HALVEGİDİS. “BÜYÜK RESİM”: KENTSEL DÖNÜŞÜM VE FİNANS SERMAYESİNİN TUNÇ KANUNU Kent finanslaşır,ahali kışkışlanır Yolsuzluk gündemiyle yatıp kalkıyoruz. Olup biten “yol”un ta kendisi değil mi? Rant yaratma üzerine kurulu bir ekonomi başka nasıl yürüyebilir? Hukuk mu? Öyle ekonomiye böyle hukuk. Çarka taş koyan hükümler itinayla ayıklanır. Peki, bu çark daha ne kadar döner, nasıl döner? Hep deniyor ya, “büyük resme bakalım”, öyle yapalım. Şehirlerin finans sermayesinin “enstrümanı” haline gelişini ve bunun ekonomik büyüme olarak sunulmasını ABD, İspanya ve Hindistan numuneleri üzerinden inceleyen Michael Goldman’a kulak verelim. Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen Sosyoloji seminerlerine katılmak üzere İstanbul'a gelen ve "İflas Çağında Kentsel Dönüşüm: Amerikan, İspanyol ve Hindistan Şehirlerinde Spekülasyon ve Değişkenlik" başlıklı bir konuşma yapan Minnesota Üniversitesi Sosyoloji ve Küresel Çalışmalar bölümü öğretim üyesi Michael Goldman’ın Almanca, İspanyolca, İtalyanca, Portekizce ve Japonca'ya çevrilençalışmaları arasında öne çıkan iki kitabı “Imperial Nature: The World Bank and Struggles for Social Justice in the Age of Globalization” (Emperyal Doğa: Dünya Bankası ve Küresl Çağda Adalet İçin Mücadeleler), “Privatizing Nature: Struggles for the Global Commons” (Doğayı Özelleştirmek: Küresel Müşterekler İçin Mücadeleler). 10 Kentsel dönüşüm, diğer deyişle soylulaştırma projeleri ekonomik büyüme gerekçesiyle sunuluyor. Bütün inşaat projelerinde “ekonomik büyüme” kalkanı çıkıyor karşımıza, ama siz kentsel dönüşüm üzerine yaptığınız çalışmalarda “iflas”tan söz ediyorsunuz. Bu nasıl bir iflas, neyin iflası? Michael Goldman: Şehirde yaşayan herkes soylulaştırma sürecine katılıyor ve etkileniyor. Soylulaştırma terk etmekle ilgili; soylulaştırma projelerinden dolayı çalıştığınız yeri terk etmek zorunda kalıyorsunuz, yaşam alanlarınızı, ortak alanları terk etmek zorunda kalıyorsunuz. Başka seçenek tanınmıyor ve çalışan sınıflar yaşadıkları bölgeleri terk ediyor. Dubai, New York ya da İstanbul gibi küresel şehirlerde ücretler yükselmiyor, tam tersine, belli bir düzeyin altında tutulmaya çalışılıyor; çalışan sınıflar hem yaşamlarını idame ettirip hem de küresel şehirlerde yaşayabilme olanağını kaybediyor. Kazanılan gelirle kiraların karşılanması imkânsız hale geliyor. Bunun sonucunda, birçok düzeyde spekülasyon başlıyor. Çalışanlar ya işlerini bırakıp daha esnek koşullarda çalışmayı kabul ediyor, böylece yüksek kiralı yerlerde oturmak zorunda kalmıyorlar ya da aileden kalma yerlerini devrediyorlar, çünkü kentsel dönüşümün buraları yıkacağını biliyor ve biraz kazanç elde etmeyi umuyorlar. Küresel şehirde oyun böyle sürüyor, zira birilerinin satın alması gerekiyor. Bir grup yüksek ranta sahip alanları satın aldıkça birçok insanın ya işini ya da yaşam alanlarını bırakması gerekiyor, çünkü mevcut ücret seviyesinde küresel şehirde yaşamak imkânsız. Bu oyun herkesin katılımıyla gerçekleşiyor, gönüllü ya da gönülsüz. Soylulaştırmaya iş ve emek tarafından bakarsak, küresel şehirlerde emeğin güvencesizleştiğini görüyoruz, mavi ve beyaz yaka emeğin her ikisi için de geçerli bu durum. Hindistan Bengalore’da gözlemlediğim durum şu: Enformasyon sektörü gelişti, çağrı merkezlerinde bir zamanlar Amerikalıların yaptığı işler bu bölgeye taşındı. Enformasyon işi bu şehrin lokomotifi oldu. Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar, bir dünya şehrine sahip olmak istiyorlarsa bunun altyapısının kurulması gerektiğini söyleyerek Hindistan devletine borç verdi. Büyük şirketleri bölgeye çekecek binalar yapıldı. Böylece, büyük bir dönüşüm başladı. Teknoloji sektöründe çalışanlardan bazıları yüksek ücret alarak şehrin alım gücüne sahip orta sınıfını oluşturdular, yoksullarsa yerlerinden edildi. Yüksek ücret ve sermayeye göre şehir düzen- Kentsel dönüşüm şehrin finans sermayesine açılması demek. Her ülkede, finans sermayesi emeği koruyan kalkanların indirilmesini ister. İkinci koşulu da arazi kanunlarının değiştirilmesidir. lendi. Şehrin herkese kazanç sağlayacağı iddia ediliyor. Emekçiler çocuklarının İngilizce öğrenip çağrı merkezinde çalışmasını istiyor, fakat bu dönüşen yapıda emekçiler için yer yok. İflasın başladığı yer burası. Robert Brenner, 2008 krizi öncesinde yayınladığı “Şişme ve Köpük” (The Boom and The Bubble: The US in The World Economy, 2002) başlıklı çalışmasında, değişim değerinde şişen rakamların büyük bir balon gibi patlayarak ekonomiyi felç edeceğini söyledi ve öngörüsünün gerçekleştiğini görmek için çok beklemesi gerekmedi. Bu açıdan dünyanın diğer bölgelerinde geleceği nasıl görüyorsunuz? Her şeyden önce, emlak piyasası çökebilir, İstanbul gibi bir şehirde bu her an olabilir. Her sene emlak fiyatları yüzde 10-15 arası artıyor. Banka kredisini karşılayamasanız bile sahip olduğunuz mülkü elinizde tutarsanız, birkaç sene içinde daha da değerleneceği söyleniyor, ama bu doğru değil. Durum bir çöküşe doğru gidiyor. Ben bu hikâyeyi bir adım daha ileri taşımak istiyorum. Yapısal bir çöküşten söz etmek gerekiyor. Şehre yeni bir köprü yapmak, yeni bir havaalanı ya da büyük yollar yapmak önemli bir sorunu işaret ediyor, çünkü şehirden sağlanan gelirler bu yatırımları karşılayacak durumda değil. Hiçbir ekonomist büyük yatırımların şehrin kendi imkânlarıyla karşılanabileceğini kanıtlayamaz. Bütün bu büyük yatırımlar ulusötesi yatırımcıların şehre geleceğini ve kalacağını varsayıyor. Bir şehrin durumunu iyi anlamak için oraya yatırım yapan büyük yatırımcıların analiz edilmesi lâzım. Finansal duruma yakından bakılınca, paranın şehirde kalmayacağı görülüyor. Yatırımcıların finansmanı havaalanı ya da köprü daha tamamlanmadan ülkeden çıkacaktır. O havaalanından, tünelden ya da yoldan gelecek geliri toplamadan önce de büyük kârlar etmiş olacaklardır. Asıl soru bunu nasıl yapabildikleri. Bu bir çeşit sihir gibi geliyor kulağa. Aynı sihirli durum, alınan bir evin her yıl yüzde 20 değerlenmesinde de var. Bunların ikisi farklı fenomenler, ama aynı mekanizma işliyor. Aldığınız evin her yıl yüzde 20 değerlenebilmesi, insanların emlâkın değerleneceğine inanarak kredi almayı sürdürmesiyle mümkün. Büyük yatırımlar da ancak büyük kâr beklentisi sürdüğü sürece yapılır. Bu beklenti kırılırsa ne olacak? Bu beklentinin dayandığı temel aslında çok kırılgandır. Bengalore’da şu anda büyük protestolar oluyor, çünkü insanların yaşadığı alanlar yıkıldı. Küresel şehir daha büyük alanı kapladığı için çiftçiler topraklarından oldu. Araştırma yaptığım bölgede 27 bin aile topraklarından atıldı. Yine aynı sihirli mekanizmayı görüyoruz, hükümet araziyi tarım alanı olarak değersizleştirirken iki bin dolarlık bir arazinin fiyatını bir anda 200 bin dolara çıkarabiliyor. Ama, yerel müteahhidin o kadar parası yok, oraya Wall Street’ten bir yatırımcı bekleniyor. Bu yüzden, yerel yatırımcılar iflas ediyor. Çiftçiler topraktan atılıyor, müteahhit spekülasyon yapıyor, büyük yatırımları büyük şirketler kapıyor. İnşaatı ilerlemeyen projelerde bile spekülasyonla büyük kâr ediyorlar. Şehrin finanslaşması süreci bu. Bir taraftan, somut bir şey yapılıyormuş gibi görünüyor. Binalar, tüneller, köprüler yükseliyor, ancak bu yatırımlardan sağlanan büyük kârlar yatırımın devamını sağlıyor. Bunun sürmesinin tek koşulu, hükümetin daha fazla arazi sağlaması. Burada asıl inşa edilen, finansal bir araç ve mekanizma. Marx’ın sermaye birikimi için formülü “para-meta-para”, bu durumda “parapara-para” haline gelmiş gibi… Fetişizm her zaman metanın etrafında. Kentsel dönüşüm metanın kendisi, hepimiz ona bağımlıyız, çünkü onun istihdam ve değer yaratacağına inanıyoruz. Bu fetişizmin yaratılmasını sağlayan diğer bir fetişizm de, herkesin ulusal ekonomi içinde olduğunu düşünmesi. Yaşadığınız yeri terk ediyorsanız, bu orada bir değer yaratılacağına, o değerin de istihdam yaratacağına inançtan kaynaklanır. Oysa kentsel dönüşüm asla sadece ulusal ekonominin sınırları içinde çalışmaz. Boğaz’da tünel yapan Japon firması ulusal ekonomi sınırlarında hareket etmiyor ve buna inanmıyor. O halde bizler neden inanalım? Bu milliyetçilik meselesi değil. Bu, ekonominin zemininin kaymasıyla, ekonominin bizzat kendisiyle ilgili. Şehirlerimizi niye yeniden inşa ediyoruz? Küresel ekonomide daha zengin olacağımızı, yüksek refah seviyesine ulaşacağımızı düşünüyoruz. Bu, limana yanaşan bir geminin sonsuza kadar orada kalacağına inanmak gibi. Oysa, gemi diğer limana hareket etmek üzere orada. Uluslararası yatırımcıların iyi incelenmesi ve araştırılması gerekiyor. Görüşme yaptığım yatırımcılar, yatırımları katılaşmaya başlar başlamaz, yani beton dökülmeye başlayınca, orayı terk etme zamanının geldiğini düşündüklerini söylüyor, çünkü arazi spekülasyonundan kazançları yapıdan kazandıklarından çok daha fazla. Amaç yapının kendisi değil, arazinin spekülasyonu. Yatırımcılar ülkeden gitmesin diye hükümet onlara çok ucuza arazi sağlıyor. Bu finansal aracın temel mekanizması, çok ucuza alınan arazilerdeki değer artışı. Buradaki temel gerilim şu: Onlar ülkeyi terk edebilir, ama biz edemeyiz. Hindistanlı bir entelektüel “sokaklar bulvar değildir” diyordu, fakat bu dönüşüm sokakları bulvar haline getiriyor. Hindistan’dan sokakları çıkarınca geriye bir şey kalmıyor. Yoksul insanlar sokaklara bağlı yaşıyor. Bulvarlar, üzerinde yaşanacak alanlar değil. Kentsel dönüşüme giren tüm büyük şehirlerde emeğin güvencesizleştiğini görülüyor. Emeğin güvencesizleşmesi ve kentsel dönüşüm arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz? Emeğin koşulları, finans ve kentsel dönüşüm üç ayrı konu gibi görünüyor, fakat öyle değil. Kentsel dönüşüm şehrin finans sermayesine açılması demek. Her ülkede, finans sermayesi arazi kanunlarından önce emek kanunlarının değiştirilmesini, emeği koruyan kalkanların indirilmesini ister. Hindistan’da sendikalar güçlüydü, sosyal haklar vardı, fakat bunların çoğu kaybedildi. Finans sermayesi gayrımaddî gibi görülebilir, ama gittiği ülkedeki emeği kullanmak ve yüksek kâr marjı için emek piyasasını esnekleştirmek zorunda. Kentsel dönüşüm ile güvencesizleştirme arasında doğrudan bir ilişki var. Küresel şehirde yaşamanın temel koşulu emeğin esnekleşmesi ve güvence- sizleştirilmesidir, finans sermayesi bu koşul olmadan gelmez. Finans sermayesinin ikinci koşulu da arazi kanunlarının değiştirilmesidir. Dünyanın farklı bölgelerindeki süreçler farklı gibi görünse de, hep benzer durumlarla karşı karşıyayız. Sermayenin “içkin” bir çalışma mekanizması var… Benim çalışmam ABD, İspanya ve Hindistan üzerine. Türkiye’nin gelecek çalışma olmasını umuyorum. Bizler hâlâ ulusal ekonomi temelinde düşünüyoruz. Ben küresel finansal bir mekanizmanın izini sürüyorum. ABD İspanya’dan farklı ise de, kurulan finansal mekanizma aynı; bu küresel bir araç. Burada birden fazla oyun oynanıyor. İspanya halkı 1990’ların yarısından 2000’lerin ortasına kadar kredi çekip ev almaya teşvik edildi. Krediler geri ödeneceği zaman büyük bir krize girildi. İspanya hükümeti uluslararası bankalarla anlaşma yapmaya çalıştı. Bu krizleri asla ulusal düzeyde düşünmemeliyiz. Hükümet ve ulusüstü aktörler kamuoyundan uzakta oynuyorlar bu oyunu. Dünyanın en zengin şehirlerinden Rio, Dünya Kupası için IMF’ten ödenek alıyor. İspanyol bankaları Rio’ya kredi açıyor, Rio en ucuz bulduğu parayı alıyor. Burada sadece ulusal düzeyde anlaşılmayacak bir mantık var. Şehirde yaşayanlar bu dönüşümlerle yerlerinden olurken ulusal ekonomi düzeyinde hareket ediyorlar, ama ulusüstü sermaye onları etkilerken onlarla hiçbir bağlantısı yok. Asıl zorluk burada. Peki, ne yapmalı? Yaşamlarımızı etkileyen, ama pazarlık gücümüzün sıfıra indirildiği bir oyun var. Bu oyuna direnmenin yolları neler olabilir? Bu zor bir soru. Net bir cevap veremesem de, Hindistan’dan örnek verebilirim. Orada, protestolar şehirlerde değil, kırsal bölgelerde oluyor. Şehirde haklar çerçevesinde birtakım protestolar oluyor, ama arazi meselesine direniş öncelikle kırsal bölgeden geliyor. Hindistan’da topraklarını terk etmek zorunda kalan çiftçiler intihar ediyor. Toprakla ilişkileri hayatî bir ilişki. Şehirlerde bu bağ çok zayıflamış durumda. Alanları ve mekânları hayatımızın temel zemini olarak düşünmüyoruz. Şehirde yaşayanlar kendile- rini çiftçilerden çok farklı düşünse de, bizlerin hayatı da şehrin sokaklarına bağlı. Bu bağlamda “ortak olan”a dair daha büyük bir tartışmaya ve eyleme ihtiyacımız var. Şehri bulvarlar, köprüler, tüneller işgal ederse, emekçiler şehirde yaşayamaz. Finans sermayesi şehre niye geliyor? Arazi için. Bizlerin şehirde kalıcı olmaya çalışmamız gerekiyor. Bir şehri çekici kılan onun canlı sokaklarıdır. İstanbul’a gelen finans sermayesi bu sokakları metalaştırarak onları yok ediyor, oysa sahip olmak istediği tam da canlı sokaklar. Sokaklarımızı korumak için direnmek, yaşam koşullarımız için de direnmektir. Gezi’deki direniş sadece hükümete karşı sembolik bir direniş değil, yaşam alanlarıyla ilgili bir dire- “İzmir’in Sulukulesi” de aynı akıbeti yaşıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin Çingenelerin ağırlıklı olarak yaşadığı Kahramanlar'daki Ege Mahallesi Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Alanı Projesi, Bakanlık tarafından onaylanıp geçen yılın mart ayında yürürlüğe girdi... Sokaklarımızı korumak için direnmek yaşam koşullarımız için direnmek demek. Gezi’deki direniş sadece hükümete karşı sembolik bir direniş değil, yaşam alanlarıyla ilgili bir direnişti, dolayısıyla finans sermayesine karşı bir direniş anlamına da geliyor. nişti, dolayısıyla finans sermayesine karşı bir direnişti de. Ulusötesi şirketler karşılaştıkları en ufak güçlükte ofislerini kapatıp başka yere gider. Girdikleri ekonomiyi finanse ederken emeği güvencesizleştirirler. Onların istediği alanlarda direnirsek, kentsel dönüşüme direndiğimiz oranda emeğin güvencesizliğine karşı direniriz. Sermaye hiçbir yerde kalıcı değildir. Sermayeye zorluk çıkarmak direnişin önemli bir aşaması. Sermaye zorluğun karşısında geri çekilecektir. Bazıları “işlerimizi kaybederiz” diye itiraz edebilir, fakat sermaye özellikle ücretleri baskılar, işsizliği yaratan odur. Bu, yabancı sermayeye karşı zenofobik bir hareket değil, yerli sermayeye karşı da benzer tutum gereklidir. Birçok düzeyi bir anda düşünelim, temel düzeyler, kentsel, ulusal ve uluslararası. Ayrıca, şehirleri, sokakları biz üretiyoruz, bunu hiç unutmamamız gerekiyor. Direnişin dayanak noktası budur. SÖYLEŞİ: GÖKSUN YAZICI 11