Dünya Yeni Bir Döneme Girerken: Türkiye Ekonomisi ve Olası Politik Sonuçlar - I Gazete ve TV’lerin ekonomi haberlerini izleyenler, son iki ayda doların ve faizlerin hızla yükselişe geçtiğini, ekonomide belirsizliğin fazlasıyla arttığını, bu dönüşümün Amerikan Merkez Bankası (FED) Başkanı Bernanke’nin Haziran ayında yaptığı açıklamayla başladığını biliyordur. Yorumcular, bol ve ucuz döviz önemin bittiğini, yeni bir dönemin başladığını, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu GOP’lar (“gelişmekte olan piyasalar”) için “partinin bittiğini” yazdı. Ne oluyor? Olay nedir? İki bölümden oluşan bu yazı dizisinde, az çok herkesin bölük pörçük de olsa farkında olduğu bu dönüşümü ve “partinin bitmesi”nin Türkiye için ne anlama geldiğini ele almaya çalışacağım. Gelişmeler çok önemli olduğu, gerçekten de yeni bir dönemin başladığı anlamına geldiği için, yazıyı rakam ve tablolara boğmak istemiyorum. Şöyle bir sıra izlemeyi düşünüyorum: “Dünyada yeni bir finansal konjonktür başladı” derken neyi kast ediyoruz? Yani, biraz arka plan bilgisi vermeyi düşünüyorum. Sonra Mayıs’ta başlayan bu dönüşümden önce, Türkiye’de örtük olarak izlenen seçim ekonomisini, dolayısıyla faiz politikası ve büyümeye ilişkin göstergelerin ne durumda olduğunu ele almak istiyorum. İkinci bölümde ise, 22 Mayıs’ta Bernanke’nin piyasaları şok edici açıklamasıyla birlikte, Türkiye’de nelerin değiştiğini tartışacağım. Son olarak, bu yeni dönemde Türkiye ekonomi yönetiminin izlemeye mecbur kalacağı ekonomi politikasının, en az iki seçimin yapılacağı 2014’te AKP iktidarını nasıl etkileyeceğini irdelemek istiyorum. BİRAZ ARKA PLAN Yoğun Sıcak Para Girişi ve Türkiye’nin 2009 Küresel Krizini Nispeten Hafif Atlatması Gerçekte Türkiye’nin AKP iktidarı döneminde (küresel kriz yılı olan 2009 hariç) yakaladığı yüksek büyüme hızları, özel bir konjonktürün sonucuydu. Dünyada bol miktarda ve ucuz (düşük faizli) döviz likiditesi vardı. Merkez Bankası (MB) dövizi ucuz, faizleri ise nispeten yüksek tutarak, Türkiye’ye çeşitli biçimler altında (doğduran yatırımlar, yurtdışından borçlanma, portföy yatırımları) yabancı sermaye çekti. Büyümenin finansmanı böyle sağlandı. Ardından 2009 yılında dünyaya yayılan küresel kriz Türkiye’yi de etkisi altına aldı. Fakat 2009’daki çok sert ekonomik daralma dışında, Türkiye krizin etkilerini nispeten çabuk atlattı. Bunu neye borçluydu? Elbette birçok etken var. Ancak en önemlilerinden biri şuydu: ABD, AB ülkeleri gibi merkez kapitalist ülkelerin krize tepkisi, gelir dağılımını düzeltmek yönünde olmadı elbette. Önce zor durumdaki bankaları kurtardılar. Sonra ABD, ekonomisini tekrar canlandırmak için “parasal genişleme” denilen bir politika izlemeye başladı. Parasal genişleme, aslında FED’in, bilançoları kötü durumdaki Amerikan bankalarından tahvil alması ve karşılığında para vermesiydi. 2009-2010 döneminde FED, tam 1,5 trilyon dolar “yeni para basarak” bankalara verdi. Pek çok eleştirel iktisatçının öngördüğü gibi, bu muazzam para Amerikan ekonomisinde yatırım amaçlı kullanılmadı. Çünkü halkın gelir düzeyi hâlâ çok düşüktü ve bankalar şirketlere kredi açmaktan kaçınıyordu. Peki, nereye gitti? Bizim gibi ülkelere, yani GOP’lara. Böylece 2010-2011 döneminde Türkiye şaşırtıcı ölçüde hızlı büyüme oranları yakaladı. Elbette bu büyüme, önemli ölçüde ucuz emek üzerine yükseldi ve dolayısıyla Türkiye’de gelir dağılımı hiç olmadığı kadar bozuldu. Bu konuyu bir önceki yazımda ayrıntılı şekilde ele almıştım.1 90’larda Savaş Ekonomisi’nin sonucu olarak kamunun iç borcu çok yüksekti. Şimdi özel sektörün dış borcu çok yükseldi. Ülkeye giren ucuz maliyetli ve yüksek miktardaki “sıcak para”2 şu sonuçları doğurdu. Döviz bol olduğu için, döviz kuru az çok sabit tutulabiliyordu. Böylelikle reel kesim şirketleri ve bankalar, kur riskine (örneğin dolarda ani bir yükselişe) maruz kalmadan yurtdışından bol bol borçlanabildi. Bu krediler, ülke içi yatırım ve tüketimin finansmanında kullanıldı. İç talep ise, yurtdışından sağlanan döviz kredileri faizleri çok düşük olduğundan, bankaların, adeta “ortalığı saçtığı” düşük faizli tüketici kredileri ve kredi kartları 1 Bkz. http://bgst.org/ulke-gundem/turkiye-ekonomisi-durgunluga-suruklenirken-ekonomide-buyuyememesorunu Yani, yabancıların hazine bonosu ve tahvil gibi devlet iç borçlanma senetlerine [DİBS] ve borsaya yatırım için kullandığı, ülkeye hızlı giriş çıkış yapan döviz. 2 sayesinde uyarıldı. Uzun sözün kısası, iç talep hanehalklarının yüksek oranda borçlandırılmasıyla harekete geçirildi. İç talebin bu şekilde canlandırılabilmesinin konjonktürel bir nedeni daha vardı: Ülkeye bol miktarda döviz girdiği için, döviz kıtlığı hiçbir zaman oluşmadı; böylece, normal koşullarda büyük bir risk oluşturabilecek olan cari açık rahatlıkla finanse edilebildi. Öte yandan, sıcak parayı çekebilmek için ülke içi faiz oranlarını fazla yükseltmeye gerek kalmadı: Zaten oluk oluk para akıyordu ve çok daha güvenilir, alternatif bir yatırım aracı olan 10 yıllık ABD hazinesi tahvillerinin faizi % 0-0,5 civarındaydı. Yani hiçbir cazibesi yoktu. Sonuçta, 2009 küresel krizi patladığında Türkiye’nin halihazırda bazı avantajları vardı: Bütçe ve kamu açıkları düşüktü ve bankacılık sisteminin krizden fazla etkilenmemişti. Fakat bu “gerekli koşulların” yanına dünyadaki başlıca merkeze bankalarının deli gibi para basmasının da eklenmesi gerekiyordu. Çünkü Türkiye, büyümesini ancak yabancı kaynaklarla finanse edebilen bir ülkedir. 2011’deki Dev Cari Açık ve Ekonomiyi “Soğutma” Dönemi Böylece 2011 yılının sonuna geldik. O yıl Türkiye rekor düzeyde (GSYH’nın % 10’u kadar) cari açık verince, Türkiye’ye “one minute” dendi. “Kardeşim, böyle devam edemezsin!” Bunun üzerine, önceki yazılarımda ele aldığım gibi3, iç talebi kısma ve ekonomiyi “soğutma” kararı alındı. Faiz hadleri ve tabii ki tüketici kredileri faizleri yükseltildi. 2011’in son dönemi ve 2012’nin ilk yarısı böyle geçirildi. İstenen amaca da ulaşılmıştı: Hâlâ yüksek olsa da, cari açık GSYH’nın yüzde 6’sına indirilebilmişti. Fakat küçük bir yan tesiri olmuştu bu yüksek faiz politikasının: Galiba ekonomi haddinden fazla küçülüyordu; bunun, AKP açısından ciddi politik riskleri vardı.4 Öyleyse ne yapmak lazımdı? Uluslararası piyasalarda zaten bir “başarı hikâyesi” olarak algılanan Türkiye ekonomisi, cari açık düzeyini “çok tehlikeli” bölgenin altına düşürdüğüne göre, tekrar faiz oranlarını aşağıya çekmeye başlayabilir ve yüksek 3 Bkz. http://bgst.org/ulke-gundem/turkiye-ekonomisi-durgunluga-suruklenirken-ekonomide-buyuyememesorunu 4 2012 ortalarına geldiğimizde, % 4’lük resmi büyüme hedefine karşın, veriler büyümenin % 3’ün altında kalabileceğini gösteriyordu. Özellikle de, on yıldır ortalama yaklaşık % 7 büyüme oranına alışan bir ülke için. büyümeye geçebilirdi. Zira rantın “tabana yayılması” politikası izleyen AKP’nin, büyümenin düşük seyrettiği bir konjonktürde gücünü koruması epeyce zordu. “Çok Küçüldük, Artık Büyüme Zamanı”: 2012 Yılı Sonuna Kadar Olan Dönem 2012’nin ikinci yarısından itibaren, MB gecelik faiz limitlerini kademeli şekilde düşürmeye başladı; bunun dolaylı yansıması olarak da tüketici faizleri düşüyordu. Fakat bir sorun vardı. İç talebi uyarmak için –2009 sonrasında olduğu gibi– yine tüketici kredi faizleriyle oynanmıştı. Ancak 2011’e göre kredi faizlerinin epeyce düşürülmüş olmasına ve üstelik kullanılan kredi hacminin de artmış olmasına karşın, ekonomi sert bir durgunluktan kurtarılamadı: “Soğutma” operasyonu, “dondurma”ya dönmüştü; 2012 büyüme hızı sadece % 2,2 oldu. Gerçekte ihracat niteliğinde olmayan “altın ihracatı” düşüldüğünde ise, büyüme % 0’a yaklaşıyordu. Bunun nedeni neydi? Bunun nedeni, Türkiye halkının AKP döneminde daha da yoksullaşmış olmasıydı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 2011 yılında yaptırdığı geniş tabana dayalı bir anket çalışmasına göre, Türkiye genelinde hanehalklarının % 72,3’ü, aylık 1.200 TL’den daha az gelir elde ediyordu. Yoksulluk sınırı olarak kabul edebileceğimiz, ayda 2.500 TL’nin altında gelirle yaşayan hanehalkı oranı ise % 93,4 idi.5 Ankete katılanlar çeşitli kaygılarla gelirlerini düşük göstermiş olabilirdi, fakat diyelim % 10-15’lik bir yanılma payı bile tabloyu fazla değiştirmiyordu. Demek ki “canlı iç talep”, esas olarak orta ve alt-orta sınıfların yoğun olarak tüketici kredisi ve kredi kartı kullanmasıyla gerçekleşiyordu: Tüketici kredisi kullanan hanehalklarının % 63,8’inin aylık geliri 2.000 TL’nin altındayken, kredilerin % 46,5’i yine aylık geliri bu seviyenin altınki hanehalkları tarafından kullanılıyordu. Kısacası, toplumun büyük çoğunluğu, reel gelirleri çok düşük olduğu için, tüketici kredisi ve kredi kartlarıyla borçlanarak tüketmenin sınırına yaklaşıyor gibiydi. 5 Yukarıda linki verilen yazıda şu başlıklı tabloya bakınız: Türkiye’de Hanehalklarının Gelir ve Harcama Düzeyleri ve Yoksulluk – 2011. Faizleri İyice Düşürelim ve Halkı Daha da Fazla Borçlandıralım Ki Büyüyelim, Seçimleri Kazanalım: 2013 Haziran’a Kadar Olan Dönem 2012’de GSYH’nın yalnızda % 2,2 büyümüş olması, haliyle iş dünyasını ve hükümeti rahatsız etti. İşsizlik artıyor, çalışan sınıfların reel geliri göreli olarak azalıyor, reel sektör şirketlerinin kârları düşüyor ve AKP, bir yıl sonra iki veya belki de üç seçime hazırlanıyordu. İşte bu koşullarda, hükümetin MB üzerindeki baskısı arttı. Bu baskının sonucu olarak, 2013’ün başından itibaren MB, bankaların gecelik fon ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için belirlediği faiz limitleri kademeli olarak düşürülmeye başladı. Elbette ilk aşamada amaç, mevduat faizlerini düşürmekti. Böylece, gecelik piyasadan daha düşük faizle para bulabilen bankalar, mevduat toplamak için daha düşük faiz ödeyebileceklerdi. İkinci adımda da, kaynak maliyeti ucuzlayacağı için –iç talebi canlandırmak üzere– tüketici kredi faizlerini ve –yatırımları canlandırmak üzere– ticari kredi6 faizlerini iyice düşürebileceklerdi. - Ekim 2011-2013 Haziran Arası Faiz Oranlarındaki Değişimler: “Negatif” Reel Faiz Dönemi ve Düşen Tüketici Kredi Faizleri Bankalar, tüketici kredilerini finanse edebilmek için çeşitli yollardan borçlanıyor. Mevduat toplamak, yurtdışından kredi almak, bono ihraç ederek piyasadan fon toplamak ve gecelik/haftalık veya aylık olarak diğer bankalardan ve MB’den borçlanmak bunların başlıcaları. Dolayısıyla, MB’nin çok kısa vadeli fonlar için belirlediği en düşük ve üst yüksek faiz oranları ve mevduat faizleri, tüketici kredisi faizlerini önemli ölçüde beliriyor. Burada sözünü edeceğim verilere ilişkin grafikleri, yazının sonundaki EK bölümünde görebilirsiniz. Yazının akıcılığını bozmamak için böyle yaptım. Yine de grafiklere bakmanın görsel bir canlandırma için yararlı olabileceğini düşünüyorum. Ek’teki 1. Grafikte görebileceğiniz gibi, 2011 Ekim-2013 Haziran dönemini kapsayan aralıkta, MB’nin bankaları kısa vadeli fonlama faizleri önemli dalgalanmalar gösterdi. 6 Şirketlere açılan krediler. MB, 2011’de yüksek oranda büyüyüp devasa cari açık veren ekonomiyi “soğutmak” amacıyla, 2011 sonlarından itibaren kısa vadeli fonlama faizini arttırdı. MB, bankalara gecelik/haftalık kaynak sağlama faizlerini, 2011’in son aylarında %7-8’e kadar çıkardı. 2012 yılının ikinci yarısında ise bu kez ekonominin gereğinden fazla “soğutulduğu” gerekçesiyle, kısa vadeli faizleri düşürmeye başladı. Gecelik/haftalık fonlama faizleri Ağustos 2012’de % 7’lerdeyken, kısa süre sonra Aralık’ta % 5,5’ları gördü. Bu faiz oranları, 2012’deki büyüme performansını yukarı çekmeye kâfi gelmeyince, MB, hükümetin baskısıyla, 2013’te de kısa vadeli faizleri düşürmeye devam etti. 2013 MayısHaziran’a geldiğimizde gecelik/haftalık faizler, % 4,5’e kadar düştü. Oysa, aynı dönemde, 12 Aylık ortalamalara göre enflasyon % 7,5’larda seyrediyordu (Bkz. Grafik 4). Bunun üzerine bankalar, mevduat faizlerini düşürmeye başladılar. 2011 son çeyreği ve 2012 ilk iki çeyrekte 3 aya kadar ortalama mevduat faizi % 10’ların biraz üzerindeyken, 1 aya kadar mevduat faizleri % 8,5-9 civarındaydı.7 MB’nin, hem bankaların birbirlerine borç verme hem de bankalara doğrudan likidite sağlama faizlerini düşürmesiyle birlikte, 2012’nin ikinci yarısından başlayarak mevduat faizleri hızla düştü: 2013’ün ilk yarısında nihayet “negatif reel faiz” [enflasyon oranının altında faiz] dönemine geçtik. Bu dönemde enflasyon % 7,5-8 civarındayken, bankaların 3 aya kadar olan vadeli mevduata verdiği ortalama faizi % 7,1’e, 1 aya kadar vadeli mevduata verdiği ortalama faiz ise % 5,8’e kadar düşmüştü. İşte o günlerde MB Başkanı Erdem Başçı çıkıp, “negatif faize alışmamız gerektiğini” söyledi. Böylece zaten büyük tasarruf açığı olan Türkiye’de sırf 2014 seçimleri öncesi ekonomi canlansın diye, âdeta insanlara “paranızı bankalardan çekin” dendi. Bu şekilde başka yatırım aracı bulamayan küçüklü büyüklü tasarruf sahipleri, gayrimenkule yatırım yapacak ve inşaat sektörü canlanacaktı. Gerçekten de öyle oldu. Bununla birlikte, negatif faiz politikası orta vadede sürdürülemezdir, dolayısıyla tehlikelidir. Negatif reel faizin orta vadede sürdürülmesi, öncelikle mevduatların azalmasına yol açar. Bankaların varlık/yükümlülük oranları açısından, toplam mevduat/toplam kredi oranı belirli bir seviyede olmalıdır. Kredilerin temel kaynağını oluşturan mevduat azalınca, bankalar daha riskli bir kaynak sağlama yolu olarak 7 Türkiye’de bankalardaki TL cinsi mevduatın ortalama vadesi 1,5 ay. Bu nedenle, iki göstergeyi, hem 3 aya kadar vadeli mevduata uygulanan ortalama faizi hem de 1 aya kadar vadeli mevduata uygulanan ortalama faizi birden kullanmak, sağlıklı sonuçlar elde edebilmek adına daha doğru olur. yurtdışından borçlanmaya ağırlık verirler. Böylece Türkiye’de tasarruf açığı daha da yükselir; bunu cari açığın yapısal düzeyde artması izler.8 Nitekim dünya finans piyasaları, başlıca merkez bankalarının bol bol para bastığı ve bu paraların Türkiye gibi GOP’lara spekülatif amaçlarla oluk oluk aktığı bir dönemden geçerken, Türk bankaları da pekâlâ yurtdışından borçlanabilirdi; ayrıca ülkeye giren sıcak paranın yarattığı fazladan kaynak oluşumundan da yararlanarak, mevduatta ortaya çıkacak kaynak kaybını telafi edebilirdi. Sonuçta, negatif reel faiz, bankacılık sistemindeki paranın piyasaya çıkmasını kışkırtıyor, aynı anda tüketici kredi faizlerinin fazlasıyla düşmesini sağlayarak tüketimin önünü açıyordu. Böylece, örneğin taşıt kredisi faizleri, yüksek bir büyüme oranının yakalandığı 2011 seviyesinin bile altına geriledi (bkz. Grafik 3): 2011 Ocak’ta yıllık bazda hesaplanan faiz oranı % 10, 44 iken, Temmuz’da % 13,05’e yükseldi; Mayıs 2012’de % 12,38’e geriledi ve MB’nın azimli faiz düşürme-tüketimi kamçılama politikasının sonucunda Haziran 2013’te % 9,78’e kadar düştü. Canlandırılmaya çalışılan inşaat sektörüne finansman sağlayan konut kredisi faiz oranları daha da fazla düştü. Ekonomik canlanmanın dorukta olduğu Ocak 2011’de % 9,54 olan (yıllık bazda) konut kredileri, faizleri yükseltme politikasının sonucunda Kasım 2011’de %14,48’e kadar çıkmıştı. Sonra MB’nin sıkı para politikasını gevşetme adımlarının sonucunda, Aralık 2012’de % 9,9’a indi. Nisan 2013’de ise bir rekor kırarak % 9,03’e düştü. Böylece tüketici kredilerinde kayda değer bir genişleme yaşandı. TL ve döviz cinsinden toplam tüketici kredileri, Aralık-2012’den Temmuz-2013’e kadar % 18,30 oranında bir genişleme gösterdi (tüketici kredilerindeki artışın, ihtiyaç, taşıt, konut ve diğer krediler olarak ayrı ayrı gösterildiği grafik için bkz. Grafik 5). 8 Negatif reel faiz politikasının orta vadede sürdürülmesinde ısrar edilmesinin diğer önemli sakıncaları şunlardır: Her ne kadar bankalar kaynak maliyetleri [mevduat, dış borç vs. maliyetleri] ile kredi faizleri arasındaki marjdan kâr etseler de, bankalar arası rekabet düşünüldüğünde, negatif reel faiz ortamı, kredi faiz oranlarının haddinden fazla düşmesine yol açabilir. Bu durumda, enflasyon orta vadede beklendiği gibi düşmezse –ki öyle oldu– bankaların kâr oranları bundan olumsuz etkilenir. Ayrıca, bankaların negatif reel faiz döneminde Hazine’den satın aldığı bono ve tahvillerin faizleri de, o dönemdeki enflasyonun altındadır; bankalar, çeşitli işlemlerde teminat olarak göstermek üzere vade sonuna kadar ellerinde tuttuğu bu devlet iç borçlanma senetlerinden, beklenen enflasyon düşüşü gerçekleşmediğinde, zarar ederler. Nitekim Mayıs 2013 sonrası yaşanan da bu oldu. Peki, atılan bunca riskli adım, başka bir ifadeyle mevduat sahiplerinin birikimlerini enflasyon karşısında eritme pahasına faiz oranlarını aşırı ölçüde düşürerek tüketimi kamçılama politikası işe yaradı mı? Bunun için 2013 yılı 1. çeyrek (Ocak-Mart) büyüme verilerine bakmamız gerekiyor. 2013 1. Çeyrek Büyüme Verileri: İyice Düşürülen Tüketici Kredi Faizlerine Karşın Büyüme Sağlanabildi Mi? Evet, yetersiz de olsa, bir ölçüde sağlandığı, daha doğrusu tam bir ekonomik durgunluğun önüne geçildiği söylenebilir. Türkiye ekonomisi, ilk çeyrekte % 3 büyüdü. Fakat tüketici kredi faizlerinin bu kadar ucuzlatılmasına ve toplam tüketici kredisi miktarının altı ayda % 20’ye yakın genişlemesine karşın, ancak zayıf bir büyümenin gerçekleşebilmesi sorunlu bir duruma işaret ediyor. Aslında hükümet tarafından MB üzerinden yapılan operasyon, Türkiye’nin başlıca ihracat pazarı olan AB ülkelerinde krizin hâlâ etkili olduğu, Türkiye’de halkın büyük kesiminin alım gücünün ise ciddi ölçüde gerilediği bir dönemde, ekonominin tamamen durmasını engellemeye yönelikti. Ancak çok önemli bir noktanın unutulmaması gerekiyor: Seçimler öncesi ekonomiyi hiç olmazsa tam bir durgunluktan korumak için yapılan faiz operasyonları, artık geride kalan bir döneme özgüydü. Yani ancak, dünyada merkez bankaları tarafından muazzam bir likiditenin yaratıldığı; dolayısıyla dövizin hem bol hem de ucuz olduğu, bu sayede MB’nin hem dövizi hem de faiz oranlarını kontrol edebildiği bir dönemde uygulanabilirdi. Yazının ikinci bölümünde göreceğimiz gibi, artık likiditenin daralmaya başladığı, bu nedenle fiyatının [faizinin] yükseldiği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Peki, 2013’ün ilk çeyreğindeki % 3’lük büyüme nasıl sağlandı? Bunca kredi genişlemesine ve faiz indirimine rağmen niçin sınırlı bir düzeyde kaldı? Hemen birkaç tabloya bakarak durumu kayrayabiliriz. Tablo 1. 2013 İlk Çeyrekte Büyüme Nereden Kaynaklandı? Üretilen Mal ve Hizmetler Açısından % Değişim Toplam büyüme Tarım İmalat sanayi Toptan ve perakende ticaret Ulaştırma ve haberleşme Mali aracı kurumlar İnşaat Konut sahipliği 2012 3,3 3,6 3,5 0,7 2013 3,0 3,6 2,8 2,9 4,6 3,6 (eksi) 0,7 1,0 1,5 6,5 5,9 5,2 Kaynak: TÜİK Bir de bazı temel faktörlerin, büyümeye hangi oranlarda katkıda bulunduğuna bakalım. Tablo 2. 2013 İlk Çeyrekte Büyümenin Ardındaki Dinamikler Yatırım ve Tüketim Açısından % değişim Hanehalkı tüketimi Kamu tüketimi Yatırımlar Mal ve hizmet İhracatı Mal ve hizmet ithalatı 2012 0,4 5,5 0,7 15,0 (eksi) 5,1 2013 3,0 7,2 0,2 3,4 3,2 Kaynak: TÜİK - Üretim tarafı Sektörel olarak, yani üretim tarafından baktığımızda, 2013 ilk çeyrekteki % 3 büyümenin ardında başlıca iki dinamik olduğu göze çarpıyor. Birincisi, toptan ve perakende ticaret (yani hanehalkı tüketimini bize en yakından yansıtan gösterge), geçen yılın aynı dönemine göre ciddi bir artış kaydediyor (2012’de % 0, 7’ye karşılık, % 2,9). İkincisi, GSYH içindeki payı % 6’larda olsa da, harekete geçirdiği çok sayıda imalat dalı olduğu için büyümeye dolaylı yoldan daha fazla etki yapan inşaat sektöründe bariz bin canlanma gözleniyor (2012’deki % -0,7’ye karşılık, % 5,9). Konut kredilerinin aşırı derecede ucuzladığı bir dönemde, gayet normal, fakat girmekte olduğumuz yüksek faiz konjonktüründe sürdürülmesi zor bir durum. Spekülatif para hareketlerinin had sayfaya çıktığı bir dönemde, GSYH’ya katkısı nispeten az olan (% 12,5) “mali aracı kuruluşlar”ın performansı büyümeye az da olsa bir katkı sağlıyor (2012’de % 3,6’ya karşılık, % 6,5). Tüketim değil, ama üretim düzeyi açısından çok daha gerçekçi bir gösterge olan imalat sanayi artışının performansı ise o kadar yüksek değil (2012’de % 3,5’e karşılık, % 2,8). İmalat sanayinin durumuna ayrıca değineceğiz. - Tüketim tarafı Türkiye gibi esas itibariyle tüketime dayalı büyüme modeli izleyen bir ülkede, tüketime ilişkin göstergeler, büyümenin dinamiklerini daha gerçekçi şekilde ortaya koyuyor. 2012 yılı Ocak-Şubat-Mart döneminde büyümenin iki temel kaynağını hemen ayırt edebiliyoruz: Negatif reel faiz politikası ve aşırı düşen tüketici kredisi faizleri sayesinde hanehalkı tüketiminde geçen yılın aynı dönemine göre belirgin bir artış var: 2012’de % 0,4’ye karşılık, % 3. Bunun en önemli nedenlerinden biri, geçen yılın ilk çeyreğinde tüketici kredi faizlerinin hâlâ yüksek oluşuydu (örneğin, yıllık bazda konut kredisi faizi 2012 ilk çeyrekte % 13,5 dolayındayken, 2013 ilk çeyreğinde % 9,5 civarındaydı.) Tüketim ayağında büyümeye ikinci önemli katkı ise devletten geliyor: Kamu tüketimi. 2012’nin aynı döneminde % 5,5 artmış olan devlet kaynaklı tüketim bu yıl % 7,2 artmış. Bu da seçim ekonomisi dönemine girdiğimizin bir başka göstergesi. - Sanayi üretim düzeyi ve kafa karıştıran sorular Aşağıda görebileceğimiz gibi, 2013 sanayi üretim verileri, ilk çeyrekteki % 3’lük büyümeyi çok desteklemediği gibi, ticari ve tüketici kredilerinde bu kadar yüksek bir artışa ilişkin temel bir soruyu akla getiriyor: Eğer sanayi yatırımları ve üretiminde kayda değer bir artış yoksa, bu kredileri kim alıyor ve niçin alıyor? Önce sanayi üretimi verilerine daha yakından bakalım. Durumu net bir şekilde görebilmek için, sadece aşağıdaki grafiği yazının içine aldım. Bu grafik, Mayıs 2012-Mayıs 2013’den oluşan bir yıllık dönemde şu üç kategorideki değişimleri yüzdelik oranlar şeklinde gösteriyor: Mayıs 2012’den Mayıs 2013’e kadar [yani bir yılda] toplam sanayi üretimi, dayanıklı tüketim malları üretimi ve imalat sanayi üretimi yüzde kaç artmış? Bu üç alanda üretimin istikrarsızlık gösterdiğini ve çoğunlukla cılız bir artış sergilediğini görmek zor değil. Örneğin, toplam sanayi üretimi Şubat’tan Şubat’a [yani Şubat 2012- Şubat 2013 döneminde] % 1,5 artarken, Mart’a geldiğimizde bir yıllık artış % 0,1’e düşüyor. Sonra Nisan’da bir yıllık artış birden % 4,7’ye yükseliyor, fakat Mayıs’ta yıllık artış % 2’de kalıyor. İmalat sanayinde de benzer bir durum var: [Şubat 2012-Şubat 2013 döneminde] üretim % 3,6 artıyor, Mart’ta yıllık artış aniden % 0,9’ye düşüyor; Nisan’a geldiğimizde yıllık üretim artışı % 5,1’e yükseldikten sonra Mayıs ayında sadece % 2,6 olarak gerçekleşiyor. Sonuç olarak Mayıs 2013 itibariyle yıllık toplam sanayi üretimi artışı sadece % 2 iken, dayanıklı tüketim malları üretimindeki yıllık artış % 4,1’ine ulaşıyor. Yine aynı dönemde [Mayıs 2012-Mayıs 2013] imalat sanayi üretimindeki bir yıllık artış ise sadece % 2,6. Grafik 6 Ocak-Mayıs 2013 Sanayi Üretimi Yıllık Bazda Değişim Oranları (%) 6 5.1 4 3.6 4.1 4.7 3.6 4.4 2.6 2 2.3 2 0.9 1.5 0 0.1 Yillik % Degisim Dayanikli Tuketim Mali Imalati -1.5 -2 Yillik % Degisim Toplam Sanayi Yillik % Degisim Imalat Sanayi -3 -4 -5.1 -6 Jan-13 Feb-13 Mar-13 Apr-13 May-13 Kaynak: Merkez Bankası Elektronik Veri Dağıtım Sistemi, (http://evds.tcmb.gov.tr/cbt.html) O zaman doğal olarak akla şu soru geliyor: Ekonomi yönetiminin seçim ekonomisi politikası sonucunda faizler bu kadar düşmüşken ve ticari + tüketici kredileri yılbaşından Temmuz 2013’e kadar % 15,6 gibi yüksek sayılabilecek bir düzeyde genişlemişken, sanayi üretimi niçin bu kadar cılız bir gelişme gösteriyor? Çoğu kişinin aklına takılan bu soruyu zevkle izlediğim iktisatçı-köşe yazarı Güngör Uras da bir makalesinde sormuş ve çok ilginç bazı veriler sunmuştu.9 Bu verilere göre, öncelikle toplam kredilerin yaklaşık yarısı tüketiciler tarafından kullanılıyor. Tüketici kredileri Mayıs 2012-Mayıs2013 arasındaki bir yıllık dönemde % 23 artış gösteriyor (gerçekten MB limitlerini çok aşan bir artış). Tüketici kredilerindeki artışın aşağı yukarı yarısı, konut kredisi olarak kullanılmış. Aynı dönemde kredi kartı borçlarındaki artış ise % 26 oranında. Taksitli kredi kartı borçlarındaki artış çok daha vahim düzeyde: % 44. Bu verilerden kalkarak Güngör Uras, her makul insan gibi, şu yorumu yapıyor: i)Tüketici kredilerindeki artış esas olarak konut sektörünü canlandırmaya hizmet etmiş; ii) Bunun dışındaki tüketici kredileri ise muhtemelen, gecikme faizi daha yüksek olan kredi kartı borçlarını ödemek için ve günlük geçim ihtiyaçlarını karşılamaya katkı olarak kullanılıyor. İşte bu yüzden sanayi üretimine dönük ciddi bir talep oluşmuyor, ama diğer yandan ekonominin daha fazla daralması engellenmiş oluyor. iii) Üretim ve yatırımlar ciddi şekilde artmadığına göre, yine yüksek bir artış gösteren ticari [şirketlerin kullandığı] krediler demek ki çoğunlukla firmaların borçlarını çevirebilmesi ve ayakta kalabilmesine katkıda bulunuyor. Çok ilginç bir durum tabii. Sonuç İşte FED başkanı Bernanke 22 Mayıs’ta dünyanın yeni bir konjoktüre girdiğini dile getirirken Türkiye ekonomisinin durumu buydu. Gerçekte bir seçim ekonomisi izleniyordu –negatif reel faiz politikası başka nasıl açıklanabilir–, fakat düşük faizli kredilerle tüketimin onca kışkırtılmasına karşın, elde edilen sonuç 2012’deki kötü büyüme performansının biraz üzerine çıkmanın öteye geçemiyordu. Elbette bunun ana nedeni, toplumun büyük çoğunluğunun gelir seviyesinin çok düşük oluşuydu. 9 “Kredileri Kimler Kullanıyor?”, Dünya Gazetesi, 11.07.2013. 22 Mayıs’tan bu yana bambaşka bir konjonktürde yaşıyoruz. Bu geçici bir konjonktür değil. Aslında “normalleşildiği” bile söylenebilir. FED ve diğer büyük merkez bankaları tarafından açılan para muslukları yavaş yavaş kısılacak. Artık dolar kurunun daha yüksek olduğu ve nispeten yüksek kalmayı sürdüreceği bir döneme giriyoruz (zira Mayıs’ta 1,80 olan döviz kuru, 26 Temmuz’da 1,92). MB’nin kısa vadeli fonlama faizlerinden, mevduat ve kredi faizlerine, son olarak da bono ve tahvil faizlerine kadar her düzeyde faizlerin yükseleceği bir döneme giriyoruz (nitekim Mayıs’ta % 4,5’lara kadar düşen ikinci el piyasadaki devlet tahvili faizleri, şimdilerde % 8 civarında). Bu, iç talebin kaçınılmaz olarak daralması demek. Yeni dönemde Türkiye gibi “gelişmekte olan piyasalar”, büyümelerini finanse etmek, cari açıklarını kapatmak ve yurtdışı borçlarını ödemek için kullanacakları “sıcak parayı” çekebilmek için epeyce yüksek bir faiz ödemek zorunda kalacaklar; üstelik para miktarının toplamda daha az olacağı, dolayısıyla finans sermayesinin daha seçici olacağı bir dünyada. Dünyada genel olarak yaşanan bu dönüşümden Türkiye, diğer GOP’lara göre daha olumsuz etkilendi; çünkü uzun yıllardır bir “başarı hikâyesi” olarak lanse edilen Türkiye piyasasının büyüsü bozuldu. Hem cari açık, enflasyon gibi ekonomik göstergeler pek umut vermiyor; hem de Gezi Direnişi finans piyasalarına, uzun yıllardır süregelen siyasi “istikrarın” kalıcı olmadığını göstermiş oldu. Bundan böyle Türkiye’ye gelecek olan sıcak para ve açılacak olan krediler, hep cari faiz oranının üzerine bir risk primi talep edecek. İşte bu koşullarda AKP iktidarı, 2014 seçimlerine hazırlanıyor… Mayıs sonundan bu yana girmekte olduğumuz yeni konjonktürün Türkiye üzerindeki etkilerini, bu yazının ikinci bölümünde ele almaya çalışacağım. EK Grafik 1 Ekim 2011-Haziran 2013 arasında MB’nin Ağırlıklı Ortalama Fonlama Maliyeti 10 9 8 7 6 5 4 3 2 1 0 8.13 7.2 8.34 9.2 8.81 7.45 7.01 6.13 5.8 5.51 5.6 5.53 5.24 5.75 5.82 4.53 4.68 Kaynak: Merkez Bankası Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (http://evds.tcmb.gov.tr/cbt.html) Grafik 2 Ortalama Mevduat Faiz Oranları 3 aya kadar ortalama mevduat faizleri 10.7 10.4 10.7 8.8 8.88 2011Q4 8.5 2012Q1 1 aya kadar ortalama mevduat faizleri 7.9 7.1 7.4 6.49 5.82 5.8 2012Q4 2013Q1 2013Q2 9.04 7.3 2012Q2 2012Q3 Kaynak: Merkez Bankası Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (http://evds.tcmb.gov.tr/cbt.html) Grafik 3 Ocak 2011-Haziran 2013 Tüketici Kredileri: İhtiyaç, Taşıt, Konut Faiz Oralrı % 25 19.55 20 18.34 17.31 16.18 15 13.9 13.05 12.38 14.48 12.1 11.45 13.45 10.44 Ihtiyaç 9.78 12.18 10 9.54 10.39 9.9 9.03 Tasıt Konut 8.49 5 0 Kaynak: Merkez Bankası Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (http://evds.tcmb.gov.tr/cbt.html) Grafik 4 12 Aylık Ortalamalara Göre TÜFE’deki Değişim(%) 14.00 12.00 10.00 8.00 6.00 4.00 2.00 0.00 8.62 6.95 9.11 8.59 8.08 7.47 7.51 9.53 9.53 2012 6.13 6.47 Kaynak: Merkez Bankası Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (http://evds.tcmb.gov.tr/cbt.html) 2013 2011 Grafik 5 Kaynak: Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Web sayfası (http://www.bddk.org.tr/WebSitesi/turkce/Grafik/Grafik.aspx)