ulusal piyasalardaki yüksek reel
faize yönelerek kısa vadeli bir rezerv birikimi sağlamakta ve bu şekilde ulusal
paranın yabancı paralar karşısında aşırı değerlenmesine neden olmaktadır.
TL’nin değerli seyretmesi halinde, ithal malları ucuzladığından ithalatı ve tüketim
talebini arttırmakta, yapay büyüme çevrimleri yaratmaktadır. Bunun yanında
ithalatın artarken, rekabet gücünün azalması nedeniyle ihracatın azalması cari
açığı beslemektedir. Oluşan bu açık bir şekilde finanse edilmelidir çünkü
ödemeler bilançosu sonuçta denk olması gereken bir tablodur. Bu anlamda, cari
işlemler hesabının finansmanında sermaye hareketlerinin kullanılması ve açığın
büyüdüğü
gerekmiştir.
dönemlerde
bir
şekilde
sermaye
girişlerinin
teşvik
edilmesi
162
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
4.4.1.1. Dış Ticaret Dengesi
Cari işlemler hesabının alt kalemlerinden biri olan dış ticaret dengesi, cari
hesabın verdiği açıklarda temel belirleyici olmuştur. Ekonomide yapılan toplam
dış ticaret işlemlerinin sonucunu gösteren dış ticaret dengesi, ihracat hacmi
ithalatı aşarsa fazla verecek, aksi halde dış ticaret açığı oluşacaktır. Şekil 4.9.’da
da görüleceği üzere ülkemiz yapısal olarak dış ticaret açığı veren bir ülkedir. Dış
ticaret açığı özellikle ekonominin hızla büyüdüğü yıllarda artış göstermiştir.
163
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
Türkiye için dış ticaret dengesi 1990-2009 aralığında Şekil 4.9. yardımıyla
izlendiğinde, kriz dönemleri haricinde yüksek açıklar verdiği görülmektedir. 1994
ve 2001 gibi kriz yıllarında dış ticaret açıklarının azalmasında temel neden, kriz
sonrası yaşanan yüksek devalüasyonların ihracatı teşvik ederken ithalatı bir
miktar azaltmasıdır. Rezerv birikimi sağlanmasının bir yöntemi, dış ticaret fazlası
vermek suretiyle döviz girdilerini arttırmaktır. Ancak ülkemizde kriz yılları hariç
devamlı açık veren bir dış ticaret dengesi ile rezerv oluşturulması mümkün
görülmemektedir.
4.4.1.2. Turizm Gelirleri
Türkiye yapısal olarak dış ticaret açığı verirken söz konusu açığın önemli
bir kısmını turizm gelirleri ve işçi dövizleri ile kapatmıştır. Özellikle 1990’lı yılların
başından itibaren turizm gelirleri önemli bir döviz kaynağı olmaya başlamıştır.
Diğer yandan turizm gelirleri özellikle uluslararası siyasal gelişmelerden kaynaklı
164
dalgalanmalar gösterebilmektedir. Şekil 4.10’da ülkemizin turizm gelirleri 19902009 aralığında gösterilmektedir. Genel olarak bakıldığında, 1999 ve 2006 yılı
dışında artış gösteren bu gelirler, 2002 yılından sonra çarpıcı şekilde
yükselmiştir. Ülkemizin bu dönemde turizm gelirleri, diğer Akdeniz ülkelerine
göre fiyat avantajı olması, farklı turizm gruplarına hitap etmesi (kongre, kış,
inanç, spor kulüpleri) ve uluslararası ekonomik ortamda yaşanan refah dönemi
nedeniyle turizm harcamalarının artması nedeniyle yükseliş göstermiştir.
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
4.4.1.3. İşçi Dövizleri
TCMB, diğer modern merkez bankalarının aksine, rezervlerinin önemli bir
kısmını yurtdışında çalışan ve yaşayan işçilerimizden mevduat toplayarak
oluşturmuştur. İşçi Dövizleri hem cari işlemler dengesinin sağlanmasında hem
165
de rezerv oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Bu nedenle İşçi Dövizleri
hesaplarının gelişimine kısaca değinmekte yarar görülmektedir.
TCMB’nin yükümlülükleri arasında yer alan ve yurt dışında ikamet eden,
oturma veya çalışma izni bulunan ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına sahip
gerçek kişilerin TCMB nezdinde açmış oldukları döviz tevdiat hesaplarıdır.
Yurtdışındaki işçilerimizin birikimlerini TCMB nezdindeki hesaplara yatırmaları
1967 yılında Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) hesaplarının uygulamaya
konmasıyla başlamıştır. DÇM hesaplarının amacı, Türk işçilerinin Türkiye’ye
döviz göndermelerini teşvik etmek, dış ticaret açığı nedeniyle ithalatın
finansmanı için dış kaynak sağlamak, bu sayede kısa dönemli döviz sıkıntısını
gidermek, döviz rezervlerini arttırmak, yurt içi ve dışı mali piyasaları birbirine
bağlamaktı (Suğanlı, 2003). Ancak DÇM uygulaması beklendiği gibi gelişmemiş,
uygulanan faiz hadleri ve sabit kurdan dövize dönüştürmenin sağladığı yüksek
getiri
avantajları
işçilerin
birikimlerinden
ziyade
uluslararası
sermayeyi
Türkiye’ye çekmiştir. İşçi sermayesinin daha uzun süre kalması ve yurt dışına
çıkarılmaması hedeflenirken, uluslararası yatırımcıların kısa vadeli beklentileri
DÇM’yi amacından saptırmıştır.
1970’li yıllarda Türkiye ekonomisinde yaşanan döviz darboğazının
aşılabilmesi için 1976 yılında DÇM tasfiye edilmiş, Kredi Mektuplu Döviz Tevdiat
Hesabı (KMDTH) uygulamaya konularak döviz darboğazı aşılmaya çalışılmıştır.
KMDTH sisteminde en fazla miktarda tasarrufu ülkeye çekebilmek için, Dresdner
Bank AG ile özel bir anlaşma yapılmış, Türk işçilerine temlik ve ciro edilemeyen
kambiyo senedi mahiyetinde olmamakla birlikte, Dresdner Bank AG’den para
yatırılıp çekme imkanı veren Kredi Mektupları düzenlenmiştir.
1994 yılında ortaya çıkan mali kriz ve karşılaşılan döviz darboğazını
aşmak için KMDTH benzeri olan, ancak faizi daha yüksek tutulan Süper Döviz
166
Hesapları (SDH) uygulamaya konmuştur. Halen TCMB bünyesinde KMDTH ve
SDH olmak üzere iki çeşit hesap bulunmaktadır. Söz konusu hesaplar, uygun
faiz getirisi, Merkez Bankası’na duyulan güven, para yatırma ve çekme
işlemlerinde sağlanan kolaylıklar gibi nedenlerle yurtdışında yaşayan ve ülke
ekonomisine katkıda bulunmak isteyen vatandaşlarımızın yoğun ilgisiyle
karşılaşmış
ve
ihtiyaç
duyulan
dönemlerde
döviz
gereksiniminin
karşılanmasında bu hesapların önemli katkısı olmuştur.
Günümüzdeki merkez bankaları TCMB gibi Döviz Tevdiat Hesabı
yükümlülüğü taşımasa da, 1970’li yıllardan bugüne rezervlerin önemli bir
kaynağını
teşkil
eden
DTH
yükümlülüğüne
sahiptir.
Teoride,
merkez
bankalarının krizler sırasında ülkenin döviz ihtiyacını rezervlerini kullanarak
önemli ölçüde gidermesi, piyasalardaki aşırı dalgalanmaları engellenmesi
beklenmektedir. Ancak, döviz rezervlerinin her an önemli ölçüde azalabilecek
yükümlülükler karşılığında oluşturulmasının bu tip dövizlerin kriz esnasında
kullanılamayacağı sonucunu doğuracağı dolayısıyla ülkemiz rezervlerinin
görünenden az olduğu ileri sürülmektedir. Bu çerçevede İşçi Dövizi hesaplarının
karşılığında oluşturulan döviz rezervlerinin sağlam bir rezerv kaynağı olup
olmadığının araştırılması için İşçi Dövizi hesaplarının 1990-2009 yılları
arasındaki dönemde kriz ve piyasalardaki aşırı dalgalanma esnasında nasıl bir
seyir izlediğinin belirlenmesi gerekmektedir.
Şekil 4.12’de de görüldüğü gibi, İşçi Dövizi hesaplarının tarihi gelişimi
incelendiğinde, bu hesapların hiçbir zaman sıcak para niteliğindeki döviz
kaynağı olma özelliği taşımadığı görülmektedir. Bu çerçevede, İşçi Dövizi
hesaplarını güvenli rezerv kaynağı olarak değerlendirmek mümkündür. Şekil
4.12.’den de görülebileceği gibi İşçi Dövizleri hesapları genel olarak artma
eğilimindedir. 1990 yılında 7,41 milyar USD seviyesinde olan bu hesaplar, 2009
yılı sonu itibariyle 14,3 milyar USD seviyesine yükselmiştir. Kriz yılları
167
incelendiğinde, İşçi Dövizi hesaplarının 1994, 2000-2001 ve 2007-2009
yıllarında, yaşanan krizler nedeniyle ülkeden çıkış yapmadıkları, hatta 1994
yılında bu hesaplarda artış olduğu görülmektedir. Portföy yatırımları gibi, kriz
dönemlerinde ülkeden çıkış yapmayan ve bu sayede ekonomik sistem üzerinde
baskı unsuru olmayan bu tip hesaplar sağlam rezerv kaynağı olarak
değerlendirilebilmektedir.
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
İşçi dövizi hesaplarının kabul edilmeye başlanması aşamasında, hızlı
rezerv birikiminin sağlanması amacına yönelik olarak bu hesaplara yüksek faiz
oranları uygulanmıştır. Ancak zamanla, gerek uluslararası piyasalarda faiz
oranlarında görülen gelişmeler ve düşüş, gerekse mevcut kur rejiminin tanıdığı
esneklik doğrultusunda uygulanan faiz oranları belirli aralıklarla gözden
geçirilerek aşamalı olarak piyasa koşulları ile uyumlu hale getirilmesi
hedeflenmiştir. Bu bağlamda işçi dövizi hesaplarına uygulanan faiz oranları
168
kademeli olarak düşürülmüştür. Bu nedenle 2004 yılından sonra söz konusu
hesapların seviyesinde düşme eğilimi görülmektedir.
İşçi Dövizleri hesapları dönem içerisinde artış gösterirken TCMB
rezervleri de daha hızlı bir şekilde artmıştır. 1990 yılında bu hesapların
rezervlere oranı yüzde 126 iken, 2009 itibariyle bu oran yüzde 18 seviyesine
düşmüştür (Şekil 4.11).
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
4.4.2. Sermaye ve Finans Hesapları
Sermaye giriş ve çıkışları, ödemeler bilançosu içinde sermaye ve finans
hesaplarının altında finans hesabında izlenmektedir. Finans hesabının altında,
ülkemize yapılan uzun ve kalıcı yatırımların izlendiği Doğrudan Yatırımlar, hisse
senetleri ve borç senetleri aracılığı ile ülkeye giren sermayeyi gösteren Portföy
169
Yatırımları, ticari ve nakit kredilerin, bankaların muhabirleri nezdindeki döviz
mevduatının, IMF’den alınan kredilerin ve yurtdışında yerleşik kişilerin bankalar
ve TCMB nezdindeki mevduatlarının izlendiği Diğer Yatırımlar kalemi ve son
olarak IMF nezdindeki varlıklar ile resmi rezerv kalemlerinden oluşan Rezerv
Varlıklar kalemi bulunmaktadır (TCMB, 2006:5-9).
4.4.2.1. Portföy Yatırımları
Portföy yatırımları kalemi, ödemeler dengesi bilançosu içerisinde en fazla
oynaklık gösteren ve özellikle kriz dönemlerinde en fazla sıkıntı yaratan
kalemdir. Şekil 4.13.’te portföy yatırımlarının 1990-2009 dönemindeki durumu
ortaya konmaktadır.
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
170
1989 yılındaki 32 Sayılı Karar sonrasında sermaye hareketlerinin
serbestleşmesi ile hızlanan portföy yatırımları ve Hazinenin yüksek borçlanma
gereği nedeniyle yüksek seyreden reel faizler zaman zaman ülkeye sıcak para
olarak tanımlanan spekülatif nitelikli kısa vadeli yabancı sermaye, girişlerine yol
açmış, söz konusu sermaye kriz zamanlarında ülkeden çok kısa sürede çıkarak
finansal piyasalarda dalgalanmalara yol açmış ve krizin etkilerini derinleştirmiştir.
Şekil 4.13. vasıtasıyla, portföy yatırımlarının izlediği yola bakıldığında,
yatırımların 1993 ve 2004-2006 yılları arasında en yüksek seviyesine ulaştığı
görülmektedir. Portföy yatırımları 1993 yılında kamu açıklarının kapatılmasına
yönelik olarak genel hükümetin yurtdışında yaptığı tahvil satışları sonucunda 3,9
milyar USD seviyesine yükselmiştir. 2004, 2005 ve 2006 yıllarında sırasıyla 8,2;
13,4 ve 7,3 milyar USD seviyesinde gerçekleşen bu yatırımlardaki artış yine
genel hükümetin borçlanmasından ancak bu kez yurtdışına değil ağırlıklı olarak
yurtiçine yaptığı tahvil satışlarından kaynaklanmaktadır (Kar ve Kara, 2003:7-8).
Ülkemizden en yüksek miktarlı portföy yatırımları çıkışı; Asya ve Rusya
krizlerinin etkisiyle 1998 yılında olmuş ve 6,71 milyar USD seviyesinde sermaye
kaçışı yaşanmıştır. 2001 yılında Türkiye’de ülke içinde yaşanan krizle birlikte
4,51 milyar USD ve 2002’de kısmen istikrarsızlığın devam etmesine paralel
olarak 593 milyon USD ülke ekonomisinden çıkmıştır. Son yıllarda yaşanan en
yüksek miktarlı çıkış ise, küresel mali krizin bir yansıması olarak 2008 yılında
yaşanmış ve sermaye çıkışı 5,04 milyar USD seviyesine ulaşmıştır. Küresel
finans kriziyle birlikte 2008 yılının ikinci yarısından itibaren yüksek düzeyde çıkış
gösteren portföy kaynaklı sermaye akımları, 2009 yılının ikinci çeyreğinden
itibaren hisse senedi, ardından Devlet İç Borçlanma Senetleri yatırımları yoluyla
giriş yönlü bir eğilim göstermektedir. Bu giriş eğilimi Ekim-Kasım döneminde de
hızlanarak devamlılık göstermektedir (TCMB Ödemeler Dengesi Raporu,
2009:19). Bu çerçevede, portföy yatırımları sağlam yapılı bir sermaye girişi ve
sağlıklı bir rezerv kaynağı olmayıp, piyasalardaki istikrarsızlık ile ülkenin
171
ekonomik ve siyasi ortamından çok fazla etkilenen, hatta bu istikrarsızlığı artıran
bir faktör olarak değerlendirmek daha sağlıklı olacaktır.
4.4.2.2. Doğrudan Yabancı Yatırımlar
Doğrudan yabancı yatırımlar, yabancı sermayenin Türkiye'de yapmış
olduğu fiziki yatırımları ifade etmektedir. Bu yatırımların teşviki amacıyla 1980
sonrası yabancı sermaye mevzuatı tekrar düzenlenmiştir. 1986, 1992 ve 1995
yıllarında yabancı sermaye çerçeve kararlarında yapılan değişiklerle mevzuat
daha liberal hale gelmiş ve 1996 yılında AB ile imzalanan Gümrük Birliği ve
1999 yılında da uluslararası tahkim yürürlüğe girmiştir (TCMB, 2000:52).
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
Şekil 4.14 incelendiğinde, Türkiye’de 1990 sonrası dönemde doğrudan
yabancı sermaye girişlerinin 2001 ve 2005 sonrası hariç ekonomi açısından
172
önemli bir kaynak yaratmadığı görülmektedir. 2005-2009 yılındaki artışın sebebi,
yalnız elde edildiği dönem için kaynak yaratan özelleştirme gelirleridir. Bu
bağlamda, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının izlenen dönem içinde
rezerv ediniminde önemli bir fayda sağladığını söylemek oldukça güçtür. Şekil
4.15.’te de net bir biçimde görüldüğü gibi Türkiye’nin 2005-2009 dönemindeki
özelleştirme gelirleri 29,14 milyar USD seviyesine gelerek doğrudan yabancı
yatırımlar içerisindeki payı % 41,8 olmuştur.
Şekil 4.15. Türkiye'nin Özelleştirme Gelirleri
(1990-2009, Milyon USD)
8222 8096
6297
4622
4259
2717
2274
1283
2009
2008
2007
2006
2005
2004
187
2003
536
2002
2001
2000
120
1990-1999
9000
8000
7000
6000
5000
4000
3000
2000
1000
0
Kaynak: T.C. Başbakanlık Özelleştirme Đdaresi Başkanlığı Özelleştirme Portföyü Genel Görünüm, Erişim:
http://www.oib.gov.tr/portfoy/portfoy.htm
Doğrudan yatırımlar, ülkeye sermaye getirmesinin yanında teknoloji
transferi sağlaması, yeni iş sahaları açması ve spekülatif piyasa hareketlerinden
etkilenmemesi bakımından en çok tercih edilen yabancı yatırım türü ve en
sağlıklı ve kalıcı döviz kaynağıdır. Gelişmekte olan ülkelerin aldığı yabancı
sermaye yatırımlarının yüzde 40’tan fazlası doğrudan sermaye yatırımları
şeklinde olmaktadır (Terzi ve Günaydın,1997:53) Ancak Türkiye için bu geçerli
173
olamamaktadır.
Özelleştirme
gelirlerini
çıkardığımızda
istihdam
yaratıcı
doğrudan yabancı sermayenin seviyesinde yüzde 50’ye yakın bir düşüş göze
çarpmaktadır. Bu da ülkenin yabancı sermayeyi, çekecek gerekli düzenlemeleri,
ekonomik istikrarı ve yapısal reformları gerçekleştiremediğini göstermektedir.
4.3.3. Dış Borç Stoku Gelişmeleri
TCMB’nin
1990-2009
dönemindeki
rezerv
artışına
bakıldığında
rezervlerin 67,4 milyar USD arttığı görülmektedir. 2001 yılında 19,8 milyar USD
olan rezervler, 2005 yılında 52,4 milyar USD’ye ve 2009 yılında da 74,4 milyar
USD’ye yükselmiştir. 1996-2009 yılları arasında Türkiye’deki dış borç stoku
gelişmeleri Şekil 4.16.’da gösterilmektedir.
Özellikle 2001 sonrası dönemde, kamu kesiminin borç stokunda önemli
bir değişiklik kaydedilmezken (70,7 milyar USD’den 97,16 milyar USD’ye
yükselmiştir), özel kesim borç stoku ise aynı dönemde 43,1 milyar USD’den
176,3 milyar USD’ye yükselmiştir. Özel kesim dış borçtaki artışın nedeni, yurtiçi
faizlerin bu dönemde yüksek olması nedeniyle özel kesimin yurtdışından
borçlanmasıdır. TCMB de yaptığı ihaleler neticesinde özel kesimin borçlanarak
elde ettiği bu fonun fazlasını alarak rezervlerini arttırmıştır.
174
Şekil 4.16. Dış Borç Stoku Gelişmeleri
(1996-2009, Milyar USD)
300
250
200
150
100
50
TOPLAM DIŞ BORÇ STOKU
KAMU KESİMİ
2009
2008
2007
2006
2005
2004
2003
2002
2001
2000
1999
1998
1997
1996
0
ÖZEL KESİM
Kaynak: TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), Erişim: http://evds.tcmb.gov.tr/
Türkiye’de 2001 yılında dalgalı kur rejimi uygulanacağının ilan
edilmesinden bu yana, TCMB çeşitli zamanlarda döviz piyasalarına doğrudan
müdahalelerde bulunarak döviz kurlarında gözlenen aşırı oynaklıkları azaltmayı
hedeflemiştir. Bununla birlikte düzenlemiş olduğu döviz alım ve satım ihaleleri ile
döviz piyasalarındaki arz ve talep fazlasını dengelemeye çalışmıştır.
2005 yılında TCMB, şeffaflık politikası gereği 2002 yılından itibaren
gerçekleştirmiş olduğu doğrudan müdahaleleri ve ihaleleri gerekçeleri ile birlikte
kurum internet sitesinde yayımlamaya başlamıştır. Tablo 4.2’de görüldüğü gibi,
2009 yılında TCMB döviz alım ihaleleri yoluyla 4,31 milyar USD tutarında rezerv
elde etmiş, döviz satım ihaleleri sonucunda ise 900 milyon USD tutarında satım
175
yapmıştır. 2009 yılında TCMB, döviz piyasalarına doğrudan müdahalede
bulunmamıştır.
TABLO 4.2. TCMB TARAFINDAN ALIM-SATIMI YAPILAN DÖVİZ
TUTARLARI (2002-2009, MİLYON USD)
Yıl
2002
2003
2004
2005
2006
2007
2008
2009
Toplam
Döviz
Alım
İhaleleri
795
5.652
4.104
7.442
4.296
9.906
7.584
4.314
44.093
Döviz
Satım
İhaleleri
1.000
100
900
2.000
Döviz Alım
Müdahaleleri
Döviz Satım
Müdahaleleri
16
4.229
1.283
14.565
5.441
25.534
12
9
2.105
2.126
Kaynak: 2009 Yılında Para ve Kur Politikası, TCMB
TCMB, döviz alım/satım müdahalelerini ve döviz alım/satım ihalelerini
spot piyasada TL karşılığında USD alarak/satarak gerçekleştirmiş, döviz alım
ihaleleri de rezerv seviyesinin 2002 yılından günümüze kadar artırılmasında bir
kaynak olarak kullanılmıştır.
4.4.4. Döviz Olarak Takip Olunan Mevduatlar
Kamu kurum ve kuruluşlarının yasal nedenlerle dövizlerini TCMB
nezdinde tutmakla yükümlü olmaları nedeniyle TCMB bilançosunda “Döviz
Olarak Takip Olunan Mevduatlar” kalemi altında bu mevduatlar tutulmaktadır.
2009 yılı sonu itibariyle 19,94 milyar TL seviyesinde olan bu mevduatlar sağlıklı
bir döviz kaynağı olarak değerlendirilebilmektedir. Çünkü dönemler itibariyle söz
konusu mevduatlarda dalgalanma yaşanmamakta ve TCMB bu mevduatlara İşçi
Dövizleri hesaplarının aksine faiz ödememektedir.
176
4.4.5. Uluslararası Kuruluşlara Karşı Yükümlülükler
Uluslararası kuruluşlara özellikle de IMF’e karşı yükümlülükler ise sağlıklı
olmayan, sadece geçici nitelikte ve ihtiyacı olan ülke ekonomisinin kısa vadede
kullanacağı bir rezerv imkanı olarak değerlendirilmelidir. Merkez bankaları söz
konusu kredilere rezervlerin değerlendirilmesinden daha fazla faiz ödemektedir.
IMF, Bölüm 1’de detaylı bir şekilde değinildiği üzere, ülke merkez bankalarına
veya hazineye IMF gözetiminde istikrar programı uygulamaları sırasında
genellikle 3-5 yıl içinde geri ödenmek üzere kredi vermektedir. Bu kredilerin
geçici bir rezerv kaynağı olduğu dikkate alındığında, merkez bankalarının geri
ödemeler sırasında karşılaşacakları rezerv kaybını dikkate alarak, bu kredileri
sağlam ve sağlıklı bir rezerv kaynağı olarak görmemesi anapara ve faiz geri
ödemeleri öncesi rezervlerini güçlendirmesi gerekmektedir.
Tablo 4.3.’te Türkiye’nin IMF ile yapmış olduğu Stand-By Anlaşmaları
çerçevesinde 1984’den günümüze kullandığı krediler ve kalan borç miktarı
gözükmektedir.
177
TABLO 4.3. TÜRKİYE’NİN IMF’DEN KULLANDIĞI KREDİ
MİKTARLARI (1984-2009, BİN SDR)
Başlangış
Tarihi
Sona
Erme
Tarihi
Anlaşma
Miktarı
Kullanılan
Miktar
Kalan Borç
Miktarı
Stand-By
Anlaşması
11 Mayıs
2005
10 Mayıs
2008
6.662.040
6.662.040
5.076.336
Stand-By
Anlaşması
4 Şubat
2002
3 Şubat
2005
12.821.200
11.914.000
0
Stand-By
Anlaşması
22 Aralık
1999
4 Şubat
2002
15.038.400
11.738.960
0
(Ek rezerv
kaynakları
destekli)
21 Aralık
2000
20 Aralık
2001
5.784.000
5.784.000
0
Stand-By
Anlaşması
8 Haziran
1994
7 Mart
1996
610.500
460.500
0
Stand-By
Anlaşması
4 Nisan
1984
3 Nisan
1985
225.000
168.750
0
35.357.140
30.944.250
5.076.336
TOPLAM
Kaynak: IMF, Turkey: History of Lending Arrangements from May 01, 1984 to December 31, 2009,
http://www.imf.org
Türkiye özellikle Şubat 2001 krizi sonrası IMF’den yüklü tutarlarda kredi
kullanarak rezervlerini yüksek düzeylerde tutabilmiş, TCMB söz konusu kredi
geri ödemelerini de dikkate alarak, dalgalı kur rejimiyle fazla çelişmemek
kaydıyla, yukarıda detayları verildiği gibi döviz alım ihaleleri ve/veya doğrudan
müdahalelerle döviz rezervlerini program öngörülerinin de üzerinde arttırmaya
çalışmıştır. Bu artışta, IMF’nin Asya Krizi’nden sonra yaptığı politika değişikliği
ve ülkelerin rezerv miktarlarını yükseltilmesinin desteklenmesi kararının Türkiye
özelinde uygulanmasının da etkisi büyüktür. 2000-2001 kriz döneminde alınan
kredinin, Türkiye’nin ihtiyacı olan dövizi sağladığı görülmekle beraber, Stand-By
Anlaşması’nın sona erdiği Mayıs 2008’den sonraki dönemde, IMF ile rezerv
ihtiyacının karşılanması amacıyla yeni bir anlaşma yapılması TCMB’nin
rezervleri dikkate alındığında gerekli görülmemektedir. Türkiye’nin önümüzdeki
178
yıllarda yapacağı anapara ve faiz ödemesi ise Tablo 4.3.’te gösterilmektedir.
TABLO 4.4. TÜRKİYE’NİN 2010-2014 DÖNEMİNDE IMF’YE YAPACAĞI
ANAPARA VE FAİZ ÖDEMELERİ (MİLYON SDR)
2010
Anapara
Faiz
Toplam
2011
2012
2013
2014
1.422,62
1.780,01
1.311,59
562,11
83,98
40,50
17,70
3,29
0,32
1.506,60
1.820,52
1.329,29
565,40
0,32
Kaynak: IMF, Turkey: Financial Position in the Fund as of December 31, 2009, http://www.imf.org
Sonuç olarak, 1990-2009 yılları arasında TCMB rezerv birikimi üzerinde,
portföy yatırımları, IMF kredileri, İşçi Dövizleri hesapları, turizm gelirleri, döviz
alım ihaleleri ve müdahaleler ile özel kesim dış borçlanması ve özel kesim cari
işlemler fazlası etkili olmaktadır.
4.5. TÜRKİYE’DE UYGULANAN DÖVİZ KURU REJİMLERİ VE TCMB
REZERVLERİ İLİŞKİSİ
4.5.1. 1994 Öncesi Durum
İstikrarın kalıcılığında en önemli unsur, döviz kurlarında istikrarın
sağlanmasıdır.
Türkiye’de
günümüze
kadar
uygulanan
kur
rejimlerine
bakıldığında, 1980 öncesinde sıkı döviz kontrollerine dayanan sabit kur rejimi
uygulamalarının söz konusu olduğu ve bu dönemde döviz rezervlerinin temel
olarak kısa dönemli ihtiyaçların karşılanmasında kullanıldığı görülmektedir.
1980’lerin başından itibaren serbestleşme (liberalizasyon) uygulamalarına
179
başlanması ve kambiyo kontrollerinin büyük ölçüde kaldırılması ile birlikte
bankaların yanı sıra kurumların ve bireylerin de döviz bulundurmalarına izin
verilmiştir. Bu değişikliklerle beraber ülke döviz rezervlerinde ciddi birikim
sağlanmış ve TCMB öncülüğünde kurulan piyasalar aracılığıyla iç ve dış finansal
piyasalara güven verme konusunda rezerv birikimine katkıda bulunmuştur.
Rezervler bu ortamda kırılganlığın ya da güvenilirliğin göstergesi halini almış ve
bir yandan sermaye girişlerinin piyasalarda yarattığı baskılar sterilize edilmeye
çalışılırken bir yandan da spekülatif sermayenin çıkış riskine karşı güçlü rezerv
pozisyonu önem kazanmıştır (Yeldan, 2001: 135-141).
Ülkemizde uygulanan kontrollü kur veya sabit kur rejimlerinde, zımni veya
açıkça
hedeflenen
bir
kur
değerinin
olması
TCMB’nin
politikalarının
şekillenmesinde büyük önem taşımıştır. Çünkü belli bir kur değerinin
hedeflendiği veya açıkça taahhüt edildiği durumlarda, TCMB kendisine getirilen
tüm dövizleri alma ve piyasanın ihtiyaç duyduğu döviz talebini karşılama
taahhüdünün de altına girmiştir. Döviz rezervleri talebinin yüksek olması, olası
döviz krizlerine bağlıdır. Genel ekonomik durum itibariyle ülke parasının değerini
yitirmesi gerekirken, izlenen politikalarla aşırı değerlenmesi desteklendiğinde,
ülke parasından kaçış yaşanmaya başlayacak ve bunu engellemeye çalışan
merkez bankalarının rezervleri tükenecektir. Sonuçta döviz kurlarının genel
ekonomik durumuna paralel olarak gerçekçi şekilde belirlenmesi ihtiyacı
doğacaktır. Ülkemizde de ekonomik veya politik herhangi bir krizin oluşması
halinde, yatırım alternatiflerinin çok çeşitlenmemiş olması nedeniyle döviz
finansal korunma amacıyla yoğun şekilde talep edilmektedir. Başka finansal
korunma alternatiflerinin olmaması ve türev piyasalarının kullanılmaması
sonucu, rezervlerin sınırlı olduğu bir ortamda kısa vadeli ve portföy sermaye
hareketleri ile beslenen ülkemiz ekonomisinde yaşanacak ani spekülatif çıkışlar
döviz krizini gündeme getirmektedir. Bu koşullar altında, TCMB rezervlerini
yüksek tutmak durumunda kalmaktadır.
180
4.5.2. 1994-1999 Arası Dönem
1994 Krizi’ne kadar olan dönemde TCMB’nin temel amacı, döviz kurunun
belli bir seviyenin üzerine çıkmasını engellemek, bundan sonra 1998 yılına
kadar ise, reel döviz kurunun istikrarını sağlamak olmuştur (TCMB, 2002:35).
1990’lar boyunca yaşanan hızlı büyüme, borçların artışını da beraberinde
getirmiş ve dış kaynak ihtiyacı giderek artmıştır. Bankaların açık pozisyonlarının,
cari açığın ve finansal kırılganlığın giderek arttığı bir ortamda ülke ekonomisinde
büyüme ve birikimin de tamamen yabancı sermaye girişlerine bağlanmış olması,
ekonomide yaşanacak olası dengesizliklere karşı TCMB’nin döviz rezervlerini
arttırma ihtiyacını doğurmuştur. Yabancı yatırımcıların bir nedenle piyasadan
çekilmeleri halinde kurda sert dalgalanmalar olacağından TCMB 1990-1999
aralığında rezervlerini yüksek tutmaya çalışmış, bu çerçevede rezervlerini 7,561
milyar USD’den (1990 yılı seviyesi) 24,356 milyar USD’ye (1999 yılı seviyesi)
yükseltmiştir.
4.5.3. 1999 Sonrası Dönem
1999 yılında IMF’ye sunulan niyet mektubunda 2000 yılı başında
uygulamaya
konulmak
üzere
Enflasyonu
Düşürme
Programı
(EDP)
yapılandırılmış, bu çerçevede döviz kuru nominal çapasına dayalı para programı
uygulamasına geçilmesi öngörülmüştür. Program süresince iki farklı kur rejimi
kullanılmıştır. Ocak 2000-Haziran 2001 dönemindeki 18 aylık sürede, ‘enflasyon
hedefine yönelik kur sepeti’ uygulanması, 1 dolar ve 0,77 Euro’dan oluşan kur
sepetinin günlük değerinin, 2000 yılbaşından itibaren bir yıllık süreyi kapsayacak
biçimde
yatırımcıların
önündeki
belirsizlikleri
azaltmak
üzere
önceden
duyurulması kararlaştırılmıştır. Uygulamada günlük artış oranları yüzde % 20
olarak hedeflenen yıllık TEFE artış oranına göre belirlenmiş ve çeyrekler
itibariyle TL’nin kur sepeti karşısındaki öngörülen değer kayıpları açıklanmıştır.
181
Takip eden ikinci 18 aylık dönemde ise (Temmuz 2001-Aralık 2002) ‘kademeli
olarak genişleyen band’ çerçevesinde bir kur politikası yürütülmesi, bandın
toplam genişliğinin 31 Aralık 2001’de yüzde 7,5, Haziran 2002’de yüzde 15’e ve
31 Aralık 2001’de yüzde 22,5’e yükseleceği kararlaştırılmıştır. (TCMB, 1999:91).
Kurun bant içinde kaldığı hallerde TCMB’nin herhangi bir şekilde müdahalede
bulunmayacağı taahhüt edilmiştir.
2000 Kasım krizi Türkiye’yi ve TCMB rezervlerini olumsuz yönde
etkilemiş, TCMB döviz kurunu o dönem için savunmuş ancak yeniden
gelebilecek bir atağa karşı direnci zayıflamıştır (Uygur, 2001, s.9). 2000 Kasım
Krizi sırasında artan ülke risk primi ile dış borçlanma imkanları giderek
azalmıştır. Bu ortamda 19 Şubat 2001 tarihinde siyasi bir kriz yaşanması ile
kurlar da yukarı doğru hareketlenmeye başlayınca, TCMB kur taahhüdü
nedeniyle döviz satışı yapmak durumunda kalmış, ancak 22 Şubat’ta kuru
dalgalanmaya bırakmış, ancak ani ve aşırı dalgalanmalar yaşanması halinde
piyasaya müdahale edebileceğini açıklamıştır (TCMB, 2001, s.93).
14 Nisan 2001 tarihinde, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile yapılan
düzenlemeler ile birlikte sabit kur rejimi terkedilerek dalgalı kur rejimine
geçilmiştir. Program ile uygulanmaya başlanan dalgalı kur rejimi ile birlikte
TCMB, döviz piyasalarına sadece aşırı oynaklığı önlemek amacıyla zaman
zaman müdahale etmiş ve döviz likiditesindeki artışa paralel rezerv birikimi
sağlamaya yönelik olarak günlük döviz alım ihaleleri düzenleme yoluna gitmiştir.
Mevcut dalgalı kur rejiminin uygulanmaya başlamasıyla müdahale sıklığı ve
miktarında yaşanan azalma, TCMB’ye rezerv yönetimi ve yatırım stratejisinin
belirlenmesinde vade ve likidite açısından daha fazla esneklik sağlamaktadır.
2000 yılı başında sabit kur rejimlerine geçilmesi daha fazla rezerve
ihtiyaç duyma olgusunu hızlandırırken, 2001 Şubat ayında sabit kur rejiminin
182
terk edilerek dalgalı kur rejimine geçilmesi ile teknik olarak rezerv ihtiyacının
azalması
gerekmektedir.
Ancak
Türkiye
gibi
büyük
ölçüde
sermaye
hareketlerine maruz kalan ülkelerde olası döviz krizlerine karşı rezerv düzeyinin
ihtiyat güdüsüyle yüksek tutulması olağan bir durumdur. Bölüm 3’te ifade edildiği
gibi dalgalı kur sistemine ihtiyaç duyulduğunda müdahale etme kaygısı da
seviyesinin artmasında etkili olmuştur. Ayrıca, 1990-2009 döneminde yaşadığı
finansal krizler nedeniyle Türkiye’nin rezervler açısından bir yedekleme yapması
da olağan karşılanmalıdır. Buna ek olarak, IMF programının da etkisiyle rezerv
seviyesi yükselmeye başlamış, 2001 yılında 19,871 milyar USD olan
rezervlerimiz, 2009 yılı sonunda 74,994 milyar USD seviyesine yükselmiştir.
BEŞİNCİ BÖLÜM
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Uluslararası rezervler, ülkelerarası etkileşimin ve ticaretin arttığı özellikle
Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1990 yılından sonra uluslararası ticaretin önündeki
engellerin kalktığı günümüzde, ülkeleri, kurumları, piyasa aktörlerini ve
akademisyenleri
ilgilendiren
ve
üzerinde
çalışılan
bir
konu
olmuştur.
Günümüzde, uluslararası rezervler için en çok kullanılan ve genel kabul görmüş
tanımlama ise Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund-IMF)
tarafından yapılandır. Buna göre, uluslararası rezervler para otoritesi tarafından
her an kullanılabilen ve kontrol edilebilen, ödemeler dengesi açıklarının
doğrudan finansmanında veya dengesizliklerin yol açacağı olumsuz durumların
dolaylı olarak düzenlenmesi ve denetlenmesinde döviz kurunu etkilemek
suretiyle döviz piyasalarına ve/veya başka nedenlerle piyasalara müdahale
etmek için kullanılan dış aktiflerdir. Rezervlerin en önemli ayırt edici özelliği likit
varlıklar olması, uluslararası bir ödeme aracı olarak kabul edilmesi ve ülkelerin
dış ödemeleri için bir kaynak olmasıdır.
Uluslararası rezerv olarak kabul edilen varlıklar altın, yabancı para
cinsinden döviz, IMF rezerv pozisyonu ve Özel Çekme Hakkı’dır (SDR). Rezerv
varlıkları kompozisyonunun 1960-2009 yılları arasındaki seyrine genel olarak
bakıldığında, toplam rezerv seviyesinin dikkate değer bir şekilde arttığı
görülmektedir. Ülkelerin serbest piyasaları ve serbest ticareti desteklemesinin
yanında, gümrük sınırlandırmalarının azaltıldığı, bölgesel ve uluslararası
ekonomik birliklerin daha fazla işbirliğine gittiği bu dönemde, yaşanan küresel
ekonomik krizlere karşı ihtiyat içgüdüsünün de etkisiyle rezervlere olan talebin
artması kaçınılmazdır. Rezerv bileşenleri toplamı, 1960-2009 döneminde yüzde
899 artarak, 1960’da 60,84 milyar SDR olan seviye, 2009 yılında 5.470,74
milyar SDR’ye yükselmiştir. Rezerv bileşenlerinin dağılımına baktığımızda ise
184
dövizin payının arttığı buna karşın altının payının düştüğü görülmektedir. Döviz
bu dönemde, yüzde 30,74 olan payını yüzde 85,96’ya yükseltirken, altının yüzde
63,40 olan payı yüzde 9,60’a düşmüştür.
Süreç içerisinde değişen güç dengeleri sonucunda rezervlerin miktarı ve
dağılımı gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler açısından farklılıklar göstermektedir.
Dünya rezerv talebi yıllar içerisinde gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere
doğru kaymıştır. 1960 yılında, gelişmiş ülkeler dünya rezervlerinin yüzde
84,66’sına sahipken gelişmekte olan ülkeler ancak yüzde 15,01’ini ellerinde
bulunduruyorlardı. 2009 itibariyle gelişmekte olan ülkeler dünya rezerv
varlıklarının yüzde 58,56’sına sahipken gelişmiş ülkeler yüzde 41,44’üne
sahiptir. Bu farklılık, rezerv varlıklarının dağılımında da göze çarpmaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerin döviz rezervleri içindeki payı yüzde 30,75’ten 2009
yılında yüzde 64,36’ya yükselmiştir. Buna karşın, gelişmiş ülkelerin uluslararası
piyasalara erişiminin daha iyi olması, bu ülkelerin ülke risk primlerinin düşük
olması nedeniyle piyasalardan daha ucuza ve kısa sürede borçlanabilmeleri ve
kendi ulusal paralarının gelişmekte olan ülkeler tarafından döviz rezervi olarak
tutulması bu dağılımda etkili olmuştur. Gelişmiş ülkelerin altın, IMF rezerv
pozisyonu ve SDR içerisindeki payı ise gelişmekte olan ülkelere göre daha fazla
olmaktadır.
Günümüzde ülkelerin gücünü gösteren önemli bir ekonomik gösterge olan
uluslararası rezervlerin bu önemi geçmişte uygulanan uluslararası para
sistemlerinin ve geleneksel rollerinin mirasıdır. Tarih öncesi çağlardan bu yana,
altın ve gümüş gibi kıymetli madenler ekonomi içerisinde bir değişim aracı,
değer ölçüsü, hesap birimi ve basılan madeni paranın temel kaynağı olarak
kullanılmıştır. Bu madenlerin bir standard içerisinde kullanılması “Çift Metal
Maden Standard”ı sistemi ile başlamaktadır. Ancak, Altın Standardı Sistemi,
modern anlamda ilk resmi uluslararası para sistemi olarak karşımıza
185
çıkmaktadır. Dönemin bir başka dikkat çekici özelliği de, mevcut merkez
bankalarının banknot ihraç tekeline sahip olmak, devletin bankası olmak ve
likiditenin son mercii fonksiyonuna sahip olmak olarak sayılabilen günümüzdeki
anlamıyla merkez bankalarının işlevini yerine getirmeye başladığı bir dönem
olmasıdır. Bu çerçevede, merkez bankalarının kurulması ile birlikte, altın
standardı sistemi içerisinde rezerv yönetiminin kurumsallaşmaya başladığı
görülmekte ve bu anlamda ilk banka da İngiltere Merkez Bankası (Bank of
England) olmaktadır. Sanayi devriminin öncüsü Birleşik Krallık ve Londra
sistemin merkezi olmuş, GBP dönemin önde gelen döviz rezervi olarak
uluslararası sitem içerisinde öne çıkmıştır. Iki savaş arası dönemde Birleşik
Krallık bu başat rolünü A.B.D. ile paylaşmak durumunda kalmış, bu dönemde
New York finans merkezi olarak USD de döviz rezervi olarak öne çıkmaya
başlamıştır. Ülkeler savaş sonrasında, tekrar altın standardı sistemine dönmeye
çalışsalar da bunda başarılı olamamışlardır. 1929 Büyük Buhranı ile birlikte de
dünya daha korumacı ve uluslararası ticaretin kısıtlandığı bir ortam olmuştur. II.
Dünya Savaşı sonrası dünya, Bretton Wood Sistemi içerisinde şekillenmiştir.
Dönemin başat ülkesi A.B.D. ve parası da USD olmuştur. 1 ons altının 35
USD’ye eşitlendiği bu dönem, 1973 yıkılmasına kadar bu sabit döviz kuru
üzerinden işlemiştir. Ancak 1973 yılında, sistemin yıkılması sonrası ekonomik
olarak öncü ülkeler dalgalı döviz kurlarına geçiş yapmışlardır. Günümüzde genel
olarak kabul edilen bir uluslararası para sistemi olmamakla beraber, USD’nin
baskın rolü devam etmekte, Bretton Woods sisteminin kurumları IMF ve IBRD
de uluslararası ekonomi içerisindeki faaliyetlerine devam etmektedir.
Ülkeler
çeşitli
sebeplerden
dolayı
uluslararası
rezerv
talebinde
bulunmaktadır. Genel olarak merkez bankaları, ulusal paranın karşılığı olarak,
ödemeler bilançosu dengesini sağlamak için, dış borç servisini karşılamak için,
döviz piyasalarına müdahale nedeniyle, acil durumlara karşı tedbir için, yabancı
para ödemeleri nedeniyle ve ülkenin prestiji için rezerv talebinde bulunurlar.
186
Merkez bankaları rezervlerinin ödemeler dengesi bilançosu içeriside yer
alan bir kalem olması sebebiyle ödemeler dengesi gelir ve giderlerindeki
değişimler doğrudan rezervleri etkilemektedir. Rezervlerin artması için, ülkelerin
cari işlemler ve sermaye hareketleri dengelerinin toplamından fazla vermesi
gerekmektedir. Cari işlemler fazlası vermenin ilk ve en temel yolu dış ticaret
fazlası vermek yani ithalattan fazla ihracat yapmaktır. Türkiye’nin cari işlemler
hesabı içerisinde yer alan, yurtdışında çalışan işçilerin ülkeye döviz transferleri
kalemi Türkiye’ye özgü bir kalem olup, cari işlemler dengesinin sağlanmasında
önemli katkı sağlamaktadır. Ayrıca, turizm gelirleri özellikle Akdeniz ülkeleri için
önemli bir döviz kaynağı olarak cari işlemler dengesi içerisinde dikkate değer bir
yere sahip olmaktadır. Diğer taraftan gelişmekte olan ülkeler için cari işlemler
fazlası vererek döviz rezervlerinin oluşturulması ve/veya arttırılması mümkün
olamamakta, gelişmekte olan ülkeler genellikle rezervlerini sermaye hareketleri
dengesinde fazla vererek gerçekleştirebilmektedirler. Sermaye hareketleri
hesabı temel olarak yurtdışından döviz cinsi alınan borçlardan ya da ülkeye
giren kısa ve uzun vadeli sermaye yatırımlarından oluşmaktadır. Doğrudan
yabancı sermaye yatırımları, bir çok ülke için önemli bir döviz geliri olmakta ve
sağlam bir rezerv kaynağı olarak değerlendirilmektedir. Ancak, doğrudan
yabancı sermaye yatırımları gelişmekte olan ülkeler açısından yeterli bir döviz
ve rezerv oluşturma kaynağı olamamaktadır. Bu nedenle, bu tip ülkeler için en
önemli rezerv oluşturma kaynağı dış borçlanma olarak ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren sermaye hareketleri üzerindeki
sınırlamaların azaltılmasına paralel olarak artan ve spekülatif kazanç peşinde
koşan kısa vadeli portföy hareketleri de bir diğer rezerv kaynağı olmaktadır. Bu
çerçevede,
döviz
rezervlerinin
sağlamlığı
değerlendirildiğinde,
rezerv
kaynaklarının neler olduğu ön plana çıkmaktadır. Cari işlemler fazlası verilerek
ya da doğrudan yabancı sermaye yatırımları ile oluşturulan rezervler en sağlıklı
rezervler olarak değerlendirilirken, sıcak para girişlerinin ya da kamu ve özel
187
kesimin kısa vadeli borçlanması ile oluşturulan rezervler ülkeler için sağlam
rezervler olarak görülmemektedir.
Döviz kuruna müdahale güdüsüyle rezerv talebi ülkelerin uyguladıkları
döviz kuru rejimiyle doğrudan ilişkilidir. Teorik olarak bakıldığında, serbest döviz
kuru rejiminden üstü kapalı veya açık kur taahhüdü olan kur rejimlerine doğru
gidildikçe merkez bankalarının rezervleri ödemeler dengesi gelişmelerinden
daha fazla etkilenmekte, bu da uygulanan kur rejiminin devamını teminat altına
almak açısından daha güçlü rezerv ihtiyacını ortaya çıkartmaktadır. Sabit döviz
kuru uygulayan ülkelerde, merkez bankaları ilan ettikleri ulusal para biriminin
sabitlendiği yabancı döviz veya döviz sepeti karşılığını sağlamak ve ulusal
paraya karşı yapılacak spekülatif ataklara karşı koymak için, rezerv seviyesini
yüksek tutmak durumundadır. Diğer taraftan, tam dalgalı döviz kuru sisteminde
merkez bankaları ödemeler bilançosu dengesini sağlamak amacıyla döviz alım
satımında bulunmayacağından, döviz kurunun piyasa aktörleri ve piyasa
şartlarında arz ve talebe göre belirleneceğinden, merkez bankasının rezerv
talebinde bulunmasına ve müdahale güdüsüyle rezerv bulundurmasına gerek
yoktur. Buna karşın, yapılan uygulamalar teorinin tam tersinin ülkeler tarafından
gerçekleştirildiğini
göstermektedir.
Dalgalı
kur
rejiminin
tam
olarak
uygulanmayarak sabit kur rejimi gibi yönetilmeye çalışılması, piyasalara
müdahale isteği, değer saklama ve krizlere karşı güvence sağlama gibi bazı
nedenlerle rezerv talebinin arttığı görülmektedir. Dalgalı kur rejiminin tam olarak
uygulandığı ülkelerde bile ilerde oluşabilecek rejim değişikliklerine karşı rezerv
talep edilmektedir. Bunun yanı sıra, uluslararası piyasalardan kendi ulusal
paraları cinsinden borçlanamayan ülkeler de yükümlülüklerini yerine getirirken
döviz kuru uyumsuzluğu yaşamamak için rezerv talep etmektedirler.
Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkeler olası bir savaş, ekonomik
kriz, politik dengesizlik, ülkelerin uluslararası izolasyona uğraması gibi
olağanüstü durumlarla karşılaşabilirler. Uluslararası piyasalarla olan bağlantının
188
kesilmesi, ihtiyaç duyulan fonların sağlanamaması gibi risklere karşı bütün
ülkeler belli miktarda rezerv bulundurmak zorundadır. Son yıllarda “sıcak para”
diye de adlandırılan kısa vadeli yabancı sermayenin ülkelerden ani ve büyük
miktarlı çıkışı nedeniyle oluşan finansal krizler nedeniyle ihtiyat güdüsüyle acil
durumlara karşı rezerv talebi artış göstermiştir. Özellikle Asya Krizinde geniş
rezervlere sahip ülkelerin krizden daha az hasarla çıkması bu görüşü
desteklemektedir.
Acil durumalara karşı ihtiyati para talebi, uluslararası son borç verme
mercii olarak görev yapacak bir kurumun var olup olmadığı konusunu tartışmaya
açmıştır. Uluslararası son borç verme mercii olacak kuruluş, ülkeler için gerekli
fonlamayı uluslararası likiditenin ve uluslararası ekonomik düzenin ani çöküşünü
engellemek üzere talep eden tüm ülkelere sağlamalıdır. Ayrıca, bir kurumun,
uluslararası son borç verme merci olabilmesi, rezerv yaratma kabiliyetinin
olması, hızlı karar alması ve ihtiyaç duyulan likiditeyi ihtiyaç duyulan zamanda
sağlamasına bağlıdır. Böyle bir kurumun bulunduğu bir ortamda ülkelerin hazır
durumda bulunduracakları rezerv düzeyinin azalacağı kesindir ancak literatürde
bu konuda yapılan çalışmalar günümüzde bu fonksiyonu yerine getiren ve
hukuken statüsü düzenlenmiş uluslararası son borç verme mercii olarak görev
yapabilecek bir kurumun varlığından söz edilemeyeceğini ortaya koymaktadır.
Bunlara ek olarak, ülkelerin ekonomik yapısı, uyguladığı kur rejimi, dış
ticaret uygulamaları, para ve kur politikası ile ülkenin gelişmişlik düzeyi gibi
faktörler rezerv yönetim politikalarını etkilemektedir. Ülkelerin döviz kuru rejimi
teorinin aksine, sabit kur rejiminden dalgalı kur rejimlerine gittikçe rezerv
talepleri de artmaktadır. Ayrıca, ülkelerin uluslararası ekonomik çevre ile olan
entegrasyon seviyesi arttıkça, kısa vadeli sermaye hareketlerine ve portföy
hareketlerine karşı kırılganlığı artmakta, bu nedenle ülkeler daha fazla rezerv
talep etmektedir. Son olarak, gelişmiş ülkeler piyasalardan daha kolay ve uygun
189
faizle kredi bulabilmeleri ve ulusal paralarının yabancı para cinsinde döviz olarak
talep edilmesi nedeniyle, gelişmekte olan ülkelere göre daha az rezerv
bulundurmaktadırlar. Gelişmekte olan ülkeler ise, dışa açık gelişmekte olan
ülkelerin dış şoklara daha büyük ölçüde maruz kalabilmeleri, ekonomilerini
iyileştirmek için uygulamaya koydukları reformların, pek çok gelişmekte olan
ülkede yeterli başarıyı elde edememesi ve rezerv miktarlarının seviyesi arttıkça,
dış piyasalardan borçlanma maliyetlerinin düşmesi nedeniyle rezerv talebinde
bulunmaktadır.
1990 yılından sonra yaşanan finansal krizler, ülkelerin uluslararası rezerv
seviyelerinin test edilmesinin önemini ortaya çıkarmıştır. Ancak tek başına
rezerv seviyesinin bilinmesi yeterli olmamakta ve sağlıklı bir analiz yapılabilmesi
için bu sayısal verinin bazı büyüklüklerle karşılaştırılması gerekmektedir.
Literatürde genel kabul gören üç yaklaşım bulunmaktadır. Bunlar rezervlerin
para tabanına, ithalata ve kısa vadeli dış borç stokuna oranını rezerv
yeterliliğinin test edilmesi için kullanan yaklaşımlardır.
Parasal taban yaklaşımında, ülke rezerv seviyesi geniş para tabanıyla
karşılaştırılıp, seviyenin yeterli olup olmadığı yorumlanmaktadır. Rezerv
yeterliliği uygulamalarında genel olarak M2 para arzı kullanılmaktadır. Bu rezerv
seviyesi yaklaşımı, potansiyel yurtiçi bireylerin ulusal paradan kaçışlarını dikkate
alan bir yaklaşımdır. Bankacılık sisteminin zayıf olduğu ve para talebindeki
oynaklığın yüksek olduğu durumlarda, sermaye kaçış ihtimali de fazla
olmaktadır. Söz konusu yaklaşım, bu durumdaki ülkeler için kullanılabilecek bir
göstergedir.
İthalat yaklaşımı, ülke rezervlerinin o ülkeye ait yıllık ithalat hacmi ile
karşılaştırılarak yeterliliğinin ölçülmesi temeline dayanmaktadır. Bu yaklaşım için
rezervlerin yıllık ithalatın yüzde 35’ini karşılaması, rezervlerin yıllık ithalatı yüzde
190
30 ila yüzde 50 arasında karşılaması ve günümüzde en fazla tercih edilen ve
halen IMF tarafından kullanılan rezervlerin yıllık ithalatın yüzde 25’ini
karşılaması genel olarak kabul edilen 3 temel referans olarak kabul edilmektedir.
Dış borç yaklaşımı ise, 1990’lı yıllarda yaşanan finansal krizlerden
(özellikle Asya krizinden) sonra ortaya çıkmış olan bir rezerv yeterlilik
yaklaşımıdır.
Genel
olarak
tanımlarsak,
ülkenin
uluslararası
sermaye
piyasasından borçlanmama (borçlanmama veya üst sınıra gelindiği için
borçlanamama) durumunda, borçlarını geri ödeyebilme gücünü göstermekte,
temel borç büyüklüğü de vadesi bir yıldan daha az olan borçları kapsayan Kısa
Vadeli Dış Borç (KVDB) grubu olmaktadır. Bu yaklaşım, uluslararası sermaye
piyasalarından borçlanan ülkeler için, rezervleri ile kısa dönemli dış borç
rakamları arasında artan ilişkiye paralel olması ve kısa dönemli dış borç
ihtiyacının bu ülkelerin ekonomileri için dikkate değer bir büyüklük olması
nedeniyle önemli bir gösterge olmuştur. Literatürde “Guidotti-Greenspan Kuralı”
olarak da bilinen bu yaklaşıma göre, ülkelerin, bir yıl boyunca yurtdışından yeni
borç almaksızın finansal yapılarını sürdürecek şekilde sahip oldukları rezervleri
ve borçlarını yönetebilmeleri gerekmektedir.
Merkez bankaları gerek rezerv elde ederken gerekse bu rezervleri
muhafaza ederken belli maliyetlere katlanmak durumundadır. Uluslararası
rezervlerin maliyeti ile ilgili üzerinde en çok durulan konu devletin sosyal
sorumluluklarından kaynaklanan fırsat maliyetidir. Likit rezerv tutmanın fırsat
maliyeti, rezervlerin likit olarak tutulmayıp yatırıma dönüştürüldüğünde elde
edeceği getiri ile likit rezervlerin yatırıma tabi tutulduğu zamanki getirisi
arasındaki fark olarak tanımlanmıştır. Ülkeler krizlere karşı daha dirençli olmak
için rezervlerini arttırma yoluna gitmişlerdir. Ancak kısa vadeli dış borç
seviyelerini ihmal etmişler, dolayısıyla ülkelerin katlanmak zorunda oldukları
maliyetler daha yüksek olmaktadır. Optimum rezerv düzeyi, rezerv maliyet
191
ilişkisinin dengelendiği bir noktada gerçekleşirken, ülkelerin rezervleri likit olarak
bulundurmaları sonucu katlandıkları maliyet ile rezerv bulundurmamaktan
kaynaklanan maliyetlerinin karşılaştırılması sonucu ortaya çıkan en uygun
rezerv düzeyini ifade etmektedir.
Ülkemiz ekonomisi 1989 yılında uygulamaya konulan 32 Sayılı Karar
sonrası büyük değişime uğramış, sermaye hareketleri tam serbestiye kavuşmuş,
TL konvertibl olmuş ve ekonomi dışa açılmıştır. Ülkemizde rezervlerin
yönetimine ilişkin yetki ve sorumluluk TCMB’de olup, TCMB bu konudaki
yetkisini 1211 Sayılı TCMB Kanunu’nun 4’üncü ve 53’üncü maddesinden
almaktadır. Rezervler para politikası hedefleri doğrultusunda sermayenin
güvenliği, gerekli likiditenin sağlanması ve getiri esasları dikkate alınarak
yatırıma tabi tutulmaktadır. Güvenlik bu ilkelerin başında gelmektedir. Çünkü,
TCMB’nin işlem yaptığı ve yatırıma tabi tuttuğu varlıklar ülkenin bir kaynağı
olması nedeni ile, söz konusu varlıkların güvenliği diğer politikalardan daha
öndedir. Güvenli yatırım ile amaçlanan, rezervlerin piyasalarda oluşabilecek
dalgalanmalardan en az etkilenecek şekilde yatırıma tabi tutulmasıdır.
Ülkemiz
rezervlerinin
kompozisyonuna
baktığımızda,
uluslararası
gelişmelere paralel olarak özellikle 1990’dan sonra hızlı bir artış içerisine
girmiştir. 1990 yılında 7,561 milyar USD olan toplam brüt rezervler, 1995’te
13,824 milyar USD’ye, 1999’da 24,356 milyar USD’ye yükselirken, 2000-2001
ekonomik krizine rağmen, Asya krizinden sonra IMF programlarındaki
değişikliğe de paralel olarak arttırılma yoluna gidilmiş ve 74,994 milyar USD’ye
yükselmiştir. Toplam brüt rezervlerin gelişimine bakıldığında, Türkiye’nin rezerv
miktarı 1990-2009 döneminde % 991 oranında artış göstermiştir. Rezerv
bileşenlerinin durumu incelendiğinde ise, altının, dünya rezerv yönetimindeki
eğilime paralel olarak toplam rezervler içerisindeki payı azalmaktadır. Altın 1990
yılında yaklaşık % 20’lik bir paya sahipken, 2009 yılı sonu itibariyle % 5,5’e
192
gerilemiştir. Buna karşı, döviz rezervleri % 79,39’den %92,24’e yükselerek
dikkate değer bir sıçrama yapmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin rezerv
gelişimlerine bakıldığında Türkiye ile paralellik göze çarpmaktadır. Altının sistem
içerisindeki kullanımının azalması, getirisinin düşük olması ve ihtiyaç anında
likite dönmesinin zor olması nedeniyle daha az tercih edilmeye başlanmış,
yabancı para cinsinden döviz rezervleri ise artış göstermiştir. TCMB, uluslararası
uygulamalara paralel olarak döviz rezervlerini USD, Euro, GBP, JPY ve Kredi
Mektuplu Döviz Tevdiat Hesapları’nın da etkisiyle İsviçre Frangı (CHF) olarak
tutmaktadır. TCMB’nin rezerv yönetimi konusunda dünyadaki genel eğilimi takip
ettiğinden hareketle, döviz rezerv bileşenleri konusunda da aynı yönde hareket
edeceği düşünülmektedir. TCMB’nin döviz rezerv kompozisyonunun da USD
ağırlıklı olmakla birlikte, Kredi Mektuplu Döviz Tevdiat Hesapları’ndaki döviz
ağırlığının Euro olması nedeniyle, kompozisyon içerisindeki Euro yüzdesinin
genel eğilime göre daha yüksek olduğu düşünülmektedir. Altın dahil TCMB
toplam döviz rezervinin % 99,7’si (Türk Savunma Fonu Portföyü hariç)
kullanılabilir rezerv niteliğindedir.
Ülkemiz rezervlerinin yeterlilik analizine 1990-2009 yılları arasındaki
veriler kullanılarak yapılmıştır. Sonuçlara bakacak olursak, parasal taban
yaklaşımına göre, 1994 yılına kadar yüzde 25 seviyesinin altında olan rezerv /
M2 oranı, 1997 yılında en yüksek seviyesi olan yüzde 35’e çıkmasına rağmen
1994-2009 arasında yüzde 20-35 aralığında seyretmektedir. Yurtiçi yerleşiklerin
sebep olabileceği bir sermaye kaçışına karşı tampon olarak kullanılabilecek para
tabanı oranı ülkemiz için yeterli görünmektedir. Rezervlerin ithalata oranını aylık
bazda incelersek, 1990-2009 yılları arasında genel olarak 3 aylık IMF kuralının
karşılandığı görülmektedir. Genel olarak incelenen dönemde en düşük aylık
karşılama oranının görüldüğü 1993 yılında dahi 3,2 aylık ithalatın karşılandığı
görülmektedir. Williamson Kuralı’daki 4-6 aylık ithalatın karşılanması prensibi
1991 ve 1993 yılları dışında karşılanmış, 1999, 2002, 2003 ve 2009 yıllarındaki
193
değerlerle bu prensibin belirlediği üst sınır olan 6 aylık karşılama oranının
üzerine
çıkılmıştır.
Triffin’in
4,2
ay
kuralı,
1990-1994
döneminde
karşılanamamış, ancak 1994-2009 dönemi analiz edildiğinde kriz dönemleri de
dahil olmak üzere bu oranın sağlandığı tespit edilmiştir.
Dış borç yaklaşımında ise, yapılan analiz sonucunda ülkemizin 1995 yılı
sonuna kadar elindeki rezervlerle KVDB’yi karşılayamaması, ancak 1996 yılında
rezervlerinin KVDB miktarında yetebilmesi çarpıcı bir gerçek olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bir başka deyişle, Türkiye 1995 yılı sonuna kadar uluslararası
piyasalarda borçlarını ödemek durumunda kalsa idi, rezervlerimizin tümü dahi
kullanılsa bu dış borç ödenemeyecekti. 2001 yılının ikinci yarısından 2009 yılı
sonuna kadarki dönemde ise, rezervler KVDB miktarını karşılamakla kalmamış,
2002 yılı sonunda bu oran yüzde 177 seviyesine ulaşmıştır. Kısaca her 3
yaklşımına gore ülkemiz rezerleri şu anki haliyle yeterli gözükmektedir.
1990-2009 aralığında rezerv birikim süreci ödemeler bilançosu hareketleri
yardımıyla izlendiğinde, cari işlemler hesabının devamlı açık verdiği, bu açığın
temel sebebinin dış ticaret açığı olduğu ve bu şekilde herhangi bir döviz birikimi
sağlanamadığı gibi cari açıkların finansmanında da sermaye hesabının
kullanıldığı görülmektedir Türkiye yapısal olarak dış ticaret açığı verirken söz
konusu açığın önemli bir kısmını turizm gelirleri ve işçi dövizleri ile kapatmıştır.
Özellikle 1990’lı yılların başından itibaren turizm gelirleri önemli bir döviz
kaynağı olmaya başlamıştır. TCMB, diğer modern merkez bankalarının aksine,
rezervlerinin önemli bir kısmını yurtdışında çalışan ve yaşayan işçilerimizden
mevduat toplayarak oluşturmuştur. İşçi Dövizleri hem cari işlemler dengesinin
sağlanmasında hem de rezerv oluşumunda önemli rol oynamaktadır. İşçi Dövizi
hesaplarının tarihi gelişimi incelendiğinde, bu hesapların hiçbir zaman sıcak
para niteliğindeki döviz kaynağı olma özelliği taşımadığı görülmektedir. Bu
çerçevede, İşçi Dövizi hesaplarını güvenli rezerv kaynağı olarak değerlendirmek
194
mümkündür. Kriz yılları incelendiğinde, İşçi Dövizi hesaplarının 1994, 2000-2001
ve 2007-2009 yıllarında, yaşanan krizler nedeniyle ülkeden çıkış yapmadıkları,
hatta 1994 yılında bu hesaplarda artış olduğu görülmektedir. Portföy yatırımları
gibi, kriz dönemlerinde ülkeden çıkış yapmayan ve bu sayede ekonomik sistem
üzerinde baskı unsuru olmayan bu tip hesaplar sağlam rezerv kaynağı olarak
değerlendirilebilmektedir.
Bunun yanında, sermaye hesabının alt kalemlerine bakıldığında ise,
Türkiye’de aynı dönemde sermaye girişlerinin doğrudan yatırımlar kanalı ile
değil, daha istikrarsız bir yapıya sahip olan portföy yatırımları ve kısa vadeli
sermaye şeklinde geldiği ve rezervlerin de bu yolla beslendiği görülmektedir.
1990-2009 dönemi incelendiğinde, portföy yatırımlarının, kriz zamanlarında
ülkeden çok kısa sürede çıkarak finansal piyasalarda dalgalanmalara yol açtığı
ve krizin etkilerini derinleştirdiği görülmektedir. Bu çerçevede, portföy yatırımları
sağlam yapılı bir sermaye girişi ve sağlıklı bir rezerv kaynağı olmayıp,
piyasalardaki istikrarsızlık ile ülkenin ekonomik ve siyasi ortamından çok fazla
etkilenen, hatta bu istikrarsızlığı artıran bir faktör olarak değerlendirmek daha
sağlıklı olacaktır.
Doğrudan yatırımlar, ülkeye sermaye getirmesinin yanında teknoloji
transferi sağlaması, yeni iş sahaları açması ve spekülatif piyasa hareketlerinden
etkilenmemesi bakımından en çok tercih edilen yabancı yatırım türü ve en
sağlıklı ve kalıcı döviz kaynağıdır. Ancak ülkemiz için bu geçerli olamamakta,
Türkiye’de 1990 sonrası dönemde doğrudan yabancı sermaye girişlerinin 2001
ve 2005 sonrası hariç ekonomi açısından önemli bir kaynak yaratmadığı
görülmektedir. ayrıca özelleştirme gelirlerini çıkardığımızda istihdam yaratıcı
doğrudan yabancı sermayenin seviyesinde yüzde 50’ye yakın bir düşüş göze
çarpmaktadır.
195
TCMB’nin
1990-2009
dönemindeki
rezerv
artışına
bakıldığında
rezervlerin 67,4 milyar USD arttığı görülmektedir. Kamu dış borç stokuna
nazaran özel kesim dış borçlanmanın arttığı bu dönemde, TCMB de yaptığı
ihaleler neticesinde özel kesimin borçlanarak elde ettiği bu fonun fazlasını alarak
rezervlerini arttırmıştır. Özel kesim dış borçtaki artışın nedeni, yurtiçi faizlerin bu
dönemde yüksek olması nedeniyle özel kesimin yurtdışından borçlanması olarak
göze çarpmaktadır.
Uluslararası kuruluşlara özellikle de IMF’e karşı yükümlülükler ise sağlıklı
olmayan, sadece geçici nitelikte ve ihtiyacı olan ülke ekonomisinin kısa vadede
kullanacağı bir rezerv imkanı olarak değerlendirilmelidir. Merkez bankaları söz
konusu kredilere rezervlerin değerlendirilmesinden daha fazla faiz ödemektedir.
Bu kredilerin geçici bir rezerv kaynağı olduğu dikkate alındığında, merkez
bankalarının geri ödemeler sırasında karşılaşacakları rezerv kaybını dikkate
alarak, bu kredileri sağlam ve sağlıklı bir rezerv kaynağı olarak görmemesi
anapara ve faiz geri ödemeleri öncesi rezervlerini güçlendirmesi gerekmektedir.
Ülkemiz 1984’ten bugüne 35,357 milyar SDR tutarında kredi kullanmış, özellikle
2000-2001 krizleri döneminde likidite dar boğazını IMF kredileriyle aşmıştır.
Ancak, 2000-2001 kriz döneminde alınan kredinin, Türkiye’nin ihtiyacı olan
dövizi sağladığı görülmekle beraber, Stand-By Anlaşması’nın sona erdiği Mayıs
2008’den sonraki dönemde, IMF ile rezerv ihtiyacının karşılanması amacıyla
yeni bir anlaşma yapılması TCMB’nin rezervleri dikkate alındığında gerekli
görülmemektedir.
Ülkemizde uygulanan kontrollü kur veya sabit kur rejimlerinde, zımni veya
açıkça
hedeflenen
bir
kur
değerinin
olması
TCMB’nin
politikalarının
şekillenmesinde büyük önem taşımıştır. Çünkü belli bir kur değerinin
hedeflendiği veya açıkça taahhüt edildiği durumlarda, TCMB kendisine getirilen
tüm dövizleri alma ve piyasanın ihtiyaç duyduğu döviz talebini karşılama
196
taahhüdünün de altına girmiştir. Ayrıca, başka finansal korunma alternatiflerinin
olmaması ve türev piyasalarının kullanılmaması sonucu, rezervlerin sınırlı
olduğu bir ortamda kısa vadeli ve portföy sermaye hareketleri ile beslenen
ülkemiz ekonomisinde yaşanacak ani spekülatif çıkışlar döviz krizini gündeme
getirmektedir. Bu koşullar altında, TCMB rezervlerini yüksek tutmak durumunda
kalmaktadır. 1994 Krizi’ne kadar olan dönemde TCMB’nin temel amacı, döviz
kurunun belli bir seviyenin üzerine çıkmasını engellemek, bundan sonra 1998
yılına kadar ise, reel döviz kurunun istikrarını sağlamak olmuştur. Bu dönemde,
TCMB 1990-1999 aralığında rezervlerini yüksek tutmaya çalışmış, bu çerçevede
rezervlerini 7,561 milyar USD’den (1990 yılı seviyesi) 24,356 milyar USD’ye
(1999 yılı seviyesi) yükseltmiştir.
2000 yılı başında sabit kur rejimlerine geçilmesi daha fazla rezerve ihtiyaç
duyma olgusunu hızlandırırken, 2001 Şubat ayında sabit kur rejiminin terk
edilerek dalgalı kur rejimine geçilmesi ile teknik olarak rezerv ihtiyacının
azalması
gerekmektedir.
Ancak
Türkiye
gibi
büyük
ölçüde
sermaye
hareketlerine maruz kalan ülkelerde olası döviz krizlerine karşı rezerv düzeyinin
ihtiyat güdüsüyle yüksek tutulması olağan bir durumdur. Bu nedenle, 2001
yılında 19,871 milyar USD olan rezervlerimiz, 2009 yılı sonunda 74,994 milyar
USD seviyesine yükselmiştir.
Genel olarak, Türkiye’nin rezerv seviyesi yukarıda sayılan her üç
yaklaşıma gore de yeterli görülmekle birlikte, yapısı itibariyle dış borçlanmaya ve
portföy harekelerine dayanmasından dolayı sağlıklı ve sağlam bir durumda
olduğunu söylemek zordur. Bu durumda, ülkemizin özellikle 1990’lı yıllarda
ekonomik krizlerle boğuşmuş bir ülke olarak, krizlere karşı sadece rezerv
varlıklarına güvenmemesi makro ekonomik poltikalarını da krizlere karşı
ekonomik
yapının
düşünülmektedir.
kuvvetlendirilmesi
yönünde
revize
etmesi
gerektiği
197
KAYNAKÇA
ABAAN, Z. Ernur Demir; “Para: Para Hukuku ve Kaynakları”, TCMB Araştırma
Genel Müdürlüğü Çalışma Tebliği No:04\05, Nisan 2004.
AIZENMANN, Joshua, JAEWOO Lee; “International reserves: Mercantilist vs.
Precautionary View, Theory and Evidence”, Open Economies Review, Sayı 18
(2), Nisan 2007,s. 191-214.
AIZENMANN, Joshua, LEE, Yehonho, YEONGSEOP, Rhee; “International
Reserves Management and Capital Mobility in a Volatile World: Policy
Considerations and a Case Study of Korea”, Journal of the Japanese and
International Economies, Elsevier, sayı 21(1), Mart 2007, sayfa 1-15.
AIZENMANN, Joshua, MARION, Nancy; “The High Demand for International
Reserves in the Far East: What's Going On?”, NBER Working Papers, Ekim
2002.
ALÖVSAT, Müslümov, MÜBARİZ, Hasanov ve ÖZYILDIRIM, Cenktan, Döviz
Kuru Sistemleri ve Türkiye’de Uygulanan Döviz Kuru Sistemlerinin
Ekonomiye Etkileri, İstanbul, TÜGIAD Yayınları, 2003.
ALPAR, Cem, ONGUN, M. Tuba, Dünya Ekonomisi ve Uluslararası
Ekonomik Kuruluşlar, Ankara, Evrim Kitapevi, 1. Baskı, 1985.
ARTUKOĞLU,
Oğuzhan
Sökmen;
“Yurtdışı
İşçi
Tasarruflarının
Türkiye
Cumhuriyet Merkez Bankası, Banka Sistemi ve Türkiye Ekonomisi Üzerine
Etkileri”, TCMB Uzmanlık Yeterlilik Tezi, 2005.
198
BAHMANI, Oskooee Mohsen, BROWN, Ford; “Demand For International
Reserves: A Review Article”, Applied Economics, sayı 34, Temmuz, 2002, s.
1209–1226.
BAL, Harun; Uluslararası Finansman, Dış Borç Yönetimi ve Türkiye,
İstanbul, TBB Yayınları, 2001.
BERNANKE, Ben; “The Macroeconomics of the Great Depression: A
Comperative Approach”, Journal of Money, Credit and Banking, sayı 27,
Şubat 1995, s. 1–28.
BERNHOLZ, Peter; “The Advantages and Disadvantages of Holding Gold: How
Countries Manage Reserve Assets”, Swiss Journal of Economics and
Statistics, sayı 138 (2), 2003, s. 99–113.
BIRD, Graham, RAJAN, Ramkishen; “Too Much of a Good Thing? The
Adequacy of International Reserves in the Aftermath of Crises”, The World
Economy, sayı 15, Haziran 2003, s. 873-891.
BORATAV, Korkut; "2000/2001 Krizlerinde Sermaye Hareketleri", İktisat,
İşletme ve Finans Dergisi, 16 (186), 2001, s. 7-17.
BORDO, Michael David “The Classical Gold Standard: Some Lessons For
Today”, St. Louis, Federal Reserve Bank of Saint Louis, Mayıs 1981.
BOORMAN, Jack, INGVES, Stefan; ”Issues in Reserve Adequacy and
Management”, IMF Working Paper, No:101501, 2001, s. 1-28.
199
BOUGHTON, James M.; “Why White, Not Keynes? Inventing The Postwar
International Monetary System”, IMF Working Paper, No: 02/52, 2002.
BUSSIERE, Matthieu, MULDER, Christian; “External Vulnerability in Emerging
Markets: How High Liquidity Can Offset Weak Fundamentals and the Effects of
Contagion”, IMF Working Paper 99/88, Temmuz 1999.
CALVO, Guillermo A., REINHART, Carmen M.; “Fear of Floating”, NBER
Working Papers, No 7993, Kasım 2000.
CECCHETTI, Stephen; “Understanding The Great Depression: Lessons for
Current Policy”, National Bureau of Economic Research Working Papers,
sayı 6015, Nisan 1997, s.1–26.
COOPER, Richard N.; “The Need for Reserves of a Single Country:
International Reserves Needs and Availability”, International Monetary Fund,
Washington D.C., 1970, s. 125-145.
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), "Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları Özel
İhtisas Komisyonu Raporu", Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, 2001.
DORNBUSH, Rudiger, FISCHER, Stanley; Macroeconomics, 6th edition, New
York, McGraw-Hill Inc, 1994.
EĞİLMEZ, Mahfi, “IMF ve Türkiye”, Ceteris Paribus internet sitesi, 2002. Erişim:
http://www.ceterisparibus.net/turkiye/makaleler.htm
EICHENGREEN, Barry; Golden Fetters: The Gold Standard and the Great
Depression 1919–1939, New York, Oxford University Press, 1995.
200
EICHENGREEN, Barry; “Sterling's Past, Dollar's Future: Historical Perspectives
on Reserve Currency Competition”, National Bureau of Economic Research
Working Papers, sayı 11336, Mayıs, 2005, s.1–29.
EICHENGREEN, Barry, BORDO, Michael; “The Rise and Fall of a Barbarous
Relic: The Role of Gold in the International Monetary System”, National Bureau
of Economic Research Working Papers, sayı 6436, Mart, 1998, s.1-50.
EICHENGREEN, Barry, SUSSMAN, Nathan; “The International Monetary
System in the (Very) Long Run”, IMF Working Paper, WP\00\43, Mart 2000.
FISCHER, Stanley; “On the Need for an International Lender of Last Resort”,
American Economic Association and the American Finance Association, New
York, Ocak 1999.
Erişim: http://www.imf.org/external/np/speeches/1999/010399.htm
GREENSPAN, Alan; “Recent Trends in Reserves Management”, World Bank
Conference, Washington D.C., 29 Nisan 1999.
GOODHART, Charles; “Intervention in Asset Markets”; How Countries Manage
Reserve Assets, The Royal Bank of Scotland, Central Banking Publications,
2003, s. 45-65.
GÜRAN, Tevfik, İktisat Tarihi, Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2006.
GÜRAN, Nevzat, AKTÜRK, İsmail; Uluslararası İktisadi Kuruluşlar, Isparta,
Tuğra Ofset, 1999.
201
HARTMANN, Philipp; Currency Competition & Foreign Exchange Markets:
The Dollar, The Yen & The Euro, New York, Cambridge University Press,
1999.
HORNE, Jocelyn, NAHM Daehoon; “International Reserves and Liquidity: A
Reassessment”, Macquarie Economic Research Papers, Mayıs 2000, s. 1-29.
International Monetary Fund, IMF Currency Composition of Official Foreign
Exchange Reserves (COFER) Database,
Erişim: http://www.imf.org/external/np/sta/cofer/eng/index.htm (Şubat 2010)
International Monetary Fund, IMF Annual Report 1996,
Erişim: http://www.imf.org/external/pubs/ft/ar/96/96imf.htm
International Monetary Fund, IMF Annual Report 2000,
Erişim: http://www.imf.org/external/pubs/ft/ar/2000/eng/index.htm
International Monetary Fund, IMF Annual Report 2005,
Erişim: http://www.imf.org/external/pubs/ft/ar/2005/eng/index.htm
International Monetary Fund, IMF Annual Report 2008,
Erişim: http://www.imf.org/external/pubs/ft/ar/2008/eng/index.htm
International Monetary Fund, Articles of Agreement of the International Monetary
Fund, 1944.
Erişim: http://www.imf.org/external/pubs/ft/aa/index.htm
International Monetary Fund; Balance of Payments Manual, IMF Publications,
5th edition, Eylül 1993.
202
International Monetary Fund, International Financial Statistics (IFS) Online,
Erişim: Kasım 2009,
http://ifs.apdi.net/imf/ifsbrowser.aspx?branch=ROOT.
International Monetary Fund, IMF Glossary of Selected Financial Terms Erişim:
Ocak 2010,
http://www.imf.org/external/np/exr/glossary/showTerm.asp?term_id=22.
International Monetary Fund, IMF Special Drawing Rights Factsheet,
Erişim: http://www.imf.org/external/np/exr/facts/sdr.htm
International Monetary Fund, IMF Quotas ve IMF Credits Factsheet,
Erişim: http://www.imf.org/external/np/exr/facts/quotas.htm
IŞIK, Ali Osman; “Merkez Bankalari İçin Döviz Rezervi Yönetim Planı: Bir Öneri”,
Gazi Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1997.
JEANNE, Olivier, WYPLOSZ, Charles; “The International Lender of Last Resort:
How Large is Large Enough?” CEPR Discussion Papers, No 2842, 2001.
KAR, Muhsin, KARA, Mehmet Akif; “Türkiye’ye Yönelik Sermaye Hareketleri ve
Krizler”, DTM Dergisi, Sayı:29, Temmuz 2003.
KARASOY, Almila; “Para Kurulu Sisteminin Uygulanması”, TCMB Araştırma
Genel Müdürlüğü Tartışma Tebliği, No: 9622, Ekim 1996.
KEPENEK, Yakup, YENTÜRK, Nurhan, Türkiye Ekonomisi, İstanbul, Remzi
Kitabevi, 2000.
203
KESTER, Anne; International Reserves and Foreign Currency Liquidity
Guidelines for a Data Template, IMF Publications, Haziran 2009.
KEYDER, Nur; Para: Teori–Politika–Uygulama, Ankara, ODTÜ Yayınları,
2002.
KNAFO, Samuel; “The Gold Standard And The Origin Of The International
Monetary System”, Review of International Political Economy, Ocak, 2003, s.
78-102.
LEHTO, Taru; “The Level of Central Bank's International Reserves: Theory and
Cross-Country Analysis”, Bank of Finland Discussion Papers, 1994.
MILDWARD, Alan; The Reconstruction of Western Europe: 1945–1951,
Londra, Methmen & Co. Ltd., 1984.
MUDD, Douglas R.; “International Reserves and the Role of Special Drawing
Rights”, Federal Reserve Bank of St. Louis Economic Papers,1978.
NAAMEH, Michael; “Reserve Management in Developing Countries”; How
Countries Manage Reserve Assets, The Royal Bank of Scotland, Central
Banking Publications, 2003.
NUGEE, John; Foreign Exchange Reserve Management, Centre for Central
Banking Studies Bank of England Handbooks in Central Banking, 2002.
ÖNDER, Timur; “Para Politikası: Araçları, Amaçları ve Türkiye Uygulaması”,
TCMB Uzmanlık Yeterlilik Tezi, Mayıs 2005.
204
PARASIZ, İlker; Türkiye Ekonomisi, Bursa, Ezgi Kitabevi Yayınları, 2004.
PARASIZ, İlker; Uluslararası Para Sistemi: Tarihçe, Kurum, Kuram ve
Mekanizma, Bursa, Ezgi Kitabevi, 2005.
PARASIZ, İlker; Para ve Banka, Bursa, Ezgi Kitabevi Yayınları, 2008.
POLAK, Jacques John; “The SDR as a Basket of Currencies”, Staff Papers International Monetary Fund, sayı 26(4), Aralık 1979, s. 627-653.
PRINGLE, Robert; “The Changing Monetary Role of Gold”, World Gold Council
Research Study, 1993.
RODRIK, Dani; “The Social Cost of Foreign Exchange Reserves”, NBER
Working Paper, No W11952, Ocak 2006.
SAĞLAM, Hakan; Altın, Dünya Borsalarında Vadeli Altın İşlemleri, İstanbul,
Scala Yayınevi,1993.
SAXTON, Jim; “An International Lender of Last Resort, The IMF, and The
Federal Reserve”, Joint Economic Committee Study, Şubat 1999, s 1-12.
Erişim (Aralık 2009): http://www.house.gov/jec/imf/lolr.pdf
SEYFİ, Ayfer; “Optimum Rezerv Seviyesi Ve Türkiye Uygulaması”, TCMB
Uzmanlık Yeterlilik Tezi, Şubat 2005.
SEYİDOĞLU, Halil; Uluslararası İktisat: Teori Politika ve Uygulama, İstanbul,
Güzem Yayınları, 1993.
205
SEYİDOĞLU Halil; Ansiklopedik Ekonomik Terimler Sözlüğü, İstanbul Kurtiş
Matbaacılık, 1999.
SIKLOS, Pierre; The Changing Face of Central Banking: Evolutionary Trend
Since World War II, Cambridge, Cambridge University Press, 2002.
SPIEGEL, Freddy Van Den; “Will the role of the dollar as the international
reserve currency be challenged?”, International Economics and Economic
Policy, sayı 4, Ocak, 2005, s. 293-304.
SUĞANLI, Mehmet; “Almanya'da Yaşayan ve Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankası'nda Hesabı Bulunan Türklerin Sosyo-ekonomik Yapısı ve İşçi
Dövizleri”, TCMB Uzmanlık Yeterlilik Tezi, 2003.
ŞİŞMAN, Mehmet; “İkinci Bretton Woods Çökerken Dünya Ekonomisi ve
Gelişmekte Olan Ülkeler Üzerine Değerlendirmeler”, Marmara Üniversitesi
İ.İ.B.F. Dergisi, sayı 1, 2008, s. 65-80.
TANDIRCIOĞLU,
Haluk;
“Türkiye’de
Dış
Borç
Sorunu,
Dış
Borçların
Sürdürülebilirliği ve Dış Borçların Sınırlandırılması”, Dokuz Eylül Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:2, Sayı:2, Nisan- Mayıs-Haziran 2000,
s. 11-23.
TERZİ, Harun, GÜNAYDIN, İhsan; “Ekonomik Kalkınmada Doğrudan Yabancı
Sermaye Yatırımlarının Rolü: Türkiye Açısından Bir Değerlendirme”, İktisat,
İşletme ve Finans, sayı 132, Mart 1997, s. 52-61.
TRIFFIN, Robert; Gold and the Dollar Crisis (Revised edition), New Haven
(ABD), Yale University Press, 1961.
206
TRIFFIN, Robert; Our International Monetary System: Yesterday, Today and
Tomorrow, New York, Random House, 1968.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, Yıllık Raporlar (1990-2008).
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası; Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası
Kanunu, Mayıs 2001.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası; “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nda
Rezerv Yönetimi”, TCMB, Temmuz 2003.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası; “Ödemeler Dengesi İstatistikleri Tanım ve
İlkeleri ile Türkiye Uygulaması”, TCMB İstatistik Genel Müdürlüğü Ödemeler
Dengesi Müdürlüğü, 2006.
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası; Ödemeler Dengesi Raporu (2009-III),
TCMB İstatistik Genel Müdürlüğü Ödemeler Dengesi Müdürlüğü, 2009.
TURAN, Gül Günver; Uluslararası Para Sistemi: Dünü ve Bugünü, Ankara,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1980.
UYGUR, Ercan, “Krizden Krize Türkiye: 2000 Kasım ve 2001 Şubat Krizleri”,
Türkiye Ekonomi Kurumu Tartışma Metni, No:2001/1, 2001.
WILLIAMS, David; The Need For Reserves: How Countries Manage
Reserve, Londra, Central Banking Publications, 2003.
WILLIAMS, Jonathan, CRIBB Joe, ERRINGTON, Elizabeth; Money a History,
Londra, British Museum Press,1997.
207
WILLIAMSON, John; Chapter 2: What Washington Means by Policy Reform,
Latin American Adjustment: How Much Has Happened?, Washington, D.C.,
Institute for International Economics, 1990.
XIAOCHUAN, Zhou; “Reform the International Monetary System”, BIS Review,
Sayı 41, Mart 2009, s.1-3.
YAMAN, Bülent; “Uluslararası Rezervler, Türkiye İçin Rezerv Yeterliliği ve
Optimum Rezerv Seviyesi Uygulaması”, TCMB Uzmanlık Yeterlilik Tezi,
Haziran 2003.
YELDAN, Erinç; Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi: Bölüşüm,
Birikim ve Büyüme, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001.
208
ÖZET
SÜMMEOĞLU, Osman Ersen; Uluslararası Rezervler, Türkiye’de Rezerv
Yönetimi ve 1990 – 2009 Döneminde Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın
Uyguladığı Rezerv Yönetim Politikaları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2010.
Uluslararası rezervler, ülkeler, piyasa aktörleri ve kredi verenler için ülkelerin
ekonomik gücünü gösteren önemli bir veri olması, uluslararası para sistemi
içerisinde ve ülkelerarası ticarette kullanılması nedeniyle, geçmişten bugüne
sürekli araştırılan ve geliştirilmeye çalışılan bir konu olmuştur. Ülkelerin önemli
ekonomik kaynaklarından olan uluslararası rezervler, altın, döviz, IMF rezerv
pozisyonu ve Özel Çekme Hakkı (SDR) bileşenlerinden oluşmaktadır. Gelişmiş
ülkeler, rezerv bileşenlerinden altın, IMF rezerv pozisyonu ve SDR içerisinde
daha fazla paya sahipken, gelişmekte olan ülkeler döviz olarak daha fazla rezerv
bulundurmaktadırlar. Uluslararası rezervler, geçmiş para sistemleri içerisinde de
etkin rol oynamıştır. Rezervlerin yerel para karşılığı talep edildiği Altın Standardı
Döneminde, altın en önemli rezerv bileşeni olurken, onu GBP takip etmiş, ancak
Bretton Woods sistemi içerisinde USD öne çıkarak halen günümüzde de etkileri
devam eden öncü rolünü kazanmıştır. Ülkeler, Bretton Woods sisteminin
çöküşünden sonra, sabit kur rejimlerinden dalgalı kur rejimlerine geçmişlerdir.
Bu teoride, ülkelerin rezerv talebini ve seviyelerini düşürmesini gerektirirken,
pratikte tam aksi yönde gelişme olmuş ve uluslararası son borç verme merciinin
olmaması ve ülkelerin krizlere karşı savunma güdüsü nedeniyle 1970’li yıllardan
itibaren global rezerv talebi artış göstermiştir. Ülkelerin rezerv talep etmelerinin
en önemli nedeni, bu rezervlerin krizlere ve acil durumlara karşı bir güvence
olmalarıdır. Buna ek olarak, rezervler dış borç ödemelerinde, döviz kurunda
olabilecek
ani
dengesizlikleri
değişikliklerde
gidermek
için
ve
ödemeler
kullanılmaktadır.
bilançosunda
Rezerv
yaşanabilecek
talebini
ülkelerin
uyguladığı döviz kuru rejimleri, ülkenin uluslararası ekonomik sistemle
209
entegrasyon seviyesi ve gelişmişlik düzeyi de etkilemektedir. Rezerv seviyesi
ülkelerin krizlere karşı koyma gücünü gösterdiğinden, rezervlerin yeterliliği önem
kazanan bir konu olmaktadır. Rezervlerin para tabanıyla, ithalat rakamlarıyla ve
kısa vadeli dış borçlarla karşılaştırılması en fazla rastlanan rezerv yeterlilik
yaklaşımlarıdır. Ülkeler, maliyeti olmasına rağmen optimum seviyeden daha
fazla rezerv bulundurmaktadır. Ülkemizde rezerv yönetimi Türkiye Cumhuriyet
Merkez Bankası’nın (TCMB) sorumluluğundadır. Türkiye rezerv yeterliliğinin kısa
vadeli dış borç stoku, ithalat rakamları ve M2/M2Y para tabanıyla test edilmesi
sonucunda, rezervlerin genel olarak 1996 yılından sonra yeterli olduğu
görülmektedir. Ülkemiz dünyadaki uygulamaya paralel olarak 2000 yılında
dalgalı kur rejimine geçtikten sonra daha fazla rezerv bulundurmaktadır.
Ülkemizin rezerv birikim süreci incelendiğinde, portföy yatırımlarının, dış
borçlanmanın, işçi dövizlerinin ve turizm gelirlerinin bu süreçte etkili olduğu
görülmektedir. Ayrıca, döviz alım ve müdahale ihaleleriyle özel sektör elindeki
fazla dövizin çekilmesi yoluyla rezerv birikimi özellikle 2000 yılında sonra
sağlanmıştır. Ancak portföy yatırımlarının kriz dönemlerinde hızlı bir şekilde
ülkeyi terketmesi nedeniyle
TCMB
rezervlerinin,
yapısı
yönünden
dönemlerinde sıkıntı yaratabilecek bir durumda olduğu da tespit edilmiştir.
Anahtar Sözcükler
1. Uluslararası Rezervler
2. Rezerv Yeterliliği
3. Rezerv Talebi
4. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Rezervleri
5. Ödemeler Dengesi
kriz
210
ABSTRACT
SUMMEOGLU, Osman Ersen; International Reserves, Reserve Management in
Turkey and The Reserve Management Policies of Central Bank of Turkey
Between 1990-2009, Master Thesis, Ankara, 2010.
International reserves, as an important indicator for the economic power
of countries, have been crucial topic for lenders, countries and market actors
since they have been used widely in the international trade and monetary
systems from past to present. As important economic assets, international
reserves consist of gold, foreign exchange, SDR and IMF reserve position.
Developed countries have more portions in gold, SDR and IMF reserve position,
whereas developing countries have more foreign exchange reserve. Reserves
played an important role in all of the international monetary systems for ages. In
gold standard period when reserves were generally held as formal backing for
the domestic currency, gold was the major component of reserves, and GBP
was initially used as a part of reserve in this period. With Bretton Woods
System, USD became the most important reserve component and has a crucial
impact on contemporary economic world. After collapse of Bretton Woods
system, there was a swap from the fixed exchange regimes to floating ones. In
theory, there was an expectation of a decline for demand and level of
international reserve, however, in practice, for 1970’s the demand seems to be
increasing. The main reasons of this tendency were self-protection for financial
crises and the absence of an international lender of last resort. Moreover,
reserves have been used as a buffer stock for finacial crises, for serving as a
basis for foreign borrowing and for adjusting balance of payment disequilibria
and possible sharp volatility in exchange rate regime. Also, reserve demand has
been affected from countries’ exchange rate regimes, the integration level of
countries to international economic system and the level of development. The
211
level and adequacy of international level has become more important topic since
it indicates the strength of the countries to overcome financial crises. To
compare the level of reserves with the short-term external debt, the level of
monetary base and imports are widely used for countries’ reserve adequacy.
Although there is an opportunity cost, countries have demanded more reserves
then optimum level of reserves. In Turkey, Central Bank of Turkey (CBRT) is the
only authorized organization to accumulate and manage the reserve assets. As
far as Turkey’s reserves are tested according to the short-term external debt, the
level of monetary base (M2/M2Y) and imports, generally the reserves are
concerned as adequate after 1996 according to these adequacy approaches.
Turkey has owned more reserves after she changed her exchange rate policy
from fixed one to floating one in 2000. On reserve accumulation period, portfolio
investments, external debts, worker’s foreign exchange, tourism revenues have
curicial impact after 2000. Moreover, CBRT has used auctions for accumulating
USD reserves for taking excess reserves held by private sector. The structure of
CBRT’s reserves can be considered as vulnerable since it is largely founded by
portfolio investments, which can leave the country quickly in time of crises.
Key Words
1. International Reserves
2. Reserve Adequacy
3. Reserve Level
4. CBRT Reserves
5. Balance of Payment
Download