DERMATOLOG OLMAYANLAR ĠÇĠN DERMATOLOJĠ Editörler Prof. Dr. Yalçın TÜZÜN - Doç. Dr. Burhan ENGĠN 2012 ĠSTANBUL ĠÇĠNDEKĠLER Psoriasis Vulgari Prof. Dr. Yalçın TÜZÜN Prekanseröz Hastalıklar Prof. Dr. Ertuğrul H. AYDEMĠR Deri Kanserleri Prof. Dr. Ertuğrul H. AYDEMĠR Yerel Tedavi Prof. Dr. Ertuğrul H. AYDEMĠR Birinci Basamak Sağlık Hizmetlerinde Lokalizasyonuna Göre Deri Hastalıkların Ayırıcı Tanısı Prof. Dr. M. Cem MAT Cinsel Yolla BulaĢan Hastalıklar Prof. Dr. Server SERDAROĞLU Ekzemalar Prof. Dr. Oya OĞUZ, Uzm. Dr. Zekayi KUTLUBAY Dermatolojide Temel Konular Doç. Dr. Burhan ENGĠN Derinin Bakteriyel Ġnfeksiyonları Uzm. Dr. Zekayi KUTLUBAY, Uzm. Dr. Özer PEHLĠVAN Ġ.Ü. CerrahpaĢa Tıp Fakültesi Sürekli Tıp Eğitimi Etkinlikleri Dermatolog olmayanlar için Dermatoloji Sempozyum Dizisi No: 76 • Mart 2012; s. 9 - 36 PSORĠASĠS VULGARĠS Prof. Dr. Yalçın TÜZÜN TANIM Psoriasis çoğunlukla diz, dirsek, saçlı deride ve gövdede keskin sınırlı eritemli skuamlı plaklarla karakterize, yaygın görülen kronik inflamatuar bir deri hastalığıdır. Lezyonlar genellikle eritem üzerinde gümüĢ renkli skuamlar Ģeklindedir. Skuamların renginden dolayı halk arasında “Sedef hastalığı” adıyla anılmaktadır (1). TARĠHÇE Psoriasis ile ilgili ilk bilgiler Celsus‟a (MÖ 25-MS 45) aittir. Hippocrates (MÖ 460-MS 375) skuamöz döküntüler olarak sınıfladığı psoriasise benzer lezyonları tanımlamıĢtır ve bunları lopoi (lepo, deskuamasyon) olarak adlandırmıĢtır. Ondokuzuncu yüzyılın baĢlarında Willian psori-asisin tanımını yapmıĢtır ve farklı klinik tiplerini belirlemiĢtir. 1841‟de Ferdinand von Hebra psoriasisin Hansen hastalığından ayırımını yap-mıĢtır (2). EPĠDEMĠYOLOJĠ Psoriasis dünyanın her yerinde görülebilir, ancak sıklığı çevresel ve coğrafik faktörlere bağlı olarak değiĢir. Psoriasisin toplumda görülme sıklığı % 1-3 arasındadır. Dermatoloji polikliniklerine baĢvuran hastaların %6-8‟ini oluĢturur. Her iki cinsi eĢit oranda tutar fakat kadınlarda baĢlan-gıç yaĢı daha erken olma eğilimindedir. Psoriasis vulgaris olgularının yaklaĢık üçte biri pediyatrik yaĢ grubunda görülür. Psoriasis insidansı hem çocuklarda hem eriĢkinlerde olmak üzere beyaz ırkta en fazladır. Raychaudri‟nin 2000 yılında 707 psoriasis hastasıyla yaptığı çalıĢmada hastaların % 31. 5‟u hastalığın 16 yaĢından önce baĢladığını belirtmiĢ lerdir. Almanya‟da yapılan bazı çalıĢmalarda akrabası etkilenen kiĢiler-de psoriasis geliĢme riskinin arttığı bulunmuĢtur, pozitif aile hikayesi olanlarda prevelans % 14‟ken pozitif aile hikayesi olmayanlarda prevelans 3 olarak bulunmuĢtur. Diğer bir çalıĢmada eriĢkin psoriasis hastalarının % 37‟sinde, pediyatrik psoriasis hastalarının % 49‟unda pozitif birinci derece akraba hikayesi olduğu görülmüĢtür. Ġkizlerde yapılan çalıĢma-larda monozigotik ikizlerde % 75‟e varan konkordans olduğu görülmüĢtür (3-6). ETYOPATOGENEZ Psoriasisin patogenezi tam olarak açıklığa kavuĢmamıĢtır, ancak çocukların %23.4 ile % 71‟inde pozitif aile hikayesi olması ve monozigot ikizlerden birinde varsa diğerinde de çok yüksek oranda ortaya çıkması nedeniyle genetik bir temeli olduğu düĢünülmektedir (6-8). Genetik yat-kınlık altıncı kromozom üzerinde bulunan sınıf 1 ve sınıf 2 major doku uygunluk antijenleriyle iliĢkilidir (9). Hastalığın baĢlangıç yaĢına ve eksprese edilen insan lökosit antijeninin tipine göre psoriasisin iki alt tipi belirlenmiĢtir. Tip 1 erken baĢlangıçlı ve HLA-Cw6, -B57 ve DR7 ile iliĢkilidir fakat tip 2 geç baĢlangıçlı ve HLA-Cw2 ile iliĢkilidir. Psoriasisin genetik temelini inceleyen çalıĢmalar kromozom 6 dıĢındaki kromozom-larda da psoriasise yatkınlık genlerinin olduğunu ortaya çıkarmıĢtır (10). Monozigotik ikizlerde yapılan çalıĢmalar psoriasisin ortaya çıkıĢında çevresel faktörlerin rol aldığını göstermiĢtir. Bunlar arasında travma, infeksiyonlar, ilaçlar, aĢılar, psikolojik ve emosyonel faktörler, endokrin ve metabolik bozukluklar, sigara, alkol ve iklim ve mevsimsel değiĢiklikler yer alır (2, 11). Çocuklarda üst solunum yolu infeksiyonları psoriasis baĢlangıcında yaygın görülen bir faktördür. Çocukların % 14.8‟inde (7, 8) üst solunum yolu infeksiyonları tesbit edilmiĢtir ve % 21.3‟ünde farenks kültüründe grup A beta hemolitik streptokok (streptococcus pyogenes) pozitifliği görülmüĢtür. Olguların 2/3‟ünde guttat psoriasis inflamatuar bir odakla iliĢkili bulunmuĢtur ancak bunlarda grup A beta hemolitik streptokokların özel bir alt tipi saptanmamıĢtır, hastalığın konağa özgü bir yanıt nedeniyle geliĢtiği tespit edilmiĢtir. HIV infeksiyonu psoriasise neden olabilir veya psoriasisi Ģiddetlendirebilir (5, 12). Normal deride travmaya bağlı yeni psoriatik lezyonların oluĢması izo-morfik yanıt veya Köbner fenomeni olarak bilinmektedir. Fiziksel, kim-yasal, termal, inflamatuar veya cerrahi travmalar psoriasisin Ģiddetlen-mesine neden olabilir. EriĢkin hastalarda B-bloker ajanlar ve lityum iyi bilinen tetikleyici fak-törler iken çocuklarda antimalaryal ilaçlar ve oral ve yerel kortikoste-roidlerin kesilmesi psoriasis geliĢmesinde önemli rol oynar (1, 13). Psoriasisin baĢlangıcında veya alevlenmesinde psikolojik ve stres gibi psikosomatik faktörlerin de etkili olduğu bazı çalıĢmalarda göste-rilmiĢtir (14). Psoriasis patogenezinde aktive T hücreleri ve psoriatik plaklarda bulunan aktive dendritik hücreler merkezi rol alır. Bu hücrelerden proin-flamatuar sitokinlerden olan TNF-alpha, IL-17, IL-23 ve interferon gama salınır, bu sitokinler de IL-1, IL-6, IL-8, nükleer faktör KB aktivasyon ürünleri (NFkB activation products), adezyon molekülleri ve vasküler endotelyal büyüme faktörü salınmasına neden olur ve sonuçta keratinosit hiperprolifersyonu oluĢur. Psoriatik plaklarda TNF-alfa düzeyi psoria-sisten etkilenmemiĢ deriye ve normal kiĢilere göre artmıĢtır. Psoriatik hastaların T hücrelerinde normal kiĢilere göre artmıĢ IFN-gama ekspres-yonu olduğu ve IFN-gama‟nın psoriatik plak geliĢimine neden olduğu bildirilmiĢtir (15). Psoriasis otoimmün bir hastalık olarak sınıflandırılır. Psoriasis hasta-larının çoğunda özellikle deriyle ilgili otoimmün hastalıklardan olan morfea, vitiligo ve diğer otoimmün hastalıklar da geliĢebilir (16, 17). Psoriatik artritli hastalarla yapılan bir çalıĢmada bu hastalarda kendi yaĢ grubundaki sağlıklı kiĢilere göre tiroit hastalığı insidansında bir artıĢ tesbit edilmiĢtir. Bu artıĢ cinsiyet erkekse veya romatoid artrit eĢlik ediyorsa daha belirgin olmuĢtur (18). KLĠNĠK ÖZELLĠKLER BaĢlangıç lezyonu genellikle eritemli makül veya makülopapüller olup, 2 mm gibi çok küçük çapta olabilirler. Bu lezyonların giderek geniĢ-lemesiyle sonunda üzeri skuamla kaplı büyük plaklar ortaya çıkar. Bu lezyonlar normal deriden keskin bir kenar ile ayrılırlar. Psoriatik skuamın rengi gümüĢ beyazı, gümüĢümsü gri veya sedef rengi olarak tanımlan-mıĢtır (1, 3). Skuam hafifçe kazınacak olursa gevrek ve tozumsu bir hal alır (Mum lekesi belirtisi). Skuam tamamen kaldırılırsa altında nemli, ince, saydam bir deri tabakası görülür. Lezyon bir sonraki tabakaya ulaĢılana dek kuru kalır. (Ġnce zar belirtisi) Kazıma sürdürülür ve küçük kanama odakları gözlenir (Auspitz belirtisi) (19). Bu kanama alanlarının uzamıĢ dermal papillların uçlarına uyduğu söylenir (1, 3). BaĢlangıçtaki papül oluĢtuktan sonra çevreye doğru geniĢlemeye baĢlar. GeniĢleyen psoriatik lezyonlar çeĢitli Ģekiller meydana getire-bilirler. Bazı plaklar ortalarından iyileĢme göstermeye baĢlar, bunun sonucunda sirsine veya ark Ģeklinde lezyonlar ortaya çıkar. Bu değiĢik Ģekiller serpijinöz, annüler, girat, guttat (damla Ģeklinde) ve rupial (midye kabuğu Ģeklinde) gibi isimler alırlar. Plakların uzun sürdüğü durumlarda deri kalınlaĢır, çatlaklar meydana gelir ve eskimiĢ psoriasisi tanımlayan kalın skuamlar lezyonları örter. Psoriasis plaklarının yerleĢmediği bir deri alanı olmamakla birlikte, lezyonların özellikle bazı bölgeleri seçtikleri gözlenir. Karakteristik olarak dizler, dirsekler, lumbosakral bölge, saçlı deri ve genital bölge, en sık olarak tutulan alanlardır (3). Psoriatik lezyonlar iyileĢtiği zaman, çoğu post-inflamatuar durumda olduğu gibi hiperpigmentasyon, hipopigmentasyon veya depigmentasyon ortaya çıkar. Hipopigmente zon sık gözlenir ve Woronoff halkası adını alır (3, 20). PSORĠASĠS VULGARĠSTE KLĠNĠK TĠPLER Guttat Psoriasis Guttat psoriasis daha çok çocuklarda görülen psoriasis tipidir ve sıklığı çeĢitli çalıĢmalarda %6.4, % 9.7 ve % 44 olarak bulunmuĢtur (8, 22, 23). Çoğu zaman grup A beta-hemolitik streptokokun neden olduğu faranjitden sonra veya daha az olarak perianal streptokok dermatitinden sonra aniden ortaya çıkan, minimal skuamlı nokta Ģeklinde papüllerle karakterizedir (24). Guttat psoriasiste papüler lezyonlar özellikle gövdede, ekstremitelerin proksimalinde, yüzde ve saçlı deride görülür (25). Genellikle 3-4 ayda geriler ancak bazen lezyonlar büyüyüp plak psoria-sis karakterini alabilir (26). Numuler Psoriasis En sık görülen psoriasis formu olup plaklar daha çok diz, dirsek, kalça, gövde ve saçlı deride yerleĢir. Anüler Psoriasis Anüler psoriasis, kenarlarında eritem ve deskuamasyonun eĢlik ettiği püstüllerden oluĢan sirsine Ģekilli lezyonlardan oluĢur ve çocuklarda eriĢkinlere göre daha sık görülür (27). Lineer psoriasis Nadir rastlanan bir tiptir ve varlığı tartıĢmalıdır. BlaĢko çizgilerini takip eden eritamoskuamöz lezyonlar doğuĢtan beri vardır. Bu lezyonların ĠLVEN (inflamatuar lineer verükoz epidermal nevüs)‟ den ayrımında subjektif olarak kaĢıntının daha az veya hiç olmaması, histolojisine psori-asiform patern saptanması ve psoriasis için aile öyküsü pozitifliği önemlidir (29). Eritrodermik Psoriasis Psoriatik eritrodermi çocuklarda eriĢkinlerden daha nadir görülür, tüm deri yüzeyinde yaygın eritem vardır, ödem ve deskuamasyon da eĢlik eder. Tetikleyici faktörlerin araya girmesi, tedaviye bağlı komplikasyonlar veya sistemik steroid tedavisinin kesilmesi, altın, ultraviyole, penisilin, klorokin, yerel kortikosteroidlerin fazla kullanılması gibi tedaviler sonucu olabileceği gibi direkt olarak da baĢlayabilir. Tırnak değiĢiklikleri çok Ģiddetli olabilir. Dermatopatik lenfadenopati ve Ģiddetli pruritus görülebilir. Erirodermik bir olguda yer yer küçük sağlam deri alanlarının bulunuĢu psoriatik eritroderma veya pitriyazis rubra pilaris eritroderması için ipucu olarak değerlendirilmelidir. Spesifik bir laboratuar bulgusu yoktur. Gen-eralize püstüler psoriasiste olduğu gibi, sedimentasyon artıĢı, lökositoz, lenfopeni, negatif azot dengesi, hipoalbuminemi görülebilir. Hipertermi, hipotermi, kardiyak debide azalma, karaciğer ve böbrek fonksiyonlarında bozulma eĢlik edebilir. Kardiyovasküler Ģok ve septik Ģok geliĢme riski olduğu için bu olguların hastanede yakın takip edilmesi gerekmektedir. Erken dönemde psoriasis histolojisi görülürken uzamıĢ olgularda nonspesifik eritroderma histolojisi izlenir (1, 3, 9). Püstüler Psoriasis Püstüler psorisis, steril püstüllerle seyreden inatçı bir klinik tablodur. Lokalize ve generalize olmak üzere iki klinik tipi vardır. Generalize tipi akut generalize püstüler psoriasis (von zumbusch tipi) ve anüler püstüler psoriasisi içerir. Lokalize püstüler psoriasis; parmak ve tırnak tutulumu olan akrodermatitis kontinua of Hallopeau, palmoplantar püstüler pso-riasis (Barber-Koenigsbeck tipi) ve üzerinde püstüllerle karakterize plak psoriasisden oluĢur (1, 3). Generalize püstüler psorisis (Zumbusch tipi): Oldukça nadir görülen, fatal seyredebilen bir durumdur. Generalize püstüler psoriasisi, psoriasis vulgaris hastasında sistemik kortikosteroidin kesilmesi, hipokalsemi, infeksiyon veya lokal irritanlar tetikleyebilir. Döküntü ani baĢlangıçlı ve generalizedir, genel durumda kötüleĢme, halsizlik, poliart-ralji, yüksek ateĢ ve lökositoz eĢlik eder, sıklıkla birkaç haftada geriler bazen eritrodermik psoriasise dönüĢebilir (2). Hızla tedavi edilmesi gereken ağır bir tablodur. Ayırıcı tanıda impetigo ve subkorneal püstüler dermatoz düĢünülmelidir (1, 3). Palmoplanter püstüloz (Barber’in püstüler psoriasisi): En sık 20-60 yaĢ grubunda kadınlarda daha sık görülür. El içi, ayak tabanında bilateral ve simetrik yerleĢimli, eritemli zeminde 2-4 mm çaplı püstüllerle karakterizedir. Püstüller yaklaĢık 1 haftada açılmadan kurur, deskuamas-yon ve keratoz ile iyileĢir. Ayırıcı tanıda tinea pedis et manum, infekte ekzemalar akla gelmelidir (1, 3). ÖZEL LOKALĠZASYONLAR Psoriasis lezyonları vücudun farklı yerlerinde değiĢik Ģekilde görü-lebilir. Saçlı Deri Psoriasisi Psoriasis sıklıkla saçlı deride de görülür ve özellikle frontotemporal bölge tutulumu belirgindir. Keskin sınırlı ve Ģiddetli skuamlı yamalar Ģeklinde olup lezyonlar saçlı deri sınırının 1-2 cm dıĢına yayılma eğili-mindedir. Sadece saç tutulumu olduğunda seboreik dermatitten ayırımı zordur (Sebopsoriasis). Tanı, histopatolojik olarak Munro mikroabse-lerinin görülmesi ile konur. Genellikle alopesiye neden olmaz. Ancak uzun süreli yaygın skuamlı von Zumbusch tipi generalize püstüler pso-riasiste ve eritrodermik olgularda toksik kaynaklı diffüz saç kaybı oluĢa-bilir (1, 3). Ġntertriginöz (Ġnvers) Psoriasis Sıcak ve terleme bozukluğu sonucu izomorfik irritasyona bağlı olarak gluteal yarık, inguinal, aksiller bölge, umblikus ve meme altı gibi inter-triginöz alanlarda oluĢan psoriasis tipidir. Buradaki psoriasis lezyonla-rında sürtünme ve nem nedeni ile skuamlar izlenmez. Muayenede keskin sınırlı ve hafif infiltre eritemli yer yer masere, fissure plaklar saptanır. Fissürlü plakların keskin sınırlı olması, psoriasis için tanı koydurucudur. Ayırıcı tanıda; ekzema, kandidoz ve masere tinea inguinalis düĢünül-melidir (1, 3). Penil YerleĢim Penis genç hastaların büyük bir kısmında hastalığın ilk baĢlangıç yeri olabilir. Nadir vakada tek baĢına penis tutulumu mevcuttur. Penisteki psoriasis lezyonu hafif skuamlı, parlak yüzeyli, infiltre bir plaktır. Ayırıcı tanıda liken planus, zoon balaniti, bowen hastalığı, bowenoid papüloz ve kandidiyazis düĢünülmelidir (1, 3). El ve ayaklar Bu bölgelerdeki psoriasis lezyonları sınırları net, simetrik, eritemli yer yer hiperkeratozik plaklar ve ağrılı fissürlerle karakterizedir. Ayırıcı tanıda ön planda kronik el ayak egzemaları ve kronik dermatofit infek-siyonu düĢünülmelidir. Artrit, üretrit, konjunktivit triadı ile karakterize Reiter sendromunda da benzer deri bulguları saptanabilir (1, 3). Oral mukoza Psoriasisde mukoza tutulumu nadir olup özellikle generalize püstüler psoriasisde hastaların dillerinde ve ağız mukozasında anüler, kıvrımlı, beyaz yama tarzı lezyonlar (coğrafik dil Ģeklinde) ortaya çıkar (9, 28). Tırnak Bozuklukları Tırnak tutulumu genelde psoriasis tanısında önemli bir ipucu olup hastaların %10-80‟inde saptanabilmektedir. Tırnaklar çoğu zaman simetrik Ģekilde tutulur. Tırnağın matriks, tırnak yatağı ve paroniĢyum gibi anatomik bölgelerinin tutulumuna bağlı tırnakta çeĢitli Ģekil bozuk-lukları ve görünüm saptanır. Matriks tutulumunun en tipik bulgusu pit-ting olup, matriksteki bölgesel parakeratoz sonucunda oluĢur. Psoriasis için spesifik olmayıp alopesi areata gibi çeĢitli hastalıklarda da saptana-bilmektedir. Diğer bir sık gözlenen belirti, tırnak plağının üzerine yağ dökülmüĢ gibi bir izlenim veren yağ damlası (hiponikyum ve tırnak yatağında biriken glikoproteine bağlı) iĢaretidir. Ayrıca onikolizis (tırnak plağının tırnak yatağından ayrılması), subungual hiperkeratoz, tırnak plağı anomalileri ve splinter hemorajiler de psoriasiste gözlenebilir. Psoriasisin tırnak bozuklukları en çok tırnağın mantar hastalıklarını taklit eder (1, 3, 4, 24, 28). Psoriatik Artrit Artropati, psorisisin tek sistemik belirtisidir. Artrit %75 olguda deri tutulumdan sonra görülür, %10 olguda ilk belirti, %15 olguda ise deri tutulumu ile birliktedir. HLA B27 doku grubuna sahip olanlarda sıklığı artmıĢtır. Sıklığı hakkında kesin bir görüĢ yoktur ancak psoriasisli olgu-larda %5-8 oranında artrit geliĢtiği kabul edimektedir. Tüm psoriasis formları artrite eĢlik edebilir genellikle deri tutulumunun Ģiddetiyle artrit geliĢim prevelansı birbiriyle doğru orantılıdır. Kadınlarda biraz daha sıktır. Her yaĢta ortaya çıkabilir ancak erken baĢlayanlarda seyir daha hızlıdır. En sık distal interfalangial eklemler, diğer küçük eklemler ve sakro-iliak eklem tutulur. Monoartrit veya oligoartrit tipinde asimetrik, seronegatif spondilartritlerdendir. BeĢ ayrı klinik tablo halinde görülür. 1. Asimetrik oligoartrit: En sık görülen tip olup, diz, ayak bileği gibi büyük eklemlerle birlikte, birkaç interfalangial eklemi tutar. 2. Simetrik poliartrit: Romatoid artrite benzer Ģekilde el ve ayakların küçük eklemleri, el ve ayak bilekleri, diz ve dirsek eklemleri simetrik olarak tutulmuĢtur. 3. Distal interfalangial tip: Genellikle tırnak tutulumu da eĢlik eder. 4. Spinal tip: Psoriatik olgulan yaklaĢık 1/3‟ünde asemptomatik sakroileit geliĢmektedir. Genellikle asimetrik olup, spondilit de eĢlik edebilir. 5. Artritis mutilans: Nadir görülür, ancak psoriatik artritin en ağır for-mudur. Destruktif eroziv artrit sonucu, klinik olarak deforme, dizilimi bozulmuĢ eklemlerle karakterizedir. Psoriatik artrit tanısında eĢlik eden deri lezyonları ve tırnak tutulumu önemlidir. Romatoid faktör negatifliği önemli bir bulgu olmakla birlikte %5-15 olguda düĢük titrelerde pozitif olabileceği unutulmamalıdır. Ayırıcı tanıda diğer seronegatif artritler ve romatoid artrit düĢünülmelidir (1, 3, 21). TANI Tanı klinik görünüm ve histopatolojik inceleme ile konulur (30). Perilezyonel hipopigmente alana „Woronoff halkası‟ denir ve psoriasis için oldukça spesifiktir fakat nadiren görülür (31). Lezyonsuz deriye trav-ma uygulanmasıyla yeni lezyonlar oluĢmasına izomorfik yanıt veya „Köbner fenomeni‟ denir (32). Mum lekesi ve Auspitz fenomeni tanıda, Köbner fenomeni ise hastalığın aktivasyonunu belirlemede önemlidir. Psoriatik plağa travma uygulanmasıyla lezyonun gerilemesi ve yerini normal derinin almasına „Renbök fenomeni‟ veya „ters Köbner‟ denir. Psoriasisin tanısında özel bir laboratuar bulgusu yoktur. Histopatolojik olarak hiperkeratoz, parakeratoz, akantoz, epidermal uzantıların düzenli biçimde parmaksı uzaması (testere diĢi görünümü), stratum granulozumda incelme, papillomatozis, retelerde çomaklaĢma, epidermisin suprapapiller bölgesinde incelme görül ür. Stratum korneumda Munro mikroabseleri (parakeratotik alanlarda polimorfonükleer lökosit birikimi) ve papiller dermiste lenfohistiyositer hücre birikimi karakteristiktir (1, 3, 28). AYIRICI TANI Psoriasisin ayırıcı tanısına seboreik dermatit, atopik dermatit, numuler dermatit, sekonder sifilis, pitriyazis rubra pilaris, liken planus, tinea kor-poris, tinea kapitis, pitriyazis rozea, inflamatuar lineer verüköz epider-mal nevüs, kronik kutanöz lupus eritematozus, akrodermatitis entero-patika, irritan diaper dermatiti, eritrazma, subkorneal püstüler dermatoz, eritema anülare santrifüj girer (3). TEDAVĠ Psoriasis‟in etyoloji ve patogenezinin tam belirlenememiĢ olması bu hastalığın tedavisinde çok çeĢitli tedavi stratejilerinin ortaya çıkmasına neden olmuĢtur (33, 34). Tedavide amaçlanan DNA sentezini inhibe ederek mitozu baskılamak, epidermal döngüyü normal hıza getirmek ve antiinflamatuar etkinlik oluĢturmaktır. ġu an yeni geliĢen tedaviler T hücre ve T hücre kaynaklı sitokinlere yöneliktir. En uygun tedavi yöntemini belirlemek için hastanın yaĢı, cinsiyeti, psoriasisin klinik prezentasyonu, yaygınlığı, süresi, tipi, eĢlik eden semptomlar, hastalıklar, daha önce uygulanan tedaviler göz önüne alınmalıdır (2). Hastalık Ģiddeti ve tedavinin belirlenmesinde vücut yüzey alanı tutulum yüzdesi ana gösterge olarak kullanılsa da Ģiddet sınıflamasında ortak bir görüĢ bulunmamaktadır. Bu Ģiddetin belirlenmesinde PAġĠ, SPAġĠ gibi farklı yöntemler geliĢtirilmiĢtir. Amerika‟da “National Psoriasis Foun-dation” VYA (Vücut Yüzey Alanı) ‟na göre Ģiddet derecelendirilmesini yapmaktadır. Bu sınıflamaya göre %3‟e kadar hafif, %3-10 orta, %10‟dan fazla Ģiddetli hastalık olarak tanımlanır. Avrupa‟da ise EMEA (European Medicines Agency) %20 üzerindeki olguları Ģiddetli kabul etmektedir (36). Halen en sık kullanılan tedavi yöntemleri yerel kortikosteroidler, immuno-supresifler (genellikle siklosporin), psoralenle birlikte veya salt ultraviyole irradyasyonu, sistemik retinoidler ve sistemik metotreksattır (3335). Günümüzde psoriasis tedavileri Ģifa sağlamamakta, hastalar yaĢam boyu tedavi gereksinimi gösterebilmektedir. Bu nedenle, nisbeten daha kolay uygulanabilir olan yerel kortikosteroid ve keratolitik gibi tedaviler ilk olarak kullanılmakta, bunlar etkisiz kaldığında daha efektif ancak yan etkileri daha fazla olan sistemik tedavilere baĢlanabilmektedir. Tedavi amacı lezyonların kaybolmasıdır. Ancak, geniĢ hasta serilerinde en etkili sistemik tedavilerin dahi olguların önemli bölümünde etkisiz kalabildiği gösterilmiĢtir (33). Belirgin yan etkiler ortaya çıkabildiğinden tam remis-yonun gerçekçi bir beklenti olmadığı da vurgulanmıĢtır (34). Pratikte, daha etkili tedavilerin uzun süre kullanımı, oluĢturabildikleri Ģiddetli yan etkiler nedeniyle (siklosporin-nefrotoksisite ve Ģiddetli immun supresyon; metotreksat-hepatotoksisite, ultraviyole irradyasyonu-mutagen ve karsinogen) mümkün olmamaktadır. Bununla birlikte, günümüzde pso-riasis tedavisinde en fazla kullanılan tedavi modeli olan yerel kortikos-teroidler de uzun süreli kullanımlarında belirgin yan etkiler oluĢtur-maktadır. Mevcut tedavi yöntemlerinin, tedavi baĢlangıcından klinik regresyona kadar, genellikle birçok hafta uygulanmaları gerekli olmak-tadır (34) YEREL TEDAVĠLER Psoriasisin hafif formunda monoterapi veya kombine rejimler Ģeklinde kullanılan yerel tedaviler yeterlidir, orta veya Ģiddetli psoriasis olgularında yerel tedavi fototerapi ve/veya sistemik tedavilerle kombine edildiğinde iyileĢmeyi hızlandırır ve kaĢıntıyı azaltır (2, 36). YumuĢatacılar ve/ veya nemlendiriciler (vazelin, seramidler, amonyum laktat veya mineral yağı) ve hiperkeratozik lezyolarda keratolitik ajanlar (salisilik asit-%3-6, üre-% 5-20) tüm tedavi Ģekillerinde destekleyici olarak, aktif maddelerle dönüĢümlü olarak veya asemptomatik evrede dahi kullanılmalıdır (2, 36). Kortikosteroidler Yerel kortikosteroidler halen en temel tedavi yöntemini oluĢtur-maktadırlar. Antiinflamatuar, antiproliferatif (antimitotik), immunsupresif, vazokonstriktör ve antipruritik etkileri ile etki ederler. Losyon, krem, yaglı (emollient) krem, pomat, jel ve sprey bazlarında uygulama yanında kortikosteroid emdirilmiĢ teypler de mevcuttur. Kullanılan kortikosteroidin potensi ve formu uygulanacak olan bölgeye göre seçilir, orta ve yüksek potent kortikosteroidler saçlı deri, ekstremite ve gövde lezyonlarında kullanılırken, düĢük potensli olanlar yüz, periauriküler bölge, aksiller ve inguinal katlantılar ve genital bölgede kullanılır. Yan etkileri kortikoste-roidlerin kullanımını sınırlamaktadır. ABD dıĢındaki ülkelerde kortikoste-roidler daha az kullanılmaktadır. Orta güçte kortikosteroidlerde dahi hipotalamus-hipofizadrenal aksı suprese olabilmektedir. Küçük çocuk-larda bu yan etki daha kolay oluĢmaktadır (37). Nadiren iatrojenik Cushing sendromu da görülebilmektedir. Daha sık olarak lokal yan etkiler ortaya çıkmaktadır. Yüz ve intertriginöz alanlarda uzun süreli kortikosteroidlerin aĢırı miktarlarda kullanımı epidermal atrofi, telengiektazi ve minör trav-malar sonucu purpura geliĢimiyle sonuçlanmaktadır. Dermal konnektif dokudaki değiĢiklikler ise geri dönüĢümsüz stria geliĢimiyle sonuçlan-maktadır. Bir diğer komplikasyon ise tekrarlayan uygulamalar sonucu taĢifilaksi geliĢmesidir (38). Yan etkileri önlemek için klinik olarak iyileĢme sağlandıktan sonra daha az potent steroitlere geçilmeli, aralıklı veya dönüĢümlü tedavi uygulanmalı veya diğer tedavi yöntemleriyle kombine olarak kullanılmalıdır (2, 9, 25). Çocuklarda psoriasis tedavisinde FDA tarafından onaylanan iki ste-roid mometazon furoate ve alklometazon dipropionate‟dir. Mometazon furoate 2 yaĢ ve üzerinde alklometazon dipropionate 1 yaĢ ve üzerinde kullanılır. Yüz, bez bölgesi ve intertrijinöz alanlarda düĢük potent steroitler mesela % 1‟lik hidrokortizon kullanılabilir (4, 9). Katran Kömür katranı antipsoriatik, antiseboreik, antipruritik ve keratolitik etkilere sahiptir ve psoriasis tedavisinde kullanılan en eski ajandır ancak günümüzde hoĢ olmayan kokusu, rengi ve leke yapma özelliği nedeniyle kullanımı sınırlanmıĢtır. Katran kalın skuamlı plaklarda ve saçlı deri psoriasisinde % 5-10 oranında Ģampuan Ģeklinde kullanılmaktadır. Akne, folikülit, irritan ve kontakt dermatit gibi yan etkiler geliĢebilir. Katranın plak psoriasisde UVB ile birlikte kullanımı Goeckerman tekniği olarak bilinir. Kömür katranı çocuklarda kontrendike değildir ancak karsinojen potansiyeli olması nedeniyle Almanya‟da kullanımı yasaklanmıĢtır (9, 39). Antralin (Ditranol) Psoriasis tedavisinde 100 yılı aĢkın süredir kullanılmaktadır, etkisini sitostatik olarak ve mitotik aktiviteyi azaltarak göstermektedir. Yerel D vitamini analoglarının kullanıma girmesiyle, Avrupa‟da boyama ve irritasyon yan etkileri nedeniyle antralin kullanımı azalmıĢtır. Püstüler psoriasisde kullanılmamalı daha çok plak tipi psoriasisde kullanılmalıdır. ġimdilik FDA tarafından sadece yetiĢkin psoriasisinde onaylanmıĢtır. Katrandan daha etkilidir ancak ilacın yol açtığı irritasyon ve deri ve giysileri boyaması kullanımını kısıtlar. DüĢük konsantrasyonlarda (% 0.1-0.5) 24 saat süreyle veya yüksek konsantrasyonlarda (%1-3) 15-30 dakika boyunca uygulanır. Ġrritan bir madde olduğu için intertrijinöz bölgelere, göz çevresine mukozalara ve perilezyonel sağlam deriye uygulanma-malıdır, erozyon, vezikül ve bül geliĢebilir (9, 39). Topikal D vitamini analogları Kalsipotriol, kalsitriol ve takalsitol vitamin D3 analoglarıdır, keratino-sitlerin diferansiasyonunu indükleyerek ve proliferasyonunu inhibe ederek etki gösterirler. 1990‟ların baĢından beri kullanımda olan D vitamini analogu kalsipotriol, % 0.005 konsantrasyonda klas II kortikosteroidlerle kıyaslanabilir etkinlik göstermekte, antraline, klinik etkinlik üstünlüğü ve daha az irritan oluĢu yanında boyama özelliğinin bulunmaması ile tercih edilmektedir (40). Kalsipotriol vücut yüzey alanının % 30‟dan azı tululan hafif veya orta derece psoriasisi olan hastalarda efektif ve güvenli bir tedavi seçeneğidir. Çok güçlü kortikosteroidler kadar etkili olmamalarına rağmen bunlarla kombine edildiklerinde her birinin tek baĢına kullanım-larına göre üstünlük göstermektedirler (41, 42). Kalsipotriyolün UVB, PUVA ile kombinasyonları tedavi etkinliğini arttırmaktadır (43, 44). Kalsi-potriyolün sık görülen yan etkisi uygulama alanında geliĢebilen irritan kontakt dermatittir. Lezyonel, perilezyonel ve yüzde irritasyon en sık görülen yan etkilerdir, yüze uygulanmamalıdır. Yüz ve intertriginöz alanlar özellikle duyarlı olup bu alanlarda görülme oranı % 20‟ye ulaĢabilmektedir (45). GeniĢ alanlarda yüksek miktarlarda kullanımı sonucu hiperkalsemi geliĢimi de bildirilmiĢtir (46). Retinoidler Tazarotenenin % 0.05 ve % 0.1‟lik jel ve kremleri kullanılmasına rağmen % 0.1‟lik konsantrasyonda daha fazla olmak üzere uygulama alanında irritasyon yüksek sıklıkta geliĢmektedir. Bu nedenle yerel çok güçlü, güçlü ve orta güçte kortikosterodlerle alterne edilerek kombinas-yonları denenmekte, böylelikle irritasyon oranı azalırken etkinlik artmaktadır. Tazarotenin kortikosteroid atrofisini deride azalttığı da gözlenmiĢtir (47, 49). UVB ile tazaroten kombinasyonu salt UVB uygulamasına göre üstünlük arzetmekle birlikte tazarotenin stratum korneumu incelltiği ve yanık geliĢimi olasılığını arttırdığı belirlenmiĢtir. Tazarotenin çocuk psoriasisinde kulanımı FDA tarafından onaylanmamıĢtır ve çocuk psoriasisinde kullanımına dair yeterli etkinlik ve güvenlik çalıĢmaları yoktur. Tazaroten X kategorisindedir hamilelerde ve emziren annelerde kullanılmamalıdır (2, 9, 25) Yerel Kalsinörin Ġnhibitörleri Takrolimus ve pimekrolimus kalsinörin inhibitörleridir. 2 yaĢ ve üzeri çocuklar için % 0.03‟lük formu, 15 yaĢ ve üzeri çocuklar için % 0.1‟lik formu atopik dermatitde FDA onayı almıĢtır. Deride atrofiye neden olma-dığı için inverse psoriasisde, yüz ve genital bölgelerde lokalize psoriasisde lokal kortikosteroidlere iyi bir alternatif olduğu düĢünülmektedir (50). Fototerapi Fototerapi tek baĢına veya yerel ve sistemik tedavilerle kombine edilerek kullanılabilir. Antiproliferatif, antiinflamatuar ve immunsupresan mekanizmayla etki gösterir. Püstüler ve eritrodermik psoriasisde vazodi-latasyona yol açtığı ve hastalığı Ģiddetlendirdiği için kullanılmamalıdır. Psoriasisde UVB ve PUVA kullanılır. UVB‟nin çocuklarda güvenli ve etkili olduğu bildirilmitir (51). Dar bant UVB plak tipi psoriasisi olan eriĢkinlerde ilk tercih edilen yöntemlerdendir, çocuklarda yapılan çalıĢmalarda da iyi sonuç alındığı belirtilmektedir (52). Ebeveynler fotoyaĢlanma ve deri kan-seri geliĢiminde hafif bir artıĢ olabileceği Ģeklinde uyarılmalıdır. Kümülatif UVB dozunu ve karsinojen etkiyi azaltmak için antralin ve vitamin D3 analoglarıyla kombine edilebilir. PUVA küçük çocuklarda kontrendikedir ancak zorunluysa yetiĢkinlerde kullanılabileceği belirtilmiĢtir. Palmo-plantar püstüler psoriasisli çocuklarda da PUVA kullanılabileceği bildirilmiĢtir (25, 53, 59). PUVA (Psoralen plus UVA) PUVA, psoralen ile birlikte kullanılan tedavi yöntemidir. Psoralen ultraviyole varlığında epidermal hücre DNA‟sına sitotoksik etki gösterir, DNA replikasyonunu baskılayarak hücre çoğalmasını azaltır. Psoralen 0.6-0.8 mg/kg dozlarda oral veya yerel olarak kullanılır. Haftada 2-3 uygulama ile 20-30 uygulamadan sonra psoriasisli hastaların yaklaĢık % 90‟ında belirgin düzelme sağlanmaktadır (54). En sık görülen yan etki bulantıdır. Yanık ve çillenme diğer sık yan etkilerdir. 260 uygulamadan sonra skuamöz hücreli kanser geliĢmesinin 11 kat arttığı gösterilmiĢtir. Malign melanoma sıklığı da PUVA tedavisine baĢlandıktan yıllar sonra, 250 tedavinin üzerine çıkıldığında artmaktadır (55, 56). Kalsipotriyol, sistemik retinoidlerle kombinasyon etkinliği arttırmaktadır. Daha önceki PUVA tedavilerinde Ģiddetli yan etki veya yetersiz etkinlik oluĢması, fotosensitizasyon yapıcı ilaç kullanıyor olma, yetersiz kontrasepsiyon, gebelik ve laktasyon mevcudiyeti, ıĢık duyarlılığına yol açan durumlar (LE, porfiri, polimorf ıĢık erupsiyonu), klostrofobi, karaciğer ve böbrek disfonksiyonları, hasta uyumsuzluğu PUVA‟ya kontrendikasyon 2 oluĢturmaktadır. 2000 J/cm ‟ye veya toplam 160 irradyasyona ulaĢma da PUVA tedavisini artık uygulanamaz kılmaktadır (57, 58). Darband UVB UVB fototerapi T hücrelerinin çoğalması ve aktivasyonunu engeller, langerhans hücrelerinin yapı ve fonksiyonlarını etkiler, epidermal ve dermal T hücrelerinin apoptoza uğramalarına neden olur (60). Daha az karsinojenik olduğu düĢünülen 311 nm dalga boyunda UVB uygulanı-mının, psoriasis tedavisinde geniĢband UVB‟den üstün ancak PUVA‟dan daha az etkili ancak daha emniyetli olduğu gösterilmiĢtir. Darband UVB ile daha Ģiddetli ve daha uzun süreli yanıklar meydana gelebilmektedir. Yanıkları azaltmak için en fazla dikkat edilecek nokta ise minimal eritem dozunu belirlemek olmalıdır. Tedaviye ya o dozdan ya da onun biraz altından baĢlanılmalıdır (61-63). SĠSTEMĠK TEDAVĠ Psoriasis‟in sistemik tedavisinde birçok ilaç kullanılabilmekteyse de yaygın olarak kullanılanlar ve FDA tarafından onaylananlar 3 tanedir Metotreksat Metotreksat folat antagonistidir ve psoriasis tedavisinde 1950 yılından beri kullanılmaktadır. T ve B lenfosit replikasyonunu ve fonksiyonunu ve IL-1, IFN-alpha ve TNF-alfa sekresyonunu inhibe eder. Metotreksat roma-toid artrit, juvenil romatoid artrit ve eriĢkin psoriasisinde FDA onayı almıĢtır. En efektif tedavilerden birini sağlamaktadır. Psoriatik artritte, Ģiddetli psoriasisin uzun süreli tedavisinde, yerel tedavilere ve fototerapiye yanıt alınamayan olgularda kullanılabilmektedir. Aktif infeksiyonu bulunan olgulara, gebelere, renal yetmezliği bulunanlara baĢlanmamalıdır. Metotreksat ayrıca birçok ilaçla da etkileĢebilmektedir. Kısa dönemde kemik iliği toksisitesi, uzun dönemde ise hepatotoksisite önemli yanetkileridir. . Akut hematotoksisite ve hepatotoksisiteyi önlemek için düzenli laboratuar izlemi yapılmalıdır (64). Total doz 1-1.5 g‟a ulaĢtığında ve sonraki her ilave 1-1.5 gramlık dozlarda karaciğer biyopsisi yapılmalıdır (65). Diğer yan etkiler arasında mukoza erozyonları ve stomatit, bulantı, makrositik anemi, ani pulmoner toksisite, malign lenfoma geliĢimi, foto-toksisite bulunmaktadır (66). Daha önceki MTX tedavisinde Ģiddetli yan etki veya yetersiz etkinlik meydana gelmiĢ olması, tedaviden 3 ay son-rasına kadar kontrasepsiyon yapamayacak olma, gebelik, laktasyon, karaciğer ve böbrek disfonksiyonları, karaciğer ultrasonografisinde anor-mal bulgular, karaciğer biyopsisinde anormal bulgular, ilaç veya alkol bağımlılığı, anemi, lökopeni, trombositopeni, gastrik ülser, akut infek-siyon, hasta uyumsuzluğu metotreksat tedavisine kontrendikasyon oluĢ-turmaktadır (57). Siklosporin Siklosporin kalsinörini inhibe ederek T lenfosit aktivasyonunu önleyen immunsupresan bir ajandır. ġiddetli ve inatçı psoriasisi olan immun-suprese olmayan eriĢkinlerde ve 6 aylıktan büyük bebeklerde ve çocuk-larda transplant rejeksiyonunu önlemek için FDA onayı almıĢtır. Sıklıkla baĢlangıç dozu 3-5 mg/kg/gün olarak kullanılır, doz yavaĢ yavaĢ azaltılarak hastalığı kontrol altında tutan minimum doza inilir (67). Tüm psoriasis tiplerinde etkili ise de yan etkilerinin fazlalığı kullanımını kısıtlamaktadır. Uzun süreli kullanımında nefrotoksisite söz konusudur. Böbrek ve karaciğer fonksiyon testleri ve hemogram 2-4 haftada bir tek-rarlanmalıdır. Hipertansiyon, deri kanserleri ve lenfoproliferatif hasta-lıkların geliĢimi, hipertrikoz, gingival hiperplazi, hipomagnezemi, hiper-kalemi diğer sık görülen yan etkilerdir (66). Siklosporin ayrıca birçok ilaçla etkileĢmektedir. Önceki siklosporin tedavisine Ģiddetli yan etki veya yetersiz etkinlik, yetersiz kontrasepsiyon, gebelik, laktasyon, böbrek dis-fonksiyonu, ilaç veya alkol bağımlılığı, makrolid hipersensitivitesi, kontrolsüz hipertansiyon, hiperürisemi, hiperpotassemi, malabsorbsiyon, akut infeksiyon, karsinojenik potansiyeli çok sayıda ilaç kullanmıĢ olma siklosporin tedavisine kontrendikasyon oluĢturmaktadır (57). Retinoidler Günümüzde psoriasis tedavisinde kullanılan sistemik retinoid asitre-tindir. Asitretin ikinci jenerasyon aromatik retinoiddir ve keratinosit proliferasyonunu ve diferansiasyonunu düzenleyerek ve apoptozisi indükleyerek etki eder. Retinoidler püstüler ve eritrodermik psoriasisde dramatik Ģekilde etkilidir. Plak tipi ve guttat psoriasisde ise etkileri yavaĢtır. Ancak PUVA ve UVB ile kombinasyonuyla etkileri hızlanmaktadır. Teda-viye 0.5-1 mg/kg/gün dozunda baĢlanır, önemli oranda düzelme olduğunda doz yavaĢça 0.2 mg/kg/gün‟e kadar düĢülür ve tedaviye remis-yondan sonra iki ay daha devam edilir. Teratojen olması yanında keilit, konjonktivit, saç dökülmesi, tırnak bozuklukları, periungual piyojenik granuloma, deri kuruluğu, baĢta trigliseridler olmak üzere serum lipidle-rinin yükselmesi, psödotümör serebri, karaciğer fonksiyon testlerinde artma, osteoporoz, ligament kalsifikasyonu, hiperostoz diğer yan etki-leridir. Çocuklarda uzun süreli kullanımı epifizlerin prematür kapan-masına, kemik geliĢiminin bozulmasına neden olur. Önceki asitretin tedavisinde Ģiddetli yan etki veya yetersiz etkinlik, hepatotoksik ilaç veya tetrasiklin kullanımı, ilacı bıraktıktan sonraki 2 yıl kontrasepsiyon yapa-mayacak olma, gebelik, laktasyon, karaciğer veya böbrek disfonk-siyonları, ilaç veya alkol bağımlılığı, plazma lipid yüksekliği, A hipervita-minozu asitretin tedavisine kontrendikasyon oluĢturmaktadır (68-70). Diğer ilaçlar Etkileri siklosporin‟e benzeyen takrolimus (FK506), mikofenolat mofetil, hidroksiüre, 6-thioguanine, özellikle Avrupa‟da kullanılan ancak gastrointestinal yan etkileri bulunan fumarik asit esterleri, kalsitriol, kolĢisin, dapson, karbamazepin, sulfasalazin denenmiĢtir. Bunlar etkileri sınırlı ilaçlardır. Günümüzde etkinliklerinin yeterli olmayıĢı, özellikle yan etkilerin fazla ve önemli oluĢu nedeniyle psoriasisde sistemik tedavilerin ve fototerapi yöntemlerinin kombinasyonları ve rotasyonları kullanılabilmektedir (66). Biyolojik Ajanlar Biyolojik ajanlar canlı hücrelerden rekombinant biyoteknolojiyle elde edilen protein yapıda farmakoljik aktiviteye sahip maddelerdir. Canlı materyalden elde edilirler (insan, bitki ya da mikroorganizmalardan) ve hastalıkları tedavi ve önlemede kullanılırlar. Bu proteinler farmakolojik olarak iĢlenebilir ve rekombinant DNA tekniği ile fazla miktarda üretilebilirler. Biyolojik ajanlar sitokinleri, lenfokinleri ve diğer antiproliferatif ajanları içerir. Biyolojik moleküller normal insan proteinlerinin iĢlevini taklit etmek için ya da dolaĢımdaki proteinlerle veya hücresel reseptörlerle etkileĢime girmek için oluĢturulabilirler. 40‟dan fazla değiĢik biyolojik molekül geliĢtirilmiĢtir ve psöriasis ve iliĢkili diğer inflamatuar hastalıklarda değiĢik düzeylerde denemeler vardır. Bazı moleküllerin umut verici sonuçları fakat fazlaca yan etkileri vardır, diğerlerinde klinik yanıtlar beklenenle uyumlu değildir. Finansal kısıtlılıklar belirli indikasyonda ilaç üretimini engellemektedir. Antikor ve proteinler insana spesifik üretil-diğinden bu kimyasallarla hayvan deneyleri yapmak uygun değildir. ÇalıĢılan pek çok biyolojik ajan arasında infliksimab ve etanersept ile daha fazla, alefacept ve efalizumab ile daha az klinik deneyim vardır. Sadece psöriasiste değil, inflamatuar barsak hastalıkları, romatoid artrit ve diğer otoimmun durumlarda da çalıĢılmıĢtır. Kullanımı çeĢitli indikas-yonlar için onaylanmıĢ olanlar burada detaylı tartıĢılmıĢtır. TNF antago-nistleri eriĢkinlerde romatoid artritte ve psoriasis tedaviside kullanılan yeni bir grup ilaçtır. Bunlar crohn ve juvenil idiyopatik artrit gibi bazı pediyatrik otoimmün hastalıkta da kullanılır. TNF-alfa inhibitörü alan hastalar infeksiyonlar, lenfoma, solid organ maligniteleri, demiyelinizan hastalıklar, latent tüberküloz, melanom ve melanom dıĢı deri tümörleri açısından tedavinin baĢlangıcında ve takipte değerlendirilmelidirler (71-73). Ġnfliksimab (Remicade) Ġnfliksimab bir fare/insan Ģimerik antikorudur. Bir fare değiĢken bölgesi ve insan Ig G1/ sabit bölgesi içerir. 149 kDa moleküler ağırlığa sahiptir ve insan TNF-‟sına spesifik bağlanma özelliği vardır. Ġnfliksimab etkisini etanersept‟ten farklı olarak hem çözünür hem de transmembran TNF-moleküllerine direkt olarak bağlanarak gösterir. Ġnfliksimab monoterapisi epidermal inflamasyonu azaltır ve keratinosit proliferasyonu ve diferan-siasyonunu normale çevirir. Üç doz indüksiyon rejimi 5 ya da 10 mg/kg infliksimab ile 0,2 ve 6 haftalarda uygulanır. Ardından her 8 haftada bir 5mg/kg (3-10mg/kg aralı-ğında) 2-3 saat içinde iv infüzyon Ģeklinde uygulanır. Terminal eliminasyon yarılanma ömrü 8-10 gündür. Son infüzyondan 12 hafta sonrasına kadar kanda tespit edilebilmektedir. Hastalar infüzyon sonrasında infüzyona bağlı yan etkiler yönünden 2 saat süre ile yakından takip edilmelidir. Tedaviden birkaç gün sonra serum hastalığı benzeri reaksiyon oluĢabilir. Ġnfliksimab terapisi hastalıkta hızlı ve uzun süreli iyileĢme yaratır. Psöria-sis alan ve Ģiddetindeki iyileĢme baĢlangıç üç doz infüzyonundan sonra hiçbir tedavi uygulanmadan hastaların yaklaĢık %50 sinde 6 ay gibi uzun süre ile sabit kalır. Kronik orta-Ģiddetli psoriasis tedavisinde FDA onayını 2006 yılında almıĢtır. Bunun dıĢında romatoid artrit, ankilozan spondilit, Crohn, ülse-ratif kolit ve psoriatik artritte kullanılır. Ġnfliksimab pediyatrik crohn hasta-lığında baĢarıyla kullanılmasına ve pediyatrik psoriasisde baĢarılı olduğu-na dair olgu bildirimleri olmasına rağmen çocuk psoriasisinde etkinlik ve güvenliğini tam olarak belirlemek için geniĢ klinik çalıĢmalar yapılması gerekmektedir. Ġnfliksimab ılımlı ya da ağır konjestif kalp yetmezliğinde ve ürünün herhangi bir komponentine ya da fare proteinine hipersensitivitesi olduğu bilinen kiĢilerde kontrendikedir. Ġnfeksiyonlara yatkınlığı ve infeksiyon rekürrensini arttırır. Hastalar tedavi süresince ve sonrasında infeksiyon yönünden takip edilmelidir. Tedavi öncesinde ilk baĢta PPD, düz akciğer grafisi, hepatit profili, tam kan sayımı ve karaciğer fonksiyon testleri yapılması gerekir. Takiplerinde ise fizik muayene, yıllık PPD ve periyodik akciğer grafisi, tam kan sayımı ve karaciğer fonksiyon testleri istenir. Gebelik kategorisi B‟dir. Evre 3 veya Evre 4 kalp yetmezliği olan hastalara uygulanması kontrendikedir. Hiçbir ilaç etkileĢimi gözlenmemiĢtir. Renal ya da karaciğer toksisitesi görülmemiĢtir. Santral sinir sistemi demiyelinizasyonu olan ya da tespit edilen ya da epileptik hastalığı olanlar dikkatli takip edilmelidir. TNF blokajı önceden etkilenmemiĢ az sayıda hastada sistemik lupus eritematozus benzeri hastalık oluĢturabilir. Hastalar klinik semptom ya da bulgu olmadan geçici antinükleer antikor pozitifliği geliĢtirebilirler. Lupus benzeri semptomlar oluĢursa tedaviye devam edilmemelidir (74-77). Adalimumab (Humira) Ġlk tam insan anti-TNF- monoklonal antikorudur ve bu gruptaki en yeni biyolojik ajandır. YetiĢkinlerde psoriasis, psoriatik artrit, romatoid artrit, juvenil idiyopatik artrit, Crohn hastalığı, ankilozan spondilit‟de FDA onayı almıĢtır. Adalimumab‟ın pediatrik psoriasisde kullanımıyla ilgili literatür mevcut değildir ancak juvenil idiyopatik artritte baĢarılı bir Ģekilde kullanılmaktadır. Kronik orta-Ģiddetli psoriasis tedavisinde kullanılır. Ġlk hafta 80 mg, ikinci hafta 40 mg daha sonra her 2 haftada bir kez 40mg s.c. olarak uygulanır. Tedavi öncesi PPD, akciğer grafisi, hepatit profili, tam kan sayımı, ANA ve karaciğer fonksiyon testleri istenmesi gerekir. Takiplerinde ise fizik muayene, yıllık PPD ve periyodik akciğer grafisi, tam kan sayımı ve karaciğer fonksiyon testleri istenir. Gebelik kategori B olup son dozdan 5 ay sonrasına kadar gebe kalınmaması önerilmektedir. Hastaların %15‟inde genelde kendiliğinden tedavinin ilk 2 ayında gerileyen ağrılı injeksiyon yeri reaksiyonu geliĢebilir. Çok nadir olarak ciddi tubekuloz benzeri fırsatçı infeksiyonlar ve malignite geliĢimi bildirilmiĢtir. Geri dönüĢümlü olarak ilacın tetiklediği lupus benzeri reaksiyonlar, merkez sinir sistemi komplikasyonları, sitopeni, multipl skleroz geliĢimi gibi nadir bildirilen yan etkileri de mevcuttur (76-80). Etanersept (Enbrel) Etenersept insan dimerik füzyon proteinidir. Ġnsan IgG1‟nin Fc parçasına bağlı insan 75-kDa TNF- reseptörünün ekstrasellüler ligand bağlanma parçasını içerir. DolaĢımdaki TNF-‟lara yarıĢmalı olarak bağlanır ve hücre yüzeyindeki reseptörü ile etkileĢimini önler. TNF- için eksternal bir reseptör gibi davranır. Etanersept sadece çözünür TNF-‟ya bağlanır, hücre membranına bağlı olan kısmına etkisi yoktur. Psorisisde ilk 3 ay haftada 2 kez 50 mg s.c, daha sonra haftalık 50 mg s.c Ģeklinde verilmesi önerilmektedir. Psöriatik ve/veya romatoid artritli eriĢkinlerde 25 mg haftada iki kez subkutan yoldan 12 ile 24 hafta uygulanır. Psöriatik artrit için metotreksat ile birlikte kullanılabilir. YetiĢkinlerde romatoid artrit, kronik, orta veya Ģiddetli plak psoriasis, psoriatik artrit ve ankilozan spondilitte, 2 yaĢ ve üzeri çocuklarda orta veya Ģiddetli juvenil idiyopatik artritte FDA onayı almıĢtır. Tedavi öncesinde ilk baĢta PPD, düz akciğer grafisi, hepatit profili, tam kan sayımı ve karaciğer fonksiyon testleri yapılması gerekir. Takip-lerde ise fizik muayene, yıllık PPD ve periyodik akciğer grafisi, tam kan sayımı ve karaciğer fonksiyon testleri istenir. Gebelik kategori B‟dir. Hafiften orta düzeye kadar injeksiyon yan etkileri sıklıkla görülür. Etenersept ile ciddi infeksiyolar, sepsis ve buna bağlı ölümler rapor edilmiĢtir. Rekürren infeksiyon öyküsü olan hastalarda etenersept kullanı-mına karar verirken önlemler alınmalı ve sepsis ya da kronik ya da lokalize infeksiyonlar da dahil aktif infeksiyonu olan hastalarda etenersept kullanılmamalıdır. Ġnfliksimab ile tedavi edilen hastalarda dissemine tüberküloz görülmüĢtür, bu nedenle etenersept ile tedavi öncesinde de tüberkülin deri testi yapılması mutlaka düĢünülmelidir. Mevcut ya da yeni ortaya çıkan santral demiyelinizan hastalığı olan hastalarda etenersept kullanılacaksa önlemler alınmalıdır. Ġlacın tetiklediği sistemik lupus ve subakut kutanöz lupus vakaları bildirilmiĢtir. Etenersept eriĢkin ve pediatrik populasyolar tarafından iyi tolere edilir. Uzun dönem verileri güvenlik profilinin çok iyi olduğunu göstermektedir (77, 81, 82). PREKANSERÖZ HASTALIKLAR Prof. Dr. Ertuğrul H. AYDEMĠR TANIM Kendileri selim nitelikli oldukları halde, seyirlerinin herhangi bir döne-minde % 10‟un üzerinde kanserleĢebilen hastalıklar “Prekanseröz Hasta-lıklar” olarak tanımlanır. EPĠDEMĠYOLOJĠ Çoğu durumda hastalar doğrudan bu yakınmalarla gelmeyip, diğer yakınmalarının muayenesi sırasında fark edildikleri için ve aynı baĢlık altında değiĢik hastalıklar bulunduğu için dünyanın hiçbir yerinde net bir sıklık vermek mümkün değildir. Fakat, deri kanserlerinde olduğu gibi Avustralya, Güney Afrika ve diğer tropik ve subtropik ülkelerde yaĢayan beyaz tenli insanlarda çok rastlanır. Ülkemizde de prekanseröz hasta-lıklara sık rastlanılır. ETYOLOJĠ Prekanserözlerin etyolojileri deri kanserleri ile aynıdır. Bu nedenle deri kanserleri konusunda tekrar değinilmeyecektir. Prekanserözler ve deri kanserlerinin etyolojik faktörlerini Tablo I. de görmekteyiz (Kalıtım faktörünü hepsinde varsayıyoruz): Tablo I. Prekanserözler ve deri kanserlerinin etyolojik faktörler. 1- Ultraviyole 2- Radyasyon 3- Isı 4- Travma 5- Kimyasallar 6- Enfeksiyonlar Ultraviyole: UV deri kanserlerinin en önemli oluĢum nedenidir, nere-deyse % 90 veya üzerinde etkilidir. UVC atmosferde tutulduğu için yer-yüzüne ulaĢamaz. UVB ve UVA çok etkilidir. UVB doğrudan DNA tara-fından tutulur ve doğrudan DNA hasarı yapar. UVA diğer kromoforlar tarafından tutulur ve serbest radikaller aracılığıyla DNA hasarı yapar. Tablo II. UVA ve UVB Kıyaslaması ——————————————————————————————— UVB UVA ——————————————————————————————— Enerji 1000 1 Dünyaya ulaĢan oran 1 20 Penetrasyon Epidermis Retiküler Dermis Yoğun Mevsim Yaz Her mevsim Yoğun Saat 11-13 GüneĢin olduğu her saat Bulut Çok az geçer Geçer Cam Geçmez Geçer ——————————————————————————————— Deri kanseri ve prekanseröz geliĢimi için her yaĢta alınan UV çok önemli olmakla birlikte, ilk 10 yaĢta alınan enerji miktarı ve yaĢanan güneĢ yanıkları çok fazla etkilidir ve bu ilk 10 yaĢta korunma çok daha önemlidir. UV etkisi kendisini iki Ģekilde gösterir: a) Kümülatif etki: YaĢam boyu alınan toplam doza bağlı etkidir. Özellikle epidermal prekanserözler ve BHK ve SHK için etkilidir. b) Ani yüksek doz etkisi: Kısa sürede, yanık yapacak ölçüde yüksek doz UV alınması ise daha çok MM geliĢimini tetikler. UV ıĢınlarından korunmanın en önemli yolu giyinmedir. Sık dokulu ve kuru bir giysi, çok iyi koruma sağlar (Koyu renk daha iyi). ġapka, gölge vb, yaklaĢık % 50 koruma sağlar. UVB ve UVA‟yı tutan iyi bir gün perdesi giysiler dıĢında kalan alanlar için çok yararlıdır. SPF 15-25 arası normal sağlıklı bir insan için yeterlidir. Diğer faktörlerin yeri sınırlı olup, ilgili prekanseröz hastalıklarda söz edilecektir. Tablo III. Birinci basamak hekimlikte gerekli olan prekanserözler. ——————————————————————————————— 1- Soler(Aktinik) Keratoz (BHK,SHK) 2- Deri Boynuzu (SHK) 3- Aktinik Keilitis (SHK) 4- Kseroderma pigmentozum (BHK,SHK) 5- Lökoplazi (SHK) 6- Kronik radyodermatit (SHK,BHK) 7- Eritema kalorikum (SHK) 8- Sikatrisler (SHK) 9- Kronik ülser ve fistüller (SHK) ——————————————————————————————— BHK: Bazal hücreli karsinom SHK: Spinal hücreli karsinom. Ġlk üç tablo kümülatif UV etkisiyle oluĢur, normal koĢullarda yaĢayan-larda 40-50 yaĢ sonrası, küçük yaĢtan ve yoğun güneĢ altında (Çiftçi, inĢaat iĢçisi, balıkçı vb) yaĢayanlarda ise 30-35 yaĢlarında ortaya çıkar. % 90 üzerinde yüzde sonra el sırtları ve diğer alanlarda yerleĢirler. Ortak özellikleri hepsinin güneĢ hasarlı, atrofik, kuru ve lekeli bir zeminden geliĢmeleridir. Aktinik keratoz, elle dokununca rende hissi veren hafif keratozik bir yapıya sahiptir, rengi yer yer gri kahverengimsi, yer yer kırmızımsıdır. Deri boynuzu, yaklaĢık 0.5-1 cm çaplı gri-sarı, değiĢik uzunlukta olabilen keratinize bir çıkıntıdır ve genellikle tektir. Aktinik keilitis alt dudakta beyaz, sert, yapıĢık bir tabaka Ģeklinedir. AYIRICI TANI Aktinik keratoz, seboreik keratoz, soler lentigoyla, deri boynuzu verru-kalarla, aktinik keilitis travmatik keilitisle karıĢır. TEDAVĠ Ġyi bir güneĢten koruma kendiliğinden gerilemeye neden olabilir. 6 ayda düzelme olmazsa tedaviye baĢlanır. Soler keratozda yerel ilaçlar (5 FU, retinoik asit, imiquomod, diklofenak sodyum), cerrahi, kriyoĢirürji, elektroĢirürji düĢünülebilir. Aktinik keilitisde de yereller dıĢındaki seçe-nekler etkilidir. Deri boynuzu içinse cerrahiçıkarma en uygunudur. Kseroderma Pigmentozum: otozomal resesif geçiĢli bir kalıtsal hastalıktır. GüneĢ etkisiyle hızla kötüler ve tedavi edilmezse %100 kan-serleĢir. Akraba evlilikleri nedeniyle gündemden düĢmemektedir. 3-4 yaĢlarda yüzde atrofi, lekeler, yukardaki UV kökenli prekanserözler çok sayıda görülür. 5 yaĢ civarında deri kanserleri kendini gösterir. Eğer korunmaz ve tedavi edilmezse 15-20 yaĢ arasında hastalar kaybedilirler. Lökoplazi: Mukozaların prekanserözüdür. Ağız mukozası ve kadın genitalindeki mukoza alanlarında görülür. Etyolojisinde iyi oturmamıĢ protezler ve kötü ağız hijyeni nedeniyle oluĢan mekanik travmalar ön planda yer alır. Kimyasal travma olarak katkısı yüksek oranda olmasa da tütün çiğnemeden söz edilebilir. Kronik ısının burada pek yeri yoktur. Enfeksiyonlardan kronik kandidyazis lökoplazi nedeni olabilir. Ayrıca liken planusun da ağız lezyonları lökoplaziye dönüĢebilir. Sigara tek baĢına lökoplazi oluĢturmasa da iyi bir ko-faktördür ve diğer faktörleri varlığında süreci hızlandırır ve SHK geliĢimini de kolaylaĢtırır. Ayırıcı tanıda löko-keratozlar, kandidyazis, liken planus, sifiliz plak müközleri düĢünülmelidir. Tedavide etyolojik faktör devreden çıkarılırsa kendiliğinden gerileme olabilir, ayrıca elektroĢirürji, kriyoĢirürji ve cerrahi giriĢim olabilir. Kronik Radyodermatit: Radyasyondan 5-20 yıl sonra ortaya çıkar, % 20-30 kanserleĢme riski vardır. Deri atrofik, buruĢuk, ortası sklerotik, ağ Ģeklinde veya benekli, alacalı pigmentasyonlu bir plaktır. Yanık sikat-risleriyle ve eritema kalorikumla karıĢabilir. Tedavide tek seçenek bütün alanı çıkarmaktır. Yakın takiple ömür boyu izleme de yapılabilir. Eritema Kalorikum: Küçük elektrikli veya gazlı ısıtıcıları derilerine çok uzun süre yakın tutan kiĢilerde görülür. Özellikle bacakların alt yan kısımlarında sık rastlanır. Isı kaynağından uzaklaĢma yeterlidir. Sikatrisler: Deri üzerinde 10-20 yılını tamalmıĢ her türlü sikatris prekanseröz özellik kazanabilir, fakat yanık sikatrisleri ve lupus vulgaris sikatrisleri en sık neden olanlardır. Özel bir tedavi yoktur. Kronik Ülser ve Fistüller: Yine deri üzerinde 10-20 yıl eskimiĢ her türlü ülser ve fistül prekanseröz nitelik kazanır. Derin mantarlar, aktinomikozlar ve osteomiyelitlerin fistülleri, variköz, diyabetik ülserler bu grupta sayılabilir. MALĠN MELANOM PREKÜRSÖRLERĠ Malin Melanomaya dönüĢebilen hastalıklar Malin melanom prekür-sörleri olarak anılırlar. Bu tanım içerisinde iki tablo vardır: Nevuslar ve Lentigo malin. NEVUSLAR Melanositlerin kümeleĢerek oluĢturdukları renkli lezyonlar nevus (ben) adını alırlar ve bunların genel olarak % 1 oranında melanoma dönüĢme tehlikesi vardır. Nevuslar doğumsal ve edinsel olarak iki Ģekilde oluĢa-bilirler ve risk her iki grup için de aynıdır. Doğumsal nevuslar Basit ve Dev Nevuslar olarak ikiye ayrılır. Basit nevuslar doğumda hemen hemen herkesde birkaç tane bulunabilen, 0.5 cm.den küçük ve düzgün nevus-lardır ve bunların melanoma dönüĢme Ģansları % 1‟dir. Dev doğumsal nevuslar ise 15 cm.nin üzerindedirler ve melanoma dönüĢme riskleri % 10-15 gibi yüksek bir orandır. Aradaki boyutlarda risk kademeli olarak artar. Edinsel nevuslarda ise yine 0.5 cm‟in altında ve düzgün yapılı Basit tipin % 1 riski varken, 0.6 cm‟in üzerinde ve renk ve Ģekil düzensizliği gösteren Displastik Nevuslar vardır ki bunların melanoma dönüĢ riski % 5-6 civarındadır. Edinsel nevuslar UV etkisiyle, özellikle güneĢ yanıklarından sonra artıĢ gösterirler ve melanoma dönüĢ riskleri de artar. LENTĠGO MALĠN Lentigo malin genellikle 40-50 yaĢ üzerinde ortaya çıkan, genellikle yüzde yerleĢen, açık kahverengiden siyaha kadar değiĢik renkleri bir arada bulunduran maküler yapılardır. Kronik UV etkisiyle geliĢirler ve melanoma dönüĢ riskleri % 10-15 civarındadır. DERĠ KANSERLERĠ Prof. Dr. Ertuğrul H. AYDEMĠR Deri Kanserleri, Bazal Hücreli Karsinoma, Spinal Hücreli Karsinoma ve Malin Melanomadır. Ayrıca deri eklerinin kanserleri, lenfomalar ve ender tümörler bulun-maktaysa da birinci basamak hekimlik için bu üç kanser türünü tanımak yeterlidir. BAZAL HÜCRELĠ KARSĠNOMA TANIM: Kaynağını deri eklerinden, özellikle kıl kökü çevresindeki epitelden alan, pratik olarak metastaz yapmayan ve en sık rastlanan deri kanseridir. EPĠDEMĠYOLOJĠ: Dünyanın her yanında yaygındır. Genel sıklığı de-ğiĢken olmakla birlikte % 0.2-0.8 gibidir. ETYOLOJĠ: Prekanserözler bölümünde söz edildiği gibi UV (% 90<) en önemli etkendir. KLĠNĠK: Genellikle 50 yaĢ üzerinde ve erkeklerde daha fazla görülür. % 90‟ın üzerinde yüz yerleĢimi görülür. Göz iç açıları, yanaklar, alın, kulaklar en çok sevdiği alanlardır. Daha sonra gövde ve ekstremiteler gelir. Avuç içi, ayak tabanları ve mukozalarda hiç görülmez. Prakanseröz lezyonlar üzerinde çok görülmez, büyük çoğunluğu normal görünen gü-neĢ hasarlı deride ortaya çıkar. Çok yavaĢ ilerler. Ġlk baĢlangıç Ģekli genellikle 3-4 mm çapında deri rengipembemsi parlak papüllerdir ve bu yapı bir inci tanesini andırır. YaklaĢık 6 ay kadar sonra 1 cm çapına vardığında farklı klinik yapılar oluĢturur: En sık görülen tipi nodülo-ülseröz tipidir. Çevresi deriden kabarık, sert ve infiltre, yer yer incimsi parlaklığı taĢıyan bir yapıda olup, ortası hafif erode ve skuam ve krutlu olabilir. Bu tip metastaz yapmamakla birlikte tedavi edilmezse sürekli doku yıkımı yaparak ilerler ve tedavisi çok zor durumlara gelebilir, Nodüler tip ise birincil lezyonun iri bir kopyası gibidir. Parlak gergin, deri rengi, sarımsı veya pembe üzeri parlak ve telen-jiyektazik yapıdadır. On yılın üzerinde tedavisiz bırakılmazsa ülserleĢme eğilimi çok azdır. Yüzeyel tip ise genellikle sırt, omuzlar baĢta gövdede yerleĢir. Periferi çok hafif kalkık ve ortası hafif erode,üzeri skuam krutlu bir yapıdadır. Bu tipin de ülserleĢme eğilimi çok çok azdır. Son tip ise Sklerotik tip olup çok ender görülür. Bu tipin özelliği tedaviye dirençli, nüks olasılığı yüksek ve metastaz yapma eğiliminde olmasıdır. Yayın-lanmıĢ yüzün üzerinde metastaz vardır. Bütün tiplerin üzerinde farklı bir özellik olarak pigmentasyon görülebilir ve renk siyah veya siyaha yakın olabilir. AYIRICI TANI: Nodülo-ülseröz tip spinal hücreli epitelyumyoma ve keratoakantoma ile, nodüler tip, fibromlar, dermal nevuslar, kistler vb ile çok karıĢır. Yüzeyel tipte seboreik keratoz, soler keratoz, DLE, düĢünül-melidir. Pigmentli tip, özellikle nodüler ise malin melanomu çok taklit eder. TEDAVĠ: Cerrahi tedavi ilk seçenek olup, kesin sonuç verir. Sklerotik tipte ise yalnızca cerrahi tedavi uygulanır. Bir cm‟in altındaki lezyonlarda sıvı azotla “KriyoĢirürji” yararlı bir seçenektir. Bu iki tedavinin dıĢındakilerde radyoterapi çok baĢarılıdır. SPĠNAL HÜCRELĠ KARSĠNOMA TANIM: Kaynağını bazal ve spinal tabakadaki keratinositlerden alan, hızlı ilerleyen ve 2-3 yıl içerisinde metastazlarla ölüme neden olabilen bir deri kanseridir. Tablo aynı zamanda epidermoid karsinom, yassı epitel hücreli karsinom, boynuzsu (skuamöz) hücreli karsinom adlarıyla da anılır. EPĠDEMĠYOLOJĠ: Dünyanın her tarafında yaygındır, beyaz ırkta ve güneĢli ülkelerde sıktır. YaklaĢık rastlanma oranı % 0.1 gibidir. ETYOLOJĠ: UV % 90 etkilidir, ayrıca radyasyon, enfeksiyon, travma vb ana etken veya tetikleyici olabilir. Prekanseröz yapıdaki tabloların hepsinin üzerinde geliĢebildiği gibi güneĢ hasarlı fakat normal görünen deride de çıkabilir. KLĠNĠK: Genellikle 50 yaĢ üzerinde ve erkeklerde biraz daha fazla görülür. En sık yerleĢim % 70-80 civarında baĢ ve yüzdür. Bunu muko-zalar izler, daha sonra ekstremiteler ve gövde gelir. BaĢlangıç küçük bir tümöral kitle Ģeklinde olup, çoğunda hızla ülserleĢerek sürer, az bir kısmı kitle yapısını sürdürür. Ġki-üç ay içinde 1 cm çapına ulaĢır. Çok spesififk bir klinik görünümü yoktur. En sık görülen tipi ülseröz tiptir. Bu tip klasik baĢlangıç Ģeklinden uzaklaĢmadan büyür ve ülser derinleĢir. YaklaĢık bir yıl civarında önce en yakın lenf bezleri olmak üzere metastazlar baĢlar. Tedavi edilmezse iki sene civarında ölümle sonuçlanır. Mukozalarda yerleĢenlerin hepsi bu tiptendir ve çok agresif seyreder. Verrüköz Karsinom adı verilen tip, kitle Ģeklinde, bazen üzeri fistüllü, erozyonlu enflamatuar bir kitle Ģeklindedir. Bu tip de tedavi edilmezse metastazlarla ölüme gider. Bir baĢka tipse vejetan tiptir. Seyrek görülen bu tip genellikle kronik ülser ve fistül ağızlarında görülür. Kırmızı ve vejetan görüntü çok kötü bir görünüm verse de metastaz yapma olasılığı zayıftır. AYIRICI TANI: Ülseröz tip BHK‟nın nodüloülseröz tipi ve keratoa-kantoma ile verrüköz karsinom, derin mantar hastalıkları, tüberküloz ülserleri, aktinomikoz gibi enfeksiyon hastalıklarıyla, vejetan tip ise kodiloma akuminata ile karıĢabilir. TEDAVĠ: Erken cerrahi tedavi hayat kurtarıcıdır. Primer lezyon düze-yinde iken çıkarılırsa sonuç yüzde yüze yakındır. Aynı dönemde cerrahi uygun değilse, radyoterapi de çok iyi sonuç verir. Metastaz yaparak ölüme neden olabilen bir deri kanseri olduğu için, baĢka tedaviler denenmelidir. Metastaz durumunda seyir çok agresifleĢir ve radyoterapi, kemoterapi vb. yollar denenebilir. MALĠN MELANOM TANIM: Kaynağını melanositlerden alan, çok hızlı ilerleyen ve metas-tazlarla 1-3 yılda ölüme neden olan çok habis bir deri kanseri tipidir. EPĠDEMĠYOLOJĠ: Dünyanın her tarafında yaygın, beyaz ırkta ve güneĢli ülkelerde sık görülen bir hastalıktır. Dünyada artan bir sıklıkta görülmektedir. Tüm deri kanserlerinin yaklaĢık % 4‟ünü oluĢtururken deri kanserine bağlı ölümlerin % 80‟ini oluĢturur. ETYOLOJĠ: UV yine en önemli etkendir, yalnız burada toplam etkiden çok ani, yanık yapacak derecede güçlü yüksek doz UV daha etkilidir. Lentigo malin ve üzerinde geliĢen melanom (LMM) ise kümülatif etkiyle yakından ilgilidir. Ayrıca travma tetikleyici olabilir. Çok sayıda, büyük ve düzensiz nevusları olanlarda risk daha fazladır. KLĠNĠK: Diğer deri kanserlerinin aksine 20-50 yaĢlar arsında sık gö-rülür ve her iki cinste eĢittir. BaĢlangıç ya normal görünen deriden (%60-65), ya nevuslardan (%30-35), yada lentigo malin üzerinden (% 5) olur. Normal deri üzerinden olan geliĢmelerde, birden ortaya çıkan 3-4 mm çaplarında siyah bir lezyon vardır. Hasta çok dikkatli bir gözlemci değilse, özellikle de lezyon gözden uzak bir alandaysa fark edilmesi çok zordur ve yakalandığında genellikle vertikal büyüme vardır. Nevusların üzerinde geliĢenlerde ise nevusta bir-iki ay gibi kısa bir zamanda hızlı değiĢiklikler değiĢimin göstergesi olabilir. En önemli değiĢiklikler boyut, renk ve Ģekil değiĢiklikleridir. Bunların dıĢında kalan her türlü hızlı değiĢiklik de (yü-zeyde kabalaĢma, çevrede enflamasyon vb) uyarıcı olmalıdır. Ne Ģekilde baĢlarsa baĢlasın Bu hızla ilerleyerek 2-3 ayda 1 cm çapına ulaĢır. En sık görülen tipi olan YYMM (yüzeyel yayılan malin melanom) , çok uzun olmayan (15-60 gün) bir in situ döneminin olmasıdır. Bu dönemde yakala-nabilrse hastanın kurtulma Ģansı yüksek olacaktır. Sınır ve renk asimetrisi olan, düzensiz, krem renginden siyaha kadar farklı renkleri taĢıyan bir görünümü vardır. Ġkinci sırada sık görülen nodüler tiptir. Bu tipte zeytin siyahı bir nodül karakteristiktir ve bu boyuta geldiğinde vertikal büyüme fazında olması kaçınılmazdır. Akral tip tırnak altı, avuç içi, ayak tabanı ve saçlı deri yerleĢimlidir ve seyri ve Ģekli nodüler tipe benzer. LMM‟de ise LM üzerinden düzensizleĢme veya nodüler geniĢleme Ģeklinde görülebilir. Ġn situ fazı 6 ay veya daha uzun sürerek hasta ve hekime iyi bir Ģans vermektedir. Bu dönemde tedavi edilmezse, 6 aydan sonra önce bölgesel lenf bezlerine olmak üzere metastazlar baĢlar. Daha sonra organ metastazları görülür, karaciğer, akciğer, beyin, göz, deri sık tutulan organlardır. TEDAVĠ: MM için tek bir tedavi seçeneği önemlidir: Erken cerrahi tedavi. Ġn situ fazda veya derinliği 1 mm altındayken yakalanıp çıkarılması prognozu çok olumlu yönde etkileyecektir. Kemoterapi yalnızca metas-tazlı hastalarda kullanılır, metastaz yoksa kesinlikle kullanılmamalıdır, bu hastalarda immünoterapiden de destek alınabilir. Ġmmünoterapinin metastazsız hastalardaki yeri ise henüz netleĢmemiĢtir. YEREL TEDAVĠ Prof. Dr. Ertuğrul H. AYDEMĠR TANIM: Yerel tedavi, deriye dıĢarıdan sürülerek veya dokundurularak uygulanan tedavi yöntemidir ve hemen hemen tamamen dermatolojiye sınırlıdır. ARTILARI: - Sistemik yan etkilerden kaçınmamızı sağlar. - Hedefe doğrudan yönelik uygulamayla yoğun ilaç birikimi sağlanır. - Deriye dıĢarıdan bir Ģeyler uygulanması, hastanın kendiyle ilgilenmesini sağlar - Bir çeĢit meĢguliyet tedavisi oluĢturur. - Tek baĢına veya sistemik tedaviye destek olarak tedavi maliyetini düĢürür. EKSĠLERĠ: - Alerjik veya irritan reaksiyonlara neden olabilir. - Ġlaçların ıslak, yağlı, renkli olabilmesi itici hale getirebilir. - Çok uzun süre kullanılması bıktırıcı olabilir. - Lezyon yüzeyinde artıklar veya skuam, krut gibi yapılar varsa yeterince etki etmezler, bunların önceden temizlenmesi gerekir. ETKĠLERĠ: Yerel tedavide kullanılan ilaçlar etkilerini iki Ģekilde gösterirler. Ġyi bilinen etki, ilaçların içindeki kimyasalların etkisidir (Antimikotik,antiseptik, steroid vb). Kimyasal etkinin yanı sıra yerel ilaçlar fiziksel etkiye de sahiptir (ıslatma, kurutma, ısıtma, soğutma vb.) ve bu etki doğru kullanıldığında kimyasal etkiye destek olarak çok yararlıdır. Fiziksel etkiyi sağlayan bölüm ilaçların taĢıyıcılarıdır (baz, vehikül). Bu taĢıyıcıların temel görevleri ana etken madde olan kimyasal maddeyi homojen bi-çimde taĢımak, deriye aktarmak ve deride istenen tabakada yerleĢmesini sağlamaktır. TaĢıyıcılar aynı zamanda fiziksel etkiyi de sağlayan bölüm-lerdir, dolayısıyla doğru kimyasalı seçmenin önemi kadar, doğru bazı seçmek de çok önemlidir. Doğru bazı seçmezseniz, kimyasalınız ne kadar güçlü olursa olsun istenen etkinin elde edilmesi için doğru bazın seçilmesi çok önemlidir. TAġIYICILAR: TaĢıyıcılar öğrenme kolaylığı olması için basitçe, sıvılar, yarı katılar ve katılar olarak ele alınacaktır. Ayrıca monofazik, bifazik ve polifazik olarak ta ele alınabilir. TaĢıyıcıların temelini su(hidrofilik sıvılar veya hidro-filik yarıkatılar), yağ (hidrofobik sıvı veya yarıkatılar) ve pudralar (katı partiküller) oluĢturur. Bunlar tek baĢlarına monofazik taĢıyıcı sistemlerdir, farklı gruplardan üyeler bir arada olunca bifazik veya polifazik ürünler de ortaya çıkabilir. Sıvı taĢıyıcılar: - Solüsyonlar - Emülsiyonlar - Süspansiyonlar - Sıvı yağ ve linnimentler - Kolloidler (jel, cila) Solüsyonlar: TaĢıyıcının doğrudan doğruya su veya hidrofilik bir baĢ-ka sıvı (alkol, eter vb) veya bunların karıĢımlarının olduğu monofazik yapılardır. Etkin madde sıvı içerisinde moleküler düzeye kadar çözündüğü için ürün saydam görünür. Hidrofilik sıvı olmaları nedeniyle kirlilik hissi bırakmazlar, temizlenmeleri kolaydır, özellikle saçlı deri ve diğer kıllı alanlarda kullanımları diğer bazlara göre çok daha kolay ve rahattır. Ayrıca geniĢ alanlara uygulama kolaylığı da vardır. Özellikle su bazlı ürünler temizleyici olarak ta iĢ görürler, lezyon yüzeylerindeki ilaç artıkları, pürü-lasyon, kan, skuam, krut vb artıkları önemli ölçüde temizlerler. Bu hidrofilik sıvılar deri yüzeyine bırakıldığında etkin madde deride kalıp, sıvı kısım buharlaĢır. BuharlaĢma olayı, fizik kuralları gereği, böl-gede ısı kaybına neden olur. Bu iĢlem arka arkaya tekrarlanırsa etkin bir soğuma, vazokonstriksiyona neden olacaktır. Vazokonstriksiyon da erite-min, enflamasyonun, ödemin, varsa sulantının gerilemesine neden ola-caktır. Bu iĢleme sulu pansuman denir ve hastalıkların akut evrelerinde kullanılır (Islağa ıslak kuralı). 1 ve 2. derece yanık, akut alerjik kontakt dermatit, akut irritan dermatit, herpes zoster, erizipel, enfekte tinea pedisler, intertrigolar sulu pansuman uygulanabilecek örneklerdir. Alkol daha hızlı buharlaĢtığı için ilk anda bu amaca daha uygun gibi görünür, fakat arka arkaya uygulanması ve erozyonlu, vezikül, büllü alanlara uygulan-ması tahriĢe neden olarak, hem hastanın canını yakar hem de dokuyu hasara uğratarak iyileĢmeyi geciktirir. Dolayısıyla su ve sulu ürünler bu iĢlem için çok uygundur. Sulu pansuman üç Ģekilde uygulanabilir. Klasik Ģekilde 2-3 kat gazlı bez kullanılır. Bunlar pansuman malzememizle hafifçe ıslatılarak lezyon alanına bırakılır ve buharlaĢıp kurudukça tekrar ıslatılır. Bu Ģekilde 15-20 dakika iĢlem sürdürülür ve günde en fazla 2-3 kez uygulanır. Daha fazla uygulanırsa aĢırı kuruma nedeniyle tahriĢe neden olur. Aynı iĢlem banyo Ģeklinde de uygulanabilir, Malzeme bir kaba konarak ekstremite banyoları, oturma veya tüm vücut banyoları, yine günde 2-3 kez 15-20 dakika uygulanır. Bir baĢka yol da pansuman malzemesinin sprey Ģeklinde lezyon alanına sıkılmasıdır. 30-40 cm uzaklıktan (küçük damla oluĢup, çabuk buharlaĢması için), ikiĢer dakika arayla 8 kez püskürtülür (15-20 dakikalık pansumana eĢdeğer). En basit, ucuz zararsız ve kolay ulaĢılabilecek pansuman malzemesi serum fizyolojiktir. % 2 yoğunlukta kurĢun asetat veya alüminyum asetat, anti-sepsi istenirse % 0.1 rivanol (aĢırı alerjeniktir), % 0.02-0.05 oranında potasyum permanganat solüsyonları kullanılabilir. Alkolik solüsyonlar hızlı buharlaĢtıkları için etkin maddeyi zemine yapıĢtırır ve hızla kurur, daha çok antiseptiklerin taĢıyıcısı olarak kulla-nılırlar. Emülsiyonlar: Modern bifazik taĢıyıcıların ve yarı katı sistemlerin de (krem, pomat vb) temelini oluĢtururlar. Birbirine karıĢmayan biri hidro-fobik, diğeri hidrofilik iki sıvının birbiri içinde homojen olarak dağıldığı bir sistemdir. Kendi haline bırakılırsa yapıları gereği, faz yapıp ayrılırlar, bunun için bunları bir arada tutacak özel maddeler eklenir. Bunların avantajı, suda eriyen bir etkeni yağlı, yağda eriyen bir etkeni sulu bir fazda verebilme veya biri suda, bir yağda eriyen iki maddeyi birbirine karıĢmadan verebilme olanağı sağlar. Ya su içerisinde yağ(Y/S) veya yağ içerisinde su (S/Y) Ģeklinde olurlar. Sıvı emülsiyonlar akıĢkandırlar ve ürün dıĢ fazın niteliğini taĢır, dıĢ faz su ise solüsyona benzer bir yapı, yağ ise sıvı yağlara yakın bir yapı oluĢturur. DıĢ faz su olanlar (Y/S) fazların oranlarına göre değiĢebilmekle birlikte genellikle sağlam deride çok hafif nemlendirici bir etki yaparken, lezyonlu alanda antienflamatuar ve kurutucu etki yapar. Akut tablolar ve saçlı deri, büklüm yerleri gibi alanlarda uygundur. DıĢ faz yağ olanlar ise hafif kapatıcı ve nemlendirici etki yaparlar, daha çok kuru, skuamlı kronik veya bazen subakut tablolarda kullanılırlar. Ġyi nemlendiricidirler. Piyasadaki kozmetik sıvı nemlendiricilerin (losyon, süt vb) hepsi bu yapılardan birindendir. Süspansiyonlar: Hidrofilik sıvı bir dıĢ faz içerisinde katı partiküllerin (pudra) homojen olarak dağıldığı bifazik bir sistemdir. Parçacıklar hızla dibe çöktüğü için bunların askıda kalmasını sağlayacak Ģekilde sıvı viskozitesini arttırıcı maddeler eklenir. Pudralar etkin madde taĢıma konu-sunda çok yetersizdir, bu nedenle taĢıyıcı görevi sulu faza düĢmektedir. Bu tür bir yapı deriye sürüldüğünde sıvı kısım hızla buharlaĢır ve pudralar deriye yapıĢıp kalır. Ġki kullanım amacı vardır, bunlardan biri ürtikerin akut dönemi veya böcek ısırıkları gibi ani kaĢıntı gidermenin gerektiği durumlardır. Hızlı baĢlayan etki, hızlı geçer,sık yinelenirse kuruma ve tahriĢe yol açarak olumsuz etki yapar. Diğer amaç ise olumsuz dediğimiz kurutucu etkidir, miliyarya, intertrigo, püstüler akne gibi durumlarda kurutucu olarak kullanılabilir. DıĢ faz genellikle su, alkol veya ikisinin karıĢımıdır. Katı kısımda ise en çok talk ve çinko oksit kullanılır, ihtiyaca göre etkin maddeler eklenebilir. Sıvı yağ ve Emülsiyonlar: Sıvı yağlar hafif nemlendirici etkiye sahiptir ve bu amaçla sık kullanılır, sık olmayarak monofazik bir taĢıyıcı sistem görevi verilebilir, ayrıca yapıĢık skuam ve krutların yumuĢatılıp kaldırılmasında, özellikle saçlı deri ve kıllı alanlarda çok yararlıdırlar. Linniment ise dıĢ fazı sıvı yağ olup içinde katı partiküller bulunan (süspansiyon gibi) bifazik bir yapıdır ve yine skuam ve krutların sökülmesinde iĢe yarar, baĢka kullanım yerleri de pek yoktur. Kolloidler: Kolloidler, koyu kıvamlı ve akıĢkanlığı az olan hidrofilik monofazik yapılardır. Bunlardan en çok kullanılan ikisi Jeller ve Cilalardır. Jeller, yarı katıya yakın kıvamlı, saydam ve kurutucu özelliğe sahip yapı-lardır. Kurutucu özellikleri zaman zaman hafif tahriĢ noktasına gelebilir. Ya saydam ve bulaĢtırmaz yapı avantajıyla, kremlere paralel bir görevde veya kurutucu etkisi tedaviye destek olarak akne gibi tablolarda kullanı-labilir. Cilalar ise akıĢkanlıkları çok az olan ve havayla temasta hızla katılaĢıp donan yapılardır. TahriĢ edici güçlü asitlerin kullanılacağı durum-larda çevreye yayılmayı ve gereksiz tahriĢi önleyebilmek için tercih edilirler. Özellikle siğil ve nasır ilaçlarında yeğlenirler. Yarı Katı TaĢıyıcılar Bu grupta krem, pomat ve pat olmak üzere üç eleman vardır. Krem: Yarı katı kıvamlı, dıĢ fazı su olan, bifazik bir taĢıyıcıdır. Sürül-düğü yerde serinlik hissi yapar, suyla kolayca yıkanabilir ve buharlaĢmaya izin verir. Bu nedenle akut enflamatuar ve subakut tablolarda tercih edilmelidir. Ayrıca büklüm yerlerinde de kullanılabilir. En çok kullanılan yerel ilaç Ģeklidir. Pomat: DıĢ fazı yağ olan, bifazik bir taĢıyıcıdır. Sürüldüğü yerde ılık bir his bırakır, suyla yıkanamaz, muhakkak sabun ve deterjan ister, buhar-laĢmaya izin vermez, yaptığı oklüzyon nedeniyle nemlenme ve vazodilatasyona neden olur. Özellikle kuru, kalın, sert derili, kronik durumlarda tercih edilir, kronik ekzemalar, psoriyazis, nasırlar kullanım yeri örnek-leridir. Saçlı deride hiç kullanılmamalıdır. Pat: Katıya yakın kıvamı olan, bifazik veya trifazik bir taĢıyıcıdır. Kıvam cam macunu veya oyun hamuru kıvamıdır. Bifazik olan tip, suyu iyice azaltılıp katılaĢtırılmıĢ bir süspansiyon gibidir. Özellikle kısa zamanda etki istendiğinde kurutucu amaçla kullanılır. Trifazik tipte ise su, yağ ve pudra bir aradadır. Pudrayla katılaĢtırılmıĢ bir pomat bu tanıma örnek olabilir. Böyle bir preparatın amacı taĢıdığı yakıcı asit ve benzeri madde-lerin çevreye yayılmasını önlemek, sürüldüğü lezyon alanını çevre etken-lerden korumak (bebek bezi alanları, cerrahi yara çevreleri, yakıcı ilaç uygulanan alanların çevreleri) olabilir. Benzer bir preparat sıvı kısmı çok azaltılmıĢ bir linniment olarak da yapılabilir fakat hiç sulu faz olmadığı için hiç buharlaĢma Ģansı yoktur ve maserasyon, folikülit geliĢimi gibi yan etkilere neden olabilir. Katı TaĢıyıcılar Bu grupta yalnız pudralar vardır. Pudra: Pudra, katı maddelerin küçük kürecikler haline getirilmiĢ halidir. En çok kullanılanlar talk ve çinko oksittir. Pudralar etkin kimyasal taĢıyıcı olarak çok verimsizdirler. TaĢıdıkları maddeleri deriye aktaramaz-lar, üstlerinde kalır. Ayrıca inorganik yapıları nedeniyle açık yaralarda granulasyon geliĢimine neden olabilirler. Bu nedenlerle tedavi amacıyla hiç kullanılmazlar yalnızca büklüm yerlerinin nemlenmesini azaltma ve sürtünmeyi önleme amacıyla kullanılırlar. BĠRĠNCĠ BASAMAK SAĞLIK HĠZMETLERĠNDE LOKALĠZASYONUNA GÖRE DERĠ HASTALIKLARIN AYIRICI TANISI Prof. Dr. M. Cem MAT * Saç Fizyolojisi Saçlı deride 100000-150000 saç mevcuttur. Her bir follikülde saç siklusu farklı zamanlarda gerçekleĢir. Genellikle günde 100 saç kaybı normal olarak kabul edilir. Mevsimsel saç dökülmesi genellikle gözlen-mez. Eğer bir hasta saç dökülmesinden bahsediyorsa saç dökülmesi tipi sorgulanmalıdır. Hasta son zamanlarda çok fazla saç kaybından bahseder ve saçlı deride alopesik alanlar mevcut değildir Hastaların eskisine göre az sayıda saçı vardır, saç kaybı belirgindir. Saç daha azdır ve incedir Bölgesel saçsız alanlar mevcut O takdirde saçlı deri normal, kepekli yada skar oluĢumlu. Eğer skatris oluĢumu mevcut değil ise Skatris oluĢumu mevcut. Tüm vucut kılları saçlı deride kayıp mevcut Saçlar kolaylıkla kırılıyor ve istenilen boyuta ulaĢmıyor. Diffüz saç kaybı Telegon effulivium Gebelik sırasında saç siklusu durur. Doğum sonrası tüm saçlar telo-gen evreye girer ve doğumdan 3 ay sonra saç dökülmesi ortaya çıkar. Traksiyon ile çok miktarda saç gelir. Bunun ardından teleojen saç geliĢimi baĢlar ve saç kaybı genellikle kısa sürer ve reversibldir. Benzer saç dökülmesi ağır hastalıklar, büyük ameliyatlar ve sıkı diyet sonrası da ortaya çıkabilir Anagen effluvium Sitotoksik ilaçlar hücre bölünmesini durdurduğu için kıl follikülünün matrikside etkilenir ve yaklaĢık saçların %90 ı dökülür. Diffüz saç kaybı Eğer hasta eskiye göre saçlarının azaldığını fark ederse ve belli bölge-de sınırlı ise erkek hastalarda erkek tipi saç dökülmesi, bayanlarda andro-genetik alopesi düĢünülmelidir. Skatris oluĢmadan belirgin saçsız alanlar Alopesi areata Çocuklarda ve eriĢkinlerde en sık gözlenen saç kaybı tipi alopesi areatadır. Alopesi areatada saçlı deride kızarıklık kepeklenme gibi bul-gular gözlenmez. Genellikle 3-6 ayda iyileĢir, genellikle kendiliğinden saç geliĢimi baĢlar. Hastalığın aktif olduğu dönemde saçsız alanaların kenarında ünlem iĢaretine benzer saçlar gözlenir, Kısa ve kırık saçlar follikül içinde gözlenir. Sadece pigmentli saçlar etkilenir, gri ve beyaz renkli olanlar etkilenmedikleri için alopesik alanın ortasında görülebilir. Ġlk geliĢen saçlar beyaz renklidir ve 6-8 haftada normal rengini alır. Eğer saçlar tüm saçlı deri ve gövdeyi tutarsa alopesi totalisten bahsedilir. Traksiyon alopesileri Saçlar geriye toplandığı için ve sıcak saç maĢası ile saçları Ģekillen-dirilmei sonucu oluĢur. Trikotillomani Net sınırlı ve belirgin saç kaybı verdır, fakat bu alandaki tüm saçlar kısadır ve uzun saçlar çekilerek koparıldığı için çok kısadır. Saçlı derinin yüzeyel mantar hastalıklar Sadece çocuklarda görülür. EriĢkin hastalardaki saç kaybı nedenleri arasında yer almaz. Micrsporum canis ve Maudinii en sık rastlananetiyo-loji ajandır. Saçlı deride eritemli üzeri skuamlı plaklar ve plak üzerinde kırık saçların bulunması en önemli özelliğidir. Saçlı deriyi etkileyen deri hastalıkları Ekzema ve psoriasis saçlarda kırılma ve dökülmeye yol açmaz. Saçlı deride sınırlı saçsız alanların bulunması kıl folliküllerinin yerini bağ dokusu elemanlarının aldığı yani skatrisli alopesik durumlarda aĢağıdaki durumlar düĢünülmelidir. Saçlı deride multiple skatrisli alopesik alanların bulunması durumunda bakteriyel follikülitler, liken planus, diskoid lupus ve idioptik hastalıklar düĢünülmelidir. Saçlı deride kaĢıntı ve kepeklenme ve kızarıklık Pedikülosis capitis Pediculus humanus capitis insana zorunlu parazitlerdendir. Parazit genellikle direkt kontakt ile bulaĢır ve çocuklarda sık rastlanan bir hasta-lıktır. Bit yumurtaları genellikle oksipital bölgedeki saçlara yapıĢıktır, kaĢıntı, tolere edilmeyecek seviyede olabileceği gibi bazı hastalarda semptomsuzdur. Psoriasis Saçlı derinin sık görülen bir baĢka hastalığıdır. Ayırıc tanıda saçlı deriyi tutan atopik ekzema ve seboreik dermatit düĢünülmelidir. Yüzün Eritematöz lezyonları Akut ürtiker ve anjioödem Anjioödem vasküler yapıdan permeabilite artıĢı sonucu dermiste ödem geliĢir. Lezyonlar genellikle göz kapakları ve dudak çevresine yer-leĢir dil ve larinks ödemi de görülebilir. Vücudun diğer bölgelerinde ürti-ker bulunması tanıyı kolaylaĢtırır. Ayırıcı tanıda alerjik kontakt dermatiti ve erizipel düĢünülmelidir. Polimorf IĢık Erüpsiyonu Ultraviyole ıĢınlarının tetiklediği genellikle yüz boyun dekolesi güneĢ gören deri bölgelerinde ortaya çıkan eritematöz lezyonlar ile seyreder. KaĢıntının eĢlik ettiği deri lezyonları papül, vezikül veya plaklardan oluĢur. Plaklar ürtikaryal ve ekzematöz niteliktedir. Fototoksik reaksiyonlar genellikle güneĢe deriyi güneĢ ıĢınlarına karĢı duyarlandıran psoralen, katran, tetrasiklin thiazid gurubu diüretikler gibi ilaç alımından sonra güneĢe maruz kalındığında yüzde eritem ortaya çıkar. Akut ekzemalar Yüzde ortaya çıkan ekzemalarda vezikülasyon gözlenmez. Genellikle kaĢıntılı toplu iğne baĢı büyüklüğünde papüller oluĢur ve plak oluĢturur. Plakların sınırları belirisizdir. Atopik ekzemalar seboreik ekzema alerjik kontakt dermatitler bu grupta yer alır. Yüzde Veziküller Herpes simpleks Primer Herpes simpleks Herpesvirus hominis virus tip I 0-5 yaĢ arası çocuklarda çoğunlukla ağız mukozasında ağrılı gingivostomatit ve ülsere lezyonlara yol açar. Reküran herpes simpleks genellikle dudaklarda yanaklarda hafif yanma kaĢıntı, batma hissini takiben küçük grupe veziküller ile seyreder. Herpes zoster Herpes zoster genellikle suçiçeği enfeksiyonu sonrası ortaya çıkan reküran enfeksiyondur. Genellikle bir dermatom bölgesinde orta hattı geçmeyen grupe veziküller kurutlu lezyonlar ve ağrı ile seyreder. Yüzde ençok oftalmik bölgede ortaya çıkar. Dermoepidermit mikrobiyen Ekzemalar stafilokoklar tarafından sekonder olarak enfekte olduğun-da plağın yüzeyinde balmumu renginde kurut oluĢur. Anamnezde ekze-manın bulunması impetigodan ayırımında yardımcıdır. Impetigo Epidermisin çok yüzeyel bir enfeksiyonudur. Steptococcus pyogenes ve S.aerius etiyolojhide yer alır. Genellikle çocuklarda bül oluĢumu ile baĢlar kısa sürede üzerinde balmumu renginde kurut oluĢumu ile seyre-der. Otoinokülasyon yolu ile yayılım gösterir. Erizipel A grubu beta hemolitik streptokokların deriye inokülasyonu sonucun-da, yüzde parlak kırmızı renkte iyi sınırlı ortasında bazen bül bulunan lezyonlarla karakterizedir. Lenfanjitis ve lenfadenopati eĢlik edebilir. Yüzün kronik eritematöz lezyonları Rozase Orta yaĢlı hanımlarda özellikle yanaklarda papül telenjiektazi bazen püstül oluĢumu ile seyreden lezyonlar mevcuttur.Klinik görünümü akneye benzer komedon bulunmaması en önemli özelliğidir. Burun çenede de görülebilir. Perioral dermatit Genellikle eriĢkinlerde ağız çevresinde küçük papüller gözlenir genel-likle uzun süre kortikosteroid uygulaması sonucu geliĢir. Bağ dokusu hastalıkları Sistemik lupus eritematozus Yüzde özellikle yanaklarda güneĢ gören deri bölgelerine sınırlı ateĢ ve artraljinin eĢlik ettiği hastalarda SLE araĢtırılmalıdır. Dermatomyozit Proksimal kaslarda güç kaybı ile yüzde pembe renkli döküntü ile birlik-tedir. Boyunda el sırtlarında, eklem üzerine sınırlı mor renkli papüller, göz çevresinde ödem (heliotrop hastalığın baĢlıca belirtileridir. Akne vulgaris Akne sebase follikülün hastalığıdır. Hastalığın baĢlıca bulgusu kome-dondur. Tanısı kolay olan bu hastalığın baĢlıca bulguları komedon papül, püstül, nodül ve kistler ile karakterizedir. Üzeri skuamlı kronik eritematöz lezyonlar Diskoid lupus eritematozus Lupus eritematozusun deriye sınırlı bu formu bazen sistemik hastalık belirtisi olarak da görülebilir. Kadınlarda erkeklere göre daha sık gözlenir ve 25-50 yaĢ araında ortaya çıkar. Net sınırlı üzeri skuamlı plaklar hasta-lığın baĢlıca belirtisidir.. Skuamlar deriye sıkıca yapıĢıktır ve genellikle kıl folliküllerini tıkar. Plak merkezinde atrofi ve telenjiektazi bulunur. Tanı için biyopsi gereklidir. Tinea fasciei Nadir görülen bu tablo genellikle yüzün bir tarafında net sınırlı kenarları aktif merkezi iyileĢme gösteren deri lezyonları ile karakterizedir. Bu tür belirtiler psoriasis Ekzema gbi hastalıklarda da görülebildiğinden lezyonlardan direkt mikoz aranması gereklidir. Lupus vulgaris Nadir görülen hastalıklardan biri olan lupus vulgaris derinin reenfek-siyon tüberkülozudur. Belirtiler genellikle burun kulak gibi kıkırdak do-kunun bulunduğu bölgelerde pembe sarımsı renkte tüberküller ile karak-terizedir. Diaskopi ile lezyonlarda sarımsı renk değiĢikliği gözlenir. Lupus Pernio Lupus pernio sarkoidozun yüzde oluĢturduğu bir belirtidir. Kronik syirli mor plaklar yüzde en çok da yanaklar ve burunda ortaya çıkar. Tanı için hitolojik inceleme akciğer grafisi gereklidir. Yüzün nodüler lezyonları Leishmaniasis cutis L. cutis özellikle ülkemizde güney ve güneydoğu Anadolu bölgesinde endemik diğer illerde ise sporadik olarak gözlenen derinin paraziter hastalığıdır. Ara konak Phelobotomus papatasi ‟dir. Ġnokülasyondan yaklaĢık 2 ay sonra phelobotomun ısırdığı yerde ağrısız papül oluĢur, daha sonra nodül halini alan lezyon 3-4 ayda ülserleĢir, üzerinde kurut oluĢur. Kurutun altında korne uzantılar bulunur ve bu belirti çivi belirtisi olarak adlandırılır. Hastalık bir yıl devam ettikten sonra skatrisle iyileĢir. Eritemsiz, normal deri renginde veya düz yüzeyli lezyonlar Bazal hücreli karsinom Bazal hücreli karsinom çounlukla güneĢ gören deri bölgelerine sınırlı çoğunlukla kulak alt dudak, el sırtında ortaya çıkar. Küçük papül Ģeklinde baĢlar yavaĢ yavaĢ büyür ve ülserleĢir. Molluskum contagiosum Pox viruslerin neden olduğu bu enfeksiyon genellikle çocuklarda görü-lür. 1-5 mm deri renginde beyaz renkli göbekli papüller ile karakterizedir. Seboreik keratoz En sık gözlenen beniğn epitelial tümörlerdendir. Genellikle 30 yaĢ üzerinde ortaya çıkar ve tüm yaĢam boyu devam eder. Küçük lezyonların yanı sıra büyük lezyonlarada rastlanır. Bu belirtiler deriden kabarık esmer renkli bazen koyu kahverengi renkte de gözlenir. Beniğn karakterde olan bu lezyonlar üzerinde kanama ağrı gibi değiĢiklikler görülürse skauamöz hücreli karsinomdan ayrıt edilmelidir. Gövde Ürtiker Gövde ve ekstremitelerde değiĢik boyutlerde deride ürtikaryal lezyon-ların gözlendiği epidermiste sekonder değiĢiklikler bulunmayan ve 24 saat içinde bir taraftaki lezyonlar kaybolurken, yenilerinin ortaya çıktığı kaĢıntının baĢlıca yakınma olduğu hastalarda ürtiker düĢünülmelidir. Ürtiker 6 haftadan uzun sürerse kronik ürtikerden söz edilir. Kolinerjik ürtiker genellikle efor sonrası ortaya çıkar. Genellikle genç eriĢkinlerde görülür. Dermografizm hastaların yaklaĢık %5‟inde derinin çizilmesi sonu-cunda ortaya çıkar. Hastalarda kaĢıntı hissi bulunur ve aylar hatta yıllarca devam eder. Morbiliform rash. Morbiliform rash kızamığa benzer döküntüler ile karakterizedir Ente-rovirusler (echo ve cocksacki virüsler, ampisilin bu tür reaksiyonlara yol açar. Genellikle 1- 2 haftada spontan olarak iyileĢir. Rubella Damlacık intanı ile bulaĢan ruballa 14-21 günlük enkübasyon sonrası tüm vücutta tek tek papüller ile baĢlar ve 24 saat içinde yüz ve ekstre-mitelere yayılır. 24 saat içinde belirtiler kaybolmaya baĢlar Oksipital ve servikal lenf nodlarında büyüme gözlenir. Kızamık 10 günlük enkübasyon sonrası çocuklarda yüksek ateĢ burun akıntısı, konjoktivit, fotofobi öksürük tonsillerde inflamasyon ile baĢlar. Yanaklarda koplik lekeler bulunur. Hastalık baĢladıktan 4 gün sonra kulak arkasından baĢlayıp tüm vücuda yayılır. Kızıl A grubu beta hemolitik streptokokların eritemojenik toksinine bağlı olan bu tablo 2-5 günlük enkübasyon sonrasında yüksek ateĢ, anoreksi, boğaz ağrısı ile baĢlar boyunda ağrılı lenfadenopati bulunur. Eritem 2 gün baĢlar birkaç gün içinde birleĢerek yayılır. Bir hafta sonra eritem solar ve deskuamasyon baĢlar. Gövde ve ektremitelerde makülopapüler döküntü vezikül ve püstül oluĢumu Suçiçeği (Varicella) Genellikle 10 yaĢından küçük çocuklarda üst solunum yolu enfek-siyonu ile bulaĢır. 10-14 günlük enkübasyon sonrasında pembe renkli makül tarzında baĢlayan lezyonlar kaısa sürede papül ve vezikül halini alır, kalıntılı olan bu lezyonlar sekonder enfeksiyon sonucu skar oluĢu-muna yol açar. Mikrobik ekzema Genellikle daha sınırlı alanda üzeri impetigo benzeri kurutlar ile kaplı vezikülo-püstüler lezyonlar ile karakterizedir. Akut eritematöz generalize rash Vücudun yaklaĢık %50 sinden fazlasının tutulduğu yüzeyinde değiĢik-lik bulunmayan tek tek makül ve papüller mevcudiyetinde ilaç veya viral enfeksiyon sonucu ortaya çıkan toksik eritem düĢünülmelidir. Tüm vücutta yaygın eritem deskuamasyon bulunan hastalarda eks-foliatif dermatit nedenleri araĢtırılmalıdır. Eksfoliatif dermatit hayatı tehdit edebilen ağır hastalıklardan biridir. Generalize eritem ve skuam tüm cildi tutar. Hastalarda ateĢ, halsizlik ve jeneralize lenfadenopti ateĢ bulunur. Tüm vucud kıllarında azalma bulunur tırnaklarda kalınlaĢma gözlenir. Birlikte bulunduğu hastalıklar, atopik ekzema, psoriasis,ilaç reaksiyonları, lenfoma ve alerjik kontakt dermatit sayılabilir. Mycosis fungoides(MF) MF derinin T hücreli lenfomasıdır. Hastalık kırmızı renkli üzeri kepekli plaklar ile karakterizedir ve hem ekzema hem de psoriasise benzer klinik özellikler gösterir. Plakların renkleri kırmızı, portakal rengi, pigmente lezyonlarla karakterizidir. Gövde ve ekstremitelerde çapları 2 cm. yi aĢmayan skuamlı multipl lezyon Guttat psoriasis Psoriasisin bu akut formu genellikle 10-14 yaĢ grubunda streptokok enfeksiyonu sonrasında ortaya çıkar. Bu belirtiler parlak kırmızı renklidir genellikle 0.5-1.0 cm çapında papül ve plaklarla karakterizedir. Bu belir-tiler yaygındır. KaĢıntılı değildir ayırıcı tanıda psoriasis ve sekonder sifiliz ile karıĢır. Pitiriasis versikolor Pitiriasis versicolor genellikle sırt göğüste yerleĢim gösteren beyaz, esmer renkli üzeri hafif kepekli yuvarlak oval lezyonlar ile karakterizedir. Hastalığın etkeni Malessezia furfur ‟dur. Tanı için nativ preparat yöntemi kullanılmalıdır. Pitiriasis rose Pitirasis rose genellikle çocuk ve genç eriĢkinlerde ortay çıkan bir dermatozdur. BaĢlangıçta hafif kepekli plakla baĢlar, 2-3 cm çapındaki bu madalyon benzeri belirti ortaya çıkrıktan sonra bunun benzeri küçük eritemli hafif skuamlı döküntüler gövde ve ekstremitelerde ortaya çıkar. Çoğunlukla tinea corporis ile karıĢan bu tablo 6 hafta devam ettikten sonra spontan olarak iyileĢir . Gövde ve ekstremitelerde kronik eritematöz lezyon ve rash, yüzeyi ekskoriye, yoğun kaĢıntılı papül ve plaklar Uyuz (Gale, Scabies) Sarcoptes scabei nin neden olduğu derinin paraziter hastalığıdır. Deri deri teması ile bulaĢır. Fertilize olan diĢi sarkopt deride bir tünel oluĢturur ve yumurtalarını tünel içine bırakır. Hastalık baĢladıktan 3-6 hafta sonra kaĢıntı baĢlar, KaĢıntı genellikle geceleri Ģiddetlenir, sıcakla artar. Yüz tutulumu genellikle gözlenmez. Hastalığın spesifik belirtisi olan sillon genellikle el parmak arası, parmak yan yüzleri, bilek bel kuĢağı, bayan-larda areola mama çevresinde ortaya çıkar. Bu lezyonlar lineer S veya C harfi Ģeklinde 3-10 mm uzunluğunda üzerinde siyah renk değiĢikliği bulunan lezyonlardır. Hastaların yakın temaslılarında da benzer yakın-malar bulunur. Endojen ekzema Ekzema yaygın kaĢıntılı papül ve sınırları belirisz plaklarla karakte-rizedir . Bu belirtileri uyuz döküntülerinden ayırt etmek zordur ancak silon ve vezikül perle‟nin bulunmaması ile ayırt edilebilir. Gövde ve ekstremitelerde kronik eritematöz lezyonlar, erozyon ve büller Otoimmun büllü hastalıklar doğumsal ve edinsel olamak üzere iki grupta değerlendirilir. Doğumsal olan büllü hastalıklar genellikle mekanik uyarı sonucunda epidermis, epidermal bazal tabaka bileĢkesinde ve dermisteki yapısal bozukluğa bağlı bül oluĢumu ile karakterizedir. Hastalı belirtileri deride sınırlı lezyonlar ile seyredebildiği gibi, bazı durumlarda yaygın bazaen ölümcül olabilen formları da bulunur. Otoimmun büllü hastalıklar nadir görülen hastalıklardır. Bu grupta bulunan hastalıkların baĢlıcaları Büllöz pemfigoid, pemfigus, dermatitis herpetiformis, pemphigoid gestationistir. Pemfigus Pemfigus epidermiste hücreler arası bağlantıyı sağlayan desmo-gleinlere karĢı geliĢen IgG tipi otoantikorların varlığı ile seyreden kronik seyirli bir hastalıktır. Pemfigus vulgariste hastalık belirtileri genellikle ağız mukozasında baĢlar. Ağız mukozasında büller kolayca parçalanır ve yerinde erozyonlar ortaya çıkar bu lezyonlar genellikle spontan iyileĢme eğilimi göstermez. Daha sonra bu belirtiler jeneralize olur gevĢek yapılı bazen normal deride bazen eritemli zeminde bül oluĢumu ile seyreder. Hemorajik büllere rastlanmaz. Tanı için histolojik inceleme ve immuno-floresan inceleme gereklidir. Bülloz Pemfigoid :Pemfigoid genellikle yaĢlılarda ortaya çıkan otoimmun büllü hastalıktır. Hastalık nonspesifik kaĢıntılı döküntü ile baĢlar, klinik bulguları ürtiker ve ekzemayı andırır. Haftalar aylar sonra bu leayonların üzerinde büller ortaya çıkar. Büller subepidermal yerleĢimlidir, günlerce intakt kalan büller daha sonra jeneralize olur. Dermatitis herpetiformis Genellikle gençlerde ortaya çıkan bu tablo oldukça kaĢıntılı bir derma-tozdur. Grupe veziküller lezyonların görüldüğü bu dermatozda belirtiler süratle yayılarak jeneralize olur. Tanı biyopsi ile konur ve Direkt immunofloresan yöntemle dermal papilların ucunda IgA birikimi gözlenir. Hastalık gluten enteropatisi ile birlikte görülebilir. Büklüm yerlerinin eritematöz lezyonları Tinea kruris Fleksural bölgelerin dermatofit enfeksiyonları çoğunlukla kasık bölge-sinde ortaya çıkar, ve çoğunlukla tinea pedis ile birlikte görülür. Belirtiler kasık büklümünden baĢlar ve yavaĢ yavaĢ çevreye geniĢler. Genellikle asimetrik yerleĢimlidir, net sınırlı merkezi iyileĢme gösteren plaklar ile karakterizedir. Fleksural Ekzema Fleksural ekzemada simetrik yerleĢimli sınırları belirsiz pembe renkli eritematöz plaklar ile karakterizedir. Bir veya bairkaç flexural bölgede genellikle deodorant, parfüm epilasyon kremlerine bağlı olarak feliĢir. Intertrigo Büklüm yerlerinde sürtünme terleme sonucu oluĢan eritemli masere plaklar ile karakterizedir, genellikle obeslerde görülür ve nonfleksural bölgeyi tutmaz. Candidiasis Candida genellikle bebeklerde kasıka bölgesinde eriĢkinlerde büklüm yerlerinde ortaya çıkar. Rash parlak kırmızı renktedir ve plak dıĢında ise papül ve püstül bulunur. Lezyon kenarından alınan materyelde spor ve hifler gözlenir. Çocuk bezi dermatiti Sık gözlenen dermatitlrden biri olan çocuk bezi dermatit genellikle gluteal bölgede konveks yüzeylerde ortaya çıkar. Büklüm yerlerini tutma-ması ile candidasisten ayırt edilebilir. Önkol ve El Hastalıkları (bilek,el, parmak sırtı) Bilek, el veya parmakta tek noduler lezyon ile baĢvuran bir hastada, nodulün özelliklerine dikkat etmek gerekir. Nodülün eritemli, ağrılı ve lokal sıcaklık artıĢı ve merkezinde tıkaç bulunması Fronkül tanısına yaklaĢtırır. Eğer bu özellikler tırnak çevresinde ise paroniĢi adını alır. Orf: Orf genellikle koyunlardan insanlara bulaĢan viral hastalıktır. Genelde el parmaklarında ortaya çıkan çevresi eritemli Ģeffaf görünüĢlü tek bir nodül ile karakterizedir. EL VE KOLLARIN EKSTANSOR YÜZÜ El ve kolların ekstansor yüzünde güneĢ gören deri bölgelerinde papül, vezikül ve plak tarzında multipl lezyonlar gözlendiğinde fotosensitivite ile iliĢkili hastalıklar düĢünülmelidir. Ġncir dermatiti genellikle incir reçelinin yapıldığı bahar aylarında ve meyvenin olgunlaĢtığı yaz mevsimide göz-lenir. Büüloz lezyonlar ile karakterizedir. Polimorf ıĢık erüpsiyonu ise güneĢ ıĢınlarına nonspesifik tepkidir ve derinin tüm güneĢ kısımlarda ortaya çıkar. El ve kolların ekstansor yüzle-rinde güneĢten etkilenmeyen ka-Ģıntılı sınırları belirsiz üzeri skua-mokrutöz elemanlarla kaplı, tek-rarlayıcı multipl lezyonlarda ekze-ma düĢünülmelidir. Ancak bu lez-yonlar el eklemlerinin ekstansor yüzlerinde mor renkli eritemler, göz kapaklarında heliotrop bulun-ması, kas güzsüzlüğü derma-tomyozit düĢünülmelidir. Bu lezyonlar hedef Ģeklinde veya eri-temli alanların merkezinde vezi-kül bulunması genelde avuç içi kol ve bacaklarda yerleĢmesi eri-tema multiforme düĢündürür. Eri-tema multiforme enfeksiyonların ve ilaçların neden olduğu has-talıklardır. Aynı yerleĢimli olup, buna karĢın net sınırlı plakların ayırıcı tanısında yüzeyel mantar hastalıkları ve ekzemalar düĢünülür. Direkt mikoz arana-rak bu iki hastalığın ayırıcı tanısı yapılabilir. Her iki önkol ve el sırtında eritemli skuamlı plaklar ile baĢ-vuran hastada skuamın plak üzerindeki yerleĢimi tanıda yardımcı olur. Psoriasis lezyonlar sedef rengi skuamlarla kaplıdır ve kazındığında dökülür (mum lekesi belirtisi), kazıma iĢlemine devam edildiğinde zemininde noktavi kanama belirtisi gözle-nir. Liken plaklarında skuam çizgisel tarzda gözlenir. Eğer skuam plak kenarında belirgin ise yüzeyel mantar hastalıları düĢünülmelidir. Her iki önkol ve el sırtında eritemli skuamlı plaklar El sırtı ve her iki önkolda sınırları belirsiz keratozik papül ve plakların ayırıcı tanısında soler keratoz düĢünülmelidir. BaĢlıca kaĢıntı yakınması ile baĢvuran hastada, ellerde sırtı ve önkol-da yer yer kurutlu lezyonların yanı sıra püstüler lezyonlar görüldüğünda enfekte uyuz ile ekzemanın ayırıcı tanısı yapılmalıdır. Uyuz için el parmak yan yüzleri ve bileklerde sillon, vezikül perle araĢtırılmalıdır. Sillonun bulunmadığı durumlarda ise ekzema ve pütüler psoriasisin ayırıcı tanısı yapılmalıdır. Avuç içlerinde veziküller ile baĢvuran hastada bu belirtiler akut olarak geliĢtiyse, çevresinde kırmızı renkli bir halo varsa, ve hastanın ağızında da benzer belirtiler görülürse el ayak ağız hastalığı düĢünülmelidir. Veziküller kronik seyirli ve zaman zaman tekrarlıyorsa ve multipl iğne baĢı büyüklüğünde baĢlıca parmak yan yüzlerine yerleĢmiĢse dizidroz düĢünülür. Parmak ve el sırtlarında Multipl papüller mevcutsa ve bunlar kümelenme özelliği gösteriyorsa; üzeri keratozik deri renginde papüller varlığında verruka vulgaris düĢünü-lürken, livid renkli anuler plaklar varlığında granüloma anülare düĢünülebilir.Kolların ekstansor yüzlerinde pigmente lezyonlar Maküller– Junctional nevus– Lentigo– Yüzeyel yayılım gösteren malign melanomYüzeyi pürtüklü pigmente lezyonlar– Seboreik keratoz– Soler keratoz– Compound nevus Bacaklarda eritematöz lezyonlarBacaklarda eritemli plak ile baĢvuran hastanın eĢlik eden yakınmaları ayırıcı tanıda yardımcıdır. Bacaktaki eritemli plak ile birlikte yüksek ateĢ, genel durum bozukluğu ve ağrı varsa erizipel düĢünülmelidir. Erizipel lezyonları üzerinde bül de görülebilir. Genelde tek taraflıdır ve ayak sırtından itibaren tüm bacağı etkiler. Ġngiunal adenopatide eĢlik eder.Böcek sokmalarında ise belirtiler tek veya çift taraflı olabilir. Hastanın baĢlıca yakınması kaĢıntıdır. Papül vezikül bül gibi lezyonlar görülebilir. Kontakt dermatitler ayırıcı tanıda düĢünülmelidir. Kronik lezyonlarda ise nodüler vaskülit ve diğer pannikülitler düĢünülmelidir. Sellülit ise cilt altı yağlı gözeli dokunun enflamatuar lezyonudur. Skuamlı plakların ayırıcı tanısında psoriasis düĢünülmelidir. Bowen hastalığı, soler keratoz, yüzeyel bazal hücreli karsinom ise net sınırlı asimetrik, çapı birkaç santimetre çapındadır. Bacaklarda Kurutlu eksudatif lezyonlar Ektima streptokokların neden olduğu enfeksiyon hastalığıdır. Genelde bacaklarda multipl üzeri kurutlu, zemini cerahatli ülserler ile seyreder. Kültür ile hastalığın kesin tanısı konur. Diskoid ekzema (numuler dermatit), genelde bacaklarda kaĢıntılı lezyonlardır. Yüzeyi kanamalı ülser-lerde malign tümörler düĢünülmelidir. Bacaklarda ülserasyon Bacak ülserleri arteriyel, venöz nedenli olabilir. Bunları ayırt etmede nabız palpasyonu yardımcıdır. Arter yetmezliğine bağlı ülserler, parmak uçlarında gözlenir. Venöz ülserler ise ayak bileği çevresinde iç malleol çevresinde gözlenir. Duyu kusurunun eĢlik ettiği vakalarda ise nöropatik ülserler düĢülmelidir. Bacaklarda ülserasyonun görüldüğü nadir hastalıklar • Nekrobiyosis lipoidica • Vaskülit • Pyoderma gangrenozum • Neoplazma Bacaklarda purpurik lezyon Purpura ve peteĢiler ise trombositopeni, staz sonucu ortaya çıkar. Pigmente purpurik dermatoz nadir görülen hastalıklardır. Palpabl purpura ile baĢvuran hastada vaskülit sendromları düĢü-nülmelidir. Ayak Sırtı Eritem skuam krutlu plakların görüldüğü hastalarda ise ekzemalar ve yüzeyel mantar hastalıkları düĢünülmelidir. Bu hastalıkları ayırt etmede direkt mikolojik inceleme yapılmalıdır. Mikolojik incelemenin negatif olduğu durumlarda ise yama testi allerjik kontakt dermatit ile kontakt dermatiti ayır edebiliriz. Ayak tabanı eritematöz ve noneritematöz lezyonlar • Ayak kavsi (tek taraflı vezikül) TINEA PEDIS • Ayak kavsi(iki taraflı skuam TINEA PEDIS • Ayak kavsi (püstül ve vezikül) » PUSTULER PSORĠASĠS » ENDOJEN EKZEMA • Ayak tabanı (skuamlı) » PSORIASIS » ENDOJEN EKZEMA • Ayak tabanı hiperkeratoz » Keratoderma • Ayak tabanı maserasyon Keratolizis. Ayak parmak arası Ayak parmak aralarında soyulma » Tinea pedis » Eritrasma » Ekzema Ayak tabanı • Lokalize hiperkeratoz – Verruka plantaris – Nasır – Nöropatik ülser • Ayak tabanı kırmızı, siyah ve kahverengi – Junctional nevus – Siyah topuk – Malign melanom Ayak tabanında papüller lezyonların sifiliz ikinci devir lezyonlarında bulunabileceği akılda tutulmalıdır. CĠNSEL YOLLA BULAġAN HASTALIKLAR Prof. Dr. Server SERDAROĞLU SĠFĠLĠZ Frengi ve lues gibi adlarla anılan hastalık en eski hastalıklardan biri olup ancak 16.yüzyılda Avrupa‟da yaptığı epidemi nedeniyle dikkate alın-mıĢ ve tanımlanmĢtır. Ülkemizde ilk kez 1505 yılında cerrah Ġbrahim Abdullah tarafından bu hastalıktan söz edilmiĢtir. Günümüzde sifiliz hala ana sağlık problemlerden biri olmaya devam etmektedir. Her yıl yaklaĢık 12 milyon yeni infeksiyöz sifiliz vakası ortaya çıkması tahmin edilmek-tedir (1). Etyoloji Sifiliz etkeni mikroaerofilik bir spiroket olan Treponema pallidum ‟dur. Özellikle karanlık alan mikrosbisinde çok hareketli olan bu mikroor-ganizmanın 3 özgün hareketi mevcuttur: burgu, dalgalanma ve uzayıp kısalma). Giemsa boyası ile pembe ve soluk boyanır, çini mürekkebi ve gümüĢleme ile de boyanabilir. ġimdiye kadar doku kültürlerinde ve cansız besiyerinde kültürü yapılamamıĢtır. Çok hassas bir mikroorganizmadır, kuruluğa dayanamaz ve tuzlu su ve gliserin etkisi ile hareketsiz kalarak ölürler. Kanda ise 2-3 gün içinde ölürler (1, 2). Sınıflama Edinsel: Erken sifiliz (1. ve 2.evre), Latent sifiliz, Geç sifiliz (3.evre) Doğumsal: Erken doğumsal, Geç doğumsal 1. Evre YaklaĢık 1 ay (10-90 gün) kuluçka dönem sonrası mikroorganizmanın giriĢ yerinde sifilitik Ģankr dediğimiz lezyonla ortaya çıkar. Yara çıkıĢından 1 hafta sonra bölgesel bilateral LAP geliĢir. YumuĢak, mobil ve alt doku-lara yapıĢık olmayan karakterdedir. Sifliz Ģankrı canlı kırmızı renkte olup, parlaktır ve özellikle ağrısızdır. %95 oranında genital bölgede yerleĢir (2, 3). Nadir de olsa diğer bölgelerde örneğin dil, dudak, yanak, boyun, kulak memeleri, parmaklarda görülebilir. Bu dönem yaklaĢık 6-8 hafta sürer ve hasta tedavi edilmese bile Ģankr kendiliğinden Sikatris bırak-madan iyileĢir. ġankrın tabanı sert ve indüredir. Bu özellik sifiliz ve ulkus molle ayrımında önemlidir. Ulkus mollede ise ülser tabanı düzensiz ve girintili-çıkıntılı olup zemin yumuĢaktır (1, 4). 2.Evre Bu dönem 1. evreden hemen sonra veya 2-6 ay sonra ortaya çıkabilir ki buda hastanın bağıĢıklık sistemine bağlıdır. Bu evrede mikroorganizma kan ve lenf yoluyla tüm organlara yayılabilir. Semptomların en çok ortaya çıktığı dönemdir. AteĢ, yorgunluk, kırgınlık, halsizlik, kas ağrıları sık görülür. Hastalığın en bulaĢıcı dönemidir ve tüm dokularada yüksek oran-da Treponema pallidum bulunur (1,3,4). Deri belirtileri olarak roseola syphilitica en önemli olanıdır. Genellikle gövde ve kollarda görülen yaygın eritemidir. Rozeoller viral ekzantemler ile karıĢabilir. Papüllü belirti olarak sifiliz papüloza milyaris gövdede yerleĢir ve kaĢıntısız toplu iğne baĢı büyüklüğünde bakır kırmızısı ren-ginde sert bir papüldür. Diğeri ise sifiliz papüloza lentikülaris gövde ve ekstremitelerde yerleĢir, mercimek büyüklüğünde bakır kırmızısı ren-ginde gözlenir. Tanıda bu lezyonların özel dizilimleri önem arz eder, örneğin alın-saç sınırında lineer yerleĢim gösterenlere „Corona Veneris‟ adını verilir. Burun kantlarının kenarlarında yan yana yerleĢmiĢ ve üzerin-de yağlı skuam bulunanlara „Certificat de Verol‟ denir. Sifiliz papüloza numularis ise lentiküler papüllerden daha büyük, pembe-kırmız renginde, yuvarlak veya oval olup bazen sert skuamla örtülüdür. Bu nedenle sifiliz papülo-skuamoz veya psoriaziform sifiliz de denir. Genital bölgede yerleĢenlerin bazen üzerinde erozyon geliĢebilir, hipertrofik ve vejetan bir karakter alırlarsa bunlara „kondiloma lata‟ adı verilir. Kondiloma lata deri renginde veya hafif pigmente, üzeri düz, nemli, sızıntılı ve masere lezyonlar olup bulaĢıcıdırlar. Bazen papüllerin üzeri karnıbahar tarzında vejetasyonlarla kaplı olabilir (4). Sekonder sifilizin deri belirtileri tedavi edilmese bile 1-2 hafta içinde sikatris bırakmadan iyileĢir. Bazen hipopigmentasyon bırakarak boyunda iyileĢen lezyonlara lökoderma kolli veya venüs‟ün kolyesi adı verilir. Dil ve ağız mukozasında sık tutulan yerlerdir. Ağız mukozasında sifilize özel bir angina oluĢtuğunda buna „Angina Syphilitica Zive Specifica‟ denir. Tonsiller ödemli ve serttir, etrafı kırmızı üzerleri gri-sarımtırak cerahatli bir örtü ile kaplıdır (1, 4). Sifiliz lezyonları epiglota yerleĢip ses kısıklığına neden olabilirler. Ağız içi lezyonlar özellikle lökoplazi, liken planus, kıllı lökoplazi ve kandidiya-zisten ayırt edilmelidir. Püstüler lezyonlar sifilizde seyrek görülür. Yüz ve gövdede yerleĢen küçük püstüllere sifilitik akne denir. Büyük püstüller ise variola veya vari-sellaya çok benzediği için variola sifilitika denir (1, 2, 3). Hastaların %3-7‟sinde alopesi geliĢebilir. Sifiliz tedavi edildikten sonra alopesi tamamen iyileĢir. KaĢların dıĢ tarafları dökülebilir ki buna Omni-bus belirtisi denir. Sifilizde saçların tamamen dökülmesine „Alopecia specifica diffusa‟ denir (3). Sifiliz tırnakta kırılma, yüksek tırnak, çukurlaĢma, fissür, distrofi ve onikolizise neden olabilir, bu bozukluklara „Onychia syphilitica‟ denir. Sifilize bağlı septisemi nedeniyle polilenfadenopati geliĢmesi kaçınılmazdır, boyun, koltuk altı, ense ve kulak arkasında geliĢebilir, özellikle epitroklear lenf nodüllerinin simetrik büyümesi sifiliz için tipiktir (1, 3). Ġç organ tutulumu Nefrit, hepatit, flebit, spelenomegali, iritis, kas ve eklem tutulumu bu evrede görülebilen bazı organ tutulumlara örnek verilebilir. Latent Sifiliz Bu evre hastalıkla ilgili klinik belirtiler olmazken serolojik testlerin pozitif olduğu evredir. Ġkinci evre lezyonlarının kaybolması ile latent dönem baĢlar ve geç dönem sifilizin ortaya çıkmasına kadar devam eder. Latent sifiliz tanısı tesadüfen yapılan kan tetkikler sonucu ortaya çıka-bilir (4). Geç Sifiliz 3. Evre Sifiliz Tedavi edilmeyen hastaların 1/3‟unde geliĢir. Çok nadir görülen bu evre infeksiyon baĢlangıcından 5-20 yıl sonra ortaya çıkar (1, 4). Nodüler sifiliz: nodülo-ülseratif veya tüberkül Ģeklinde ortaya çıkabilir, sert kıvamlı olan bu nodüller 2-5 mm çapında bakır kırmızısı rengindedir. Ortadan çevreye doğru iyileĢme gösterdikleri için zamanla halka Ģeklini alırlar. Bazen lezyon üzerinde ülser geliĢebilir ve iyileĢince sikatris bırakır. En çok kolların ekstansor yüzleri, sırt ve yüzde yerleĢirler ve her bir lezyon farklı yaĢta olur (1). Gommöz sifiliz: Az sayıda ve tek tek ortaya çıkarlar. Sert ve elastik kıvamında bir nodüldür. Belirli bir çapa ulaĢtıktan sonra üzerindeki deri kızarır, alttaki nodülde nekroz geliĢtiği için yumuĢama olur ve sonunda nodülün tepesinde kenarları zımba ile delinmiĢ gibi dik kenarlı bir ülser oluĢur. Ülser geliĢtiğinde bile ağrı yoktur. Daha sonra ülser bir kenardan diğerine doğru iyileĢmeye baĢlar ve gommlar yerlerinde pigmentasyon ve atrofik bir sikatris bırakarak iyileĢme sağlanır. Gomlar dilde, damakta, nazal septum, larinks ve farikstede yerleĢebilir. Kemik ve kıkırdakta yıkı-ma yol açarak perforasyonlara neden olabilir. Burun kıkırdağı ve kemiğin-de yıkıma naden olarak semer burun olaĢabilir (1,2). Ġç organ tutulumu Kemik sifilizi: kranyal kemikler, femur, tibia, fibula, sternum ve hu-merus sık tutulan kemiklerdir. Periost kalınlaĢıp ağrıya neden olabilir. Kemik dokusu ve kemik iliğide tutulabilir. (osteitis/osteomyelitis syphilitica) Kardiyovasküler sifiliz: Tedavi edilmeyen hastaların yaklaĢık % 10‟unda infeksiyon baĢlangıcından 10 yıl veya daha sonra ortaya çıkar. Esas lezyon aortittir. Anevrizma, regürjitasyon ve koroner ostiumların tutulması Ģeklinde komplikasyonlara neden olabilir. Anevrizma en çok arkus torasikusta görülür. Nörosifiliz: Tedavi edilmeyen vakaların yaklaĢık % 8‟ınde sempto-matik nörosifiliz görülebilir. Meningovasküler sifiliz, meningitis ile sereb-rovasküler oklüzyon, infarktara bağlı merkezi sinir sistemi harabiyeti görülebilir. Parenkim tutlumuna bağlı olarak sifilitik paralizi ve tabes dor-salis geliĢr. Tabes dorsalis posterior kolon ve arka köklerin tutlumuna bağlı olarak ortaya çıkar. Ataksi, visseral krizler, diplopi, mesane bozuk-lukları, impotens ve görme zorluğu ana belirtilerdir. Tabes dorsalisin prognozu kötüdür. Göz sifilizi: En önemli sifilitik değiĢiklik optik sinir atrofisidir. Körlüğe neden olabilir. Akciğer sifilizi: Gomlar akciğere yerleĢirse karsinom ve tüberklozü ve sarkoidozu taklit edebilir (1, 3, 4). Konjenital Sifiliz Treponema pallidum plasentayı kolaylıkla geçerek fetusu enfekte ede-bilir. Transplasental ve doğum esnasında mikroorganizma fetus veya yenidoğana bulaĢabilir. Gebeliğin erken dönemlerinde anne tedavi olursa hastalığın önüne geçmek mümkündür. Spiroketler gebeliğin 14.haftasından itibaren pla-sentayı geçerek fetusu enfekte edebilirler. Gesatsyon yaĢı artıkca bu riskte artacaktır. Tedavi olmamıĢ primer ve sekonder sifilizli annelerin %25‟ınde fetus doğum öncesi dönemde kaybedilir. Gebeliğin 18. haftasından sonraki erken infeksiyonlar genellikle spontan abortusla sonuçlanır. Konjenital sifiliz erken (ilk 2 yıl) ve geç (2 yıldan sonra) olmak üzere iki döneme ayrılır (1, 2). Erken Konjenital Sifiliz Bu evre edinsel sifilizin sekonder dönemine benzer çünkü trepo-nemalaraın yayılması fetal dönemde olmaktadır. Tedavi olmayan bebek-lerin yaklaĢık yarısı hayatını kaybederler. Bu bebekler yaĢıtlarına göre daha küçük, irite ve prematürler. DüĢük doğum ağırlığı, hepatosple-nomegali, sarılık, anemi, trombositopeni, deri lezyonları, solunum sıkın-tısı, rinit ve psödoparalizi görülebilir. Rinit en erken görülen klinik bulgudur ve genelde hayatın 2-3. haftasında görülmeye baĢlar. Mukoid karakterde olan burun akıntısı zamanla pürülan ve kanlı hale gelebilir. Nazal sep-tum perfore olabilir. Nazal köprünün düzleĢmesi sonucu semer burun geliĢir. Mukokutanöz bulgular çoğunlukla ayak tabanı, avuç içleri ve bez bölgesine yerleĢen bakır kırmızısı renginde, skuamlı veya skuamsız makülopapüler tarzda görülür. Kondiloma lata ve müköz yamalar ve anüler döküntüler görülebilir. Nadir görülen 1-5 cm çapındaki büller sifiliz için tipiktir. Tedavi edilmeyen erken dönem konjenital sifilizde kemik tutulumu sık gözlenir. Çoğunlukla osteokondrit gözlenir ve tanı metafiz-lerdeki karakterisitik radyografik testere diĢi görünümüyle konur. Proksi-mal tibia metafizi orta açısında görüle bu defekt erken olguların %20‟sinde meydana gelir ve kedi ısırığı veya Wimberger iĢareti olarak adlandırılır (1,5). Nörosifiliz genellikle asemptomatik olup tedavi edilmemiĢ olgularda neonatal dönem sonrası infeksiyonun yaygınlaĢması sonucunda görülür. Semptomatik vakalarda meningovasküler ve değiĢik nörolojik sendromlar görülür (5). Konjenital Sifiliz Tedavi edilmemiĢ olguların %40‟ında geç konjenital sifiliz geliĢir. Bulgular doğumdan 2 yıl sonra, nadiren 30 yıl sonra bile görülebilir. Malformasyonlar, interstisyel keratit, glokom, iridosiklit geliĢebilir. Deri belirtiler geç benign sifilizdeki gibi granülomatöz lezyonlar ve gomları içerir. DiĢ anomalileri treponemaların diĢ tomurcuklarına invazyonu sonu-cunda meydana gelir. Patognomonik Hutchinson diĢleri, geniĢ aralıklı, kalıcı tornavida veya çivi Ģeklinde çentiklenmelerdir (1, 2). Laboratuar Testler Sifilizin klinik belirtileri geliĢtiğinde hastada hem IgG hem IgM antikor-ları oluĢmuĢtur. IgM infeksiyonun 2.haftasında, IgG ise 4.haftada oluĢ-muĢtur. Geç evrede IgM‟ler kaybolsa bile IGG antikorları görülmeye devam eder. Serolojik testler non-treponemal (reajinik) ve treponemal (spe-sifik) olarak ikiye ayrılılar (6). Non-Treponemal Testler Bu testler tarama ve tedaviye yanıtı takip etmek amacıyla kullanılır. En çok VDRL (Venereal Disease Research Laboratory) ve PRP (Rapid Plasma Reagin) testleri kullanmaktadır. Bu testlerle hasarlanmıĢ konakçı hücrelerinde salınan lipoidal maddeye ve Treponema pallidum‟un lipoi-dal benzeri antijenlerine karĢı geliĢen IgM ve IgG tespit edilir. Reaktiflik infeksiyonu kanıtlamaz belki vucütta doku yıkımını gösterir (1,7). PRP testinin duyarlığı ve özgüllüğü düĢüktür, tek avantajı hızlı sonuç vermesidir. Ġnfeksiyon baĢlangıcından 4-6 hafta sonra reaktifleĢir. Bu testlerin duyarlıkları sifilizin evrelerine göre değiĢiklik gösterir, bu nedenle tanı amacıyla değil tarama ve tedavi takibinde kullanılmalıdır. PRP‟nin duyarlığı 1.evrede %75-86‟iken 2.evrede %99-100 arasındadır (7). VDRL ise 1.evrede %59-87 2.evrede %99-100 arasında değiĢmek-tedir. Yalancı nonreaktif sonuçlar çok erken infeksiyon veya latent ve geç sifilizde görülür. Sekonder sifiliz olguların %1‟inde sonuçlar prozon fenomeni nedeniyle yanlıĢ nonreaktif olarak bildirilmektedir. Prozon fenomeni, incelenen serumların %2‟sinde meydana gelmekte ve antikor çokluğundan ve/veya bloke edici antikorların varlığından kaynaklanmak-tadır. Serum dilüe edilerek bu sorun giderilir. Yüksek titreler (1:32 veya üzeri) genelde aktif hastalığı gösterir. Tedavi sonrası titrelerde dörtte bir oranda azalma olmalıdır. Primer sifiliz vaka-larında tedavi sonrası 12.ayda testler tamama yakın negatifleĢir. Sekonder sifilizde ise tedaviden 12-24 ay sonra negatifleĢirler (7). Tedavi sonrası dörtte bir oranında azalmayan, ayrıca artmayan bir titreye serofast denir. Hastaların %5‟inde bu durum gözlenir. BaĢlangıçta yüksek olan bir titre tedavi sonrası azalmazsa hasta nörosifiliz açısından değerlendirilmelidir. Dört kat artıĢ reinfeksiyonu veya tedavinin baĢarısız-lığını gösterir. Treponemal Testler Spesifik treponemal antikor testleri doğrulama amacıyla kullanılmak-tadır. Reaktif nontreponemal testleri doğrulamak için kullanılır. Kalitatif testler oldukları için tedavi takibinde kullanılmazlar çünkü bir kez reaktifleĢince tedaviden bağımsız olarak ömür boyu reaktif kalırlar. AĢağıdaki durumlarda kesin olarak endikedirler: (4) 1) Nontreponemal testlerdeki yalancı reaktif sonuçların ayırt edilmesi için 2) Nontreponemal testlerin nonreaktif olduğu geç sifiliz olgularında klinik tanıyı doğrulamak için 3) KiĢinin eĢinde epidemiyolojik olarak sifiliz kuĢkusu mecutken yine-lenen nontreponemal testlerin nonreaktif oluğu olgularda 4) Sifiliz belirtisi göstermeyen, nontreponemal testleri nonreaktif bulu-nan buna karĢın sifilitik bir bebek doğurmuĢ annede tanıyı kesin-leĢtirmek için Floresan treponemal antikor absorpsiyontesti (FTA-ABS): Bu test primer sifilizdeki en duyarlı serolojik testlerden biridir. Özgüllüğü de yüksek olduğu için nontreponemal testlerin reaktif olduğu durumlarda asla nonreaktif çıkmaz. En sık kullanılan doğrulama testidir. Yelancı reaktiflik serumların %1‟ınde görülebilir. Bunun nedenleri teknik hata, Lyme hastalığı, gebelik, genital herpes, HĠV, alkolik siroz ve SLE olabilir. Duyarlılığı 2.evrede %99-100, özgüllüğü %98 dir (4, 7). Treponema pallidum hemaglutinasyon assay (TPHA): Bu testte treponema pallidum‟un ultrasonifiye Nichols suĢu ile duyarlanmıĢ pasif hemaglutinasyon saptanır. FTA-ABS ile karĢılaĢtırdığımızda yapılması kolay ve ucuz bir testtir. Çok duyarlı ve özgül bir testtir. Duyarlılığı 2. evrede %99-100, özgüllüğü %99‟dur. Serolojik testlerin değerlendirilmesinde Ģu prensiplere dikkat edil-melidir: (4) 1) Sifilizden Ģüphelenilen ve serolojisi nonreaktif olan hastalar 2-3 hafta sonra tekrar test edilmelidir. Erken primer sifilizde seronegatif bir dönem olabilir. Karanlık saha mikroskopisi ile patojen saptanmasına çalıĢılmalıdır. 2) Avrupa‟da TPHA bazen VDRL ile kombine edilerek tarama testi olarak kullanılmaktadır. 3) Reaktif tarama testlerinden sonra spesifik doğrulama testi yapılma-lıdır. Bu da genelde FTA-ABS‟dır. Treponemal EIA veya Western blot da olabilir. 4) Spesifik testlerde tutarsız sonuçlar alınıyorsa ek spesifik testler yapılmalıdır. 5) KanıtlanmıĢ infeksiyon varlığında kantitatif nonspesifik test (VDRL) ve spesifik IgM antitreponemal antikor testi yapılarak hastalık evresi ve tedaviye yanıt değerlendirilmelidir. 6) Titrasyon takibi aynı laboratuarda yapılmalıdır. Evrelere Göre Tanı Primer sifiliz kuĢkusu bulunan olgularda Ģankr belirmediği dönemde araĢtırma gerekiyorsa en erken temastan 2 hafta sonra 19S-IgM FTA-ABS bakılmalıdır. Nonreaktif sonuç halinde 14 gün sonra tekrarlanması önerilir. ġankrın ortaya çıkıĢından sonra ise karanlık saha mikroskopisi en çabuk ve duyarlı yöntemdir. Sekonder sifilizde gerek direk mikroskopi gerekse de serolojik olarak tanı daha kolaydır. Nontreponemal testler her zaman reaktiftir. Trepone-mal testler ise %99.2 oranında reaktiftir (4). BOS incelemesi (4, 6) 1) Nörolojik, oftalmik veya iĢitsel semptom ve bulgular varlığında 2) Aktif infeksiyon bulgusu (aortit, gom, irit) 3) Tedavi baĢarısızlığı 4) HIV infeksiyonu 5) Sifiliz süresi 1 yıldan fazla olması durumunda serum nontreponemal titresinin 32‟den fazla olması 6) Penisilin harici bir tedavi uygulanmıĢsa Bahsedilen durumlardan herhangi birisinin varlığında beyin omurilik sıvısı incelemesi yapılmalıdır. Nörosifilizde tipik BOS bulguları: - Orta derecede mononükleer pleositoz (10-400 hücre/ml) - Total protein artıĢı - BOS‟ta VDRL testi reaktif Nörosifiliz tanısı klinik bulgular, seroloji ve BOS incelemesine bağlıdır. Santral sinir sistemi tutulumu asla tek baĢına değildir. Seroloji daima reaktiftir. SSS tutulumunu kanıtlamak için serum ve BOS‟un aynı gün örneklenip değerlendirilmesi gerekir. BOS‟ta nonreaktif FTA-ABS olması SSS tutulumunu dıĢlar. BOS tutulumunun tanısında en önemli nokta spesifik lokal antikor sentezini gestermektedir. Bunun için TPHA/TPPA titresinin serumda ve BOS‟ta gösterilerek patojene özgü BOS/serum antikor oranının hesaplanması uygundur (4). Sifiliz Tedavisi Primer ve sekonder sifiliz tedavisi: Tek doz 2.4 milyon IU benzatin penisilin G ĠM olarak kullanılır. Prokain penisilin G günlük 600.000 ünite toplam 8 gün boyunca total 4.8 milyon IU olacak Ģekilde önerilir. Oral penisilin tedavisi etkinliği takip edilemeyeceğinden tercih edilmez, ayrıca hasta uyumu ve kullanım zorluğu da olabilir. Penisilin alerjisi olan hastalarda tetrasiklin ve doksisiklin tercih edilir. Her iki ilaç da tedavide eĢit etkinlik gösterir. Tetrasiklinle ilgili daha çok klinik deneyim olmasına rağmen uyum doksisiklinle daha iyidir. Doksisiklin 14 gün boyunca 100 mg dozunda günde 2 kez oral olarak kullanılır . Tetrasiklin ise 500 mg dozda günde 4 kez oral olarak 15 gün ve toplam 30 gr kullanılmalı. HĠV infeksiyonu olan hastalarda yüksek nörosifiliz prevalansı nedeniyle haftada 3 doz benzatin penisilin G önerilir. Bununla cevap alınamıyorsa ampisilin ve probenisid kullanılabilir (1,4). Erken latent sifiliz tedavisi: Tek doz benzatin penisilin G 2.4 milyon IU, ĠM olarak kullanılır. Penisilin alerjisi durumunda eğer hasta HĠV negatif ise ve gebe değilse günde 2 kez 100 mg oral doksisiklin önerilir. Hasta gebe ise ve penisilin alerjisi varsa desensitize edilir. Çocuklarda tedavi primer sifilizdeki gibidir (1, 4, 7). Geç latent sifiliz tedavisi: Benzatin penisilin G 2.4 milyon IU 1 hafta ara ile 3 doz Ģeklinde kullanılır. Prokain penisilin G ĠM olarak günde 600.000 ünite 15 gün boyunca toplam 9 milyon IU Ģeklinde önerilir. Penisilin alerjisi varsa doksisiklin günde 2 kez 100 mg 4 hafta boyunca veya tetrasiklin 500 mg günde 4 kez 4 hafta boyunca önerilir. Çocuklarda konjenital sifiliz ve cinsel istismar dıĢlandıktan sonra haftada 1 kez 50.000 IU/kg dozunda benzatin penisilin G 3 doz Ģeklinde uygulanır. Tersiyer sifiliz tedavisi: Kardiyovasküler ve geç benign sifiliz tedavisinde benzatin penisilin G 2.4 milyon IU, ĠM olarak 3 doz Ģeklinde önerilir. Geç benign sifiliz tedavisinden sonra doku yıkımının boyutuna bağlı olarak gomlar birkaç aylık süre sonrasında yavaĢca iyileĢirler. Beyin ve omurilikteki gomlara cerrahi rezeksiyon gerekebilir. Nörosifiliz tedavisi: Kristalize penisilin G 18-24 milyon IU/gün ĠV olarak 10-14 gün boyunca uygulanır. Alternatif olarak 2.4 milyon IU günlük prokain panisilin G, ĠM ve 6 saatte bir 500 mg oral probenesid 10-14 gün boyunca uygulanabilir. Penisilin alerjisi varsa hasta desensitize edilir. Takipte BOS normal oluncaya kadar her 6 ayda bir incelenmelidir. BOS‟taki hücreler 6 ay içinde ve VDRL ve protein seviyeleri 2 yıl içinde azalmalıdır. Azalma yoksa ĠV penisilin ile tedavi yeniden baĢlanmalıdır. Semptomlar tedavi sonrasında daha da kötüleĢiyorsa dozu arttırmak gerekir. Optik atrofi ve 8. sinire bağlı sağırlık tedaviye dirençli durumlardır. 8. sinire bağlı sağırlıkta uzun dönem penisilin ve prednizolon kombinas-yonu yaralı olabilir. Prenatal sifiliz tedavisi: Gebeliğin 16.haftasından önce tedavi edilen annelerin bebekleri hastalığa karĢı korunur. 16.haftadan sonra uygun bir Ģekilde tedavi edilenlerde ise eğer fetal infeksiyon oluĢmuĢsa fetus „in utero‟ tedavi edilir. Tedaviye rağmen, özellikle gebeliğin geç dönemle-rinde yapılmıĢsa bebek konjenital sifilizin bazı belirtilerini gösterebilir. Neonatal dönemde ilk 7 gün 12 saatte bir ve takip eden 3 gün boyunca 8 saatte bir 50.000 IU/kg kristalize penisilin G veya prokain penisilin G 50.000 IU/kg/gün ĠM 14 gün boyunca önerilir. Eğer tedavi 1 gün bile aksarsa yeniden baĢlanmalıdır. Epidemiyolojik tedavi: Sifiliz ile teması olan kiĢilerde tedavi koruyucu veya epidemiyolojik tedavi almalıdırlar. 2.4 milyon IU benzatin penisilin G, ĠM olarak uygulanır. Tedavi sonrası takip: Edinsel sifilizli hastaların tedavi sonrası takipleri zorunludur. Penisilin etkinliği yüksek olmasına rağmen %2-10 tedavi baĢarısızlığı görülür ve bu yüzden tedavi tekrarlanmalıdır. Penisilin dıĢındaki alternatif antibiyotikler spiroketler üzerine daha az etkili olduğu için bu ajanlarla tedavi edilen hastalar mutlaka takip edilmelidir. Kantitatif VDRL tedavi sonrası takipte kullanılır. Primer, sekonder ve erken latent sifiliz hastalarında tedavi sonrasında 6. ve 12. aylarda VDRL testiyle takip edilmelidir. 6. ayda nontreponemal antikor titrelerinde 4 katlık bir azalma olmuyorsa, belirti ve bulgular devam ediyor ve reinfeksiyon dıĢla-namıyorsa hastalara BOS incelemesi yapılmalı ve tedavi tekrarlanmalıdır. Konjenital sifilizde tedavi edilmeyen seropozitif bebekler 1., 2., 3., 6., ve 12. aylarda takip edilmelidir. Enfekte olmayan bebeklerin nontrepo-nemal titreleri 3 aylıkken azalmalı ve 6 aylıkken yok olmalıdır. Aksi halde çocuk tekrer incelenmeli ve tedavi edilmelidir. Tedavi edilen bebeklerin nontreponemal titrelerin 6 aylıkken kaybol-maya baĢlar. Treponemal testler etkin tedaviye rağmen pozitif kalabilir. BaĢlangıçta BOS incelemesinde pleositoz varsa bulgular normalleĢin ceye kadar her 6 ayda bir BOS incelemesi yapılmalıdır. Eğer BOS ince-lemesinde 6 ayda bir azalma veya 2 yılda tam bir düzelme olmazsa hastalar yeniden tedavi edilmelidir (1, 2). Tedavi komplikasyonları Jarisch-Herxheimer Reaksiyonu: Bu reaksiyonun patogenezi tam bilinmiyor. Trepoenmaların dejenerasyonu sonucu lipopolisakkaridlerin neden olduğu endotoksemi veya serbestleĢen antijenlerin antikor ve komplemanla immün kompleks oluĢturduğu bir aĢırı duyarlılık reaksiyonu olarak tahmin edilmektedir. Genelde bu reaksiyon tedavi baĢladıktan sonra ilk 24 saat içinde oluĢur. AteĢ, baĢ ağrısı, kırklık, miyalji, mide bulantısı, artralji gibi nonspesifik grip benzeri belirtiler görülebilir. Bu açıdan hastaya önceden bilgi verilmelidir. AteĢ tedavinin 4.saatinde baĢlar 8 saatte en yüksek seviyeye ulaĢır ve 16.saatte düĢmeye baĢlar. Ayrıca sifiliz lezyonlarında alevlenme olabilir. ġankr daha ödemli ve infiltre hale gelir, lezyonlar daha kırmızılaĢır. Bu reaksiyonun geliĢmesi tedavinin sonlandırılması anlamına gelmez. Çoğu vakada aspirin ve dinlenme ile reaksiyon engellenebilir (7). Tedavi paradoksları: Penisilinle tedavi edilen geç sifilizli hastalarda tedavi paradoksları oluĢabilir. Aktif kardiyovasküler sifilizde aortik yet-mezlik veya koroner tıkanıklıkla sonuçlanan bir skar bırakarak tedavide hızlı bir düzelme olabilir. GeĢ nörosifilizde tedavi reaksiyonları göz ve santral sinir sistemi hasrında artmaya neden olabilir. Bu nedenle antibi-yotik tedavisi sırasında ve öncesinde Jarisch-Herxheimer reaksiyonunu baskılamak ve tedavi paradokslarını engellemek için sistemik kortiko-steroid kullanımı önerilmektedir. Nörosifiliz tedaisinden sonra ateĢ, konvülziyon, demans, psikoz, meningismus ve nadiren ölüm bile görülebilir (2, 7). Penislin reaksiyonları: En ciddi olanı penisilin anafilaksisidir. Acil bir durumdur ve bazen enjeksiyonun yapıldığı an bile oluĢabilir. Hasta-larda ürtiker, hırıltı, dispne, yaygın kaĢıntı, bulantı ve kusma görülebilir. Ciddi vakalarda larinks ödemi, bronkospazm ve kardiyovasküler kollaps geliĢebilir. Tüm anafilaksi durumların baĢlangıç tedavisi epinefrindir. Yapılan bir araĢtırmaya göre penisilin tedavi sonrası sadece hastaların %0.04‟unde anafilaksi geliĢmiĢtir. En sık geliĢen reaksiyon ise ürtikerdir. En çok ilk 30 dakika içinde reaksiyonlar geliĢtiği için hastalar mutlaka bu süre içinde takip edilmelidir. Hoigne sendromu: %0.1 hasta görülen bu reaksiyon prokain penisilin tedavisinden hemen sonra görülür. TaĢikardi, ölüm korkusu, iĢitsel ve görsel rahatsızlık, nöromüsküler seğirmeler, nöbetler ve bilinç kaybı görülebilir. Tedavide sedasyon, antikonvülzan ilaçlar ve gözlem yeter-lidir (1). ULKUS MOLLE (ġANKROĠD) Gram negatif ve fakültatif anaerob bir bakteri olan Haemophilus ducreyi ile oluĢan bir veneryan hastalıktır. Ülserlerden ve ödemli lenf nodüllerinden alınan örneklerden yapılan yaymalarda hem interselüler hem ekstrasellüler olarak tespit edilebilen bu mikroorganizma birbirine paralel olarak bağlanmıĢ balık sürüsü görünümünde iki ucu yuvarlak ve daha koyu boyanmıĢ kısa çomaklar Ģekindedir (1,8). Epidemiyoloji Tropikal ülkelerde ve özellikle de yaĢam standartlarının düĢük olduğu bölgelerde daha sık görülür. Ancak zaman zaman geliĢmiĢ ülkelerde küçük epidemiler oluĢabilmektedir. Hayat kadınları önemli bir infeksiyon kaynağıdır. Hayat kadınlarında H. Ducreyi‟nin semptomsuz taĢıyıcılığı %4 olarak bildirilmektedir. BulaĢ-ması hemen daima cinsel temasla olur. Ancak alt ekstremitede ülsere lezyonları olan 3 çocuk olguda lezyondan alınan sürüntüde etken olarak H. Ducreyi tespit edilmiĢ ve etkenin cinsel yol dıĢında travma yolu ile direkt deriden bulaĢabileceği de bildirilmiĢtir (1, 9). Klinik Belirtiler Genellikle bir haftadan kısa süren bir inkubasyon süresinden (2-3 gün) sonra ilk olarak papül, daha sonra püstüle dönüĢen lezyon görülür. Ġki üç gün içinde alttaki dermal kan damarlarının trombotik tıkanması sonucu lezyonlar ülsere dönüĢür. Bu ülserler karakteristik olarak hassas ve ağrılıdır. 3-20 mm çapında kenarları düzensiz etrafı bir eritem alanla çevrilidir. Sifilizin primer lezyonundan farklı olarak Ģankroid lezyonları indüre olmaz. Ülser yumuĢak olup dokunma ile kolayca kanar. Zemininde cerahatli bir eksuda bulunur ve bundan dolayı çürümüĢ gibi bir koku oluĢur. ġankroidli olguların %50 -60 ında genital ülserin belirmesinden sonraki günler veya haftalar içinde inguinal lenf nodları bilateral veya daha sık olarak unilateral büyürler. Bazen bu lenfadenopatilere süpürasyon eĢlik edebilir. unlar bir araya gelerek abse Ģeklini alırlar (bubo) (10). Tanı Ülserin kenarından veya bubondan aspire edilerek hazırlana direkt yaymalarda birbirine paralel olarak dizilen ve balık sürüsü görünümünde kısa çomaklar görülür. Gram veya Giemsa gibi boyalar kullanılabilir. H.ducreyi bipolar boyanır. Mikroorganizma izolasyonu için sıvı/kanlı besi-yeri kullanımı artık yerini vankomisin içeren özel katı oartamlara bırak-mıĢtır. H.ducreyi‟nin üremesi için %5-10 CO2 ile zenginleĢtirilmiĢ nemli bir ortam, 33-35 derecelik bir ısı ve 6.5-7 PH gereklidir (11). Ayırıcı Tanı Özellikle sifiliz ile ayrımı yapmak gerekir ve unutmamamız gerekirki bu iki hastalık aynı anda da olabilir (Ulkus mikstum: Rolet Ģankr). Ayrıca herpes genitalis, granüloma inguinale, LGV‟da göz önünde bulundurul-malıdır (8). Tedavi Trimetoprim-sulfametoksazol kombinasyonu (160 mgv+ 800 mg) günde 2 kez 7 gün süre ile oral kullanılır. Bir diğer alternatif günde 2 gr 7 gün süre ile ertiromisin kullanıldığında vakaların %100‟unde iyileĢme sağlanmıĢtır. 3.kuĢak sefalosporinlerden seftriakson ile 250 mg tek doz tedaviyle %100‟e yakın iyileĢme sağlanmaktadır. Amoksisilin 250 mg ve klavulanik asit 125 mg kombinasyonu 7 gün süre ile günde 3 kez oldukca etkili bir tedavidir. Tedavi baĢarılı ise ülserler 3 gün içinde iyileĢmeye baĢlarlar ve 7 günden önce kaybolurlar (8). GENĠTAL MOLLUSKUM KONTAGĠYOZUM En sık eriĢkinlerde ve 1-5 yaĢ arasındaki çocuklarda görülür. Mikro-organizmanın kültürü yapılamadığı için sıklığı açısından tam bir veri bulunmamaktadır. 15-30 yaĢ arasındaki eriĢkinlerde bir artıĢ gözlem-lenmektedir. Etyoloji Molluskum virusu, pox grubu virus ailesine ait çift sarmallı DNA‟ya sahip olup sadece insanlarda görülür. Ġnkübasyon süresi 2-7 hafta arasında değiĢmekte olup bazen 1 yıla kadar uzamaktadır. BulaĢ genel-likle deriye direkt temasla oluĢmakta olup özellikle eriĢkinlerde cinsel temasla bulaĢmaktadır. Derinin nemli olması bulaĢmayı kolaylaĢtır-maktadır (12). Klinik Lezyonlar inci tanesi gibi, parlak, 1-5 mm çapında papüller Ģeklinde tek tek, gruplar veya lineer halinde görülürler. Cinsel temasla oluĢan vakalarda lezyonlar daha çok kasıklar, genital ve pubik bölgede görülür. Çocuklarda lezyonlar sadece genital bölgede görülüyorsa cinsel istismar düĢünülmelidir. Papülün ortasında bir göbeklenme mevcut olup peyni-rimsi bir materyal içermektedir. Lezyon dermis içierisine boĢalırsa abse oluĢabilir. Bazı vakalarda lezyon etrafında molluskum dermatiti denilen egzematize bir reaksiyon geliĢebilir (12, 13). Tanı Genelde klinik bulgular tanı için yeterlidir. Ortası göbekli lezyonlar hafif bir kriyoterapi ile daha belirgin bir hale gelebilir. Virüsün kültürü yapılamamktadır. Ayırıcı tanı: Piyojenik granülom, keratoakantom, sebase hiperplazi, dermal nevüs ayırımı yapılmalıdır. Özellikle HĠV infeksiyonu olan has-talarda görülen dev molluskum lezyonları skuamöz hücreli karsinom ve kriptokok infeksiyonu ile karıĢabilir (12). Tedavi Molluskum lezyonları tedavi edilmese bile birkaç ay içerisinde kendi-liğinden iyileĢebilir. EriĢkin hastalarda küretaj veya kriyoterapi uygula-nabilir. Podofilotoksinin %0.5‟lik kremi 12 hafta boyunca haftada 3 gün arka arkaya uygulanmıĢ ve %90 hastada etkili bulunmuĢtur. Topikal tretionin ve imikimod tedavisinin çok sayıda lezyonu olan hastalarda etkili olduğu gösterilmiĢtir. Sistemik tedavi molluskum tedavisinde yan etkileri nedeniyle öneril-memektedir. Ġmmünsüprese olan hastalarda örneğin AĠDS‟li hastalarda intralezyonel ĠFN-alfa, antiretroviral ajanlar ve streptokok antijeni OK432‟nin topikal injeksiyonu etkili bulunmuĢtur (12, 14). HERPES GENĠTALĠS Cinsel iliĢki ile bulaĢan ve yaĢam boyu süren bu viral infeksiyonda yinelemeler genellikle asemptomatik oldugundan ya da hasta veya hekim tarafından kolay fark edilmediğinden kontrol sağlamak oldukça güçtür. Genital herpes insidansının giderek artması toplum sağlığı açısından önde gelen sorunlardan biri haline gelmiĢtir. Eski yıllarda bu tabloyu en çok HSV-2 yapmaktaydı. Günümüzde HSV-1 ve HSV-2 eĢit sıklıkla bu tabloyu oluĢturmaktadır. Primer genital herpesin kliniği, rekürran her-pes genitalise oranla daha ağır seyreder. Primer genital herpes, anam-nezde belirtilmeyen ve serolojik olarak kanıt bulunmayan kiĢilerdeki herpes genitalis atağı olarak tarif edilir. Eger hastada HSV‟ye karĢı antikor var, fakat bilinen klinik hastalıgı yoksa, ilk nonprimer genital infeksi-yon‟dan bahsedilir. Rekürran infeksiyon, en az bir kez belgelenmiĢ atak geçirmiĢ bir hastadaki infeksiyon olarak tarif edilir. Rekürran infeksiyonda virüsün izole edilebileceği süre 7-10 gün olarak bildirilmekle birlikte, rekürran lezyonların baslangıcından 48 saat sonra en yüksek viral izolas-yon oranına ve viral titreye ulaĢıldığı gösterilmiĢtir. Daha sonra viral izolasyonun yüzdesi hızla düĢer. Bu nedenle, rekürensin baĢlamasından sonraki 72 saatten itibaren negatif kültür sonuçları elde edilmesi hiç de ender değildir (15, 16). Primer genital herpesin inkübasyon süresi, 3-7 gündür. Hastaların % 50-80‟inde primer infeksiyon tarihinden sonraki bir yılda rekürrens görülür. Ortalama yılda 4 rekürrens olmaktadır. Bu noktada, rekürrensi neyin tetiklediği spekülasyon konusudur. Hem fiziksel hem de emosyonel faktörlerin hastalığın yinelemesinden sorumlu olduğu sanılmaktadır (17). Menstruasyon ise oldukça sık rastlanan tetikleyici bir faktördür (15). Ayrıca güneĢ ıĢınları ve ganglionlara yapılan nöro-cerrahi girimler de latent virüsü reaktive edebilmektedir. Bu durumda reaktive olan viruslar periferik sinirler yoluyla deri ya da mukozalara gelir ve rekürran deri lezyonlarına neden olurlar. Gözle görünen lezyonların belirmesinden önce parestezi ve yanma hissi olabilir. Ender olarak sırt, kalçalar veya bacak-larda ağrı olabilir. Primer hastalıkta lezyon alanında önemli derecede ağrı ve hassasiyet geliĢir. Sistemik belirtiler sıktır ve hafif ateĢ, halsizlik, baĢağrısı ve inguinal pelvik alanlarda lenfadenopati vardır. Kadınlarda en sık olarak labiumlar, vulva ve perine, vajina mukozası ve serviks gibi bölgeler tutulurken, erkeklerde özellikle glans, prepusyum ve penis Ģaftı en sık olarak tutulan yerlerdir. Deride ilk bulgular, ülserleĢerek oldukça hassas lezyonlar oluĢturacak olan çok sayıdaki veziküllerdir. Primer her-peste böyle veziküllerin biraraya gelmesiyle ağrılı ülserasyonlar geliĢebilir. Bu son derece ağrılı lezyonlar, idrar yaparken zorluğa ve idrar retansi-yonuna yol açabilirler. Primer herpesli hastaların en sık yakınmalarından biri olan üriner retansiyonun üretra ve mesane mukozalarındaki lez-yonlara bağlı olduğu sanılmaktadır. Ayrıca üretral ve vajinal akıntı da geliĢebilir (17, 18). Primer infeksiyonlarda servikste lezyon bulunabilmektedir. % 80 kadar hastada gözle görünen servikal lezyon olmasa bile servikal kanaldan virüs izole edilebilmektedir. Seviksteki primer lezyonlar, karsinomla karıĢtırılabilecek nekrotik bir kitleye ve pelvik ağrıya neden olabilirler. Bu du-rumda serviks hassastır ve kolayca kanar. Genellikle inguinal lenfade-nopati vardır. Primer herpesin alıĢılmıĢ seyri 2-6 haftadır. Sekonder bir infeksiyon olmadıkça skatris kalmaz. Eğer primer infeksiyon anal ve perianal alanları içeriyorsa genellikle Ģiddetli rektal ağrı, tenezm ve rektal akıntı gözlenir. Herpetik proktit sık olarak homoseksüellerde gözlenmektedir (15, 18). Fizik muayenede herpetik proktit için en belirgin özellik, eritemli ve hassas mukozadır. Primer herpeste kadınlardaki sistemik semptomların erkeklerdekinden daha sık olduğu gözlenmektedir. Ender olarak primer infeksiyonla iliĢkili menenjit ve ensefalit bildirilmiĢtir. Herpes menenjiti genellikle sekel bırakmaz iken, herpes ensefalitinin prognozu çok daha ağırdır. Yüksek mortalite bildirilmekte ve hemen daima Ģiddetli nörolojik sekel kalmaktadır. Herpes genitalisin bildirilen bir diğer komplikasyonu ise üretral striktürlerdir. Bazı gebe hastalarda dissemine hastalık geliĢ-tiğine dair bildiriler vardır. Bu durumda mortalite oranı, yaklaĢık % 50‟dir. Immünsuprese hastalarda disseminasyon riski daha fazladır. Eğer primer infeksiyon dissemine olursa sistemik yakınmalar arasında bulantı, baĢ-ağrısı, görme bulanıklığı, karın ağrısı, ateĢ, titreme, halsizlik ve lenfade-nopati yer alır. Karaciğer fonksiyonları da bozulabilir. Rekürran hasta-lıktaki belirtiler primer hastalıktan daha hafiftir ve sistemik belirtiler de enderdir. Semptomlar yaklaĢık 2 günde zirveye ulaĢır. Virüs atılımı orta-lama 5 gün sürer. 7- 9 gün arasında lezyonların hemen hepsi tamamen iyileĢir (16, 17, 18). Bazı yazarlar, rekürrens sıklığının zamanla azaldığını düĢünürlerse de bu bulgu belgelenememiĢtir. Bir herpes suĢuyla infekte bir hastanın bir diğer suĢla da infekte olabileceği bilinmektedir. Lezyonlar genellikle tek taraflıdır ve eritemli zeminde grupe veziküller ile karakterizedir. Bu veziküller patlar ve içerikleri kuruyunca erozyonların üzerinde kurutlar oluĢur. Lezyonlar bazen vejetan karakter alabilir ve “Herpes simpleks vejetans” adını alır. Kadınlarda yineleyen lezyonlar en sık labialar ve perinede, erkeklerde ise penis gövdesinde ortaya çıkar (16). Herpes genitalis ayırıcı tanı açısından baĢlıca genital ülserasyon yapan diğer hastalıklardan ayırt edilmelidir. Bunlar arasında sifiliz, ulkus molle, lenfogranuloma venereum, granuloma inguinale, Behçet hastalığı, fiks ilaç reaksiyonu ve folikülitler akla gelmelidir (18, 19). Herpes genitalisin tanısı klinik tanı ile infeksiyonun laboratuvar kanıt-ları arasındaki iliĢkiye dayanılarak konulur. Vezikül sıvısından yapılan virüs kültürü en geçerli tanı yöntemi olmakla beraber, zaman alıcı ve masraflıdır. Sık olarak kullanılan serolojik araĢtırmalar ise klinikte sınırlı uygulama alanına sahip olup, HSV-1 ve HSV-2‟nin epidemiyolojik araĢtırmalarında, kiĢinin virüsle daha önce karĢılaĢıp karĢılaĢmadığının saptanmasında ve gebe kadınların önceden infeksiyonu geçirip geçirme-diğinin araĢtırılmasında önemlidir (20). Günümüzde genital herpes infeksiyonlarında düĢük toksisiteye ve spesifik antiviral etkiye sahip ve güvenli antiviral tedaviler bulunmaktadır. Bunların arasında en önemlileri asiklovir, valasiklovir ve famsiklovir‟dir. Asiklovir 20 yıl önce bulunmuĢ, genital herpes tedavisinde hala tercih edilen, etkili ve iyi tolere edilen bir ilaçtır. Ancak asiklovir sadece HSV replikasyonunu baskılamakta ve bölünmeyen virüsler üzerinde etkisiz olması nedeniyle latent infeksiyonu ortadan kaldıramamaktadır. Asiklovir ağızdan kullanıldığında biyoyararlanımının kötülügü (% 20) nedeniyle günde beĢ defa kullanılmak zorundadır. Bu sakıncası nedeniyle biyo-yararlanımı daha iyi olan ilaçlar geliĢtirilmiĢtir. Günümüzde asiklovirin valin esteri valasiklovir ve pensiklovirin ön ilacı famsiklovir de genital herpes tedavisinde kullanılmaktadır (19, 20). Valasiklovir oral uygulamadan sonra hızla ve neredeyse tamamen asiklovire dönüĢür ve böylelikle oluĢan asiklovirin biyoyararlanımı, oral asiklovir uygulamasındakine göre 3-5 kat daha fazladır. Herpes Genitalis Tedavisi (21, 22) Oral, topikal veya intravenöz asiklovir, tüm hasta gruplarında hem birincil hem de rekürran herpes genitalis ataklarında baĢarılıdır. Genital Herpes Tedavisinde ve Profilaksisinde Antivirallerin Kullanımı Dozaj Süre Asiklovir 5x 200 mg 5-10 gün Valasiklovir 2x 1000 mg 5-10 gün Famsiklovir 3x 250 mg 5-10 gün Primer Genital Herpes (ilk Epizot) Rekürran Genital Herpes (Yineleyen Epizot) Asiklovir 2x 400 mg 5 gün Valasiklovir 2x 500 mg 3-5 gün Famsiklovir 2x 125-250 mg 5 gün Yineleyen Hastalıkta Baskılama (Profilaksi) Asiklovir 2x 400 mg Valasiklovir 1x 500 mg Famsiklovir 2x 250 mg Gebelikte Herpes Genitalis Tedavisi Her ne kadar literatürde gebelikte asiklovir kullanımının son derece güvenli olduğu belirtilse de, gebelikte asiklovir kullanımı üzerine klinik deneme yapılmamıĢtır. Antiviral ilaçların hiçbiri gebelikte kullanım için onaylanmamıĢtır. Elimizdeki gebelikteki güvenilirlik ile ilgili bilgiler, gebelik sırasında istemiyerek veya bilerek asiklovir kullanan kadınların gebelikleri ile ilgili sonuçlara dayanmaktadır. Bu Ģekilde yapılan çalıĢmalarda, gebelik sırasında asiklovire maruz kalan kadınların doğurduğu çocuk-larda doğumsal kusur riskinin artmamıĢ olduğu görülmektedir. Ancak asiklovir yine de C kategorisine giren bir ilaçtır. Yani potansiyel terapötik yararı, fetüs için potansiyel riskten daha ağır basmadıkça gebelik sırasında kullanılmamalıdır (21). LENFOGRANULOMA VENEREUM Lenfogranuloma inguinale en eski dört klasik cinsel iliĢki ile bulaĢan hastalıktan biri, yani dördüncü veneryen hastalıktır. Lenfogranuloma venereumun etkeni Chlamydia trachomatis ‟dir. Chlamydia trachomatis zorunlu hücre içi üremesi nedeniyle önceleri virüs olarak düĢünülmüĢ, ancak bakterileri hatırlatan hücre duvarlarının oluĢu, ikiye bölünerek ço-ğalmaları ve antibiyotiklere verdikleri cevap ile bugün artık bakteri olarak kabul edilmektedir. Lenfogranuloma venereuma yol açan klamidyalar ile nongonokoksik üretrit ve trahoma yol açan klamidyalar farklı serolojik özelliklere dayanırlar. Bugün için 15 immunotip saptanmıĢ olup, Len-fogranuloma venereum bunlardan L1, L2 ve L3 serovarlar ile oluĢmak-tadır (23). Lenfogranuloma venereumda Chlamydia trachomatis‟ in organizmaya dıĢ genital bölgedeki minör deri çatlaklarından girdiğine inanılmaktadır. infeksiyon primer olarak lenfatik dokuyu tutar ve lenfatikler ile bölgesel lenf düüümlerine ulaĢır. Burada yıldız Ģeklinde çok sayıda abseler oluĢ-turur. Abseler birleĢerek bubonlar oluĢur ve üstteki deriden rüptüre olarak fistül ve sinüslere yol açarlar. Hastalık genellikle kendi kendini sınırla-yıcıdır ve fibrozis ile iyileĢir. Olguların bir kısmında ise lenfatikler genital elefantiyazise yol açacak kadar obstrükte olabilirler. Akut proktokolit durumunda da yine rektal striktüre yol açabilecek Ģekilde fibrozis geliĢebilir (23, 24). L enfogranuloma venereum sistemik bir infeksiyon olmasına rağmen aktif yayılım hücresel immünite ile kontrol edilmektedir. Ancak bu klamidyaları elimine etmek için yetersiz olup, sonuçta canlı mikroroor-ganizmaların bulunduğu latent bir infeksiyon tablosu ortaya çıkar. Klinik (23) Lenfogranuloma venereum sifilizdeki gibi 3 döneme ayrılır: 1. Primer dönem (erken değiĢiklikler) 2. Sekonder dönem (regioner lenf düğümlerinin tutulması) 3. Tersiyer dönem (geç dönem) 1. Primer Dönem Seksüel temas ile primer lezyonun geliĢimi arasındaki süre genellikle 3-30 gündür. Erkeklerde primer genital lezyon % 20-50 oranında görülür iken, kadınlarda nadirdir. Erkeklerde genellikle penis ve özellikle de glansda, kadınlarda ise vagina duvarı, labiumlar veya daha az sıklıkla serviksde yerlesir. Primer lezyon darı tanesipirinç tanesi büyüklügünde bir papül olup, daha sonra papülo-vezikül veya papülo-püstüle dönebilir. Birkaç günde kendiliğinden iyileĢebileceği gibi, yüzeyel ve herpetiform ülserlere de dönebilir. Genel olarak primer lezyonlar tipik olmayıp, ağrısızdır. 2. Sekonder Dönem Primer lezyonun ortaya çıkıĢından yaklaĢık 1-6 hafta sonra hastalık lenf yollarına yayılır. Olguların çoğunluğunda inguinal ve/veya femoral lenf nodüllerinin bilateral ĢiĢmesi söz konusudur. Lenf nodülleri hassas ve agrılı olup, baĢlangıçta ayrı ayrı durmakla beraber, daha sonra peri-adenite bağlı olarak birbirleriyle paketler yapacak Ģekilde birleĢirler. Bazan yumurta ve hatta yumruk büyüklüğüne de ulaĢabilirler. Nodüller alttan mobil olmakla birlikte üstten deriye yapıĢırlar. Ağrısız olan bu nodüllerin yüzeyleri baĢlangıçta kırmızı iken, daha sonra mavi-kırmızı veya kahverengi kırmızıya döner. Hastaların yaklaĢık olarak 1/3 „ünde nodüller daha sonra fluktuasyon verir (Bubon oluĢumu). Her ne kadar tedavi edilmediklerinde bu bubonlar bir kaç haftada spontan olarak gerileyebilirlerse de, deriye fistülize olarak açılmaları da mümkündür. Haftalarca fistül ağzından beyaz-gri, kremalı ve ufak parçalar gösteren cerehat çıkar ve böylece multipl sinüsler oluĢabilir. Primer lezyon rektum veya vajinada oldugunda perirektal ve paraaortal lenf nodülleri tutulur ve intraabdominal bubonlar görülür ki, bunlar diagnostik olarak büyük önem taĢır. 3. Tersiyer dönem Hastalık 5 ile 10 yıl sonra sekonder dönemden tersiyer döneme geçe-bilir. Tersiyer dönemde inguinal lenf nodüllerindeki iltihabi büyümeye ilaveten ateĢ, iĢtahsızlık, artralji, miyalji, baĢ ağrısı, halsizlik ve kilo kaybı sık olarak eĢlik eder. Lenfogranuloma venereumun tersiyer döneminde ya çok hipertrofik ya da çok nekrotik belirtiler hakimdir. Elefantiyazis genitalium tersiyer dönemin özel bir belirtisi olup, özellikle kadınlarda gözlenen bir tablodur. Bu durum zaman zaman uretranın baĢlangıç kısmı ve klitoris gibi dar bir bölgeye sınırlı kalabilirse de, olguların çoğunda her iki labium majörde tam bir tutulum olup, hipertrofik görünüm ve lastik kıvam dikkat çekicidir. Elefantiyazis vagina, perine ve anorektal bölgeyi de kapsayabilir. Ender olarak serviks de tutulabilir. Erkeklerde ise skrotum veya penis elefantiyazisi oldukça ender geliĢir. Üçüncü dönemin bir baĢka belirtisi ise anorektal semptom komp-leksidir. Bu belirti özellikle kadınlar ve homoseksüel erkeklerde görül-mektedir. Kadınlarda primer lezyonun vaginada bulunduğu olgularda, inflamatuvar olayın rektovaginal septumdaki lenfatik damarlar aracılığı ile rektumdaki submüköz dokulara yayılmasına baglıdır. Muayenede rektal mukoza ödemli ve yaygın olarak tutulmuĢ olup, hastalar genellikle anüsten kan geldiğinden ve daha sonra ise pürülan bir anal akıntıdan yakınırlar. Rektumda çok sayıda büyüklü küçüklü abseler gözlenir ve sonuçta perianal ve perirektal fistüller geliĢir. Genito-anorektal sendromun geç komplikasyonu olarak rektal striktürler de geliĢir. Rektumdaki granulomatöz doku fibrozis ile iyileĢirken, rektum da kalınlaĢır, sertleĢir ve infiltre bir hal alarak lümen daralır. Rektal striktürler geliĢtiğinde ise hastalarda kanlı ve kurĢun kalem gibi ince dıĢkılama görülür ki, bu bulgu tanı koydurucudur. Kronik rektal striktürlerin zemininde ise uzun sürede karsinomlar geliĢebilir (23). Tanı Lenfogranuloma venereum‟de anamnez ve klinik belirtilere dayanı-larak tanıya yaklaĢılır ve bakteriyolojik ve serolojik testlerle kesin tanıya gidilir. Kazıntı örneginin incelenmesi: Primer lezyondan alınan kazıntı, lenf nodülünden aspire edilen pürülan materyal veya biyopsi materyali ile hazırlanan ve Giemsa ile boyanmıĢ yaymalarda inklüzyon cisimcikleri aranır, ancak bu Ģekilde kanıtlama genellikle çok zordur. Materyal uygun nakil ortamında ve mümkün olan en kısa sürede laboratuara gönderilmeli ve Mc Coy hücre kültürüne ekim yapılmalıdır. Ancak kültürel kanıtlama değiĢik kaynaklara göre klamidyal olguların % 30-55 arasında pozitif sonuç vermektedir. Lenfogranuloma venereumlu hastalardan alınan granulasyon dokusu biyopsi örneklerinde immunfloresan ve immunperoksidaz yöntemler kullanılarak makrofajlar içinde klamidyal antijenler saptanabilmektedir (23,24). Tedavi Lenfogranuloma venereumda tedavinin amacı ileri hasarı mümkün olduğunca önlemek ve mümkünse oluĢan deformiteleri düzeltmektir. Hastanın tedavisi ile birlikte mutlaka cinsel partnerinin de incelenmesi gereklidir. Mikroorganizmanın eradikasyonunda en sık olarak tetrasik-linler ve sülfonamidler kullanılmaktadır. Tetrasiklinler günde 2 gr. olmak üzere 2-3 hafta kullanılmalıdır. Teda-vinin etkinliği süpürasyon gösteren lenf bezlerinin rezolüsyonu, nodüllerin küçülmesi, sinüslerin iyileĢmesi ve hastanın genel durumunun düzelmesi ile değerlendirilir. Doksisiklin de 21 gün süreyle günde iki defa 100 mg olarak kullanılabilmektedir. Sulfametoksazol (400 mg) ve Trimetoprim (80 mg) kombinasyonu ise günde 2x2 olarak 2-3 hafta kullanılmalıdır. Lenfogranuloma venereum olgularında antibiyotiklere yanıt, ancak erken dönemdeki olgularda iyidir. Geç evrelerde ise tekrar tekrar ve uzun süreli kürler gereklidir, ancak buna rağmen yine de düzelme sağlanamayabilir (24, 25). GRANULOMA ĠNGUĠNALE Granuloma inguinale, Calymmatobacterium granulomatosis (Dono-vania granulomatis) olarak bilinen bir bakterinin neden olduğu kronik granulomatöz bir hastalık olup Donovanosis adıyla da bilinmektedir. Genel olarak tropikal ve subtropikal bölgelerin bir infeksiyon hastalığıdır. BulaĢma Ģekli tam olarak bilinmemekle beraber bir çok olguda hetero-seksüel veya homoseksüel cinsel temas baĢ rol oynamaktadır. Calymmatobacterium granulomatosis Gram (-) bir basildir. Bu basil intrasellüler bir parazit olup, kimi olgularda polimorf nüveli lökositler içinde de gözlenebilirler. Kalimmatobakterium granulomatis büyük mononükleer hücrelerin içinde bulunduğunda ise Donovan cisimciği adını alır. Etken Giemsa veya Wright boyası ile açık-koyu mavi, mor veya pembe renkte ve bipolar olarak boyanır. Bu bipolar boyanma mikroorganizmaya kapalı bir çengelli iğne görünümü verir (26). Klinik BulaĢma yolu kesin olarak bilinmediğinden inkübasyon süresi de tam olarak bilinmemektedir. Cinsel yolla alındığı düĢünülen olgularda baĢlan-gıç lezyonunun ortaya çıkıĢına kadar geçen süre 3 gün ile 6 ay arasında değiĢebilmekle beraber olguların çoğunda 7-30 günde baĢlangıç lezyonu belirmektedir. Bildirilen olguların % 90'ından fazlasında baĢlangıç lezyonu anogenital bölgededir (27). Erkeklerde en sık olarak % 60 ile penis Ģaftı, daha nadiren ise ingui-nal bölge, glans, prepusyum ve gluteal bölge tutulurken, homosek-süellerde primer lezyon özellikle perianal bölgede gözlenir. Kadın hastaların ise % 75‟inde labium majörde, daha az oranda ise perianal bölge, inguinal bölge ve vajinada tutulma olur. En erken lezyon papül, püstül, subkütan nodul veya bir ülser olabilir. Bu tür lezyonlar genellikle Ģiddetli kaĢıntılıdırlar. OluĢan papül bir kaç günde ülserleĢir. Nodüller ise baĢlangıçta sert iken daha sonra yumuĢa-yarak abseleĢme gösterirler. Bir kaç günde ise abseler yırtılarak deriye açılır ve granulomatöz ülserler geliĢerek birbirleri ile birleĢebilirler. Tipik bir Granuloma inguinale tablosunda en sık görülen lezyon tek ya da çok sayıda ortaya çıkan ülserasyonlardır. Ülserler değiĢik büyüklükte, yumu-Ģak, ağrısız, kırmızı renkli, kadifemsi görünümlü ve kenarları serpijinöz olup, temas ile kolayca kanarlar (28). Hastalık deri kıvrımları boyunca yavaĢ yavaĢ ilerler ve ancak aylar sonra geniĢ bir alanı kapsayacak hale gelir. Ülseratif süreç kadınlarda aĢağıya ve arkaya doğru geliĢerek perianal bölge ve perineyi tutarken, erkeklerde lateral bir yayılım göstererek inguinal bölgeyi tutacak Ģekilde geniĢler. Hastalık ilerledikçe ülserin zemini giderek yükselir ve çevreleyen deriden daha yüksek bir hal alır. Hastalığa bağlı fibrozis geliĢimi halinde lenfatik damarların etkilenmesi sonucu hastaların % 15-20‟sinde genital ödem ve elefantiyazis geliĢebilir. Siddetli granuloma inguinale olgularında bile bölgesel lenf nodüllerinde ĢiĢlik, ağrı veya duyarlık geliĢmez. Primer alandan infeksiyonun sistemik yayılımı nadir olup, sadece karaciğer, dalak, kemik ve eklem tutulumu bildirilmiĢtir (26, 27). Tanı Etkenin üretilmesindeki güçlükler nedeniyle kültür yöntemi tanıda rutin olarak yer almamaktadır. Granuloma inguinale tanısı lezyonlardan hazırlanan doku yaymalarında etkenin mikroskopik olarak gösterilmesiyle konur. Calymmatobacterium granulomatosis intrasellüler bir parazit olduğundan mutlaka granulasyon dokusu incelenmelidir. Bu doku ise ülser zemininden derin punch biyopsi veya lezyon kenarından küretaj ile elde edilmelidir. Alınan doku iki lam arasında yayıldıktan sonra Gi-emsa veya Wright boyası ile boyanır. Granuloma inguinaleye ait lez-yonların % 90-95‟inde bipolar koyu boyanma gösteren ve bu haliyle kapalı bir çengelli iğneyi andıran etkenler mononükleer lökositler içinde görü-lebilirler. Bu hücrelere de Donovan cisimcikleri adı verilir. Bu teknikle etken arama güçlük gösterdiğinden sık olarak yinelenmelidir. Tanıda ülserden alınacak biyopsi örneği de yararlı olabilir. Histolojik örneklerde Warthin-Starry gümüĢ boyası kullanılmaktadır. Ülser zeminin-den kama Ģeklinde bir eksizyon biyopsisi ile lezyon kenarını da içerecek sekilde doku örneği alınır ve incelenir (26, 29). Tedavi Granuloma inguinale tedavisinde tetrasiklinler 10-20 gün boyunca 4x500 mg dozda uygulanmaktadır. Ampisilin 4x500 mg ve en az iki hafta sürekli olarak kullanıldığında da olguların % 90'ından fazlasında bir ay içinde tam iyileĢme elde edildiği bildirilmektedir. Streptomisin de granuloma inguinale tedavisinde kullanılmaktadır. En az 20 gün süreyle 1-4 gr/gün ve i.m. olarak kullanıldığında % 85 oranında iyileĢme sağlanmaktadır. Sulfametoksazol (400 mg) ve trimetoprim (80 mg) kombinasyonu da günde 2x2 olarak en az 10-15 gün kullanıldığında, olguların % 98‟inde iyileĢme bildirilmektedir (26, 29). GONORE Cinsel temasla geçen sık görülen bakteriyel bir infeksiyondur. Etken Gram negatif diplokok Neisseria gonorrhoeae‟ dir. Ġnkübasyon dönemi hayli değiĢken olup 1-7 gün arasındadır, iki haftaya kadar uzayabilir. Genellikle lokalize mukozal infeksiyona neden olur (30) Üretra, endoserviks, rektum, farinks ve konjonktiva epitelini tutar. Mukozalardan hematojen yolla yayılım da olabilir. Bazen ürogenital trakta yayılır, sepsise neden olabilir. Gonorede ülserler görülebilir. Ülserler çoğunlukla mukozal, yarı mukozal bölgede ve çok sayıda olabilir. Dü-zensiz kenarlı, üzeri nekrotik materyelle kaplı ülserler görülür. EĢlik eden sifiliz veya diğer bakterilerde ülsere neden olur (31). Klinik Belirtiler Ġnokulasyon yerine göre değiĢik klinik tablolara neden olur. Asemp-tomatik kalabilir. Erkeklerde üretrit nedeniyle sabahları görülen Bonjur (Bonjour) damlası, günaydın iĢareti (good morning sign) neden olur. Kadınlarda serviks ve servikal kanal tutulur. Ġdrarda yanma sık görülür. Endometriyal tutulum sonucu vajinal kanamaya neden olabilir. En çok görülen klinik tablo erkeklerde sarı-yeĢil pürülan akıntı ile seyreden üretrittir. Akıntının iritasyonuna bağlı üretra çevresinde eritem, ödem vardır. Dizüri eĢlik eder. 3-4 hafta sonra akıntının Ģiddeti azalır. 6 aydan sonra kronikleĢir. Kadınlarda dizüri olabilir. Genellikle semptom-suzdur. Cinsel eĢle tedavi edilmezlerse taĢıyıcı olarak kalırlar. Bartolin absesi görülebilir. Tedavisiz hastalarda mentruasyon, doğum gibi neden-lerle assendan yayılma ile pelvik inflamatuar hastalık geliĢir. Dissemine gonokok infeksiyonu ateĢ, poliartrit ve püstüler deri lez-yonları ile seyreder. Diz gibi büyük eklemler öncelikle etkilenir, ĢiĢ olup hareket kısıtlanmıĢtır. Deri lezyonları hemorajik papül ve püstüllerdir, seyir sırasında nekrotik görünüm alırlar. Histopatolojik olarak lökosi-toklastik vaskülit bulguları görülür (30, 32) Tanı Bakterinin direkt mikroskopide görülmesi ve kültürde üretilmesi ile konur. Serolojik testi yoktur. DNA immünfloresans ve Elisa testleri diğerlerinden üstün değildir. Üretral akıntı örneğinde Gram (-) diplokoklar görülür. Kültür için Thayer Martin besiyeri kullanılır ancak rutinde baĢ-vurulmaz. Direnç durumunde ekim yapılır (31). Ayırıcı tanı Diğer genital akıntı ve dizüri nedenleri arasında ayırım yapılır. Gono-koksemi, kronik meningokoksemi ve diğer sepsis nedenlerinden ayırd-edilmelidir. Tedavi Tek doz halinde oral 400 mg sefiksim, ĠM 250 mg seftriaksoin, oral 500 mg sifrofloksasin, oral 400 mg ofloksazin, oral 1 gr azitromisin veya 7 gün oral 2x100 mg doksisilin verilir (32) GENĠTAL HPV KONDĠLOMATA AKUMĠNATA Patogenez Kondilomata akuminata Human papillomavirüs (HPV) tarafından oluĢturulan kendi kendine inoküle edilebilen, baĢka bireylere bulaĢabilen, anogenital bölge derisi üzerinde genito-genital, manuel-genital ve orogenital bulaĢ izleyen seksüel bir hastalıktır. Her zaman cinsel iliĢki olması Ģart olmayıp, bu yolların dıĢında anneden yeni doğana geçiĢ (vertikal geçiĢ) ve immunosüprese hastalarda (kemik iliği nakli) görülmesi mümkündür. HPV‟nin bu bölge dıĢında serviks, orofarinks, solunum yolunda yineleyen solunumsal papillomatozis gibi farklı yerleĢim yerleri de mev-cuttur (33). ABD‟de yıllık görülme sıklığı %1 olup her yıl 500.000 yeni vaka saptan-maktadır. Görülme sıklığı hem ABD hem de Avrupa‟da giderek artmak-tadır. Görülme sıklığı ABD‟de 1998‟de 117.8/100.000 iken 2001‟de bu sayı 205/100.00‟e yükselmiĢtir. Ġngiltere‟de ise de 1996 yılı ile 2005 arasındaki artıĢ hızı %25‟i bulmuĢtur. Erkeklerde en yüksek görülme yaĢı 14–20 arasında iken kadınlarda 16–19 ve takiben 20–24 yaĢları arasında olmakta ve olguların %50‟si 16–24 yaĢ arasında görülmektedir. Ancak gerçek sayının bildirilenden daha fazla olduğu tahmin edilmektedir (34). Ġnfeksiyon oranının en yüksek olduğu gurup HIV pozitif homoseksüel erkeklerdir. Görülme sıklığı HIV negatif olanlara oranla daha yüksektir. HIV pozitif hastaların CD4+ T hücre düzeyleri ile ters orantılı, immuno-supresyon derecesinin artmasıyla birlikte daha yüksek onkolojik potan-siyeli olan HPV 16, 31, 33 ve 35 alt tipleriyle infekte olduğu bildirilmiĢtir. Bu nüfus grubu, tarama programlarından en çok faydalanacak kesimdir. HPV kapsülü olmayan, çift sarmallı DNA‟dan oluĢan bir virüstür ve mikroabrazyonlar veya doku bütünlüğünün bozulduğu diğer durumlarda bazal epiteldeki keratinositlerde kendi DNA‟sını konak hücre DNA‟sı ile bütünleĢtirir. Böylelikle E6 ve E7 viral genlerinin aĢırı ekspresyonuna, supressör genler olan p53 ve pRb‟nin hasarına neden olarak kontrol edilemeyen büyümesine ve malign transformasyona devam eder. Günümüzde 100‟den fazla HPV tipi tanımlanmıĢ olup bunlardan yak-laĢık 40 kadarı anogenital sistemi infekte etme potansiyeline sahiptir. HPV infeksiyonunu takiben immun cevap zayıf (6–12 ay) ve yavaĢtır. % 40 oranında cevap geliĢememe hali olmasının yanında bir HPV tipine geliĢen antikorlar daha sonra baĢka bir tip ile olabilecek infeksiyona karĢı koruyuculuk sağlamaz (35). Virüsün vücuda alınmasını takiben inkübasyonu 1–6 ay arasında olup daha uzun da olabilir. Yüksek risk taĢıyan bu alt guruplar 16,18, 31, 33, 35, 39, 45, 51, 52, 56, 58, 59, 68, 73 ve 82‟dir. Bunlardan HPV 16 ve 18‟in tüm dünyada en sık infeksiyon ve serviks kanseri nedeni olduğu bilinmektedir. DüĢük risk taĢıyanlar ise 6, 11, 40, 42, 43, 44, 54, 61, 70, 72, 81 ve CP6108‟dir. Anogenital bölge lezyonlarının %90‟ından fazla-sında etken HPV 6 ve 11‟dir. HPV 16 ve 18, %60–70 oranında servikal displazi, servikal, kolon ve anorektal kanserlerle birliktedir (34, 35). Klinik Prezentasyon ve Tanı Hastaların hemen tamamında perianal bölge, pubis, vulva, vagina, penis ve skrotumda ele gelen değiĢik büyüklükte kitleler mevcuttur. Pruritis ani hastalarda sık olarak görülen bir diğer Ģikayettir. Anal kanal-daki lezyonların frajil olmaları nedeniyle defekasyon sonrası kanama, kadınlarda ise vajinal lezyonların varlığı durumunda vajinal akıntı görülebilir. Hastanın muayenesinde mevcut kitlenin karnıbahar görünümlü egzo-fitik, hiperkeratotik yapıda olduğu saptanır. Bu hastalarda anal intra-epitelyal neoplazi (AĠN) görülebileceğinden dolayı muayenede deri yapı-sında mevcut değiĢiklerin saptanması durumunda bu tanı akılda bulun-durulmalı, Ģüpheli bir durumda buralardan biyopsi alınmalıdır. Kondilomata akuminata perianal bölgede sık olarak rastlanan lezyon-larına ek olarak pubis, kadınlarda vulva ve vagina, erkeklerde ise penis ve skrotumda da görülür. Bu hastaların %80–90‟ında anal kanalda da lezyonlar bulunduğundan dolayı anorektumun proktosigmoidoskop ile muayene edilmemesi durumunda bu lezyonların gözden kaçması müm-kündür. Bu nedenle proktosigmoidoskopi, tanıda rutin incelemenin bir parçası olmalıdır. Hasta kadın ise kadın hastalıkları ve doğum hekimi tarafından vulva ve vajen detaylı olarak muayene edilmeli, serviks malignite varlığı açısından araĢtırılmalıdır. Hastanın seksüel yaĢantı biçi-mi mutlaka anamnezde sorgulanmalıdır. Lezyonlardan biyopsi alınması durumunda benign kondilom olgularında hiperkeratoz, papillomatozis ve poikilositozis sık görülür. AĠN olgularında ise karakteristik displastik değiĢiklikler bu bulgulara eĢlik eder. Ayırıcı tanıda perianal bölgenin diğer dermatolojik (familiyal benign kronik pemfigus: FBCP), infeksiyöz (sfiliz, gonore) ve malign lezyonlarının (skuamöz hücreli karsinom) akılda bulundurulması gerekir. Yüzde 5 asetik asidin lezyonların üzerine sürül-mesini takiben beyazlaĢması HPV infeksiyonunu düĢündürür. Hastalarda ayrıca dıĢkı kültürü, dıĢkının parazit ve yumurta açısından tetkikinin yanı-sıra HIV açısından da araĢtırılması gereklidir. Kondilomata akuminata etkeni olan HPV virüsü ile yüksek dereceli anal displazi ve skuamöz hücreli karsinom arasında yakın iliĢki olduğu uzun süredir bilinmektedir. Homoseksüel erkeklerde HIV(+) bireyler, CD4 hücre sayısı düĢüklüğü, farklı HPV türleriyle infeksiyon gibi risk faktör-lerinin varlığında, skuamöz hücreli karsinoma görülme riski artmaktadır. Bu nedenle hastalarda farklı görünümlü lezyon(lar) varlığında biyopsi yapılmalıdır (36, 37). Tedavi Anogenital siğiller kanserlere oranla yaĢamı tehdit edici değilse de her iki cinste hastanın kendisinde, vücudun baĢka bölgelerine bulaĢtırma, anneden yeni doğana geçebilme ve intraanal neoplazi geliĢebilme olasılığı nedeniyle negatif psikolojik etki yaratır. BaĢlangıçtaki tanıdan sonraki ilk 6 ay içerisinde hastalık tekrarlayabilir. Kondiloma akuminata tedavisinde hasta hekim arasında yakın iĢbirliği ve tekrarlayan muayene gerekir. Bu ise tedavi maliyetlerinin artmasına neden olmaktadır, bu nedenle ayaktan günübirlik tedavi kondiloma tedavisi için uygun bir seçenektir. Farklı etki mekanizmaları olan ilaçlar kullanılmakta ise de optimal tedavi yoktur, çünkü terapötik olarak HPV‟nin eradikasyonu müm-kün değildir. Bu nedenle amaç tedavideki hedef semptomatik lezyonların ortadan kaldırılmasıdır. Hastanın seksüel partnerininde benzer nedenle tetkiki ve varsa tedavisinin yapılması önem taĢır. ĠliĢki esnasında kondom kullanılması seksüel geçiĢli hastalıkların önlenmesinde esas ise de HPV riskini azaltmasına rağmen tam olarak ortadan kaldırmaz. Semptomatik HIV infeksiyonu olan hastalarda ameliyat sonrası yara iyileĢme problem-lerinin sık olarak görülmesi nedeniyle kondiloma akuminata tedavisinde konservatif tedavi yöntemlerinden birisinin seçilmesi önerilmektedir. Mevcut lezyonların spontan gerilemesi nadirdir. Literatürde tedavi baĢarsızlığı %25–70 arasındadır. Ancak hastalığın inkübasyon süresinin uzun olması dolayısı ile oluĢan lezyonların tamamıyla daha önce mevcut olanların tekrarlaması Ģeklinde değerlendirilmesi yanlıĢ olur. Hastaların partnerlerinden reinfeksiyon riski ve HIV pozitif hastalarda vücut immünitesinin düĢmesi oranında hastalığın tekrarlama olasılığı yüksektir. Tedavide en düĢük maliyet cerrahi eksizyon ve elektrokoterizasyon iken en yüksek maliyet ise Podofilin-Podofilotoksin ve Ġnter-feron alfa-2b uygulamasındadır (36,38). DEV KONDĠLOMA AKUMĠNATA Lokal ilerleyici invazyon gösteren kondiloma türüdür, Buschke-Lowenstein tümörü, dev kondiloma ve verrüköz karsinoma ismi değiĢik isimlerle de anılır. En sık baĢvuru Ģikayetleri değiĢik boyutlarda (1–10 cm) perianal kitle varlığı, ağrı, apse-fistül veya kanama olabilir. Genellikle yavaĢ ilerleyici tümörler olup ortaya çıkmadan yıllar önce dahi küçük boyutlarda mevcuttur. Ortalama görülme yaĢı 40–45 arasında olup erkek/kadın oranı 2.7/ 1‟dir. Bununla beraber lokal ilerleyici özellik taĢırlar, kitlenin büyümesi ile bası nekrozu oluĢturması sonucu iskioanal fossa, perirektal yapılar ve pelvis boĢluğuna dek yayılabilir ve çevre dokularda invazyon ile harabiyet yaratabilirler, ülserasyon infiltrasyon ve derin dokulara ilerleme kondilomanın malign davranıĢını gösterir. Buna karĢın uzak metastaz geliĢimi nadirdir. Yayılımdan Ģüphelenildiği durumlarda Bilgisayarlı Tomografi seçkin tanı yöntemidir. Bu durumdaki bir gurup hastada immun defektin olduğu (en sık HIV pozitifliği) saptanmıĢ olup yüksek dozda antiretroviral tedavinin (HAART) tümör invazyonunda yavaĢlamaya neden olduğu gösterilmiĢtir. Bu lezyonun intraepitelial bir patolojinin geliĢme yolunun değiĢik bir devamı mı yoksa bir sapması mı olduğu tam belirlene-memiĢtir (39). Günümüzde kabul edilen daha çok malign değiĢim gösteren olguların baĢtan itibaren verrüköz karsinoma olduklarıdır. Mikroskobik görünümü sık görülen kondiloma aküminatadan farklılık göstermemesine karĢın maligniteye dönüĢebilme Ģansı %50‟ye kadar çıkar ve eksizyon sonrası lokal nüks %66‟yı bulur. Operasyonun boyutu kiĢideki lezyonun yayılımına göre değiĢmekle beraber geniĢ lokal eksizyon tedavinin esasını teĢkil eder. Sınırların negatif olduğu histolojik olarak gösterilmelidir. Karsinomun anal sfinkteri tutması durumunda abdominoperineal rezeksiyon ile birlikte geniĢ perineal diseksiyon uygulanmasından kaçınılmamalıdır. Tümörün bazen tüm perianal deriyi iĢgal etmesi ve kalça derisine kadar yayılabilmesi nedeniyle geniĢ eksizyonu takiben erken veya gecikmiĢ deri greftleri ile kapatma gerekebilir. Lokal eksizyon sonrasında dahi nükslerin görülebilmesi nedeniyle operasyonu takiben yardımcı tedavi yöntemleri de önerilmiĢtir. Podofilin, interferon, radyasyon ve kemoterapi rejimleri en sık kullanılanıdır. Küçük tümörlerde primer radyo-terapinin kullanılabileceği bildirilmiĢse de uzun dönem sonuçları hakkında fikir birliği yoktur (39,40). AĠDS Akkiz immün yetmezlik sendromu (AĠDS) ilk kez erkek homosek-süellerde 1981 yılında Amerika BirleĢik Devletlerinde rapor edilmiĢtir. AĠDS‟in etkeni bir retrovirus olan Human Ġmmün Deficiency Virüs (HlV)‟tür. Virüs direkt yolla hastadan sağlam kiĢiye geçebileceği gibi kan transfüz-yonu ile de geçer. HTLV- III Montaigner ve arkadaĢları tarafından 1983‟te Fransa‟da izole edilmiĢtir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) virüsün ortalama kuluçka dönemini yetiĢkinlerde 29 ay, çocuklarda 12 ay olarak bildirmiĢ-tir (43, 41). AĠDS‟te 3 temel immünolojik bozukluk söz konusudur. Bunlar: 1. T4 sayısındaki azalmadan kaynaklanan lenfopeni 2. Kutanöz anerji 3. Poliklonal hipcrgamaglobulinemi‟dir HIV virüsü T-helper lenfositleri enfekte eder. Bunların azalması ve ortadan kaybolması immün sistemi ciddi Ģekilde tahrip ederek fırsatçı infeksiyonlarla baĢedemiyecek hale getirir. HIV infeksiyonu serokonversiyon ile birlikte baĢlayan semptomlarla beraber önce seropozitif latens (SPL) devrine, daha sonra immün yet-mezliğin giderek arttığı ancak fatal sonuçlara neden olmadığı AIDS Re-lated Complex (ARC) devrine son olarak da fırsatçı infeksiyon ve ma-lign oluĢumlarla karakterize son dönemine (AĠDS) giren kronik seyirli bir hastalıktır. AĠDS‟te görülen deri bulguları 3 ana katagoride toplanmaktadır (45, 43). 1. Enfeksiyöz hastalıklar 2. Malign hastalıklar 3. Nonenfeksiyöz hastalıklar 1. Kutanöz Enfeksiyöz Hastalıklar Kutanöz enfeksiyöz bulguların çoğu T-helper hücre sayısı 100 hücre/ mm3„ün altına düĢtüğü zaman görülmektedir (46). Ġnfeksiyonlar florid veya olağandıĢı formlar olarak ortaya çıkabilmekledir. A) Mantar Ġnfeksiyonları Candida albicans infeksiyonları: Bu bölümde en önemli yeri Can-dida albicans alır. Keilitis angularis, stomatitis, AĠDS öz.ofajili, pcrianal ve genilalinfeksiyon Ģeklinde görülebilmektedir. Oral mukozada saptanıĢ oranı AĠDS‟te %80-90 civarındadır (43). Kandida plakları yanaklarda ve dilde ortaya çıkar ve sıklıkla boğaz ağrısı ile disfajiye neden olur. Özofagustaki dessendan infeksiyonu ortaya çıkarabilmek için özofagoskopi gerekmekledir. Çocuklarda Candida‟ya bağlı, yaygın diaper dermatiti görülebilir. Vaginal kandida infeksiyonu, dudak lezyonlan ve tırnak distrofileri de sıklıkla görülmektedir. Tedavide ketakonazol ile iyi sonuçlar alınmaktadır (46). Tinea Versicolor ve Tinae Cruris: AIDS‟de tinea versikolor‟a sıklıkla rastlanır. Tina krurisin görülmesi daha seyrektir. Tedavilerinde selenyum sulfid, miconazole veya klotrimazonium sulfide, miconazole veya clotrimazole kullanılır (48, 43). Trychophyton rubrum infeksiyonları: Bazı hastalarda avuç içi ve ayak tabanlarında keratoderma blennorhogica‟ya benzeyen mantar infeksiyonu görülmüĢtür. Palmoplantar keratoza bazen onikomikozis de eĢlik edebilir. Cryptococcus neoformans infeksiyonları: Molluskum veya her-petiform lezyonlar Ģeklinde kendini gösterebilir. B) Viral Ġnfeksiyonlar Herpes simpleks: Ġmmün defektin fazlalığı ile orantılı olarak erozif ve ağrılı olmaya eğilimlidirler. Perianal yerleĢim sıkça görülür. Atipik form yanında, iyileĢmeye eğilimin az olması da karakteristiktir. Ağızda da angüler yerleĢimli rekürran aftlar görülür (43). Molluskum Kontagiyosum: Pox virusa bağlı olarak geliĢen bu viral infeksiyon AIDS‟de sıklıkla görülür. Lczyonlar daha çok genital ve oral bölgelerde ortaya çıkarlar. Ortasında göbeklcnmesi olmayan, verrüköz yüzey gösteren atipik, geniĢ ve dev formlar görülmektedir (43, 46). Herpes Zoster: AIDS‟de birden fazla segmentli, orta sınırı çok aĢan veya jeneralize, iyileĢmeden uzun süre sebat eden zoster tipiktir. Kötü prognoz gösterirler çünkü Ġmmün sistemin ciddi bir tahribi söz konusudur (43, 47). Epstein-Barr virüs infeksiyonları: Barr virüsü oral hairy leukopla-kia‟nın geliĢiminden sorumludur. Dilin fungal infeksiyonlarıyla karıĢması nedeniyle tanı koymak zordur. ARC tablosunun AĠDS‟e dönüĢme olasılığının büyük olduğunu gösteren bir belirtidir (43, 46). Papilloma virüs infeksiyonları: Bazı AIDS‟li hastalarda, ellerde ve ayaklarda tedaviye rağmen tekrarlayan verrüler ortaya çıkmaktadır. Yüz-de pigmente, hemorajik verrüler de görülebilmektedir. Yapılan son çalıĢ-malarda anogenital verrülerin HIV infeksiyonu için ipucu olacağına dair görüĢler bildirilmiĢtir. Forman ve arkadaĢları 1988‟de genital bölgede verrüleri olan bir çocuğun HIV (+) olduğunu rapor etmiĢlerdir. Ayrıca bu virüsle Bowenoid papulozis tablosu da ortaya çıkabilmektedir. C) Bakteriyel infeksiyonlar: Bütün immün yetmezliklerde, diabet gibi metabolizma bozukluklarında olduğu gibi fronkül, ektima gibi pyodermilr eğilim ve tedavi güçlüğü vardır. Ancak HIV infeksiyonu için tipik değildir. Tipik olan 2 erüpsüyon vardır (43). a) Akneiform ekzantemler: Ġmmün yetmezlik ilerledikçe görülme sıklığı çoğalır. Akne dağılım bölgelerinde komedonsuz, papüller elemanlar ve küçük püstüller görülür. b) Eozinofilik püstüler follikülit: En çok stafilococeus aureus ve propriones acnes izole edilmekledir. SPL‟de yaklaĢık 1/3 olguda, ARC‟de yaklaĢık %40 olguda ve AIDS‟de %15 olguda görülür. Ayrıca Mycobacterium avium intracellulare serofulacrum ve Myco-bacterium marinum ile infekte AIDS‟li hastalarda bildirilmiĢtir (45,46). Sifiliz: Özellikle homoseksüel AIDS‟li hastalarda sıklıkla görülmek-tedir. AĠDS tanısı almıĢ 3 hastadan birinde jeneralize papüloskuamöz lezyonlar, diğerinde aksiller bölgede hiperpigmentasyon ve 3. hastada kepekli hiperpigmente maküller saptanmıĢ, penisilin tedavisini takiben döküntülerin kaybolduğu bildirilmiĢtir. ARC döneminde de stafilokokal infeksiyonların sıklıkla görüldüğüne dair yayınlar mevcuttur (49). 2. Malign OluĢumlar Otörler hastaların kutanöz neoplazmalara karĢı yüksek risk grubunda oldukları görüĢünü savunmaktadır. AIDS‟li hastaların %40'ında malign neoplazma geliĢimi görülmektedir (45). AĠDS’ĠN DERMATOLOJĠK BULGULARI AIDS‟de görülen neoplaziler : 1. Kaposi sarkoma 2. Metastatik bazal hücreli karsinoma 3. Malign melanoma Kaposi sarkoma: AĠDS hastalarının 1/3'ünde görülen endotelyal orijinli malign bir neoplazmadır (52). Tipik lezyonları ekstremitelerde ve derinin herhangi bir baĢka yerinde görülebilir. Lezyonlar koyu mavi veya morkahverengi plaklar veya nodüller Ģeklindedir(51). AIDS‟li hastalarda görülen Kaposi sarkoma lokalizasyon ve konfigü-rasyon bakımından diğer kiĢilerde görülen kaposi sarkomundan farklıdır. Bu sendromda lezyonlar daha çok gövdenin üst kısımlarında yerleĢim gösterir, agresif ve tedaviye daha az cevap veren karakterdedir (45,53). Tümör göz kapaklarını veya konjonktivayı tutabilir. Oftalmik kaposi sarkoma görülme oranı AĠDS epidemileriyle birlikte artıĢ göstermiĢtir ve homoseksüel popülasyon daha yüksek kaposi sarkoma riski altındadır (54). AĠDS‟in kendisinin bir fırsatçı infeksiyon olduğunu, kaposi sarko-ma‟nın sekonder immün stimülasyondan sonuçlandığını savunan otörler vardır (55). Metastatik bazal hücreli karsinoma: sık rastlanan, çok nadir metas-taz yapan bir neoplazmadır. AIDS‟li hastalarda bu karsinomanın metastaz yapma riski artmaktadır (50). Kaposi sarkoma gibi görünen bazı lezyonların malign melanoma ola-bildiği ve ARC devresinde görülebildiği bildirilmiĢtir. Lenfomalarda ise deride subkutan nodüller ortaya çıkabilmektedir. 3. Non-Enfeksiyöz Hastalıklar Bazı deri bulguları ve dermatozlar HIV infeksiyonu seyrinde özel öneme sahiptirler. Seboreik dermatit: Santrafasyal yerleĢimli, Ģiddetli bir seboreik dermatit AIDS‟li hastaların yaklaĢık %83'ünde görülmektedir. Kadınlarda görülmediği bildirilmiĢtir. Kalın kabuklu, papüler ve kepeklenen plak lezyonlar psoriazisle karıĢabilir. Ayrıca tutulum daha jeneralizedir ve bazan eritrodermi görülebilir (46). Pruritus ve kserodermi: Hodgkin‟e benzer bir kaĢıntı görülebilmek-tedir. Yapılan çalıĢmalar AIDS‟li hastaların %79‟unda bunun ilk semptom olabileceğini göstermektedir. Tedaviye iyi cevap vermeyen bir kaĢıntı mevcuttur (43,56). Kserodermi ve ciddi akkiz iktiyozis immun defekt oranı ile birlikte artıĢ göstermektedir. Ġhtioziform kepeklenme sıklıkla bacaklarda görülmekte ve avuç içi, ayak tabanındaki keratodermiye eĢlik etmektedir. Esansiyel telenjiektaziler: HIV infeksiyonunda angioplastik etki ve klinik olarak damar geniĢlemeleri tipiktir. KC anomalileri, tırnak yatakla rında splinter hemorajiler ve bazı i.v. ilaç alıĢkanlıkları olan hastaların ellerinde telenjiektatik lezyonlar görülebilir (46). Androjenik veya diffüz saç dökülmesi: Geç devirde görülen belirti-lerdir. Erken beyazlaĢma da görülebilir. Psoriazis vulgaris ve Reiter sendromu: HIV (+) hastalarda psoriazis insidansı artmamıĢ olmakla beraber hastalığın Ģiddeti artmıĢ olarak bulunmuĢtur. Predispoz hastalarda HIV infeksiyonu psoriazisin ortaya çıkıĢını kolaylaĢtırmaktadır. Hastada ani olarak, yaygın bir psoriazisin ortaya çıkması veya olan psoriazisin birdenbire alevlenmesi HIV infeksi-yonu Ģüphesi uyandırmalıdır. Nadir görülen hastalıklar: AĠDS hastalarında porfiria cutanea tar-da‟nın, büllöz pemfigoidin, erüptif displastik nevüsün, vaskülit ve ilaç döküntülerinin (Sulfamethoxazole ve trimethoprim), birlikte görüldüğüne dair yayınlar vardır. Granuloma annulareye benzer lezyonlar, ciddi seyre-den aftlar, pellegra, çinko eksikliği veya akkiz akrodermatitis enteropatika, aĢırı kirpik uzaması da AĠDS bulgularına eĢlik edebilmektedir. ARC ve AĠDS hastalarında dermatolojik problemler çok sık olduğu için dermatologlar bu virüs infeksiyonu tanısının konmasında ilk doktor olabilir ve AĠDS‟in epidemik yayılımını yerinde teĢhisleriyle önleyebilirler. Bu yönden dermatologların dikkatli davranmaları, dermatozları iyi değer-lendirip, alıĢılmıĢın dıĢında yaĢ grubunda görülme, atipik lokalizasyon ve olağan dıĢı klinik görünüm ve seyir karĢısında diğer doktorlara yol gösterici olmaları gerekmektedir (55, 56). EKZEMALAR Prof. Dr. Oya OĞUZ, Uzm. Dr. Zekayi KUTLUBAY Ekzema; akut spongiyotik dermatit Ģeklinde baĢlayan ve likenifiye faza ilerleyebilen geniĢ bir klinik spektrumu kapsayan hastalıkların genel adıdır. KaĢıntı, kızarıklık, ödem, deskuamasyon, vezikül, skuam gibi deri reaktivitesine bağlı bulgulardan oluĢan tablolar ekzematizasyonu‟i fade eder. Akut evre genellikle gruplaĢan vezikülleri bulunabilen kırmızı, ödemli plaklar Ģeklindedir. Subakut lezyonlar skuamlı veya krutlu, eritemli plak-lardır. Lezyonlar daha sonra daha kalın kuru bir skuamla kaplanır, like-nifiye bir hal alır.(1, 2) Histolojik olarak epidermiste spongiyoz, akantoz, hiperkeratoz ve der-mal bölgede perivasküler lenfoid infiltratlar görülür. Akut dönemde spon-giyoz ve vezikül yapıları hakimdir; stratum korneum normaldir ve epider-mis normal kalınlıktadır. Subakut dönemde bu bulgular azalır ve akantoz artar. Epidermal kalınlaĢma belirgin hale gelir; retelerde uzama ve geniĢ-leme görülür. Stratum korneumda parakeratoz, koagüle plazma ve pik-notik çekirdekli nötrofiller bulunur. Kronik evrede ise hiperkeratoza parakeratoz eĢlik eder ve dermal değiĢiklikler daha belirgin hale gelir. Deri hastalıklarının yaklaĢık 1/3‟ünü kapsayan ekzema grubu hastalık-lar tamamen benin karakterde olan inflamatuvar deri reaksiyonları olup, reaksiyona yol açan etkenler, eksojen veya endojen kaynaklıdır. (1, 2, 3, 4) ATOPĠK DERMATĠT Atopik dermatit, kronik inflamasyonla karakterize, epidermal bariyer fonksiyon bozukluğu ve immün disregülasyonun neden olduğu kaĢıntılı bir deri hastalığıdır. Genellikle erken çocukluk döneminde baĢlar. On yaĢına kadar çocuklarda %10-20 oranında, yetiĢkinlerde ise %1-3 ora-nında görülmektedir. Atopik dermatitli olgularda derinin bariyer fonksiyonu bozulmuĢ, en üst katmanı oluĢturan kornifiye zarfın bütünlüğü zayıflamıĢtır. Bu nedenle gerek alerjenlere, gerekse bakteri kolonizasyonuna ve infeksiyonlara karĢı deri direnci azalmıĢtır. Atopik dermatitte görülen kronik inflamasyonda mononükleer hücre infiltrasyonunun sıklıkla CD4 T hücreleri olduğu bildirilmiĢtir. Aero aller-jenler, besin allerjenleri, otoantijenler ve Staphylococcus aureus gibi bakterilerin süperantijenleri T hücrelerini aktive etmektedir. Bunların dıĢın-da bazı ilaçlar, iklim, deriyi irrite eden faktörler ve emosyonel stresin de atopik dermatit Ģiddetini arttırdığı gösterilmiĢtir.(5, 6) Atopik dermatitin kriterleri: Major kriterler: 1. KaĢıntı 2. Tipik morfoloji ve dağılım (eriĢkinlerde fleksural likenifikasyon, bebeklerde yüz ve ekstansör bölge tutulumu) 3. Kronik ya da kronik tekrarlayan dermatit 4. Ailesel ya da kiĢisel atopi hikayesi (astım, allerjik rinit, atopik dermatit)(6, 7). Minör kriterler: AĢağıdakilerden 3‟ü bulunmalıdır. 1. Kserozis 2. Palmar hiperlinearite, keratoz pilaris 3. Serum IG E düzeylerinde yükseklik 4. Erken baĢlangıç yaĢı 5. Keilitis 6. Dennie-Morgan infraorbital çizgisi 7. Pitiriyazis alba 8. Deri infeksiyonlarına eğilim 9. Terlemeyle kaĢıntı 10. Perifoliküler belirginleĢme 11. Gıdalara aĢırı duyarlılık 12. Beyaz dermografizm ya da kolinerjik ajanlara karĢı gecikmiĢ beyaz-lanma yanıtı 13. Fasiyal soluklanma, fasiyal eritem (4, 5, 6) Klinik bulgular yaĢa bağlı olarak değiĢmektedir. Bebeklik döneminde yanaklarda, alın ve saçlı deride eritemli, skuamlı, kaĢıntı papüloveziküler lezyonlar görülür. Çocukluk döneminde papüler veya prurigo benzeri lezyonlar ve likenifikasyon görülür. El, ayak, bilekler, antekübital bölge, ve popliteal bölgeler etkilenir. EriĢkin dönemde fleksural kıvrımlar, yüz, boyun, el ve ayaklar etkilenir. Likenifiye alanlar meydana getiren papüller görülür. KaĢıntı çok Ģiddetlidir. Ayırıcı tanısı lezyonların yerleĢim yerine ve ortaya çıktığı yaĢ grubuna göre değiĢmekle birlikte en sık diğer dermatitlerle karıĢır. Bunların dıĢında psoriasis, iktiyozis, infeksiyonlar ve deri maligniteleri ile karıĢabilmektedir (6, 7, 8). Tedavide temel yaklaĢım hastalığı Ģiddetlendiren faktörlerden uzak-laĢmaktır. Hastaya tedavilerin küratif olmadığı, ancak tetikleyici faktör-lerden korunma ve uygun bir deri bakımı ve eklenecek tedavi ajanları ile büyük ölçüde iyileĢme ve rahatlama sağlanacağı anlatılmalıdır. AĢırı sıcak ve nemli ortamlardan, yünlü kumaĢlardan, sabun ve deter-janlardan kaçınılmalıdır. Atopik derinin transepidermal su kaybı arttığı için derinin nemlendirilmesi bu hastalıkta daha önem kazanır. Hafif Ģid-detteki olgularda antihistaminikler ve topikal steroidler yeterli olabil mektedir. Daha Ģiddetli olgularda kısa süreli, orta dozda (20-40 mg) oral prednizolon kullanılabilir. Seçici T hücre baskılanması yapan siklosporin, çok Ģiddetli olgularda yararlıdır. Topikal pimekrolimus ve takrolimus daha çok idame tedavisinde etkili ve steroide göre yan etki riski düĢük ajan-lardır. PUVA, dar bant UVB tedavisi yine Ģiddetli olgularda kullanı-labilmektedir. Diğer tedaviler azatioprin, timopentin, IFN- gammadır. Özel-likle çocuklardaki atopik dermatitte streptokok ve stafilokok taĢıyıcılığı ve deri infeksiyonları için antibiyotik kullanımı da düĢünülebilir (6, 8). ĠRRĠTAN KONTAKT DERMATĠT Ġrritan kontakt dermatit, derinin kimyasal maddeler veya fiziksel trav-maya karĢı nonimmunolojik, nonspesifik inflamatuar bir cevabıdır ve sabun, deterjan, su, friksiyon gibi irritanlara maruziyet sonucunda akut ya da kümülatif olarak geliĢir. Stratum korneum hasarı nedeniyle derinin bariyer fonksiyonu yetersiz konuma gelir. Kontakt dermatitler içinde en sık rastlanan formdur. El tutulumu %80, yüz tutulumu ise %10 oranında görülür. El ekzeması olgularının %35‟inde nedenin irritan faktörler olduğu bulunmuĢtur. Bebek ve yaĢlılar, daha zayıf epidermal bariyerden dolayı irritan kon-takt dermatitten daha fazla etkilenirler. Kadınlar su, sabun ve deterjanla olan iliĢkileri nedeniyle erkeklerden iki kat daha fazla etkilenirler. Belirtiler irritan madde ve maruz kalınma Ģekline bağlı olarak farklı Ģekillerde karĢımıza çıkmaktadır. Akut geliĢen olaylarda eritem, ödem, vezikül, bül ve erozyonlar geliĢebilirken, kronik olaylarda likenifikasyon, hiperkeratoz ve fissürler görülür (6, 9). Akut geliĢen olaylarda reaksiyon dakikalar veya saatler içinde baĢlayıp Ģiddetlenebilir. Ġrritan maddenin temas ettiği bölgede keskin, net sınırlı, eritem ve ödemin eĢlik ettiği ekzema tablosu görülür. Akut gecikmiĢ irritan kontakt dermatitte; irritan-ların temasından 8-24 saat sonra inflamasyon görülür. KaĢıntıdan daha çok yanma hissi ön plandadır. Antralin, benzalkonyum klorid ve etilen oksit gibi kimyasallar gecikmiĢ tip reaksiyona sebep olmaktadır. Kronik, fissürlü ve tüm voler bölgeyi tutan form yaklaĢık %45, yalnızca parmak uçlarında kuruma ve fissür oluĢumuyla karakterize formun da %42 oranında görüldüğü saptanmıĢtır (10 Etyolojide rol oynayan etkenler kiĢinin deri yapısı, irritan maddenin özelliği ve konsantrasyonu, temas süresi gibi çevresel sebeplere bağlıdır. Asitler, alkaliler, metal tuzları, çözücüler, alkoller, deterjanlar ve temizleyiciler, dezenfektanlar, plastikler, gıdalar, su ve bitkiler gibi birçok madde irritan kontakt oluĢumunda rol oynamaktadır (6,9,11). Histopatolojisi spesifik olmamakla beraber spongiyozis, hafif akantoz, parakeratoz ve dermal infiltrasyon görülür. Hücre membranında görülen hasar keratinositlerden salınan IL-1beta, TNF-alfa gibi proinflamatuar medyatörlere bağlıdır. Tedavide en önemli basamak etkenin saptanması ve temasın engel-lenmesidir. Ġrritan maddenin belirlenmesi, eldiven veya özel giysiler gibi koruyucuların kullanımı, bariyer kremler kullanılması, kiĢisel ve meslek hijyenin vurgulanması önemlidir. Lokal tedavide topikal steroidler, emolyentler ve topikal kalsinörin inhibitörleri kullanılabilmektedir. Sistemik tedavide akut dönemde ve Ģiddetli reaksiyonlarda sistemik steroid kullanılabilmektedir. Kronik ve hiperkeratotik tiplerde sistemik retinoidlerden fayda sağlanabilmektedir. Kronik ve Ģiddetli seyreden olgularda PUVA, azatioprin, siklosporin ve metotreksat gibi sistemik tedaviler de kullanıla-bilmektedir (2, 6, 11). ALLERJĠK KONTAKT DERMATĠT Alerjik kontakt dermatit (AKD), dıĢarıdan deriye temas eden çeĢitli yabancı maddelerin etkisi ile ortaya çıkabilen allerjik veya inflamatuvar deri reaksiyonlarıdır. Hastalık, özellikle belirli mesleklerde çalıĢan kiĢi-lerde daha fazla yoğunlaĢmakta, çeĢitli çevresel faktörlerin etkisinin de artması sonucunda giderek daha büyük oranlarda görülmektedir. Alerjik kontakt dermatit geliĢimi için genetik olarak duyarlı bir bireyin allerjen ile tekrarlayan temasının olması gerekmektedir. Antijene özgüllük gösteren edinsel immunitenin etkinleĢmesi ve effektör T hücrelerinin yönlendirdiği bir deri inflamasyonu sonucunda oluĢur. Allerjenin deriye uygulanması ile sensitizasyon fazında, stratum korneumu geçen allerjen Langerhans hücreleri tarafından alınır. Antijen T lenfositlerine sunulur. Kompleks immunolojik süreç ile antijen sunan T hücreleri uyarılır bu da bellek T hücrelerinin ve effektör T hücrelerinin oluĢmasına neden olur. Allerjenle yeniden temastan 4896 saat sonra AKD geliĢebilmektedir (6, 12, 13) Klinik görünüm hastalığın lokalizasyonuna ve süresine bağlıdır. Akut reaksiyonlarda eritem, papül, vezikül, bül reaksiyonun yoğunluğuna bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Kronik olgularda likenifiye, skuamlı ve bazen fissüre lezyonlar görülür. Palmoplanter ve saçlı deri göreceli olarak dirençli bölgelerdir (6, 11, 13). Bugün için sayıları giderek artan 4000‟e yakın çevresel allerjenin varlı-ğı sayılabilir. Standart yama testlerinde var olan allerjenlerin dıĢında çok sayıda baĢka allerjenler de vardır. Sık karĢılaĢılan allerjenler arasında; metaller (nikel sülfat, potasyum dikromat, kobalt diklorid), koruyucular (parabenler, imidazolidinil üre, formaldehit, kuaternium (16)), kokular, lateks katkı maddeleri, ilaçlar (benzokain, timerosal, budenozid, tikso-kortol pivalat), yapıĢtırıcılar, bitkiler ve kozmetikler sayılabilir. Allerjik kontakt dermatit tanısında lezyonların oluĢtuğu bölgeler ve görünüm tanı koymada ilk ipuçlarını vermektedir. Fotoallerjik kontakt dermatitte lezyonlar güneĢ gören bölgelerdedir. Tanıda ıĢık-yama testi kullanılır. Kontakt allerjenleri ortaya koyabilecek en iyi tanı yöntemi olarak kabul edilen yama testinde deride uygulanan bir deneysel kontakt dermatit oluĢturulması söz konusudur (6, 9, 12). Histopatolojisinde inflamatuvar reaksiyonunun Ģiddetine bağlı olarak, akut ve kronik evrelerde farklılıklar gösterir. Ġntersellüler ödeme bağlı olarak geliĢen spongiyozis, papiller damarlarda geniĢleme ve perivas-küler lenfosit birikimi gözlenir. IL-2 ve IFN-gamma salgılayan Th1 hücre infiltrasyonu gözlenir. Ayırıcı tanıda, iritan kontakt dermatit, atopik dermatit, nummuler dermatit ve dizidrozis sayılabilmektedir. Tedavide allerjenin saptanması ve etkenden uzaklaĢtırılması en önemli basamaktır. Topikal tedavide nemlendiriciler, topikal steroidler, topikal immunomodülatörler kullanıla-bilir. ġiddetli olgularda fototerapi, sistemik kortikosteroidler, oral retinoidler, biyolojik ajanlar kullanılabilmektedir (6, 13). SEBOREĠK DERMATĠT Seboreik dermatit, kronik seyirli, eritemli, skuamlı inflamatuvar bir deri hastalığıdır. Saçlı deri, yüz ve gövde gibi sebase bezlerden zengin bölgelere yerleĢir. YetiĢkinlerin %1-3‟ünde seboreik dermatit gözlenir. YaĢamın ilk 3 ayında ve 30-60 yaĢlar arası en sık görüldüğü yaĢ grubudur. Etyopatogenezi tam olarak bilinmemekle beraber sebore, baĢta Pityrosporum ovale olmak üzere mikrobiyal faktörler ve emosyonel stres etkenler arasında sayılmaktadır. Seboreik dermatit görüldüğü yaĢa ve Ģiddetine göre farklı isimler almaktadır. Ġnfantil seboreik dermatit; en sık saçlı deri, bez bölgesi ve kıvrım bölgelerine yerleĢen eritemli, sarımsı, yağlı skuamlı lezyonlar Ģeklinde görülür. C. albicans ve S. aureus gibi fırsatçı infeksiyonlar tabloya eklenebilir. Leiner hastalığı; eritrodermi ve sistemik belirtilerin eĢlik ettiği seboreik dermatittir. Daha çok immun yetmezlikli çocuklarda karĢımıza çıkmaktadır. ġiddetli anemi, kusma, diyare ve geliĢme geriliği de eĢlik eder. EriĢkin tipi seboreik dermatit; saçlı deri, kaĢlar, nazolabial oluklar, kulaklar, glabella, göğüs gibi bölgelerde eritemli, skuamlı, yağlı ve sarı skuamların görüldüğü hastalıktır. Hastalık kronik ve tekrarlayıcıdır. Pitriyazis amiantasea; özellikle çocukluk çağında saçlı deride görülen kronik gidiĢli saç boyunca yapıĢık sarımsı-beyaz skuamların görüldüğü hastalıktır. Histopatolojisinde ekzemanın evresine göre bulgular belirlenir. Akut dönemde spongiyoz, hafif psoriaziform hiperplazi ve perivasküler lenfosit infiltrasyonu vardır. Kronik dönemde dilate damarlar, parakeratoz ve ortokeratozla oluĢan foliküler tıkaçlar ve folikül ağızlarında nötrofil içeren krutlar bulunur. Ayırıcı tanı lokalizasyona göre değiĢkendir. Saçlı deride olduğunda psoriasis, liken simpleks kronikus, kontakt dermatit ile karıĢabilecekken, yüzde olduğunda rozase, psoriasis, impetigo ve atopik dermatit ile ayırıcı tanıya girebilmektedir. Tedavide temel amaç; seboreyi ve fungal koloni-zasyonu baskılamak ve sekonder infeksiyonlara karĢı önlem almaktır. Topikal tedavide; selenyum sülfit, ketokonazol, çinko pirition, katran, sikloproksolamin içeren preparatlar kullanılabilir. Lokal steroidler ve antifungaller kullanılabilir. Diğer tedavilere dirençli olgularda dar bant UVB etkili bir tedavi yöntemidir. Sistemik olarak antifungaller, kısa süreli sistemik kortikosteroidler, oral isotretinoin faydalı bulunmuĢtur (6, 14, 15). Asteatotik ekzema; diğer adı eczema craquele olan deride yüzey lipidlerinin azalması ile ilĢkili, kaĢıntılı, kuru, çatlamıĢ ve pullanma gös-teren ekzemadır (6). Staz dermatiti; alt ekstremitelerde kronik venöz yetmezliğe bağlı olarak geliĢen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Çoğunlukla ileri yaĢta görülür. Yüksek kan basıncı, varisler, geçirilmiĢ derin ven trombozu, trav-ma veya flebit hastalığın geliĢiminde risk faktörleridir. Tedavisinde bacak elevasyonu, egzersiz, kompresyon yapan bandajlar veya elastik çoraplar önerilir (16). Nummuler ekzema; genellikle alt ve üst ekstremitelerde keskin sınırlı, oval plaklardan oluĢan ekzemadır. Erkeklerde bayanlara göre daha sık görülür. Lokal fiziksel veya kimyasal travma, kseroz hastalığı tetikleyebilir. KıĢ aylarında sıklığının arttığı bildirilmiĢtir (1, 2, 6). Ġntertrijinöz ekzema; özellikle meme altları, kasık ve koltuk altı kıvrımlarını etkileyen sürtünme sonucu erozyon ve eritemin eĢlik ettiği ekzemadır. Sıcaklık, nem, maserasyon mevcut durumu Ģiddetlendirir. DERMATOLOJĠDE TEMEL KONULAR Doç. Dr. Burhan ENGĠN DERĠ: TEMEL YAPI VE FONKSĠYON Deri, vücudun en büyük organıdır ve temel fonksiyonu vücudu dıĢ etkenlerden korumaktır. Toplam vücut ağırlığının yaklaĢık %16‟sını oluĢ-turarak vücudun en ağır organı olma özelliğine de sahiptir. Epidermis, dermis ve subkutan yağ doku olmak üzere derinin 3 tabakası vardır. Bunlara deri ekleri eĢlik eder. Derinin tüm tabakaları ya ektodermden veya mezodermden geliĢir (1,2). EPĠDERMĠS Derinin en üst tabakası olup baĢlıca keratinosit hücrelerinden oluĢur. Ektodermal orjinli olup fetal yaĢamın ilk haftalarında geliĢir. Kalınlığı ortalama 0.1 mm olmakla birlikte bölgeden bölgeye değiĢebilmektedir. Ör: Göz kapağında ortalama 0.1 mm ve avuç içi ve ayak tabanında ise 1.5 mm kalınlıktadır. Epidermisin 5 tabakası mevcut olup, bu tabakaların keratinositlerin farklılaĢması ile oluĢtuğu düĢünülmektedir. Bazal taba-kada proliferasyonla çoğalan keratinosit, üst katmanlara doğru ilerler ve en son cansız halde stratum korneuma katılarak yaĢam siklusunu tamamlar. EriĢkin epidermisinde 4 çeĢit hücre bulunur: Keratinosit, Melanosit, Langerhans hücresi ve Merkel hücresi (3,8). EPĠDERMĠS TABAKALARI (aĢağıdan yukarıya) • Stratum bazale: Mitotik faaliyet gösteren vertikal dizilimli tek sıralı hücrelerdir. Bu hücreler arasında nöral krest kökenli melanositler bulunur. Bazal tabakanın da altında, epidermis ve dermisi ayıran bazal membran ismi verilen fibröz bir membran vardır. Tüm deri bölgelerinde aynı kalınlıktadır • Stratum spinozum (malpighi): 6-7 sıra çok köĢeli, desmozom ismi verilen hücreler arası yapıĢmayı ve bağlantıyı sağlayan plaklar aracılığıyla birbirine bağlı keratinositlerden oluĢur. Bu tabakada anti-jen sunumunda görevli Langerhans hücreleri de bulunur. • Stratum granülozum: Keratohiyalin granülleri içerir. • Stratum lusidum: Sadece eliçi ve ayak tabanında bulunur. • Stratum korneum: Canlı olmayan, derinin en üst tabakasıdır. Tü-müyle keratinleĢmiĢ, nukleuslarını kaybederek lameller halini almıĢ keratinositler oluĢturur. Bazal tabakayı terkeden bir hücrenin des-kuame olarak tamamen atılımı 28 gündür (2-4). • • KERATĠNOSĠT • Epidermisdeki hücrelerin %80-95‟ini oluĢturan ektodermal kaynaklı hücrelerdir. Keratin aynı zamanda saç ve tırnakların yapısal proteini de olan keratin üretiminden sorumludur. • • Bazal tabakadaki keratinositler epidermisin yüzeyine gelene kadar morfolojik olarak değiĢime uğrarlar. Önce düzleĢir ve sonunda nukleus-larını kaybederler. Keratinositlerin yüzeyinde immün sisteme yardımcı ICAM-1 ve MHC Class II molekülleri bulunur (5,6). • MELANOSĠT • LANGERHANS HÜCRESĠ • Kemik iliğinden köken alır. Spinal tabakadaki hücrelerin %3-5‟ini oluĢturur. • • Melanositler, melanozom denilen melanin yüklü organelleri yapan ve salgılayan dendritik hücrelerdir. Fetal hayatın 8. haftasında nöral krestten geliĢirler. Bazal tabakada her 10 keratinosite karĢı 1 melanosit mevcuttur. Her melanositle iliĢkide olan 36 keratinosit bulunmaktadır. Bu yapıya epidermal melanin ünitesi denilir. Melanin granülleri bu dendritik yapılarla çevredeki keratinositlere transfer edilir. Keratinositler melanin için rezer-vuar görevi görür. Epidermisteki melanosit sayısı yaĢa ve ırka bak-maksızın herkeste aynıdır. Deri rengini melanozomların sayısı ve çapı belirler. Koyu renkli kiĢilerde ve uzun süreli güneĢe maruz kalanlarda melanositler daha büyük çapta melanozom üretir. Vitiligoda melanositlerde destrüksiyon mevcuttur. Nevüslerde melanositler benign olarak çoğalmıĢtır. Çillerde ise melanosit sayısı normaldir ancak pigment üretimi artmıĢtır (5,7). • • • Sitoplazmalarında Langerhans hücreleri için oldukça belirleyici olan Birbeck granülleri içerir. Antijenlerin duyarlanmıĢ T-lenfositlere sunumun-dan sorumludurlar (8-10). • • MERKEL HÜCRELERĠ • ÖzelleĢmiĢ epitelyal hücreler olup, duysal ve nöroendokrin fonksi-yonları bulunmaktadır. Dokunmaya yüksek derecede duyarlı bölgelerde yerleĢme eğiliminde olup özellikle uçlardaki kılsız deride ve ayrıca kıl folikülleriyle iliĢkili olmak üzere, epidermisin bazal tabakasında bulunurlar. Duysal dokunma ile iliĢkili oldukları düĢünülmektedir (8,11,12). EPĠDERMAL-DERMAL BĠLEġKE Epidermal-Dermal bileĢkenin 4 komponenti mevcuttur. 1. Bazal keratinositlerin plazma membranı ve özelleĢmiĢ bağlantılar; hemidezmozomlar, 2. Lamina lucida veya intermembranöz boĢluk, 3. Bazal lamina: Epidermisin bazal hücreleri tarafından sentez edilir. 4. Anchoring fibrilleri içeren dermal fibröz komponentten oluĢur (1,8). EPĠDERMAL EKLER Epidermisin aĢağı migrasyonu ile oluĢurlar. Embriyolojik olarak ekto-dermal kökenlidirler. Ekrin ve apokrin bezler ve pilosebase üniteden oluĢur. Yaralanma sonrası reepitelizasyon bu eklerden deri yüzeyine kera-tinosit göçü ile oluĢtuğu için pilosebase ünitenin yoğun olduğu yüz ve saçlı deride reepitelizasyon sırt bölgesine göre daha hızlıdır (1,13). • • EKRĠN TERBEZLERĠ Ġnsandaki gerçek ter bezidir. Isı artıĢı ve emosyonel stress sonucu kolinerjik innnervasyonla uyarılırlar. Dudaklar, klitoris, labia minora, dıĢ kulak yolu dıĢında tüm vücutta bulunur. Maksimum sayıda bulundukları yerler koltuk altları, avuç içleri, ayak tabanları ve alındır. Terin kompozis-yonu plazma ile aynıdır. BaĢlangıçtaki izotonik solüsyon yüzeye hipotonik olarak ulaĢır ve vücut yüzeyini soğutur. Vücudun ısı regülasyonunda önemlidir. Ekrin terbezi ünitesi üç bölümden oluĢur: 1. Ġntraepidermal komponent, akrosiringium veya spiral kanal, 2. Dermiste düz kanal, 3. Subkutan dokunun dermise temas ettiği bölgede yer alan salgılayıcı ekrin bez bölgesi (1,5,14). APOKRĠN TERBEZLERĠ BaĢlıca anogenital bölge, aksilla, areola, dıĢ kulak kanalı ve göz kapaklarında (Moll bezleri) bulunur. Anatomik olarak kıl ünitesi ile bağlantılı olup, adrenerjik innervasyon ile uyarılırlar. Puberteye kadar inaktif olup, sebase bezlere benzer Ģekilde pubertede büyür ve fonksiyonel olarak aktif hale gelirler. Apokrin salgı kokusuzdur, yüzeyde bakterilerden dolayı koku oluĢabilir. Apokrin salgı merokrin, apokrin, holokrin olmak üzere üç çeĢittir (1,5). KIL FOLĠKÜLÜ Kıllar, avuç içi ve ayak tabanı, parmakların ventral yüzü, prepusyumun iç yüzü, glans penis, kadın dıĢ genitalinin iç kısımları dıĢında bütün deriyi kaplar. Fetüsteki yumuĢak az pigmentli kıla lanugo, çocuk ve eriĢkinde gövdeyi kaplayan kıllara vellus, uzun pigmentli kalın kıllara terminal kıl denilir. Hormon durumuna göre bu tipler birbirine dönüĢebilirler. Kıllar derideki folliküllerinden geliĢirler. Uzunlamasına kesitte kıl follikülü alt ve üst segmente ayrıldığında; üst segmenti infindubulum huni Ģeklinde sebase kanala kadar olan bölüm) ve istmusun sebase kanal ile erektör pili kasına kadar olan kısım), alt segmenti ise matriksin (dermal papillayı içerir) oluĢturduğu gözlenir . Bir kılın hayat siklusu 3 aĢamadan ibarettir: Aktif büyümenin olduğu anagen faz; folikülün büzüĢme gösterdiği katagen faz; ve dinlenme dönemi olan telogen faz. Döngü vücudun farklı bölgelerinde değiĢkenlik göstermektedir. Örneğin kirpiklerde dört ay iken, saçlı deride bu süre dört yıldır (1,13). YAĞ BEZLERĠ Yağ bezleri, geliĢen kıl folikülünün dıĢ kök yaprağının lateral bir çıkıntı yapması ile ortaya çıkarlar. Bu bezlerin salgısı olan sebum, fetal yaĢam sırasındaki verniks kazeoza oluĢumundan kısmen sorumludur. Puberte sırası ve sonrasında büyür ve fonksiyonel olarak aktif bir hale geçerler. Avuç içi ve ayak tabanlarında yoktur. Yüz ve saçlı deride, sırtın orta kısmında ve perinede yoğun olarak bulunurlar. Sebase sekresyonun sirkadiyen bir ritminin bulunduğu, büyük oranda androgenlerin kontro-lünde olduğu ve östrogenlerle inhibe edilebildiği bilinmektedir. Gözkapak-larında Meibomian bezleri, bukkal mukoza ve dudakta Fordyce noktaları, sünnet derisinde Tyson bezleri, kadınlarda meme areolasında Mont-gomery tüberkülleri gözlenen özelleĢmiĢ sebase glandlardır (1,5,15). TIRNAKLAR El ve ayak fonksiyonlarında destekleyici ve koruyucu bir göreve sahip olan tırnaklar, proksimal tırnak kıvrımın hemen altındaki tırnak matrik-sinden geliĢirler. Tırnak plağı cansız keratinize bir dokudur ve tırnak yatağının üstünü örter. Tırnak plağını proksimal tırnak kıvrımı ve lateral tırnak kıvrımı sarar. Distaldeki tırnağın serbest kenarına ise hiponiĢyum adı verilir. Proksimalde deri ile birleĢtiği yerde kutikula vardır. Proksimalde kutikulanın hemen önündeki daha açık renkli alana lunula denir. Lunula, matriksin distal kısmına karĢılık gelmesi bakımından önemlidir. Tırnak bozuklukları deri ve sistemik hastalıklar açısından önemli ipuçları verebilir. El tırnakları günde 0.1 mm uzar, bir tırnak plağı 4-5 ayda yerine gelir. Ayak baĢparmak tırnağında bu süre 12-18 ay arasında değiĢmek-tedir (1,5,13). DERMĠS Dermis, epidermisin destekleyici tabakası olup, baĢlıca fibröz kısım (kollagen ve elastin) ile birlikte temel maddeden oluĢur. Sinirler haricinde mezoderm kökenlidir. Epidermis içine papillalar Ģeklinde uzanan komĢu üst kısmına papiller dermis, subkutan dokuya komĢu alt kısmına ise retiküler dermis denir (1,3). 1. Papiller dermis: Epidermisin hemen altında yer alır. Papiller uzantılar yaparak epidermisin girintileri ile sıkı bir bağlantı yapar. Papillalarda terminal kapiller ve sinir sonlanmaları bulunur. Kollagen lifler vertikal doğrultuda ve gevĢek demetler halinde uzanır. 2. Retiküler dermis: Subkutisin üzerinde yer alır. Kollagen lifler hori-zontal uzanır. Elastik lifler bunlara paralel uzanır ve bu tabakada daha yoğundur. DERĠNĠN KAN DAMARLARI Derinin subkutan yağ dokusundan gelen zengin bir damar ağı bulun-maktadır. Ġki vasküler ağ oluĢumu saptanır. Bunlardan biri epidermis ve dermisin arasında ve subkutan yağ dokusunda bulunan derin vasküler ağ, diğeri ise retiküler dermisin yüzeyinde bulunup papiller dermisi besleyen ve kapiller halka sisteminden oluĢan yüzeyel vasküler ağdır. Ġki pleksus aradaki epidermise dik damarlar sayesinde birbiriyle bağ-lantıda olup, anastomozlar sıktır. Lenfatikler de kan damarları boyunca yer alır (1,8). DERĠNĠN SĠNĠRLERĠ Somatik ve otonom sinir sistemi vardır. Uyarılar merkeze arka kök ganglionu ile iletilir. Somatik sinir sistemi ağrı, ısı, dokunma, basınç gibi uyarıları iletir. Pacini cisimcikleri derin duyunun ve olasılıkla titreĢimin algılanmasından sorumludur. Palmoplantar bölge, parmakların dorsal yüzlerinde ve genital organların civarında bulunurlar. Meissner korpüs-külleri ise dokunmanın algılanmasını sağlarlar. BaĢlıca el ve ayaklar ile önkol önyüzdeki dermal papillalarda bulunurlar. Otonom sinir sistemi ise vasküler tonusun, pilomotor yanıt ve terlemenin düzenlenmesinden sorumludur (1,8). SUBKUTAN YAĞ DOKUSU Fibröz septumlarla bölünmüĢ yağ dokusundan oluĢur. Isı izolasyonu görevi yanında, besin deposu görevi de bulunmaktadır (1). EPĠDERMĠS’DE OLUġAN HĠSTOPATOLOJĠK BULGULAR • Hiperkeratoz: Korneum katındaki hücrelerin çoğalmasıdır. 1. Ortokeratoz: Keratinize olan hücreler çekirdeklerini kaybetmiĢ olup keratinizasyon normaldir ancak kalınlık artmıĢtır. Ör: Tinea versicolor, Liken simleks kronikus, Ġktiyozis vulgaris 2. Parakeratoz: Ortokeratozdan farklı olarak keratinize olan hücre-ler çekirdeklerini kaybetmezler. Hücre çoğalması artmıĢtır. Ör: Psoriasis, neoplastik hastalıklar • Hipokeratoz: Stratum korneumun incelmesidir. Tek baĢına olması nadir olup; yaĢlılarda ve yerel steroid kullanan hastalarda oluĢan atrofik derideki epidermal incelme ile birliktedir. • Hipergranüloz: Granüler tabaka hücreleri sayıca artmıĢtır ve genel-likle ortokeratozla birlikte görülür. Ör: Liken planus • Hipogranüloz: Granüler tabaka hücreleri sayıca azalmıĢtır ve genellikle ortokeratoz eĢlik eder. Ör: Ġktiyozis vulgaris. • Hiperplazi (Akantoz): Epidermal hücre artıĢına bağlı epidermis kalınlaĢmasıdır: 1. Psoriasiform hiperplazi: Rete-papilla iliĢkisi bozulmaksızın retelerin uzamasıdır (psoriasis). 2. Düzensiz hiperplazi: Rete-papilla iliĢkisi ortadan kalkar ve reteler uzar(liken planus) 3. Papiller hiperplazi: Epidermiste hem dermis hem de yüzeye doğru parmaksı çıkıntılar vardır (verruka). 4. Psödoepitelyomatöz hiperplazi: Epidermisin dermise doğru yassı hücreli karsinomu anımsatacak Ģekilde düzensiz büyüme-sidir (derin mikozlar). • Epidermal hipertrofi: Hücre sayısı artmamıĢtır ancak hücre büyük-lüğü arttığı için epidermis kalınlaĢmıĢtır (liken simpleks kronikus) • Epidermal atrofi: Spinal tabakada hücre sayısı azalmıĢtır. Genel-likle rete-papilla yapısı kaybolmuĢtur. Potent yerel steroidle uzun süre tedavi edilen deride sıklıkla saptanır • Spongiyozis: Spinal tabakada intersellüler ödem olmasıdır. Spon-giyozisin Ģiddetine bağlı olarak mikroskobik veya gözle görülebilir veziküller görülebilir. Ör: Alerjik kontakt dermatit. • BalonlaĢma: Spongiyozdan farklı olarak ödem sıvısı hücre içinde birikmiĢtir. Hücre içinde aĢırı sıvı toplanması sonucu sitoplazma parçalanır ve epidermis içinde multiloküler büller oluĢur. Çoğunlukla herpes, zona veya varicella infeksiyonlarında saptanır. • Akantolizis: Epidermal hücreleri bir arada tutan bağlantıların (des-mozom) kaybı sonucu spinal tabaka hücreleri birbirinden ayrılır, böylece epidermis içinde vezikül ve büller oluĢur. Spongiyozda akantolitik hücreler bulunmaz. Akantolitik spinal hücre poligonal Ģeklini kaybeder. Çekirdeği yuvarlaklaĢır ve homojen boyanır. Sitop-lazması ise koyu eozinofildir. Akantoliz baĢta otoimmunite (pem-figus), viral infeksiyonlar (herpes simpleks) ve genetik bozukluklar Darier ve Hailey- Hailey hastalılığı) olmak üzere çeĢitli nedenlere bağlı oluĢabilir. • Bazal tabakada vakuollü dejenerasyon: Dermo-epidermal bileĢkede bazal membranın hemen üst ve altında bazal tabakadaki hücrelerin ĢiĢmesi ve sonunda tamamen parçalanması sonucu küçük boĢlukların görülmesidir. Bu boĢlukların birleĢmesi ile sub-epidermal vezikül oluĢabilir. Bu değiĢiklikler eritema multiforme, liken planus, lupus eritematozusta saptanabilir (16-21). DERMĠS’DE OLUġAN HĠSTOPATOLOJĠK BULGULAR Hücresel infiltrasyonlar: 1. Monomorfik (ör: lenfosit) 2. Mikst (ör: lenfosit, histiyosit, eozinofil) 3. Lenfohistiyositik (lenfosit ve histiyosit) 4. Likenoid: Üst dermiste epidermise paralel band Ģeklinde infiltrasyonlardır. 5. Nodüler: Özellikle damarlar ve deri ekleri çevresinde yoğunlaĢır. 6. Lökositoklastik: Nötrofil çekirdeklerinin parçalanması ve kırıklarının bulunmasıdır. Bağ dokusu değiĢiklikleri • Fibrozis: Fibroblast artıĢı ile birlikte kollagen liflerin normal düzenle-rinin bozulmasıdır. Skleroz: Fibrozisin eskimesi sonucu fibroblastların azalması ve nor-mal düzeni bozulan kollagen liflerin artmasıdır (16-21). ELEMANTER LEZYONLAR Deride ortaya çıkan hastalıkları anlayabilmek için dermatojinin ABC‟si olan elemanter lezyonları bilmek gereklidir. Ayırıcı tanıya ulaĢabilmek için yaptığımız muayenede hangi temel lezyonların saptandığı, bunların nasıl seyrettikleri, dizilim ve dağılımları, bir arada bulunduklarında da nasıl geliĢtiklerinin ortaya konması gerekmektedir.Elemanter lezyonların, önceden bulunan bir lezyon üzerinden değil de, normal deri yüzeyinde oluĢanlarına „primer elemanter lezyon‟ denir. Önceden mevcut olan bir lezyon üzerinde geliĢenler ise „sekonder elemanter lezyon‟ adını alırlar. Ancak krut ve ekskoriyasyon gibi bazı sekonder elemanter lezyonlar klinik olarak sağlam deride de ortaya çıkabildikleri için, primer ve sekon-der lezyonlar arasındaki sınır çok net çok belirgin değildir. Lezyon boyutlarının kesin tespiti için standart muayene aletleri ara-sında en azından bir cetvelin bulunması da faydalı olacaktır (22,23). MAKÜL Deri yüzeyinde hiçbir değiĢiklik yapmaksızın oluĢan, sınırlı renk değiĢikliğidir. Halka Ģeklinde, oval veya düzensiz Ģekilde karĢımıza çıkarlar. Boyutları karĢılaĢtırmalarla (mercimek büyüklüğü, madeni para büyüklüğü gibi) veya mm, cm ile belirtilir. Çapı 1 cm‟den büyük olan maküller için yama terimi de kullanılmaktadır. Yama, küçük bir makül olarak baĢlar, daha sonra da geniĢler. Makülün çapı ise genelde 1 cm‟yi geçmez. Maküller genellikle hiperpigmentasyon, hipopigmentasyon, vasküler anormallik, kapiller geniĢlemesi (eritem) veya purpura (eritrositlerin damar dıĢına çıkması) sonucunda oluĢmaktadırlar (22,24). Eritem Grubu Maküller Aktif Hiperemi: Vasküler bir değiĢiklik sonucu oluĢan maküllerdir. Mevcut eritem diyaskopi ile (lezyon üzerine bir cam veya büyüteçle bastırıldığında) kay-bolur. Vasküler geniĢlemeler çoğu kez aktif bir konjesyona neden olurlar. Bu tip eritemler canlı kırmızı renkte, temas ile sıcak ve kısa süreli olurlar. Örnek olarak kızıl, kızamık, kızamıkçık, erizipel ve ilaçlara bağlı morbi-liform eritemler gösterilebilir. Ġnfeksiyöz nedenli eritemler deride görüldüklerinde „ ekzantem ‟, mukozalarda görüldüklerinde „ enantem ‟ adını alırlar (22,25). Pasif Hiperemi: Derideki küçük venöz damarların kanlanmasına bağlı eritem tipidir. Mavi-kırmızı-livid renkli bu eritem, „ siyanoz ‟ adını alır. Siyanotik lezyonlar normal deriye oranla daha soğukturlar, diyaskopi ile kaybolurlar. Siyanoz sıklıkla vasomotor nedenlerle oluĢur. Buna örnek olarak akrosiyanoz veya kutis marmorata gösterilebilir (22,25). Telenjiektazi: Kapiller kan damarlarının deri yüzeyinde küçük, ince kıvrımlar Ģeklinde yılanvari görünümde kalıcı geniĢlemesidir. Deri üzerinde nabız hissedile-meyen özellikte, ince, parlak, kırmızı çizgiler veya ağ Ģeklinde bulunup diyaskopi ile bazen kaybolur, bazen kaybolmazlar. Lupus eritematosus, skleroderma, dermatomiyozit, poikiloderma ve bazı atrofi yapan deri hastalıklarında ortaya çıkabildikleri gibi radyodermatitlerde ve akne rozasede de görülebilirler (22,26,28). Purpura: Eritrositler veya eritrosit ürünlerinin damar dıĢına çıkması sonucu geliĢen lezyonlara „purpura‟ adı verilir. Küçük, toplu iğne baĢı büyüklüğün deki purpurik lezyonlara „peteĢi‟ denir. Çoğu kez trombositlerin azaldığı durumlarda ortaya çıkarlar. Para büyüklüğünde ve geniĢ alanları kaplayan purpurik lezyonlara „ekimoz‟ denir. Purpuralar, kan hastalıklarında, bazı infeksiyon hastalıklarında, ilaca bağlı olarak ve daha birçok nedenle ortaya çıkarlar. Travma sonucu ortaya çıkan purpura ekimoz halindedir. Purpuralar diyaskopi ile solmazlar. Deri içi veya deri altı kanamaya hematom adı verilir (27,28). Ġnfarkt: Vaskülit veya bakteriyel embolizm gibi bir nedenle, kan damarı tıkanmasına bağlı olarak deride bir nekroz alanının ortaya çıkmasıdır (22). Renk DeğiĢikliği Grubu Maküller Deride görülen renk koyulaĢması veya renk açılması, bazen de tama-men kaybolması durumudur. Bu durum deriye rengini veren melaninin çoğalması veya azalmasına bağlıdır. Melanin pigmentinin çoğalması ile ortaya çıkan renk koyulaĢmasına „hiperpigmentasyon‟, azalması veya yokluğu ile renk kaybolmasına „hipopigmentasyon‟ veya „depigmentas-yon‟ adı verilir. Hiperpigmentasyon genel veya bölgesel olur. Melanoderma: Genel hiperpigmentasyona melanoderma denir. Buna en iyi örnek olarak Addison hastalığı gösterilerbilir. Bölgesel hiperpigmentasyon: Sınırlı olan bu tür hiperpigmentas-yona örnek olarak nevus pigmenterler, Riehl melanozu, ilaçlara bağlı toksiderma makülleri, ürtikarya pigmentoza, nörofibromatozdaki pigmentli maküller, efelid gibi tabloları sayabiliriz. Lökoderma: Sekonder olarak ortaya çıkan depigmentasyondur. Depigmentasyona bağlı olmayan sınırlı deri rengi açılmasına „psödolöko-derma‟ denir. Psödolökoderma kendisini çevreleyen alanda pigmentas-yon artıĢı sonucu zıt bir belirti olarak ortaya çıkar. Hipopigmentasyon: Örnek olarak vitiligo, lepra, guttat morfea, Milian ‟ın beyaz atrofisi, tinea versikolorun akromik Ģekli gibi durumlar sayılabilir. Endogen pigment birikimi: Endojen ürünlerin deride birikimi ile oluĢan maküllere ise hemosiderin, safra pigmentleri, karoten ve lipidler neden olurlar. Dermiste lenfosit ve histiyosit gibi hücrelerin birikimi sonucu diyaskopi ile elma jölesi görünümü veren durumlara lupoid infiltrasyon adı verilir. Bu belirti lupus vulgaris için karakteristiktir. Maküller ve yamalar bazen deri yüzeyinden çökük olabilir (atrofik maküller) veya hafif skuam gibi yüzeyel değiĢiklikler gösterebilir (22,29). PAPÜL Deriden kabarık, çapı 1cm‟nin altında ya bir metabolik birikim sonucu veya epidermis ve dermiste hücresel infiltrasyon sonucu oluĢur. Tepesi sivri, düz veya yuvarlak, iz bırakmadan iyileĢen lezyonlardır. Papüler lezyonların renkleri, ayırt edilmelerinde önem taĢır. Örneğin üzeri düz, kırmızı papüller psoriasiste, bakır rengi papüller sifiliz ikinci devir lezyon-larında, üzeri düz menekĢe rengindeki papüller liken planusta özel görünümler oluĢtururlar. Papüller anatomik yerleĢimlerine göre üçe ayrılırlar: Epidermis papülleri: Verruka, epidermodisplazya verrusiformis ve prurigo gibi hastalıklarda görülür. Dermis papülleri: Ürtiker, eritema multiforme, eritem anüler, eritema kronikum migrans, papüler ürtiker gibi hastalıklarda rastlanır. Dermo-epidermal papüller: Liken plan papülleri bu türe örnektir. Papüllerin bazı tipleri bulunmaktadır: Hücre infiltratlı (iltihabi) papüller: Lenfosit, histiyosit, plasmosit, epiteloid hücreler gibi inflamatuar hücrelerden oluĢurlar. Örnek olarak sifiliz papülleri, papülonekrotik tüberküller, liken plan ve prurigoları gösterebiliriz. Ödemli papüller: Dermisteki ödeme bağlı geliĢmiĢlerdir. Ürtikerin lezyonu bir ödemli papüldür. Dismetabolik papüller: Kimyasal amorf maddelerin depolanmasına bağlı oluĢmuĢlardır. Deri amiloidozu, musinozu, miksödem ve lipopro-teinoz da dismetabolik papül gösteren hastalıklardır (22,29). PLAK Ġki cm veya daha büyük çapta kabarık deri alanıdır. Papül veya nodül-lerin geniĢlemesi veya birbirleri ile birleĢmesi ile ortaya çıkan bu lezyon lara psorisis, granüloma annulare örnek olarak gösterilebilir. Morfeada olduğu gibi bazı plaklar deriden kabarıklık göstermeyebilir. Plaklar genellikle primer lezyonlardır, fakat papüllerin birleĢmesiyle oluĢtuklarında sekonder lezyon olarak değerlendirilirler (22,30). ÜRTĠKA Yuvarlak, oval, deri yüzeyinden hafifçe kabarık, üzeri düz bir lezyondur. Epidermis tutulmamıĢtır, üzerinde skuam bulunmaz. Saatler içinde lezyon tutulmamıĢ alanlara doğru hareket eder. Bu lezyonlar karakteristik olarak 24 saat içerisinde kaybolurlar. Kolinerjik ürtikerde olduğu Ģekilde 2-4mm çapında küçük olabildiği gibi; penisilin alerjisi, serum hastalığında 10-12cm büyüklüğünde dev eritemli plaklar Ģeklinde de olabilir. Lezyonlar çeĢitli Ģekillerde karĢımıza çıkabilir: Yuvarlak, oval, serpiginöz ve anüler. Bir kırmızı-kahverengi maküler belirtiye travma uygulanması sonucu oluĢan ürtika ( Darier belirtisi), ürtikarya pigmentoza için patognomoniktir. Normal deriye travma uygulanması sonucunda ürtika geliĢir. Bu fenomen, „dermografizm‟ olarak isimlendirilir ve fiziksel ürtikerlerden biridir. Dudak gibi çok gevĢek doku alanlarında ortaya çıkan derin, ödemli reaksiyona angioödem adı verilir (22,29). VEZĠKÜL Ġçinde serozite bulunan, toplu iğne baĢı ile bezelye büyüklüğü arasında boyda (çapları 0,5 cm‟den küçük) olan elementer lezyonlara vezikül denir. Lezyonların tepeleri yuvarlak veya göbekli olabilir. Doğrudan ortaya çıka-bildikleri gibi bir papül veya makül üzerinden de geliĢebilirler. Veziküller tek tek, düzensiz bir Ģekilde dağınık, herpes zosterde olduğu gibi grupe veya çayır dermatitinde olduğu gibi lineer bir Ģekilde dizilmiĢ olabilirler. Veziküller ya kendiliklerinden patlar, birbirleri ile birleĢerek veya geniĢle-yerek bül haline dönerler yahut da içerikleri bulanıklaĢarak püstül halini alırlar. Veziküllü hastalıkların en tipiği ve en önemlisi ekzemadır. Ekzemanın yanı sıra dizhidroz, herpes simpleks, herpes zoster, varisella sayılabilir. Uyuz gibi paraziter hastalıklarda ve yüzeyel mantar hastalıklarında da veziküller görülebilmektedir (22,28). BÜL Seröz veya seropürülan bir sıvı içeren veziküllerden daha büyük (1cm‟den fazla) kabartılardır. Genellikle tek gözlü olurlarsa da bazen multiloküler olabilir. Bül genellikle vezikülde olduğu gibi, interselüler köprülerin veya dezmozomların kaybı (pemfigus vulgaris) veya subepi-dermal bir ayrılma (dermatitis herpetiformis) ile oluĢur. Bül yüzeyel oldu-ğunda gevĢek ve ince olup, hafif bir travma ile kolayca yırtılabilir. Yırtılan büllerden geriye çiğ et görünümünde renkli bir alan kalır. Nadir olarak bu alan üzerinde düzensiz vejetasyonlar geliĢebilir (pemfigus vejetans). Bül subepidermal olduğunda gergindir ve ülserasyon ve sikatris bıraka-bilir (22,26). PÜSTÜL Püstüller cerahat içeren, Ģekil olarak veziküllere benzeyen, bazen inflamatuar bir halka ile çevrili, tek gözlü veya çok gözlü olabilen olu-Ģumlardır. ġekil olarak veziküle benzerler. Doğrudan püstül olarak baĢla-yabileceği gibi, papül veya vezikül üzerinde de geliĢebilirler. Ör: Vari-sellada vezikül püstül haline döner. Foliküler ve foliküler olmayan Ģeklinde püstülün iki tipi bulunur. Püstüllü dermatozlar çoğu kez bakteriyel etkenlerle oluĢurlar. Ortaya çıkmalarında bakterilerin rolü bulunmayanlar ise, amikrobiyen püstüllü hastalıklar adını alırlar. Bakteriyel püstüllü hastalıklara örnek olarak strep-tokoksik ve stafilokoksik pyodermalar baĢta olmak üzere, sfiliz ikinci devrinin püstülleri, Ģarbon gibi hastalıkları sayabiliriz. Tinea kapitis ve tinea barba da püstüllerle seyreden mantar hastalıklarıdır. Amikrobiyen püstüllü hastalık grubunda impetigo herpetiformis, akrodermatitis konti-nua, Sneddon-Wilkonson hastalığı, psoriasis püstülosa gibi tablolar yer almaktadır (22,28). TÜBERKÜL Dermisin derin kısımlarını ilgilendiren infiltratif lezyonlardır. Tüberkül-leri küçük nodüller olarak kabul edenler de bulunmaktadır. Genellikle bir mercimekten bezelye iriliğine kadar olabilirler. Papüllerden, daha büyük olmaları, yavaĢ seyretmeleri, harabiyet yapmaları ve sikatris oluĢturmaları ile ayırt edilirler. Tüberkül ile seyreden hastalıklardan deri tüberkülozunun tüberkülleri lüpom, lepranınkiler ise leprom adını alırlar. Sifiliz, sarkoidoz, lenfositoma kutis tüberküllü diğer hastalıklardır (22,29). NODÜL Derinin çapı 1cm‟den büyük olan, sınırlı, sert lezyonudur. Nodülü papülden ayırt etmede, tutulmanın derinliği ve palpe edilebilirliği, lezyon çapından daha önemlidir. Tüberküllerden farkı, geçtikten sonra yerlerinde sikatris bırakmamalarıdır. Gomlardan spesifik yumuĢama ve ülsere olmama karakterleriyle ayrılırlar. Anatomik yerleĢime bağlı olarak beĢ tip nodül tanımlanmıĢtır: Epidermal: Verruka vulgaris, bazalyom, Epidermal-dermal: Malign melanom, yassı hücreli karsinom, mikozis fungoides, Dermal: Granüloma annulare, dermatofibrom, Dermal-subkutan: Eritema nodozum, yüzeyel tromboflebit, Subkutan: Lipomlar (22,28). GOM Boyutları daha büyük, ülserleĢen nodüllere denir. Gomlar, patojen mikroorganizmaların dokular üzerine etkisi ile oluĢturduğu reaksiyon sonucu ortaya çıkarlar. Ör: Sifiliz, tüberküloz, derin mikozlar (22). TÜMÖR Genel olarak tümör kelimesi neoplazma anlamında kullanılır. Tü-mörler, değiĢik boy ve Ģekilde olabilen (çapı genelde 2 cm‟den büyük), yumuĢak veya sert, serbestçe hareket ettirilebilen veya altına sıkıca yapı-Ģık kitlelerdir. Ġnflamatuar veya non-inflamatuar olabildiği gibi selim veya habis de olabilirler (22,26). VEJETASYON Vejetasyonlar horoz ibiği veya karnabahar görünümünde, bazen kuru ve keratinize, yerine göre de (fleksiyon bölgelerinde) sızıntılı ve cerahatli deri proliferasyonlarıdır. Vejetasyonda papillamatöz ve akantoz vardır. Vejetasyon yapan hastalıklar arasında pemfigus vegetans, vejetan ilaç toksidermileri (iyot, brom), akantozis nigrikans, verruka anogenitalis gibi dermatozlar sayılabilir (22,28). GANGREN (NEKROZ) Bu terim arteriyel oklüzyon veya infeksiyon sonucunda ortaya çıkan nekrotizan süreç için kullanılır. Kuru gangrenlerde nekroze olan kısım, sağlam doku ile keskin bir sınırla ayrılır ve zamanla kopar. Bunlar çoğun-lukla arteryel tıkanma sonucu geliĢen keskin kenarlı gangrenlerdir (Bur-ger hastalığı, Raynaud hastalığı). YaĢ gangrenler ise anaerob bakterilere bağlı çok kötü koku ve hemorajik bül ile kendini gösterir. Ġnfeksiyöz ve iskemik nedenler dıĢında fizik nedenler (donuklar, elek-trik yanıkları, dekubitis) kimyasal nedenler (asitler ve bazlar), ilaçlar (fenol, antikoagülanlar) ile psikopatlardaki artefaktlar da nekroza yol açarlar (22,23). KERATOZ Stratum korneum tabakasının bir hiperplazisi olan deriye sıkıca yapı-Ģık boynuzsu büyümelerdir. Keratoz deri üzerinde oluĢtuğu gibi muko-zalarda da görülen bir lezyondur. Keratoz avuç içleri ve ayak tabanlarında oluĢtuğunda keratoderma palmo-plantaris adını alır (22,30). SKUAM Korneum tabakası belirgin yapraklar halinde anormal atılımı veya birikimine skuam denir. Keratin hücrelerinin oluĢumu veya bununla iliĢkili normal keratinizasyon olayı hızlanırsa, patolojik eksfoliasyon olur ve skuam meydana gelir. Tabakalar arasında hava tutulması nedeni ile gü-müĢ rengi (psoriasis) skuamlar veya sebum ve terden dolayı yağlı, sarı renkli skuamlar (seboreik dermatit) olabilir. Oldukça değiĢik skuam Ģekilleri bulunmaktadır: 1. Pitriyaziform veya furfurase: Ġnce, un gibi kepek Ģeklindedir (pitiriyazis kapitis simpleks, tinea versikolor) 2. Ġktiyoziform: Kaba ve büyük skuamlar (iktiyozisler) 3. Küçük lameller: Küçük, nemli lamel tarzında ayrılma (ekzema, parapsoriasis, mikozis fungoides) 4. Eksfoliatif: Büyük yapraklar Ģeklinde skuamlardır (kızıl, eksfolyatif dermatit, toksik epidermal nekroliz) 5. Ostrasea: Kat kat tabakalanmıĢ görünümdeki skuamlar (psoria-sis, sifiliz) 6. Koleret: Ġnflamatuar bir lezyonun çevresine yapıĢmıĢ ince skuam (pitriyazis rozea, sifiliz (22,26). SKLEROZ Deride dermal veya subkutan ödem, hücre infiltrasyonu, kollagen proliferasyonu sonucu geliĢen diffüz veya sınırlı endürasyondur. Ġnspek-siyondan çok palpasyon önemlidir. Sklerozlu bir deriyi iki parmak arasında kıvırmak ve derin kısımlar üzerinde kaydırmak olanaksızdır. Bazen epidermis atrofisi beraber olabilir. Skleroz morfea, lineer skleroderma, sistemik skleroz ve porfirya kutanea tardanın bir bulgusudur. Kronik staz dermatitinde ve kronik lenfödemde sık görülür (22,28). ATROFĠ Atrofi bir hücrenin, dokunun, organın veya vücut bölgesinin boyut olarak küçülmesi anlamına gelir. Epidermal atrofi epidermisin incelmesi ile seyreden, normal deri çizgilerinin kaybı ile karakterize doku kaybıdır. Atrofi çeĢitli Ģekil ve görünümlerde karĢımıza çıkabilir. GevĢek atrofide; deri ince ve kırıĢıktır, sigara kağıdı gibi buruĢturulabilir. Derinin altındaki kan damarları gözle görülebilir. Ör: Akrodermatitis kronika. Sklerotik atro-fide kollagen oluĢumundaki artıĢ skleroza neden olur. Deri sert ve gergin olup alttaki yapılara yapıĢıktır. Ör: Prekanserozlar. Poikiloderma; deride atrofi ile birlikte hiperpigmentasyon ve depigmentasyon benekleri ve telenjiyektazilerin birlikteliğine verilen isimdir. Kronik radyodermatit, kongenital poikiloderma, dermatomiyozit bu görünümün oluĢumuna yol açabilirler. Psödoatrofi denilen geçici durumda ise lezyonlar klinik olarak atrofiye benzer ancak histolojik olarak atrofi olduğu kanıtlanamaz. Ör: Brocq hastalığı (22,29). ABSE Dokuların parçalanması ve nekrozu ile oluĢan lokalize cerahat biriki-midir. Dermis veya subkutan dokuda yerleĢir. Çok derin bir yerleĢim söz konusu olduğundan, çoğu kez cerahat deri yüzeyinden görülmez. Kırmızı, sıcak ve duyarlıdır. Folikülit halinde baĢlar ve streptokokların veya Sta-phylococcus aureus infeksiyonunun deride sık görülen bir belirtisidir (22,25). KĠST Kist, bir kese olup, içinde sıvı veya yarı katı bir materyal içerir. He-misferik veya oval bir nodül veya papülde palpasyonla elastik kıvam (göz küresinin elastikliğine benzer) hissedilirse, bu lezyonun bir kist olduğundan Ģüphe edilmelidir. En sık rastlanan kistler epidermal (keratinöz) kistler olup skuamöz epitel ile çevrilmiĢlerdir ve keratinöz bir materyal içerirler. Piler kist olarak adlandırılan kıl folikül orijinli kistler, çok katlı yatsı epitel ile çevrilidir ve bu epitelyum granüler tabakaya doğru olgunlaĢma göstermez (22,25). KOMEDON Pilosebase folikülin geniĢlemiĢ infundibulumunda keratin, sebum ve mikroorganizmaların birikimi ile oluĢan tıkaçtır (22). ÜLSERAYON Ülser dermise ve hatta deri altı dokularına kadar uzanan bir doku kaybıdır. YavaĢ iyileĢirler ve çeĢitli derecelerde sikatris bırakırlar. Erozyon-ların ve ekskoriyasyonların derinleĢmesiyle oluĢabilirler. Ayrıca venöz yetersizlik, oklüzif arteriyel hastalık, vaskülit, infeksiyonlar, travmalar ve artefaktlar da ülser geliĢmesine yol açabilir. Özellikle habis olan nodül ve tümörler de ülsere olabilirler. Ülserlerin yeri ve sayısı, büyüklüğü, derinliği ve Ģekli (yuvarlak, polisiklik, böbrek Ģeklinde), ülserin tabanı (granüler, nekrotik), ülserin sınırları (kenarların altı oyuk, deri yüzeyinden aĢağı, deri yüzeyinde), çevre dokuların kıvamı (yumuĢak, sert), ülseri çevreleyen deri (normal, inflame, infiltre) ülserlerin tanı ve ayırıcı tanısında ve prognozun belirlenmesinde önemlidir. Çevresini ve komĢu dokuları istila ederek geniĢleyebilen ülserasyonlar da vardır. Bunlara fadejenik ülserler adı verilir. Örneğin, piyoderma gangrenosum (22,26). EROZYON Erozyon epidermisin tam veya kısmi kaybından dolayı geliĢen, genel-likle çökük ve nemli bir lezyondur. Erozyonlar vezikül, bül veya püstüllerin yırtılmasını veya kabarcıkların üzerindeki derinin kaybını izler. Ġkincil olarak infekte olmadıkça erozyonlar nedbeleĢmez (22,23). EKSKORĠYASYON VE SIYRIK Genellikle yalnız epidermisi tutan mekanik nedenlerle oluĢan, nokta veya lineer Ģekillerdeki abrazyonlardır. Sıklıkla inflamatuar bir çevreleri vardır veya üzerleri sarımsı kuru bir serumla kaplanır. Ör: ekzema, nörodermit, uyuz (22,30). FĠSSÜR (yarık, derin çatlak) Derinin bütünlüğünü bozan, bazen epidermiste veya nadiren dermiste bulunan derin yerleĢmiĢ lineer çatlaklardır. Genellikle deri inceldiğinde, inflamasyon ve kuruluktan dolayı elastikliğini kaybettiğinde, özellikle sık hareket eden bölgelerde ortaya çıkarlar. Bu alanlar parmak uçları, topuk kenarları, dudak bileĢikleri ve anüs çevresidir (22). SĠKATRĠS Travma veya bir hastalık sonucu dermiste veya derin tabakalarda ortaya çıkan ve doku kaybını kapatmak üzere oluĢan yeni konnektif doku-lardır. BaĢlangıçta pembe veya viyolase renkte iken beyaz, parlak ve nadiren pigmente bir görünüm alabilirler. Hipertrofik, atrofik, keloidal formda oluĢabilir (22). KRUT Krutlar, genellikle epitelyal ve bakteriyel artıklarla karıĢmıĢ, kuru se-rum, cerahat veya kandır. Krutlar impetigoda kurumuĢ bal renginde, ekzemada sarı-gri, ülserasyonlar üstünde kırmızı-esmer renkte olurlar. Krutların üst üste binmesi „rupia‟ adını alır. Hastalık tanısı için krut kaldırılarak altındaki lezyon incelenmelidir (22,23). DERMATOLOJĠDE FENOMENLER Görünen bir organ olan deriyi ele alan dermatoloji gözleme dayalı bir branĢ olması nedeniyle tanıda iyi bir inspeksiyon ve klinik bulguların doğru tanımlanması ve yorumu önemlidir. Dermatolojide tanıda yol gös-terici, hastalıklara özgü bulgu veya belirtilere“fenomen”, “belirti” veya “signe” denir. Bazı deri hastalıklarının kendilerine has belirtileri vardır. Bu belirtiler tanıda veya hastalığın aktivasyonunu belirlemede büyük ko-laylık sağlar. Örneğin; mum lekesi ve “Auspitz” fenomenleri psoriasis tanısında, “Koebner” fenomeni ise hastalığın aktivasyonunu belirlemede önemlidir. Fenomenlerin bir kısmı doğrudan doğruya görülür ve kolaylıkla tespit edilir. Diğer bir kısmı da bazı manipülasyonlarla ortaya çıkartılır. Büllöz hastalıklar, eritemli-skuamlı hastalıklar, vasküler hastalıklar, saç hastalıkları, infeksiyon hastalıkları, immünolojik hastalıklar, genetik kökenli hastalıklar, metabolik hastalıklar ve benign veya malign proliferatif hastalıklarda gözlenen klinik öneme sahip fenomenlerden aĢağıda kısaca bahsedilecektir (31,32). 1. ERĠTEMLĠ-SKUAMLI HASTALIKLARDA GÖZLENEN FENOMENLER KÖBNER FENOMENĠ (ĠZOMORFĠK YANIT FENOMENĠ) Köbner fenomeni derinin her türlü tahriĢe ve travmaya hastalıkların elementer lezyonlarını oluĢturarak yanıt vermesi Ģeklinde tanımlanabilir. Mekanik (kaĢıma, cerrahi giriĢimler, böcek ısırığı) veya termal travma (güneĢ yanığı), baĢka dermatozlar, alerjik veya irritan reaksiyonlar önemlidir. Perilezyonel bölgede Köbner fenomeni görülme riski daha sık olup genellikle travmadan 10-20 gün sonra çıkar. Ancak lezyonun ortaya çıkıĢ süresi 3 gün kadar kısa veya 2 yıl kadar uzun olabilmektedir. Daha çok kıĢ aylarında gözlenmektedir. Köbner fenomeni psoriasiste klinik tanı koyma dıĢında hastalık aktivitesini saptamada da önemli bir bulgu olup sıklığı %11-75 arası değiĢmektedir. Psorisis dıĢında liken planus, liken niditus, verruka plana, pitriazis rubra pilaris, molluskum kontagiosum gibi çok sayıda hastalıkta da görülebilmektedir. Mevcut lezyona travma sonrası psoriasis plağının kaybolması da „ters köbner fenomeni‟ Ģeklinde tanımlandırılmıĢtır (33). MUM LEKESĠ BULGUSU Psöriazis plağı üzerindeki skuamın künt bir cisim ile kazındığında beyaz tabakalar halinde dökülmesi „mum lekesi bulgusu‟ olarak adlan-dırılmakta olup histopatolojik olarak parakeratoz göstergesidir. KatılaĢmıĢ olan mum damlasının sert bir yüzeyden kazınması iĢlemine benzediğin-den bu Ģekilde isimlendirilmiĢ olup psöriasise özgü bir fenomendir (34). SON ZAR FENOMENĠ Psöriazis plağındaki skuamlar künt bir cisimle kaldırıldıktan sonra kazımaya devam edilecek olursa, lezyondan histolojik olarak stratum spinosum ile uyumlu yapıĢık, nemli bir tabaka kaldırılabilir ve yüzeyde bazal membran görülür. Bu, psöriasis için patognomonik olup epidermisin dermal papillaları üzerindeki son tabakasıdır (34). AUSPITZ FENOMENĠ (NOKTAVARĠ KANAMA BELĠRTĠSĠ) Psöriasiste skuamlı plak kazınmaya devam edildiğinde, skuamların altında önce eritemli bir zemin görülür ve kazımaya devam edildiğinde ise dermal papillaların tepe kısımlarının kesilmesiyle, bir kaç saniye içinde parlak eritematöz yüzeyde noktavari kanama odakları gözlenir. Psöriasis dıĢında histopatolojik olarak papillamatozis gösteren hastalıklarda (ver-ruka vulgaris) da pozitif olarak saptanabilmekle birlikte psöriasisi diğer eritemli skuamlı hastalıklardan ayırmada yardımcı bir bulgudur. Ġnverse ve püstüler psöriaziste ise diagnostik özelliği bulunmamaktadır (34). WORONOFF HALKASI Psöriatik plağın iyileĢirken periferinin halka Ģeklinde solmasıdır. Psö-riatik lezyonun tedavisi sonrası görülen bu hipopigmente halkanın oluĢu-munda damarsal değiĢikliklerden ziyade, melaninle alakalı değiĢiklikler suçlanmaktadır (34). SĠGARA KÂĞIDI FENOMENĠ Deride atrofi oluĢumu ile giden dermatozlarda görülebilen bir feno-mendir. Atrofik deri parçası hafifçe iki parmak arasında sıkıĢtırıldığında, sigara kağıdına benzer çok ince kırıĢıklıkların oluĢtuğu saptanır. Akrodermatitis kronika atrofikans ve parapsöriasis gibi hastalıklarda saptanan bu bulgu epidermal ve dermoepidermal atrofiyi göstermesi bakımından değerlidir (32). KELEBEK BELĠRTĠSĠ (BUTTERFLY SIGN) Kronik ve inatçı kaĢıntı ile giden bazı dermatozlarda kaĢıma ve yine-leyen ekskoriasyonlar sonucu yaygın postinflamatuar hiperpigmentasyon geliĢebilmektedir. Bu yaygın hiperpigmente alanların arasında özellikle sırtta elin kolayca ulaĢamadığı bölgelerde belirgin olmak üzere ortaya çıkan kelebek Ģeklindeki hipopigmente alanların saptanması kelebek belirtisi olarak isimlendirilmiĢtir. Bu karakteristik deri belirtisini saptayan hekim ön planda hastayı kronik obstrüktif hepatobiliyer hastalıklar açı-sından değerlendirmelidir. Kronik obstrüktif hepatobiliyer hastalıklar için spesifik olmayıp, atopik dermatitin kaĢıntısı sonucu da oluĢabilmektedir (35). FENER BELĠRTĠSĠ (HEAD LIGHT SIGN) Atopik dermatitli hastalarda periorbital ve perinazal bölgedeki koyulaĢmayı belirten bir terimdir (32) WICKHAM BELĠRTĠSĠ Liken planus papüllerinin üzerinde, bazen yarı saydam sayılabilecek pullanma boyunca görülen ince beyaz oluĢumlara “Wickham çizgileri” denir. Wickham çizgileri bir büyüteç kullanılarak veya papülün üzerine bir damla yağ, ksilen veya su damlatılarak daha belirgin izlenebilir. Wickham çizgilerinin keratohiyalin içeren stratum graulosum tabakasının kalınlığındaki düzensiz kalınlaĢmaya bağlı olabileceği düĢünülmektedir. Wickham çizgileri liken planus tanısı için hayli karakteristiktir (36). 2. BÜLLÖZ HASTALIKLAR NIKOLSKY FENOMENĠ Pemfigusun diğer otoimmun bülloz hastalılardan ayrımında akanto-lizisin klinik karĢılığı olan Nikolsky belirtisi önemlidir. Nikolsky belirtisi pemfigusta pozitif saptanmasına karĢın baĢta büllöz pemfigoid olmak üzere subepidermal büllöz hastalıklarda negatif saptanmaktadır. Nikolsky belirtisi iki Ģekilde ortaya konabilir: 1) Bülün tavanından veya erozyonun kenarındaki bül artığından tutulup çekildiğinde bül artığının normal görünümlü deri boyunca sıyrıla-bilmesi veya bül veya erozyonun kenarındaki normal görünümlü deriye parmakla çok kuvvetli olmayan burgu biçiminde bir bası uygulandığında uygulama alanında erozyon geliĢmesi (marjinal Nikolsky belirtisi) 2) Bül veya erozyondan uzaktaki normal deriye burgu biçiminde bası yapılması sonrası erozyon oluĢması (direkt Nikolsky belirtisi) Marjinal Nikolsky belirtisi pemfigus tanısında yüksek bir duyarlılığa, direkt Nikolsky belirtisi ise düĢük bir duyarlılığa sahip olmasına karĢın son derece yüksek bir spesifitiye sahiptir. Yani hastaların yaklaĢık yarı-sında saptanabilmesine rağmen direkt Nikolsky belirtisinin pozitif olması pemfigus tanısını neredeyse kesin olarak koydurur. Nikolsky belirtisinin tanısal değeri yanında prognostik değeri de bulunmaktadır. Tedavi ile negatifleĢmesi remisyon göstergesi, tedavi sonrası negatifken zaman içinde pozitife dönmesi nüksün habercisi olabilir (37). ASBOE-HANSEN FENOMENĠ 1960 yılında Asboe-Hansen tarafından tanımlanan bir fenomen olup bazı kaynaklarda Nikolsky fenomeni eĢdeğeri olarak da kabul edilmek-tedir. Sağlam bül üzerine parmakla vertikal basınç uygulandığında bülün bir veya birkaç yöne doğru geniĢlemesi olarak tarif edilmiĢtir. Pemfigus dıĢında büllöz ilaç erüpsiyonlarında da pozitif saptanabilmektedir (38). 3. ĠNFEKSĠYONLAR TALAġ (YONGA) BELĠRTĠSĠ Pitriyazis versikolorda görülen bir belirtidir. Sütlü kahverengi lezyon-ların üzeri ince (pitriaziform) skuamla kaplıdır. Künt bir bistüri ile lezyonlar hafifçe kazındığında skuamın belirginleĢmesi yonga (talaĢ) belirtisi olarak adlandırılır (39). ÇĠVĠ BELĠRTĠSĠ Dr. Hulusi Behçet tarafından Ģark çıbanında (kutane layĢmanyazis) tanımlanmıĢtır. LayĢmanyaziste zamanla ülserasyonun üzeri tabana sıkıca yapıĢmıĢ bir kabukla kaplanır. Bu kabuk bir pens yardımıyla kaldırıldığında kabuğun alt yüzünde kirli-beyaz renkte dikensi çıkıntılar gözlenir. Bu uzantılarda paraziti bulmak kolaydır. Çivi belirtisi hastalığın erken dönemlerinde belirgin olmayıp hastalığın baĢlangıcından 3-4 ay sonra daha belirgin olur. Bu bulgu spesifik olmamakla birlikte özellikle endemik bölgelerde kutane layĢmanyazisi akla getirmesi bakımından önemlidir. Diskoid lupus eritematozusta ise aynı belirti lezyona yapıĢık skuamlar kaldırıldığında saptanır. Çivi belirtisi aynı zamanda kutan B hücreli lemfomada, seboreik dermatit, ilaca bağlı liken planus, lokalize pemfigus folyaseusda da bildirilmiĢtir (32,40). DĠASKOPĠ BULGUSU (ELMA JÖLESĠ GÖRÜNÜMÜ) Lupus vulgaris, layĢmanyazis, sarkoidoz, granüloma annulare, granü-lomatöz rozasea ve lenfoma gibi granülomatöz deri hastalıklarında lezyonun üzerine lam ile bastırılınca, pembe mor rengin elma jölesi denen açık kahverengi bir renge dönüĢmesidir. Bası yapılınca yüzeyel kapiller-den kan drene olur ve lezyonun rengi solup lipid yüklü makrofajların görülmesi nedeni ile açık kahverengi veya mat sarıya döner. Elma jölesi görünümü açık tenli bireylerde daha belirgindir (39). PARMAK ĠZĠ BELĠRTĠSĠ Ġmmün yetmezlikli kiĢilerde yaygın strongyloidesisin bir bulgusu olarak göbek çevresinde görülen çoğul baĢparmak izine benzeyen purpuraların saptanmasına parmak izi belirtisi denir. Larvanın kırmızı kan hücrelerinin dermise ekstravazasyonuna neden olması nedeniyle peteĢi ve purpura-ların geliĢtiği düĢünülmekte olup yaygın strongyloidesis için patogno-moniktir (32). OLUK BELĠRTĠSĠ Klasik olarak lenfogranüloma venerumlu heteroseksüel erkeklerde saptanan belirti olup etkilenen hastaların %20‟sinde saptanmaktadır. Ġnguinal ve femoral lenf bezlerinin birlikte tutulumunda her ikisini ayıran Poubart ligamenti hizasında karakteristik bir oluk oluĢmasına denir (38). HOAGLAND ĠġARETĠ Ġnfeksiyöz mononükleoz hastalığının erken döneminde bazı hastalar-da gözlenen geçici üst dudak ödeminin saptanmasına denir (38). PALMOPLANTAR FENOMEN (FILIPOVITCH PHENOMENON) Tifo ve tüberküloz gibi bazı Ġnfeksiyöz hastalıklarda ayak tabanı ve avuçların sarı renk alması ile karakterize bir durumdur. Bu fenomenin dolaĢım problemine bağlı geliĢtiği düĢünülmektedir (32). BĠET BELĠRTĠSĠ Sifiliz 2. devir papüloskuamöz lezyonları kaĢıntılı ve likenoid karakter gösterdiğinde liken planusla, kalın skuamla kaplı olduğunda ise psöri-asisle ayrımı güç olabilmektedir. Bu nedenle sifilizde 2.devirdeki lezyonların üzerindeki ince ve beyaz renkli halka Ģeklinde skuamlar sifilizin diğer dermatozlardan ayrımında değerli bir bulgu olmakla beraber, kesin tanı koydurucu değildir (39). ROMANA BELĠRTĠSĠ Chagas hastalığında ciddi tek taraflı ağrısız göz kapağı ödemi ve konjuktivit saptanmasına “Romana belirtisi” denir. Preauriküler lenfade-nopati ve gözyaĢı bezi iltihabı da eĢlik edebilir. Hastalığın akut döneminde hastaların %80‟ninde saptanmakta ve parazitle duyarlanmaya yanıt olarak oluĢtuğu düĢünülmektedir. Özellikle Güney ve Orta Amerika gibi endemik bölgelerde patognomoniktir (38). LUCIO FENOMENĠ Uzun süre tedavi görmeyen lepromatöz lepralı olgularda ağrılı, sınırları belirsiz küçük pembe renkli deri belirtilerinin saptanmasıdır. Genellikle bir ekstremitede yerleĢen bu lezyonlar hızla ülserleĢmektedir. Tedavide rifampisin ve mikobakteriyum lepra antijenlerine karĢı immün reaksiyonu kontrol etmek için yüksek doz kortikosteroidler yardımcı olabilmektedir. Tedavi edilmeyen hastalarda ölümcül olabilmektedir (41). FORSCHEIMER BELĠRTĠSĠ YumuĢak damak ve uvulada toplu iğne baĢı büyüklüğünde maküller ve peteĢilerin görülmesidir. Kızamıkçıkta saptanan bu enantem prodro-mal belirtilerin sonunda veya döküntünün baĢlangıç dönemlerinde gözlenmektedir (32). 4. SAÇ HASTALIKLARI OMNĠBUS FENOMENĠ KaĢların dıĢ kısmının simetrik olarak dökülmesine omnibus fenomeni denir. Lepra, sifıliz 2. devir, lenfoma, talyum zehirlenmesi, atopik dermatit gibi birçok dermatozda saptanabilmektedir(39). HERTOGHE ĠSARETĠ KaĢların 1/3 dıĢ kısmının incelmesi veya dökülmesine denir. Normal yaĢlı kiĢilerde de benzer bulgu saptanabilir ancak hastalarda hipotiro-idizm, sistemik skleroz, atopik dermatit, lepra, sfiliz, alopesi areata, alopesi müsinoza, trikotillomani yönünden araĢtırma yapılmalıdır (38). SABOURAUD BELĠRTĠSĠ Seboreik alopesileri diğer alopesilerden ayırmak için kullanılır. Par-maklar arasına sıkıĢtırılan saçların tepe bölgesinden çekmekle kolayca ele gelmesine rağmen, kulak arkası ve ense bölgesinden çekmekle kolay ele gelmemesi Ģeklinde tanımlanır (32). BAYRAK BELĠRTĠSĠ Protein-enerji malnütrisyonu ile giden hastalıklarda beslenme ve bes-lenmeme zamanları ile uyumlu saç renginde oluĢan değiĢikliktir. Kahve-rengi-kırmızımsı veya sarı-beyaz renk bantlar Ģeklinde görülür. Beslenmeme zamanlarında oluĢan protein eksikliği sonucu tirozin metaboliz-masında ortaya çıkan defekt nedeni ile oluĢtuğu düĢünülmektedir (31). HALBAN BELĠRTĠSĠ Gebelikteki hormonal değiĢikliklere bağlı yüz ve vücut yüzeyinde vellüs kıllarında çoğalma tablosu ile karakterizedir. Geçici bir durum olup gebelikten sonraki ilk yıl içinde genellikle kendiliğinden gerileme eğilimin-dedir (32). 5. ĠMMÜNOLOJĠK HASTALIKLAR PATERJĠ FENOMENĠ (PĠKÜR TESTĠ) Böcek ısırığı, injeksiyon, biopsi, ameliyat gibi yüzeyel deri travması ile giden durumlarda yeni lezyon çıkıĢı veya mevcut lezyonlarda kötü-leĢmeyi tanımlamak için paterji fenomeni kullanılmaktadır.Bu durum Behçet hastalığının tanısında da yardımcı bir bulgudur. Behçet hastalığı olan kiĢilerin ön kol derilerine tercihen steril 20G bir iğne batırılarak gösterilir. ArtmıĢ nötrofil kemotaksisi ve dermal zedelenme sonucu, pikür yerinde 24-48 saat sonra eritemli bir papül veya steril bir püstül oluĢması pozitif olarak değerlendirilir. Behçet hastalığına spesifik olmayıp Pyo-derma gangrenozum, “Sweet” sendromu, rekürren idiyopatik aftöz sto-matit, iridosiklit, idiyopatik eritema nodozum, eritema elevatum diutinum, herpes genitalis, romatoid artrit, Behçet hastalığı olan kiĢilerin sağlıklı aile bireyleri, miyeloproliferatif hastalıklar, viral hepatitler, interferon uygulanmasında da pozitiflik gözlenebilmektedir (38,42). KAYBOLAN HALO BELĠRTĠSĠ Ürtiker plakları üzerine lam ile baskı uygulandığında lezyondaki erite-min kaybolup, plağın merkezindeki klinik olarak belirgin olmayan purpu-ranın görünür hale gelmesine kaybolan halo belirtisi denir. Klinikte ürtikeryal vasküliti, ürtikerden ayırt etmede yardımcı bir bulgudur (31). DARĠER BELĠRTĠSĠ Mastositoz lezyonlarının kaĢınması veya ovulması, o bölgede yoğun olarak bulunan mast hücrelerinin degranülasyonuna yol açar. Bunun sonucunda genellikle bir dakika içinde önce kaĢıntı, sonrasında ana lezyondan daha geniĢ bir alanı kaplayan çevresi eritemli bir ürtikeryal plak oluĢumu saptanır. Darier bulgusu olarak adlandırılan bu durum eriĢkin-lerden çok, çocukluk çağı formlarında daha belirgindir. Dermiste mast hücre sayısının artıĢı ile giden nörofibromda da pozitif saptabilmektedir (43). ÇAĞRI FENOMENĠ Radyoterapi görmüĢ deri bölgelerinde, sonradan uygulanan kemote-rapiye bağlı ortaya çıkan inflamatuar reaksiyona çağrı fenomeni denir. IĢınlanmıĢ bölgenin tümünde veya bir kısmında oluĢan eritem, ödem ve vezikülobüllöz lezyonlar ile karakterizedir. Çağrı dermatiti sadece radyas-yonla değil, ultraviyole, ilaç ekstravazasyonu ve allerjik kontakt dermatitle iliĢkili olarak da geliĢebilmektedir. Son dönemde önceden torasik her-pes zoster infeksiyonu geçiren bir hastada oral asiklovir alımından sonra çağrı dermatiti olarak rezidüel deri lezyonları geliĢimi saptanmıĢtır (44). HELĠOTROP BELĠRTĠSĠ Özellikle üst göz kapaklarında simetrik yerleĢen, kırmızımsı mor tonda kalıcı eritem, telenjiektazi ve değiĢik Ģiddette kısa sürede kaybolmayan ödem ile karakterizedir. Dermatomiyozit için patognomonik olup erken bulgusu olabilir ve sıklıkla hastalığın aktivasyonu ile iliĢkilidir. Remisyonda gerilerken, nüks sırasında tekrarlayabilir. Ayırıcı tanıda anjiyoödem, rozacea, lupus eritematozus, polimorf ıĢık erüpsiyonu, seboreik dermatit ve periorbital selülit düĢünülmelidir (31,39). GOTTRON BELĠRTĠSĠ Gottron papülleri metakarpofalangeal ve interfalangeal eklemler üze-rinde, bazen de el parmaklarının yan yüzleri veya ayak dorsumunda yerleĢen 0.2-1 cm boyutlarında, morumsu eritemli, bazen hafif skuamlı, yassı papüllerdir. Gottron belirtisi ise gottron papülünden farklı olarak skuamlı ya da skuamsız lokalize veya diffüz viyolese eritemin, simetrik olarak dizler, bilekler ve interfalangeal eklemler gibi kemik çıkıntıların üzerinde görülmesi olup, dermatomiyozite özgü bir bulgudur (32,38). 6. BENĠGN VE MALĠGN HASTALIKLARLA PARANEOPLASTĠK FENOMENLER GAMZE BELĠRTĠSĠ (ÇÖKME BELĠRTĠSĠ) Dermatofibrom tanısında kullanılan bir muayene yöntemidir. Lezyon iki parmak arasında sıkıĢtırıldığında tümörün büzülüp aĢağı doğru çökmesi „gamze bulgusu‟ olarak adlandırılır. Pigmente dermatofibrom ile melanom ayrımında yararlıdır. Gamze belirtisi sadece dermato-fibromada değil, diğer deri tümörlerinde de pozitif saptanabilmektedir (29,31,38). MEYERSON FENOMENĠ Gövde ve ekstremite lokalizasyonlu nevüslerin etrafında papülo-skuamöz erupsiyon geliĢimine Meyerson fenomeni denir. 1971 yılında Meyerson tarafından 2 olguda tanımlanmıĢtır. Normal ve atipik nevüslerin yanı sıra seboreik keratoz, bazal hücreli kanser, skuamöz hücreli kanser, dermatofibrom, keloid ve böcek sokma bölgesi etrafında da oluĢabil-mektedir (45). DÜĞME BELĠRTĠSĠ Deride yerleĢen nörofibromların üzerine parmakla baskı uygulan-dığında içeri doğru çökmeningözlenmesine düğme belirtisi denir. Tümö-rün protrüzyonuna bağlı dermal defekt ve yumuĢak miksoid stroma nedeniyle oluĢtuğu düĢünülmektedir. Nörofibromların lipom gibi lezyon-lardan ayrımını sağlamada yardımcı bir muayene bulgusudur. Düğme belirtisi nörofibromlara spesifik olmayıp anetodermada, sfilitik Ģankır ve yaĢlı pigmente nevuslarda da pozitif olarak saptanabilmektedir (29,38). CULLEN BELĠRTĠSĠ Genellikle Ģiddetli akut pankreatit atağından sonra 24-48 saat içinde oluĢan ve göbek çevresindeki derinin mavimsi-siyah renk alması ile karakterize bir tablodur. Ġlk kez 1916 yılında kadın-doğum uzmanı Dr. Thomas S. Cullen tarafından rüptüre ektopik gebelik sonrası bildirilmiĢtir. Akut pankreatitte ek olarak ektopik gebelik, duodenal ülser perforasyonu ve intraabdominal lenfomaların da bulgusu olarak karĢımıza çıkabil-mektedir (31). GREY-TURNER BELĠRTĠSĠ Akut pankreatitte inflame pankreastan salınan sindirilmiĢ kan ürünü-nün methemoglobine dönüĢmesi sonucu karnın sol tarafında mavimsi renk değiĢikliği oluĢmasıdır. Pankreatik nekrozla birlikte retroperitoneal veya intraabdominal kanamayı göstermesi bakımından önemlidir. Künt abdominal travma ve rüptüre ektopik gebeliklerde de oluĢabilmektedir. Günümüzde daha ileri tanı araçlarının kullanıma girmesiyle bu belirtilerin değeri azalmıĢtır (31). HUTCHINSON BELĠRTĠSĠ Deri hastalıklarında Hutchinson belirtisi üç ayrı hastalıkta saptanmak-tadır: 1. Subungual akral lentiginöz melanomda tırnak yatağı, matriks veya tırnak plağındaki pigmentin zamanla proksimal veya lateral kıv-rımlara ve kutikülaya yayılmasına Hutchinson‟un melanositik dola-ması denir. 2. Oftalmik zona zoster infeksiyonunda burun ucunda ve yanlarında veziküllerin görülmesine Hutchinson bulgusu denir. Oftalmik sinirin uç dalı olan nasosiliar sinirin tutulumuna iĢaret eder. Bu hastalarda oftalmolojik muayenenin yapılması gereklidir. 3. Geç konjenital sifilizde üst kesici diĢlerin yarım ay Ģeklini alması (testere diĢi görünümü), interstisyel keratit ve nöral iĢitme kaybı Hutchinson triadı olarak bilinmektedir (29,31,32,39). LESER-TRELAT BELĠRTĠSĠ Vucudun değiĢik yerlerinde aniden ortaya çıkan çok sayıda seboreik keratozların saptanmasına Leser-Trelat belirtisi denir. ÇeĢitli malignite-lerle birlikteliğinden dolayı hasta özellikle meme, mide, kolon, prostat, rektum, akciğer gibi internal magniteler açısından ayrıntılı değerlendi-rilmelidir. Tümördeki büyüme faktörlerinin seboreik keratoz sayısını arttır-dığı düĢünülmektedir. Eritrodermiye yol açan inflamatuar dermatozlar (psorisis, pitriyazis rubra pilaris), akromegali ve gebelikte de yaygın seboreik keratoz geliĢimi saptanabilir. Malign melanom, akut myeloid lösemi, lenfoma, özellikle beynin primer lenfoması ve mikosis fungoideste de oluĢabilir. Ayrıca, sitarabin gibi kemoterapötik ilaçlar ile oluĢan seboreik keratozların inflamasyonuyla karakterize tablo “Psödo-Leser-Trelat” belirtisi olarak bilinmektedir (46). TROUSSEAU BELĠRTĠSĠ VEYA MĠGRATUVAR TROMBOFLEBĠT Özellikle pankreas kanserinde olmak üzere, mide, akciğer, prostat, kolon, over ve safra kesesi kanseri gibi internal malignitelerde ekstre-miteler veya gövdede gezici tromboflebit saptanmasına Trousseau belirtisi denir. Sıkılıkla alt, bazen üst ekstremiteler ve gövdede yerleĢen, birkaç cm uzunluğunda, kordon Ģeklinde palpe edilebilen, eritemli, multipl has-sas nodüllerdir. Daha çok yüzeyel alt ekstremite venleri etkilenmekte olup lezyonlar çok sayıdadır. OluĢum mekanizmasının intravasküler düĢük dereceli hiperkoagülasyon olduğu düĢünülmekte olup antikoagülan tedaviye yanıt zayıftır (47). 6. VASKÜLER HASTALIKLAR HOMANS BELĠRTĠSĠ Ayağa dorsofleksiyonu sonrasında baldır ağrısının saptanmasına Homan‟s belirtisi denir. Derin ven trombozu açısından hekimi uyarıcı bir bulgudur (48). FRANK BELĠRTĠSĠ EriĢkinlerde kulak loblarında çapraz kıvrımların olmasına Frank belir-tisi denir. Önceki yıllarda arteriyosklerotik koroner arter hastalığı riskinin artması ile iliĢkili olduğu bildirilmiĢse de son dönemde yapılan bazı çalıĢmalarda risk artıĢı saptanmamıĢtır (49). RAYNAUD FENOMENĠ Ekstremitelerin uç kısımlarında, periferik damarlarda geçici vazos-pazma bağlı önce vazospazm sonucu beyazlaĢma, sonra dolaĢımın yavaĢlaması ile kan oksijeninin azalmasına bağlı morarma ve reaktif hiperemi sonucu kızarma ile karakterize ataklar halinde seyreden duruma Raynaud fenomeni denir. Ataklar en sık soğuk suyla temas, bazen de emosyonel stres ile tetiklenir. OluĢma mekanizması tam olarak bilinme-mektedir. ÇeĢitli sistemik hastalıklara bağlı sekonder (Raynaud feno-meni) veya idiyopatik (Raynaud hastalığı) olarak ortaya çıkabilir. Sekonder Raynaud fenomeni daha ağır seyreder ve prognozu altta yatan hastalığa bağlıdır. Sekonder Raynaud fenomeni altında baĢlıca sklero-derma olmak üzere kollagenazlar, meslek hastalıkları, ilaçlar ve kimyasal maddeler, damar hastalıkları ve kan hastalıkları yatabilmektedir (50). MATTRES FENOMENĠ Selülitte lenfatik dolaĢım problemi sonucu deride portakal kabuğu benzeri görünüm saptanmasına Mattres fenomeni denir. Selülitli deri üzerindeki girinti ve çıkıntılar nedeniyle yatağa benzetildiğinden “mattres fenomeni” olarak adlandırılmıĢtır (32). HARLEQUĠN FENOMENĠ Erken doğan bebeklerde daha sık olmak üzere, yaĢamın erken hafta-larında bebekler bir yanına yatınca orta hat boyunca keskin sınırlı, canlı ve parlak renk değiĢikliğinin saptanmasına Harlequin fenomeni denir. Gövde üst yarısı alt yarısından daha soluk olup, alt ve üst gövde arasında keskin orta hat sınırı bulunur. Atak süresi 0.5-20 dakika arasında değiĢ-mektedir. Bebek yan tarafına döndürülürse renk değiĢikliği tersine döner. Periferik vasküler tonusun kontrolünden sorumlu hipotalamik merkezlerin immatür oluĢunun göstergesidir. Dört haftanın üzerinde sebat eden Harlequin fenomeninde bebek kardiyovasküler anomaliler yönünden ayrıntılı incelenmelidir (51). 7. GENETĠK HASTALIKLAR GORLĠN BELĠRTĠSĠ Gorlin belirtisi Ehlers-Danlos sendromunda hastaların dillerini burun-larına değdirebilmesidir (32). AKSĠLLER ÇĠLLENME Esas olarak aksillada olmak üzere inguinal ve perineal bölgede yaygın birkaç mm‟lik çil benzeri lekelerin saptanmasına denir. Nörofibromato-ziste nadir görülmekle birlikte tanı koydurucudur (38,52). CAFÈ AU LAIT LEKELERĠ Deride görülen çapı 0.5-20 cm arası değiĢen büyüklüklerde soluk kahverengi maküllere “cafe au lait” lekeleri denir. Palmoplanter bölge, kaĢlar, göz kapağı ve saçlı deri dıĢında herhangi bir bölgede saptanabilir. Puberteden önce “5 mm”, puberteden sonra ise 15 mm‟den büyük 6 taneden fazla cafe au lait lekesi saptanması nörofibromatozisin tanı kriteri olarak kabul edilir. Ayrıca McCune-Albright sendromu, tuberoz skleroz, Mafucci sendromu gibi hastalıklarda da saptanabilmektedir (32,52). ANTEN BELĠRTĠSĠ Keratosis pilarisli hastalarda lezyonların yandan ıĢık kaynağı ile aydınlatıldığında folliküllerin parlak ve uzun sıralar halinde görülmesine Anten belirtisi denir (32). 8. METABOLĠK HASTALIKLAR DUA BELĠRTĠSĠ Bazı diyabetik hastalarda deri kalınlaĢıp, kabalaĢır ve eklem hareket-leri kısıtlanır. Dua belirtisi hastaların iki avucu karĢılıklı getirmesi istenerek gözlenir ve bu hastalar her iki avuç içini bir araya getiremeyip parmaklarını geriye doğru kıvıramazlar (31). JELLĠNEK BELĠRTĠSĠ Hipertiroidizimde göz kapaklarında hiperpigmentasyon saptanmasına denir. Kortikotropin seviyesinin artıĢının hiperpigmentasyona yol açtığı düĢünülmektedir (38). ġEKERLĠ ÇÖREK BELĠRTĠSĠ Skleromiksödem tablosu deride yaygın incelme, dermiste mukopoli-sakkarid birikimi ile fibrotik proliferasyon artıĢı ve sararma ile giden bir durumdur. Normalde parmakların interfalangeal eklemlerinin birleĢim yerlerinde var olan horizontal katlantıların skleromiksödemde dermisin mukopolisakkaridler tarafından doldurulmasından dolayı kaybolması ve merkezi çökük ve etrafı kalkık görünüm oluĢmasına denir (31,53). CASAL GERDANLIĞI Pellegra niasin eksikliğine bağlı geliĢen demans, daire, dermatit triadı ile karakterize bir durumdur. Dermatit güneĢe maruz vücut bölgelerinde simetrik baĢlar. Fotosensitif eritem boyunda geniĢ bir bant oluĢturur ve buna Casal gerdanlığı adı verilir (38,54). MUEHRCKE ÇĠZGĠLERĠ Tırnakta çok sayıda lunulaya paralel uzanan beyaz yatay Ģeritler izlenir. Bu bantlar çoğunlukla ikinci, üçüncü ve dördüncü parmak tırnak-larında görülmekte olup baĢparmak tırnağında görülmesi beklenmez. Distal bantlar proksimaldekilere göre daha geniĢ olma eğilimindedir. Kronik hipoalbuminemisi olan hastalarda daha sık görülmekte ve se-rum albumin düzeyi normale döndüğü zaman kaybolmaktadır. Hipoalbu-minemi dıĢında, kemoterapi alan hastalarda ve travma sonrası da ortaya çıkabilmektedir (55). DERĠNĠN BAKTERĠYEL ĠNFEKSĠYONLARI 1 Uzm. Dr. Zekayi KUTLUBAY , Uzm. Dr. Özer PEHLĠVAN 2 ÖZET Doğada binlerce çeĢit bakteri bulunmakta ve bunların bir kısmı patojenik olup insanlarda çeĢitli hastalıklara neden olabilmektedir. Ġnsan vücudunda özellikle derimiz üzerinde birçok bakteri türü bulunmaktadır. Bunların bir kısmı zararsız bakteri florasını oluĢtururken bir kısmı da patojeniktir ve sağlığımıza zarar verebilir. Özellikle deri bütünlüğünün bozulduğu veya bu patojen bakterilerin üremesi için uygun ortamların oluĢtuğu durumlarda, patojen bakteriler deri infeksiyonlarına hatta diğer organlara yayılarak hayati komplikasyonlara yol açabilirler. Bakterilere bağlı deri infeksiyonları bakteri türü sayısıyla doğru orantılı olarak klinikte çok sayıda ve çeĢitte deri infeksiyonuyla karĢımıza çıkabilmektedir. Fakat biz bu makalemizde sık rastlanılan belli baĢlı bakteriyel deri infeksiyonlarını ele alıp yazmayı uygun gördük. Anahtar Kelimeler: Bakteriyel deri infeksiyonu, Bakteriler. GĠRĠġ Deri insan vücudunun en büyük yüz ölçümüne ve birçok fonksiyona sahip organıdır. Bu fonksiyonların en önemlilerinden birisi de vücudu-muzla dıĢ dünya arasında bariyer görevi görmesidir. Böylelikle çevre-mizde bulunan bakteri gibi birçok tehlikeli mikroorginazmanın vücudu-muza girmesine ve hastalık oluĢturmasına mani olur. Deri bütünlüğünün ciddi olarak bozulduğu yanık, travma veya bazı deri hastalıklarında çevrede bulunan patojen bakteriler vücudumuza girerek sepsise ve tedavi edilemezse ölüme yol açabilirler. Bu nedenle deri olmazsa olmaz hayati bir organımızdır. Ġnsan derisinin florasında çok sayıda zararsız bakteri bulunmakta olup derimizde ve deri eklerinde aĢırı çoğalmaları sonucu minör hastalıklara neden olabilmektedir. Bununla birlikte deri florasında bulunmayıp çevremizde bulunan bazı patojen bakteriler ciddi hastalıklara yol açabilirler. Kıl köklerinin florasında normal yerleĢim gösteren bakterilerden birisi Propionibacterium türleri ve aerobik koklardır. Normalde ter bezlerinde flora bakterileri bulunmaz. Deri florasında koagülaz negatif stafilokok türleri ve mikrokoklar gibi Gram pozitif kokların yanında Corynebacte-rium türleri gibi Gram pozitif çomaklar ve Acinetobacter türleri gibi Gram negatif bakteriler bulunur. Normal deri florasının önemli fonksiyonlarından birisi deriden serbest yağ asidi salınımını artırarak diğer patojen bakte-rilerin üremesini ve infeksiyona yol açmasını engellemesidir. Deri florası yaĢ, cinsiyet ve ırkla değiĢim gösterebilir. Burun kanatları, aksilla, perine, göbek deliği, ayak parmak araları gibi vücut alanlarında flora bakterileri daha fazla çeĢit ve sıklıkta yerleĢim gösterirler [1, 2]. Staphylococcus aureus koagülaz negatif stafilokoklardandır ve sağ-lıklı kiĢilerin deri florasında bulunmazlar, ancak sıklık sırasına göre burun kanatları (%35), perine (%20), aksilla (%5-10) ve ayak parmak araları (%5-10) gibi yerlerde değiĢen oranlarda taĢıyıcı patojen bakteri olarak bulunmaktadır. Staphylococcus aureus, derinin en önemli patojen bakte-rilerinden olup basit deri infeksiyonundan ölümle sonuçlanabilecek çok ciddi infeksiyonlara kadar geniĢ yelpazede klinik tablolara yol açabilirler. Staphylococcus epidermidis, normal deri florasında bulunan ve minör deri infeksiyonlarına yol açabilen koagülaz negatif stafilokok grubunun önde gelen bakterilerindendir. Staphylococcus aureus‟un neden olduğu infeksiyonlar: Ġmpetigo, ektima, folikülit, furonkül, karbonkül, sikozis, nadiren selülit, ekzema ve ülserler üzerinden geliĢen sekonder infeksiyonlardır. Ayrıca toksinleriyle haĢlanmıĢ deri sendromu, toksik Ģok sendromu ve kızıl benzeri döküntü-lere yol açabilirler. Streptokoklar da önemli ve sık deri infeksiyonlarına yol açan patojen bakterilerdir. Özellikle A grubu Beta hemolitik streptokoklar (S. pyogenes) bu infeksiyonlarda baĢ rol oynar. Streptococcus pyogenes’in neden olduğu infeksiyonlar: Ġmpetigo, ektima, erizipel, selülit, perianal infeksiyonlar, vulvovajinit, büllöz distal daktilit, nekrotizan fasiit, kızıl, toksik Ģok benzeri sendrom [1, 2]. Ġmpetigo Derinin yüzeyel bulaĢıcı infeksiyonudur. Büllöz ve büllöz olmayan iki ana klinik formu bulunur. Büllöz impetigoya genellikle Staphylococcus aureus neden olur, bununla birlikte nadiren streptokokların da neden olabildiği rapor edilmiĢtir. Büllöz olmayan formuna Staphylococcus aureus, streptokoklar (özellikle grup A) neden olur [1, 2, 3]. Klinik olarak büllöz olmayan impetigo, impetigoların %70‟den fazla kısmını oluĢturur. Eritemli zemin üzerinde çok ince duvarlı vezikül olarak baĢlar ve çok hızlı rüptüre olur, bu yüzden çoğu zaman vezikül görüleme-yebilir. Rüptüre olan lezyonda serum kurur ve sarı yeĢil renkli kabuklanma oluĢur. Zamanla bu kabuklanma, eritem ve iz bırakmadan kaybolur. Streptokokların neden olduğu lezyonlarda bu kabuklanmalar daha belir-gindir. ġiddetli olgularda bölgesel lenfadenit ve ateĢ gibi semptom ve bulgular da eĢlik edebilir. Özellikle ağız ve burun çevresi olmak üzere yüz ve ekstremiteler en sık tutulan alanlardır [1, 4]. Büllöz impetigoda büller daha büyüktür ve daha yavaĢ rüptüre olurlar. Büller, stratum granülosum tabakasının tam aĢağı kısmında epidermisten ayrılarak oluĢur. BaĢlangıçta berrak olan sıvı zamanla nötrofil ve lenfosit birikimine bağlı bulanıklaĢır. Staphylococcus aureus , bül sıvısından alınan örneklerde genellikle izole edilir. Büller 2-3 gün içinde kendiliğinden rüptüre olurlar ve gerisinde ince kahverengimsi kabuklanmalar bırakır. Lezyonlar sıklıkla yüzde yerleĢmekle birlikte vücudun herhangi bir yerinde de oluĢabilir [5]. Tedavide hafif ve orta Ģiddetli lokalize vakalarda yerel mupirosin ve fusidik asit her iki bakteri grubuna da etkili olup tedavi için yeterlidir. Yaygın, Ģiddetli olgularda penisilin, tetrasiklin veya kinolon grubu antibiyotiklerin sistemik olarak eklenmesi gerekebilir [1, 2]. Ektima Altındaki ülserasyona yapıĢık kabuklanmanın olduğu derinin piyojenik infeksiyonudur. Genellikle ihmal edilmiĢ impetigo zemininde geliĢir. Ġmpetigoda olduğu gibi etkenler Staphylococcus aureus ve Streptokok pyogenes ‟dir. Lezyonlar en sık alt ekstremitelerde yerleĢim gösterirler. Zemininde eritemli indürasyon zamanla ülserleĢir ve üzerinde tabana sıkıca yapıĢık kabuklar meydana getirirler. Bu lezyonlar birkaç hafta içinde sikatris bırakarak iyileĢirler. Tedavi impetigoyla aynıdır [2, 6]. Selülit ve Erizipel Selülit, subkutan yumuĢak dokuda bakteriyel infeksiyon sonucu olu-Ģan inflamasyondur. Erizipel, subkutan dokunun üst kısımlarını ve derinin dermal tabakasını tutar. Erizipel, eritemin ve inflamasyonun daha belirgin gözlemlendiği bir klinik tablodur. Bununla birlikte her iki tablo birçok vakada iç içe geçebilmektedir. Bu nedenle ikisi arasında kesin ayırım yapabilmek bazen imkansızdır ve gereği de yoktur. Her iki klinik tablonun etkeni sıklıkla A grubu streptokoklardır. Selülitlerde nadiren Staphylo-coccus aureus neden olabilmekte, erizipel de ise Staphylococcus aureus ‟lar çok daha nadir etkendirler. Erizipel geliĢmiĢ ülkelerde yüz bölgesinde daha sık karĢımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte ufak çocukların yüz bölgesinde görülen erizipel olgularında H. influenza önemli bir etkendir. Eritem, ĢiĢlik, bölgesel ısı artıĢı, ağrı, hassasiyet hemen hemen her lezyonda görülen ortak klinik özelliklerdir. Erizipelde etkilenmiĢ alanın üzerinde büllöz lezyonların eĢlik etmesi yaygın bir tablodur. Hatta bu büller bazen hemorajik de olabilirler. ġiddetli selülit olgularında büller ve dermal nekroz geliĢebilir. Nadiren fasiit ve miyozite ilerleyebilir. Lenfanjit ve lenfadenit sıktır. Bacaklar en sık yerleĢim alanlarıdır. Ayak parmak aralarındaki mantar ve bakteriyel infeksiyonlar bu klinik tablonun oluĢmasında sorumlu bakterilerin baĢlıca giriĢ kapısını oluĢturmaktadır. Çocukluk çağı yüz bölgesindeki selülitler çoğunlukla H. influenza ya bağlıdır, genellikle tek taraflı tutulum ve beraberinde eĢlik eden otitis media infeksiyonu bulunmaktadır [7, 8]. Göz çevresi selülitleri genellikle bir travmayı takip eder ve etken genellikle streptokoklar olup nadiren stafilokoklar da iĢe karıĢabilir. Göz çevresi selülitlerini takiben kavernöz sinüz trombozu, orbital ve serebral abseler, menenjit geliĢebilmektedir. Tekrarlayıcı infeksiyonlar sonucu çevre dokuda lenfatik hasara bu da infeksiyonun kronikleĢmesine ve lenfödeme yol açabilmektedir. Venöz yetmezlik de sıklıkla tekrarlayıcı bacak selülitine ve erizipeline neden olabilmektedir. Mastektomi gibi aksiller lenf düğümü diseksiyonları da üst ekstremitelerde selülit ve erizipele yol açabilmektedir. Kronik bası yaraları, böcek ısırıkları, açık yaralar selülit ve erizipelin oluĢmasında kolaylaĢtırıcı faktörlerdir. Tedavi edilmediklerinde bu tablo fasiit, miyozit, subkutan abse, gangrene ilerleyebilir, hatta sepsise yol açarak ölümle sonuçlanabilir. Hafif olgularda ağız yoluyla verilen penisilinler genellikle tedavi için yeterli olup alternatif olarak makrolid grubu antibiyotikler de baĢlanabilir. ġiddetli olgularda en az 10 gün kas içi veya damar içi penisilinler baĢlamak gerekir. Antikoagülan tedavi olaya tromboflebitin eĢlik ettiği olgularda eklenebilir [1, 8]. Akut Lenfanjit Subkutan lenfatik kanalların infeksiyonu sonucu oluĢan klinik tablodur. En sık neden Grup A streptokoklardır. Bazen Staphylococcus aureus da neden olabilmektedir. Bakterilerin giriĢ alanı çoğunlukla ekstremi-telerdeki yaralardır. Klinik olarak ekstremite üzerinde yerleĢim gösteren kırmızı, hassas, ağrılı lineer tarzda uzanan lezyonlardır. Beraberinde sistemik semptomlar da eĢlik edebilir. Tedavi için etkene yönelik uygun sistemik antibiyotikler verilmelidir [2]. Furonkül Staphylococcus aureus ‟un neden olduğu özellikle vellüs tipi kıl kökle-rinin akut infeksiyonudur. Furonküller ilk olarak küçük foliküler, inflamatuar nodül olarak baĢlar ve kısa zaman içinde püstüler lezyonlara ve sonra-sında da nekrotik lezyona dönüĢür. Lezyonlarda ağrı ve hassasiyet eĢlik edebilir. Bazen ateĢ ve sistemik semptomlar da eĢlik edebilir. Lezyonlar tek olabileceği gibi multipl yerleĢimli de olabilirler. Furonküllerin en yaygın yerleĢim yerleri yüz, boyun, kollar, kalça ve anogenital bölgelerdir. Üst dudak ve yanak bölgesi yerleĢimli lezyonlarda nadir ve tehlikeli bir komplikasyon olan kavernöz sinüs trombüsü geliĢebilir. Tekrarlayıcı furonkül lezyonlarda altta yatabilecek diabetes mellitus, immünsüp-resyon, malnütrüsyon gibi durumlar sorgulanmalı ve S.aureus için nazal ve perianal bölge taĢıyıcılığını azaltmak için uygun antibiyotik kremler verilmelidir. Furonküllerin tedavisinde yerel antibiyotikler ile birlikte sistemik penisilinaz dirençli antibiyotikler veya kinolon grubu antibiyotikler uygun tedavi seçenekleridir [1, 2, 9]. Karbonkül Birden fazla kıl folikül grubunun S. aureus ‟lar tarafından oluĢturulan derin yerleĢimli infeksiyonudur. Ġnflamasyon çevre doku, konnektif doku ve subkutan yağ dokusununa kadar yayılabilir. Karbonküller özellikle orta veya yaĢlı erkeklerde daha sık görülmektedir. Karbonkül lezyonları baĢ-langıç evresinde ağrılı, hassas, sert, kırmızı bir ĢiĢlik Ģeklindedir. Birkaç gün içinde lezyon büyüyerek 3-10 cm boyutlarına ulaĢabilir. Multipl folikül deliklerinden püy boĢalabilir. Lezyonlar çoğunlukla ense, omuz, kalça, kasık gibi bölgelerde yerleĢirler. Genelikle tekli yerleĢim göstermekle birlikte multipl lezyonlar da görülebilir. AteĢ, halsizlik, yorgunluk gibi sistemik komplikasyonlar beraberinde eĢlik edebilir. Özellikle hastanın genel durumu bozuk ya da karbonkül lezyonu büyükse septisemi gibi daha ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Tedavi furonküllerle aynıdır. Fakat furonküllerden daha ciddi komplikasyonlara yol açabildiğinden yakından takip edilmelidir [1, 9]. Folikülit Kıl foliküllerinin yüzeyel subakut veya kronik infeksiyonudur. Etken S.aureus ‟lardır. Bununla birlikte mantarlar (dermatofitler, pityrosporum, kandida), Herpes simpleks virüsü , Pseudomonas aeruginosa , Gram negatif bakteriler, demodeks akarı da folikülite neden olabilmektedir. Sık karĢılaĢılan lezyonlardır. Yüzeyel infeksiyonlar olduklarından genellik-le ciddi sorunlara yol açmadan ve sikatris bırakmadan iyileĢirler. Nadiren daha derine yayılarak furonkül ve sikozise yol açabilirler. Lezyonlar küçük toplu iğne baĢı büyüklüğünde püstül veya foliküler papüller olarak karĢımıza çıkarlar. Ayırıcı tanıda miliaria, akne vulgaris, akneiform erüpsü-yonlar, akne rozasea, eozinofilik folikülit, papülopüstüler erüpsiyonlar ve pseudofolikülit vardır. Çocukluk çağında ve özellikle de saçlı deride sık görülür. EriĢkinlerde ise sakal bölgesi, aksilla, kalçalar ve ekstre-miteler sık yerleĢim alanlarını oluĢturur. Tedavide hafif olgularda yerel temizleyici veya antiseptikler yeterli olurken orta ve Ģiddetli olgularda ise yerel veya sistemik antibiyotikler uygulanmalıdır. Günlük %6.25‟lik alümin-yum klorid uygulamasının kronik folikülit olgularda oldukça etkili olduğu bildirilmiĢtir [1, 2]. Sikozis Kıl folikülinün tam kat derinliğinde oluĢan subakut ya da kronik piyo-jenik infeksiyonudur. Etken S. aureus ‟tur. Sikozis sadece ergenlik sonrası erkeklerde görülür ve yaygın olarak sakal kıllarını tutar. Bu tabloya ”Sikozis barbae” denir. Çoğu hastanın cildi yağlı ve seboreik yapıdadır. BaĢlangıç lezyonu merkezinde bir kılın olduğu ödematöz kırmızı foliküler papül veya püstül Ģeklindedir. Kıl folikülünün hasarına bağlı sikatris oluĢabilir. Ayırıcı tanıda psödofolikülitler ve mantarlara bağlı geliĢen mikotik sikozisler yer alır. Tedavide serum fizyolojikle ılık ıslak pansuman ve beraberinde yerel mupirosin, klindamisin kremler yeterli olur. Tedaviye dirençli olgularda ise sistemik antibiyotikler eklenmelidir [1, 2]. ParoniĢya Elleri sürekli mekanik travmaya maruz kalan veya kronik su temasına bağlı olarak proksimal ve lateral tırnak kıvrımlarının infeksiyöz hastalı-ğıdır. Akut paroniĢilerde etken sıklıkla S.aureus iken kronik paroniĢilerde etken sıklıkla kandidalardır. Akut paroniĢilerde uygun yerel antibiyotikler ve altta yatan nedenin ortadan kaldırılmasıyla tedavi mümkündür [10]. Felon (Dolama) Parmak pulpasını tutan S.aureus veya Herpes simpleks virüsüne bağlı olarak geliĢebilen pürülan bir infeksiyondur. S.aureus‟un giriĢ yeri genel-likle akut paroniĢiyi takiben veya travmaya maruz kalmıĢ alanlardır. Lez-yon genellikle ağrılı ve hassasdır. Stafilokokkal felonda tedavi; absenin cerrahi drenajı ve beraberinde uygun yerel ve sistemik antibiyotik teda-vinin baĢlanmasıdır [2, 10]. Perianal Streptokokkal Ġnfeksiyon Genellikle 1-10 yaĢ çocukların perine bölgesini tutan Grup A strepto-koklara bağlı geliĢen yüzeyel bir infeksiyondur. Etkilenen alanlarda eritem, ödem, fissür geliĢebilir. Defekasyon ağrılı olabilir. AteĢ ve diğer sistemik semptomlar beraberinde pek görülmez. Tedavide yerel mupirosin, eritro-misin kremler ve oral penisilinler yeterlidir [1, 10, 11]. Büllü Distal Daktilit Sıklıkla eriĢkin ve çocukların el veya ayak parmaklarının uç kısmında geliĢen ve içinde seropürülan sıvının olduğu gergin bül oluĢumuyla karak-terize bir infeksiyondur. Büyük çoğunluğu grup A streptokoklara bağlı geliĢen bir infeksiyondur. Fakat bazen Grup B streptokoklar da neden olabilir. Tedavide oral penisilinler genellikle yeterlidir [1, 12]. Streptokokkal Ġntertrigo Genellikle aksilla, perine, kasıklar, ayak parmak araları gibi kapalı alanlarda mekanik nedenlerin hazırlayıcı rol oynadığı Grup A strepto-kokların neden olduğu yüzeyel infeksiyonlardır. Tedavide uygun yerel ve sistemik antibiyotikler ve mekanik faktörlerin ortadan kaldırılmasıyla iyileĢme sağlanabilmektedir [2,13]. Eritrazma Daha çok vücudun kıvrım yerlerinde yerleĢen “Corynebacterium minu-tissimum ” adlı bakterinin neden olduğu kronik yüzeyel bir infeksiyondur. Sıcak ve nemli hava, infeksiyon geliĢimini kolaylaĢtırır. Her yaĢta görülmekle beraber eriĢkinlerde daha sıktır. Sıklık sırasına göre; ayak parmak araları, meme altları, kasıklar ve koltuk altları baĢlıca tutulan alanlardır. Lezyonlar keskin kenarlı, düzensiz kırmızı-kahverengi yama Ģeklinde lezyonlar olup genellikle asemptomatiktirler. Fakat bazen irritasyon, kaĢıntı, maserasyon geliĢebilir. Lezyonlara Wood ıĢığı altında bakılınca mercan kırmızısı röfle verir. Tedavide azol grubu yerel antifungaller, eritromisinli, fusidik asidli kremler ve oral eritromisin ve tetrasiklinler etkilidir [1, 2, 14]. Trikomikozis Aksillaris Aksiller ve pubik bölge kıllarının Ģaftını tutan sarı, siyah veya kırmızı renkli 1-2 mm ebatında granüler nodüler lezyonlarla karakterize yüzeyel bakteriyel infeksiyondur. En sık aerobik Corynebacterium kolonileri neden olur. Hiperhidroz ve kötü hijyen bu tablonun oluĢmasına katkı sağlar. Lezyonlar genellikle asemptomatiktir. KiĢi çoğu zaman farkında bile olmayabilir. Tedavide aksilla ve koltuk altı kıllarının kesilip temizlenmesi ve beraberinde yerel klindamisin, eritromisin, benzoil peroksit, antiperspi-rantların verilmesi yeterlidir [2, 15]. Plantar Keratolizis (Pitted Keratolizis) Ayak tabanlarında yerleĢim gösteren sirküler erozyonlarla karakterize yüzeyel bir bakteri infeksiyonudur. Etken çoğunlukla Corynebacteriumlar ‟dır. Actinomyces keratolytica , Streptomyces türleri de neden olabil-mektedir. Plantar bölge ve ayak parmakları fleksör yüzde çok sayıda ufak, zımba deliği, bal peteği görünümünde erozyonlar oluĢur. Hastaların çoğu asemptomatik olmakla beraber hiperhidroz ve kötü koku eĢlik eder. Tedavide antiperspiranlar, fusidik asid, eritromisin, klindamisin, benzoil peroksit, azol grubu antifungaller etkilidir [10, 16, 17]. Pseudomonas Aeruginosa Ġnfeksiyonları Pseudomonas aeruginosa aerop, Gram negatif, çomak Ģeklinde bir bakteridir. Daha çok nemli ortamlarda üreme eğilimi gösterirler. Pseu-domonas doğada sularda, toprakta yaygın olarak bulunur. Anogenital bölge, aksiller bölge ve dıĢ kulak yolunda deri florasının geçici bir elemanı olarak bulunmaktadır. Yanık alanları, ülsere yaralar gibi nemli alanlar bu bakterinin üremesi için uygun ortam oluĢtururlar. Uzun süre antibiyotik kullanan hastalar ve bağıĢık sistemi yetmezliği olan kiĢilerde bu bakteriye bağlı sistemik infeksiyonlara sık rastlanmaktadır. Özellikle Gram pozitif bakterilere karĢı uygulanan antibiyotikler Pseudomonas infeksiyonuna zemin hazırlar. Hastane ortamı da bu bakterinin kontaminasyonu için uygun ortamı oluĢturmaktadır [1, 2, 18]. Pseudomonas aeruginosa yeĢil, mavi, siyah renkli pigmentler üretebil-diklerinden infeksiyon alanlarında bu renkleri görebilmek mümkündür. Bunun en iyi örneği P.aeruginosa infeksiyonu sonucu tırnaklarda oluĢan “YeĢil tırnak sendromu”dur [2, 19]. Ayak parmak aralarında dermatofitlerin yahut Gram pozitif bakterilerin inhibisyonuna bağlı olarak geliĢen Pseudomonas aeruginosa infeksiyonu, “Tropikal immersiyon ayağı” olarak da isimlendirilir. Ayak parmak arala-rında açık yeĢil renkli ciddi maserasyon hatta ülserasyon görülebilir. Gram negatif folikülit, yüzme havuzlarını kullanan kiĢilerin vücudunda oluĢabilen maküler, papüler ya da püstüler lezyonlarla karakterize bir klinik tablodur. Vücudun herhangi bir bölgesinde görülmekle beraber en sık mayo bölgesinde ortaya çıkar ve 1-2 hafta içinde kendiliğinden iyileĢir [1, 10, 20]. Ektima gangrenozum denilen klinik tablo da P. aeruginosa infeksiyonu sonucu oluĢur. BaĢlangıçta deride eritematöz veya purpurik makül Ģeklinde baĢlar ve hızla rüptüre olan hemorajik büle dönüĢür ve çevresi eritemli nekrotik gri-siyah eskara dönüĢür. Pseudomonas aeruginosa ya direkt temas ya da kan yoluyla sistemik olarak bulaĢır. Ektima gangre-nozum genellikle genel durumu bozuk, bağıĢıklık sistemi baskılanmıĢ kiĢilerde oluĢur [10, 21]. Malign eksternal otit, diyabetik yahut nötropenik hastalarda Pseudo-monas infeksiyonu sonucu meydana gelen Ģiddetli nekrotik dıĢ kulak yolu infeksiyonudur [1, 22]. Tedavide, yüzeyel deri ve parmak arasının yerel infeksiyonlarında ortamın kuru tutulması önemlidir. Bununla birlikte potasyum perman-ganat, asetik asid, gümüĢ sülfadiazin ve gümüĢ nitrat kremler uygulanabilir. ġiddetli infeksiyonlarda, yapılan antibiyogram sonucuna göre sipro-floksasin, gentamisin, piperasilin, seftazidim, amikasin gibi antibiyotikler sistemik olarak baĢlanmalıdır [2, 10]. ġarbon Bacillus anthracis adlı aerobik, kapsüllü Gram pozitif çomak bir bakterinin yapmıĢ olduğu bir infeksiyondur. Doğada evcil veya vahĢi hayvanların çoğunda bu bakteri bulunup infeksiyona yol açabilmektedir. Özellikle hayvancılıkla uğraĢan insanlara bu bakteri bulaĢabilmektedir. Akut deri lezyonu “Malign püstül” olarak isimlendirilir. Bacillus sporunun deriye giriĢ yerinde ağrısız bir papül geliĢir. Papülde ödem ve vezikül meydana gelir. Vezikül hemorajik ve nekrotik hale gelir. Çevresinde de uydu küçük papül ve veziküller meydana gelir. Ağrısız eskar ve kırmızı renk değiĢikliği daha belirgin bir hal alır. 1-2 hafta içinde ise eskar geriler. Bölgesel lenf düğümleri büyür ve hassaslaĢır. Tedavide sistemik penisilin, doksisiklin, siprofiloksasin etkilidir [1, 23]. Erizipeloid “Erysipelothrix rhusiopathia ” denilen Gram pozitif bir basilin neden olduğu akut deri infeksiyonudur. Genellikle balıkçı, kasap gibi çiğ balık ve etlerle sık teması olan kiĢilerde görülür. Deri bütünlüğünün bozulduğu alanlardan bakterinin girmesi sonucu infeksiyon oluĢur. Özellikle el sırtla-rında keskin sınırlı mor-kırmızı renkli, ağrılı, hassas ödematöz plak Ģek-linde geliĢir, zamanla bölgesel lenfadenit, lenfanjit ve halsizlik, ateĢ gibi semptomlar da geliĢebilir. Lezyon çevreye doğru geniĢledikçe orta kısım solar. Tedavide 7-10 gün sistemik penisilin, alternatif olarak da siproflok-sasin, eritromisin verilebilir [24]. Kedi Tırmığı Hastalığı Kedi tırmalaması veya ısırığı sonrasında geliĢen bir infeksiyondur. Etken Gram negatif bir basil olan “Bartonella henselea ”dır. Klinik olarak primer inokülasyon yerinde papül ve bunun periferinde lenfedenopati oluĢur. Papül zamanla veziküllü krutlu evreye geçer ve ülsere olabilir. Bazen ateĢ gibi sistemik semptomlar eĢlik edebilir. Lenfadenopati baĢ-langıç papülünden birkaç hafta sonra oluĢur ve bütün vakalarda gözle-nebilir. Nodül sert ve hassastır. Hastalık genellikle kendini sınırlayıp tedavisiz gerileyebilse de nadiren ciddi sistemik komplikasyonlara yol açabilir. Tedavide sistemik makrolid antibiyotikler, tetrasiklinler ve sefalosporinler verilebilir [2, 10, 25]. Basiller Anjiyomatozis HIV pozitif ve bağıĢıklık sistemi baskılanmıĢ kiĢilerde görülen bir infek-siyondur. Etken “Bartonelle henselea” veya “Bartonella quintana” olup kedilerden bulaĢır. Ġnfeksiyon alanında piyojenik granülom benzeri lezyonların oluĢması, subkutan nodüller ve hiperpigmente plakların oluĢ-ması karakteristik özelliğidir. Beraberinde yerel lenfadenopati ve ateĢin eĢlik etmesi yaygındır. Tedavide sistemik eritromisinler, doksisiklin etkilidir.