Sandığın Mesajı Doğru Okunmalı Türkiye zorlu, gergin ve yorucu bir seçim sürecini daha geride bıraktı. Seçmenlerin % 84’ünün oy verdiği ve heyecanı oldukça yüksek olan seçimin kesin galibi yok. Zira seçimlerde hiçbir parti tek başına hükümeti kurabilmek için gerekli sandalye sayısı olan 276’ya ulaşamadı. Çok partili demokrasi tarihimizde 13 yıl gibi uzun bir süre tek başına iktidarda kalan AK Parti parlamento çoğunluğunu kaybetti. Unuttuğumuz koalisyon dönemlerine geri döndük. Elbette ki, millet iradesine saygı duyulması gerekir. Demokrasilerde seçim halkın hakemliğine başvurmanın bir yoludur ve ortaya çıkan sonuç sorgulanamaz. Önemli olan şey, seçmenin sandık yoluyla verdiği mesajları ilgili aktörlerin doğru okumasıdır. İktidar partisi olan AK Parti seçimlerden galip çıkmıştır. Uzun süre ülkeyi tek başına yönetmesine rağmen aldığı % 41’lik oy azımsanmayacak kadar önemlidir. Siyasi yelpazede muhafazakar çevrelerin ana kitlesini hala AK Parti temsil etmektedir. Seçim haritasına bakıldığında AK Parti’nin tüm Türkiye’ye yayılmış olan güçlü bir sosyolojik tabana yaslandığı görülmektedir. Bir miktar oy kaybetse de, parti tabanında ciddi bir siyasi çözülme (dealignment) gözlenmemektedir. Erken ya da zamanında yapılacak bir genel seçimde AK Parti yeniden tek başına iktidara gelme potansiyelini korumaktadır. Bu nedenle AK Parti’nin tek başına hükümeti kaybetmesi seçmenin bu partiye kırmızı kart gösterdiği anlamına gelmez. Seçmen daha dikkatli olması gerektiği konusunda ciddi biçimde uyarmış ve özeleştiriye davet etmiştir; ama oyun dışına atmamıştır. Muhalefet açısından bakıldığında ise seçimlerde oyunu en fazla artıran parti elbette ki, HDP’dir. İlk kez parti kimliği altında seçime giren HDP beklediğinin çok ötesinde oy almıştır. 26 ilde milletvekili çıkaran HDP’nin asıl sınavı şimdi başlamaktadır. Zira aldığı oyların bir kısmı emanettir ve demokratik adalet adına bu partiye borç olarak verilmiştir. Özellikle İstanbul gibi kentlerdeki “endişeli modernlerin” ve liberal gençliğin verdiği oylar, HDP ve Demirtaş’ın omuzlarına ciddi bir siyasi sorumluluk yüklemektedir. Kendisine destek verenlerin beklentisi, HDP’nin şiddet ve terörle, yani kandille, organik bağını kesmesidir. Umarız HDP bu mesajı doğru okur. Ana muhalefet partisi CHP seçimin kaybedenlerindendir. Hem oy oranı gerilemiştir hem de sandalye sayısı azalmıştır. Buna rağmen CHP’nin seçimden galip çıkmış gibi hareket etmesi sandığın mesajıyla uyuşmamaktadır. MHP ise seçimin galiplerinden sayılır. Zira oy oranı da parlamentodaki temsil gücü de artmıştır. Özellikle İç Anadolu, Karadeniz ve Doğu Anadolu illerinde oylarını artıran MHP’nin, önümüzdeki dönemde kurulması muhtemel koalisyon hükümetlerinde kritik roller oynaması beklenebilir. Daha önce 367 krizi (2007) ve meclisteki yemin krizinin (2011) aşılmasında izlediği yapıcı politikasıyla ön plana çıkan MHP’nin milli menfaatler lehinde yine yapıcı roller üstlenmesi oldukça muhtemeldir. Dünyanın, bölgenin ve Türkiye’nin pek çok krizlerle yüzleştiği bu tarihi konjonktürde, parlamentodaki partilerin bir an önce hükümet krizini çözmeleri halkımızın ortak dileği ve temennisidir. Saygılarımla. Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı İÇİNDEKİLER STRATEJİK DÜŞÜNCE • SAYI: 67 • HAZİRAN 2015 61 7 Hazran’ın Ardından AK Part Krtğ Ahmet Kızılkaya ..................................................................................... 6 Yol Ayrımındak Mısır: İdamlar, Krz İnşası ve İhracı Doç. Dr. Ahmet Uysal ..........................................................................61 7 Hazran Denklemnde CHP ve HDP Doç. Dr. Vahap Coşkun .......................................................................10 Yemen’dek Savaşın İç ve Dış Aktörler Doç. Dr. Cevher Şulul ..........................................................................64 7 Hazran Sonrası MHP Prof. Dr. Turgay Uzun .........................................................................13 İsral Dış Poltkası Yol Ayrımında Öner Buçukcu .......................................................................................68 Seçm Sonuçlarının ve Koalsyon Alternatflernn Değerlendrlmes İbrahm Uslu Röportajı .......................................................................16 Çn-Rusya İlşkler: X Jnpng’n Rusya Zyaret Doç. Dr. Erkn Ekrem...........................................................................72 Sstem Kltlenmes ve Syas Sorumluluk Prof. Dr. Haluk Alkan...........................................................................22 Çare “Yen Türkye” Aydın Bolat ............................................................................................26 7 Hazran 2015 Uzayan Seçm Dr. Murat Yılmaz...................................................................................30 Kürtler Fırsatı Zyan Ett! Alper Tan ................................................................................................32 AK Part’ye Karşı Koalsyon Gücünün Koçbaşı HDP ve Seçm Stratejler Prof. Dr. Yasn Aktay ...........................................................................35 İngltere Seçmler Zeynep Songülen İnanç .....................................................................80 Surye’de Son Durum Dr. Halt Hoca Röportajı......................................................................84 IMF’ye Alternatfler Gelyor Prof. Dr. Muhsn Kar • Yrd. Doç. Dr. Ahmet Şahbaz ...................96 Veto Değl, Manfesto... Dr. M. Levent Yılmaz ........................................................................ 101 Syaset Blm Svllere Ne Kazandırır? Dr. Can Ceylan ......................................................................................46 Ramazan Ayının Ruhu ve Syaset Prof. Dr. Talp Özdeş ......................................................................... 106 Türkye-Suud Arabstan Yakınlaşması: Stratejk İttfak Mı Geçc İşbrlğ M? Prof. Dr. Brol Akgün............................................................................52 Türkye-Suud Arabstan İşbrlğ Çalıştayı SDE Haber ........................................................................................... 111 06 52 Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Birol Akgün Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Doç. Dr. Mehmet Şahin Dr. Murat Yılmaz Dr. Cemil Ertem Orhan Miroğlu Aydın Bolat Alper Tan Çn Komünst Parts Heyet’nn ve Kuveytl Gazeteclern SDE Zyaret SDE Haber ........................................................................................... 112 101 13 10 Danışma Kurulu Prof. Dr. Muhsin Kar Prof. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. B. Berat Özipek Bülent Orakoğlu Dr. M. Levent Yılmaz 26 Gümrük Brlğ Sürdürüleblr M? Prof. Dr. Muhsn Kar ............................................................................90 Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) Bülent Orakoğlu ...................................................................................40 Barzan’nn ABD Zyaret: Beklentler ve Sonuçlar Doç. Dr. Mehmet Şahn.......................................................................58 www.sde.org.tr Özgürlükler Ülkes Fransa’dan Fşlemeler Ülkes Fransa’ya Yrd. Doç. Dr. Müşerref Yardım ..........................................................77 Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Haluk Alkan Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Osman Can Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Sinan Tavukcu Yazı İşleri Müdürü Mehmed Cahid Karakaya Yayın Asistanları Adem Karaağaç İbrahim Kaya Hasan Gökmeşe Reklam Gamze Kılıç Fotoğraflar AA, ShutterStock Yönetim Yeri Ç. Emeç Bulv. A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Tel: 0 312 397 16 17 www.basakmatbaa.com Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 06 7 Hazran’ın Ardından AK Part Krtğ Ahmet Kızılkaya 7 Hazran Denklemnde CHP ve HDP Doç. Dr. Vahap Coşkun 13 7 Hazran Sonrası MHP Prof. Dr. Turgay Uzun Seçm Sonuçlarının ve Koalsyon Alternatflernn Değerlendrlmes İbrahm Uslu Röportajı 22 Prof. Dr. Haluk Alkan Aydın Bolat 26 7 Hazran 2015 Uzayan Seçm Dr. Murat Yılmaz Kürtler Fırsatı Zyan Ett! Alper Tan 35 16 Sstem Kltlenmes ve Syas Sorumluluk Çare “Yen Türkye” 30 10 32 AK Part’ye Karşı Koalsyon Gücünün Koçbaşı HDP ve Seçm Stratejler Prof. Dr. Yasn Aktay Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) Bülent Orakoğlu 46 Syaset Blm Svllere Ne Kazandırır? Dr. Can Ceylan 40 İÇ POLİTİKA 7 HAZiRAN’IN ARDINDAN AK PARTi KRiTiĞi Peki, ama Türkiye bu noktaya nasıl geldi? 3 Kasım 2002 seçimleriyle başlayan ve yaklaşık 13 yıldır kesintisiz bir şekilde devam eden AK Parti iktidar(lar) ının görece oluşturduğu istikrar dönemi nasıl ve niçin sona erdi? Hangi dinamikler ya da faktörler nedeniyle seçmen davranışı bu kadar radikal bir şekilde değişti? Kısa-orta vadeli siyasal geleceğimiz açısından ciddi bir istikrarsızlık oluşturan ve son yıllarda elde edilen kazanımların riske atılmasına yol açacak derecede güçlü bir belirsizlik yaratan bu tablo, iktidar ve muhalefet bağlamında neye işaret ediyor? Şüphesiz ki, bu ve benzeri soruların yanıtlanabilmesi için nicel ve nitel göstergelere dayalı kapsamlı araştırmaların, çok boyutlu analizlerin yapılması gerekiyor. Ancak 7 Haziran seçimleriyle oluşan tablonun genel bir analizini yapmak bile, bu soruların muhtemel yanıtlarına ilişkin ipuçlarını bulmamızı sağlayabilir. Ahmet KIZILKAYA SDE Uzmanı T ürkiye, uzun ve yorucu bir seçim sürecini daha ardında bıraktı. 7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleşen genel seçim sonuçlarına göre hiçbir parti tek başına iktidar olacak bir çoğunluk elde edemedi. 46 milyonu aşkın seçmenin oy kullandığı seçimlerin kesin olmayan sonuçlarına göre AK Parti 258 milletvekili, CHP 132 milletvekili, MHP ve HDP ise 80 milletvekili çıkardı. Türkiye şimdi en az seçim süreci kadar uzun ve yorucu bir maratona hazırlanıyor. Bu maratonun gün- 6 HAZİRAN 2015 deminde ise koalisyon arayışları ve bu arayışların sonuçsuz kalması durumunda yapılması muhtemel bir erken seçim olasılığı bulunuyor. Meclis’teki herhangi iki ya da daha fazla parti arasında bir koalisyonun oluşup oluşamayacağı, olası bir koalisyonun hangi siyasal partiler arasında gerçekleşeceği, bir azınlık hükümetinin kurulup kurulamayacağı, muhtemel bir erken seçimin kapıda olup olmadığı yönünde cereyan eden tartışmalar, son derece belirsiz ve kaotik bir siyasal sürece girdiğimizin işaretleri olarak görülebilir. Bu açıdan bakıldığında, 7 Haziran seçimlerini siyasal iktidarın belirlenmesine yönelik olarak gerçekleşen olağan bir seçim süreci olarak değerlendirmek mümkün değildir. Zira bu seçimler, Türk siyasal tarihinin hiçbir döneminde örneğine rastlayamayacağımız türden anomalilerin yaşandığı, normal şartlar altında yan yana gelmesi imkansız olan kişi, grup ve yapıların biraraya gelebildiği, farklı ve hatta birbirine zıt ideolojik eğilimleri-siyasal yönelimleri temsil eden partilerin açık ve gizli yollarla ittifak yapabildiği sıradışı bir atmosferde gerçekleşmiştir. Her açıdan paradoksal bir karakter taşıyan bu atmosfer, AK Parti karşıtlığından çok, bir öfke ve nefret objesi haline dönüştürülen ve adeta yaşanılan bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösterilen Erdoğan karşıtlığı üzerinden oluşturulmuştur. Başta muhtelif görsel ve yazılı medya organları olmak üzere, uluslararası güç odaklarının Türkiye’deki bir seçim sürecine açık ve doğrudan bir şekilde müdahil olmasına kadar uzanan söz konusu işbirliği süreci bu karşıtlık güdüsüyle sağlanmıştır. Esasında bu denli geniş çaplı ve çok aktörlü olmasa dahi, geçmişte de AK Parti ve Erdoğan karşıtlığı üzerinden geliştirilen ve fakat siyasal iktidarın kararlı iradesi ile halkın sağduyusu sayesinde akim bırakılan çok sayıda anti-demokratik nitelikli işbirliği örnekleri olmuştur. Cumhuriyet mitingleri, Gezi kalkışması, 17-25 Aralık darbe girişimlerini bu örnekler 7 Haziran seçimleriyle oluşan Meclis aritmetiği, seçmen tercihlerini göstermesi bakımından son derece saygıdeğer olup, herhangi bir kızgınlığın ya da hor görmenin konusu olamayacak denli kutsal bir iradeyi yansıtmaktadır. Burada kast edilen şey, seçmenlerin sandığa yansıyan iradesi değil, bu iradenin şu veya bu yönde oluşması için sergilenen anti-demokratik çabalar ve kirli ittifaklardır. arasında zikretmek mümkündür. Ancak 7 Haziran seçimlerine dönük olarak sergilenen işbirliği, öncekilerden farklı olarak, kısmen de olsa başarıya ulaşmış ve AK Parti seçimlerden % 41’lik gibi yüksek bir oy oranıyla birinci parti olarak çıkmasına rağmen, tek başına iktidar olma şansını kaybetmiştir. Tabii burada bir hususun altının özenle çizilmesi gerekmektedir. 7 Haziran seçimleriyle oluşan Meclis aritmetiği, seçmen tercihlerini göstermesi bakımından son derece saygıdeğer olup, herhangi bir kızgınlığın ya da hor görmenin konusu olamayacak denli kutsal bir iradeyi yansıtmaktadır. Burada kast edilen şey, seçmenlerin sandığa yansıyan iradesi değil, bu iradenin şu veya bu yönde oluşması için sergilenen anti-demokratik çabalar ve kirli ittifaklardır. Kuşkusuz ki bu faktörü, AK Parti’nin tek başına iktidar olma şansını kaybetmesinin altında yatan yegane neden olarak görmek de hatalı bir yaklaşım olacaktır. AK Parti’nin seçimlerdeki görece başarısızlığının kaynağını yalnızca dışarıda aramanın, hem mevcut seçim sonuçlarının analizi açısından hem de gelecek dönemin stratejisinin belirlenmesi açısından yanıltıcı sonuçlar doğuracağı açıktır. Çünkü AK Parti’nin 7 Haziran seçimlerinde aldığı oy oranının parti içi dinamiklerden, muhalefet partilerinin seçim kampanyası süreçlerinden ve dış politik te- HAZİRAN 2015 7 melli gelişmelerden kaynaklanan nedenleri de bulunmaktadır. Parti içi dinamikler açısından bakıldığında, 13 yıllık iktidar döneminin yarattığı yıpranmanın en başta gelen nedenlerden biri olduğu söylenebilir. Bugüne dek kendisini yenileme ve Türkiye’yi yeniliklerle tanıştırma noktasında öncü rolünü oynayan AK Parti, gerek 7 Haziran seçimlerine yönelik kampanya süreci boyunca kullanılan söylemler bakımından gerekse parti teşkilatlarının ve üyelerinin çalışma şevk ve heyecanlarını diri tutma bakımından bir yenilik üretememiş, kendi farkını ortaya koyacak bir sinerji oluşturamamıştır. Parti içi dinamikler açı- AK Parti’nin Türkiye genelinde oy kaybı yaşamasının bir diğer ana faktörü ise dış politik temelli gelişmeler olmuştur. Başta Orta Doğu olmak üzere, İslam dünyasının muhtelif yerlerinde yaşanan savaşlar, kargaşa ve kaoslar karşısında ilkeli ve dürüst bir politika izleyen Türkiye, uzun yıllardır devam eden ağır bir maliyeti de üstlenmek zorunda kalmıştır. 8 HAZİRAN 2015 sından söylenebilecek ikinci husus ise, 7 Haziran seçimlerinin AK Parti’nin kurucu genel başkanı ve doğal lideri olan Recep Tayyip Erdoğan’dan mahrum bir şekilde girdiği ilk seçim olmasıdır. Bu faktörün de, AK Parti oylarının düşmesinde belirli bir etkisi olduğu söylenebilir. Zira her ne kadar Başbakan Davutoğlu’nun insanüstü bir gayretle ve büyük bir özveriyle sürdürdüğü seçim kampanyası daha yüksek düzeyli oy kaymalarını engellemiş olsa da, 7 Haziran’da oluşan sonuçlar, Erdoğan’sız bir AK Parti’ye şu veya bu nedenle oy vermeyen bir kitlenin de oluştuğunu göstermektedir. AK Parti’nin oylarındaki düşüşün, muhalefet partilerinin yürüttüğü seçim kampanyası süreçlerinden kaynaklanan nedenleri soruşturulduğunda ise, karşımıza öncelikle çözüm süreci çıkmaktadır. AK Parti’nin, Türkiye’nin en önemli sorununa çözüm bulmak amacıyla ve büyük bir risk alarak başlattığı bu süreç, ülkenin demokratikleşerek daha özgürlükçü bir yapıya kavuşmasına imkan sağlamasına ve geniş toplumsal kesimler nezdinde hemen her seçimde karşılığını bulan bir memnuniyet oluşturmasına rağmen, 7 Haziran seçimlerinde aksi yönde bir sonuç üretmiştir. AK Parti’nin çözüm süreci bağlamında oluşturduğu toplumsal duyarlılığı istismar eden MHP ile yine bu süreç sayesinde siyaset yapma imkan ve koşullarını geliştiren HDP’nin yukarıda bahsedilen ittifak çerçevesinde yürüttükleri danışıklı dövüş, ülke genelindeki kutuplaşmayı arttırmış ve bu iki partinin temsil ettiği etnik milliyetçilik eksenin- de bir oy yoğunlaşmanın oluşmasını sağlamıştır. Bu da, AK Parti oylarının bir kısmının MHP’ye bir kısmının ise HDP’ye yönelmesine neden olmuştur. Muhalefet partilerinin yürüttüğü seçim kampanyaları bağlamında AK Parti’nin oy kaybetmesine yol açan bir diğer önemli husus ise, küresel düzeyde yaşanan krizlere rağmen sürekli bir büyüme eğilimi içinde olan ve belirli bir istikrarla yoluna devam eden ekonominin ve ekonomik verilerin ölçüsüzce çarpıtılması ve seçmenlere kaynağı bile gösterilemeyen hayali vaatlerde bulunulmasıdır. Muhalefet partilerinin işçiden emekliye, öğrenciden ev hanımına dek hemen her seçmene yönelik cazip bir vaatle yürüttüğü kampanya süreçleri, büyük kitleler nezdinde herhangi bir inandırıcılık sağlayamamış olsa da, bu vaatlerin ciddiyetsizliğini savunan AK Parti’den kısmi düzeyde bir oy kaymasının yaşanmasına sebebiyet vermiştir. AK Parti’nin Türkiye genelinde oy kaybı yaşamasının bir diğer ana faktörü ise dış politik temelli gelişmeler olmuştur. Başta Orta Doğu olmak üzere, İslam dünyasının muhtelif yerlerinde yaşanan savaşlar, kargaşa ve kaoslar karşısında ilkeli ve dürüst bir politika izleyen Türkiye, uzun yıllardır devam eden ağır bir maliyeti de üstlenmek zorunda kalmıştır. Bu maliyet, bir yönüyle Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir güç olma yolunda kat ettiği mesafeden tedirginlik duyan uluslararası çevrelerin yalnızlaştırma politikasına maruz kalma şeklinde olurken, diğer yandan da yaşanan savaşların mağdur ve yerinden ettiği milyonlarca insana sahip çıkma şeklinde olmaktadır. Türkiye’nin bağımsız ve oyun kurucu bir dış politik aktör olarak temayüz etmesine destek vermesi beklenen muhalefet partileri ise, bu durumu iç politik kaygılar dolayısıyla istismar etmekte ve hem Erdoğan hem de AK Parti karşıtı söylemlerinin malzemesi haline getirmektedirler. Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle Türkiye’ye göç etmek zorunda alan iki milyona yakın mültecinin, CHP tarafından hem de faşizan söylemlere konu oluşturacak şekilde seçim kampanyalarının malzemesi haline getirilmesi bunun en bariz örneğidir. Kobani’de yaşanan süreci bahane ederek AK Parti karşıtı bir söylem geliştiren ve bunda belirli bir ölçüde başarılı olan HDP’yi de bu minvalde değerlendirmek mümkündür. Elbette AK Parti bağlamında ele alındığında, 7 Haziran seçimleri sonucunda ortaya çıkan siyasal tablonun nedenlerinin burada söylenenlerle sınırlı olmadığı ve daha geniş çaplı bir araştırmanın ya da daha kapsamlı bir analizin konusunu oluşturduğu açıktır. Kaldı ki, AK Parti’nin yaşadığı oy kaybını telafi etmesi ve yeniden tek başına iktidar oluşturacak bir çoğunluğu elde etmesi için bu türden geniş çaplı araştırmaların, analizlerin yapılması da kaçınılmazdır. Kurulduğu günden bugüne kadar istişare mekanizmalarını gayet yetkin bir şekilde kullanan AK Parti, bu amaca matuf olmak üzere, hem kendi içinde daha nitelikli bir öz-eleştirel süreci başlatmalı hem de dışarıya yönelik daha analitik bir bakış açısı geliştirmelidir. HAZİRAN 2015 9 İÇ POLİTİKA partili bir siyasi zeminin üzerine oturdu. Dört partinin her birinin siyasetinin şekillenmesinde ağır basan bir kimliği var. Oluşan bu siyasi tablonun kısa vadede değişme ihtimali de görünmüyor. Fiili Ana Muhalefet HDP’nin başarısı, muhalefetin yapısını da etkiledi. HDP, seçimlere kimlik değiştirme iddiasıyla girdi. “Türkiyelileşme” HDP’nin resmi siyaseti oldu. Önceki seçimlerde çoğunlukla Kürt meselesi üzerinde duran ve Kürt seçmene seslenen HDP, bu seçimde ise Türkiye partisi olmayı ve ülkenin her kesiminden oy almayı bir hedef olarak belirledi. Sadece Kürt meselesiyle değil ülkenin diğer meseleleriyle alakadar olan ve çözümler sunan bir beyanname hazırladı. 7 HAZİRAN DENKLEMİNDE CHP ve HDP Doç. Dr. Vahap COŞKUN* Akademisyen T ürkiye, son dönemlerin en heyecanlı seçimini yaşadı. Yoğun bir katılımla (% 84) gerçekleşen seçimde ortaya çıkan sonuçlar ülkedeki siyasi dengeleri kökten değiştirdi. Başlıca iki sonucun altını çizmek gerekir: İlki, 2002’den beri var olan tek parti hükümeti döneminin sona ermesidir. 12 yıldır hükümeti elinde tutan AKP, bu seçimlerde bu güce erişemedi. Türkiye, seçmenin partileri birlikte çalışmaya mahkûm ettiği bir döneme girdi. Öncelikle halledilmesi gereken sorun, hükümetin kurulması... Önümüzde üç seçenek var: Koalisyon hükümeti, azınlık hükümeti 10 HAZİRAN 2015 veya erken seçim. Bunlardan hangisinin gerçekleşeceği, siyasal partilerin uzlaşma yeteneklerine bağlı olarak değişecek. Eğer partiler, birlikte yol alabilecekleri bir program üretebilirse bir koalisyon veya azınlık hükümeti kurulur ve mevcut belirsizlik son bulur. Ama asgari müşterekler üzerinde bir mutabakat sağlanamazsa, bu takdirde Anayasa gereği Türkiye erken seçime gider. İkincisi, HDP’nin barajı geçmesidir. Barajın yıkılmasıyla birlikte Türkiye siyaseti için derin anlamlar taşıyan sonuçlar doğdu. Türkiye bir temsil krizinden kurtuldu. % 10 işlevini ve manasını yitirdi. Ülke dört Bununla birlikte HDP’nin ana stratejisi Erdoğan ve AKP karşıtlığı oldu. HDP, kampanyasını toplumun bir kesiminde yoğunlaşan Erdoğan ve AKP karşıtlığı dalgasına oturttu. Diğer muhalefet partilerinin Erdoğan’ı durdurmayacağını, ancak kendileri parlamentoya girerse bunun mümkün olabileceğini işledi. Hararetli bir kampanya yürüterek Erdoğan karşıtlarını mobilize etmeyi başardı ve daha önceki dönemlerle kıyaslanamayacak bir medya desteğini arkasına aldı. Seçim süresince kamuoyu AKP ile HDP’nin tartışmalarına odaklandı. Sahip olduğu oy oranı ve milletvekili sayısı itibariyle ana-muhalefet CHP idi. Ama HDP başarılı bir strateji ile fiili olarak ana-muhalefet sıfatını ve görevini üstlendi. AKP ile HDP arasındaki mücadele seçime rengini verdi. Sonuçta HDP barajı aştı. Güney Doğu ve Doğu Anadolu’da çok büyük bir oy artışı sağladı. AKP’yi hemen her yerde geriletti ve çok önemli bir başarıya imza attı. CHP’nin Değişen Siyaseti HDP’nin zaferine mukabil muhalefetin büyük partisi olan CHP seçimlerden başarısızlıkla çıktı. Aslında CHP, 7 Haziran’a iki radikal değişiklik yaparak girdi: Birincisi, partide ön seçim mekanizmasını işletmesiydi. Bu mekanizma üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi duran CHP teşkilatlarına seçim öncesinde büyük bir canlılık kazandırdı. Tabanın tercih ettiği adayların listelerin ön sırasına yerleşmesini sağladı. Teşkilat, seçmen ve genel merkez arasındaki bağların kuvvetlenmesine ve partinin seçimlere daha bir şevkle hazırlanmasına vesile oldu. CHP’nn tarhnden gelen br yükü var. CHP’l mazye baktıklarında genş ktlelern zhnnde nahoş hatıralar canlanıyor. Bunlar hafızadan kolayca slnmyor. İnsanlar elde ettklern sağlama almak ve mkanlarını daha da büyütmek styorlar. Ve bu noktada da CHP’nn scl parlak değl. CHP’nn ekonomy y dare edebleceğ ve syas/hukuk kazanımlarını temnat altına alableceğ kanaat halkta yerleşmed. Kılıçdaroğlu yönetm de bu açmazı aşamadı ve halka güven telkn edemed. İkincisi ve daha önemlisi CHP muhayyel laikçi korkulara dayanarak değil ekonomik ve sosyal vaatlerle seçime girdi. “Cumhuriyet’in kazanımları tehlikede”, “Laiklik elden gidiyor”, “Türkiye, İran’a dönecek” “Şeriat gelecek” vb. gibi sloganlar, daha önceki seçimlerde CHP yöneticilerinden sıklıkla duyuluyordu. Ancak bu seçimde nerdeyse hiçbir CHP’li bu sloganlara itibar etmedi, halkın karşısında bu sloganlarla konuşmadı. Bunun yerine CHP ekonomi odaklı bir söyleme yaslandı. Kılıçdaroğlu, asgari ücreti 1.500 TL’ye çıkaracağını, emeklilere dini bayramlarda birer maaş ikramiye vereceğini, çiftçiler için mazotu 1,5 TL’ye indireceğini söyledi. Negatif bir politika değil pozitif bir politika izleyeceğini taahhüt etti. AKP’nin hizmet siyaseti ve büyük (çılgın) projelerine karşılık olmak üzere “merkez ülke” projesini gündeme getirdi. CHP’nin seçim beyannamesinde 30 sayfa ekonomiye ayrıldı. Göstergeler ve Başarı CHP’nin dar bir kimlik siyasetinden yakasını sıyırıp insana değen sıcak konulara, halkın beklentilerine ve ekonomik taleplere yönelmesi son derece olumluydu. Diğer partilerin de bu minval üzerinden yürümeleri ve seçim tartışmalarının hayali endişelere değil gerçek sorunlara yoğunlaşması, Türkiye’de siyasetin normalleşmesine katkıda bulundu. Ancak CHP özelinde bu strateji partiye bir seçim başarısı getirmedi. Her ne kadar Kılıçdaroğlu, seçim sonuçlarının belli olmasından hemen sonra muzaffer bir komutan edasıyla konuşsa da birçok parametre CHP’nin seçimde açık bir yenilgi aldığına işaret ediyor. Şöyle ki: HAZİRAN 2015 11 İÇ POLİTİKA 7 HAZİRAN SONRASI MHP Prof. Dr. Turgay UZUN* Akademisyen a. CHP, 2011’de % 26 oy kazanmıştı. On iki yılık iktidarın oldukça sert eleştirildiği, yıprandığı ve yaklaşık 10 puan kaybettiği bir seçimde bile CHP oy oranını artıramadı. Aksine 1 puanlık bir kayıp yaşadı. Seçmen, CHP’yi iktidar olabilecek yetkinlikte görmedi. b. CHP, bölge partisine dönüşmüş, kıyılara sıkışmış durumda. 81 ilin yalnızca 10’unda (Mersin, Muğla, Aydın, İzmir, Balıkesir, Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli, Zonguldak, Eskişehir) CHP diğer partilerin önünde yer alabildi. c. CHP, 22 ilde (Ağrı, Bingöl, Bitlis, Çankırı, Diyarbakır, Elazığ, Erzurum, Gümüşhane, Hakkari, Kahramanmaraş, Mardin, Muş, Siirt, Şanlıurfa, Van, Yozgat, Aksaray, Bayburt, Batman, Şırnak, Iğdır, Kilis) % 10’un altında kaldı. 20 ilde (Adıyaman, Afyonkarahisar, Gaziantep, Kars, Kastamonu, Kayseri, Kırşehir, Konya, Kütahya, Malatya, Nevşehir, Rize, Sakarya, Sivas, Trabzon, Bayburt, Kırıkkale, Yalova, Osmaniye, Düzce) ise %10 - % 20 arasında kaldı. d. CHP 37 ilde (Ardahan, Niğde, Tunceli, Kırşehir, Rize, Kastamonu, Karabük, Düzce, Karaman, Kırıkkale, Nevşehir, Osmaniye, Kars Kütahya, Adıyaman, Yozgat, Maraş, Kilis, Çankırı, Elazığ, Aksaray, Gümüşhane, Urfa, Iğdır, Erzurum, Bayburt, Bitlis, Bingöl, Siirt, Diyarbakır, Van, Şırnak, Muş, Mardin, Ağrı, Hakkari, Batman) hiç vekil çıkaramadı. CHP en ağır yenilgiyi Dersim’de tattı. 2011’de Dersim’de CHP % 56.2 oy almış ve iki milletvekilliğini de kazanmıştı. 2015’te ise CHP tam % 35.8 oranında oy kaybetti ve her iki vekilliği de HDP’ye kaptırdı. 12 HAZİRAN 2015 Uzun Vadeli Düşünmek Bu veriler, CHP’nin ekonomik temelli siyasetinin halkın her kesimine sirayet etmediğine işaret eder. Ekonomik vaatler ilk etapta dikkati çekti. Ancak projelerin kaynağı gösterilemedi. Kılıçdaroğlu’nun “Benim adım Kemal, kaynağı ben bulurum” demesi yeterli olmadı. CHP’nin belediyelerinde vaatlerinin tersine uygulamalar yapması (örneğin Kılıçdaroğlu’nun “Taşeronluğu kaldıracağız” demesine rağmen CHP’li belediyelerin taşeron çalıştırması gibi), vaatlerin bir pratik ile bütünleşmemesi nedeniyle halkta bir güven oluşmadı. CHP’nin tarihinden gelen bir yükü var. CHP’li maziye baktıklarında geniş kitlelerin zihninde nahoş hatıralar canlanıyor. Bunlar hafızadan kolayca silinmiyor. İnsanlar elde ettiklerini sağlama almak ve imkanlarını daha da büyütmek istiyorlar. Ve bu noktada da CHP’nin sicili parlak değil. CHP’nin ekonomiyi iyi idare edebileceği ve siyasi/hukuki kazanımlarını teminat altına alabileceği kanaati halkta yerleşmedi. Kılıçdaroğlu yönetimi de bu açmazı aşamadı ve halka güven telkin edemedi. Fakat siyaset uzun erimli bir mücadele. CHP, 7 Haziran’da aslında doğru bir tercihte bulundu. Belki seçimde umduğunu bulamadı ama bu, CHP’nin filmi başa sarmasını ve tekrardan sınırlı bir ideolojik siyasetin gölgesine sığınmasını gerektirmez. Tersine CHP’nin yeni bir heyecan yaratabilmesi için yapması gereken, girdiği yolda daha çok çalışması ve daha sahici projeler üretmesidir. * Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi. 7 Haziran 2015 seçimleri Türkiye’de yeni bir durumun ortaya çıkmasını sağladı. Öncelikle 13 yıllık tek parti iktidarı sona erdi ve 13 yıldır muhalefet olarak kalan CHP ve MHP, ve belki HDP’ye iktidar ortağı olma şansı belirdi. Bu seçimlerde oylarını önemli oranlarda artıran iki partiden birisi olan MHP’nin birçok ilde 2002 sonrası yaşadığı oy kaybını telafi etmeye başladığı görülmektedir. 2002 yılından bu yana MHP’nin seçimlerde yakaladığı oy oranlarına baktığımızda küçük duraklamalar ve inişler olsa da istikrarlı bir yükselişin yaşandığını görüyoruz. Peki, MHP’nin kaydettiği yükselişin altında yatan nedenler nelerdir? Özellikle Orta Anadolu ve Karadeniz bölgeleri başta olmak üzere AK Parti’den MHP’ye bir oy kaymasının yaşandığı görülmektedir. Bu akımın ortaya çıkmasında, MHP’nin geleneksel tabanının sahip olduğu özellikler ile AK Parti tabanının niteliklerinin benzeşmesi büyük önem taşımaktadır. Kayseri’de, Konya’da veya Samsun’da yaşayan AK Parti seçmeni kolaylıkla MHP’ye oy verebilmekte aynı şekilde MHP’den de AK Parti’ye doğru geçişler yaşanabilmektedir. Kısaca MHP’nin ve AK Parti’nin sosyolojik tabanları arasında bir geçişgenlik bulunması, seçim sonuçlarına da yansımaktadır. Aynı durum bazı Batı illerinde CHP ve MHP arasında da gözlenmekle birlikte, bu geçişgenliğin daha çok “taktik” seçmen davranışından kaynaklandığı, her iki partide muhalefette kaldıkları süre içerisinde gelişen AK Parti karşıtlığının zaman zaman birbirini destekler biçimde oy kaymalarıyla sonuçlandığını söylemek mümkün. Bunun en bariz örneği 2011 genel ve 2014 yerel seçimlerinde Manisa başta olmak üzere bazı Batı kentlerinde açık HAZİRAN 2015 13 Büyük kentlerdek bu artışa karşın, MHP’nn oy artışındak asıl etk Karadenz ve Orta Anadolu’da yaşanan oy kaymalarından kaynaklanmaktadır. Karabük’te % 12, Snop’ta % 8,7, Gümüşhane’de % 9,9, Artvn’de % 9,2, Çorum’da % 7,1, Trabzon’da % 5,8, Samsun’da % 6,6, Trabzon’da % 5,8, Bayburt’ta % 7,8 ve Gresun’da % 6,6 gb yüksek oranlarda oy artışının gerçekleştğ görülmektedr. biçimde görülmüştü. Diğer yandan Batıdaki MHP ile CHP seçmeninin sahip olduğu değerlerin de birbirleriyle yakınlık göstermesi; özellikle kentlerdeki genç seçmenlerin MHP’nin milliyetçi söylemini, kendi modern yaşam tarzları ile harmanlayarak ortaya çıkardıkları kentli-laik-modern ve milliyetçi siyasal bakışın, CHP ideolojisiyle de oldukça benzer özellikler göstermesidir. Orta Anadolu ve Karadeniz bölgelerindeki muhafazakar milliyetçi seçmen AK Parti ve MHP’ye konjonktürel olarak destek verebildiği gibi Batı’da yaşayan seçmen de CHP ve MHP arasında tercih yapabilmektedir. AK Parti’den MHP’ye Oy Kayması 2002 yılından bu yana AK Parti hükümetleri karşısında muhalefet olarak görev yapan MHP, bu süreçte diğer muhalefet partilerinde yaşandığı gibi keskin bir AK Parti karşıtlığı söylemi üzerinde siyaset yapmış ve bu da AK Parti’ye muhalif seçmen tarafından desteklenmiştir. Ancak bu durum MHP’ye sıçrama yapabileceği kadar veya tek başına iktidar olmasına yetecek kadar oy desteği sağlamamıştır. 7 Haziran seçimlerinde de MHP % 3 civarında bir oy artışı sağlayarak, oy desteğini % 13,50’den % 16,50’ye; milletvekili sayısını da 53’ten 80’e çıkartmıştır. Aslında bu yükseliş, özellikle hiçbir partinin tek başına iktidar olma şansını yakalayamadığı süreçte, azımsanmayacak bir başarı olarak da yorumlanabilir. Bunun yanında, iktidar partisinin 13 yıllık yıpranmışlığı ve yakın geçmişte yaşanan olaylar düşünüldüğünde, MHP’nin diğer muhalefet partisi CHP ile beraber daha yüksek oranlarda bir oy desteği beklentisi taşıdığı da gözden kaçırılmamalıdır. Seçimler öncesi yapılan kamuoyu yoklamalarında partilerin alacakları düşünülen oyların yanında geniş bir kararsız seçmen kitlesi de dikkati çekmekteydi. Bu kitlenin de ağırlıklı olarak AK Parti’ye oy verecek seçmen olduğu düşünülmekteydi. Seçim sonuçları bu kitlenin Doğu’da HDP’de, Orta Anadolu ve Karadeniz’de de MHP’de karar kıldığını göstermektedir. Genel tabloya bakıldığında, MHP’nin sadece Osmaniye’de birinci parti olabilmesine karşın, 14 HAZİRAN 2015 geleneksel kaleleri olan Orta Anadolu kentlerinde kaybettiği oyları büyük oranda geri kazandığı ve 2002’den bu yana AK Parti’ye “kaptırdığı” seçmenlerin tekrar “yuvaya” döndükleri, bu geri dönüşün de AK Parti’ye bu kentlerde ciddi biçimde oy kaybettirdiği görülmektedir. MHP’nin, HDP’den sonra oyunu en çok artıran ikinci parti olmasında; AK Parti’den kayan seçmen desteğini kazanması ve yeni seçmenler tarafından da özellikle büyük şehirlerde destek almasının önemli etki yaptığını söyleyebiliriz. MHP’de yaşanan oy artışının sadece Orta Anadolu’daki küçük kentler ile sınırlı kalmadığı, MHP’nin üç büyük ilde de oyunu geçmiş seçimlere göre yükselttiği, İstanbul’da % 1,6, İzmir’de % 2,5, Ankara’da ise % 3,3 oranında bir oy artışı sağladığı gözlemlenmektedir. Büyük kentlerdeki bu artışa karşın, MHP’nin oy artışındaki asıl etki Karadeniz ve Orta Anadolu’da yaşanan oy kaymalarından kaynaklanmaktadır. Karabük’te % 12, Sinop’ta % 8,7, Gümüşhane’de % 9,9, Artvin’de % 9,2, Çorum’da % 7,1, Samsun’da % 6,6, Trabzon’da % 5,8, Bayburt’ta % 7,8 ve Giresun’da % 6,6 gibi yüksek oranlarda oy artışının gerçekleştiği görülmektedir. Orta Anadolu kentlerine baktığımızda MHP, geleneksel kalesinde ciddi bir artış sağlarken, Nevşehir’de % 9,9 ile uzun yıllar sonra bir milletvekilliği alması dikkat çekiyor. Diğer yandan Niğde’de % 6,2, Kayseri’de % 9,9 ve Sivas’ta ise % 8,3 oranında yükseliş yaşandı. Orta Anadolu kentleri arasında en yüksek oy artışı ise % 12,6 ile Aksaray’da gerçekleşirken, bu kentlerde AK Parti ciddi oy kaybı yaşadı. Sonuç olarak, Orta Anadolu ve Karadeniz’de AK Parti’nin oy kaybının arkasında, MHP’ye giden oyların olduğu açık bir biçimde görülmektedir. Ege Bölgesi’ne baktığımızda ise Orta Anadolu ve Karadeniz’e benzer biçimde bazı Batı Anadolu kentlerinde AK Parti’den MHP’ye oy kayması dikkat çekiyor. MHP’nin Afyonkarahisar’da % 6,8, Kütahya’da % 10,9, Manisa’da % 6,6, Uşak’ta da % 11,1 oranında oy artışı sağladığı dikkat çekmek- tedir. Trakya’da CHP ağırlığı görmemize rağmen bu bölgede MHP’nin yine bir miktar oy artışı sağladığını ve AK Parti’den kaçan oyların bir kısmının MHP’ye kanalize olduğu görülmektedir. Kırklareli’nde % 4,7, Edirne’de % 2,5, Çanakkale’de % 5,1, Marmara Bölgesi’nde Bursa’da % 3,1, İstanbul’da % 1,6, Kocaeli’nde % 3,3 dolayında MHP’nin oy desteğinde artış kaydettiği gözlemlenmektedir. Doğu Anadolu’ya bakıldığında özellikle Kars, Ardahan ve Iğdır’da oy kaybı yaşandığı, buralarda başta HDP ve AK Parti’ye oy geçişi olduğu görülürken, MHP’nin bu illerde oy kaybını başta Erzurum’da % 10,3 ve Erzincan’da % 7,5 ile kapattığı, daha Güney’e indiğimizde Kahramanmaraş’ta % 6,8 ve Gaziantep’te ise % 8,3 oranında bir oy artışı yaşadığı dikkat çekiyor. Tüm kentler içerisinde MHP’nin en çok ay artışı yaşadığı il ise % 14,8 ile Kilis oldu. Güney Doğu Anadolu’ya baktığımızda MHP’nin bu bölgede varlık gösteremediğini ancak yine de az da olsa bir artış kaydetmiş olduğunu görebiliyoruz. MHP seçimlerde neden bir “sıçrama” gerçekleştiremiyor? Neden sınırlı miktarda bir oy artışını sağlayarak belirli bir sınıra kadar ancak yükselme başarısı gösterebiliyor? MHP’nin bir ideoloji partisi olarak “kemik” bir seçmene sahip olduğunu görüyoruz. Bu kitle kendisini “ülkücü” olarak tanımlayan ve MHP’nin tarihsel kökleri ile irtibatlı bir seçmen kitlesi. Bu kitle her durumda kayıtsız ve koşulsuz biçimde MHP’yi destekler bir tavra sahip. Bu özellik, şartlar ne kadar olumsuz olsa da MHP’yi belirli bir oy oranında tutarak varlık göstermesini sağlıyor. MHP söyleminin giderek daha geniş kitlelere seslenmesi, cari iktisadi ve toplumsal sorunların çözümüne odaklanması MHP’ye oy verebilecek yeni seçmenlerin kazanılmasını kolaylaştırmaktadır. Diğer partiler açısından da geçerli olan aday seçimi, teşkilatlarla ilişkiler, propaganda yöntemleri, halka ulaşma düzeyi ve liderlik gibi unsurlar MHP’de de oy desteğinin düzeyini açıklayıcı etkenler arasında yer almaktadır. 7 Haziran 2015 seçimlerinde MHP’nin, sağladığı oy artışı ile seçim başarısı yakaladığı ancak tek başına iktidar veya ana muhalefet partisi olmasını sağlayıcı bir düzeye ulaşamadığı görülmektedir. Yine başarının arkasındaki nedenler arasında, on üç yıllık AK Parti iktidarının yıpranmışlığı, çözüm sürecine duyulan güvensizlik, hükümetin karşılaşmış olduğu sorunlarda kullandığı yöntemler, iktidar partisinin kullandığı ayırıcı söylem yanında, MHP örgütünün seçime iyi hazırlanması, ekonomik ve toplumsal sorunların somut çözümleri ile bunlara yönelik vaatler üzerinden etkin propaganda yöntemlerinden yararlanmış olması da sayılabilir. * Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi. HAZİRAN 2015 15 röportaj Seçim Sonuçlarının ve Koalisyon Alternatiflerinin Değerlendirilmesi Röportaj: İbrahim KAYA İbrahm Uslu kmdr? 30 Temmuz 1966 tarhnde doğdu. Lsans eğtmn 1983-1987 yılları arasında İstanbul Ünverstes Syasal Blgler Fakültes, Kamu Yönetm Bölümü’nde tamamladı. Yüksek Lsanasını aynı ünverstede 1988-1991 yılları arasında Sosyal Poltka üzerne yaptı. 1993-1995 yıllarında Amerka Brleşk Devletlernde Doktora Semnerler çn bulundu. 1995 yılında başladığı Doktorasını 1999 yılında İstanbul Ünverstes’nde Sosyal Poltka üzerne yaptı. 1988-2003 yılları arasında İstanbul Ünverstes’nde Araştırma Görevls ve Öğretm Üyes olarak çalışmıştır. 2003-2004 yılları arasında se Bersay İletşm Danışmanlığı Başkan Yardımcısı olarak çalışmıştır. 2004 yılından ber Ankara Sosyal Araştırmalar Merkez (ANAR) Genel Müdürü olarak görev yapmaktadır. Syasal Vakfı Mütevell Heyet Üyes ve Türkye Araştırmacılar Derneğ üyesdr. 16 HAZİRAN 2015 SDE Asistanı Röportaj talebmz kabul ettğnz çn teşekkür ederz. Öncelkle 7 Hazran Genel Seçmlernden çıkan sonucu nasıl okumak gerekyor? Halkın mesajı ne oldu? Bence halk çok net bir mesaj verdi. Benim gördüğüm kadarıyla seçim sürecinde seçmenin kafası biraz karışıktı. Seçmenin bir kısmı, seçim öncesinde yaşanan olaylarla ilgili net karar veremedi. Mesela Gezi Süreci’nin bir uluslararası komplo mu yoksa bir özgürlük ve hak arayışı mı olduğu konusunda emin olamayan bir seçmen kitlesi vardı. Elbette ki seçmenin büyük bir kısmı net bir şekilde karar verdi. Bir kısmı ise bunun özgürlük ve hak arayışı olduğuna kanaat getirdi, öbür bir kısmı da uluslararası bir komplo olduğunu düşündü. Ama ortada olup ikisi arasında tereddütler yaşayan bir seçmen vardı. Aynı şey 17-25 Aralık’ta da vardı. Acaba gerçekten bir yolsuzluk soruşturması mı yoksa uluslararası komplonun, darbe girişiminin devamı mı? İkisi arasında kalan bir seçmen kitlesi oldu. Ha keza Cumhurbaşkanımızın miting meydanlarına inip Başkanlık Sistemi’ni anlatmaları konusunda acaba gerçekten ülkenin önünü tıkayacak yürütme krizini aşmak mı istiyor, devleti daha etkin hale mi getirmeye çalışıyor yoksa otoriterleşme eğilimi mi var o konularda seçmenin bir kısmının kafası karıştı. Kafası karışık seçmen, seçim süreci boyunca da ikircikler yaşadı. Bir karar veriyor ama verdiği karardan da emin değil, mutlu değil… Seçim süreci, seçmen açısından da, bizim açımızdan da zor geçti. Seçmenin sürekli karar değiştirdiğini, bundan dolayı da en major konularda bile tahmin yapamaz konuma geldiğimizi gördük. HDP, barajı geçecek mi, geçemeyecek mi? Uzun zaman bundan emin olamadık. Tek parti iktidarı var mı, yok mu? Bundan da uzun zaman emin olamadık. Nitekim foto-finiş ile bitti. AK Parti, İstanbul’un 3 bölgesinde 10 puan oy kaybetmeyip daha az puan kaybedecek olsa, her bölgede 1-2 puan daha fazla oy alacak olsa, tek başına İstanbul’dan alacağı ilave oylarla bile, belki tek başına iktidar çıkacaktı. Fakat seçmen sonunda bir karar verdi ve seçmen; bence bütün partilerin çok doğru anladığı - geçen iki günde yaşananlara bakarak bunu söylüyorum- bir şeyler söyledi. Öncelikle şunu dedi: AK Partiye; Ben senin ülkeyi yöneten iktidarın parçası olmanı istiyorum, sana büyük bir çoğunluk veriyorum ama tek başına da yönetmeni istemiyorum, yanına da birini al dedi. Muhalefet partilerine döndü, onlara şunu dedi; Ben, sizlerin ne tek başınıza, ne de ikinizin bir araya gelerek bu ülkeyi yöneteceğine inanmıyorum, o yüzden siz ancak üçünüz bir araya gelirseniz bu ülkeyi yönetebilirsiniz, onu dışında sizin ülkeyi yönetebileceğinize ben inanmıyorum. Son iki günde partilerin açıklamaları ve yarı örtülü, yarı açık koalisyon görüşmelerine baktığımızda, partilerin bu mesajı net olarak almış olduğunu düşünüyorum. En azından AK Parti ve CHP’de bunun emareleri çok açık. HDP’nin kendi pozisyonu var, AK Parti’yle koalisyonun içerisinde yer almayacağını söyledi, belki CHP ile olur dedi. MHP, ilk gece deklarasyon yaptı ama kapıyı tam kapatmadı. Seçm sonuçlarına göre erken seçm htmal belrd. Sz bu htmal nasıl değerlendryorsunuz? Ben böyle bir ihtimalin olmayacağını düşünüyorum. Zaten seçimden yeni çıkmış partilerin yeniden seçimi istemeleri çok akıl dışı bir şey olurdu. Hepsi çok yoruldu, çok fazla efor harcadı ve bu ilk seçimleri değil, üçüncü seçimi, bir yıl içerisinde üç seçim geçirmiş partilerin dördüncü bir seçim daha geçirmesini beklemek akıl dışı bir şeydir. Sayın Kılıçdaroğlu’nun “Erken seçim vakit israfı olur.” diye açıklaması oldu. Sayın Baykal’ın Sayın Cumhurbaşkanı ile görüşmesinden sonra “ Kimsenin erken seçim beklediği yok ve Sayın Cumhurbaşkanı her türlü koalisyon olasılığına çok esnek bakıyor ve bir an önce hükümetin kurulmasını istiyor.” şeklindeki beyanları, erken seçim olasılığını sıfırladı. Ben bir erken seçim olasılığı görmüyorum. Erken seçim olması, ülke açısından hayırlı bir şey de değildir. Toplum, bir dizayn yaptı. Dört partiye; “Siz parlamentoda olun, şu koşullarda da koalisyon kurabilirsiniz.” dedi. AK Parti, üç muhalefet partisinden herhangi biriyle koalisyon yapabiliyor. Seçmen, AK Parti’ye orada geniş bir elastikiyet verdi, muhalefet partilerine siz ancak üçününüz bir araya gelebilirsiniz, yoksa size güvenmem dedi. Verilen mesaj net, muhalefet partileri ya biri AK Parti’yle koalisyona razı olacak ya da üçü birleşip bir hükümet kuracaklar. Bu ikisini dahi yapamayıp erken seçime gidilirse, seçmenin bundan çok hoşnut olacağını HAZİRAN 2015 17 ve erken seçime gittikleri için herhangi bir partiyi ödüllendireceğini düşünmüyorum. Oyları bir daha dağıtır, bu sefer pastayı daha da küçültür, durum daha büyük bir açmaza sürüklenir. Yani siyaset, seçmenin mesajını yanlış okuyup, talebini yerine getirmezse seçmen; “Ne iyi yaptınız da üç ay sonra yeniden bana geldiniz.” demez. Bütün partileri cezalandırır. Bütün partiler de aslında bunun farkında, tersini savunan kimse de yok. O yüzden bir tek Sayın Bahçeli; “Gerekirse erken seçimden de korkmayız.” dedi. Ama o bir erken seçim arzusu değildi, çok mecbur kalırsak bunu dahi göze aldım demekti. Ama ondan önce birçok yol olduğunu da o geceki konuşmasında söyledi. Koalsyon senaryolarından en muhtemel olanı AK Part - MHP koalsyonu olarak gözüküyor. Sz bu htmal nasıl değerlendryorsunuz? Ben onu en muhtemel senaryo olarak görmüyorum. Ben onu, en uyumlu olması olası koalisyon olarak görüyorum. Yoksa bana göre en muhtemel koalisyon AK Parti-CHP koalisyonudur. AK Parti de görünen o ki CHP ile koalisyon turlarına 18 HAZİRAN 2015 başlayacak. Çünkü meclis aritmetiğine göre en yüksek sayı böyle oluşuyor ve her biri bir kutbu temsil ediyor. İki kutbun bir araya gelmesi, seçmeni en mutlu edecek formüldür. AK Parti-CHP koalisyonu, seçmenin ve piyasaların en mutlu olacağı formüldür. Uluslararası camiayı en rahatlatacak formüldür. Bana en olası formül AK Parti-CHP koalisyonu geliyor, en uyumlu olması muhtemel senaryo ise AK Parti-MHP koalisyonu olarak görünüyor. AK Parti-HDP koalisyonunu, büyük oranda olasılık dışı değerlendiriyorum. CHP-MHP-HDP’nin bir araya gelmesi muhtemel bir senaryodur ama en kısa ömürlü ve en çabuk krize girecek senaryodur. Üç koalisyon olasılığı var; birisi AK Parti-MHP, öbürü AK Parti-CHP, bir diğeri de CHP-MHP-HDP koalisyonu… Muhalefet partileri, ister içeriden destek versinler, ister dışarıdan o farketmez, sonunda koalisyonun parçası olacaklar. Bakanlar Kurulu’nda sandalyesi olması ya da olmaması önemli değil, güvenoyu vermesi bence yeterli. Lderlern seçm performansına bakacak olursak sze göre hang lder daha başarılı oldu? Seçimlerden önce partilerin kendilerine koydukları hedefleri vardır ve o hedefleri gerçekleştirme açısından başarıyı değerlendirmek lazım. Performans açısından Sayın Davutoğlu çok çalıştı, 81 ile gitti. Hatta ilçe mitingleri yaptı, yaptığı mitingleri toplayacak olursanız 1,1.5 aylık süre için korkunç bir sayı. Olağanüstü bir performans gösterdiğini göreceğiz. Ancak kriteri değiştirdiğinizde, hedeflerini gerçekleştirme konusunda seçmenden ne kadar karşılık aldığına dönüp bakmak lazım. O açıdan sahada en az performans gösteren Sayın Bahçeli’nin, hedeflerini en çok gerçekleştiren lider olduğunu görüyoruz. Bana soracak olursanız her dört parti de iyi kampanyalar yaptılar. CHP, bu sefer seçime iyi hazırlanmıştı. HDP de iyi hazırlanmıştı. MHP çok ortalıkta görünmedi ama stratejik işler yaptı. MHP, kongresinden bu yana stratejik işler yapıyor. Siyaset, bu kampanya öncesinde ve kampanya esnasında rasyonel bir düzleme çekilmişti. Yani kampanya hazırlığı, orada siyasal strateji geliştirme açısından baktığınızda bence 4 parti de çok ciddi işler yaptı. Türkiye’de partilerin olgunlaşması, kurumsallaşması açısından baktığınızda, dört partinin dördünün de kendi menfaatleri açısından doğru işler yapması sevindirici. Türkiye’de sorunlu alan siyasetin dili ve üslubu, bu alan da sakinleşirse ve çatışma kültürü aşılırsa, siyasetin ve demokrasinin daha çabuk olgunlaşacağını düşünüyorum. Partiler sorunlu olan üslup ve dil problemini de çözerlerse bence önümüzdeki dönem siyaset artık, toplumun önünü açar, gerçekten çözüm üretebilen bir yapıya bürünür. O zaman da insanlar, siyasete daha fazla saygı duyar. Ama bu kavga dili, bu polemik, bu hırçınlık, sertlik; siyasete ve siyasetçiye itibar ve enerji kaybettiriyor. Çünkü bunlarla uğraşmaktan sorunları çözmeye vakit kalmıyor. Siyasetin toplumda verimli olabilmesi ve daha fazla saygı görebilmesi için dilini ve üslubunu da düzeltmesi lazım. Ondan sonra Türkiye’de siyasetin başka bir problemi kalmayacak. Siyaset, gerçekten çözüm üreten bir mekanizma haline dönüşecek. HDP’nn özellkle Doğu llernde yakalamış olduğu başarıyı kend başarısı olarak mı görmek lazım yoksa AK Part’nn başarısızlığı olarak mı görmek gerekr? Her ikisinin de belli ölçüde etkisi var. Sadece birine bağlamak yanlış olur. AK Parti’nin elbetteki yanlışları olmuştur. Aday seçimi konusunda Çözüm Süreci’nin yürütülmesi esnasında da bazı problemler yaşandı, bazı yol kazaları oldu, bu kazaları oradaki seçmene anlatma konusunda yetersizlikler oldu. Yoksa her şeyi doğru yapıp neden oy kaybetsin. HDP’nin seçmene kendini anlatma konusunda daha başarılı olduğu da bir gerçek. Neticede ortaya böyle bir sonuç çıktı. Bir taraftan bir partinin başarısı diğer taraftan yekdiğerinin eksikleri, tamamlayamadığı işler ya da yanlış anladığı işler sonucunda ortaya böyle bir tablo çıktı. Yoksa Güneydoğu’daki oy oranlarındaki değişmeyi sadece adaylara bağlamak ya da sadece HDP’nin yürüttüğü kampanyaya bağlamak bence gerçeklerin sadece bir kısmını açıklar. O yüzden her ikisinin de etkisi var. Hem Ak Parti’nin başarısızlıklarının etkisi var hem de HAZİRAN 2015 19 HDP’nin doğru işler yapmış olmasının etkisi var. Son iki gün kala Diyarbakır mitinginde patlayan bombanın da etkisi oldu. O patlamaya karşı reaksiyon çok net bir şekilde hissediliyor fakat bu hükümetin kontrol edebileceği bir şey değildi. Birileri orada bomba patlattı ve insanlar yaralandı veya hayatlarını kaybetti. Bunun da seçmen üzerinde etkisi oldu. Büyük beklentlerle vaatlerle seçme gren CHP’de stenlen sonuç alınamadı. CHP’de br değşm beklyor musunuz? Ben seçim öncesinde de seçimden sonra da CHP’de herhangi bir değişimin olmayacağını söylemiştim. Seçim sonucu olarak 2011’deki oy oranının üzerine çıkamadı. Zaten CHP’nin esas amacı kendi oy oranını arttırmak değildi. Bunu CHP yetkilileri de dile getiriyor. CHP’nin oy oranını arttırdığınızda milletvekili sayısını 8-10 kişi daha arttırırsınız fakat bu CHP açısından bir işe yaramazdı. Önemli olan HDP’nin barajı aşmasıydı; CHP de HDP’nin barajı aşması adına çok kritik katkıda bulundu. Bir oy transferi oldu ve CHP bunu kısmen yönetebildi, kısmen seyirci kaldı ve sesini çıkartmadı ama neticede bugün en olası koalisyon senaryosunda CHP’yi iktidar ortağı olarak görüyoruz. Üç senaryonun ikisinde CHP koalisyon ortağı olarak görünüyor. Oy oranını % 25 değil de % 27 yapsaydı evet iki puan oy arttırmış olacaktı ama hiçbir sonuç elde edemeyecekti. Şimdi ise üç senaryonun ikisinde hükümet ortağı olmayı başarıyor. CHP’deki başarı durumu, nereden baktığınıza bağlıdır. Parti olmaktan murat eğer iktidar olmak ise CHP, bunu gerçekleştirmeyi başaracak gibi görünüyor. Şuan iktidar ortağı olmaya çok yakın. Sadece oy artırmayı amaçlamak çok doğru bir hedef değil. Siyasi partiler sadece oy almak için değil iktidar olabilmek için kurulurlar. CHP de şuan bunu başaracak gibi görünüyor. Zaten o yüzden partide kazanlar kaynamadı. Seçim gecesi gayet neşelilerdi ve Kılıçdaroğlu’na karşı bir coşku vardı. Çünkü seçimden önceki hedeflerini gerçekleştirdiklerini düşünüyorlar. Bence de CHP hedeflerini gerçekleştirmiştir. O yüzden Sayın Kılıçdaroğlu’nun istifa etmesi veya birilerinin istifasını istemesi çok 20 HAZİRAN 2015 anlamlı değil. CHP çok büyük bir ihtimalle hükümet ortağı olacak o yüzden Kılıçdaroğlu başarısız sayılmaz. Bu seçmlerde farklı br cumhurbaşkanı portres gördük. Bu durum oy oranlarına nasıl yansımış olablr? Oy oranlarına bakarsanız cevap orada zaten gizli. Sayın cumhurbaşkanının 400 milletvekili hedefi vardı. Gerçi daha sonra o hedefi 330 olarak revize edip küçülttü. Ama iki hedefi de gerçekleşmedi. Seçmen bu sefer hadiseye Sayın Erdoğan zaviyesinden bakmadı. Seçmen kendince başka bir denge kurdu. Sayın cumhurbaşkanının seçim öncesi il ziyaretlerinde dile getirdikleri seçmen de karşılık bulmadı. Söylemlerinin oyların dağılımını etkilemesi açısından bir tesiri olmadığını düşünüyorum. Oy oranlarına olumsuz br etks olmuş olablr m? Cumhurbaşkanının yaptığı mitingler olmasaydı da, seçmenin kafası karışıktı diye bahsettiğim hadiselerden ötürü hükümet aynı oyu alabilirdi. Hükümetin oy kaybetmesi normal çünkü 13 yıl boyunca tatmin edemediğiniz istekler olmuş, mutsuzluklar olmuş, kırdığınız insanlar olmuş ya da insanlar hep aynı siyasetçileri ve aynı tarzı görmekten bıkmış olabilir. İnsanlar yeni bir şeyler denemek istiyor. Siz belli bir noktaya getirdiniz ve oradan öteye geçemediniz. Mesela orta gelir tuzağını konuşmaya başladı bu ülke. Dolayısıyla seçmenin “tamam Ak Parti güzel işler yaptı ama biz biraz da başka seçeneklere bakalım” demesinden daha normal bir şey yoktur. Çünkü katıldığı dördüncü seçimde bir iktidar partisinin oy kaybı yaşamasından daha doğal başka bir şey olamaz. Dünyada eşi benzeri az bir başarıdan bahsediyoruz. Dört kere seçime gidiyorsunuz ve dördünden de birinci parti olarak çıkıyorsunuz, üçünde tek parti iktidarı oluyorsunuz, dördüncüde de koalisyon ortağı oluyorsunuz. Böyle bir başarıdan bahsediyoruz. Bu kadar uzun zaman iktidar da kalmış bir partinin yıpranmaması düşünülemez. O yüzden eleştirilerin çok abartılmaması gerektiğini düşünüyorum. Seçmen borsa brokeri değildir, uzun vadeli planlar yapar. Cumhurbaşkanının veya bir başkasının söylemlerinin seçmen üzerinde bu kadar anlık etkisi olacağını düşünmüyorum. Sayın cumhurbaşkanı hiç ofisinden çıkmasaydı da, seçimle ilgili hiç konuşmasaydı da yine oy kaybı yaşanırdı. Bu seçmde lk defa oy kullanan genç seçmenn, seçm sonuçları üzernde nasıl br etks oldu? Bence önemli bir etkisi oldu, çünkü ilk defa oy kullanan 1 milyonun üzerinde bir seçmen kitlesi var. Daha önceki seçimlerde tecrübe ettiğimiz gibi genç seçmen kitlesi en fazla HDP’ye ya da MHP’ye oy veriyor. Gençler uçlardaki partilere oy veriyor. Sonra yavaş yavaş yaş kemale erdikçe merkeze doğru geliyorlar. Gençken mutedil davranamıyor, uçlarda dolanıyor. Adı üzerinde delikanlı deniyor, delilik var damarlarında. Ak Parti ve CHP genç seçmen havuzundan daha az oy aldı. Koalsyon partlernn tutumlarını göz önüne alırsak Yen Anayasa ve Çözüm Sürecnn akıbetn nasıl görüyorsunuz? Uzlaşma olabilir. Uzlaşma olursa şayet, bu aynı zamanda Türkiye’de bir Toplum Sözleşmesi anlamına da gelecektir. Koalisyonun sağlanacağı metin bence Türkiye’de uzun zamandır eksikliğini hissettiğimiz Toplumsal Sözleşmeyi de karşılayacak bir metin olacak. Ben Türkiye’nin menfaatine olan bu süreçlerin zarar göreceğine inanmıyorum. Hiç kimse Çözüm Sürecini bitirelim ve çatışmalar yeniden başlasın diyemez. Nihayetinde o partilerin yöneticileri de sizin, benim gibi bu ülkeyi seven insanlardan oluşuyor, bu milleti, toplumu seven insanlardan oluşuyor. Hiç biri çatışmalar olsun, yeniden kan aksın, gencecik insanlar hayatlarını kaybetsin istemez tabi. O yüzden de ben Yeni Anayasa ve Çözüm Sürecinde bir sorun yaşanacağını düşünmüyorum. Üzerinde en uzlaşılamayacak konu sayın cumhurbaşkanı ile ilgilidir. Hem Sayın Kılıçdaroğlu’nun, hem de Sayın Bahçeli’nin açıklamasında var; “Eğer Cumhurbaşkanı anayasal sınırlara geri dönerse sorun yok” dediler. Dolayısıyla Ak Parti’nin kırmızı çizgilerinden biri olan bu konu ile ilgili kriz aşılmış oldu. Yeni Anayasa da bütün partilerin parti programında vardı. Kimse Yeni Anayasa yapılmasına itiraz etmiyor. Sadece içeriği konusunda uzlaşılamadı. Uzlaşma komisyonu yıllarca süren bir çalışma yürüttü ve birçok maddede uzlaşıldı. Dolayısıyla ben Yeni Anayasa konusunda sorun çıkacağını düşünmüyorum. Partiler mutedil bir noktada duruyor. O açıdan da önümüzdeki dönem bizim ümitvar olmamızı sağlıyor. Bütün partiler itidal çizgisi üzerinde duruyor. AK Parti’nin söyledikleri aslında mutedil şeyler. Diğer partilerde çok mutedil şeyler söylediler. Vakt ayırdığınız çn çok teşekkür ederz. HAZİRAN 2015 21 İÇ POLİTİKA de bir çabanın içinde olduklarını kaydetmek gerekmektedir. Dürüst seçimler demokrasinin olmazsa olmaz koşullarındandır ve 7 Haziran seçimleri bu unsurun varlığını bir kez daha teyit etmiştir. Seçim Aritmetiği Neyi Gösteriyor? SİSTEM KİLİTLENMESİ ve SİYASİ SORUMLULUK Prof. Dr. Haluk ALKAN SDE Uzmanı 7 Haziran’da gerçekleştirilen seçimler; sandık sonuçları, siyasi sistem açısından doğurduğu sonuçlar ve seçimlerin siyasetçilere yüklediği sorumluluklar olmak üzere üç açıdan değerlendirilebilir. Ancak bu değerlendirmeye geçmeden önce bir noktanın altını önemle çizmek gerekmektedir. Türkiye 1876 yılından bu yana seçim geleneğine sahip bir ülkedir. Özellikle 1950 seçimleri sonrasında halk birçok kez seçimler yolu ile tepkisini gösterebilmiş ve siyaset sürecinin değişimine etkide bulunabilmiş- 22 HAZİRAN 2015 tir. Türkiye’de yeterli halk desteğine sahip bir siyasi hareket, seçim yolu ile barışçıl bir biçimde iktidara gelebilir. Türkiye bu anlamda post-Sovyet ülkeler için geliştirilen literatür kapsamında değerlendirilebilecek bir ülke değildir. Nitekim Türkiye’de seçimlerin dürüst, yarışmacı bir süreç içinde gerçekleştiğini bizzat seçim sonuçları kanıtlamıştır. Bunu bir kenara kalın çizgilerle not etmek gerekmektedir. Bunun nedeni fon yapısı tartışmalı bazı oluşumlar değil bu ülkenin güçlü demokrasi geleneğidir. Bu geleneği algılara kurban etmek isteyen yaklaşımların beyhu- 7 Haziran seçimlerinin önemli sonuçlarından biri, 12 Eylül rejiminin siyasi mühendisliğinin bir kurumu olan % 10 ulusal barajlı seçim sistemini siyasi açıdan anlamsız kılmasıdır. Seçim barajının arkasında şekillenen bir siyaset tarzının artık Türkiye için hiçbir savunulacak tarafı kalmamıştır. 4 partinin yer aldığı bir Meclis bileşiminde dahi % 40-44 bandında oy alan bir partinin tek başına iktidar olamadığı barajlı bir seçim sisteminin ne temsilde adaleti ne de yönetimde istikrarı sağlayamadığı net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Seçimler sonrasında yapılan birçok yorumda % 5’lik bir baraj durumunda tek partili bir hükümetin kurulabileceğine yapılan vurgular bu açıdan dikkat çekicidir. Kısaca Türkiye’de uygulanan mevcut seçim sisteminin sürdürülemez olduğu açıktır. Seçimler, Türkiye’de partilerin Mecliste temsil tabanını genişleten, aynı zamanda istikrarlı hükümetlerin kurulmasını mümkün kılan yeni bir seçim sistemine olan ihtiyacı göstermiştir. AK Parti’nin 2002 seçimlerinin hemen sonrasında el atması gereken bu konuyu geciktirmesinin maliyeti yüksek olmuştur. Türkiye’de demokrasinin önünü açacak bir karma seçim sistemine geçilmesi tartışılmalıdır. Seçimlerdeki genel oy dağılımına bakıldığında ortaya çıkan tablo ise şu şekilde özetlenebilir: Öncelikle 13 yıldır iktidar olan AK Parti’nin hükümeti tek başına kurabilecek oy oranına ulaşamasa da aldığı % 40,9 oy ile kendisine en yakın partiye 15 puan fark atmış olması bir başarı olarak değerlendirilmelidir. AK Parti hükümet kuramasa da Türkiye siyasetindeki güçlü yerini korumaktadır. Buna karşılık AK Parti’de yaşanan oy kaybının iyi analiz edilmesi gerekmektedir. AK Parti, Doğu ve Güneydoğu’da Kürt kökenli seçmenlerin desteğini önemli ölçüde kaybetmiştir. AK Parti’nin 2011 seçimleri ile karşılaştırıldığında aldığı oy oranı Diyarbakır’da % 33’ten % 15’e, Bingöl’de % 47’den % 6,7’ye, Bitlis’te % 50,6’dan % 31’e, Van’da % 40’tan % 20’ye, Batman’da % 37’den % 18’e gerilemiştir. Bu oranlar AK Parti’nin bölge oylarının yarısından fazlasını kaybettiğini göstermektedir. AK Parti’nin hükümeti kuracak çoğunluğa ulaşa- k raca ve u k i et u küm nda Doğ mli ü h ı n e i s ama ıp ön arti’n in AK P a ulaşam daki kay Parti’n K ğ n ı nlu r. A lar çoğu doğu oy olmuştu ile HDP ir y b ıp ci Güne belirleyi daki kay anlamlı da rın de ölçü ölge oyla tış arasın usudur. b ar kon daki lişki söz n ı r oyla ayısal i s mamasında Doğu ve Güneydoğu oylarındaki kayıp önemli ölçüde belirleyici olmuştur. AK Parti’nin bölge oylarındaki kayıp ile HDP oylarındaki artış arasında anlamlı bir sayısal ilişki söz konusudur. AK Parti, Kürt kökenli seçmenler kadar olmasa da milliyetçi-muhafazakar seçmen tabanının güçlü olduğu ve kendisinin yüksek oranda oy aldığı bölgelerde de oy kaybına uğramıştır. AK Parti bu bölgelerde genel olarak % 50’nin üzerinde oy alsa da ortalama % 10’un üzerinde oy kaybına uğramıştır. Ancak bu kayıp Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan kaybın oldukça gerisindedir. HDP’de yaşanan oy artışının, önemli ölçüde AK Parti tabanında yaşanan oy kaymasından kaynaklandığı görülmektedir. Batıdaki büyük kentlerde, CHP oylarının 2011 seçimlerine göre göstermiş olduğu hareketlilik bu yargımızı teyit etmektedir. Örneğin İstanbul 1. ve 2. Bölgede AK Parti oyları ortalama sekiz puan gerilerken, aynı bölgede CHP’deki gerileme ortalama olarak % 2’dir. 3. Bölgede ise AK Parti’deki kayıp 10 puanı bulurken, CHP’nin kaybı 2 puandır. Burada da HDP’nin aldığı ortalama % 12’lik oyun içinde AK Parti’den gelen oyların ağırlığı yadsınamaz. CHP’nin 7 Haziran seçimlerinde oy kaybı 2011 seçimlerine göre toplamda % 1’i bulmaktadır. Bu da HDP’deki oy artışının tek başına CHP’den yaşanan kaymalarla açıklanamayacağını göstermektedir. Dolayısıyla AK Parti’nin üzerinde öncelikle durması gereken konu Doğuda ve Batıda, HDP karşısında yaşanan oy kaybının nedenleri olmalıdır. AK Parti, HAZİRAN 2015 23 Seçim sonuçları CHP’nin bırakın iktidar alternatiSeçim fi olabilmeyi, muhalefetin merkezi bile olamadığını merk sonuçlar göstermiştir. İktidar partisinde yaşanan oy kaybı ı e CHP zi olama CHP’nin CHP’ye yansımadığı gibi, parti toplamda oy muh yaca yöne a ğ t kaybına uğramıştır. CHP’nin başarılı olduğu i l ı m e n fet bu ıg is sonr sonuçla onuçlar östermiş in tek şey seçmen tabanını HDP karşısında asın ı büyük ölçüde konsolide edebilmiş olmasıa göt rdan ülk iyi okum tir. eyi 2 a l çıkm ürecek ı dır. CHP seçim sürecinde parti adaylarının , 8 Şu b ayac belirlenmesinden, seçim bildirgesine kadar ağın ir restor bat ı gör a her aşamada iktidarı hedefleyen bir parti meli syonun dir. gibi değil HDP’ye yaşanacak bir kaymayı doğudan ciddi oranda oy alan, bu niteliğiyle CHP ve MHP’den farklı siyasi tabana oturan bir partidir ve bu özelliği ile Türkiye siyasetinde iktidar olmanın ötesinde çok önemli bir fonksiyona sahip bulunmaktadır. AK Parti’nin bölge oylarında yaşanacak bir erime, kimlik siyasetinin uçlara kayması ve kimlik temelinde kutuplaşmayı derinleştirebilecek sonuçlar doğurabilir. Bu çerçevede Şubat 2015 tarihinde gündeme gelen 10 maddelik çözüm süreci yol haritası sonrasında AK Parti’nin sürece karşı mesafeli bir tutuma yönelme ve seçim stratejisinde çözüm sürecinin ikinci plana itilmesinin bölge seçmenini küstürmüş olma ihtimali oldukça güçlüdür. AK Parti bölge ile ilgili sorunlara güçlü bir biçimde eğilen bir ulusal parti olarak bölgede önemli bir denge unsurudur ve seçmenden gördüğü desteğin ardında büyük ölçüde bu konum yatmaktadır. HDP’nin çözüm sürecini ikincil - destekleyici bir politik unsura dönüştürme isteği, 6-8 Ekim olayları sonrasında iflas etmiş ve parti söylemsel düzeyde çözüm sürecini bir Türkiye partisi olma stratejisinin merkezine yerleştirmiştir. Aksine, AK Parti seçim kampanyası sürecinde çözüm sürecine ikinci derecede vurgu yapmayı tercih etmiş, sürece tepki duyan milliyetçi oy tabanını önceleyen bir stratejiye yönelmiştir. Oysa AK Parti’ye oy veren milliyetçi muhafazakar seçmen, çözüm sürecine mesafeli de olsa tepkisel olmaktan çok dengeli bir sağduyu içinde hareket etmektedir. Tepkisel tutum daha çok Doğu ve Güneydoğu’daki seçmen tabanında yaygındır. AK Parti’nin ele alması gereken diğer bir konu bölge illerindeki aday listelerinin ne ölçüde bölge seçmeninin beklentilerini karşıladığıdır. 24 HAZİRAN 2015 frenlemeyi önceleyen bir strateji izlemiştir. Yukarıda açıklandığı gibi CHP’nin toplamda yaşadığı oy kaybı ve Batıdaki oylarda yaşanan hareketlilik, seçmen tabanına yönelik stratejinin bir ölçüde başarılı olduğunu göstermektedir. Sistemde Kilitlenme Olasılığı 7 Haziran seçimlerinin öne çıkan sonuçlarından bir diğeri, sistemin kilitlenme olasılığını gündeme getirmesidir. 2007 yılında yapılan Anayasa değişiklikleriyle birlikte, güçlü yetkilere sahip ve halkoyu ile seçilen bir Cumhurbaşkanı ile Meclise karşı sorumlu hükümetin bir arada görev yapacağı yeni bir sisteme geçiş yapılmıştır. Ancak mevcut Anayasal çerçeve bu işleyişi mümkün kılabilecek bir altyapı sağlamamaktadır. Bu işleyiş yürütmenin iki otoritesi arasında yaşanacak anlaşmazlıklarda bir çifte meşruiyet krizi doğurabilecek ve sistem kilitlenmelerine açık bir yapı doğurmaktadır. Yine bu tip bir işleyişte, Meclisin istikrarlı bir hükümet oluşturabilecek bileşime sahip olmaması durumunda Cumhurbaşkanı - Meclis ve koalisyon hükümetleri arasında ne tür sonuçların ortaya çıkacağı da belirsizdir. Ortaya çıkan görünümün “parlamenter” olmadığı açıktır. Dolayısıyla seçimler sonucunda kurtarılan bir parlamenter sistem de yoktur. Türkiye’de çözümlenmesi gereken bir hibrit rejim sorunu bulunmaktadır. Bu sorunun çözülmesi de tüm partilerin sorumluluğundadır. Anayasanın belirlediği kurumsal yapı böyle bir krizin aşılmasında işlevsel mekanizmalara sahip değildir. Dolayısıyla mevcut sistemde demokrasiyi ve istikrarı korumak, fazlasıyla liderlerin siyaset tarzlarına ve uzlaşmacı eğilimlerine bağımlı bulunmaktadır. Siyasetin Sorumluluğu Siyaset, ülkenin ve halkın sorunlarını çözmek için vardır. Ülkenin ve halkın çıkarlarını göz ardı eden bir siyaset tarzı, başta bu şekilde hareket edenler olmak üzere tüm topluma ve ülkeye zarar verir. Seçimlerde ortaya çıkan tablo hem liderlik hem de partilerin toplumsal tabanı bağlamında kutuplaşmış eğilimleri bir müzakere zeminine yönlendirme zorunluluğunu öne çıkarmıştır. “AK Parti’yi hükümet kuramayacak bir noktaya gerilettik ama bundan sonraki sürecin bir parçası olmayız” düşüncesi ne kadar yanlış ise, “Madem el birliği ile ülkeyi bu çıkmaza sürüklediler, çıkış yolunu da onlar bulsunlar” tavrı da o oranda yanlıştır. Siyaset, uzlaşma temelinde hiçbir toplum- sal kesimi dışlamadan, geçmişten ders alarak, temel hassasiyetlere duyarlı bir yaklaşımla hükümet ve istikrar sorununu aşmalıdır. Seçim sonuçları CHP’nin muhalefetin merkezi olamayacağını göstermiştir. CHP yönetimi sonuçları iyi okumalı, bu sonuçlardan ülkeyi 28 Şubat sonrasına götürecek bir restorasyonun çıkmayacağını görmelidir. HDP, demokrasinin yalnızca halkların kimlikleri temelinde bir temsil ilişkisine indirgenemeyeceğini, sol söyleme bulanmış ve silaha dayalı bir kimlik siyaseti ile ülkenin Doğusu ve Batısında farklı siyaset tarzları izlemenin sürdürülebilir olmadığını görmelidir. MHP kimlik siyasetinin kısa vadeli kazanımlarının ötesinde gerçek anlamda bir birliğin inşasına katkı verecek bir siyasete yönelmelidir. AK Parti, 2007 değişiklikleri ile birlikte sistemde yaşanan değişimi iyi okumalı, bu yeni sistemde siyasi rollerin nasıl oynanması gerektiği üzerinde tekrar durmalıdır. AK Parti tabanı, büyük ölçüde eski sistemin dışladığı, onunla mücadele ederek kimliğini şekillendirmiş bir sosyolojiye dayanmaktadır. Bu sosyoloji, sabrı, dayanışmayı, tevazuyu ve vasatı esas alan bir meşruiyet algısına sahiptir. AK Parti, bu meşruiyet algılamasının değer ve sembolleriyle geliştirdiği söylem ve öne çıkardığı semboller arasındaki uyuma tekrar eğilmelidir. Seçimler tek başına bir hükümetin kurulmasına imkan tanımadığı gibi bırakın istikrarlı bir koalisyonu, koalisyon kurulup kurulamayacağını bile tartışmalı bir hale getirmiştir. Sonuçlar siyasal sistemi; koalisyon ortakları arasındaki anlaşmazlıklardan doğabilecek Meclis içi kilitlenmelere, Cumhurbaşkanı ile koalisyon hükümeti arasında yaşanabilecek anlaşmazlıklardan kaynaklanabilecek yürütme krizlerine, İstikrarsız hükümetlerin ardı ardına kurulup dağılmasından kaynaklanan Cumhurbaşkanı ile Meclis arasında yaşanabilecek krizlere dayalı kilitlenmelere açık hale getirmiştir. HAZİRAN 2015 25 İÇ POLİTİKA Bu tabloda dış ve iç muhalif unsurlar aynı cephede mevzilendi. Hedef; Erdoğan, AK Parti üzerinden Yeni Türkiye oldu. Kirli ittifak projesi devreye sokuldu. CHP + MHP + HDP + PKK + DHKP-C + paralel + yerli baronlar + küresel baronlar + uluslararası medya kuruluşları… Yaylım ateşine ve algı operasyonlarına başladılar. Koalisyon HDP üzerinden strateji belirledi. PR çalışması için her argüman seferber edildi. Bazı örnekler; Financial Times: “Seçimler ülke tarihi açısından önemli. AKP’nin kazanması, Türkiye açısından çok kötü olur.” “Seçimin anahtar değişkeni Kürt yanlısı bir koalisyon olsa da, laik Türklerden liberallerden ve solculardan destek alan HDP.” Seçmen Erdoğan’ı cezalandırabilir. Laik olsun, dindar olsun Erdoğan’ın ataerkil tavrının yarattığı boğucu ortamı reddeden milyonlarca Türk de bu seçimlerin, Cumhurbaşkanı’na haddini bildireceğini umuyor.” ÇARE “YENİ TÜRKİYE” Aydın BOLAT SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı T ürkiye seçimini yaptı. Ancak 7 Haziran Genel Seçimleri sadece Türkiye için değil aynı zamanda uluslararası arena için de önem arz ediyordu. Millet iradesi ile küresel sistemin iradesi karşılaştı. Türkiye tarafında; uluslararası arenada yükselen bir aktör, ekonomik gelişme, zihinsel yenilenme ve dış politikada üstlendiği roller, Arap Baharı retoriği, Mısır darbesine tepki, İsrail’e tavır, Kürt meselesinde Çözüm Süreci inisiyatifi, Müslümanların demokrasi ile yönetilebileceği, halk desteği ve meşruiyeti… 26 HAZİRAN 2015 Özetlersek: Dünya 5’ten büyüktür: Yeter! Bu dünya böyle gitmez! One minute: Zorba Haçlı hegemonyasına dur! Siyonist zulme dur! Rabia/Mısır: Kadim haksızlıklara ve zalimlere hayır! Küresel sistem tarafından ise; kontrol edilebilir, bağımlı bir Türkiye. Orta Doğu’da güçlü ve otonom olmayan aktörler… Mısır, İran şimdi de Türkiye! Stratejk hesaplarda sürprze yer yoktur. Her şarta ve htmale karşı br hazırlık vardır. Bunun aks düşünülemez. Türkye’nn geleceğ sadece AK Part’ye endeksl değldr. Başka dnamkler ve argümanlar da vardır. Yen aktörler de çıkablr. Hakkın taktr ve görünmez potansyeller harekete geçeblr, daha y ve güzel çn yollar açılır nşallah. Sabır, ümt, gayret ve dua… The Wall Street Journal: “AKP hezimete uğradı.” New York Times: “Türkiye üzerinde kara bulutlar” The Atlantic: “Cumhurbaşkanı Erdoğan üçlü yenilgiyle karşı karşıya. Seçmenler çoğunluğa ulaşmasını ve iktidarı bütünüyle ele geçirmesini engelleyerek AKP’ye cevabını verdi.” “ABD ve Türkiye’nin NATO müttefikleri Erdoğan’ı içinde bulunduğu bu yıkıcı yolda durdursun!” The Telegraph: “AKP 10 yıldan fazla bir süredir ilk defa en kötü sonucu almasıyla yıkıldı.” “Türkiye’de alışılmadık biçimde karanlık ve korku verici, tehlikeli bir atmosfer var.” FAZ: “Erdoğan’ın anayasa değişikliği tehlikede…” Seçimden sonra da, “Halk Erdoğan’a büyük darbe vurdu. AKP, tek parti iktidarını yitirdi. Erdoğan kaybetti, sultanın sonu…” The Economist: “HDP meclise girdiği taktirde bunun ikili yararı var. Erdoğan’ın başkanlık planları bitecek, Kürt Barış sürecine ivme kazandıracak. Türkler, oylarını HDP’ye vermelidir. Times: “HDP Erdoğan’ın mutlak güç hesaplarını engelleyebilir… Demirtaş: karizmatik, yakışıklı ve sadece 42 yaşında…” The Guardian: “Seçim sonuçları bomba etkisi yapan bir sürpriz. Kürt Obama’sı ülkenin yeni parlayan yıldızı…” Financial Times: “Kürt partisi yükseldi. Erdoğan’a ağır darbe.” El Pais: “Erdoğan’ın başkanlık hayalinin sonu. Israel Today: “Erdoğan gitti artık daha güçlüyüz, İstanbul’a dönüyoruz.” Bütün bunlar Demirtaş ve HDP’nin uluslararası bir proje olarak tasarlandığını ve başarılı bir PR çalışmasıyla uygulandığını gösteriyor. Sonuçlar da HDP’nin Türkiye’nin siyasi denkleminde ve bölgede ne kadar elverişli bir argüman olduğunu kanıtlıyor… The Guardian: “Tam Batılılaşmamış, yoksul Müslümanların kendi ülkelerini yönetmelerine izin verilemez!” Seçim sonuçlarına sevinenler: “Erdoğan’ın daha fazla güç elde etmesi feci olur.” Haçlı medyası, İsrail, Pensilvanya… HAZİRAN 2015 27 Seçim Sonuçlarına üzülenler: İslam dünyası ve gönül coğrafyamız (Suriye, Filistin, Irak, Bosna, Arakan, Yemen, Lübnan, Ürdün ve Doğu Türkistan’da yaşayan Müslümanlar). Seçmen Ne Dedi? OY ORANI VEKİL SAYISI AK Parti % 40.80 258 vekil CHP % 25.00 132 vekil MHP %16.35 80 vekil HDP % 13.00 80 vekil Milletin iradesi ve kararı bu tablo. AK Parti yine 1. oldu ancak 13 yıl sonra tek başına iktidarını kaybetti. % 9 oy kaybına uğradı. Bütün Türkiye’yi kucaklayan tek parti AK Parti 76 ilden milletvekili çıkarttı. CHP geri düştü oy kaybına uğradı. HDP barajı aştı. Oyunu 6 puan arttırdı. Güneydoğu’da fark attı. Bazı Batı illerinde de vekil çıkarttı. Seçimin sürprizi oldu. Siyasi denklemi sarstı. MHP oyunu 3 puan, milletvekili sayısını 27 arttırdı. 56 milyon seçmen oy kullandı. Katılım % 87 oldu, % 97 TBMM’de temsil var, konsolidasyon tamama yakın. 4 partili meclis var. 4 parti de anahtar konumda. AK Parti anayasayı referanduma taşıyacak çoğunluğu değil hükümeti kuracak ekseriyeti de kaybetti. Daha önce AK Parti’ye oy veren % 7-8 kararsız seçmenden % 5-6’yı bulan inançlı Kürtler etnik kimliği öne çıkararak HDP’ye oy verdi. Milliyetçi bir kesim % 1 MHP’ye, % 1 SP’ye kaydı. HDP Kürt kimlik siyasetini bu konjonktürde çok iyi kullandı. Dindar-dinsiz Kürtleri konsolide etmeyi başardı. Mersin, Adana ve son gün Diyarbakır bombaları HDP’ye barajı aşacak enerji verdi, Kürt oylarını kilitledi. HDP üzerinden yürütülen iç ve dış PR başarılı oldu. Uluslararası statüko ittifakı sonuç aldı. “AK Partiyi iktidardan indirme” hedefi gerçekleşti. AK Parti 7 düvele ve içerideki tüm muhalefete karşı savaştı. Çok sayıda yapısal dönüşümü ve krizi 1-2 yıl içinde aşmaya çalıştı. Gezi, 17-25 Aralık Paralel operasyonu, 6-8 Ekim Kobani Provokasyonu, Genel Başkan değişimi, 3 dönemliklerin devredışı kalması… gibi. Bunun hazmı partiyi zorladı. Adeta koşmaktan kovalamaya fırsat bulamadı. Parti içi problemler, aday belirlemede sıkıntılar, 13 yıldır 28 HAZİRAN 2015 AK Part “Yen Türkye” hedefne daha reformst br vzyonla eğlmel. Br svl toplumsal barış projes olarak çözüm sürecn her şeye ve herkese rağmen sahplenmel, sürec tashh etmel. Yen Anayasa ve Başkanlık Sstem hedeflern üstünkörü değl cddyetle ele almalı ve topluma anlatablmel. Yen ttfaklar kurarak yen AK Part’y nşa edeblmel. iktidar yorgunluğu, bazı keyfilik ve şahsileşme görüntüleri, insani ve nefsi zaaflar süreci etkileyen faktörler oldu. Sandık koalisyonu işaret etti ancak azınlık hükümeti veya erken seçimde ülkenin gündeminde olabilir. Siyasi denklem çok bilinmeyenli ve çok değişkenli bir hal aldı. Türkiye siyasetinde artık yeni bir sayfa açıldı yeni bir dönem başladı. Türkiye’yi kolay günler beklemiyor. Bu yaz hem uzun hem de sıcak geçecek gibi. Bir siyasal dönemin yaşadığı en ciddi krizle ülke karşı karşıya. Hiçbir durumda meclis aritmetiği güçlü bir iktidar seçeneği vermiyor. Hükümet kolay kolay kurulamayacak. Ekonomi de bu belirsizlik ortamından olumsuz etkilenebilir, herkes kaybedecek… Başkanlık sisteminin gündemden düştüğünü, Yeni Anayasa ve Çözüm Sürecinin zora girdiğini söyleyebiliriz. 3 Kasım 2002 AK Parti % 34 ile 363 vekil... 7 Haziran 2015 AK Parti % 41 ile 258 vekil... Elbette İslam Dünyası ve gönül coğrafyamız bu sonuçtan rahatsız ve üzüntülüdür. Davası millet ve ümmet olanın derdi de büyüktür. Kazananı olmayan bu seçimin kaybedeni olmasa da bir bedeli de vardır. Yeni Türkiye yolunda 2. yarı şimdi başlıyor da denilebilir. Bu seçim sisteminin ne kadar sakat olduğunu ortaya koyan çarpıcı bir sonuçtur. Siyasi partiler ve seçim kanununun yenilenmesinin ne denli elzem olduğunun ibretlik tablosu ilgililere ithaf olunur. Sonuç: Siyaset Bir Maratondur AK Parti “Yeni Türkiye” hedefine daha reformist bir vizyonla eğilmeli. Bir sivil toplumsal barış projesi olarak çözüm sürecini her şeye ve herkese rağmen sahiplenmeli, süreci tashih etmeli. Yeni Anayasa ve Başkanlık Sistemi hedeflerini üstünkörü değil ciddiyetle ele almalı ve topluma anlatabilmeli. Yeni ittifaklar kurarak yeni AK Parti’yi inşa edebilmeli. Sonbaharda yapılacak kongreden çıkacak önemli sonuçlar AK Parti’nin yakın ve orta vadedeki vizyonu açısından çok değerlidir. Millet, seçmen doğruları işaret ediyordur herkes bu tablodan dersini çıkarmalıdır. Stratejik hesaplarda sürprize yer yoktur. Her şarta ve ihtimale karşı bir hazırlık vardır. Bunun aksi düşünülemez. Türkiye’nin geleceği sadece AK Parti’ye endeksli değildir. Başka dinamikler ve argümanlar da vardır. Yeni aktörler de çıkabilir. Hakkın taktiri ve görünmez potansiyeller harekete geçebilir, daha iyi ve güzel için yollar açılır inşallah. Sabır, ümit, gayret ve dua… Halk, her partiye ve bütün aktörlere mesajlarını vermiştir. Bu tablonun belki en olumlu neticesi, kamplaşmış, kutuplaşmış kitleleri sükunete taşıyacak olmasıdır. Kaos ve PKK şiddeti bertaraf edilmiş oldu. Sonuçta bu, milletin, ümmetin imtihanıdır. Bazen şer gibi gözüken şeylerde hayır, hayır gibi gözüken şeylerde şer vardır. Hayırlar fethola, şerler defola… Allah inanan ve imanıyla mücadele edenlerle beraberdir. “O” bize yeter. Zafer hakkın ve hakka samimiyetle inananlarındır. Kadim netice ve nihai galibiyet hakkındır. Bedir’de zafer, Uhud’da mağlubiyet… Aslolan külli iradedir. Cüz-i irade çok sınırlıdır ve bir yere kadardır. Hesapların üstünde bir hesap vardır. Allah (c.c)’ın hesabı kat-i dir ve kesindir. Hak şerleri hayreyler, görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler. Seçimin Mesajı ve Sonuçları Seçimin partilere mesajı kısaca şöyle gibi; AK Parti; Yine birincisin, umut sende, kendini yenile, hatalarını düzelt. Yeni Türkiye’nin içini doldur önce ona kendini hazırla… CHP; Umutsuz vakasın, ana muhalefet bile olamıyorsun. MHP; HDP için dengesin, bunun için varsın, olmaya devam et. HDP; Türkiyelileşme gayretini onaylıyorum. Silah değil siyaseti seç… HAZİRAN 2015 29 İÇ POLİTİKA 7 HAZİRAN UZAYAN SEÇiM Dr. Murat YILMAZ SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü 30 Mart 2014 yerel seçimleri, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve son olarak 7 Haziran 2015 genel seçimlerinden oluşan 3 turluk “uzun seçim”in üçüncü turu da gerçekleştiği halde, uzun seçim tamamlanamadı, uzadı… 7 Haziran seçimlerinden sonra hiçbir partinin tek başına iktidar kuramamasının ötesinde, Yeni Türkiye’nin “kurucu dönemi”nde seçmen karar vermedi ve kuruluş tamamlanamadı. Seçimden hemen sonra ‘erken seçim’ ihtimalinin bu kadar çok konuşulması da, uzun seçimin tamamlanamadığının başka bir göstergesi. Türkiye son 13 yılda vesayet sistemiyle mücadele eden bir dönemi yaşadı. Bu dönemin siyasi kutuplaşması vesayet, rejim ve laiklik üzerinden yaşandı. Bu kutuplaşmanın iki tarafı vardı: AK Parti versus CHP. Vesayet sisteminin kurum ve ideolojileriyle giderek güç kaybetmesi ve nihayet yenilmesiyle, bu dönemde bastırılan kimliklerin dönüşüne şahit olundu. Bu durum dünyada soğuk savaşın sona ermesinden sonra yaşanan kimlik krizleri ve çatışmalar, Orta Doğu, Irak ve Suriye üzerinden yaşananların 30 HAZİRAN 2015 bir katalizör işlevi görmesiyle, şiddeti artan bir şekilde Türkiye’de yaşanmaya başladı. Türkiye ve bilhassa AK Parti, bu süreci vesayet sisteminin son çırpınışları içinde fark edemedi. Gezi, 17-25 Aralık ve 6-8 Ekim olayları egemenlik savaşının ekseninde okunurken, bunların ardındaki kimlik politikalarına kapı aralayan sosyoloji fark edilemedi. Bu sosyoloji, Türkiye’deki siyasi kutuplaşmayı veya antagonizmayı kimlikler eksenine taşıdı. 7 Haziran seçimlerinde AK Parti ile CHP’nin oy kaybetmesinin ve MHP ile HDP’nin oy arttırmasının arkasında yükselen kimlik siyaseti yer tutmaktadır. Kimlik siyasetinin, Alevi tabanı HDP’ye kaptırmama kaygısıyla, 40’ın üzerinde Alevi adayın CHP’de seçilecek yerlerden aday gösterilmesiyle, CHP’yi de etkisi altına aldığı söylenebilir. Ancak bu etkiye rağmen, CHP vesayet sistemi dönemindeki kutuplaşmanın ortadan kalkması için azami gayret sarfederek AK Parti’ye yönelik muhalefetini ekonomi ve sosyal devlet alanına hasretti. Böylece kimlik politikalarıyla kaybedilen oy havuzunu bu alandan kapattı. Muhalefet bir yandan kimlik politikalarıyla diğer yandan CHP’nin ekonomi ve sosyal devlet odaklı kampanyasıyla AK Parti’nin toplumsal, siyasal ve iktisadi alanını daraltmayı amaçladı. AK Parti ise bu daralmayı aşacak bir siyasi strateji ve kampanya geliştiremedi. AK Parti 13 yıldır hükümette olmanın sorumluluk duygusuyla ekonomi ve çözüm süreci başta olmak üzere birçok alanda kendi önceliklerini esas alan bir politika geliştirmekten kaçınarak genel denge ve menfaatleri düşünen bir politika izledi. Ekonomi ve çözüm sürecinde dar bir alana hapsedilmesi, kimlik politikalarıyla oy havuzu daralan AK Parti’nin, ekonomik büyüme ve sosyal devlet uygulamalarıyla kimlik politikalarının dışında oy verebilecek seçmene yönelmesini engelledi. AK Parti bu temel eksikliğin yanında egemenlik savaşının verdiği kaçınılmaz hasarları telafi etme çabası, genel başkan değişikliği, teşkilatlarda yenilenme ve üç dönem kuralıyla yaşanan değişim mecburiyetinin de maliyetleriyle karşılaştı. Bu değişim, dinamizm yerine rehavet ve atalet duygusu oluşturdu. Buna AK Parti genel merkezinin strateji üretme kabiliyetinin geçmiş seçimlere nispetle olağanüstü düşmesi, kampanya sürecinin eski renk ve şevkinde olmaması ve AK Parti’ye yakın medyanın bütün bunları görmek yerine “meleklerin cinsiyetini tartışan” yayın politikası eklenince, siyasi kapasite düştü. AK Parti’nin bu kapasite eksikliği Erdoğan ve Davutoğlu ile bir kısım siyasetçilerin insanüstü denecek gayretleriyle telafi edilmeye çalışıldı. Sonuçta tek başına iktidarı kaybetse de, onsuz iktidar kurulamayacak % 41’lik bir AK Parti oyu ortaya çıktı. AK Parti’nin % 41’lik oy oranı, en zor dönemde dahi kemikleşmiş oy tabanını göstermesi bakımından kayda değerdir. AK Parti önemli bir sosyolojik ve iktisadi tabana oturmaktadır. % 41’e rağmen tek başına iktidar çıkmaması ise AK Parti’nin Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa tezlerine ciddi bir alan açmaktadır. Eğer muhalefet buradan AK Parti karşıtı bir koalisyon çıkaramazsa, AK Parti’nin bu durumdan istifade ederek seçmene siyasi tezler sunması ve bunu ekonomik uygulamalarla desteklemesi mümkündür. AK Parti kimlik politikalarına teslim olmadan kimlik meselelerini çözecek bir politik perspektif inşa edebilirse, kimlik politikalarının sınır ve zararları asgariye indirilerek genel seçmene hitap edilebilir. Bu bakımdan 7 Haziran seçimleri, uzun seçimin yeni tura sarktığını gösteriyor. Siyaset yapan kazanacak… HAZİRAN 2015 31 İÇ POLİTİKA KÜRTLER FIRSATI ZİYAN ETTİ! Alper TAN SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi 6-7 aydır devam eden heyecanlı ve gerilimli bir dönem sona erdi. Yeni Türkiye yeni bir safhaya girdi. Şimdi herkes bundan sonra ne olacağını merak ediyor. İktidarı, muhalefeti, medyası ve uluslararası çevreler.. herkes şokta.. Belli bir kesim, her ne kadar “biz bu sonucu bekliyorduk” veya “biliyorduk” dese de, bu doğru değil. AK Parti ve Erdoğan karşıtları, CHP, MHP ve HDP’nin tek başına iktidar olacağı bir tabloyu zaten asla hayal bile edemezlerdi. Hayal edilen şey AK Parti dışındaki partilerin koalisyon kurması olsa bile, buna da ihtimal vermiyorlardı. Aslında onların en iyimser beklentisi, CHP-PKK-Paralel ile bunların arkalarındaki dış merkezler eliyle HDP’ye barajı aşırmak ve böylece AK Parti’nin tek başına ama daha zayıf bir iktidar olması idi. Ama Yeni Türkiye karşıtları hayal bile edemedikleri bir sonuçla karşılaştılar. Bu sonuç, AK Parti’nin tek başına iktidar olma imkanını sonlandırdığı için ilk 32 HAZİRAN 2015 bakışta onların çok lehine gibi görünmekle birlikte, anlaşılan o ki pek sevinemediler. Seçim sonrası ibretlik siyasi konuşmalar yapılıyor. 3 dönem üst üste tek başına iktidar olan ve aralıksız dördüncü parlamento seçiminde yine önemli bir başarı elde edip % 41 oy oranı ile tekrar birinci parti olan AK Parti, buna “üzüldüğünü” söylüyor. 65 seneden beri tek başına iktidar yüzü görmediği halde siyasi hayatını sürdüren CHP ise, % 25’lik oy almasına ve bir önceki seçime göre % 4 oranında oy kaybetmiş olmasına rağmen “destan yazmışçasına” seçimi kaybedenin Tayyip Erdoğan olduğunu ileri sürerek hükumet kurmaya talip olabiliyor. 7 Haziran sonuçları ve bunun analizi elbette herkesçe derinlemesine yapılacaktır. AK Parti de muhasebesini yapacaktır. Hepimiz bu sonucu saygıyla karşılamalıyız. Seçimin verdiği toplumsal mesajlara uygun yeni bir siyaset üretilmesi gerekiyor. Mesajın alındığını gösteren bir hükumet formülü uygulanma- AK Part hükumetler Doğu ve Güney Doğu’ya olağanüstü yatırımlar yapmaya çalışırken, PKK, her defasında yatırımları engellemek çn, müteahhtlern maknalarını, şantyelern yaktılar, mühendslern kaçırdılar. Kürt vatandaşlarımız, o örgütün destekledğ party ödüllendrerek, hükumetten hzmet talep etmedklern, Kürtlere hçbr hzmet getrmese ble “Kürtçülük”yapan party kayıtsız şartsız destekleyeceklern gösterdler. lıdır. Bu seçimde Kürt vatandaşlarımız açık bir mesaj verdiler. Birinci Dünya Savaşı’nda Kürtler, Türklerle omuz omuza “cihat”ettiler. Ama Cumhuriyet’i kuranlar Kürtleri aldattılar ve kurdukları ulus devletle Kürtleri dışladılar. AK Parti iktidarları, devletin bu yanlış politikalarına son verdi. Cumhuriyet öncesi “Türk-Kürt-Arap kardeşliği”ni yeniden ihya ve inşa etmek istedi. Despot devletin bütün baskıcı uygulamalarını kaldırdı. Kardeşliği sadece manevi olarak ihya etmedi. Doğu-Güneydoğu’ya olağanüstü yatırımlar yaptı. 2011 depreminden sonra Van yeniden inşa edildi. Her yere otoyol, bölünmüş yol, havaalanı, baraj, konut, okul, üniversite yapıldı. Terörü bitiren açılım ve kardeşlik projeleri hayata geçirildi. Abdullah Öcalan muhatap alındı. Kürtler ne yaptılar? Kürtleri aldatan devlet anlayışını ortadan kaldıran ve bugüne kadar Kürtlerden esirgenmiş hakları tanıyan AK Parti’yi cezalandırdılar. Kemalist devletin Kürt versiyonu HDP’ye olağandışı bir destek verdiler. Hizmete ve kardeşliğe değil “cibilli” bir tercihle “ırkçı ve baskıcı” bir siyasi anlayışa talip oldular. Kürt vatandaşlarımızın çoğunluğu, “Türkler ve Kürtler Ermenilere soykırım yapmıştır” diyenleri ödüllendirdiler. LGBT’lilere sosyal statü isteyenlere destek oldular. “İnançlarını” değil neye mal olursa olsun “cibilli” duygularını öne çıkardılar. Beyaz Türkleri, Nişantaşı, Etiler semtlerinin sosyal tercihlerini benimsediler. Bu mesaj alınmalıdır. Şimdi bu mesaja uygun bir cevap verilmesi gerekmektedir. Bu mesaja en uygun hükumet formülü bellidir: AK Parti-MHP koalisyonu.. Bu koalisyon Yeni Türkiye’yi yeni bir safhaya taşıyabilir. Ahmet Davutoğlu başbakanlığında hem 13 yıllık istikrar muhafaza edilmiş olur hem de Yeni Türkiye siyasetine ince ayar yapılır. Dışişleri Bakanlığı AK Parti’de olmalı ve dış politikamız zafiyete uğramadan İslam ülkeleri ile ilişkilerimiz derinleşerek devam etmelidir. Çözüm sürecinin başından bu yana Abdullah Öcalan ile yapılan tüm görüşmelere istisnasız katılmış ve her defasında Öcalan’ın mektubunu Kürtlere okumuş olan HDP’li Sırrı Süreyya Önder, 7 Haziran öncesi “AK Parti ile koalisyon kurmayız. Ama MHP ile koalisyon kurabiliriz” demişti. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki HDP’nin MHP ile çok derin bir ilişkisi olmalı. O nedenle kurulacak koalisyonda İçişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’nın HAZİRAN 2015 33 İÇ POLİTİKA AK PARTİ’YE KARŞI KOALİSYON GÜCÜNÜN KOÇBAŞI HDP VE SEÇİM STRATEJİLERİ Prof. Dr. Yasin AKTAY SDE Onursal Başkanı 7 MHP’ye verilmesi yerinde olur. Çözüm sürecini de MHP’li bir bakan ya da başbakan yardımcısı üstlenirse isabet olur. Sırrı Bey’in dediğinden anlıyoruz ki çözüm sürecini koordine edecek bakan MHP’li olursa süreç daha akıcı işleyecektir... Böylece çözüm süreci konusunda AK Parti ile muhatap olmak istemeyen HDP, MHP ile daha mutlu bir süreç yürütme imkanına mazhar olacaktır. AK Parti buna fırsat vermelidir. AK Parti hükumetleri Doğu ve Güneydoğu’ya olağanüstü yatırımlar yapmaya çalışırken, PKK, her defasında yatırımları engellemek için, müteahhitlerin makinalarını, şantiyelerini yaktılar, mühendislerini kaçırdılar. Kürt vatandaşlarımız, o örgütün desteklediği partiyi ödüllendirerek, hükumetten hizmet talep etmediklerini, Kürtlere hiçbir hizmet getirmese bile “Kürtçülük” yapan partiyi kayıtsız şartsız destekleyeceklerini gösterdiler. Hizmet üretmedikleri halde zaten belediyeleri onlara teslim etmişlerdi. Kürt vatandaşlarımız bu hizmetlere ihtiyaç duymadığına göre, hizmet konusunda onları zorlamamak gerekir. Bu güne kadar Doğu-Güneydoğu’ya “lüzumsuz yere” harcanan kaynaklar, Orta ve Batı Anadolu’ya, Karadeniz ve Akdeniz bölgelerine, Marmara ve Ege bölgelerine kaydırılmalıdır. Kürt vatandaşlarımızın tabii ki yine de talepleri olacaktır. Bu talepler, HDP üzerinden koalisyonun 34 HAZİRAN 2015 MHP’li ortaklarına iletilmeli ve MHP’li bakanlar bu konuda ikna edilmeliler. “Kürtler PKK’nın tehdidi ve baskısı ile HDP’ye oy veriyorlar” bahanesinin haklı olduğunu düşünmüyoruz. O baskı ve tehditler daha önce de vardı. 2002’de, 2007’de, 2011’de de vardı. 7 Haziran seçimleri net bir şekilde gösterdi ki Kürtler, başka bir mesaj veriyorlar! Daha önce de yazdığımız gibi HDP’li bir milletvekili, partisinin siyasi yaklaşımını şöyle anlatmıştı.. “HDP istiyor ki T.C. bir Kürdistan kurup bize teslim etsin. Biz de o Kürdistan’ı Kuzey Kore gibi yönetelim.” Türkiye, Kürt vatandaşlarımızı “Kuzey Kore gibi yönetilme” hakkından mahrum etmemelidir! Bu “demokratik bir hak”tır! *** Yeni Türkiye’ye içerden en büyük darbeyi Fethullah Gülen vurmuştu. Ülkenin 5 yıl kaybetmesine neden oldu. Barajı aşmasından bağımsız olarak ifade ediyoruz. Yeni Türkiye’ye ikinci ihaneti HDP yapıyor. Paralel kaybetti. Kimsenin şüphesi olmasın; HDP de kaybedecek.. Kürtler için yazık oldu! Ama her işte bir hayır var. Uygur İslam alimi Şeyh Abdülkayyum’un 1957’de ifade verdiği mahkemedeki sözü ile bitirelim: “İyimser insan, her felakette bir fırsat görür. Kötümser insan her fırsatta bir felaket görür.” Bu bir “fırsat”tır. Önümüze bakalım.. Haziran seçimlerinde, AK Parti’ye karşı seçim öncesi kurulmuş olan açık bir koalisyon var ve bu koalisyonun tek hedefi AK Parti’yi iktidardan devirmek. Bu hedefin gerçekleştirilmesinde HDP’ye tam bir koçbaşı görevi verilmiş olduğu anlaşılıyor. Bu da aslında stratejik olarak çok makul. Çünkü bütün seçim kampanyasında CHP veya MHP’nin oylarının arttırılmasına odaklanıldığında bunun her iki partiye en fazla birkaç milletvekili daha kazandırma getirisi olacağı belli. Oysa HDP’nin % 10’un üstüne bir puan çıkarılmasıyla birlikte 60’ın üstünde milletvekili çıkaracağı ve bunun AK Parti’yi 276 sınırının altına düşürme ihtimalinin çok yüksek olacağı belli. Bu durumda HDP’ye barajı aştıracak bir yol izlemek koalisyon güçleri açısından en rasyonel hareket gözüküyor. HDP bütün seçim stratejisini Türkiye’nin iki kesimine iki ayrı yüzünü göstererek ve bu ikisi arasına da bir yalıtkanlık duvarı örmek üzerinden kurmuş durumda. Doğu’da ve Güneydoğu’da HDP’nin sergilediği yüz, Batı tarafındakinden çok farklı. Kobani olaylarını bahane ederek 6-8 Ekim olaylarında sergilenen şiddet olayları sonucunda 51 vatandaşımız hayatını kaybetmişti. HDP’nin bu yüzünü aslında Türkiye’nin dört bir yanı görmüştü. O korkunç yüzü Türkiye’nin unutması mümkün değil. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde tam bir Nişantaşı çocuğu muamelesi çekilen Selahattin Demirtaş’ın sokakları hareketlenmeye, açıkça şiddete davet eden haykırışları hala kulaklarda. Hele 51 kişinin öldüğü katliamın ardından çıkıp boncuk boncuk terlediği halde, olaylarla ilgili sorumluluğu üzerinden atmaya çalışarak sergilediği pişkinlik de ortada. HAZİRAN 2015 35 HDP’nn bazı llerde yaşadığı zorlukların bu aralar demokratk duyarlılıkları harekete geçrmesn anlıyoruz da, aynı HDP’nn başka bazı llerde başka partlere yaşattığı zorluklar, neden hç br demokratk duyarlılığın konusu olmuyor acaba? Kobani halkıyla dayanışma adına sebebiyet verdiği katliamın ardından hala alacaklı gibi sergilediği savunma, sicilini daha da kabartmaktan başka bir işe yaramamıştı. Gözü dönmüş canilerce hayvanca katledilen Yasin Börü ve arkadaşlarının ruhu, onun üzerinde gezinmeye devam edecektir. HDP’nin Doğu’da daha fazla etkili olan bu yüzü, hala hız kesmeden etkili olmaya devam ediyor. Yüzde 10 barajını geçmek üzere, Doğu’da ulaşılmış doğal oy sınırı aşmak için şiddeti hatırlatmak, yetmiyorsa göstermek, en mutat yol olarak görünüyor. Normalde HDP’yi de PKK’yı da Doğu’da bir hayli gözden düşüren, Kürt halkı arasındaki meşruiyetini ve haklılığını aşındırıcı bir etki yapmış olan 6-8 Ekim olaylarını, HDP’liler tehdit unsurunu öne çıkardıkları bir propaganda aracına dönüştürmüş bulunuyorlar. HDP barajı aşmazsa 6-8 Ekim olaylarının tekrarlanacağı mesajı bir şekilde verilmeye çalışılıyor. Evlere ve işyerlerine anket bahanesiyle gönderilen HDP’li gençler evlerde hemen işi propagandaya ve fişlemeye döküyorlar. Normalde bu işlem bile şehirde bir korku salmaya yetiyorken, ibreti alem olsun diye de ters cevap veren veya açıkça AK Parti’yi destekleyeceğini ifade eden bazı işyerleri de hemen akabinde taşlı saldırıya uğruyor. Van’da billboardlarda sergilenen ve kan akan musluklu afişler, mesajı en açık şekilde veriyor. HDP’nin barajı aşmak için bölgede insanlara vaat ettiği tek şey kan dökmemek oluyor. Eruh’ta AK Parti’ye yakınlığıyla bilinen muhtarın pusuya düşürülerek hunharca katledilişinin arkasında da PKK olduğu kesinlik kazandı. PKK, açıkça üstlenmediği cinayeti el altından insanlara gözdağı unsuru olarak kullanmaktan çekinmiyor. Böylece çözüm sürecinde bir türlü silahı bırakmaya yanaşmamasının gerçek nedeni daha da netlik kazanıyor. PKK silahı devlete karşı değil, her şeyden önce Kürt halkına karşı kullanmayı amaçlıyor. Kürt halkını kendine itaat ettirmek için silahtan başka bir aracı bulunmuyor. 36 HAZİRAN 2015 Kendisine zaten gönüllü olarak bağlanan ve partiye militanlık yapanlar, yönetilecek bir halk olarak yeterli gelmiyor. Normal halk ise gönüllü olarak itaat etmiyorsa, zorla itaat ettirilecektir. Silahı bırakan bir örgütü hiç kimsenin ciddiye almayacağını çok iyi biliyorlar. O silahlı gücün saldığı korkudan başka bir propaganda aracı olmayan HDP de örgütün silahı bırakmasını istemiyor, çünkü Kürtleri kendisine oy vermeye ikna edecek hiçbir vaadi veya programı yok. Sadece yakın geçmişinde, yani çözüm sürecinin devam ettiği dönemde bile bagajında 6-8 Ekim katliamı bulunan, buna dair en ufak bir pişmanlık veya özeleştiri emaresi bulunmayan HDP’nin bu yüzünün Batı’da bu kadar çabuk unutulmaya yüz tutması, işin asıl ibretlik noktası. O şiddeti, o vandalizmi gören insanlar bunları elbette unutmadılar. Ancak HDP’yi parlatmaya çalışan kampanya bunu unutturmak üzerine kurulu. Türkiye’nin Doğu’sunda bütün dehşetiyle ve şiddetiyle sergilenen bu yüzün, Batı’ya dönük medyadan bu kadar ustalıkla saklanmaya çalışılıyor olması, algı yöneticilerinin komplo niyet ve kapasitesi hakkında önemli bir fikir veriyor. Batı’da bir çok ilde HDP’lilerin bazı siyasi faaliyetlerini yapmakta zorlandıkları ile ilgili haberler veya gelişmeler üzerine “nöbetçi aydınlar” malum insan hakları ve demokrasi reflekslerini sergileyerek bir bildiri yayımladılar. Güzel, itirazımız olamaz. Türkiye’de her siyasi fikrin, ülkenin her bölgesinde ifade edilebilir olması lazım. Buna yönelik hiçbir engelleme, hiçbir baskı kabul edilemez. Hele seçim şartlarında taraflar arasında hukuk ve demokrasi normlarının yanısıra ve bunun ötesinde bir de centilmenlik anlaşması da olması lazım. Neticede siyasi rekabet yapılıyor. Ülkenin nasıl yönetileceğiyle ilgili siyasi bir tartışmada taraflar en iyi olduklarını ispatlamak için halka gidiyor. Halkın oyunu kapmak için birbirleriyle vahşice kapışmaları, bu arada halkın oyunu ikna yoluyla değil baskı yoluyla kapmaya çalışmaları işin tabiatını bozar. O yüzden baştan itibaren ilkeyi tutarlı bir biçimde koymak gerekiyor. Hangi siyasi partiye hangi amaçla olursa olsun yapılan her saldırı demokrasiye bir saldırıdır. Kınıyoruz. Yine o yüzden AK Parti, HDP’ye Adana ve Mersin’de yapılan saldırıları hiç tereddüt etmeden, duyduğu anda nefretle kınadı. Kınamaz dendi, iktidarsınız madem faillerini bulmanız lazım dediler. Olayın failleri iki gün geçmeden ortaya çıkarıldı ama hiç kimsede en ufak bir mahcubiyet ifadesi belirmedi. HDP’ye saldıranlar, PKK’nın kardeş kuruluşu, faaliyet tarzı itibariyle tam bir entrika kurgusu üzerin- den çalışan bir DHKP-C militanı çıktı. Böyle bir saldırıyla neyi hedeflediğini anlamak hiç de anlaşılmaz ve açıklanamaz bir durum değil. HDP’nin bazı illerde yaşadığı zorlukların bu aralar demokratik duyarlılıkları harekete geçirmesini anlıyoruz da, aynı HDP’nin başka bazı illerde başka partilere yaşattığı zorluklar, neden hiçbir demokratik duyarlılığın konusu olmuyor acaba? Adana’ya yapılan saldırının bir benzeri AK Parti’nin Siirt’in Baykan Veysel Karani Beldesi’nde gerçekleşti. Ne kimsenin kınadığı, ne kimsenin demokrasiye saldırı olarak nutuklar attığını gören-duyan olmadı. Şirvan’da biri korucu çocuğu olmak üzere yaşları 18’in altında olan 5 çocuk kaçırıldı, aileleri soluğu HDP binasında almış, kendilerine bir şekilde söylenen, çocukların seçim sonuna kadar ve seçim sonucuna göre dağda tutulacağı oluyor. Kısa bir süre önce Eruh’ta oyunu açıktan AK Parti lehine belli eden bir muhtar daha önceden aldığı tehditler muvacehesinde gece yarısı kendisine kalleşçe kurulan pusu ile katlediliyor ve bölgede bir çok muhtara, korucuya, AK Parti meclis üyelerine “Musto’nun durumundan ibret almaları ve ayaklarını denk almaları” yönünde mesajlar gidiyor. Musto’nun durumundan çıkarılması gereken ibret ve ders açıkça ifade ediliyor; ilk taksitte 7 Haziran’da HDP’den HDP’ye Takviye Vitesi Batı’da birçok ilde HDP’lilerin bazı siyasi faaliyetlerini yapmakta zorlandıkları ile ilgili haberler veya gelişmeler üzerine “nöbetçi aydınlar” malum insan hakları ve demokrasi reflekslerini sergilemiş, bir bildiri yayımlamışlar. Buna itirazımız olamaz. Türkiye’de her siyasi fikrin ülkenin her bölgesinde ifade edilebilir olması lazım. Buna yönelik hiçbir engelleme hiçbir baskı kabul edilemez. İlk etapta bir sorun gözükmeyen bu bildiriyi yayınlayan aydınların, kimin için hangi bağlamda hangi basiret ufkunda bildiriyi yayınladıklarıyla ilgili bir hesaba da açık olmaları mukadderdir. Neticede Güneydoğu’da insanlar üzerine faşizan baskılar ve doğrudan silah zoru kullanılarak dayatılan bir tercih söz konusu. Sadece bunun için öldürdükleri, kaçırdıkları, gelip tehdit ettikleri insanların haddi hesabı yok. Güneydoğu’da artık bu baskıyı şu veya bu şekilde yaşamayan (hissetmeyen demiyoruz) yok. HAZİRAN 2015 37 Geç kalmış Kürt mllyetçlğnn bu ırkçı yorumu aslında bze br başka tecrübey, Kemalst tecrübey hatırlatmaktadır. Kemalstler de Türk nsanına yen br dn, yen br kılık-kıyafet, yen br Türkçe vermşler, bu tanımlanmış krterlern dışında kalan Türkler Türkleştrlmes, eğer mümkün değlse te’dp edlmes gereken unsurlar olarak görmüşlerd. başka hiçbir partiye oy çıkmaması. Bu yönde sayısız mektup dolaşıyor insanların elinde, önemli bir kısmı savcılığa aktarılmış durumda ama daha önemli bir kısmı da tehdit mesajlarını alanlarla mesajı gönderenler arasında maalesef bir sır olarak kalıyor. AK Parti Siirt adaylarının seçim minibüslerinin kırılacak camı kalmamış durumda. Her gün ayrı bir saldırıya uğruyorlar. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Siirt mitingine katılımı caydırmak için birçok köyde ve şehirde insanlara apaçık tehditlerde bulunuldu, buna rağmen katılım, beklenenin de üstünde ve çok coşkulu oldu. Ancak mitingden dağılan gençlik ve kadın kolları üyelerine HDP’li bir grup tarafından darp girişimi oldu. Olayda üç kadın ve bir erkek darp edildi. Kadın konusundaki “ilerici” pratikleri dolayısıyla sahtekarca güzellemelerin konusu olan hareketin, kadın konusundaki asıl yüzü burada böylece bir kez daha ortaya çıkıyor. Onlar için HDP’ye oy vermeyen Kürt, Kürt de değildir. PKK’ya tabi olmamış bir kadın da hakları olan bir kadın değildir. Kendilerine oy vermeyen Kürtleri hain ilan ederek arkasından uyguladığı korkunç dışlama, baskı ve sürgünler HDP’nin baştan sona nasıl bir faşizan toplum tasarımına sahip olduğunu gösteriyor. Üstelik, yukarıda anlattığımız vakalar, şu kısa seçim kampanyası esnasında sadece Siirt bölgesinde karşılaştığımız vakalardan birkaç örnek. Bu örneklerin çok daha fazlası bölgedeki diğer şehir ve köylerde vakayi adiye cinsinden. HDP’ye yönelik saldırılar kabul edilemez elbet, ama ya HDP’nin bir parti politikası olarak doğuda herkese karşı sergilediği saldırganlık ve şiddete karşı bu suskunluğun anlamı ne? Biraz HDP’dir ne yapsa yeridir algısının, HDP’ye silahla kurduğu ilişkiyi normalmiş gibi sunan bir lakaytlık sözkonusu. HDP herkese saldırabilir, öldürebilir, tehdit edebilir, baskı kurabilir, bu onun en doğal hakkı ama kimse HDP’ye, onun seçim ofislerine saldıramaz. 38 HAZİRAN 2015 Halihazırda yaşadığımız olaylar karşısında sergilenen karşıdakini salak yerine koyan bu standartsızlık HDP’yi; PKK’sı, KCK’sı, HPG’si ve diğer bütün unsurlarıyla seferber olup AK Parti’yi iktidardan uzaklaştırmaya yarayacak bir kurtarıcı olarak görüyor belli ki. O kurtarıcı için o kadarlık bir aklı, aydınlığı, vicdanı feda etmenin sakıncası yok. Bize de bu aydınların son çırpınışını hüzünle izlemek düşüyor. Ama bu hüzün verici düşüşü izlerken, Güneydoğu’da bu şartlarda demokratik bir seçimin asla gerçekleşemeyeceğine dair de açık tespitlerimizi şimdiden kaydedelim. Silahlı güçlerin hiçbir kural tanımayacaklarını ifade ederek, tehdit, şiddet ve her türlü baskı yöntemleriyle kol gezdiği bir ortamda insanların gerçek meramlarını ifade edebileceklerini düşünmek mümkün değil. Ne yazık ki, Güneydoğu’da seçim güvenliği yok. İnsanların gerçek düşüncelerini ifade edebilecekleri bir seçim en azından bu seçimde asla olmayacak. Barajı aşma hırsını bir ölüm-kalım meselesine dönüştürmüş olan HDPKK bunun için her yolu deniyor ve bu yolu denerken devam eden çözüm süreci dolayısıyla devlet katında karşılaştığı aşırı tolerans, aksi görüşte olan insanların da ümidini kırmaktadır. Bu insanlar artık burada kalıcı olanın PKK, devletin de buraları ve kendilerini zaten örgütün insafına terk etmiş, dolayısıyla gidici olduğunu hissediyorlar. Bu durumda AK Parti veya başka bir parti lehine buralardan etkili bir oy beklemek mümkün değildir. HDPKK’nın buralarda izlediği seçim politikası esasen baas rejimlerinin veya Orta Doğu diktatörlerinin sandıktan % 99’lar seviyesinde bir sonuç çıkarmaktan umduğu tatminin peşinde olduğunu da gösteriyor. Bu oy profilini elde etmek için seçim öncesi, sandık ve seçim sonrası taktikler bir bütün olarak değerlendirilmektedir. Kim Bu “Biz’ler”? Bir Garip Müsamere HDP’nin pervasızca ve insanlık dışı bir biçimde korunduğuna ilişkin bir başka örneği Şırnak’ta yaşadık. Şırnak’ın İdil ilçesinden HÜDA-PAR’a mensup 2 kişinin hayatını kaybettiği, 6 kişinin yaralandığı haberini aldık. HDP açısından aslında vakayı adiyeden sayılabilecek bu hadise sonrasında bazı yayın organlarının HDP’yi korumak, 2 HÜDA-PAR’lının HDP’liler tarafından katledildiğini söylememek için nasıl takla attıklarını ibretle seyrettik. HDP cephesinde ise değişen hiçbir şey yoktu. Müzmin mağdur HDP, söz konusu köyde kendilerine saldırıldığını iddia etti ki bu vicdan sahibi, akıl sahibi kimseler için elbette gülünç bir açıklamaydı. HÜDAPAR’ın Şırnak İl Başkanı da verdiği bir mülakatta bu acayip durumu ironik bir dille anlamaya çalışıyordu: “Hem biz saldırıyoruz, hem de ölenler hep bizden.” Bu durum aslında HDP’nin ülkede bazı gruplar tarafından nasıl bir koruma kalkanı altına alındığını; barajı geçmesi için yaratılan terör ortamının nasıl gizlendiğinin güzel bir göstergesi. HDP’yi her türlü eleştiriden münezzeh, gerçek bir aydın ve orta sınıf hareketi olarak göstermek için kullanılan “Biz’ler Meclise” sloganı aslında HDP’yi baraja doğru iten güçleri ve HDP’yi anlamak açısından, kullanışlı bir örnek olabilir. Dahası HDP’nin yarattığı “Biz’ler” kategorisinin kendiliğinden bir de “Siz’ler” kategorisi yarattığını ıskalamayalım. Kim bu “Biz’ler” ve dolayısıyla oluşan “Siz’ler”? Türkleştirilmesi, eğer mümkün değilse te’dip edilmesi gereken unsurlar olarak görmüşlerdi. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında HDP için rahatlıkla Kürt siyasal hareketinin Kemalist versiyonu tanımlaması yapılabilir. HDP’nin Batı’da kullandığı demokratik söylemin bir simülasyon olduğunu söylemek mecburiyetindeyiz. Lafı uzatmadan söyleyelim, HDP Kürt ırkçılığı üzerine temellenen; özellikle Doğu ve Güneydoğu’da faşist bir söylem düzeyinde siyaset yapmaktadır. Dahası HDP’nin ırkçı söylemi, tanımlanmış bir Kürt ulusu üzerinden şekillenmektedir. Bu tanımlanmış Kürt ulusu seküler, İslami hassasiyetleri olmayan, Batılıların da hoşuna gidebilecek bir takım pagan inanışlarla da bezenmiş bir Kürt ulusu biçimindedir. HDP-PKK çizgisinde yayın yapan Kürtçe kanallara bakıldığında bu kanallarda kullanılan Kürtçeyi bu coğrafyanın insanının anlayabilmesi için ayrıca tercüman gerektiği görülecektir ama HDP için gerçek Kürtçe budur. Dolayısıyla HDP’nin tanımladığı gibi yaşamayan, HDP’nin tanımladığı gibi inanmayan, HDP’nin tanımladığı gibi konuşmayan Kürt, Kürt değildir; Kürtleştirilmesi gerekir. HDP’ye sol/sosyalist çevrelerden, seküler çevrelerden duyulan sempatinin sebebi de galiba budur. Kemalizmin farklı bir bedende yeniden dirilmiş olması, Kemalist tecrübeyle göbek bağını bir türlü koparamamış sol/sosyalist entelektüele oldukça sempatik gözükmektedir. HDP’yi baraja doğru itmek için geliştirilen takviye kuvvetin, 200 aydın tarafından imzalanan bildirinin altında imzası olanlara bakıldığında büyük kısmının 1970’li yıllarda Stalinizmi bir çeşit üçüncü dünya milliyetçiliğine dönüştüren kimselerden oluştuğu görülmektedir. İlginç bir örnek için 1970’lerde Aydınlık, Proleter Devrimci Aydınlık çevresinde bulunmuş; 1990’larda kendisini anarşist olarak ilan etmiş Gün Zileli’nin yazdıklarına bakılabilir. Bir anarşist olarak sandığı reddetmesi gereken Zileli’nin, insanları HDP’ye oy vermeye çağırması Zileli’nin şahsında bu bildiriye imza atanların geçmiş hayatlarını hatırladıklarına karine olarak yorumlanabilir. Bu kişilerin üçüncü dünya milliyetçiliği kokan Stalinist düşünsel geçmişlerini hatırlamalarında elbette bir sakınca yok ama HDP’nin faşizan, Kürt ırkçısı söylemini liberal sol diye, HDP’nin “Biz’ler”i içerisinde olamayacak “Siz’ler”e yutturmaya çalışmaları insanların aklıyla biraz dalga geçmek oluyor ki buna da müsaade etmeyiz. Geç kalmış Kürt milliyetçiliğinin bu ırkçı yorumu aslında bize bir başka tecrübeyi, Kemalist tecrübeyi hatırlatmaktadır. Kemalistler de Türk insanına yeni bir din, yeni bir kılık-kıyafet, yeni bir Türkçe vermişler, bu tanımlanmış kriterlerin dışında kalan Türkleri Kısacası HDP’nin “Biz’ler HDP” sloganı “Biz’ler PKK” ile aynı anlama geliyor. Bu eş anlamlılık durumu da HDP’nin düşünsel akrabalıklarını, aydınlar bildirisinde de görüldüğü gibi net bir biçimde ortaya koyuyor. HAZİRAN 2015 39 İÇ POLİTİKA Paralel Yapının büyük abileri, Türkiye ve dünya imamları, tabanının çözülmesini engellemek, örgüte moral ve destek sağlamak amacıyla, motive edici söylem ve eylemlere yönelik psikolojik harekat faaliyetlerini, sosyal medya üzerinden yürüterek; ellerinde delil yok, beceremezler, bir şey bulamazlar twit’leri atarak ve güç sarhoşluğunun getirdiği aymazlıkla açıkça devlete meydan okuma cüretinde ve gafletinde bulunuyorlardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Paralel Yapının başarısızlıkla sonuçlanan, 17-25 Aralık darbe girişimi sonrasında, Milli Güvenlik Kurulu’nun, 30 Ekim 2014 tarihli olağan toplantısında; Dış destekli bir proje ile Yargı, Polis, MİT ve TSK başta olmak üzere devletin tüm kurumlarını hedef alan; illegal, hiyerarşik ve organize bir şekilde devlet kurumları içine sızarak bir ahtapot misali kuşatan paralel yapılanma ile topyekûn mücadele kararı alınmasına yönelik ilk adımların atılmasına önayak olmuştu. FETHULLAHÇI TERÖR ÖRGÜTÜ (FETÖ) Bülent ORAKOĞLU SDE Başkan Danışmanı C umhurbaşkanı Erdoğan, 10 Ağustos’ta yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, AK Parti adayı olarak isminin ve Cumhurbaşkanlığı Vizyon Belgesi’nin açıklandığı toplantıda, konuşmasını yapmak üzere kürsüye “İstiklal Mücadelesi’nin lideri” anonsuyla davet edilmişti. Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklandıktan sonra yaptığı 40 HAZİRAN 2015 “Çankaya’da iki hayati görevim olacak. İlki cemaatin tasfiyesini bizzat yürütmek. İkincisi barış sürecinin takipçisi olmak” sözü cemaat cephesi ve muhiplerinde endişe yaratmış ancak çok ciddiye alınmamıştı. Bu süreçte operasyon beklentisi içinde olan kamuoyunda, örgüte neden operasyon yapılamadığı yönündeki merak ve endişeleri kendi lehine çevirmek isteyen Yaklaşık 10 saat süren toplantıda MİT Müsteşarı Hakan Fidan tarafından, “yapılanma” ile ilgili detaylı sunum yapıldı. Kurumlardaki yapılaşmadan, yasa dışı dinlemelere, Kriptolu telefonların deşifre edilmesine kadar birçok veri, istihbarat bilgisi, bundan sonra çıkacak veriler, siber tehdit unsurları yargı-iş dünyası ve medya faaliyetleri, dış bağlantılar vb. hepsi ele alındı. Toplantının sonunda, devletleşme stratejisi ile faaliyet gösteren, bir ucu dışarıda illegal hiyerarşik yapılanma ile ilgili oy birliğiyle, “Kırmızı Kitap’ta iç ve dış tehdit” oluşturduğu gerekçesiyle örgütün iç ve dış, legal ve illegal faaliyetlerinin röntgeninin çekilmesi kararı alınmıştı. MGK’da alınan bu karar doğrultusunda, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu tarafından yürütülen soruşturma kapsamında Emniyet Genel Müdürlüğü, Terörle Mücadele Daire Başkanlığı, 30 İl’in Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdiği 23 maddelik talimat yazısında Gülen Örgütü’nün mercek altına alınarak araştırılmasını istemişti. 29 Nisan 2015 tarihinde yapılan ve yaklaşık 7 saat süren MGK toplantısında güncellenen “Kırmızı Kitap”ta paralel yapı, ulusal güvenliği tehdit eden ‘legal görünümlü illegal yapı’ tanımlamasıyla, Türkiye’nin iç ve dış tehditleri ve mücadele esaslarının belirlendiği Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve TSK’nın kırmızı kitabı olarak bilinen Milli Askeri Stra- Türkye, 29 Nsan MGK toplantısında paralel devlet yapılanmasını FETÖ olarak nteleyp bu örgüt le topyekun br mücadele başlatmakla ülke menfaatler açısından hayırlı br karar aldı. Sıra bu terör örgütü le lşkl syaset, yargı, medya, ş dünyası ve ünversteler başta olmak üzere dğer kamu kurum kuruluşlarındak örgüt mensuplarının deşfre edlerek, çmze sızmış etk ve nüfuz ajanlarının tasfye edlmesne gelmş görünüyor. tejisine (TÜMAŞ) resmen girdi. MGK’da alınan karar doğrultusunda Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile mücadele, iç ve dış tehdit olarak iki alanda yürütülecekti. İçte; yargı, emniyet ve istihbarattaki paralel unsurlar başta olmak üzere tüm kamu kurumları içine sızmış paralel yapıların tespit edilerek devlet memuriyetinden ayıklanmaları sağlanacak; dışta ise FETÖ’nün kara propaganda faaliyetlerinin engellenmesi, Türk Okulu markasının sadece MEB’in açacağı okullar için kullanılması, Gülen ile ilgili kırmızı bülten sürecinin hızlandırılması kararları alınmıştı. Son MGK’da, Fethullahçı Terör Örgütü tanımlaması ve kararı şüphesiz en çok, bu terör örgütünün legal görünümlü Sivil Toplum Kuruluşlarını ve himmetçi gruplarını etkileyecek. Özellikle de dini bir cemaatin neden banka sahibi olduğu, THY’nin yüklü parasının neden Bank Asya’da bulunduğu, FETÖ’nün, Türk Hava Yolları’nı neden hedefine aldığı, terör örgütünün yurt dışında, Türkiye aleyhindeki illegal faaliyetlerinde sarf ettiği maddi güç ile Bank Asya arasında bir ilişki olup olmadığı ciddi bir şekilde sorgulanabilecek. FETÖ’nün dış destekli 17 Aralık başarısız darbe girişimi sonrasında çöküş sürecine girdiği, özellikle de terör örgütü ile organik bağ içinde olan, Bank Asya’daki ilginç para trafiği ve hisselerinde yapılan usulsüz işlemlerin, manipülasyon ve spekülasyonla- HAZİRAN 2015 41 Diğer önemli bir konu FETÖ’nün, CIA ve MOSSAD başta olmak üzere, Batılı bazı ülkelerle kurduğu ajanlık ilişkilerinde, Türkiye aleyhinde hangi açık ve örtülü operasyonları gerçekleştirdikleri, halen hangi kurumlarda operasyonel güçlerini korudukları, tespit ve deşifre edilerek terör örgütü elemanlarının süratle tasfiye edilmesidir. Zira CIA’nın kontrolünde kurulduğu iddia edilen; Moon, Scientology ve Gülen Tarikatları ile Opis Dei arasındaki şaşırtıcı benzerlikler ve ilişkiler yumağının çözülüp ortaya çıkarılması, milli güvenliğimiz açısından elzem görünmektedir. Her dört tarikatın da teorisi, dini yorumlayışları, çalışma tarzları ve hedefleri arasında olağanüstü uyumun göze çarpması kuşkusuz “komuta merkezlerinin aynı olması” ile izah edilebilir. Bu dört illegal oluşumun, tarikat maskesi altında CIA’nin örtülü faaliyetleri için kullanılıp yönlendirildiğine yönelik ciddi iddialar bulunuyor. rın ortaya çıkarılmasıyla çöküşün hızlanarak devam edeceği anlaşılıyor. TMSF’nin Bank Asya’ya el koyması ve yönetimi geçici olarak üstlenmesiyle, Fethullahçı Terör Örgütü’nün finans kaynakları, Türkiye aleyhindeki yurt içi ve dışı faaliyetleri ile ilgili harcamaları, Bank Asya, THY ve yabancı istihbarat servisleriyle ilişkileri mercek altına alınabilecektir. Bu sayede FETÖ’nün kurdurduğu, yazılı ve görsel medya organları, Kaynak Holding, Sürat Kargo, Gökkuşağı, FEM, Boydak Grubu, Koza-İpek Holding gibi yüzlerce şirket, Türkiye genelinde iş adamlarının kurduğu dernekler, 210’dan fazla özel okul, binlerce ışık evi, 460 dershane ve kurs, 500 öğrenci yurdunun yanı sıra, Türk Cumhuriyetleri’nden Kanada’ya, Nijerya’dan Singapur’a uzanan 134 ülkede toplam 400 okul, 38 öğrenci yurdu, üst aklın denetim ve kontrolünden çıkarılıp millileştirilebilecektir. TMSF yetkilileri, ‘Teknik şartlar yerine getirilmediği, Şeffaflık Kriterlerine uyulmadığı ve bankadaki bazı yüklü ve çok sayıdaki hesabın kime ait olduğu açıklanmadığı’ gerekçesiyle bankaya hukuken el koyduklarını açıklamışlardı. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Bank-Asya’da yaptığı denetimlerde, sahibi belli olmayan çok sayıdaki ‘sır’ hesabın, FETÖ’ye yakın holding sahiplerine ait 42 HAZİRAN 2015 olduğu, takipteki kredi alacaklarını düşük gösteren bankanın 50’ye yakın şirkete hileli kredi kullandırmak suretiyle yüzbinlerce küçük veya amatör yatırımcının mağdur edilerek ve soyulduklarını tespit etmişti. Sır hesaplardaki gizem ve karanlık ilişkiler, FETÖ lideri Gülen ile örgütün drijan kadrosundan bir görevlinin yaptığı telefon konuşmalarının yer aldığı ses kaydında deşifre edildi. Tapedeki konuşmalarda Gülen, üst düzey örgüt elemanına ‘Şantaj ve tehdit yoluyla bazı holding ve iş adamlarına yatırtılan paraların, 17-25 Aralık başarısız darbe girişimi sonrasında, panikleyen iş dünyası tarafından, Bank Asya’dan apar topar çekilmesi karşısında Himmete yönelme talimatı veriyordu. Ses kaydında ayrıca Bank Asya’dan yoğun para çekiminin yaşandığı, bunların başında da Türk Hava Yolları, Takas Bank ve Turkcell’in geldiği ifade ediliyordu. Geçmişte dini cemaat veya hizmet hareketi örtüsü altında, üst aklın kontrolünde Truva atı işleviyle siyaset ve devlet kurumlarına sızan bu illegal yapı, 29 Nisan 2015 tarihinde MGK’da MGSB ve Milli Askeri Stratejisi’nde milli güvenliğimize yönelik iç ve dış tehdit teşkil eden Fethullahçı Terör Örgütü olarak kabul edilmesi sonrasında, FETÖ’ye iç ve dış finansal destek sağlamasından dolayı Bank Asya’ya da kanuni işlem yapılması zorunlu hale gelmiştir. Moon, Opis Dei ve Gülen Cemaati, Siyonist tarikatların propaganda ve örgütlenme çalışmalarını birebir sürdürürken, kullandıkları kilit kavramların da aynı olduğu gözlemleniyor. “Diyalog, hoşgörü, dini araştırmalar, sevgi ve dinler arası diyalog” maskesi ardında Orta Doğu ve dünyada, Siyonizm’in hegemonyasını pekiştirmek ve yaymak için hedef ülkelerde legal görünümlü illegal faaliyetlerini sürdürüyorlar. İsrail ile ilişki, ABD açısından kilit öneme sahip. Graham Fuller’in İslamcı hareketi konu alan “Kuşatılanlar” kitabında İslamcı hareketlerin Batı ile entegrasyonunda yapması gerekenlerin başında İsrail ile iyi ilişki kurulması geliyor. Moon, ABD’de The Washington Post’un da aralarında bulunduğu birçok medya kuruluşunun patronudur. Zaman Gazetesi ilk kurulduğunda, ilk matbaa tesislerini verenin de Moon olduğu iddia edilmektedir. Hatta Moon’un, ABD’de Samanyolu adlı bir TV kanalı olduğu da iddialar arasındadır. Opus Dei gizli bir Yahudi örgütüdür ve gizemli Kabala geleneğine bağlıdır. Hristiyan görünmeleri sadece taktikseldir. Neden FETÖ, Katolik Opis Dei tarikatına bu kadar çok benziyor? Çünkü iki örgütü de kendi hesabına çalışması için CIA kurdurmuştur. Aynı model, aynı taktik, aynı yapılanma, kullandıkları sembol ve kelimeler bile aynı. Moon, Ops De ve Gülen Cemaat, Syonst tarkatların propaganda ve örgütlenme çalışmalarını brebr sürdürürken, kullandıkları klt kavramların da aynı olduğu gözlemlenyor. “Dyalog, hoşgörü, dn araştırmalar, sevg ve dnler arası dyalog” maskes ardında Orta Doğu ve dünyada, Syonzm’n hegemonyasını pekştrmek ve yaymak çn hedef ülkelerde legal görünümlü llegal faalyetlern sürdürüyorlar. Türkiye, 29 Nisan 2015 MGK toplantısında paralel devlet yapılanmasını FETÖ olarak niteleyip bu örgüt ile topyekun bir mücadele başlatmakla ülke menfaatleri açısından hayırlı bir karar aldı. Sıra bu terör örgütü ile ilişkili siyaset, yargı, medya, iş dünyası ve üniversiteler başta olmak üzere diğer kamu kurum kuruluşlarındaki örgüt mensuplarının deşifre edilerek, içimize sızmış etki ve nüfuz ajanlarının tasfiye edilmesine gelmiş görünüyor. FETÖ’nün Yargı Ayağı HSYK, Fethullahçı Terör Örgütü’nün yargı ayağını incelemeye almak suretiyle, devlet yargısına karşı alternatif bir yargı ayağının oluşturulup oluşturulmadığını, olay bazında belge ve delilleriyle tespit edecek çalışmaları başlatmıştı. Bu amaçla yakın tarihin çok önemli soruşturmalarını amacından saptırarak devleti ele geçirme aracı olarak kullanan Fethullahçı Terör Örgütü’nde, aktif olarak görev alan isimler deşifre edilecek; Balyoz, Ergenekon, Casusluk, KPSS, Kozmik Oda soruşturması vs. davalarına bakan hakim ve savcıların kararlarının, FETÖ üst düzey yöneticilerinin verdiği kararlar doğrultusunda icra edilip edilmediği müfettişler vasıtasıyla ortaya çıkarılacaktı. HAZİRAN 2015 43 Fethullahçı Terör Örgütü’nün TSK’ya nasıl sızdığı ve Genelkurmay çnde nasıl yapılandıklarına ve sayılarına yönelk günümüze kadar çok öneml ddalar ortaya atıldı. Bu ddalar genellkle TSK çndek yapılanmanın kumpasına uğradığını dda eden askerlerden geld. HSYK 3. Dairesi daha önceki HSYK dönemindeki hasıraltı edilen şikayetleri karara bağlayarak söz konusu hakim ve savcılarla ilgili inceleme izni vermiş, ayrıca şikayete konu iddiaları araştırmak üzere müfettiş görevlendirmişti. Görevlendirilen müfettişler, paralel yargıya mensup hakim ve savcıların verdikleri kararları araştırarak bu konuda rapor hazırlayacaklar. Müfettişlerin sunduğu raporu inceleyecek makam olan 3. Daire, söz konusu isimlerle ilgili olarak soruşturma izni de verebilecek. Bu durumda dosya, hakim ve savcıların görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında işledikleri suçlara ilişkin soruşturma yapmakla görevli HSYK 2. Dairesi’ne gelecek, paralel yapıyla ilişkili karar verdiği tespit edilenler hakkında idari işlemler bu dairece karara bağlanacak, adli işlemler ile ilgili olarak yargılama yapılması veya yapılmaması yine bu dairede karar altına alınacaktı. Yeni HSYK 2’nci Dairesi, 17-25 Aralık savcıları; Zekeriya Öz, Celal Kara, Muammer Akkaş, Mehmet Yüzgeç ve hakim Süleyman Karaçöl’ü, Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun 69. Maddesi’ne göre meslekten ihraç etti. Kanunun 69. Maddesi “Mesleğin şeref ve onurunu ve memuriyet nüfuz ve itibarını bozacak fiillerde bulunanları kapsıyor.” Bu kişiler, haklarında yargılama izni de verildiğinden dolayı birinci derecede hakim ve savcı olmaları nedeniyle ilk derece mahkeme sıfatıyla Yargıtay’da yargılanacaklar. Adana ve Hatay’da MİT Tırları’nın durdurularak aranmak istenmesine ilişkin yürütülen soruşturmada eski Adana Başsavcısı Süleyman Bağrıyanık, savcılar Özcan Şişman, Aziz Takçı, Ahmet Karaca, 44 HAZİRAN 2015 Eski Adana İl Jandarma Alay Komutanı Özkan Çokay, Tarsus, 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde “Cebir ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs, terör örgütü kurmak ve yönetmek, kurulan örgüte üye olmak, siyasi ve askeri casusluk, devlet sırlarını kasten açıklamak” suçlamasıyla tutuklandılar. Kamuoyunda ‘Selam Tevhit’ olarak bilinen sözde Kudüs Ordusu Terör Örgütü adlı soruşturmada usulsüzlük yapıldığı iddialarına karşın paralel yapıya yönelik operasyonlar kapsamında, bir kısmı muvazzaf asker olan paralel üst düzey polisler olmak üzere 47 tutuklu bulunuyor. Fethullah Gülen ve Emre Uslu hakkında ise tutuklamaya yönelik yakalama kararı bulunuyor. 25 Nisan Cumartesi gecesi, Türkiye hukuk tarihine geçecek bir skandala sahne oldu. İstanbul 29. Asliye Ceza Mahkemesi Hakimi Metin Özçelik, Sulh Ceza Hakimlerinin tamamını devre dışı bırakarak, 75 paralel polis ve Hidayet Karaca’nın tahliye talebinin İstanbul 32. Asliye Ceza Mahkemesi Hakimi Mustafa Başer tarafından karara bağlanacağını açıkladı. Bu karardan birkaç saat sonra Hakim Mustafa Başer, Tahşiyeciler kumpasından tutuklu 75 sanığın tahliyesine karar verdi. Tamamen hukuksuz olarak alınan bu karar, 10. Sulh Ceza Hakimliği’nin verdiği bir kararla “yok hükmünde” kabul edildi. Paralel yapının bir kumpası daha boşa çıkarken kamuoyuna, Paralel Yapı’nın hala yargıda operasyon gücünün bulunduğu algısı yaratılmaya çalışıldı. Paralel hakimler açık açık hukuka bir intihar saldırısı yaptı. Bu eylem ile bir taraftan tüm kamuoyuna ve yargı içindeki örgüt mensuplarına bitmedik ayaktayız mesajı verilirken, diğer taraftan bilhassa cezaevlerinde çözülmeye başlayan örgüt elemanları açık bir şekilde ikaz ve tehdit edilmiş oldu. Kanundaki açık hükme rağmen yetkisiz bir mahkemenin yetki gaspı ile karar vermesi, uluslararası mekanizmaların dikkatini çekerek, “yargı da çok ciddi bir sorun olduğu algısını” yaratacak, Türkiye’nin imajını bozmaya yönelik açık bir psikolojik harekata işaret ediyor. Yargıdaki paralel yapılanmanın önce etkisizleştirilmesi, sonrasında tasfiye edilmesinde devlete ve HSYK’ya önemli görevler düşüyor. Köklü bir yargı reformu ve hakim ve savcılara tanınan ‘aşırı dokunulmazlık zırhının’ törpülenmesi, bundan sonra yar- gı içindeki paralel yapının kamikaze saldırılarına karşı, HSYK’nın acilen gereğini yapacak şekilde hukuki ve idari anlamda daha donanımlı olması gerekiyor. FETÖ’nün Medya ayağı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçları Soruşturma Bürosu, “Fethullahçı Örgüt’ün bir terör örgütü olduğu ve devletin meşru güçlerinin elindeki silahları, örgüt üyeleri aracılığıyla kullanarak hükümeti devirmek ve anayasal düzeni ihlal ederek meşru seçilmiş iktidar dışında onu kontrol eden bir cemaat diktatörlüğü kurmak için yıllarca faaliyet yürüttüğünü belirttiği açıklamasında; “Devlete ait imkanları kullanan bu örgütün elindeki televizyonlar, radyolar, internet siteleri, devlete ait uydulardan yayın yapan her türlü görsel ve basılı yayınların topluma ulaştırılmasında devlet imkanlarının kullanılmasının men edilmesini, Türksat Genel Müdürlüğü’nden yazılı olarak talep etmişti. Bu yazı üzerine, Ulaştırma Bakanlığı’nın RTÜK’e yazıyla Başsavcılığın talebini ilettiği ve gereğinin yapılmasını istediği, ayrıca Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talebini MGK’ya sorma kararı aldığı anlaşılmıştı. Böylece FETÖ medyası için de yayından men süreci başlamış oldu. FETÖ Türksat uydusundan yayın yapan TV kanallarının engellenmesi girişimine tedbir olarak yurt dışından yayın yapacak MC Haber adlı TV kanalının kurulduğunu, Almanya merkezli yayın yapılacağını kendi medyası üzerinden duyurdu. İşin ilginç yanı, Üst Aklın kontrolündeki Avrupa Gladyosu’nun en güçlü olduğu Almanya üzerinden yayın yapılması herhalde. FETÖ’nün TSK ayağı Fethullahçı Terör Örgütü’nün, TSK’ya nasıl sızdığı ve Genelkurmay içinde nasıl yapılandıklarına ve sayılarına yönelik günümüze kadar çok önemli iddialar ortaya atıldı. Bu iddialar genellikle TSK içindeki yapılanmanın kumpasına uğradığını iddia eden askerlerden geldi. İlk defa Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, günler öncesinde yaptığı basın toplantısında “TSK’daki paralel yapı için binden fazla ihbar geldiğini belirterek, MGSB içinde yer alan bir yapının, ‘Milli Ordu’ içinde yer alması kabul edilemez. Bu ihbarlarla ilgili hem idari hem de Genelkurmay Askeri Savcılığı tarafından soruşturmalar başlatılmıştır. Neticelendiğinde elbette gereği yapılacaktır.” açıklaması TSK içine sızmış bu yapıya yönelik operasyonun ilk işaretleri olarak değerlendirilmişti. Oysa, Emniyet ve yargıda Fethullahçı Terör Örgütü’ne yönelik operasyonlar ve tasfiyeler tüm hızıyla devam ederken, ordu da aynı sürecin yürütülemediği, TSK’daki Paralel Örgüte yönelik operasyonları Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel’in engellediğine yönelik iddialar ortaya atılıyordu. Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar’da böyle düşünenlerden. Tayyar “Genelkurmay Başkanı Özel Paşa’nın, TSK içinde cemaat ile mücadelede çok güçlü ve etkin bir rol üstlenmediği” kanaatinde olduğunu açıklamıştı. Genelkurmay Başkanlığı’nın, ordu içindeki paralel yapıya mensup askerlerle ilgili gelen ihbar ve iddiaların araştırılması ve sonuçlarının bildirilmesi için 06 Ocak 2014 tarihinde MİT’e çok gizli ibareli bir yazı yazdığı, ihbarda bulunulan personelden 81’inin general ve amiral rütbesinde olduğu bir gazetede iddia edilmişti. Askeri kaynaklardan edinilen bilgi ve iddialara göre, “21 Kasım 2014 tarihinde Askeri Yargıtay ve Genelkurmay Başkanlığı’nda görev yapan üst düzey hakimler Avukat Fidel Okan ile gizli bir görüşme gerçekleştirdi. Söz konusu görüşmede TSK’daki Cemaat yapılanmasını isim isim deşifre eden yüksek hakimleri dinleyen Okan kendisine teslim edilen belgeleri de alarak hakimleri ‘Ana Örgüt Dosyasını’ yürüten Savcı Serdar Çoşkun’un yanına götürmüştü. Savcı Çoşkun saatlerce süren ifade işleminde; görevdeki üst düzey hakimlerin ifadesini tanık sıfatıyla alarak, TSK’daki Cemaat yapılanmasını devletin resmi kayıtlarına sokmuş oldu. Hakimler ifadelerinde isim isim TSK’daki Cemaat yapılanmasını ve yaptıkları kumpasları, Cemaatin gizli toplantılarını açıkça ortaya koymuşlardı. Günümüzde operasyon korkusu yaşayan TSK’ya sızmış üst düzey bazı askerlerin yargıda henüz deşifre olmamış unsurları ile birlikte kendilerini açık etme isteklerinin şimdilik kaydıyla FETÖ lideri tarafından engellendiği ancak terör örgütünün içten içe ordu içinde üst düzey paralel asker ve medya tetikçileri vasıtasıyla orduyu iktidar aleyhine kışkırttıkları açık bir şekilde görülebiliyor. Ancak Özel sonrasında TSK içinde Paralel Yapı’ya yönelik ciddi operasyonların yapılacağına yönelik işaret fişekleri, şimdiden ipuçlarını gözler önüne sermeye devam ediyor. HAZİRAN 2015 45 İÇ POLİTİKA SİYASET BİLİMİ SİVİLLERE NE KAZANDIRIR? Dr. Can CEYLAN* Öğretim Üyesi Ü lkemizde “siyaset” kavramı genel anlamda olumsuz bir önyargı ile karşılanır. Bunun en önemli sebeplerinden biri, devleti yönetenlerin siyasetçi kimliği ile anılması ve devlet yapısının halktan uzak olduğu düşüncesidir. Bir başka deyişle siyasetçi halka uzak olan kişi; siyaset de uzak durulması veya en azından temkinli yaklaşılması gereken bir konu olarak algılanır. Ancak konunun bir de bilimsel ve akademik boyutu vardır ki, burada Siyaset Bilimi ortaya çıkar. Siyaset Bilimi, “siyaset” ile “bilim”i birleştirirken, dolaylı olarak devlet ile halkı da yakınlaştırır. Birbirine yakınlaşan taraflardan olumlu etkilenen halktır, çünkü siyaset bilimi, devletin işleyiş mekanizmasındaki felsefi alt yapının öğrenilmesine, arada mesafe olmasına sebep olan kapıların aralanmasına fırsat ve imkan sağlar. Syaset blmnn svl hayata sağladığı blg le ednlen bakış açısı, br taraftan kşye kompleksten kurtulma mkanı verrken, dğer taraftan bu kompleksten kurtulan breyn, devletn demokratk organları le STK’lar dahl olmak üzere genel olarak svl yönetme duyduğu güven de arttırır. Siyaset bilimi, devletin herhangi bir makamında bulunmayanları, tabiri caizse “sade vatandaşı” kompleksten kurtarır, olumlu ve olumsuz komplekslerin doğurduğu engeller varsa azaltır ve etkisizleştirir. Ülkemiz örneğinde belirtmek gerekirse, olumlu kompleks olarak, “bir Türk dünyaya bedel” ya da olumsuz kompleks olarak “bizden adam olmaz” düşüncelerinin anlamsızlığını ortaya koyar. Neyin kompleks neyin bilgi olduğunun farkına varmamızı sağlar. Bireyin, olduğu ülkenin sınır ve imkanlarını idrak ederek duruş sergilemesine imkan verir. Bilgi mi, Slogan mı? Kişilerin olumlu ya da olumsuz komplekslerinin sebeplerinden biri, sloganlarla düşünmesidir ya da düşündüğünü zannetmesidir. Bilgi zannedilen sloganların cazibesinin ne kadar yüksek olduğu, sosyal medya ortamlarındaki paylaşımlarda görülebilir. Çoğu yanlış çeviri ve uydurma olan bu sloganlar, fikri derinliğe inmeden, bilgi sahibiymiş gibi yapmanın en yaygın yöntemidir. Siyaset Bilimi Kötü Değildir Siyaset Bilimi ve Politika Siyaset bilimi, politikacı yetiştirmez. Tıbbi bir benzetme yapacak olursa, kişiye koruyucu hekimlik Ancak siyaset bilimi, kişinin idare-i maslahat açısından hem kendini hem de başkalarının kendisini Siyaset bilimi, hitap ettiği geniş sosyal bilimler alanında bir anlamda panzehir ve aşı görevi görür. Bünyeye mikrobu tanıtır; onu bilgilendirir. Bağışıklık sisteminin, bu mikroba karşı koyma yöntemleri geliştirmesini sağlar. Dolayısıyla her aşı gibi mikrobun kendisinden yararlanır. Bu da mikrobu bilmekle, onun davranış şekli konusunda bilgi sahibi olmakla mümkün olur. HAZİRAN 2015 Siyaset biliminin verdiği bilgi ve bakış açısı ile bireyin elindeki tek siyasi güç, oy değildir. Özellikle bir modern toplum emaresi olan Sivil Toplum Kuruluşlarının oluşmasındaki temel unsurlardan biri, (bilinçli ya da bilinç dışı şekilde) siyaset biliminden edinilen bakış açısıdır. Toplum bu nosyonu bireylerine doğal yollarda, kültürel kodları kullanarak verir. Bu yüzden sürekli canlı ve günceldir; bu yüzden bilginin yenilenmesini ve çapraz olarak kontrol edilmesini gerektirir. Özellikle askeri darbeler sebebiyle siyaset nosyonu köreltilmiş bir ülkenin vatandaşları olarak, “siyaset” deyince aklımıza ya sonuçsuz çekişmeler ya çıkar kavgaları ya da karanlık ilişkiler ve yolsuzluklar gelir. Bu durum, uygulanan toplum mühendisliğinin yapay bir sonucudur. Siyaset bir anlamda “kötü ve gayri ahlaki şeyler”in yapıldığı bir mecradır ve “biz”den uzaktır. Ancak birçok insan, öğrenci olmadığı halde öğrenci akbili kullanmanın da kendi çapında gayri ahlaki bir davranış ve yolsuzluk olduğunu düşünmez. Kötülük, sadece siyasi kimliklerin yapacağı şey olarak algılanır ve sivil hayatın bir masumiyet dünyası olduğu düşüncesini destekler. Bu, siyasi etiğin birey seviyesinden “devlet büyükleri” seviyesine etki ettiği bir konudur. Dolayısıyla siyaset kavramında olumsuz bir anlam yüklenmesi gereken taraf varsa, o tarafı “politika” olarak tavsif edebiliriz. Politika yani “durumu idare etmek”, eskilerin tabiriyle “idare-i maslahat”, bize olumsuz çağrışım yaptıran şeydir. Siyaset bilimi, kişinin siyasi düşünme becerisinden mahrum olduğunu bilmeden siyasi tavır sergileme yanlışına düşüp apolitik olmasını ve sloganların cazibesine kapılmasını engeller. Hemen herkesin devlet yönetiminde başbakan, ekonomi bakanı, dini konularda müftü, futbol konusunda teknik direktör olmaktan imtina etmediği bir ortamda sloganlar, bilgi olarak algılanmaktadır. 46 bilincini verir; kişisel algı sınırlarını genişletir. Kişiye sivil düşünme becerisini ve bu beceriyi geliştirecek altyapıyı ve bilgileri sunar. Kişi, sivil düşünme becerisi sayesinde dayanak ve çözüm makamı olarak devleti (devletin organlarını) değil, birey olarak kendini ve sosyal çevresini esas alma tavrı geliştirir ve sorumluluk altında olduğunun bilincine varır. HAZİRAN 2015 47 Özellkle asker darbeler sebebyle syaset nosyonu köreltlmş br ülkenn vatandaşları olarak “syaset” deynce aklımıza ya sonuçsuz çekşmeler ya çıkar kavgaları ya da karanlık lşkler ve yolsuzluklar gelr. Bu durum, uygulanan toplum mühendslğnn yapay br sonucudur. kandırmasını engeller. Siyaset biliminden faydalanmış bir toplum, “kendim için bir şey istiyorsam namerdim” sözüne körü körüne inanmaz; takipçisi olur ve bu takibi sadece sandıktan sandığa yapmaz. Zira iki sandık arasında kaybedilenlerin telafisi her zaman mümkün değildir. Bu takibi yaparken neler yapılması gerektiği, hangi vasıtaları ve yöntemleri kullanacağı konusundaki bilimsel danışma alanı, siyaset bilimidir. Bu alışkanlığı kazanan birey, herhangi bir ortamda kimin gerçekten çalıştığını, kimin “çalışmış” gibi yaptığını da anlar. İlm-i Siyaset Bireyin, tek başına olsa bile, bulunduğu her yerde siyaset bilimi vardır. Bu, doğal siyaset bilgisi, yani “ilm-i siyaset”dir. Kişinin doğada hayatta kalmasıyla başlayan siyasi tutum; davranış geliştirme, çevresine hakim olma, güvenliğini tesis etme, hayatta kalma, aile kurma, üretim yapma, basit konularda işbirliği, sanat gibi sofistike konulara kadar farklı şekil ve içerikte kendini gösterir. Yirmi dört saat içinde acıkacağını, susayacağını ve uykusu geleceğini dikkate almayan ve bunlara çare bulmayan biri, ya açlık ve susuzluktan ya da güvensiz bir ortamda uykusu gelip uyuyacağı için vahşi hayvan saldırısından dolayı hayatını kaybedebilir. Bu örneği, yirmi dört saatten elli yıla genişletelim. Nüfusun yaşlandığını, işgücünün giderek azaldığını ya da yeni bilim dallarının ortaya çıkmaya başladığını fark etmeyen bir devlet adamı, ülkesinin elli yıl sonra telafisi mümkün olmayan olumsuz şartlarla karşı karşıya kalacağını göremiyor demektir. Bu öngörü konusu sadece devlet adamlarının sorumluluğunda değil, bunu göremeyen devlet adamlarını takip etmesi ve uyarması gereken, ilm-i siyaset sahibi bireylerin de sorumluluğundadır. Eğitim Mi Maarif Mi? Eskiler her bir bireyin üstündeki bu sorumluluğu “irfan” mefhumuyla kurumsallaştırmışlardır. Bu sorumluluk doğrultusunda hareket edenlere de “arif” 48 HAZİRAN 2015 demişlerdir. Bu yüzden insanlara bu vasfı kazandıran devlet organına da “Maarif Vekaleti” denmiştir. Sıbyan mektebinden rüştiyeye kadar okutulan müfredatın temel amacı, talebeye bu keskin görüşü kazandırmaktır. Yani, Necip Fazıl deyişiyle, “ak sütün içindeki ak kılı görmek” becerisini vermektir. Bunu kazanan kişinin neyi göreceği ve neye bakacağı, devletin değil; kendisinin bileceği, kendisinin tayin edeceği ve kendi sorumluluğunda olan bir iştir. Kısacası ilm-i siyaset bilen kişi, her şeyi devletten beklemez. Çünkü devletten beklenen şey kişiye ulaştığında, yanlış da olsa kabul etmeme şansı yoktur. Ayrıca devletten gelen şeyin, güncelliğini ve soruna çözüm olma özelliğini kaybetme ihtimali de yüksektir. Kişi, ilm-i siyaset marifetiyle, devlet ya da başka bir kurumdan kendisine gelecek olan şeyin doğru, düzgün, işe yarar şekilde gelmesini sağlar. Tüm bunlar için de gidebildiği kadar geçmişe giderek tarih, din, dil, coğrafya, örf, adet, gelenek ve sanat bilgisi edinerek, bakabildiği kadar geleceğe bakabilmeyi sağlayan bilgi kanalları, siyaset bilimi şemsiyesi ve onun da üstünde toplum bilimleri çatısı alında toplanmıştır. Siyaset Bilimi Kime Hitap Eder? Yaşadığımız dünya üzerinde doğa kanunları ve fizik kurallarına istisnasız tüm canlılar gibi muhatap olan insanoğlu, bu canlılar arasında sosyal tek varlık olması ve gelişme fıtratıyla yaratılmış tek canlı olması sebebiyle siyaset bilimine muhataptır. Dolayısıyla siyaset bilimi, her insana hitap eder çünkü insanoğlunun sosyalliğine hitap eder. Diğer canlılar, yaratılışlarındaki değişmez dürtüler sebebiyle herhangi bir sosyal tutum ve siyasi davranış gelişimi göstermek durumunda değildir. Yüzmek için kursa giden bir ördek yavrusunun, koşmak için atletizm derslerine giden bir çita yavrusunun olması bize tuhaf gelecek bir durumdur. Ancak insanoğlu, hayatta kalmak için bir yaşa kadar başkalarına muhtaç olması gibi bir yaştan sonra da kendi fıtratındaki vasıfları ve isimleri dışarı çıkartabilmek için, toplumdan doğal yöntemlerle alacağı düşünülen ilm-i siyasete muhtaçtır. “Benim siyasetle işim olmaz. Ben işime gücüme bakarım” sözü bile, bir ilm-i siyaset bilgisinin tezahürüdür. Burada olumsuz bir anlam yüklenerek uzak durulduğu ifade edilen “siyaset”ten kastın yukarıda belirtmeye çalıştığım entrikaların hakim olduğu politik işler olduğunu hatırlatmakta yarar var. Bu entrikalardan uzak durma kararı da, bunları zararlı ve sonu hayra çıkmayan işler olduğunu bilmenin bir sonucudur. Bu sonuca varmak da ilm-i siyasetten yararlanmakla olur. Ancak bir mühendis, bir doktor, bir çiftçi ya da bir üniversite öğrencisinin “Benim siyasetle ilgim yok; olsaydı siyaset okurdum” demesi her ne kadar masum bir ifade olsa da, sorumluluktan kaçma anlamı da taşımaktadır. Ülkemiz vatandaşı olan her birey, mesleği ne olursa olsun, siyaset bilimiyle akademik seviyede olmasa da siyasi farkındalık sahibi olmalı ki, hadiselere ve bu hadiselerin aktörlerine doğru bakabilsin ve onları doğru okuyabilsin. Ancak böylece birey olarak üzerindeki sorumluluğu yerine getirebilmiş olacaktır. Üniversitenin Yeri İlm-i siyasetin sosyo-kültürel yapı içinde doğal yollarda nesilden nesile aktarıldığı gerçeği, bu konunun bir bilim dalı olarak akademik ortamlarda yapılmasına engel değildir. Aksine gereklidir de. Günlük hayattaki ilm-i siyasetin, akademik ortamda siyaset bilimi ile aynı gölü besleyen sular olduğu söylenebilir. Akademik ortamda, yani düşünce ve ifade özgürlüğünün olduğu ortamda yapılan fikir alışverişlerinin ortaya çıkardığı zenginlikten kopuk bir sosyo-kültürel ortam, tutuculuk, bağnazlık ve taassubun tehdidi altındadır. Bu tehdidin sonucu, akmayan suyun, beslenmeyen gölün bir süre sonra bataklığa dönüşmesi, koku ve hastalık kaynağı olması gibidir. Diğer taraftan sadece kendi içindeki fikri cereyanlar içinde dönüp duran, “fildişi kuleler”de “büyük laflar” edip slogan meraklılarına malzeme sağlayan bir akademik ortam da yine bilimsel tutuculuğun ağına düşmekten kurtulamayacaktır. Kendi durağan göl suyunda, kötü gidişi fark etmeden, oynayıp duracaktır. İşte her iki tarafa da hayatiyetini devam ettirecek saiki verecek olan tavır, birbiriyle olan iletişimdir. Eskiden her köy ya da kasabada bulunan, fikrine değer verilecek arifler, erenler tarihsel misyonlarını tamamlamıştır. Günümüzde bu misyonun görev tanımındaki isimler, akademik düşünme ve fikir üretme disiplininden geçen kişilerdir. Siyaset biliminin sivil hayata sağladığı bilgi ile edinilen bakış açısı, bir taraftan kişiye kompleksten kurtulma imkanı verirken, diğer taraftan bu kompleksten kurtulan bireyin, devletin demokratik organları ile STK’lar dahil olmak üzere genel olarak sivil yönetime duyduğu güveni de arttırır. * İstanbul Medipol Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. HAZİRAN 2015 49 DIŞ POLİTİKA TÜRKİYE-SUUDİ ARABİSTAN YAKINLAŞMASI: STRATEJİK İTTİFAK MI GEÇİCİ İŞBİRLİĞİ Mİ? Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Başkanı O rta Doğu coğrafyasındaki jeopolitik dengeler hiç olmadığı kadar sarsılmış durumda. Bildiğimiz tanıdığımız ülkeler, rejimler ve aktörler hızla değişiyor. Küresel güçlerin bölge devletleriyle kurduğu siyasi-stratejik ittifak ilişkileri köklü biçimde yeniden tanımlanırken, bölge içindeki devletler arası ittifaklar da değişiyor. Orta Doğu çalışan uzmanlar bile artık kimin kiminle dost ve düşman olduğunu takip etmekte zorlanıyorlar. Bölgede Osmanlı sonrası dönemde İngiliz ve Fransızların Sykes-Picot antlaşmasıyla çizdiği coğrafi sınırlar giderek anlamsızlaşmaya başladı. Egemen Irak ve Suriye devletleri artık sanal hale gelmiş durumda. IŞİD gibi devletimsi yapılar de facto olarak geniş bir alanda teritoryal hakimiyet kurmuş durumda. Kürt gruplar Kuzey Irak’ta bağımsızlık için uluslararası toplumun nabzını tutma arayışına girmişken; Kuzey Suriye’de ise kantonlar ilan ediliyor. Artık haritalardaki siyasi sınırlar ile sahadaki fiili durum örtüşmüyor. Stratejik dengeler açısından bakıldığında ise, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin bölgede oluşturduğu ittifaklar zinciri ile oluşan siyasi düzen de iyice sarsıldı. Temelleri 1945’te atılan ve bölgedeki en uzun ve en güçlü stratejik ittifak olarak bilinen ABD-Suudi Arabistan ilişkisi, İran-ABD yakınlaşması sürecinde büyük yara aldı. Obama yönetimi Tahran ile antlaşma yapma uğruna, bölgedeki İsrail ve Suudi dostlarıyla ilişkilerini neredeyse kopartmayı dahi göze aldı. ABD ve İsrail yönetimleri arasındaki siyasi ilişkiler yakın tarihte hiç bu kadar gerilmemişti. İsrail, Batı hegemonyasının bölgedeki uzantısı olarak farklı zorluklar yaşamaya başlarken, S. Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri ise, artan yalnızlaşma ve derinleşen güvenlik kaygıları nedeniyle bölgesel ve küresel düzlemde yeni stratejik ortaklar bulma arayışına girdiler. Denilebilir ki, uluslararası ekonomi-politik sistemde yaşanan tektonik depremin siyasi sonuçlarının en güçlü şekilde hissedildiği bölgesel alt-sistem, Türkiye’nin de parçası olduğu Orta Doğu’dur. Bölgemizde genel olarak herkesi ama özel olarak da S. Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini tedirgin eden tehditleri birkaç başlık altında toplamak mümkündür. Siyasi-Sosyal Dönüşüm Baskısı Olarak Arap Baharı 2011’de Tunus’ta başlayan halk ayaklanmaları bölgedeki tüm otoriter rejimleri derinden sarstı. Tunus ve Mısır gibi ülkelerde yapılan demokratik seçimler ile bölgedeki ülkelerin siyasi yönetim formülü değişti. Üstelik seçimle iş başına gelen aktörlerin ideolojik olarak İslami referanslı olması, kendini dini meşruiyete oturtan Körfez monarşilerini de korkuttu. Postkolonyal dönemde Sünni Arap dünyasında ortaya çıkan en köklü siyasi-ideolojik muhalif gelenek olan İhvan hareketi, otoriter Arap yönetimlerinin korkulu rüyası haline geldi. Körfez ülkelerinin Mısır’daki Sisi darbesine siyasi ve ekonomik olarak bu kadar destek vermelerinin temel nedeni de buydu. Zira bölgedeki monarşiler için İhvan tipi halk iradesine dayalı siyasi akımlar varoluşsal bir tehdit kaynağı olarak algılandı ve bunları durdurmaya yönelik “karşı devrim” stratejileri geliştirildi ki, bunun başını da Kral Abdullah döneminin S. Arabistan’ı ve Birleşik Arap Emirlikleri çekiyordu. İdeolojik ve Askeri Tehdit Olarak IŞİD Suriye’deki iç savaşta rejim karşıtı bir grup olarak ortaya çıkan ve El-Kaide’nin bölgesel uzantısı olarak bilinen IŞİD yapılanması, 2014 Haziran’ında Irak’ın ikinci büyük kenti olan Musul’u alması sonrasında 52 HAZİRAN 2015 Türkye, bölge ülkeleryle kl düzeyde her türlü antlaşmayı yapablr. Türkye, Suud Arabstan’ın yen yönetmyle kl lşklern dernleştrmeldr. Özellkle Suud Arabstan le Yüksek Düzeyl Stratejk İşbrlğ Konseynn kurulması ve bu ülkede ş başına gelen yen syas eltlerle güven nşa edc temasların artırılması son derece önemldr. bölgesel bir tehdit olarak görülmeye başlandı. Zira ilginç şekilde bu örgüt bugün fiili olarak Suriye’nin neredeyse yarısını, Irak’ın da üçte birini kontrol eder hale gelmiştir. Örgüt bir yandan Hilafet ilan ederek, diğer yandan ise Sünni grupların çıkarlarının koruyucusu olma iddiasıyla, bölgede dışlanan ve tehdit altında bulunan gruplara yönelik ideolojik-siyasi çekim gücünü her geçen gün artırmaktadır. ABD öncülüğündeki hava operasyonları ve İran destekli Şii milislerin giriştiği IŞİD karşıtı cephe, şimdilik bu silahlı grubun yayılmasını önlemeye yetmemiş görünmektedir. Üstelik IŞİD başta Arap ülkelerindekiler olmak üzere İslam dünyasındaki El Kaide bağlantılı grupların da bağlılık arz ettikleri ideolojik-siyasi bir merkeze dönüşmektedir. IŞİD gerektiğinde Arap ülkelerinin içinde de terör eylemleri yapma kapasitesine sahip olduğu için tüm bölge coğrafyası (ve hatta tüm dünya) açısından ortak tehdide dönüşmüştür. Bu nedenle Körfez ülkeleri ABD öncülüğünde oluşturulan anti-IŞİD koalisyonunun giriştiği hava operasyonlarına da siyasi ve askeri olarak destek vermektedirler. Askeri ve İdeolojik Tehdit Olarak İran Osmanlı’nın siyasi mirasının taşıyıcısı bir devlet olarak Türkiye İran devletini; bir halk olarak Türkler de Şiiliği ve İran’ı ontolojik bir tehdit olarak görmese de, Körfez ülkeleri ve halkları İran devletini güvenlik açısından ve Şiiliği de dini kimlikleri açısından (ontolojik) bir tehdit olarak görmektedirler. Türkiye için HAZİRAN 2015 53 geldiği sahadaki duruma göre değişmektedir. Bir yıl önceye kadar Arap Baharı süreci, öncelikli tehdit iken 2014 Haziran ayından itibaren IŞİD öne geçmiş; Ancak Yemen olayları ile birlikte bugün İran’ın yayılmacı politikaları, özellikle Suudiler açısından birinci öncelikli somut ve yakın güvenlik tehdidi olarak görülmeye başlanmıştır. Bölgede Suudiler öncülüğünde oluşturulmaya çalışılan ortak Arap ordusu projesi ve diğer ülkelerle ittifak kurma arayışları bu değişen tehdit hiyerarşisinin bir yansıması olarak okunabilir. Arap Dünyasının Lideri Olarak S. Arabistan İran olsa olsa bölgede çıkar çatışmaları yaşadığı bölgesel bir siyasi rakiptir. Oysa İran; Irak, Suriye, Lübnan ve son olarak Yemen’de izlediği yayılmacı-müdahaleci politikalarıyla Sünni Arap ülkelerinin korkularını ve endişelerini giderek derinleştirmektedir. İran destekli Husilerin Yemen’de yönetimi ele geçirmeleri sonrasında S. Arabistan öncülüğündeki 10 Arap ülkesinin başlattığı hava operasyonları bu endişelerin dışa vurumudur. Mısır’daki son Arap Birliği zirvesinde alınan “Birleşik Arap Ordusu” kurulması kararı da artık Arapların İran’a karşı pasif savunmacı politikalardan vazgeçip, aktif olarak askeri dengeleme politikasına geçtiklerini göstermektedir. Şu var ki, yukarıda sıralanan gelişmelerin her biri Sünni Arap monarşileri için ortak tehdit olarak görülmekle birlikte, hangisinin diğerinden daha önce 54 HAZİRAN 2015 S. Arabistan çekirdek Orta Doğu (Maşrık) bölgesinin en önemli ülkelerinden biridir. Onu ön plana çıkartan ve Arap dünyasında bugün liderlik rolü oynama fırsatı veren bazı nedenler vardır: Öncelikle S. Arabistan, Mısır’dan sonra bölgedeki en kalabalık Sünni Arap ülkesidir. İkincisi Riyad, zengin petrol kaynaklarının ihracatına dayalı olarak yıllık bir trilyon Dolara yaklaşan bir GSMH’ye sahiptir. Petrol zenginliği Suudi Krallığı’na gerektiğinde, hem dış politika alanında bağımsız davranabilme hem de G-20 gibi küresel platformların prestijli aktörü haline gelebilme imkanı sağlamaktadır. Diğer yandan Mekke ve Medine gibi İslam’ın en kutsal dini merkezlerinin Suudi Krallığı’nda bulunması da manevi olarak S. Arabistan yönetimine hem kendi halkı nezdinde meşruiyet sağlamakta hem de diğer Müslümanların gözünde saygınlık kazandırmaktadır. Özellikle Sünni Arap Müslümanlar üzerinde Suudi Krallığı’nın ciddi bir manevi-siyasi otoritesi olduğu söylenebilir. Kabul etmek gerekir ki, bu liderlikte S. Arabistan’ın silahlanmaya ayırdığı paranın da ciddi bir payı vardır. Son olarak, bugün Suudileri Arap dünyasının öncü ülkesi haline getiren bir başka faktör ise Mısır gibi 80 milyonluk bir Arap ülkesinin içinden geçtiği siyasi-ekonomik krizler dolayısıyla giderek zayıflaması ve bölgesel aktörlük rolünü kaybetmesidir. Bu nedenle Suudi Krallığı’nın tarihi ve dini özellikleri kadar, sergilediği siyasi iradesinin ve askeri kapasitesinin de liderlik iddiasına inandırıcılık kazandırmada önemli rolü vardır. Son birkaç ayda S. Arabistan’ın bölgede aktif bir dış politikaya girişmesinin önemli iki nedeni vardır: Birincisi, Suudilerin sahadaki gerçeklere (Yemen olayı) bağlı olarak değişen tehdit hiyerarşisi (İran faktörü); ikincisi ise Suudi hanedanı içinde gücün el değiştirmesidir. Kral Abdullah’ın ölümü sonrasında iş başına gelen yeni kral Salman B. Abdülaziz, eski kral döneminin siyasi ve bürokratik figürlerinin neredeyse tamamını değiştirmiş; bir anlamda bir saray darbesi yapmıştır. Arap Baharı’nın yarattığı dalganın yükseldiği dönemde İhvan gibi siyasi İslam temelli hareketlerle mücadeleye öncelik veren eski Kral Abdullah ve yakın ekibi, Mısır’daki askeri darbeye maddi ve siyasi destek verirken, yeni Kral Selman için en stratejik öncelik, bölgede yeni Safeviler olarak algılanan Şii İran’ın dengelenmesidir. Son brkaç ayda Suud Arabstan’ın bölgede aktf br dış poltkaya grşmesnn öneml k neden vardır: Brncs, Suudlern sahadak gerçeklere (Yemen olayı) bağlı olarak değşen tehdt hyerarşs (İran faktörü); kncs se Suud hanedanı çnde gücün el değştrmesdr. Suudilerin Güvenlik Politikaları Suudi Krallığını yöneten İbn Suud ailesi bir yandan Hac ibadetinin kutsal mekanları olan Mekke ve Medine’deki haremeynin koruyucusu olmaları, diğer yandan ise hilafetin kaldırılması sonrasında kendilerini tüm Müslümanların hamisi (sığınağı) olarak tanımlamaları nedeniyle özellikle Sünni dünyasının barış ve güvenliği açısından sorumluluk taşıma iddiasındadırlar. Filistin-İsrail sorununda kime daha yakın durdukları konusunda zaman zaman Müslüman halklar nezdinde kafa karıştıran politikalara sahip olsalar da Suudi Krallığı, bölgesel ve küresel güç ilişkilerinde önemli bir köşe taşı olagelmiştir. Suudi Krallığı’nın dış politikasına yön veren iki temel faktör olduğu söylenebilir: Bunlar; Suudi Monarşisi’nin ülkedeki iktidar gücünün (rejim güvenliği) ve devasa petrol kaynaklarına sahip olan Krallığın dış tehditlere karşı (askeri güvenlik) korunmasıdır. Rejim güvenliği; hanedanlık içi koalisyonlar, ülke içindeki rant dağıtım mekanizmaları ve genç nesillerin eğitim sistemi vasıtasıyla ideolojik (Selefi-Vehhabi) endoktrinizasyonla sağlanmaktadır. Vehhabi ideolojinin yayılması zaman zaman El-Kaide ve IŞİD gibi şiddeti benimseyen siyasi yapılar üreterek bumerang etkisiyle Krallığa yönelik tehdide dönüşse de, son tahlilde Vehhabizm, Suudi rejimi için kendi halkını Şiilik veya İhvan benzeri farklı mezhebi-siyasi akımların ülke içinde yayılmasına karşı, ideolojik-siyasi bir kalkan olarak görülmektedir. Suudi Arabistan dış güvenliğini ise İkinci Dünya Savaşından bu yana küresel hegemon güç olan ABD ile kurduğu özel siyasi-askeri ittifak ilişkileriyle sağlamaktadır. ABD-Suudi ortaklığı, bölgede İsrail-ABD ilişkisinden sonra en köklü ve en sağlam geçmişe sahip stratejik ittifak ilişkisi olarak görünmektedir. Bu ilişki sayesinde ABD ve Batılı sanayileşmiş ülkeler ihtiyaç duydukları petrol kaynaklarına ucuz ve istikrarlı bir şekilde ulaşma imkanı kazanırken, Suudi Krallığı da kendisine yönelik dış kaynaklı askeri tehditlere (örneğin İran ve Saddam dönemi Irak) karşı ülke güvenliğini garanti altına almaktadır. Ancak son yıllarda küresel ekonomi-politik sistemin yapısında meydana gelen yapısal dönüşümler, enerji alanındaki yeni teknolojik gelişmeler, Obama ABD’sinin küresel ölçekte değişen öncelikleri ve nihayet Orta Doğu bölgesinin değişen güvenlik mimarisindeki köklü değişimin yarattığı kaos ve anarşik durum, deyim yerindeyse Suudi Krallığı’nın siyasi kimyasını bozmuştur. Peki Suudiler artık ABD’nin kendilerine sağlayacağı güvenlik şemsiyesinin etkinliğine neden inanmamaktadırlar? Öncelikle, Obama yönetimi için birincil öncelikli konu küresel jeopolitik denklemde Avrupa ve Orta Doğu değil, Asya-Pasifik bölgesidir. İkincisi, ABD yeni teknolojilerin sağladığı imkanları kullanarak sahip olduğu kaya gazı kaynaklarına dayanarak kendisine yetecek kadar petrol üretebilmektedir; artık Orta Doğu’nun karbon kaynaklarına bağımlığı kalmamıştır. Üçüncüsü, ABD dünyadaki eski düşmanları ile ilişkilerini yeniden tanımlama siyaseti izlemektedir. Bu bağlamda Küba ve İran gibi ülkelerle barışma yoluna gitmektedir. Özellikle İran’ın dünya ile ilişkilerini normalleştirmesi, Orta Doğu’daki bildik tanıdık bölgesel denklemi sarsmaktadır. Tam da bu nedenle Suudiler, ABD ve İran arasındaki yakınlaşmayı kendi güvenlikleri açısından bir tehdit olarak görmektedirler. Zira, Suudiler ve diğer Körfez emir- HAZİRAN 2015 55 Türkye, bölgesel asker kutuplaşmalar yerne kl düzeyde stratejk şbrlğne yönelmel ve uluslararası kurumların çözüme yönelk katkılarına destek vererek mümkünse bölgesel düzlemde syas tansyonu azaltacak kapsayıcı dyalog mekanzmalarının oluşturulmasında öncü rol oynamalıdır. likleri için İran hem bir askeri tehdit, hem de dış politikasındaki mezhepçi yaklaşıma dayalı Şii grupları destekleme stratejisi nedeniyle ideolojik bir tehdittir. Üstelik Lübnan, Irak, Suriye ve nihayet Yemen olaylarındaki rolü dolayısıyla, kendi içlerinde ciddi bir Şii nüfus barındıran Körfez monarşileri açısından İran, kendi siyasi güvenliklerine yönelik akut bir askeri tehdit haline gelmiştir. ABD ise İran ile yapmakta olduğu nükleer antlaşmaların bölgedeki güç ilişkilerini geleneksel müttefikleri olan Arap monarşilerinin aleyhine değiştirmeyeceği konusunda Arap liderlerini ikna edebilmiş değildir. Başkan Obama’nın altı Arap ülkesi liderini ikna için Mayıs ayı ortasında Camp David’te yaptığı iki günlük zirve, bu anlamda istenilen sonucu doğurmamıştır. Hatta Suudi Kralı’nın son anda toplantıya katılmayacağını açıklaması ABD basını tarafından Obama için büyük hayal kırıklığı ve diplomatik anlamda soğuk duş etkisi olarak yorumlanmıştır. Arap dünyası nükleer antlaşma sonrasında İran’ın bölgedeki ekonomik, siyasi ve askeri gücünün artacağını ve yayılmacı iştahının kabaracağı varsayımıyla, ABD’nin Körfez ülkelerini İran tehdidine karşı koruyacak NATO benzeri ortak bir bölgesel güvenlik şemsiyesi yaratılmasını talep etmektedirler. ABD ise Camp David görüşmelerinde ABD’nin bölge ülkelerini her anlamda desteklemeye devam edeceğini siyaseten taahhüt etse de, formal anlamda bir güvenlik paktı oluşturmayı gerekli görmemektedir. Esas anlaşmazlık noktası burasıdır ve tam da bu 56 HAZİRAN 2015 nedenle Körfez monarşileri kendi güvenlikleri açısından alternatif yöntemlere ve farklı ittifak ilişkileri arayışına girmiş durumdadırlar. Türkiye-Suudi Arabistan Eksenli Güvenlik Paktı Mı? Suudi Arabistan bölgede kendini İran’a karşı güvenlik altına almak için iki temel strateji geliştirmeye çalışmaktadır. Bunlardan birincisi, nükleer bir güce dönüşmektir. Bu amaçla son birkaç yıldır Suudilerin Rusya, Çin, Pakistan gibi ülkelerle görüşmeler yaptığı ve en azından NPT sınırları çerçevesinde barışçıl amaçlı nükleer teknolojiye sahip olmak istediği bazı basın yayın organlarında yer almaktadır. İkinci strateji ise ABD ile yapamadığı koruma kalkanı oluşturma planını bölgesel güçlerle yapabilmektir. Suudi Arabistan öncülüğündeki on Arap ülkesinin İran destekli olduğu iddia edilen Yemen’deki Husilerin ilerleyişini durdurmak için başlattıkları hava operasyonuna yönelik olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapılan destek açıklaması ve ardından İran’ın bölgede dominasyon kurmaya yönelik yayılmacı politikalarından duyulan rahatsızlık, bir anda Suudiler ve Türkiye arasında anti-İran bir antlaşma mı kuruluyor sorularının ortaya atılmasına neden oldu. İç ve dış basında da böyle bir güvenlik paktına duyulan ihtiyaç açıktan dile getirilmeye başlandı. Hatta Erdoğan’ın yeni Suudi Kralı Selman’ı ziyareti sonrasında yaptığı Suriye’deki Esed rejimine karşı mücadele eden grupların sonuç alacak şekilde destekleneceği açıklamaları da bu iddiaları güçlendirdi. Gerçekten Türkiye ve S. Arabistan öncülüğünde ortak bir askeri güvenlik paktı kurulması mümkün müdür? Uluslararası ilişkiler açısından ittifak ilişkileri üzerine yapılan analizler bizlere, askeri ittifakların ortak tehditler, ortak çıkarlar ve ortak değerler üzerine kurulduğunu söylemektedir. Türkiye ve Körfez ülkeleri arasında tarihi ve kültürel ilişkiler nedeniyle ortak değerler ve bölgesel barışın korunması gerektiği konusunda ortak çıkarlar olduğu şüphesizdir. Ancak stratejik askeri ittifakların kurulmasına asıl can ve ruh veren şey ise, ortak değerlere ve çıkarlara yönelik üzerinde uzlaşılan ortak güvenlik tehditleridir. Suudi Krallığı ve diğer Körfez ülkeleri için bugün asıl tehdit İran’ın yayılmacı politikalarıdır. İran onlar açısından hem ideolojik (rafizi, Şii) hem de askeri anlamda varoluşsal bir tehdittir. Türkiye için ise İran, siyasi anlamda rekabet edilen ve bölgeye yönelik dış politikasından rahatsızlık duyulan bir ülke olsa da, en azından şimdilik ontolojik bir tehdit olarak algılanmamaktadır. Dolayısıyla İslam dünyasının iki önemli gücü olan Türkiye ve S. Arabistan eksenli ve diğer Arap ülkelerinin katılımıyla İran karşıtı bölgesel bir stratejik ittifak oluşturulması gerçekçi görünmemektedir. Üstelik mezhepçilik söylemlerinin arttığı bir tarihsel konjonktürde, böyle bir Şii-Sünni karşıtlığına dayalı bloklaşma, bölgede gerçekten mezhep savaşlarının yolunu açıp Müslüman kanı dökülmesini hızlandıracaktır. Türkiye’nin bu anlamda bölgede gerginlikleri artırmak değil; tam tersine siyasi tansiyonu düşürecek siyasi formüller geliştirmesi gerekir. Orta Doğu İstikrar ve Diyalog Paktı Önerisi Bu çerçevede Türkiye, S. Arabistan’ın yeni yönetimiyle ikili ilişkilerini derinleştirmelidir. Türkiye güvenlik sorunları yaşayan bu ülkelerle ikili düzeyde her türlü antlaşmayı yapabilir. Özellikle S. Arabistan ile Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin kurulması ve bu ülkede iş başına gelen yeni siyasi elitlerle güven inşa edici temasların artırılması son derece önemlidir. Böyle bir üst düzey siyasi angajman, Arap Baharı sürecinde en kritik aktör olarak ortaya çıkan İhvan ve benzeri siyasi oluşumlarla Körfez monarşileri arasındaki gergin ilişkilerin azaltılmasını hızlandırabilir. Bugün bölgedeki asıl sorun, halklarla-rejimler arasındaki güvensizliktir. Türkiye 2000’li yıllardan beri hem kendisini dönüştürmektedir hem de İslam ülkelerine ısrarla reform çağrıları yapmaktadır. Bu bağlamda Arap monarşilerinin iç ve dış güvenlik sorunları çözüldükçe, bölge daha hızlı normalleşebilir. ülkeleri için siyasi diyaloğu teşvik eden ve gerginlikleri azaltan bir işlev görebilir Sonuç olarak, Orta Doğu bölgesi küresel siyasetteki yeniden yapılanma krizlerini en derinden hisseden bir siyasi coğrafya olarak bugün, içi içe geçmiş pek çok karmaşık krizi birlikte yaşamaktadır. Arap Baharı, IŞİD, İran yayılmacılığı ve İsrail saldırganlığı bölgeyi ateş topuna çevirmektedir. ABD gibi küresel güçler ise, pek çok nedenle bölgede eskisi kadar etkin rol oynamaktan vazgeçmektedir. Ortaya çıkan güç boşluğu ise bölgesel aktörler arasındaki stratejik rekabeti kızıştırmaktadır. Türkiye, Müslüman ve demokratik bir ülke olarak, tarihi tecrübesi ışığında bölgedeki mezhepçi kutuplaşmalardan uzak durmaya çalışmaktadır. S. Arabistan ve İran arasında Yemen üzerinden artan gerilimde de Türkiye yapıcı bir rol oynayabilecek en kritik ülkedir. Bu çerçevede Türkiye bölgesel askeri kutuplaşmalar yerine ikili düzeyde stratejik işbirliğine yönelmeli ve uluslararası kurumların çözüme yönelik katkılarına destek vererek mümkünse bölgesel düzlemde siyasi tansiyonu azaltacak kapsayıcı diyalog mekanizmalarının oluşturulmasında öncü rol oynamalıdır. Türkiye bölge ülkeleri arasında artan siyasi, askeri ve mezhepsel gerilimleri azaltmak adına tüm ülkelerinin katılımına açık kapsayıcı bir işbirliği platformu geliştirebilir. Bu konuda Türk diplomasisi, içinde yer aldığı pek çok küresel ve bölgesel platformlardaki rolü nedeniyle oldukça tecrübeli sayılır. AGİT, Güney Doğu Avrupa İstikrar Paktı (SECI), Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı (CICA) ve Medeniyetler İttifakı gibi yapılar ve projelere benzeyen bir bölgesel platformun kurulması (Orta Doğu İstikrar ve Diyalog Paktı?), bugün derin krizler, çatışmalar ve güvenlik sorunları yaşayan Orta Doğu HAZİRAN 2015 57 DIŞ POLİTİKA Ziyarette Öne Çıkan Konular BARZANİ’NİN ABD ZİYARETİ: BEKLENTİLER VE SONUÇLAR Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü M ayıs ayı başında, Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, ABD’ye önemli bir ziyarette bulundu. Nereden bakarsak bakalım ziyaret her açıdan önem taşımaktadır. Başta IŞİD ile mücadele olmak üzere Bölgesel Kürt Yönetimi’nin güvenliği, Bağdat-Erbil ilişkilerinin mevcut durumu ve geleceği olmak üzere sıcak konular söz konusu ziyarette görüşüldü. Erbil Yönetimi’nin bu ziyaretten beklentisinin yüksek olduğu daha ziyaret haberi duyulur duyulmaz yoğun bir şekilde tartışılmaya başlanmasından anlaşılmıştı. 58 HAZİRAN 2015 Barzani mümkün olduğu kadar beklentiyi yüksek tutmaya gayret gösterdi. Ziyaret tarihi netleştikten sonra özellikle Barzani tarafından Bölgesel Kürt Yönetimi’nin bağımsızlık ilan edeceği yönünde açıklamalar yapıldı. Bölge siyasetini iyi bilen biri olarak Mesut Barzani’nin, en az ABD’li siyasetçiler kadar, bağımsızlık meselesi için iç ve dış konjonktürün uygun olmadığını bildiği rahatlıkla söylenebilir. Fakat ziyaret öncesi bağımsızlık meselesini stratejik bir hamle olarak tartışmaya açtığı anlaşılmaktadır. gözetilmeden yapılacak olan askeri yardıma karşı çıkmaktadır. Bağdat Yönetimi, Bölgesel Kürt Yönetimi’ne yapılacak olan bu tür bir yardımın Kürt liderlerin bağımsızlık isteğini ve tavrını hızlandıracağını ve dolayısıyla Irak’ın parçalanacağını düşünmektedir. Güvenlik: Hiç şüphe yok ki ziyarette en öne çıkan konu güvenlik meselesi olmuştur. IŞİD’in, Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’u ele geçirmesi ve akabinde Erbil’e doğru ilerlemesi Bölgesel Kürt Yönetimi’ni hayati bir tehditle karşı karşıya getirdi. Bölgesel Kürt Yönetimine ait Peşmergeler, IŞİD’le mücadelede Bağımsızlık Konusu: Yukarıda da zikrettiğimiz zorlandılar. Peşmergelerin, eğitim ve donanım iti- gibi Washington ziyareti gündeme geldikten sonbariyle IŞİD karşısında ciddi eksikliklerinin olduğu ra Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ortaya çıktı. Başta silah desteği olmak üzere Peş- her fırsatta bağımsızlık konusunu gündeme getirdi. mergenin dış desteğe muhtaç olduğu görüldü. Özellikle, Bağdat’la sorunlar yaşadığında, Mesut Dış destek olmadan Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Barzani Bölgesel Kürt Yönetimi olarak kendi kadersahip olduğu kendi gücüyle ayakları üzerinde dur- lerini tayin etme haklarının olduğunu ve bağımsızmasının en hafif ifadeyle çok zor olduğu anlaşıldı. lığın yaklaştığını dillendire geldi. Fakat Barzani’nin, Bugün itibariyle Bölgesel Kürt Yönetimi bağımsızlık konusunda hem Bölgesel IŞİD’le yaklaşık olarak 1000 km. sıKürt Yönetimi içinde hem bölgenır paylaşmaktadır. Bu sınırı tek de hem de uluslararası alanda başına Peşmerge’nin koruHer ne kadar beklediği desteği alamadığı masının imkansız olduğu rahatlıkla görülmektedir. ABD’den bağımsızlık rahatlıkla söylenebilir. Nitekim ABD ziyarekonusunda istediği desteği ABD öncülüğündeki tinde Barzani’ye bakoalisyon güçlerinin bulamamış olsa da Barzani, ğımsızlık konusunda hava operasyonbağımsızlığı gündemde destek verilmemişları Bölgesel Kürt tir. ABD’li yetkililer tutacaktır. Çünkü Bölgesel Kürt Yönetimi’nin güvenIrak’taki önceliğin liği için hayati önem Yönetimi’nin iç politikasında IŞİD’e karşı mücataşımaktadır. Bağbağımsızlık konusu önemli bir dele olduğunu dile dat Yönetimi’nden yer tutmaktadır. Bu konuda getirdiler ve ayrıca bağımsız olarak Erbil Irak’ın toprak bütünlüYönetimi’nin istediği Kürt partiler arasındaki ğünün önemini vurgulaşekilde silahlanamadırekabeti göz ardı dılar. ABD, Bölgesel Kürt ğı göz önüne alındığında, etmemek gerekir. Yönetimi’nin muhtemel bir Bölgesel Kürt Yönetimi için ABD’nin güvenlik garantisinin bağımsızlık ilanının Irak’ı ve bölne kadar önemli olduğu anlaşılmakgeyi daha da karmaşık hale getiretadır. 1991 Birinci Körfez Savaşı’ndan ceğini düşünmektedir. Barzani’ye ABD’nin beri ABD korumasında varlığını kazanan ve sürdü- Kürtlere en üst düzeyde destek verdiği dile getirildi. ren Kürt bölgesinin ABD’nin güvenlik desteğine ne Peşmergenin IŞİD karşısında başarısından bahkadar ihtiyacı olduğunu IŞİD karşısındaki durumu sedildi ve Kürtlerin ve Kürt bölgesinin güvenliğine apaçık ortaya koymuştur. önem verildiği aktarıldı. Fakat bağımsızlık konusunBaşta ABD olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri IŞİD’e da Barzani’nin ABD’den beklediği desteği en azınkarşı Bölgesel Kürt Yönetimi’nin yürüttüğü müca- dan şimdilik görmediği rahatlıkla söylenebilir. Her deleye destek vermektedir. Bölgesel Kürt Yöneti- ne kadar ABD’den bağımsızlık konusunda istediği mi, verilen desteğin yeterli olmadığını dile getirerek, desteği bulamamış olsa da Barzani, bağımsızlığı daha fazla eğitim, mühimmat ve silah desteği talep gündemde tutacaktır. Çünkü Bölgesel Kürt Yönetietmektedir. Bağdat’tan destek alınamadığı dillen- minin iç politikasında bağımsızlık konusu önemli bir dirilmektedir. Bağdat Yönetimi ise kendi kontrolleri yer tutmaktadır. Bu konuda Kürt partiler arasındaki dışında kontrolsüz olarak ve Bağdat-Erbil dengesi rekabeti göz ardı etmemek gerekir. HAZİRAN 2015 59 DIŞ POLİTİKA Enerji / Ekonomi: Enerji konusu Bölgesel Kürt Yönetimi’nin varlığını sürdürmesinde ve Bağdat ile ilişkilerinin geleceğinde önemli bir yer işgal etmektedir. Irak Anayasası’na göre Irak’ın petrol gelirinin % 17’sinin Bölgesel Kürt Yönetimi’ne verilmesi gerekmektedir. Fakat bazı sebeplerden dolayı söz konusu miktar Bağdat tarafından Erbil’e aktarılmamaktadır. Erbil ise bunun karşılığı olarak kendi bölgelerinden çıkan petrolü Türkiye üzerinden dünya pazarlarına ulaştırmak istemektedir. ABD ise bu konuda Bağdat Yönetimi’ne yakın durmaktadır. Nerdeyse tek geliri enerji olan Kürt Yönetimi bir yolunu bularak kendi bölgesindeki petrol kaynaklarını işletmek istemektedir. Bu konuda Bağdat Yönetimi’yle belli konularda anlaşma sağlanmış olsa da tam bir sonuca varılamamıştır. Barzani’nin ABD ziyaretinde enerji konusunda da istediği desteği aldığı söylenemez. Bağdat’tan daha bağımsız bir yol haritasıyla hareket etmek için elinde güçlü bir araç olan enerji konusunda Erbil, ABD’yi ikna edebilmiş değildir. Irak’taki enerji gelirlerinde alması gereken miktarı alamayan Kürt Yönetimi bir yılı aşkın süredir ciddi ekonomik sorunlar yaşamaktadır. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinden sonraki süreçte hızla gelişen Bölgesel Kürt Yönetimi, özellikle IŞİD’in Irak’ta ilerlemesiyle durgunluğa girmiştir. IŞİD tehdidinin artmasıyla yatırımların durduğu ve yabancı işadamlarının bölgeyi büyük oranda terk ettiği görülmektedir. Bunun yanında IŞİD’le yürütülmekte olan savaş için de ayrıca para gerekmektedir. Tüm bunlar göz önüne alındığında Erbil’in acilen neredeyse tek ge- 60 HAZİRAN 2015 lir kaynağı olan enerji parasına ihtiyacı vardır. Fakat ABD bu konunun Bağdat ile görüşülerek çözülmesi gerektiğini düşünmektedir. Sonuç Ziyaret öncesi yapılan açıklamalardan da açıkça görüldüğü üzere, yüksek beklentili bir ziyaret olsa da Barzani’nin ABD’den tüm beklentilerini elde ederek döndüğünü söylemek oldukça güçtür. Bunda temel belirleyici olan tabii ki ABD’nin Bölgesel Kürt Yönetimi karşısındaki orantısız bir şekilde var olan güçlü pozisyonudur. ABD’nin öncelikleri ile Erbil’in öncelikleri arasındaki farkın ziyaretin sonucuna yansıdığı görülmektedir. ABD için en öncelikli konu Bölgesel Kürt Yönetimi’nin bağımsızlık kazanması değil, IŞİD’e karşı Peşmergelerin savaşmasıdır. ABD’nin iki savaş (1991-2003) verdiği Irak için bir plan ve programının olmadığı söylenemez. Bu yüzden ABD, Irak’ta inisiyatifi dışında kendi programını ciddi olarak zedeleyecek bir gelişmeye sıcak bakmayacaktır. Nitekim Bölgesel Kürt Yönetimi’nin bağımsızlığının Irak’ta işleri daha da karmaşık ve zor hale sokacağını düşündüğü için en azından şimdilik bağımsızlık meselesine sıcak bakmadığı rahatlıkla anlaşılmaktadır. Bağımsızlık konusunda Barzani beklediği desteği alamamış olsa da Kürtlerin ve Bölgesel Kürt Yönetimi’nin güvenliği konusunda ABD’nin desteğini yanında bulmuştur. Bu açıdan ziyaretin en önemli kazancı Barzani açısından ABD desteğinin tekrar teyidi olmuştur denilebilir. YOL AYRIMINDAKİ MISIR: İDAMLAR, KRİZ İNŞASI VE İHRACI Doç. Dr. Ahmet UYSAL SDE Uzmanı İ nsanlık tarihinde önemli bir basamak olan Mısır Medeniyeti, 21. yüzyılda medeniyet ve insanlığa uzak bir çizgiye doğru savruluyor. Mısır coğrafi olarak bir kavşakta yer almaktadır. Doğu-Batı ekseninde kara bağlantısı, Kuzey-Güney ekseninde deniz bağlantısı sağlayan konumda olması başlı başına önemlidir. Büyük nüfusu ile İsrail’e ve Filistin’e sınır olması, büyük krizler yaşayan Arap Dünyası’nda önemli yere sahip olması Mısır’ı önemli bir ülke olarak karşımıza çıkarıyor. Arap demokrasi dalgasını darbeye tahvil eden yeni Mısır yönetimi, her hamlesi ile ülkeyi yeni bir siyasi yol ayrımına getirmiş durumdadır. Yemen ve Libya krizleri ve özellikle geçen ay İhvan yöneticileri ve mensupları için alınan idam kararları yeni bir analize ihtiyaç duymaktadır. Arap demokrasi dalgasını ince bir hamle ile darbeye dönüştürüp eski yönetimi geri getiren, Mısır’ın içindeki ve dışındaki bölgesel ve küresel statüko güçleri olmuştur. Ülke içindeki statüko, başta Mısır ordusu olmak üzere, ona tabi olan bürokrasi, burjuvazi ve siyasi yapıdır. Bölgesel statükoyu ise İsrail ve Arap monarşileri temsil etmektedir. Monarşiler demokrasiden çekindikleri gibi İsrail de genel olarak demokrasi ile Arapların güçlenmesinden rahatsız olmaktadır. Demokrasiden en güçlü çıkan İhvan-ı Müslimin gibi İslam birliğini savunan hareketler olduğu için HAZİRAN 2015 61 İsrail’in bu gelişmelerden çok rahatsız olacağını öngörmek zor değildir. Bilgi vermiş olsa bile bu bilgilerin Mısır’ı nasıl zarara uğrattığı da açık değildir. Birçok ülkede yapıldığı üzere, demokrasi gelse Darbeci Sisi Yönetimi idamları konusunda iki yönbile yönetemeyen bir düzen kurularak demokrasi tem izleyebilir: (1) İdamları İhvan’ı teslim olmaya sekteye uğratıldığı için, Mısır’da Cumhurbaşkanı zorlamak veya pazarlık masasında sunulacak şartMursi’nin sistemi yönetmesi engellenmek istendi. lara razı etmek için kullanacaktır veya (2) İdamları Önce İhvan-ı Müslimin ile devrimci güçlerin arasını gerçekten uygulayarak İhvan Hareketi’ni bitirmeye açtılar. Daha sonra İhvan’ı yalnızlaştırarak ülkenin çalışacaktır. Birinci ihtimal daha güçlü olsa da ikinilk seçilmiş cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi cisi de çok uzak bir ihtimal değildir. Birinci ihtimali 2013 yılında kanlı bir darbe ile düşürdüler. Darbeyi güçlendiren durum bölgede darbeden sonra değiyapan Abdülfettah El-Sisi, gerekli tüm düzenlemeşen konjonktürdür. Her ne kadar, darbe sürecinde leri yaparak ve kendisine rakip olacak bir tek kişi Rabia Meydanı’nda yedi binden fazla darbe karşıtını bile bırakmayarak darbeden sonra kolayca başöldürdüğü için bu durumdan geri dönüş imkanı çok kan seçilmiştir. Daha sonra en büyük rakibi ve esyüksek olmasa da bölgesel baskılar ve rejim içinkiden beri ülkedeki en büde başlayan homurtular yük muhalif hareket olan Sisi’yi buna zorlayabilir. İhvan-ı Müslimin üzerine Mısır mahkemes dam kararını yürümüş ve birçoğunu Son aylarda bölgesel verdkten sonra uluslararası hapse atmıştır. dengeler değişmeye örgütlerden ve kamuoyundan çok başlamıştır. Özellikle Geçen ay içinde Mısır cdd eleştrler almış ve Ss’nn Yemen’de devrik Ali Abmahkemesi, başta Murdullah Salih destekli Husi si olmak üzere 106 İhAlmanya zyaret bu hassasyet darbesi Suudi Arabistan’ı van mensubunu idama yüzünden ertelenmştr. Ayrıca, çok rahatsız etmiştir. çarptırarak görüş almak çerde ekonomk sorunların üzere Mısır Müftülüğü’ne Darbecilere karşı diğer havale etti. Mursi’ye atKörfez ülkeleriyle birliksürmes, El Kade ve IŞİD bağlantılı fedilen suç devrim esnate, Türkiye’nin de moral bombalamalar, Sna’da devam eden sında hapisten kaçmak desteğini belirttiği, hava syan, İhvan-ı Müslmn öncülüğünde ve Gazze’deki Hamas operasyonu başlatmışYönetimi’ne devlet sırsüren barışçıl gösterler Mısır’ın tır. Suudi Arabistan’ın rı vermek ve casusluk savaşçı bir ordusu buekonomk ve syas krzden çıkışını yapmaktır. İki gerekçe lunmadığı için, bir yanzorlaştırmaktadır. de siyasi olarak sorundan Mısır Ordusu’nun ludur. Çünkü Mısır’da desteğine bir yandan da devrim olduğu ve devrim Yemen’de İhvan-ı Müsliöncesi siyasi tutukluların min çizgisinde en güçlü halk oluşumu olan Ishaksız yere yargılandığı konusunda bir görüş lah Hareketi’nin desteğine ihtiyacı vardır. Pakisbirliği vardır. Mısır ordusu da Mübarek’in düşmesini devrim olarak gördüğünü söylemekte, Sisi’nin tan Parlamentosu’nun Yemen’e asker göndermeyi Mursi’yi devirmesini halkın isyanına cevap niteliğin- reddetmesinden sonra Mısır’ın önemi de artmıştır. de ikinci devrim olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla, Göreve geldikten sonra Sisi’ye önceki kral kadar devrim mantığı gereği Mursi ve arkadaşlarının eski yakın durmayan Kral Selman’ın, darbeye çok sıcak siyasi suçlamalardan tutuklanmaları anlamsızdır. bakmadığı ve İhvan’a eskisi kadar karşı olmadığı İkinci olarak isnat edilen Hamas’a devlet sırlarını fark edilmektedir. Bu üçgenin nasıl şekilleneceği ve vermesi (casusluk) suçu ise ispat edilmiş bir bilgi uzlaşmanın nasıl sağlanacağı Mısır’daki idamlarla değildir, tamamen yoruma dayanmaktadır. Kaldı ki yakından ilgilidir. İdamlara ilişkin nihai kararın 16 Hamas Mısır’a düşman bir devlet değil, Gazze’de Haziran’a ertelenmiş olması bu kararın zorluğunu bağımsızlık mücadelesi veren bir yerel yönetimdir. ortaya koymaktadır. 62 HAZİRAN 2015 Sisi’nin idam kararlarını uygulamasını zorlaştıran başka bir neden de idam karşıtı oluşan kamuoyudur. Mısır mahkemesi idam kararını verdikten sonra uluslararası örgütlerden ve kamuoyundan çok ciddi eleştiriler almış ve Sisi’nin Almanya ziyareti bu hassasiyet yüzünden ertelenmiştir. Ayrıca, içeride ekonomik sorunların sürmesi, El Kaide ve IŞİD bağlantılı bombalamalar, Sina’da devam eden isyan, İhvan-ı Müslimin öncülüğünde süren barışçıl gösteriler Mısır’ın ekonomik ve siyasi krizden çıkışını zorlaştırmaktadır. Bu sorunlar devam ettikçe Sisi ilk dönemdeki kısmi meşruiyetini darbeciler nezdinde de kaybetmeye başlamıştır. Örneğin, Sisi ile Mursi’ye karşı % 48 oy alan başkan adayı olan Ahmed Şefik arasında ihtilaf olduğu medyaya yansımıştır. Kendisi de darbeyi destekleyen eski asker Şefik, Birleşik Arap Emirlikleri başta olmak üzere diğer Körfez ülkeleri tarafından desteklenmektedir. Şefik’in ifade ettiği rahatsızlık Körfez ülkelerinde ve Mısır ordusu içinde de bazı rahatsızlıkların varlığına işaret sayılabilir. Dolayısıyla, idamlar konusunda Sisi’nin eli eskisi kadar rahat değildir. Sisi’nin idamları uygulaması durumunda ortalık çok daha karışacak uluslararası meşruiyeti daha çok sarsılacaktır. Darbeyi onaylayan Küresel düzen -ki temsilcileri 28-29 Mart 2015 tarihli Şarm El-Şeyh toplantısında Sisi’yi alkışlamışlardır- Mursi’nin idamından rahatsız olmasa da oluşacak ciddi kamuoyu baskıları onları Sisi’yi eleştirmeye ve mesafeli davranmaya itecektir. İdam esas olarak ülke içinde ciddi kaynama ve kaos yaratacaktır. Çünkü Mursi’nin idamı İhvan’a karşı acımasız bir savaş başlatmak anlamına geleceği için yaygın tabanıyla İhvan da bu duruma gösteriler ve belki düşük dozlu şiddet ile karşılık verecektir. Daha düşük ama tehlikeli bir ihtimal İhvan’ın silahlı mücadeleye bulaşmasıdır. Bu tür bir mücadele, İhvan ve Mısır toplumu bu duruma hazır olmadı- ğı için, büyük sıkıntılara yol açar, başarıya da ulaşamaz. Dolayısıyla, en uygun çözüm, bir uzlaşma zemini hazırlanmasıdır: 1970’lerde Enver Sedat’ın yaptığı gibi İhvan mensupları salıverilir onlar da Sisi yönetimini bir vakıa olarak kabul ederler ve sistem içinde faaliyetlerine devam ederler. Her halükarda Sisi, idamları uygulamakta acele etmeyecektir. Hem darbeyi finanse eden Körfez ülkelerinin hesapları Yemen’de değişmiş hem de idamlara karşı uluslararası kamuoyu baskısı oluşmaya başlamıştır. Başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok ülke soruna kalıcı çözüm bulmaya çalışacaktır. Bu arada, Yemen krizinin daha da derinleşeceği ve kara operasyonuna başlanacağı anlaşılıyor. Mısır ve Yemen İhvan’ı bu operasyonda önemli bir rol oynayacaktır. Bu fiili durum, iki tarafı, uzlaşma olmadan karşılıklı anlayışa yöneltebilir. Sisi yönetimi, petrol ve darbe arzuları devam ettiği halde Libya’da da çok ciddi bir ilerleme göstermemiştir. Bütün bu konularda aslında şu sıralar tartışılmakta olan Ortak Arap Ordusu’nun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belirleyici olacaktır. Ortak orduda Mısır askerlerinin ağırlığı Sisi’nin elini güçlendirecek, isteksizliği de Körfez ile arasını açacaktır. Kısaca, Mısır’da idamların uygulanması zordur, uygulanacaksa bile çok hızlı gerçekleşmeyecektir. HAZİRAN 2015 63 DIŞ POLİTİKA YEMEN’DEKİ SAVAŞIN İÇ VE DIŞ AKTÖRLERİ sayılan Babü’l-mendeb’e hakim olma çabası olarak algıladı. Yine bazıları İran’ın; Arap başkentlerinden Bağdat, Beyrut ve Şam ile yetinmeyerek Suudi Arabistan’ın hemen yanı başında yer alan Sana’ya uzandığından söz etmektedir. Yemen’de cereyan eden olayların bilinmesi bu ülkede özellikle son on yılda cereyan eden hadiselerin bilinmesine bağlıdır. Yemen’de bağımsızlık sonrası dönemde etkili olan bir takım siyasi, askeri ve geleneksel aktörler vardı ve bu aktörler hiç değişmemiştir. Değişen tek şey onların nüfuz alanı ve etkilerdir. Bu aktörlerin başında Ali Abdullah Salih’in partisi olan Genel Halk Kongresi, İslamcı kimliğiyle bilinen Hizbu’l-İslah, 1990’da Güney ve Kuzey Yemen’in birleşmesinden önce Güney Yemen’de iktidarda olan Sosyalist Parti ile Şiiliğin Zeydi koluna mensup olan Husiler gelmektedir. Bir de yukarıdaki gruplar ile birlikte hareket eden ve bazen taraf değiştirebilen kabileler söz konusudur. Ancak bu gruplardan hiçbiri tek başına Yemen’e hakim olamamıştır. Bu nedenle yukarıda zikredilen gruplar, zaman zaman kendi aralarında bir takım ittifaklara ve güç birliğine gitmişlerdir. Doç. Dr. Cevher ŞULUL* Akademisyen B irinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu’da çizilen yapay sınırlar bölgeyi istikrarsızlığa sürükledi. Yüzyıl geçmesine rağmen hala da istikrar sağlanabilmiş değildir. Arap Baharı’yla birlikte ortaya çıkan halk hareketlerine rağmen demokrasi ve insan hakları alanında mesafe kat edilemedi. Son olarak başkent Sana’nın işgali Yemen’i bir iç savaşa sürükledi. Bu savaşın dahili ve harici nedenleri vardır. Bu nedenlerden sadece birinden hareketle meselenin izah edilemeyeceği bilinmektedir. Farklı görüşler, hangi enstrümanın daha etkili olduğu konusunda ortaya çıkmaktadır. Örneğin bazılarına göre 64 HAZİRAN 2015 Yemen’de vuku bulan savaşın nedeni, bölgesel anlamda İran ile Suudi Arabistan arasındaki rekabet ile jeopolitik alanda nüfuz elde etme mücadelesidir. Bazılarına göre de ulusal boyutta siyasi ve mezhebi farklılıklar ile ülkenin kabile yapısı önemli nedenler arasında zikredilmektedir. Yemen’in dünya kamuoyunda tartışılır hale gelmesi silahlı bir grup olan Husilerin başkent Sana’yı işgal etmeleri ve yönetime el koymaları ile başlamıştır. Husilerin Sana’yı işgali, Hizbullah’ın Lübnan siyasetinde oynadığı rolü akıllara getirdi. Bu nedenle bazıları olup biten hadiselere bakarak meseleyi İran’ın, Doğu ile Batı arasındaki ticaret yollarının en önemlisi Yemen’n dünya kamuoyunda tartışılır hale gelmes slahlı br grup olan Huslern başkent Sana’yı şgal etmeler ve yönetme el koymaları le başlamıştır. Huslern Sana’yı şgal, Hzbullah’ın Lübnan syasetnde oynadığı rolü akıllara getrd. Bu nedenle bazıları olup bten hadselere bakarak meseley İran’ın, Doğu le Batı arasındak tcaret yollarının en önemls sayılan Babü’lmendeb’e hakm olma çabası olarak algıladı. Ancak bu siyasi tablo Arap Baharı’yla birlikte gelişen hadiselerden sonra değişime uğramıştır. 2011’de Arap Baharı’yla birlikte Ali Abdullah Salih’e muhalefet eden siyasi gruplar, Yemen halkı ile birlikte ordunun da desteğini alarak barışçıl gösteriler yaptılar ve Ali Abdullah Salih’e meydan okudular. Sonuçta diktatör devrildi ve Körfez Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı tarafından sunulan antlaşma ile yetkilerini yardımcısına devretmek zorunda kaldı. Bu sürece destek verenler arasında Husiler de vardı. Ancak Husilerin bu desteği Yemen’e pahalıya mal oldu. Yemen’de devrimin ardından ortaya çıkan yönetim boşluğunu kendileri dışında muhalefet bloğunun dolduracağından endişe duyan Husiler, Ali Abdullah Salih ile işbirliği yaparak hem devrimi provoke ettiler hem de devrimi yapan muhalefet bloğuna ve devrimi destekleyen ordu güçlerine karşı savaş ilan ettiler. Bölgedeki aşiretlerle çatışarak nüfuz alanlarını genişlettiler, merkezi yönetim ile yaptıkları antlaşmalara uymadılar. Devletin bütün organları üzerinde silah zoruyla hakimiyet kurdular. Devlet başkanı ve hükümeti istifa etmek zorunda bıraktılar. Devlet ricalini ev hapsine tabi tuttular. Parlamentoyu feshettiler. Sonuçta Husiler sadece yönetime el koymakla yetinmediler; herhangi bir mukavemetle karşılaşma- HAZİRAN 2015 65 dan başkent Sana’yı da işgal ettiler. Bu olay Arap dünyasında şaşkınlıkla karşılandı. Bu olayların ardından Sana’da ev hapsinde tutulan Cumhurbaşkanı Abdurabbu Mansur Hadi, bir süre sonra Aden’e geçerek ülkenin halen meşru lideri olduğunu duyurdu. Bu süreçte Husiler tarafından alınan bütün siyasi kararların da geçersiz olduğunu ilan eden Hadi’nin bu açıklamasına birçok ülke destek verdi. Hadi’nin Aden’i “geçici merkez” ilan etmesi ve bazı ülkelerin diplomatik temsilciliklerini burada sürdüreceği yönündeki açıklamalarının ardından, Husiler “karşı direnişin merkezi” haline gelen Aden’e doğru harekete geçerek, kentteki bazı stratejik noktaların denetimini ele geçirdi. Hadi yönetiminin üst düzey yetkilileri, Arap Birliği ve uluslararası topluma acil askeri müdahale çağrısı yaptı. Bunun üzerine Suudi Arabistan, Cumhurbaşkanı Abdurabbu Mansur el-Hadi’nin talebi üzerine Yemen’de ilerleyişini sürdüren Husilere karşı “Kararlılık Fırtınası” operasyonunu başlattı. Operasyona bazı Körfez ülkeleriyle bir kısım Arap ülkeleri, Türkiye ve Pakistan da destek verdi. Bir süre önce Kararlılık Fırtınası’nı sonlandıran Suudi Arabistan, bu sefer de “Umudun Yeniden İnşası” operasyonunu başlattığını duyurdu. Daha sonraki süreçte sivillerin temel ihtiyaçlarının karşılanması için birçok kez ateşkes antlaşmaları yapıldı. Fakat bu antlaşmalar uzun süreli olmadı. Ülkede halen belli aralıklarla çatışmalar devam etmektedir. Başkent Sana’nın işgalinden sonra birçok alanda insan haklarını ihlal eden Husiler, Yemen halkına karşı ayrımcı politikalar uyguladılar. İnsan hakları alanında faaliyet gösteren “Euromid Observer for Human Rights”a göre Husilerin Sana’yı işgal ettiği 20 Eylül’den 10 Ekim’e kadar geçen sürede 4531 kez insan hakları ihlalleri yaşanmış, 733 kişi öldürülmüş, 930 kişi yaralanmış ve 1000’den fazla kişi kaçırılmıştır. Husilerin bu politikası Yemen’in tarihsel dinamiklerine, dini ve kültürel geleneklerine aykırı bir biçimde cereyan etmektedir. Zira Yemen’de Şafiiler ile Zeydiler arasında birlikte yaşama kültürü uzun bir tarihe, kadim bir geleneğe dayanmaktadır. Herhangi bir Yemenli, geleneksel olarak bir başka Yemenli ile ticari, ilmi hatta siyasi konularda iş birliğine gitmekte, bunu yaparken herhangi bir mezhebe aidiyeti aklına 66 HAZİRAN 2015 getirmemekteydi. Oysa Husiler kendilerini Yemen halkından izole ederek mezhep taassubuyla hareket edip başkalarının varlığını inkar etmektedirler. Daha önce Yemen tarihinde benzeri görülmemiş bir biçimde bir mezhep, bütün Yemen halkını karşısına alarak harici bir güç ile ittifak ilişkisine girmiştir. Yemen’deki Siyasi İhtilaflar Salt Mezhep Farklılıkları İle İzah Edilemez Her şeye rağmen Yemen’de savaş boyutuna varan siyasi ihtilafları, salt mezhep farklılıkları ile izah etmek doğru değildir. Daha ziyade mezhep farklılıkları bir takım uluslararası güçlerin ön açması veya zemini uygun hale getirmesi sonucunda İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin yeni nüfuz alanları oluşturma politikalarında kullandıkları bir araçtır. Olayı salt mezhebi argümanlar ile izah etmeye çalışılanlar, ülkenin Güney’inde Sünni (Şafi-i) mezhebine, Kuzey’de ise Şii (Zeydi) mezhebine mensup insanların çoğunlukta olmasına bakmaktadırlar. Oysa Husilerin mensup olduğu Zeydiyye mezhebi İsna Aşeriye mezhebinden farklıdır. Zeydiler akaidde Mutezile mezhebine daha yakındır. İlaveten bütün Zeydiler, İran taraftarı değildir. Velayet-i fakih inancının Yemen’de bir karşılığı da yoktur. Zamanla Zeydilerin bir kısmı, ehlisünnet çizgisine yaklaşırken diğer bir kısmı İsna Aşeriye Şiasına yaklaşmışlardır. Bu ikinci kısmın, İran devriminden sonra daha fazla sesi çıkmaya başlamıştır. Dolayısıyla Husiler, Zeydi mezhebinin sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Zeydiler, nüfusu 30 milyona varan Yemen’in sadece 1/3 oluşturmaktadır. Bu nedenle Yemen’in tamamına hakim olmaları söz konusu değildir. Yemen siyasetinde belirgin bir ağırlığı olan kabilelerin de unutulmaması gerekir. Yemen’de kabilelere bağlılık devlete bağlılıktan önce gelir. Bütün kabileler silahlıdır. Her evin geleneksel olarak küçük ölçekte de olsa bir silah deposu vardır. İlaveten dağlık bir coğrafyaya sahip olan Yemen’de kontrolü sağlamak da son derece güçtür. Bu nedenle tarih boyunca Osmanlı’lardan İngiliz’lere kadar hiçbir harici güç tam anlamıyla Yemen üzerinde hakimiyet kuramamıştır. Ayrıca İran’ın yıllık ticari hacmi 1,8 trilyon Doları bulan Babü’l-mendeb üzerinden Kızıldeniz’de nüfuz alanı oluşturması son derece güçtür. Zira İran’ın bunu yapabilecek askeri, siyasi ve ekonomik kapasitesi de söz konusu değildir. Dolayısıyla Yemen’in de dahil olduğu bölge ülkelerinin istikrarsızlaştırılması, uluslararası bir takım güçlerin Orta Doğu’daki çıkarlarına hizmet etmekten başka bir anlam ifade etmez. Bu nedenle İran’ın Yemen’e yönelik politikası, bölge halklarının çıkarlarına hizmet etmemektedir. Aslında iyi düşünüldüğü takdirde bu politikanın uzun vadede İran halkının çıkarlarına da hizmet etmediği görülecektir. Zira İran’ı İslam dünyasından izole etmek, İran’a yapılabilecek en büyük kötülüktür. Problemin Temelinde Mezhep Farlılıklarından Ziyade Siyasi Nedenler Söz Konusudur Yemen’de problemin temelinde daha ziyade siyasi nedenler söz konusudur. Kuzeyde yoğunlaşan Husiler ile Sana’daki merkezi yönetim arasında çözülemeyen problemler, Ali Abdullah Salih döneminde yapılan yolsuzluklar, haksızlıklar, zayıf altyapı ve istikrarsızlık ile beraber Husilere karşı uygulanan ayrımcı politikalar ülkeyi bir iç savaşa sürüklemiştir. Bu dönemde işsizlik, yüksek gıda fiyatları ve kısıtlı sosyal hizmetler 10 milyondan fazla Yemenliyi gıdaya erişim konusunda risk altında bırakmıştır. İlaveten Ali Abdullah Salih, daha fazla iktidarda kalabilmek için mezhep kartını sürekli masada tutmuş ve 2004 ile 2010 yılları arasında Husiler ile altı kez savaşmıştır. Otuz üç yıllık iktidarı boyunca her yolu meşru kabul eden Ali Abdullah Salih’in ve onun en önemli destekçilerinden biri olan Suudi Arabistan’ın Yemen’in bu noktaya gelmesinde ciddi bir sorumluluğu vardır. Bu süreçte İran da yapıcı politikalar izlememiş, mezhep farklılıklarını ön plana çıkaran bir tutum sergilemiştir. Medyada yer alan haberlere, cereyan eden hadiselere, İranlı yetkililerin son zamanlarda verdikleri beyanatlara bakarak Husilerin, İran’dan ciddi anlamda destek aldıkları söylenebilir. Sonuç itibariyle Yemen’de yapılan darbe/işgal mezhepsel farklılıkları, toplumsal çatışmaları ve iç savaşı körüklemekte, bütün Yemen’i tehdit etmekte ve parçalanmaya sürüklemektedir. Bir takım uluslararası güçler bugün Lübnan, Irak ve Suriye’de yapılanların bir benzerini Yemen’de yapmak istemektedirler. Bu nedenle Arap Baharı’yla birlikte 11 Şubat devrimini yapan Yemen halkının olup biten hadiseler üzerinde derinlemesine düşünmesi, Suriye’de cereyan eden hadiselerin Yemen’de tekrarına izin vermemesi gerekir. Bütün farklılıkları himaye ederek ülkenin bütünlüğüne sahip çıkması İslam medeniyetinden tevarüs eden İmam Şafi-i ile İmam Zeyd’e ait düşünce ekollerinin birlikte yaşaması için gayret göstermesi gerekir. Yemen’in geleceğine dair birçok senaryo konuşulmakla birlikte ciddi anlamda bir belirsizlik söz konusudur. Fakat en korkunç olan senaryo bağımsızlığını kazandığı tarihten bugüne kadar iç savaşlardan kurtulamayan Yemen’in, İran ve Suudi Arabistan gibi bir takım bölgesel güçler adına yeniden bir iç savaşa sürüklenmesidir. Şuanda Yemen, ucunda ışığın görünmediği karanlık bir tünele girmiş bulunmaktadır. * Harran Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi. İslam Felsefesi ve Orta Doğu üzerine çalışmalar yapmaktadır. HAZİRAN 2015 67 DIŞ POLİTİKA için kendisine verilen sürenin dolmasına saatler kala Yisrael Beiteinu haricindeki sağ-aşırı sağ partiler ve Koolanu ile koalisyon anlaşmasına vardıklarını duyurdu. Hükümet kurmak için gereken asgari rakam 61 sandalye ile oluşan bıçak sırtı koalisyonun hükümeti, 14 Mayıs’ta Knesset’te yemin ederek görevine başladı. Koalisyon anlaşmasında en dikkat çekici ayrıntı Başbakan Netanyahu’nun Koolanu’nun desteği olmaksızın hiçbir yasa teklifini ve bütçe düzenlemesini Knesset’e getiremeyecek olması. Aslında bıçak sırtında kurulmuş bir koalisyonda bu hakkın doğal olarak her partiye ait olduğu, hatta iktidarı oluşturan partilerin her bir temsilcisine ait olduğu söylenebilir. Koalisyona destek veren Birleşik Torah Yahudiliği Partisi ise Netanyahu’dan bakanlık yerine bir dizi taahhüt almış bulunuyor. Bunlar arasında en önemlileri ultra-ortodoks Yahudilerin askerlik hizmetlerinin düzenlenmesi, kalabalık ailelere çocuk ve aile yardımı, kendi toplulukları için sosyal konutlar gibi vaatler. İSRAİL DIŞ POLİTİKASI YOL AYRIMINDA Öner BUÇUKCU SDE Uzmanı 17 Mart 2015’te gerçekleştirilen İsrail seçimleri, beklenenden ve anketlerin gösterdiği tahminlerden farklı sonuçlanmıştı. Oluşan Knesset’in çok parçalı yapısı İsrail’de yeni hükümetin kurulma sürecini uzattı. Seçimlerden sürpriz bir şekilde birinci parti olarak çıkan Binyamin Netanyahu seçim sonuçları netleştikten sonra sağ ve aşırı sağ partilere seslenerek bir ulusal hükümet 68 HAZİRAN 2015 çağrısında bulunmuştu ancak Dışişleri eski Bakanı Avigdor Lieberman’ın yeni kurulacak koalisyonda yer almayacağını açıklamasının ardından ulusal hükümet alternatifi ortadan kalkmış oldu. Bu noktada iki kilit parti belirdi. İlki bir önceki seçimlerin sürpriz partisi Yesh Atid, diğeri ise siyasete ara verdikten sonra geri dönen Moshe Kahlon’un kurduğu Koolanu Partisi. Netanyahu hükümeti kurmak Netanyahu’nun kurduğu hükümette Likud temsilcisi üyeler yoğunlukta bulunuyor. Ziraat ve Kırsal Kalkınma Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı koalisyon ortaklarından HeBayit HaYehudi’ye verildi. Kabinede Eğitim Bakanı olarak görev alacak HeBayit HaYehudi lideri Naftali Bennett aynı zamanda Diaspora Bakanlığı görevini de üstlenecek. Koalisyonun bir diğer ortağı Koolanu ise kabinede İnşa Bakanlığı, Çevre Bakanlığı ve Finans Bakanlığı’nı aldı. Parti lideri Moshe Kahlon kabinede Finans Bakanı olarak görev alacak. Koalisyonun küçük ortaklarından Shas ise Din İşleri Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığını aldı. Başbakan Binyamin Netanyahu Dışişleri Bakanlığı’nın yetkilerini ise şimdilik kendisi kullanacak. Yeni Dönemde İsrail Dış Politikası Netanyahu’nun Dışişleri Bakanlığı’nı kendi uhdesine alması hem dış politika hem de iç politika açısından önemli mesajlar içeriyor. İçerdeki mesajın da bir yönüyle dışarıya mesaj olduğu iddia edilebilir. Bazı yorumcular Netanyahu’nun bu makamı boş bırakarak Lieberman’a kendisini kabineye almaya her zaman hazır olduğu mesajı verdiğini düşünüyorlar. Diğer bazı yorumcular ise Netanyahu’nun Dışişleri Bakanlığı koltuğunu boş bırakmasının İşçi Partisi lideri IV. Netanyahu hükümetinin bir öncekine nazaran dış politikayı daha ön plana çıkaracağı bir dönem söz konusu olabilir. Bunun gerçek bir diplomasi süreci mi yoksa bir göz boyama süreci mi olacağını ise zaman gösterecek. Şimdiden söyleyebileceğimiz Netanyahu’nun önceki uygulamalarının İsrail açısından hiç de iyi referans olmadığıdır. Isaac Herzog’a kapısının daima açık olduğu mesajı anlamına geldiğini düşünüyor. Herzog’un kabineye girmeyi çok istediğinin bilinmesi, son dönemlerde ulusal bir hükümet yönünde yaptığı ilgi çekici açıklamaları ve önceki dönemlerde Netanyahu’nun kurduğu kabinede bakan olarak görev almış olması, Herzog’un muhalif duruşuna rağmen fikir değiştirebileceği izlenimini yaratıyor.1 Hal böyle olunca IV. Netanyahu hükümetinin, 43. İsrail hükümetinin dış politikasının nasıl şekilleneceği sorusu gündeme geliyor. Yorumcuların bu tahminlerinin Netanyahu’nun zihninde bir izdüşümü olduğunu kabul edersek yeni hükümetin dış politikada henüz yönünü tayin edememiş olduğunu söyleyebiliriz. Aslında sadece Dışişleri Bakanlığı koltuğunun boş bırakılması üzerinden değil mevcut konjonktür açısından da İsrail’in yeni dönem dış politikasının şartlara göre şekilleneceğini söyleyebiliriz. Netanyahu dış politikada hangi vizyonu öne çıkaracağına uluslararası ve bölgesel dengeleri iyice tarttıktan sonra karar verecek gibi gözüküyor. Bu çerçevede en önemli unsurun ABD-İsrail ilişkileri olacağını söyleyebiliriz. İsrail-ABD ilişkileri İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, Obama istememesine rağmen Temsilciler Meclisi’nde İran ile yürütülen müzakereler aleyhine konuşma yapmasının ardından tarihinin HAZİRAN 2015 69 ABD ve İsrail arasındaki ilişki bir biçimde “ayrılsak da beraberiz” ilişkisi. ABD’de son dönemde İsrail’in ABD dış politikasında belirgin etkenlerden birisi olmasına yönelik tepkiler artmaya devam ediyor ancak hala hatırı sayılır oranda araştırmacı, ABD-İsrail arasındaki ittifak ilişkisinin devam etmesinin her iki ülkenin de yararına olduğunu düşünüyor. en kötü dönemini yaşıyor. Öyle ki 1967 savaşında İsrail 34 ABD askerini öldürdüğünde ya da 1980’lerin sonunda İsrail adına ajanlık yapan Jonathan Pollard’ın yakalanmasından sonra dahi ilişkiler bu derece etkilenmemişti.2 Ancak ayakları daha yere basan değerlendirmeler ABD-İsrail arasında gerginleşen ilişkilerin kurumsal olmadığını; daha çok Netanyahu ve Obama arasındaki perspektif farklılığından kaynaklandığını iddia ediyor.3 Sebep ne olursa olsun İsrail-ABD hükümetleri arasında yaşanan gerginlik İsrail’de hükümeti geçtiğimiz bir yıl içerisinde oldukça zor bir duruma sokmuş bulunuyor. İsrail, Netanyahu’nun agresif ve müzakereye kapalı dış politikası dolayısıyla bir yıl içerisinde uluslararası alanda gittikçe izole olan bir ülke durumuna gelmiş bulunuyor. Netanyahu’nun bu durumu içerde ciddi bir seçim argümanına dönüştürdüğü ve seçmenin bu söylemi satın aldığı bir vakıa ancak bu durum İsrail dış politikası açısından sürdürülebilir bir durum değil. Zira İsrail süreçlerin dışında kalıyor ve kendi geleceği açısından oldukça önemli olan Filistin’in durumu ve statüsü, Suriye iç savaşı, İran’ın uluslararası sistemdeki yeri ve durumu gibi konularda aktif politikalar üretemiyor. Dolayısıyla Netanyahu’nun ajandasında ilk sırada bulunan maddelerden birisinin İsrail dış politikasının bir biçimde rehabilite edilmesi olduğu söylenebilir. 70 HAZİRAN 2015 Ancak bu rehabilitasyonun kapsamlı ve bölgesel işbirliğine dayalı bir rehabilitasyon olacağı düşünülmemelidir. Bu çerçevede atılacak adımın İsrail-ABD ilişkilerinin normalleştirilmesi olacağı söylenebilir. Çükü İsrail önceki dönemlerde de özellikle bölgesel olarak aynı dış politikayı izlemesine rağmen ABD üzerinden uluslararası sisteme tutunabiliyordu. Diğer bir deyişle ABD’nin geçici olarak sırtındaki İsrail küfesini indirmiş olması İsrail dış politikasını çıkmaza soktu ve önümüzdeki dönemde atılacak ilk adım büyük ihtimalle İsrail küfesinin yeniden ABD’nin sırtına yüklenmesi olacak. Bu çerçevede ABD ve İsrail hükümetleri arasında eşgüdümlenmesi gereken 3 temel başlıktan söz edilebilir. Bunlar İran tehdidi konusunda perspektif farklılıkları, İsrail’in sınırlarında gerçekleştiğini iddia ettiği “terörist” faaliyetlere ilişkin izlenecek politika ve Arap-İsrail uzlaşmazlığının çözümü. Bilindiği üzere İsrail, Batı dünyasının İran ile hiçbir şekilde görüşme yapmaması gerektiğini, İran’ın nükleer kapasitesinin gerekmesi durumunda düşünülmeksizin askeri yollarla yok edilmesi gerektiğini savunuyor. Obama yönetimi ise İran ile diplomatik müzakereler yoluyla nükleer krize bir çözüm bulunulmasını; İran’ın bir biçimde uluslararası sisteme yeniden dahil olması gerektiğini savunuyor. Obama yönetimi bu konuda oldukça mesafe almışken ilişkilerin normalleşebilmesi için İsrail’in tatmin olmasını sağlayacak bazı marjlar oluşturabileceği düşünülebilir. Diğer taraftan Netanyahu ve Obama arasındaki ilişkilerin gerginleşmesinin başlangıcı olan, Filistin-İsrail uzlaşmazlığının çözümü konusunda ise Netanyahu’nun geri adım atması gerekecek gibi gözüküyor. Bu sadece Obama’nın değil ABD’nin devlet olarak politikası biçiminde de yorumlanabilir. Zira ABD bu konuda gözlemci değil bizzat sürecin yöneticisi olacağı mesajını 2007 yılında vermişti. Gelinen noktada Netanyahu’nun uzlaşmaz tavrı ABD’nin İsrail-Filistin politikasını oldukça zor duruma sokmuş gibi gözüküyor. Bu konuda son dönemde yaşanan bir gelişme ABD’nin işlevsel bir enstrüman olacağı umuduyla oluşturduğu insiyatifin işlevsizleşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. İngiltere’nin eski Başbakanı Tony Blair Mayıs ayı içerisnde Orta Doğu Dörtlüsü Temsilciliğinden istifa ettiğini açıkladı. Hatırlanacağı üzere Orta Doğu Dörtlüsü Ofisi ABD Başkanı George W. Bush’un önerisiyle 2007 yılında özellikle Filistin’in ekonomik ve kurumsal gelişiminin sağlanması amacıyla oluşturulmuştu. Bu noktada altı çizilmesi gereken husus Orta Doğu Dörtlüsü Temsilciliği ile Orta Doğu Dörtlüsü’nün birbirine karıştırılmaması gerektiğidir. Orta Doğu Dörtlüsü 2001 yılında Filistin-İsrail Barış Müzakereleri’nde gözlemci olması amacıyla Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, ABD ve Rusya tarafından oluşturulan diplomatik bir temsilcilikti. 2003 yılında ortaya konulan Yol Haritası, Orta Doğu Dörtlüsü imzasını taşıyordu. Orta Doğu Dörtlüsü Temsilciliği ise çok daha spesifik bir anlam ifade ediyor. Tony Blair’in başında bulunduğu misyonun uluslararası politika açısından en önemli işlevi öncelikle ABD’nin Filistin-İsrail Barış Sürecindeki dominant rolünün pekiştirilmesi ya da yenilenmesi böylelikle Orta Doğu Dörtlüsü adlı diplomatik grubun işlevsizleştirilmesi olduğu söylenebilir. Diğer taraftan Tony Blair’in başında bulunduğu misyon Filistin’in ekonomik ve kurumsal olarak yeniden inşasına odaklandığı için Orta Doğu Dörtlüsü’nden farklı olarak sürecin gözetimini değil bir biçimde yönetimini yapmaya yönelmesinin de kapısını aralamış gözükmekteydi.4 Ancak Blair’in temsil ettiği misyon özellikle İsrail’in politikaları dolayısıyla etkisini büyük ölçüde yitirdi. Obama yönetiminin Blair’den boşalan koltuğa yeni birisini atayıp atamaması tamamen yeni dönemde İsrail-ABD ilişkilerinden etkilenecek gibi gözüküyor. ABD ve İsrail arasındaki ilişki bir biçimde “ayrılsak da beraberiz” ilişkisi. ABD’de son dönemde İsrail’in ABD dış politikasında belirgin etkenlerden birisi olmasına yönelik tepkiler artmaya devam ediyor ancak hala hatırı sayılır oranda araştırmacı, ABD-İsrail arasındaki ittifak ilişkisinin devam etmesinin her iki ülkenin de yararına olduğunu düşünüyor.5 isimlerinden Gideon Saar’ın politikaya ara verdiğini açıklaması, Likud içerisinde yükselen bir diğer politikacı Gilad Erdan’ın Netanyahu politikalarını onaylamadığını açıklaması ve siyasete geri dönen Tzachi Hanegbi’nin kabine dışı kalmış olmasından rahatsızlık duyduğunun biliniyor olması gibi durumlar Netanyahu’nun sadece ülke politikasında ve uluslararası politikada değil parti içi politikada da zor bir gündemle uğraşacağını gösteriyor. İsrail’de iç politikadaki bu çerçeve dikkate alındığında 43. İsrail hükümetinin çok uzun ömürlü olmayacağı; en azından ilerleyen süreçte ciddi krizlerle karşı karşıya kalacağı söylenebilir. İç politikadaki krizlerin ise dış politikaya nasıl etki edeceği iki başlıkta toplanabilir. İlki Netanyahu çizgisinin, yani faşizan eğilimlerin daha belirginleşmesi ve İsrail’in uluslararası sistemden iyiden iyiye soyutlanması, ikincisi ise daha ılımlı gözüken Herzog-Livni çizgisinin ön plana çıkması. İsrailli seçmen, şimdilik ikincisine pek sıcak bakmadığını ortaya koydu. Ancak ABD’nin İsrail politikası dolayısıyla oluşacak durum ve bölgesel dinamikler İsrail içindeki dinamikleri de derinden etkileyebilir. Dolayısıyla İsrail’de IV. Netanyahu hükümetinin bir öncekine nazaran dış politikayı daha ön plana çıkaracağı bir dönem söz konusu olabilir. Bunun gerçek bir diplomasi süreci mi yoksa bir göz boyama süreci mi olacağını ise zaman gösterecek. Şimdiden söyleyebileceğimiz, Netanyahu’nun önceki uygulamalarının İsrail açısından hiç de iyi referans olmadığıdır. Dipnotlar 1 Her şeye rağmen Herzog’un hükümetin kurulması sonrası yaptığı açıklamalarda kabineyi “Netanyahu Sirki” olarak adlandırdığının akılda tutulması yararlı olabilir. 2 ABD-İsrail ilişkilerinin tarihin hiçbir döneminde zannedildiği kadar iyi olmadığını savlayan, ABD-İsrail ilişkileri üzerinde yaratılan algının mitolojik olduğunu iddia eden bir metin için bkz: http://www.brookings.edu/research/ opinions/2015/04/10-us-israeli-relations-after-elections 3 http://blogs.wsj.com/washwire/2015/03/04/whatwent-wrong-between-the-u-s-and-israel-and-how-tofix-the-alliance/ 4 Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyen okurlar Brookings Instute’den Khaled Elgindy’nin The Middle East Quarted: A Post-mortem başlıklı analizini okuyabilirler. 5 Bu argümanın bir örneği için bkz: https://www. foreignaffairs.com/articles/2012-11-07/friendsbenefits?gp=135637%3A36ce918050c21605 Sonuç Yerine Netanyahu’nun yeni dönemde en önemli sorunlarından birisi de Likud’un bölünmesini önlemek olacak gibi gözüküyor. Likud içerisinde ciddi bir mücadele her geçen gün iyiden iyiye açığa çıkıyor. Parlamentodaki Avigdor Lieberman ve Moshe Kahlon’un eski birer Likud üyesi olmaları ve Netanyahu ile anlaşamayarak ayrılmış olmaları dikkate alındığında Ocak ayında Likud’un önemli HAZİRAN 2015 71 DIŞ POLİTİKA Çn le Rusya, stratejk şbrlğ ve ortaklık lşkler gereğ karşılıklı olarak brbrlern desteklemektedrler. Bu brlktelk sadece kl lşkler değl, aynı zamanda küresel ve bölgesel alanları da etklemekte, k ülke her alanda şbrlğn güçlendrmektedr. Bunu k ldern sık sık buluşmasından da anlamak mümkündür. Mart 2013’te ktdara gelen Başkan X Jnpng son k yılda Başkan Putn le on defa görüşmüştür. ÇİN-RUSYA İLİŞKİLERİ: Xİ JİNPİNG’İN RUSYA ZİYARETİ Doç. Dr. Erkin EKREM SDE Uzmanı Çin-Rusya İlişkisi Özeldir Ç in Devlet Başkanı Xi Jinping 7-12 Mayıs 2015 tarihleri arasında Kazakistan, Rusya ve Belarus ülkelerini ziyaret etti. Xin Jinping’in bu ziyareti 2015 yılından bu yana ikinci yurtdışı ziyareti sayılmaktadır. Eylül 2013’te Kazakistan’ı ziyaret eden Xi Jinping’in ikinci defa bu ülkeye yarım günlük bir ziyarette bulunmuştur. Bu ziyaretlerin amacı 72 HAZİRAN 2015 İpek Yolu Ekonomik Kuşağı projesi üzerinde işbirliğinin güçlendirilmesidir. Xi Jinping’in Rusya ziyareti doğal olarak birçok konuyu içeren önemli bir gezi idi. Başkan Xi Jinping’in bu gezisi, Çin ve Rusya’nın Batı’nın baskısı sonucu oluşan kriz ortamında gerçekleşmiştir. Rusya, Ukrayna krizi sonrasında ABD ve Avrupa ülkelerinin ekonomik ambargolarına, diplomatik baskılarına ve askeri tehditlerine maruz kalmıştı. Çin de ABD’nin oluşturduğu Asya’ya Geri Dönüş Stratejisinin baskısı, komşu ülkelerle arasında yaşanan toprak anlaşmazlığı ve 21. yüzyılın stratejisi olan Bir Kuşak Bir Yol projesini bölge ülkelerine tanıtma gibi çabalar içindeydi. Başkan Xi Jinping’in Rusya ziyaretinin en önemli etkinliği ise Sovyetlerin Nazi Almanyası’nın saldırısına karşı 6 yıl süren İkinci Dünya Savaşı’na son vermesinin 70. yıl dönümü için düzenlenen törene katılmasıydı. Xi Jinping bu törenin şeref misafiri idi, ancak Sovyetler dönemindeki asıl müttefiklerden hiçbir liderin katılmaması dikkatlerden kaçmamıştır. Çin bugünlerde, Japonya’nın işgaline karşı kazandığı İkinci Dünya Savaşı için Eylül 2015’te Pekin’in Tiananmen Meydanı’nda düzenlenecek olan geniş çaplı bir askeri geçit törenine hazırlanmaktadır. Bu törene, Rusya Başkanı Vladimir Putin’in şeref misafiri olarak katılması beklenmektedir. Başkan Xi Jinping, Moskova’da düzenlenen askeri geçit töreni öncesi Kremlin Sarayı’nda Başkan Putin ile bir görüşme gerçekleştirmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan uluslararası düzenin korunmasının önemine vurgu yapan iki lider, Çin’in İpek Yolu Ekonomi Kuşağı ve 21. Yüzyıl Deniz İpek Yolu projesini (Bir Kuşak ve Bir Yol), Rusya’nın Avrasya Ekonomik Birliği projesi ile birbirlerine bağlamak (kenetlemek) ve birlikte ilerletmek konusunda anlaşmışlardır. Ayrıca iki ülke arasında enerji, tarım, hızlı tren, havacılık, uzay, finansal alanlarda yatırım, altyapı tesislerinin inşası, Uzak Doğu’nun kalkınmasının yanı sıra eğitim, kültür, turizm gibi alanlardaki işbirliğinin geliştirilmesi konuları üzerinde de mutabakata varılan konulardır. Bu çerçevede iki taraf “Çin-Rusya Kapsamlı Stratejik ve Ortaklık İşbirliğinin Derinleştirilmesi ve İşbirliğinde Kazan-Kazan İlkesinin Uygulanmasına İlişkin Ortak Bildiri” ile “İpek Yolu Ekonomi Kuşağı ve Avrasya Ekonomi Birliği’nin İn- şasının Kenetlenmesine İlişkin Bildiri” üzerine imza atmışlardır. Ayrıca Rusya tarafı Altay bölgesinden Çin’e bağlanacak olan doğalgaz boru hattı sözleşmesi için, Çin tarafı da Moskova-Kazan Hızlı Tren Projesi için 300 milyar ruble yatırım yapacaklarını belirtmişlerdir. Çin ile Rusya, stratejik işbirliği ve ortaklık ilişkileri gereği karşılıklı olarak birbirlerini desteklemektedirler. Bu birliktelik sadece ikili ilişkileri değil, aynı zamanda küresel ve bölgesel alanları da etkilemekte, iki ülke her alanda işbirliğini güçlendirmektedir. Bunu iki liderin sık sık buluşmasından da anlamak mümkündür. Mart 2013’te iktidara gelen Başkan Xi Jinping son iki yılda Başkan Putin ile on defa görüşmüştür. Bu denli yoğun görüşmelerin Çin-Rusya ilişkileri tarihinde örneği görülmemiştir. 9 Mayıs 2015’te Moskova’yı ziyaret eden Xi Jinping, Eylül’de Pekin’i ziyaret edecek olan Putin’i karşılayacaktır. Bunun yanında iki lider, Şanghay İşbirliği Örgütü, BRICS, APEC ve G20 zirvelerinde bir araya geleceklerdir. Bu da iki ülkenin uluslararası ilişkiler açısından birbirlerine çok değer verdiklerini ve özel bir konuma sahip olduklarını göstermektedir. Çin-Rusya Akdeniz Askeri Tatbikatı 4 Mayıs’ta Rusya’nın Karadeniz’deki askeri limanı Novorossiysk’a ulaşan Çin’in Lin-yi ve Wei-fang adlı iki füze firkateyn gemisi ve Wei-shan Hu kapsamlı lojistik gemisi, Rusya’nın 9 Mayıs Zafer Bayramı’nı kutlamak için hazır bulunmuştu. Söz konusu Çin gemileri gelişmiş radar ile donatılmış ve VLS dikey füze fırlatma sistemine sahip olan bu gemiler; uçaksavar, anti-gemi, anti-denizaltı gibi kapsamlı özelliklere de sahiptir. Ancak ABD ve Rusya’nın donanması ile kıyasla henüz güçlü düzeyde değildir. HAZİRAN 2015 73 tavırla Akdeniz’de var olma kararlılığını göstermiştir. Rusya’nın dış ve iç sorunlardan dolayı müttefiki olan Çin ile bölgede ortak tatbikat yapmasının bu anlamda önemi büyüktür. Akdeniz’de yapılan bu tatbikat Çin açısından da önemlidir. Çin donanması daha önce bazı komşu ülkelerle sınırlı askeri tatbikatlar gerçekleştirmişti. Çin savaş gemileri dünyanın değişik bölgelerine ziyaret niteliğinde geziler yapmışsa da, daha önce Akdeniz’de ciddi bir askeri tatbikat yapmamıştı. Çin’in dünyaya yayılan ekonomik-ticari çıkarlarını ve güvenliğini koruyabilmesi için güçlü bir donanmaya ihtiyacı vardır. Deniz ticaret yolunun korunması, yabancı ülkelerde yaşamakta ya da faaliyet göstermekte olan Çinlilerin çatışma ortamından kurtarılması (örneğin Libya ve Yemen tahliyesi) ve rakip ülkelerin engellerine karşı denizde varlığını tesis etmesi söz konusudur. En önemlisi de Çin’in 21. yüzyılın Avrasya stratejisi olan Bir Kuşak ve Bir Yol projesini gerçekleştirmek için askeri desteği sağlaması gerekmektedir. İlk defa Karadeniz’e giren Çin gemileri, 11 Mayıs’ta Akdeniz’e doğru yol alarak 12 Mayıs’ta Rusya savaş gemileri ile buluşmuş, toplam on savaş gemisi askeri tatbikatı başlatmıştır. Deniz İşbirliği 20151 adı verilen bu tatbikat 21 Mayıs’a kadar devam etmiştir. Tatbikatın amacı; yeni tehdit ve meydan okumalara karşı işbirliğinin geliştirilmesi; güvenlik, navigasyon, eskort misyonları ve yangın söndürme çalışmalarının denenmesi olarak açıklanmıştı. Gerçek silah ve mermi kullanılan bu tatbikatın, herhangi üçüncü bir ülkeye karşı olmadığının ve herhangi bir siyasi amacı bulunmadığının belirtilmesine rağmen, Batı ülkeleri tarafından bir çeşit meydan okuma olarak değerlendirilmişti. Ayrıca tatbikatı tamamlayan Çin gemi filosu 25-29 Mayıs’ta İstanbul’u ziyaret etmek üzere İstanbul’da kalacaktı. Rusya’nın deniz askeri stratejisi gereği Karadeniz ile Akdeniz’deki askeri üslerin birbiriyle stratejik destek yapabilmesi için Rusya filosu daha önce Sovyetlerde olduğu gibi Akdeniz’de dominant gücünü tesis etmek durumundadır. Sovyetler Birliği 1967’den itibaren Akdeniz’de 30-50 savaş gemisinden oluşan 74 HAZİRAN 2015 Beşinci Filosunu bulunduruyordu. Sovyetlerin dağılmasının ardından 31 Aralık 1992’de de Beşinci Filo dağıtılmıştı. Ruslar 19. yüzyılın ortasında Akdeniz’de etkinliği sağlamak için İngiltere’nin başını çektiği güçlerle çatışmış ve Kırım Savaşı ile Rusların Akdeniz’de var olma rüyası sona ermişti. Bugün Akdeniz’de kalıcı olmayı planlayan Rusya bölgede çok sayıda savaş gemisini dönüşümlü olarak bulunduruyor. Rusya’nın bu çabaları sonuç vermiş, Suriye krizi ile birlikte Akdeniz’deki varlığını kalıcı hale getirme fırsatı yakalamıştır. Eylül 2014’te Suriye ordusunun kimyasal silah kullanımı gerekçesiyle, ABD’nin Akdeniz’deki Altıncı Filosu ve Körfez’de bulunan ABD donanma gücü Suriye’ye yönelik askeri operasyon düzenlemeye hazırlanmıştı. Rusya’nın Akdeniz’de bulundurulan savaş gemileri ile Karadeniz donanmasına ait bazı savaş gemileri Akdeniz’de ABD’nin savaş gemileri ile karşı karşıya gelmişti. Bu dönemsel kriz siyasi diyalog yolu ile çözülmüşse de, Rus savaş gemilerinin ABD’nin savaş gemilerinin karşısında durması, Moskova’nın söz konusu krizin siyasi yollarla çözülmesi sürecinde elini kuvvetlendirmiştir. Ruslar bu Çin donanması daha önce Rus donanması ile Aden Körfezi ve Akdeniz’de ortak tatbikat yapmıştı, Asya Pasifik’te yani Çin ile Rusya kıyısına yakın bölgelerde de üç kez düzenlemişti. Çin, bu tatbikatlarla belli düzeyde tecrübe kazanmaya çalışmaktadır. Akdeniz tatbikatının ikinci aşamasının bu yılın eylül ayında, Japon Denizi’nde yapılması planlanmaktadır. Bu tatbikatın bugüne kadar yapılmış en büyük askeri tatbikat (Deniz İşbirliği 2015-2) olacağı belirtilmektedir. Söz konusu ortak tatbikat, ABD’nin Asya Pasifik’te Çin’e yönelik stratejik baskısına karşı oldukça anlamlıdır. ABD, 2010 yılından itibaren Asya’ya Geri Dönüş politikasını ortaya koymakla bölgesel ve küresel çapta ABD’nin çıkarlarına zarar verebilecek Çin’i hedefe almıştı. Bir tarihsel olgu olarak yeni yükselen gücün mevcut hegemonyaya meydan okuma yaklaşımı Asya Pasifik’te yaşanmaya başlamıştır. Ayrıca yükselen Çin ile ABD’nin bölgedeki müttefikleri arasında yaşanan toprak anlaşmazlığı nedeni ile tırmanmış krize karşı ABD’nin bölgede ittifak gücünü arttırması Çin’i de rahatsız etmektedir. Bu gelişmeye karşı bölge ülkeleri silah satın alma faaliyetlerini hızlandırmış ve dünyada en çok silah satın alan bölge haline gelmiştir. Çin bölgede güvenlik ikilemi yaşarken, bölge ülkeleri ekonomik alanda Çin ile güvenlik alanında ise ABD ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Neticede, ileride bölge ülkeleri ABD ile Çin arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılacaktır. Bu bağlamda Çin’in, Rusya ile Asya Pasifik bölgesinde askeri tatbikat ve askeri işbirliği yapması önem kazanmaktadır. Ancak bu girişim Çin-ABD ilişkilerini gerecek ve dünyanın en büyük iki ekonomik gücünün çatışma ihtimalini de arttıracaktır. İki ülkenin yüz yüze çarpışmasının ihtimali düşük olabilir ancak bölgede vekaleten savaşların yaşanma ihtimali söz konudur. Çin-Rusya İlişkilerinin Değerlendirilmesi Çin-Rusya kapsamlı Stratejik İşbirliği Ortaklık İlişkileri son yılların önemli ikili ilişkilerdendir. Bu ilişkiler sadece birbirleri arasında tamamlayıcı (ekonomik, ticari ve askeri) ilişkiler olarak kalmıyor, aynı zamanda bölgesel ekonomi ve güvenlik işbirliği (ŞİÖ, BRICS) alanında ve küresel ortamda (BM, APEC, G20) da koordineli bir şekilde sürmektedir. Özellikle İran ve Kuzey Kore nükleer sorunu ve Irak, Libya ve Suriye sorunları üzerinde sıkı işbirliği yapıldığı gözlemlenmektedir. Ancak Çin, Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıması ve Kırım’ı ilhak etmesi konusunda Rusya’ya tam destek verememişti. Buna rağmen Çin-Rusya ilişkilerinin ortak düşmanı ABD liderliğindeki Batı olduğu için aralarında konjonktürel ittifak oluşmuş durumdadır. Hatta ikili ilişkilerini kardeşlik ile tanımlamaktadırlar. Rusya’nın bir anket çalışmasına göre, Rus katılımcıların % 77’si Çin’i bir dost ülke olarak kabul etmektedir.1 Rusya ile Çin’in “Büyük İkili” Ülkesini (большой двойки) inşa ettiğini tespit eden Rusya Bilimler Akademisi Uzak Doğu Enstitüsü uzmanı Aleksandr Lomanov’a göre, Moskova şunu açıkça bilmektedir: Bir zaman fakir ve geride kalan Çin, on yıl sonrası dünyanın en büyük ekonomisi olacaktır… Çin’in diğer ülkelerle askeri ittifak ilişkileri kurmaktan uzak durması, Rusya’nın Doğu sınırında NATO’ya benzer bir askeri gücün oluşma ihtimalini zayıflatmaktadır.2 Bazı Rus uzmanları Rusya-Çin ilişkilerini bir çeşit G2 olarak tanımlamaktadırlar. G2 (Group of Two) tanımı ilk defa 2005 yılında ekonomist C. Fred Bergsten tarafından ortaya konmuştu. ABD ile Çin’in birlikte dünyanın ekonomik sorunlarını çözmeleri üzere kurulmuş bu görüş, daha sonra ABD ve Çin’in dünyayı birlikte yönetmeleri şekline dönüşmüştür. Rus uzmanlara göre on yıldan beri ABD’li HAZİRAN 2015 75 DIŞ POLİTİKA siyasal bilimciler G2 üzerinde tartışıp durdular, ancak beklenmeyen bir şey gerçekleşti; Çin’in G2 ortağı ABD değil Rusya oldu.3 Çin tarafı ikili ilişkilerin bir çeşit müttefiklik olduğunu reddetmektedir. Çin Diplomasi Enstitüsü Uzmanı Liu Ying, Çin-Rusya arasında müttefiklik ilişkisi tesis edilmediği sürece ikili ilişkilerde daha fazla fırsat yakalanacağını belirtmektedir.4 Çinliler, Çin’in Rusya ile tesis ettiği ilişkilerin müttefiklik değil ortalık ilişkileri olduğunu ve bu tür ilişkilerin Batılıları hayran bıraktığını iddia etmektedir.5 Çinliler, Çin-Rusya yakınlaşması sebebiyle Batılıların telaş etmemelerini, bu durumu normal karşılamalarını beklemektedirler.6 Ancak, Çin kamuoyunda Çarlık Rusya’sı ile Sovyet Rusya’sının, Çin’e yönelik yaptıkları toprak işgali ve siyasi zorbalıklar hala unutulmuşa benzememekte, bundan dolayı bazı itirazlar yükselmektedir. Ancak Çin basını bu tür görüşleri eleştirmekte ve yönlendirici izahlar yapmaktadır.7 Ortak baskıya ve ortak düşmana karşı oluşturulan Çin-Rusya ittifakı, ekonomi ve ticaret alanında, hatta belli düzeyde teknoloji alanında ABD ve Avrupa ülkelerinden vazgeçememektedir. Bu nedenle Çin ile Rusya’nın kardeşlik ilişkilerinin ne derecede gerçek olduğu sorgulanmaktadır.8 Özellikle Ukrayna krizinden sonra oluşturulmuş sıkı Rusya-Çin ittifakı şüpheli olarak nitelenmektedir.9 Rus uzmanlarına göre Ukrayna krizi öncesi Rusya için stratejik değeri olan ülke Almanya idi, şimdi ise Çin’dir. Ancak kalabalık Çin’in Rusya’yı tehdit edebileceği endişeleri de mevcuttur.10 Carnegie Moscow Center kuruluşunun uzmanı Dmitri Trenin’e göre, Doğu Avrupa ile Doğu Asya’da ABD liderliğindeki jeopolitik baskıdan dolayı Çin ile Rusya’nın işbirliği artacaktır. Ancak Rusya, ABD ve Çin üçgeninde merkez aktör ABD değil, Çin’dir. Uzmana göre Çin’in İpek Yolları projesi gerçekleştiği takdirde yeni bir Avrasya Birliği kurulacaktır ve Çin’in başını çektiği projelerle Avrasya’nın dengeleri değişecektir. Bu gibi gelişmeler Cengizhan’dan bu yana görülmemiştir. Neticede, Avrasya’nın merkezi Moskova’dan Pekin’e taşınacaktır.11 Çin uzmanlarına göre Rusya’nın ya Çin’in ‘Bir Kuşak ve Bir Yol’ projesine katılmak ya da çaresiz kalmak gibi iki seçeneği vardır.12 Center for Strategic and International Studies kuruluşunun Rusya ve Avrasya Programı direktörü Andrew C. Kuchins’e göre 76 HAZİRAN 2015 Rusya-Çin ilişkilerinin dengesi Çin’e kaymaktadır. Rusya’nın Çin’e yakınlaşması, Moskova’nın Pekin’e karşı pazarlık kapasitesini zayıflatmaktadır. Bunu fark eden Rusya, Asya’daki ilişkilerini çeşitlendirme yolunu tercih etmekte; Japonya, Güney Kore ve Vietnam gibi ülkelerle ilişkilerini geliştirmektedir. Bu ilişkilerin hedefinde Hindistan ile Pakistan da vardır.13 Uluslararası ilişkileri sağlam ve istikrarlı sürdürebilmek için karşılıklı olarak birbirini dengeleyici faktörlere ihtiyaç vardır. ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİ FRANSA’DAN FİŞLEMELER ÜLKESİ FRANSA’YA Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 Владислав Воробьев, “Россияне назвали Китай дружественной страной”, Российская газета, 5 мая 2005 Сергей Строкань, Татьяна Едовина, “Российско-китайская суперсерия: Владимир Путин и Си Цзиньпин будут в этом году встречаться много как никогда”, Коммерса́нтъ, 6 мая 2005. Сергей Строкань, Татьяна Едовина, “Российскокитайская суперсерия” Коммерсантъ, “ №78 от 6 мая 2015, стр. 6 ߬㦍Ё֘ϡ㒧ⲳˈѸᕔぎ䯈!lj⦃⧗ᯊ NJᑈ᳜᮹ ⼒䆘˖㒧Ԉϡ㒧ⲳЁ֘݇㋏ᑨ䅽㽓ᮍᓔⴐ!lj⦃⧗ ᯊNJᑈ᳜᮹ ⼒䆘˖Ё֘টདᦵᦵˈ㽓ᮍԩᖙߎ༈∫!lj⦃⧗ ᯊNJᑈ᳜᮹ ⥟ᖋढ❑ࡼग़қᘼᢍ咥Ё֘݇㋏ᰃ߿᳝⫼ᖗ! lj⦃⧗ᯊNJ㎆䷕ᑈ᳜᮹ Carrie Gracie, “Brothers again? How deep is the XiPutin bromance?”, BBC News, 24 April 2015. Jack Farchy and Kathrin Hille, “Moscow offers bigger stakes in energy projects to lure Chinese”, Financial Times, May 5, 2015. Лариса Паутова, “Геополитика и жизнь”, Россия в глобальной политике (№2, 2015 г.), 4 мая 2015. Dmitri Trenin, “Russia: Pivoting to Asia or Just to China?”, Eurasia Outlook (Carnegie Moscow Center), March 24, 2014; Dmitri Trenin, “Japan’s Eurasian Challenge”, Eurasia Outlook (Carnegie Moscow Center), May 12, 2015; Dmitri Trenin, “Russia and China: The Russian Liberals’ Revenge”, Eurasia Outlook (Carnegie Moscow Center), May 19, 2014; Dmitri Trenin, “The Resurgent, the Assertive, and the Uncertain: Power Shift in Eurasia”, Eurasia Outlook (Carnegie Moscow Center), June 16, 2014. ᓴ⨇֘㔫ᮃᱎᑧ䆘ӋNjϔᏺϔ䏃nj⬹!ljᄺ дᯊNJᑈ᳜᮹$⠜ Andrew Kuchins, “Russia’s China Challenge in a Changing Asia: An American Perspective” ASAN Forum (CSIS), November 22, 2013; David Tweed, “Why Putin Fears China”, Bloomberg, February 16, 2015. Yrd. Doç. Dr. Müşerref YARDIM* Akademisyen T emel hak ve özgürlüklerin savunuculuğunu yaptığını söyleyen Avrupa son dönemlerde özgürlükleri kısıtlayıcı politikalar üretmektedir. Bunun en iyi örneğini çıkardığı “İslam yasası” ile Avusturya teşkil etmektedir. Terör şüphelisi olarak görülen Müslümanlara karşı “tedbir” amaçlı önlemler dile getirilmekte veya uygulamaya konmaktadır. Avrupa’nın gündemini oluşturan IŞİD ve Charlie Hebdo saldırısı gibi olaylar sonrası Avrupa’da yaşayan Müslümanlar hedef tahtasına oturtulmuşlardır. Müslümanlar hakkında nefret söylemleri ve nefret suçları zirve yapmıştır. Kaygı verici boyutlara ulaşan Müslümanlara karşı tahammülsüzlük ve hoşgörüsüzlük “hastalığı”, Avrupa’da yaşayan Müslümanlara zor günler yaşatmaktadır. Özellikle Charlie Hebdo saldırısı sonrası güvenlik, İslami terörizm, radikalizm gibi konular Avrupa kamuoyunun gündemine oturmuştur. Müslümanlar ülke güvenliği için tehdit olarak görülmekle beraber potansiyel terörist muamelesine tabi tutulmaktadırlar. Avrupa: “Neden Avrupalı genç Müslümanlar IŞİD gibi örgütlere katılarak terörist oluyorlar?” sorusuna cevap ararken, en büyük etkenin Müslüman gençlerin radikalleşmesi olduğu belirlenmiştir. Fransa, Belçika, İspanya gibi Avrupa ülkeleri “Müslüman gençlerin radikalleşmesiyle mücadeleye” odaklanmışlardır. Charlie Hebdo saldırısı ve ardından meydana gelen olaylarda 17 kişinin hayatını kaybetmesi Fransa’yı HAZİRAN 2015 77 Charle Hebdo saldırısı ve ardından meydana gelen olaylarda 17 kşnn hayatını kaybetmes Fransa’yı harekete geçrmştr. Bu konuda başbakan Manuel Valls “ülkede sthbarat açığı olduğunu” fade etmştr. Charle Hebdo saldırısının baş aktörler Kouach kardeşlern radkal örgüt üyeler olduğunun açıklanması Fransa’yı radkalleşmeye karşı “rrasyonel radkal tedbrler” almaya yöneltmştr. Fransa’da artık Müslümanların smler, kılık-kıyafetler, dn pratkler ve görünürlükler radkalleşme ölçütü olmaya başlamıştır. Ayrıca temel hak ve özgürlükler kısıtlanarak radkalleşmeye karşı “hbar hatları” oluşturulmuştur. Br başka deyşle Müslümanların fşlenmesnn yasal olarak önü açılmak stenmektedr. harekete geçirmiştir. Bu konuda başbakan Manuel Valls “ülkede istihbarat açığı olduğunu” ifade etmiştir. Charlie Hebdo saldırısının baş aktörleri Kouachi kardeşlerin radikal örgüt üyeleri olduğunun açıklanması Fransa’yı radikalleşmeye karşı “irrasyonel radikal tedbirler” almaya yöneltmiştir. Fransa’da artık Müslümanların isimleri, kılık-kıyafetleri, dini pratikleri ve görünürlükleri radikalleşme ölçütü olmaya başlamıştır. Ayrıca temel hak ve özgürlükler kısıtlanarak radikalleşmeye karşı “ihbar hatları” oluşturulmuştur. Bir başka deyişle Müslümanların fişlenmesinin yasal olarak önü açılmak istenmektedir. Fransa’da ilkokul, ortaokul ve liselerde başörtüsü yasağı 2004 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Üniversitelerde başörtü yasağı bulunmazken bu yasağın artık üniversiteleri de kapsaması gerektiği devlet yetkilileri tarafından tartışılırken Leo-Lagrange de Charleville-Mezieres kolejinden “uzun etek krizi” haberi gelmiştir. Başörtüsü yasağını meşru saymak için laiklik öne sürülürken uzun etek yasağı için de yine aynı yola başvurulmuştur; uzun etek laiklik prensipleri ile örtüşmemektedir. Kıyafetlerinin uzun olmasından dolayı okul yönetimince derslere alınmayan öğrenciler fikirlerini değiştirmeleri için “ikna odalarında” tutulmuşlardır. Ayrıca okulda öğretmenlerin bir kısmı: “Siz Müslümanlar, Fransız arkadaşlarınızı da Müslüman yapıyor sonra da Suriye’de beraber savaşa gidiyorsunuz” diyerek, Müslüman öğrencileri suçlamaları da tehlikenin başka bir boyutuna dikkat çekmektedir. 78 HAZİRAN 2015 Fransız okullarında durumun sadece başörtüsüuzun etek yasağından ibaret olmadığını Poitiers Bölgesi Milli Eğitim Müdürlüğü “gençlerin radikalleşmesini önlemek” amaçlı yayınladığı genelgeyle göstermiştir. Genelge, “gençlerin kılık-kıyafet ve davranış şekilleri üzerinde durmakta ve öğrencilerin Müslüman giysisi giymelerinin, saçlarını ve bıyıklarını tıraş edip düzensiz sakal bırakmalarının, dövme yaptırılmasını benimsememelerinin, oruçtan kaynaklanan zayıflıklarının, İslam’ın ilk dönemlerini araştırmalarının ve Filistin, Çeçenistan, Irak, Suriye gibi konularda siyasi açıklamalarda bulunmalarının” radikalleşme işareti olabileceği üzerinde durmaktadır. Yükselen tepkilere rağmen Milli Eğitim Bakanı Najatte Vallaud-Belkacem genelgeyi reddetmek yerine, iyileştirme yaparak müdahil olacağını belirtmiştir. Bu tutum devletin fişleme olaylarında nerede durduğunu açıkça göstermektedir. Devlet eliyle yapılan fişleme skandalının en bariz örneği 0 800 005 696 yeşil numara ile www.stopdjihadisme.gouv.fr internet sitesi ihbar hatlarının kurulmasıdır. Burada belirlenen kriterler yine Müslümanların görünüş ve yaşantıları üzerine belirlenmiştir; aile ve arkadaşlarla ilişkisini koparmak, okulu aniden sebepsiz terk etmek, gıda, kıyafet, dil ve ekonomiye bağlı yeni tutumlar sergilemek, asosyal söylem benimsemek, toplumsal yaşam ve otoriteyi reddetmek, içine kapanmak, radikal içerikli internet sitelerine girmek, dünyanın sonuna atıfta bulunmak… Bu kriterlerin biri, bir Müslümanda görülürse verilen telefon hattına ve internet sitesine ihbarda bulunulması gerektiği söylenmektedir. Toplumda var olan Müslüman korkusu ve düşmanlığı devletin bu tür uygulamalarıyla körüklenmektedir. ters olduğu” tepkisi gelse de siyasilerin birçoğunun bu konuda suskunluklarını korumaları da düşündürücüdür. Öte yandan terörle ve radikalleşmeyle mücadele çerçevesinde yeni istihbarat yasası Mayıs ayı başında Fransa Ulusal Meclisi’nden geçmiştir. Yasa internet güvenliğinin artırılması, Fransız İstihbaratı’nın çalışmasını kolaylaştırmak için teknolojik imkanların güçlendirilmesi, terör şüphelilerinin internet ve telefon iletişimlerinin yargıç kararını beklemeden takibe alınması ve 4 hukukçu, 4 milletvekili ve 1 telekomünikasyon uzmanını da içeren Ulusal İstihbarat Kontrol Komisyonu kurulmasını öngörmektedir. Mayıs sonunda Senato’nun oylamasına sunulacak olan yasanın açık bir ifadeyle suçluları tespit etmek yerine toplumun kitlesel gözetimini amaçladığı birçok kesim tarafından dile getirilmektedir. Bir başka deyişle Müslümanların en ufak bir şüphe karşısında fişlenmelerini kolaylaştıracak bir yasa uygulamaya konulmaya çalışılmaktadır. Tarihte temel hak ve özgürlükler uğruna ağır bedeller ödemiş Fransa’nın, dışladığı ve ötekileştirdiği Müslümanlar için çıkardığı “fişleme yasası” korkuların şüpheye, şüphelerin de ihbara dönüştüğü bir ortam sağlamaktadır. Eğer Müslüman arkadaşınız, komşunuz, akrabanız varsa ve bunlarda yukarıda ifade edilen kriterlerin biri dahi gözlemlendiği takdirde devlet bedava ve online ihbar imkanını sağlamaktadır. İstihbarat yasasının kaygı yaratan diğer bir noktası uygulama alanının çok geniş olması: terörle ve organize suçlarla mücadele ulusal bağımsızlığı, toprak bütünlüğünü, milli savunmayı, cumhuriyet kurumlarını, dış politika çıkarlarını korumaya kadar gitmektedir. Suriye ve Irak’a savaşmaya giden ve istihbaratın gözünden kaçma ihtimali olan “potansiyel teröristleri” önceden belirlemede yasanın gerekliliğini savunan Fransız yetkililerinin gözden kaçırdıkları nokta, istihbarat yasasının özgürlükler ve hukuk devleti açısından ne derece tehlike oluşturduğudur. Demokrasi ve güvenlik arasında dengenin gözetilmesi gerekirken güvenlik ağır bastığı takdirde temel hak ve özgürlükler ihlal edilir. Birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Fransa’da da güvenlik tedbirleri öncelikler sırasına alınmıştır. Müslümanların Fransa için güvenlik tehdidi oluşturduğu uzun yıllar söylene gelmiştir. Bugün Fransa bu söylentiyi artık gerçek dünyaya yansıtarak “potansiyel terörist ve radikalcilere” karşı yasal zemin hazırlamıştır. Fransa bu uygulamayla masum ile suçlu arasında ayrım yapabilecek midir? Yoksa herkes potansiyel suçlu sayılıp her türlü yol mubah mı görülecektir? * Necmettin Erbakan Üniversitesi Öğretim Üyesidir. Uzmanlık alanı sosyolojidir. Geçtiğimiz günlerde Ulusal Cephe Partili Béziers Belediye Başkanı Robert Ménard’ın talimatıyla Béziers devlet okullarında öğrencilerin dini ve etnik aidiyetlerine göre fişlendikleri ortaya çıkmıştır. Fransa’da 1978’den bu yana aidiyete dayalı istatistik uygulaması yasağı bulunurken Ménard’ın “şehirde anaokulu ve ilkokula giden öğrencilerin % 64’ünün Müslüman olduğu ve belediyenin isimlerden yola çıkarak sınıf sınıf kategoriler oluşturduğu” açıklaması Müslümanların, yaşları fark etmeksizin nasıl fişlendiklerini ortaya koymaktadır. Devletin tepesinden “fişlemelerin cumhuriyet değerlerine HAZİRAN 2015 79 DIŞ POLİTİKA İNGİLTERE SEÇİMLERİ Zeynep SONGÜLEN İNANÇ SDE Uzmanı İ ngiltere’de 7 Mayıs’ta gerçekleşen seçimlerin, beklenmeyen ve hatta sürpriz olarak nitelendirilebilecek sonuçları oldu. Seçimlerle ilgili en çok dikkat çeken nokta Muhafazakar Parti’nin seçim anketlerinin gösterdiğinin aksine tek başına iktidar olması olarak gösterilebilir. BBC Politika Editörü Nick Robinson’a göre Margaret Thatcher’in düşüşünden ya da Tony Blair’in sandıkları silip süpürmesinden bu yana İngiltere’de buna benzer bir siyasi an yaşanmadı. 20 yıla yakın zamandır tek başına iktidar olamayan Muhafazakarlar için Güney İngiltere’den ve kırsal bölgelerden alınan oylar, partiyi tek başına iktidara taşıdı. İngiltere’de Muhafazakar Parti lideri David Cameron kendisinin bile beklemediği bir başarı kazandı ve parlamentoda çoğunluğu elde etti. Seçimlerin öncesinde Cameron, Muhafazakar Parti’nin hedefini “en fazla milletvekili çıkaran parti olmak” olarak dile getirmişti. Yapılan kamuoyu araştırmalarında Muhafazakar Parti ile İşçi Partisi birbirine yakın oy oranlarına ulaşacak gibi görünüyordu. Bu nedenle siyasi geleceğe ilişkin koalisyon hükümeti planları yapılıyordu. Kamuoyu yoklamalarında üç yüz milletvekili dahi çıkarmasının beklenmediği Muhafazakar Parti, 330 sandalyeyi aşarak önemli bir siyasi güç elde etti. Ana muhalefetteki İşçi Partisi ise önemli bir düşüşle karşı karşıya kaldı. 80 HAZİRAN 2015 İngiltere’de 1997 yılından beri yapılan en yüksek katılımlı bu seçimde, seçmenin % 66’sı sandığa gitti. 650 milletvekilinden oluşan parlamentoda Muhafazakar Parti 331 sandalye, İşçi Partisi 232 sandalye, İskoç Ulusal Partisi 56 sandalye, Liberal Demokrat Parti 8 sandalye, Kuzey İrlanda Demokratik Birlik Partisi 8 sandalye, Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi 1 sandalye ve diğer partiler 15 sandalye kazandılar. Küçük siyasi partiler Class War, Monster Raving Looney ve Yorkshire First parlamentoya giremediler. Bu tablo, iki partiye dayalı İngiliz seçim sisteminin meşruiyetini sarsıyor. ev sahibi olmayı teşvik etmeyi, asgari ücretle haftada 30 saat çalışanları vergiden muaf tutmayı ve 3-4 yaşındaki çocukların ailelerine haftada 30 saat bedava çocuk bakımı hizmeti vermeyi vaat etti. İşçi Partisi, bu vaatler karşısında etki yaratacak ve İngiliz halkına tutarlı gelecek seçenekler sunamadı. İşçi Partisi’nin düşüşünde rol oynayan diğer unsurun ise, İskoç Ulusal Partisi’nin yükselişi olduğu söylenebilir. Miliband: “Bizi İskoç milliyetçiliğinin yükselişi yıktı” diyerek seçim sonuçlarından İskoçya’daki yeni siyasal tabloyu sorumlu tuttu. 2010 yılı seçimlerinin ardından İşçi Partisi’nin milletvekillerinden 41’i İskoçya’dan seçilmişti. 2015 seçimlerinde ise İşçi Partisi İskoçya’dan yalnızca 1 milletvekili çıkardı. İngiltere’deki bazı bölgelerde milletvekili sayısını artırsa da genel anlamda yaşanan gerileme ve İskoçya’daki zayıflama, İşçi Partisi’nin düşüşünde etkili oldu. Partinin İskoçya’da zayıflaması, aslında Tony Blair’in başbakanlığı döneminde maliye bakanı olarak görev yapan Gordon Brown’un liberal ekonomik politikalar izlemesiyle başladı. Ardından 2003 yılında İngiltere’nin İşçi Partisi liderliğinde Irak işgaline katılması halkın tepkisini çekti. Son olarak 2014 yılında İskoçya’da düzenlenen bağımsızlık referandumunda partinin, Muhafazakar Parti ile “bağımsızlığa hayır” platformunda yer alması İşçi Partisi’ni İskoçya’da gözden düşürdü. Başbakan Cameron ve partisi artık iktidarı tek başına icra edecek. Bu durum, özellikle İskoçya’nın bağımsızlığı ve AB üyeliğinin sona erdirilmesi konularında bir yandan rahatlık diğer yandan siyasi riskler getiriyor. Cameron, tarih önünde “referandumlar başbakanı” haline gelebilir. “Ayrılıklar başbakanı” haline gelecek mi, bekleyip görmek gerek. Koalisyonun küçük ortağı durumundaki Liberal Demokrat Parti’nin milletvekili sayısını 57’den 8’e düşürmesi not edilmesi gereken bir yenilgi olarak görülüyor. Kırk yılı aşkın süredir böyle bir başarısızlık yaşamayan partinin lideri Nick Clegg istifa ettiğini açıkladı. İstifa eden bir diğer lider, İşçi Partisi’nin Genel Başkanı Ed Miliband oldu. Miliband, partisinin geçen dönem 258 olan milletvekili sayısı 232’ye düştüğü için görevinden ayrıldı. İskoçya’da yerel parlamentoya daha fazla yetki verilmesini, asgari ücretin saatte 6,70 sterlinden 8 sterline çıkarılmasını, aşevlerine ihtiyacın ortadan kaldırılmasını, fakir öğrencilere daha fazla burs verilmesini, “sömürüye dayalı” çağrı usulü sözleşmelerin son bulmasını vaat eden partinin düşüşünde iki unsurun önemli rol oynadığı saptanıyor. Öncelikle İşçi partisi, Muhafazakar Parti’nin ekonomi politikaları karşısında halkı ikna edecek alternatif politikalar ortaya koyamadı. Muhafazakar Parti, ciddi zorluklardan geçen İngiliz ekonomisiyle ilgili öngördüğü önlemleri sürekli olarak seçim kampanyasında gündeme getirdi. Kemer sıkma önlemlerinin ekonomik büyüme için gerekli olduğunu tekrarladı. Kendilerinden başka bir partinin yönetime gelmesinin, piyasalarda belirsizliğe yol açacağını ifade ederek ekonomik sorunları hatırlattı. Ayrıca; bütçe açığını sıfırlamayı ve 2020 itibarıyla bütçede fazla vermeyi, 2020’ye kadar Ulusal Sağlık Sistemi’ne sekiz milyar sterlin ek kaynak aktarmayı, İşçi Partisi’nin Muhafazakarlardan farkı olmadığını savunan İskoç Ulusal Partisi, 2010 seçimlerinde çıkardığı 6 milletvekili sayısını bu seçimlerde 56’ya çıkararak İngiltere seçimlerinin galibi oldu. İskoç Ulusal Partisi, İşçi Partisi’ni Muhafazakar Parti’den ayırmanın mümkün olmadığını vurgularken, bağımsızlık platformuna gönderme yapmanın yanı sıra ekonomik alanda yalnızca kendisinin solu temsil ettiğini ileri sürdü. Bu anlamda kemer sıkma önlemlerine son verme ve kamu harcamalarını artırma gibi önlemler alacaklarını duyurdu. HAZİRAN 2015 81 İskoçya’nın Avam Kamarası’na gönderdiği 59 milletvekilinden 56’sının İskoç Ulusal Partisi’nden seçilmesi, İskoç siyaseti için büyük bir başarıya karşılık geliyor. Zira İskoç Ulusal Partisi yalnızca İskoçya’daki seçim bölgelerinde yarışabiliyor. Partinin lideri Nicola Sturgeon iyi bir seçim sonucu beklediklerini ve fakat bu ölçüde bir başarıyı hayal etmediklerini açıkladı. Sturgeon’a göre partinin bu başarısı halkın, kemer sıkma önlemlerinin sona erdirilmesi, kamu hizmetinin artırılması ve Britanya Parlamentosu’nda ilerici siyasetin genişletilmesine yönelik taleplerinden kaynaklanıyor. Geçen yılki referandumda bağımsızlık yanlısı kampanya yürüten parti, genel seçim kampanyasını bağımsızlık vaadi üzerinden şekillendirmedi. Ekonomik sorunların başat konular olarak değinildiği seçim kampanyasında, kemer sıkma önlemlerinin kaldırılması, sağlık sisteminin korunması, sosyal harcamaların artırılması, İskoçya’nın nükleer silahlardan arındırılması gibi konular öne çıktı. Partinin Mayıs 2016’daki bölgesel parlamento seçimlerinde bağımsızlığı yeniden gündeme getireceği öngörülebilir. İskoçlar için Muhafazakarların, Liberal Demokratların ve İşçi Partililerin bağımsızlığa ‘hayır’ yönündeki ittifaklarının önemli olduğu anlaşılıyor. Bu ittifak, İskoçya ve Galler bölgesel yönetimlerine özerkliği genişletecek reformlar yapılması konusunda anlaşmıştı. Ancak bu reformların kapsamı henüz oluşturulmadı. Muhafazakar Parti’nin lideri Cameron, yeni hükümeti kurmasının ardından Britanya’da farklı ulusları bir araya getireceklerini söyledikten sonra Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda’da yetki devrinin uygulanacağını açıkladı. Bununla birlikte yetki devrinin detaylarına veya içeriğine dair bir ipucu vermedi. Bu nedenle İngiltere’yi bu seçim sonuçlarının ardından sıkı siyasi müzakerelerin beklediği söylenmeli. Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) ise seçimlerde oy oranını % 3’ten % 12’ye çıkardı. Ancak uygulanan dar bölge seçim sistemi nedeniyle parlamentoya yalnızca bir milletvekili gönderdi. Partilerin aldıkları oy oranlarının, parlamentodaki sandalye sayısına farklı şekilde yansımasının nedeni; ülkenin her bölgesinden, oy oranından bağımsız olarak, en fazla oyu alan adayın parlamentoya gitmeye hak kazanmasından kaynaklanıyor. 650 ayrı seçim bölgesinde adaylar, küçük bir farkla bile olsa en fazla oyu almak için yarışıyorlar. Zira her seçim bölgesinde 82 HAZİRAN 2015 milletvekilini, en fazla oyu alan parti çıkarıyor. Diğer oylarsa boşa gitmiş oluyor. Bu çerçevede UKİP % 12 oy almış olmasına rağmen bir milletvekili çıkardı. Aynı şekilde İskoç Ulusal Partisi’nin oy oranı ülke çapında % 5’i geçmemesine rağmen İskoçya’da aldığı % 50 oy oranı ve her seçim bölgesinde başarıya ulaşması sayesinde elli altı milletvekiliyle temsil edilmeye hak kazandı. İşçi Partisi ise İskoçya’da oyların % 24’ünü almasına rağmen ikinci parti olarak parlamentoya tek bir temsilci gönderebilecek. İngiltere’deki seçim sisteminden olumsuz etkilenen küçük partilerin seçim sistemini yeniden tartışmaya açmaları beklenebilir. Zira bu sistemin büyük partilerin işine yaradığını, iktidarın sürekli iki partide olduğunu, milyonlarca oyun temsil edilmediğini ileri sürerek, nisbi temsile dayalı bir seçim sistemine geçilmesini savunuyorlar. Bu taleplerin İngiltere’nin gündeminde önemli bir yer işgal edeceğini söylemek pek mümkün değil. 2011 yılında koalisyonun küçük ortağı Liberal Demokratlar tarafından başlatılan girişimle gerçekleşen referandumda, seçim sisteminin değiştirilmesi % 67,9 oranla reddedilmişti. re açısından yeni bir siyasi döneme işaret edecek. İskoç Ulusal Partisi’nin kazandığı başarı, özerkliğin genişletilmesine yönelik tartışmalarda partinin elini güçlendirecek. Ancak İngiliz milliyetçiliğinin de yükselişte olduğu hatırlandığında yerleşik düzenin ne ölçüde direnç göstereceğini bekleyip görmek gerekecek. İskoç Ulusal Partisi’nin başarısı, partiyi yalnızca yetki devri konusunda değil; aynı zamanda ekonomik konularda da önemli bir muhatap haline getiriyor. Muhafazakar Parti’nin finans çevrelerini koruyan, esnek çalışma piyasası koşulları uygulayan, refah devletinin kazanımlarını erozyona uğratan ve gelir dağılımındaki farkları artıran yaklaşımına karşı çıkan İskoç partisi, Cameron’ı bir şekilde meşru siyaset alanını genişletmeye zorluyor. Aksi takdirde siyasi riskler, İngiltere’nin geleceği için zorluklar yaratacak gibi görünüyor. İngiltere’nin geleceği için bir diğer önemli konu ise Avrupa Birliği üyeliğini 2017’den önce referanduma götürmek olacak. Cameron, seçimlerin ardından referandumu yapacaklarını açıkladı. 2016 yılının sonlarında İngiltere, Avrupa Birliği’nde istediği reformlar yapılmadığı takdirde üyelik kararını referanduma götürecek. Referandumun sonucunu önceden tahmin etmek mümkün olmasa da bu genel seçim sonuçları, “hayır” oylarının çoğunlukta olacağını düşündürüyor. Avrupa Birliği’nin dışında kalmış bir İngiltere için gelecek, daha karmaşık ve belirsiz bir ortamda şekillenebilir. Ekonomik sorunları büyüyen ve savunma harcamalarını kısan İngiltere için Avrupa Birliği, küresele açılma yolunda bir liderlik fırsatı sunuyor. Tek başına stratejik bir aktör olarak dünya politikasında hareket etme yeteneğini kaybetmiş İngiltere için Avrupa Birliği bir platform işlevi görüyor. Eğer İngiltere AB’den ayrılırsa Avrupa’nın geleceği açısından da yeni düşünceler üretmek gerekir. Başbakan Cameron ve partisi artık iktidarı tek başına icra edecek. Bu durum, özellikle İskoçya’nın bağımsızlığı ve AB üyeliğinin sona erdirilmesi konularında bir yandan rahatlık diğer yandan siyasi riskler getiriyor. Cameron, tarih önünde “referandumlar başbakanı” haline gelebilir. “Ayrılıklar başbakanı” haline gelecek mi, bekleyip görmek gerek. Bu seçimlerin öncelikle İngiltere’nin geleceği açısından önem taşıdığını söylemek gerekiyor. Zira ortaya çıkan yeni siyasi tablo, Avam Kamarası’nda sık ve çetin tartışmaların gerçekleşeceğini gösteriyor. İskoçya’da İskoç Ulusal Partisi’nin muazzam yükselişinin karşısında İngiliz milliyetçiliğinin UKIP üzerinden ciddi bir çıkış yaptığı görülüyor. Özellikle ekonomik koşulların kötü olduğu bölgelerde UKIP’in yakaladığı başarının, Avrupa’da benzerleri bulunuyor. Gelir kaybı yaşayan, işsizlik sorunuyla boğuşan, gelecek umudunu kaybetmiş işçi sınıfları; aşırılıkçı, yabancı düşmanı ve Avrupa karşıtı popülist hareketler üzerinden temsil edilmek istiyorlar. İngiltere’de de durum pek farklı değil. Ancak İngiliz milliyetçiliği, İskoçya antipatisine dayandığı için iki hareketin aynı dönemdeki siyasi başarısı geleceğe dair soru işaretlerini beraberinde getiriyor. Seçimlerin İngiltere’nin geleceği açısından bir diğer önemli yanı çoğunluk hükümeti kuran Muhafazakar Parti’nin, üç başlık altında toplanabilecek son derece kritik gündemi nasıl yöneteceği olacak. Öncelikle Kuzey İrlanda, Galler ve İskoçya için yetki devrinin nasıl ve hangi koşullar altında gerçekleşeceği, İngiltere için önemli olacak. Bölgesel özerkliğin genişletilmesinden kastedilen kapsam ve içerik, İngilte- HAZİRAN 2015 83 röportaj Suriye’de Son Durum Röportaj: Adem KARAAĞAÇ SDE Asistanı Dr. Halt Hoca kmdr? Asıl adı Halt Alptekn Hocaoğlu’dur. 1965 yılında Surye’nn başkent Şam’da dünyaya geld. Halt Hoca’nın, kends gb doktor olan babası Salh Hoca, 1970’l yıllarda Hafız Esad aleyhne yürüttüğü muhalf faalyetler nedenyle 1979’da tutuklanarak hapse atıldı. Baba Hoca’nın ardından ale fertler de tek tek tutuklanmaya başladı. Bunlardan lk Halt Hoca’nın annes oldu. O dönemde 15 yaşında br ortaokul öğrencs olan Halt Hoca da, babasından kısa süre sonra sthbarat tarafından tutuklanarak hapse atıldı. Hoca, serbest kaldıktan sonra henüz 17 yaşındayken amcasının yanına, Lbya’ya kaçtı. Orada brkaç ay kaldıktan sonra amcası le brlkte Türkye’ye geld. Hoca lk olarak İstanbul Ünverstes Syasal Blgler Fakültesne kayıt yaptırdı. Ardından İzmr Dokuz Eylül Tıp Fakültes’n tamamladı. Ünverstenn ardından doktorluk karyerne Türkye’de devam eden Hoca’nın hayatı, 2011’de Surye’dek olayların başlamasıyla tamamen değşt. 13 yaşındak Hamza Hatp’n vahşce öldürülmesnn ardından Hoca, şn gücünü bırakarak kendn tamamen muhalefete adadı. 84 HAZİRAN 2015 Surye’de neler yaşanıyor? Ortadak vahm durumun tarafları kmler? Suriye’den bahsedince aslında sadece Suriye’yi değil bütün bölgeyi göz ününde bulundurmak lazım. Dünyanın hiçbir yerinde Orta Doğu’da olduğu gibi aynı zamanda hem bölgesel hem de uluslararası güçler arasında çok boyutlu çatışmanın yaşandığı başka bir bölge yok. Özellikle Arap Baharı sürecinden yani 2011 yılından sonra bu çatışmalar daha da yoğunlaştı. Çatışmanın temelinde soğuk savaş zihniyeti veya derin rejimlerin iradesi ile Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan halk iradesi var. Maalesef bu çatışmadan da üçüncü bir taraf olarak ortaya çıkan İran bu çatışmayı daha karmaşık hale getiriyor. Çatışma taraflarını özetleyecek olursak; birinci taraf Arap Baharı sonrası ortaya çıkan bölge halklarının iradesi. Özellikle sosyal medya imkanlarından yararlanarak bilinç düzeyi artan halkın istekleri doğrultusunda ortaya çıkan geniş halk hareketleri. İkinci taraf olarak kendilerini tehdit altında hissederek halk hareketlerine karşı devrim başlatan derin rejimler var. Özellikle derin devletler yerine derin rejimler diyorum çünkü devlet yapıları yok olmuş durumdadır. Üçüncü taraf olarak halk devrimi ve karşı devrim arasındaki çatışmalarda oluşan boşluğu doldurmak amacıyla ortaya çıkan İran var. Pek, bölgenn çatışma alanlarının ortaya çıkardığı özellkler nelerdr? Bölgenin çatışma alanlarının ortaya çıkardığı özellikleri sıralayacak olursak; • Bölgede Irak’tan Yemen’e kadar sınırların eridiğini görürsünüz. Sınırların kırılgan yapıda olduğunu ve devletlerin sınırları koruyamadığını görürsünüz. • Nizami orduların taraflı milis yapısına dönüştüğünü görürsünüz. Devlet başkanlarının ise bir milis lideri gibi hareket ettiğini görürsünüz. Irak’ta Maliki, Suriye’de Esad, Yemen’de Ali Abdullah Salih gibi. • Nizami ordulara eşdeğer, aynı düzeyde savaşabilen büyük milis grupların veya küçük orduların ortaya çıktığını görürsünüz. Yemen’de Husiler, Suriye’de IŞİD, PYD, El-Nusra veya yurt dışından getirilen paramiliter güçler gibi. • Bu milis güçlerin veya küçük orduların özellikle Suriye’de oluşturduğu kanton yapıyı görürsünüz. Kamışlı Haseki’de PYD kantonu, Rakka, Deyr-i Zor da IŞİD kantonu, Halep, İdlib ve Suriye’nin Güneyinde Özgür Suriye Ordusu kantonu var. Rejimde Şam ve sahil bölgesini koruyarak kendisine ayrı bir kanton oluşturmuş durumda. Bu kanton yapısı desteğe bağlı olarak coğrafyasını sürekli değiştiriyor. Ne taraftan destek gelirse oraya yönelme oluyor. • Yemen, Irak ve Suriye örneğinde olduğu gibi bölgenin demografik yapısının değiştiğini görürsünüz. Özellikle Suriye halkının yarısından faz- lasının yer değiştirmesi, 5,5-6 milyon civarında insanın Suriye’nin dışına çıkması ve yine 6 milyon insanın Suriye’nin içerisinde yer değiştirmesi. Özellikle Humus bölgesinde halkın çoğu şehri terk etti. Onların yerine Lübnan’dan gelen Şii milislerin yerleştirildiğini veya rejimin sahil kesiminden Nusayrileri getirip yerleştirdiğini görüyoruz. Aynı şekilde Şam’ın merkezinde, Dürzilerin yaşadığı Süveyda Bölgesi’ne de Iraklı Şii milislerin yerleştirildiğini ve Suriye kimlikleri aldığını görürsünüz. Bunu daha önce Irak’ta da yaşamıştık. • Temsili savaşların ortaya çıktığını görürsünüz. Rejimlerin kendisi temsili hale gelmiş durumda. Yemen rejimi Husiler ile birlikte İran’ın temsilcisi oldu. Esad ve IŞİD’in temsili savaş yaptığını görüyoruz. Bu süreçte uluslararası güçler ne gb roller üstlendler? BM Suriye konusunda gri alanda kaldı ve kalmayı da sürdürüyor. Sürekli siyasi çözüm üzerinde ısrar edip askeri olarak Suriye rejimine fırsat vermek katliamların devam etmesine neden oluyor. Şu açık gözüküyor ki, gerek bölgesel gerek uluslararası güçler Suriye rejiminin ansızın düşmesini istemiyor. Fakat bu tavır rejimin ansızın düşmesine neden olacak. Çünkü çözümün hem askeri hem de siyasi olması gerekiyor. Askeri dengeler kurulmadan Esad rejimi hiçbir vakit siyasi çözüme yanaşmaz. Bu yüzden mutlaka siyasi ve askeri çözümün birlikte yürümesi gerekiyor. Kaldı ki muhalefet olarak biz siyasi çözüm için Cenevre görüşmelerinde ısrar ediyoruz. Rejim Cenevre’den çekildi ama şuanda Cenevre III’ün yapılması için çalışmalar başladı. Fakat bizim tavrımız net ve hiçbir zaman değişmiyor. Siyasi çözüm her iki tarafın masada toplanıp tüm yetkilere sahip geçiş hükümeti üzerinde anlaşmaları ile başlar. Geçici dönemde de Esad’ın kesinlikle rolünün olmaması gerekiyor. Aksi halde Ali Abdullah Salih’in Yemen’de yaptıklarından farklı olmaz. HAZİRAN 2015 85 Surye’de çatışmalar, ç savaş devam edyor. Bu bağlamda Türkye’nn güvenl bölge oluşturma öners vardı. Hatta Amerka le bu konuda görüşmeler yapıldığı yönünde ddalar vardı ancak yalanlanmıştı. ABD’l Cumhuryetç ve Demokrat senatörler bu konuda Başkan Obama’ya mektup yazdılar. Bu konuyu nasıl değerlendryorsunuz? Güvenl bölge oluşturulması mümkün mü? Suriye’de güvenli bölge istekleri ilk defa dile getirilmiyor. Bu talebi ilk başta Suriye Ulusal Konseyi dile getirdi. Esad yönetimi sarin gazı kullandıktan sonra daha hafif etkiye sahip klorin gazını kullanmaya başladı. Aynı şekilde varil bombalarını da kullanıyor. Bu kimyasal saldırılardan sivil halkın korunabilmesi için güvenli ve uçuşa yasak bölgenin oluşturulması gerekiyor. Maalesef ABD yönetimi tarafından bu girişimler engelleniyor. Senatörler bunu ilk defa dile getirmiyorlar. John Mccain daha önce de Suriye’yi ziyaret ettiğinde uçuşa yasak bölgenin gerekliliğini dile getirdi. Türkiye bu çözümü baştan itibaren destekledi. Suriye halkı ile birlikte olan ülkeler de bunu talep ettiler. Güvenli bölge ile ilgili söz söyleme sırası Obama yönetiminde. ABD yönetm Esad’sız br yönetme onay verr m? Szce süreç nereye gdyor? Zaman zaman farklı açıklamalar yapılsa da Obama yönetimi Esad’sız bir çözüm olması gerektiğini dile getiriyor. John Kerry’nin geçen ay söylediği ve daha 86 HAZİRAN 2015 sonra dil sürçmesi diyerek düzelttiği “Esad’lı da olabilir” açıklaması Suriye halkı tarafından hiç hoş karşılanmadı. Fakat Yemen’deki Kararlılık Fırtınası Operasyonu’ndan sonra dengeler değişti. Özellikle Körfez ülkelerinin Suriye politikalarında ciddi bir değişiklik oldu, Türkiye ile yakınlaşma gerçekleşti. Bu yakınlaşma Suriye adına olumlu oldu. Suriye’nin güneyinde ve Kuzeyinde önemli bölgeler rejim güçlerinden kurtarıldı. Cisr eş-Şuğur şehri tamamen kurtarıldı. Esad rejimi içeriden çökmeye başladı. Ordunun içerisinde idamlar başladı. Esad ailesinden önemli beş figür rejim tarafından öldürüldü. İç istihbarat sorumlusu Rüstem Gazali yine Esad rejimi tarafından öldürüldü. Bütün bunlar rejimin bir çökme yaşadığını gösteriyor. Bu gelişmeler ile birlikte bölge ülkeleri de Suriye konusunda kararlı olursa savaş kısa sürede sonuçlanabilir. Fakat bunun için Yemen’de olduğu gibi Suriye’de de bir kararlılığın gösterilmesi gerekiyor. Kararlılıktan, brlkte hareket edlmemesnden bahsettnz. Cenevre görüşmeler sürecn gerde bıraktık ve herhang br sonuca ulaşılamadı. Daha sonra szn katılmadığınız Moskova görüşmeler yapıldı ve yne sonuca ulaşılamadı. Szce yakın gelecekte buna benzer br çaba söz konusu olur mu? Siyasi inisiyatiflerin tek başına işe yaramadığını bunu yapan ülkeler de biliyor. Bunlar daha çok Esad’a vakit kazandırma adına yapılan girişimler. Asıl çözüm siyasi inisiyatifler ile sahadaki askeri dengenin değişmesi ile gerçekleşebilir. Suriye halkı zorla kabul ettirilecek çözümden yana değil. Suriye muhalefeti de hiçbir vakit Suriye halkının isteklerinden ayrı bir duruş sergilemez. Cenevre ile ilgili Staffan de Mistura’nın görüşme talepleri var. Bu görüşmelere katılacağız fakat bu Cenevre III gibi bir konsept meydana getirmeyecek. Cenevre II’de biz ne dediysek onu tekrar söylüyoruz. Bu çıta hiçbir vakit alçalmaz. O da her iki tarafın masada oturup geçiş heyeti üzerinde anlaşmaları ki bu geçiş heyeti Cumhurbaşkanlığı da dahil tüm yetkilere sahip olması gereken bir heyettir. Bu çözüm, daha önceki BM özel temsilcisi Lakhdar Brahimi’nin de Cenevre I çerçevesinde kabul ettiği bir çözümdür. Asıl siyasi çözüm buradan geçiyor. Fakat rejim Cenevre II’de masadan çekildi. Rusya görüşmeleri Moskova’ya çekmek istedi ama başaramadı. Bunun dışında farklı bir çözüm sunulması mümkün değil. Surye konusunda Rusya ve İran’ın tavrını nasıl değerlendryorsunuz? Rusya Esad’a vakit kazandırmaya çalışıyor. Esad içeriden çöküyor. 300 bin kişilik ordu mevcudu 70 bin kişiye düştü. Bir o kadar da İran’la birlikte dışarıdan getirdiği Hizbullah, Abu Fadıl Abbas Tugayları ve Fatıma ordusu gibi çeşitli paramiliter gruplar var. Fakat bu durum Suriye rejimi içerisinde “orduyu İran mı rejim mi yönetecek?” kavgası başlattı. Bu yüzden herkesin tahmin etmediği bir şekilde rejim ansızın çökebilir. İran mümkün olduğu kadar güçlü bir şekilde Esad’ı destekledi fakat şu anda İran ve Hizbullah askerleri Suriye’den çekiliyor. Irak’tan gelen paramiliter güçler Irak’taki savaş nedeniyle Irak’a döndü. Zaten Suriye’nin Güneyinde ve Kuzeyindeki boşluk bu yüzden meydana geldi. İran sonuna kadar Esad’ı bu şekilde destekleyemez. Sahadaki askeri dengeler değişirse hem İran hem Rusya bir şekilde masaya oturacaktır. Surye denklemnde son zamanda yükselen br de IŞİD tehdd var. IŞİD Surye halkının ülkeden kaçışının en büyük sebeplernden br tanes. Szce IŞİD’n bu kadar güçlenmesndek en büyük etk nedr? En büyük etki Musul’un düşmesi oldu. Düşmesi değil Maliki askerleri tarafından adeta teslim edilmesi oldu. Tabi Musul’da IŞİD çok ciddi imkanlar elde etti. Merkez bankasında biriken 500 milyon Dolara yakın para vardı, askeri mühimmat vardı. Musul’un düşmesi Suriye’de Rakka’nın düşmesine yardımcı oldu. Esad rejimi de Maliki askerleri gibi bütün mühimmatı bırakarak kaçtı. IŞİD, Suriye’nin doğusunda bir üs kurdu. Fakat Kobani’de yapılan operasyondan sonra bir moralsizlik yaşıyor ve kabuğuna çekilmiş durumda. Eğer Özgür Suriye Ordusu’na eğit donat programı çerçevesinde ciddi bir destek verilirse ve bu programın içerisine Esad terörünün engellenmesi de eklenirse, zaten şu anda hem rejim hem de IŞİD’e karşı savaşabilen Özgür Suriye Ordusu başarıya ulaşır. Eğt donat programı konusunda Türkye le ABD’nn cdd br ş brlğ durumu var. Sz eğt donat konusunda ne düşünüyorsunuz, etkl olacak mı? 3 yıl içerisinde her yıl 5 bin savaşçıyı eğitme modeli çok basit kalıyor. O yüzden bu modelin değiş- mesi gerekiyor. Bu gücün istikrar gücüne dönüşmesi gerekiyor. Sadece IŞİD’e karşı değil Esad’a karşı da savaşması gerekiyor. Yani Özgür Suriye Ordusu’nun bu program çerçevesinde bulunduğu özgür topraklarda bir istikrar sağlaması gerekiyor. Suriye Ulusal Koalisyonu’nun bir kurumu olarak geçiş hükümeti var, on bakanlığı var. Bunların icraat yapması için istikrarın olması gerekiyor, korumanın olması gerekiyor. Eğit donat programı dahilinde hükümetin de icraat yapabileceği bir konsept yapılması gerekiyor. Şuanki asker sayısı ile bunun yapılması mümkün değil. Güvenli bölgenin olması için en az 20 bin kişilik bir ordu olması gerekiyor. Tabii bir de hava koruması lazım... Bütün bunlar olursa o vakit eğit donat programı anlamlı olur. Çözüme yönelk szn yol hartanız nedr? Eğit donat programı aslında çözüm için bir başlangıç olacak. Bizim mutlaka Suriye’nin içerisine girmemiz ve bunun için de güvenli bir alanın oluşturulması gerekiyor. Suriye’nin içerisinden kastım Humus’tan başlayıp Suriye’nin tüm Güney sınırını kaplayan, özellikle Halep, İdlib ve sahil bölgesi… İdlib Özgür Suriye Ordusu tarafından kurtarıldı, bundan sonra güvenli alanın oluşturulması daha kolay olacak. Şam’ın Güneyinden başlayıp Ürdün sınırına kadar olan bölge de Özgür Suriye Ordusunun hakimiyetinde... Doğu’da IŞİD, Kamışlı’da ise PYD güçleri var. Bunların dışında güvenli bölgeler oluşturulabilir. Fakat güvenli bölgeye aday en önemli yerler Halep, İdlib ve sahil bölgesi. Oradan başlayıp çok rahat bir yönetim kurulabilir. Özgür Suriye Ordusu bu alanlardan istifade ederek çok rahat bir şekilde Şam’a doğru ilerleyebilir. Güneyden de aynı şekilde ilerlenebilir. Zaten Suriye’nin Güneyi şu anda Kuzeyden çok daha rahat durumda... Surye’den çevre ülkelere ve özellkle Türkye’ye cdd br göç söz konusu. Szn Suryel göçmenlern ülkelerne tekrar dönmes konusunda br planınız var mı? Öncelikle istikrar sağlamamız gerekiyor. İstikrar sağlanırsa göçmenler de döner. Geçiş hükümeti hizmetleri sunarsa göçmenlerin sorunları da çözülebilir. Tabii bu hızlı olacak bir adım değil, tedrici olacak bir adım. Fakat dediğim gibi bu adımların atılabilmesi, istikrarın sağlanabilmesi için öncelikle güvenli bölgenin oluşturulması şart. İlk adım güvenli bölge. HAZİRAN 2015 87 Gümrük Brlğ Sürdürüleblr M? Prof. Dr. Muhsn Kar IMF’ye Alternatfler Gelyor Prof. Dr. Muhsn Kar Yrd. Doç. Dr. Ahmet Şahbaz Veto Değl, Manfesto... Dr. M. Levent Yılmaz EKONOMİ GÜMRÜK BiRLiĞi SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ Prof. Dr. Muhsin KAR SDE Ekonomi Programı Koordinatörü T ürkiye’nin 1959 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu çetrefilli ve bir o kadar da inişli çıkışlı bir süreçten sonra 1995 yılında varılan Gümrük Birliği Anlaşması ile yeni bir döneme girmişti. Zamanın Başbakanı Tansu Çiller, bir yandan, irtica ve şeriat tehdidine ve dolayısıyla Refah Partisi’ne karşı Avrupalı ortakların kendini desteklemeleri çağrısında bulunurken; diğer yandan, Gümrük Birliği’ne dahil olmayı Avrupa Birliği’ne giriş anlamına geleceği şeklinde tevil ederek iç siyasetin malzemesi haline dönüştürdü. Gümrük Birliği Anlaşması, siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın olduğu bu yıllarda yeterince tartışılmadan ve Türkiye ekonomisine olası etkileri tüm boyutları ile yeterince incelenmeden alelacele bir şekilde uygulamaya konuldu. Türkiye’nin AB üyesi olmadan Gümrük Birliği içinde yer alması, karar alma mekanizmasında sağlıklı bir şekilde yer almadığı bir kurumun kararlarını otomatik olarak kabul etmesi ve uygulaması anlamına geliyordu. Buradaki temel varsayım, Türkiye için AB üyeliğinin de çok geçmeden gerçekleşeceği ve makul görülebileceği şeklindeydi. Oysa 1963 yılında ortak üye olarak yola çıkılmasına, Gümrük Birliği Anlaşması’nın üzerinden yirmi yıl geçmesine ve 2004 yılında tam üyelik müzakerelerinin başlamasına rağmen, Türkiye-AB ilişkilerinin çok sağlıklı bir şekilde ilerlemediği görülüyor. Ayrıca ABD’de yaşanan finansal kriz ve bunun Avrupa yansımasıyla duraklayan küresel ekonomi için çıkış yolu çabaları, büyüklükleri ile neredeyse dünyanın yarısını oluşturan bu iki ekonomik gücün birbirine eklemlenmesini gündeme getirdi. Nitekim ABD ve AB arasında dünyanın ilk defa şahit olacağı en kapsamlı ortaklık anlaşması (Transatlantik Ticaret 90 HAZİRAN 2015 Avrupa Brlğ’ne yapılan hracatın toplam hracat çndek payı 1996 yılında % 54.2 ken, 2005 yılında % 56.5 olmuş ve 2014 yılında se, % 43.5’e kadar gerlemştr. Tablo 1’de en dkkat çekc değşklk se İslam İşbrlğ Teşklatına üye ülkelere yapılan hracatın toplam hracattak payının neredeyse k katına çıkmış olmasıdır. Türkye, uyguladığı proaktf dış poltka le dış tcaretn çeştlendrmş ve AB pazarına bağımlılığını azaltmıştır. ve Yatırım Ortaklığı, Transatlantic Trade and Investment Partnership, T-TIP) için müzakereler başladı. ABD ile AB arasındaki bu derin işbirliği/ortaklık anlaşması, AB ile Gümrük Birliği yapmış olan Türkiye ekonomisi için tehdit ve fırsatlar yaratıyor. Yaklaşık yirmi yıl önce istikrarsız ekonomik ve sağlıksız politik atmosferde ilkeleri belirlenen Gümrük Birliği’nin küresel, bölgesel ve ulusal ekonomilerdeki gelişmeler ışığında yeniden gözden geçirilmesi, paydaşlar arasında daha sağlıklı ve eşitlikçi bir yapının oluşturulması ve ilişkilerin sürdürülebilir bir çerçeveye oturtulması açısından büyük önem arz ediyor. AB Piyasasının Önemi Literatürde gümrük birliğinin statik ve dinamik olmak üzere iki tür etkisinden söz etmek mümkün. Dış ticaretin önündeki engellerden gümrük vergilerinin ve kotaların kaldırılmasıyla oluşan ortamın etkisi, statik etki olarak adlandırılır. Bu etki, coğrafi yakınlığın ve dolayısıyla ulaşım maliyetlerindeki düşüşün de etkisiyle üye ülkeler arasında bir defalık ortaya çıkar ve genellikle ticareti artırıcı bir sonuç doğurur. Gümrük birliğinin zaman içinde etkilerinin hemen bütün sektörlerde etkisini göstermesi ise dinamik etki olarak tanımlanır. Gümrük birliğinin dinamik etkileri, rekabetin artmasını, yatırımların teşvik edilmesini, ölçek ekonomilerinin oluşmasını ve teknolojik gelişmenin hızlanmasını kapsar. Ülkeler için de asıl önemli olanın bu dinamik etkileridir. Zira ekonominin rasyonelleşmesine yol açar ve uluslararası rekabetçiliğinin artmasına katkı sağlar. Gümrük birliği uygulamasının başladığı 1996 yılından bugüne Türkiye’nin ülke gruplarına göre yaptığı ihracatın toplam ihracat içindeki paylarının gelişimi Tablo 1’de yer alıyor. Tabloda ilk göze çarpan durum Türkiye’nin gelişmiş ülkelerin (OECD ve AB gibi) piyasalarına olan bağımlılığıdır. Ancak Avrupa Birliği’nin payının gümrük birliğinin ilk on yılında sürekli bir artış eğilimi sergilediği ve sonrasında ise gerilediği görülüyor. Avrupa Birliği’ne yapılan ihracatın toplam ihracat içindeki payı 1996 yılında % 54.2 iken, 2005 yılında % 56.5 olmuş ve 2014 yılında ise, % 43.5’e kadar gerilemiştir. Tablo 1’de en dikkat çekici değişiklik ise İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye ülkelere yapılan ihracatın toplam ihracattaki pa- Tablo-1: Ülke Gruplarına Göre İhracat (Toplam İhracatın Yüzdesi) 1996 2000 2005 2010 2014 Avrupa Birliği 54,2 56,5 56,5 46,5 43,5 OECD Ülkeleri 63,3 70,8 62,4 50,4 48,6 1,4 1,2 1,1 2,1 2,4 Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (KEİ) 12,6 8,9 11,7 12,7 12,5 Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) 4,9 3,1 3,6 6,7 7,4 Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) 11,0 5,5 6,5 9,0 9,9 Türk Cumhuriyetleri 3,2 2,1 1,9 3,4 4,5 İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) 17,8 12,9 17,8 28,5 30,9 Avrupa Serbest Ticaret İşbirliği (EFTA) Kaynak: TÜİK HAZİRAN 2015 91 Gümrük Birliğinin Katkısı Gümrük birliği uygulamasının Türkiye ekonomisine katkısı dikkate alındığında, birkaç konu ön plana çıkmaktadır. Birincisi Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı sermayenin büyük bir kısmının Avrupa merkezli olduğudur. Özellikle Türkiye’de yatırım izni için yapılan taleplerin ilk yıllarda hızla arttığı, ancak 1990’lı yılların ikinci yarısında artan makroekonomik istikrarsızlığın etkisiyle önemli bir kısmının gerçekleştirilmediği bir gerçek. Makroekonomik istikrarın sağlanmasıyla birlikte başta Avrupa merkezli olmak üzere dünyanın değişik bölgelerinden Türkiye’ye doğrudan yabancı sermaye girişinin hızlanması beklenebilir. Ki son yıllarda yapılan özelleştirmelerin de etkisiyle önceki dönemlerle kıyaslanamayacak oranda yabancı sermaye girişi artmıştır. yının neredeyse iki katına çıkmış olmasıdır. Türkiye, uyguladığı proaktif dış politika ile dış ticaretini çeşitlendirmiş ve AB pazarına bağımlılığını azaltmıştır. me performansının ihtiyaç duyduğu enerji talebinin bu ülke gruplarından yapılan ithalatta önemli yeri oldu biliniyor. Tablo 2’de ise Türkiye’nin ülke gruplarına göre ithalatının toplam ithalat içindeki payları yer alıyor. Tablodaki veriler, AB’den yapılan ithalatın toplam ithalat içindeki payının yıllar itibariyle azaldığı ve 1996 yılında % 55,8 olan payın 2014’te % 36.7’ye düştüğünü gösteriyor. İthalatta payları artan ülke grupları ise Karadeniz Ekonomik İşbirliği ve Bağımsız Devletler Topluluğu’dur. Türkiye ekonomisinin yüksek büyü- Ülke gruplarına göre ihracatının ve ithalatının toplam dış ticaretindeki payları incelendiğinde, AB’nin Türkiye’nin doğal ticaret ortağı konumunda olduğu görülüyor. Ancak özellikle son on beş yılda İslam dünyasına olan ihracat iki katından fazla artmış ve bu ülke grubu Türkiye’nin potansiyel yeni ticaret ortağı olarak öne çıkmıştır. Tablo-2: Ülke Gruplarına Göre İthalat (Toplam İthalatın Yüzdesi) 1996 2000 2005 2010 2014 Avrupa Birliği 55,81 52,39 45,20 39,02 36,66 OECD Ülkeleri 71,79 66,56 57,58 50,75 48,11 Avrupa Serbest Ticaret İşbirliği (EFTA) 2,55 2,12 3,80 2,16 2,36 Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (KEİ) 8,93 12,38 17,47 17,77 16,90 Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) 2,74 2,83 4,32 6,26 5,55 Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) 6,97 10,16 14,46 15,58 13,66 Türk Cumhuriyetleri 0,70 1,15 1,03 1,58 1,24 İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) 12,81 11,60 8,34 11,97 12,02 Kaynak: TÜİK 92 HAZİRAN 2015 İkincisi, Türkiye için AB piyasasının katkısı, pazarın büyüklüğünün yanı sıra, standartları ve ihraç edilen ürün grubuyla ilgilidir. Zira gelir seviyesi düşük ve ortak standartları olmayan Orta Doğu ve İslam ülkelerine yapılan ürün grubu ile Avrupa’ya ihraç edilen ürün grubu aynı değildir. Diğer bir ifadeyle Türkiye, bu bölgeye katma değeri daha yüksek mal ihracatı yapıyor. Dolayısıyla gelir, piyasa büyüklüğü ve ürün kalitesi ile standartları açısından AB piyasası hala çok önemlidir ve alternatifi bulunmamaktadır. Üçüncüsü, uzun süre ithal ikameci ve kapalı bir ekonomi modeli uygulayan Türkiye’nin 1980’lerde dışa açılma çabaları, piyasa güçlerine alan açılması, özel sektörün desteklenmesi ve en önemlisi de özel sektöre ihracat yapma alışkanlığının ve kapasitesinin öğretilmesi zihniyet değişimi gerektirmekteydi. 1995 yılında gümrük birliğiyle birlikte, özel sektör, bölgesel anlamda Avrupalı işletmeler karşısında nasıl hayatta kalabileceğini öğrendi. Rekabeti tecrübe etti ve ihracat yapmaya başladı. Bu tecrübeyi başlı başına bir kazanç olarak değerlendirmek gerekir. Zira bugün Türkiyeli girişimciler dünyanın dört bir yanındaki fırsatları yakalama çabası içine girmişlerse, bu gayrette 1980’li yıllarda özel sektörü destekleme politikalarının ve gümrük birliğinin oluşturduğu rekabetçi ortamın katkısı oldukça önemli bir yer tutar. Dördüncüsü ise, yine rekabet ile ilgilidir. 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması’nın etkilerinin neler olabileceği konusunda yeterli ve detaylı bilimsel araştırmalar bile yapılmadan 1996 yılında uygulamaya konuldu. Gümrük birliğinin dinamik etkileri ve özelliklede rekabeti artırıcı etkisinin sonucunda, bilimsel çabalardan uzak ve el yordamıyla yapılan analizlerde, Türkiye’deki işletmelerin Avrupa’nın rekabetine dayanamayacağı ve birçok firma ile bazı sektörlerin bu süreçten olumsuz etkileneceği öne sürülmüştür. Ancak bugün gümrük birliğinin etkisiyle iflas eden firmalardan veya kaybolan sektörlerden bahsetmek mümkün değildir. Hatta rekabete dayanamaz denilerek 2000’li yıllara kadar korunan otomotiv sektörü ihracatın ana motoru olmuş durumdadır. Ayrıca ekonominin rekabete açılması, teknolojik yenilenmeye de yol açtı. Birçok sektörde gerek maliyet gerekse ürün kalitesi açısından rekabet edebilmek için yerli firmaların teknolojik altyapılarını yenilediği ve bunu yaparken daha geniş bir piyasaya hitap edeceğinden ölçek ekonomilerini de dikkate aldığı bilinmektedir. AB’nin Durgunluktan Çıkış Stratejisi 2008 yılında Amerika’da başlayan finansal krizin diğer gelişmiş ülkelere de hızla yayılması küresel ekonomide durgunluğa yol açtı. Özellikle dünya gayri safi yurtiçi hasılasının neredeyse yarısının üretildiği ve yine dünya ihracatı ve ithalatının yarısının kaynağının veya hedefinin olduğu ABD ve AB’deki daralma ve durgunluk, küresel ekonomi çarkını da oldukça yavaşlattı. ABD, kamu harcamalarını artırıcı Türkye’nn bu ısrarlı tutumu etkl oldu ve AB le gümrük brlğnn gözden geçrleceğ 12 Mayıs’ta mutabakata bağlandı. Gözden geçrmenn dört husus etrafında şeklleneceğ bell oldu. Brncs, Türkye’nn karar alma mekanzmalarında bundan sonra daha etkn olarak yer alacağı benmsend k, bu durum Türkye’nn menfaatlernn doğrudan kends tarafından kurullarda ve müzakere masalarında dle getrlmesnn yolunu açablr. HAZİRAN 2015 93 T-TIP, gümrük brlğ üzernden Türkye pazarını ABD mallarına tamamen açarken, Türk ürünlernn ABD pazarına grşnn kapsam dışında tutulması uluslararası tcarette karşılıklılık lkesne aykırılık gösterr. Bu durum Türkye-AB arasındak gümrük brlğ uygulamasının adl olmayan eştlksz yapısını çok açık br şeklde ortaya koydu. ve özellikle genişlemeci para politikası ile kısmen bir toparlanma gerçekleştirdi ve durgunluktan çıkma yönünde sinyaller çoğaldı. Ancak aradan geçen 7-8 yıla rağmen AB’de benzer bir toparlanma henüz sağlanamadı. Avrupa Birliği ekonomisi bir bütün olarak neredeyse bu süre içinde büyümedi. AB’deki toparlanmanın gecikmesinde Birliğin örgütlenme yapısı, bütünleşmişlik derecesi ve parasal birlik mimarisinin yanlış kurgulanması ile ülkelere özgü faktörlerin etkili olduğu açık. Zira enflasyon, bütçe açığı, borçlanma, verimlilik başta olmak üzere farklı ekonomik yapıda olan ülkelerin bir araya gelmesiyle oluşturulan parasal birlik, Avro kullanan ülkelerin para politikası otonomisinin kaybolmasına yol açtı. Maliye politikasının merkezileştirilememiş olması, siyasi birliğin anayasa referandumlarında kesintiye uğraması ve ülkeye özgü faktörler, Yunanistan, İtalya, İrlanda, İspanya ve Portekiz gibi Birliğin güney ülkelerinin borç ve yapısal sorunlarına çözüm üretmede oldukça gecikmesine yol açtı. Bu süreç Yunanistan özelinde oldukça maliyetli bir yapıya dönüştü ve hala çözülebilmiş değil. Dünyanın en önemli sıklet merkezlerinden ABD’deki canlanmanın kırılganlığı ve AB’deki toparlanmanın gecikmesi ve yükselen ekonomilerin hızlı büyümesi, küresel güç dengelerinin sarsılmasına yol açıyor. 94 HAZİRAN 2015 Özellikle gelişmiş ülkeler, yükselen ekonomilerin savaş sonrası uluslararası ekonomik düzenin kurumsal yapılarının (IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi) karar alma mekanizmalarında söz hakkına sahip olma veya ağırlığını artırma yönündeki taleplerine karşılık vermede zorlanıyor ve bu kurumların reformdan geçirilmesi noktasında yetersiz kalıyorlar. Küresel ekonomik gelişmelerin ABD ve AB önderliğindeki hegemonik yapıyı sarsması, durgunluktan çıkış yollarının aranmasını ve bir an önce büyümenin kalıcı bir şekilde rayına konulması çabalarını da artırdı. ABD ile AB arasında müzakereleri başlayan ve şuana kadar dünyanın gördüğü en kapsamlı ortaklık anlaşması olan Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (T-TIP), AB ekonomisinin duran çarklarının çalışmaya başlaması ve böylelikle Batı hegemonyasının bir süre daha sürdürülebilmesine yönelik bir işbirliği olarak öne çıkıyor. T-TIP müzakereleri ile ilgili yapılan açıklamalar, ortaklığın kapsamlı bir serbest ticaret anlaşması şeklinde olacağı yönündedir. AB için durgunluktan çıkış stratejisi haline dönüşen Amerika ile daha sıkı işbirliği T-TIP, Birlik ile Gümrük Birliği Anlaşması yapmış olan Türkiye ekonomisi için fırsat ve tehditler oluşturmaktadır. Türkiye-AB Gümrük Birliği’nin Sürdürülebilirliği leri AB’de üretilen ürünlerle aynı koşullarda ABD piyasasına erişim hakkına sahip olmalıdır. Ekonomik ve siyasi olarak tüm boyutları düşünülmeden sağlıksız koşullarda imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması, Türkiye’nin karar alma mekanizmasında olmadığı bir yapının alacağı kararları kabul edeceği taahhüdüne dayanıyor. Bu eksikliği gidermek için Türkiye’yi ilgilendiren konularda “görüş alınması” ilkesini benimsendi. Ancak Türkiye’nin “görüşlerinin” masa başında ne kadar dikkate alındığı ve menfaatlerinin ne kadar korunduğu her zaman muğlak ve belirsizdir. Nitekim AB ile ABD arasında müzakerelerine başlanılan T-TIP’in sonuçlanması ve uygulamaya geçilmesi sürecinde Türkiye’nin menfaatlerinin yeterince dikkate alınıp alınmadığı belirsizdir. Çünkü T-Tıp ile ABD ürünleri AB piyasasına imtiyazlı giriş elde ederken, doğrudan Türkiye piyasasına da erişim hakkına sahip olacaktır. Ancak aynı durum Türkiye kaynaklı ürünler için geçerli değildir. Diğer bir anlatımla Türkiye’de imalat sektöründe üretilen bir ürün Gümrük Birliği Anlaşması kapsamında AB piyasasına kolaylıkla girerken Türk malları, ABD’nin AB ürünlerine sağladığı kolaylıklardan yararlanamayacaktır. Türkiye-AB arasındaki gümrük birliğinin dengesiz ve eşitliksiz kurgusu, Türkiye’nin AB üyeliğinin fazla gecikmeden gerçekleşeceği varsayımı ile belirli bir süre belki kabul edilebilir bir durum olabilir. Ancak Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin gerçekleşmemesi veya gecikmesiyle ortaya çıkan yeni ekonomik ve siyasi gelişmelerin yaşanması, gümrük birliğinin mevcut halliyle siyaseten sürdürülmesini imkansız hale getiriyor. Zaten bu yüzden olsa gerek, Türkiye, T-TIP vesilesiyle AB ile 1995 yılında yaptığı Gümrük Birliği Anlaşması’nı gözden geçirmenin hayati olduğunu her fırsatta ortaklarına bildirmeye başladı. T-TIP, gümrük birliği üzerinden Türkiye pazarını ABD mallarına tamamen açarken, Türk ürünlerinin ABD pazarına girişinin kapsam dışında tutulması uluslararası ticarette karşılıklılık ilkesine aykırılık gösterir. Bu durum Türkiye-AB arasındaki gümrük birliği uygulamasının adil olmayan eşitliksiz yapısını çok açık bir şekilde ortaya koydu. Türkiye, AB’nin dış ticaret politikası çerçevesinde üçüncü ülkelerle attığı adımlardan geçmişte de zaman zaman zarar gördü. AB ile siyasi ilişkilerin önemi ve üçüncü ülkelerle yapılan anlaşmaların etkilerinin sınırlı olması bu olumsuz gelişmelerin göz ardı edilmesine yol açtı. Ancak dünyanın en önemli ve büyük ekonomilerinden biriyle yapılacak ikili bir anlaşma (T-TIP), Türkiye’nin AB’ye bakan vizyonu ile fırsata dönüştürülmeli ve Türk ürün- Türkiye’nin bu ısrarlı tutumu etkili oldu ve AB ile gümrük birliğinin gözden geçirileceği 12 Mayıs’ta mutabakata bağlandı. Gözden geçirmenin dört husus etrafında şekilleneceği belli oldu. Birincisi, Türkiye’nin karar alma mekanizmalarında bundan sonra daha etkin olarak yer alacağı benimsendi ki, bu durum Türkiye’nin menfaatlerinin doğrudan kendisi tarafından kurullarda ve müzakere masalarında dile getirilmesinin yolunu açabilir. İkincisi, AB’nin üçüncü ülkelerle imzalayacağı serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye’nin otomatik olarak taraf olmasının sağlanması ki, bu durumda başta T-TIP olmak üzere AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı ticaret anlaşmalarına Türkiye’nin de dahil olmasının önünü açabilir. Üçüncüsü, Türkiye’nin gümrük birliği kapsamındaki ürünlerinin AB içinde serbest dolaşımının önündeki engellerin ve kotaların kaldırılmasının sağlanması ki, bu durum AB pazarının Türkiye’ye daha fazla açılmasına yol açabilir. Son olarak, AB ile gümrük birliği kapsamında 1996 yılında kapsam dışında bırakılan hizmetlerin, kamu alımlarının ve tarım sektörünün görüşmelere dahil edilmesi ki, bu durum anlaşmanın kapsamını genişletmesi açısından yeni fırsatlar yaratabilir. HAZİRAN 2015 95 EKONOMİ IMF’YE ALTERNATiFLER GELiYOR Prof. Dr. Muhsin KAR SDE Ekonomi Programı Koordinatörü Yrd. Doç. Dr. Ahmet ŞAHBAZ* Akademisyen K üreselleşmenin hızlanması, ülkelerarası ekonomik etkileşimlerin artmasına ve ülkelerin birbirine bağımlı hale gelmesine neden oldu. Bu bağlamda bir ülke ekonomisinde görülen bir hastalık, aniden ve hızlı bir şekilde etkileşimin derecesine bağlı olarak diğer ülkeleri de etkiliyor. Özellikle gelişmiş ve büyük bir ülkede yaşanan kriz ise, gelişmiş ve gelişmekte olan ülke ayrımı yapmadan neredeyse küresel ekonominin tamamını krize sürükleyebiliyor. Böylesi dönemlerde hem fon ihtiyacı hem de fon kullanma/borçlanma maliyetleri artıyor. Küresel ekonomide yaşanan çalkantılar ve belirsizlikler de doğal olarak, gelişmekte olan ülkelerin/yükselen ekonomilerin kırılganlıklarını daha da artırıyor. Küreselleşmenin doğasından kaynaklanan karşılıklı etkileşim ve bağımlılık ise krizin etkisini yaygınlaştırmakta, derinleştirmekte ve çıkış süresinin uzamasına neden olmaktadır. Küresel ekonomde yaşanan çalkantılar ve belrszlkler de doğal olarak, gelşmekte olan ülkelern/yükselen ekonomlern kırılganlıklarını daha da artırıyor. Küreselleşmenn doğasından kaynaklanan karşılıklı etkleşm ve bağımlılık se krzn etksn yaygınlaştırmakta, dernleştrmekte ve çıkış süresnn uzamasına neden olmaktadır. 2008 yılında Amerika’da başlayan finansal krizin Avrupa kıtasına sıçraması, kırılganlığı yüksek ülkelerin (İrlanda, Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz) krize girmesine neden oldu. Avrupa Birliği’nin hazırlıksız yakalandığı bu krize karşı savunma mekanizmalarının geliştirilmemesi, parasal birlik mimarisinin iyi kurgulanmamış oluşu, sorunların çözümüne yönelik görüş ayrılıkları ve ülkelere özgü iş yapma/ politika oluşturma kültürlerindeki farklı faktörler, krizi derinleştiren ve tüm üye ülkelerin ekonomilerinin etkilenmesine yol açan bir sürece dönüştü. nın çözümü önemli bir problem oldu. Kriz özellikle borçlanma koşullarını kötüleştirmiş ve hatta Avrupa borç krizini derinden yaşayan bazı ülkelerin Avro bölgesinin dışında tutulması dahi gündeme gelmişti. Bu nedenle gerek birliğin gerekse parasal birliğin bir bütün olarak risk altına girmesi, oluşturulan fon ve mekanizma ile engellenmeye çalışıldı. Bu nedenle 2008 küresel kriz sonrası, Avro Bölgesindeki 19 ülkenin desteği ile 27 Eylül 2012 tarihinde Avrupa İstikrar Mekanizması (ESM) ilk bölgesel IMF çabası olarak ortaya çıktı. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde küresel ekonomik istikrar için yapılanan ve ülkelerin ödemeler dengesinden kaynaklanan krizlerin çözümü sürecinde kısa vadeli likidite sağlayan IMF kaynaklarının AB’deki ihtiyacı karşılayamama riski, alternatif yöntem ve kaynak arayışlarının değerlendirilmesine yol açtı. Bu arayış sonrasında Avrupa İstikrar Mekanizması (European Stability Mechanism, ESM) ortaya çıktı ve ilk bölgesel IMF olarak değerlendirildi. Borç krizi, AB’nin parasal birliğin (Avro Bölgesi) istikrarını sağlamaya yönelik mekanizmalardan, süreçlerden ve kurumsal yapılardan mahrum olduğunu gösterdi. Kurtarma paketlerini hayata koymak ve bu bağlamda likidite sağlamak ve reformları takip için bir dizi önlem alındı. Bir yandan yasal altyapıdaki yetersizlikler giderilerek kurumsal mekanizmaların önü açılmaya çalışılırken, diğer yandan acil ihtiyaçları karşılamaya yönelik bir dizi önlem anlındı. İlk olarak, 27 üye ülkenin desteği ile 9 Mayıs 2010 tarihinde Avrupa Finansal İstikrar Kolaylığı’nın (European Financial Stability Facility, EFSF) oluşturulması kararlaştırıldı. Diğer taraftan küresel ekonomideki merkez ülkelerin güç kaybetmesi ve yükselen ekonomilerin ortaya çıkması, güç dengelerini de etkiledi. Yükselen ekonomiler savaş sonrası uluslararası ekonomik düzenin karar alma mekanizmalarında söz sahibi olma taleplerini yükselttiler. Yükselen ekonomiler özellikle küresel anlamda risklerin arttığı ve belirsizliklerin yaygınlaştığı bir ortamda, ABD’nin IMF’nin reformu noktasındaki isteksizliğini de dikkate alarak, olası likidite ihtiyaçlarına karşı savunma mekanizmaları geliştirme çabası içine girdiler. Önemli yükselen ekonomilerden olan Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS’in de böyle bir çaba içerisine girdiği görülüyor. Avrupa IMF’si: Avrupa İstikrar Mekanizması (ESM) Gelişmiş ülkeleri derinden etkileyen 2008 krizi sonrasında ortaya çıkan bütçe açığı ve borç sorunları- 96 HAZİRAN 2015 Geçici nitelikte mali destek ile parasal birliğin istikrarını sağlamaya yönelik olarak düşünülen EFSF’nin 440 milyar Avro borçlanabilmesine ve bu likiditeyi kurtarma paketlerinde kullanmasına imkan sağlandı. Krizin derinleşme ve yayılma riskine karşı, bu fonun hacmi Temmuz 2011’de 780 milyar Avro’ya çıkarıldı. EFSF bünyesinde oluşturulan kaynaktan Kasım 2010’da İrlanda’ya 18.4 milyar Avro, Mayıs 2011’de Portekiz’e 26 milyar Avro ve Mart 2012’de Yunanistan’a 144.7 milyar Avro sağlandı. Ayrıca Avrupa Komisyonu, Mayıs 2010’da AB bütçesi garantisiyle finansal piyasalardan 60 milyar Avro borç almak ve bu kaynağı acil durumlarda Avro Bölgesi dışındaki birlik üyesi ülkelerin ihtiyaçlarında kullanılmak amacıyla Avrupa Finansal İstik- HAZİRAN 2015 97 Makroekonomk göstergelerden açıkça görüldüğü üzere özellkle 2000’l yıllarla brlkte dünya ekonomsnde BRICS ülkelernn payı hızlı br bçmde artmıştır. Gelşmş pyasaları dernden etkleyen küresel krz le brlkte de bu ülkelern gerek dünya mll gelrndek gerekse dünya dış tcaretndek payları belrgn br bçmde artış göstermştr. rarlaştırma Mekanizması (European Financial Stabilisation Mechanism, EFSM) adlı yeni bir mekanizma geliştirdi. Bu kaynaktan 22.5 milyar Avro’su İrlanda ve 26 milyar Avro’su Potekiz için olmak üzere toplam 48.5 milyar Avro destek sağlandı. AB, Avro Bölgesinin finansal istikrarını sağlamak adına mekanizmalar ve fonlar oluştururken, bunları hayata geçirebilmek için uluslararası finansal kuruluşların tecrübesinden ve birikiminden de yararlandı. Nitekim, borç krizi ile karşı karşıya olan ülkelerde uygulanan kemer sıkma politikalarını Troyka (Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF) marifetiyle çözme yoluna gitti. Avrupa Birliği, Eylül 2010’da kurucu anlaşmalarda değişiklik yapılması kararının ardından atılan adımlar ile 26 Eylül 2012 tarihinde, Avro Bölgesi için zor durumdaki ülkelere destek sağlamak üzere kalıcı bir kuruluşa, Avrupa İstikrar Mekanizması’nın (European Stability Mechanism, ESM) kurulmasıyla kavuştu. ESM’nin 1 Ocak 2013 tarihinde faaliyete başlaması ile EFSF ve EFSM’nin yetkileri bu kuruma devredilmiştir. EFSF ve EFSM, kendileri tarafından kararlaştırılan ve uygulamaya konulan kurtarma paketlerini takip etmekle sorumludur. ESM, 80 milyar Avro’su ödenmiş olmak üzere toplam 700 milyar Avro’luk fon sağlama imkanı ile yetkilendirildi. AB, ESM ile Avro Bölgesi’nde yaşanacak bir krize ve Avro’nun istikrarını bozacak şoklara karşı savunma mekanizması oluşturdu ve kurumsal bir yapıya kavuştu. turulan ekonomi politikalarında 1970’li yılların ortalarında değişikliğe gidildi. Neoliberal politika dalgası ile bir kısım gelişmekte olan ülke küresel ekonomik düzene entegre edildi ve gelişmiş ülkelerdeki durgunluk aşılmaya çalışıldı. Liberal politikaların uygulanmaya başlanması ile birlikte hemen hemen bütün ülkeler dış şoklara açık hale geldi. 1990’lı yıllarda gelişmekte olan ülkelerde bir dizi kriz dalgası görüldü. 2000’li yıllara durgunluk içinde giren ABD, 2008’deki finansal kriz ile küresel ekonomik istikrarı tehdit eder hale geldi. Tarihsel olarak bakıldığında gelişmiş ülkelerin küresel ekonomideki ağırlığı yıllar içinde azalıyor. Merkezde yer alan ülkelerin ekonomik gücü azalırken, dünyanın farklı coğrafyalarında bazı ülkelerin gücünde de artış görülüyor. Hemen bütün makroekonomik göstergeler, güç merkezinin değişmekte olduğunu ve bazı yeni ülkelerin ön plana çıktığını gösteriyor. Tablo 2’deki dünya ihracatı dağılımına göre 1990 yılında dünya ihracatının yaklaşık % 56’sını AB ve ABD yaparken, 2013 yılında bu oran yaklaşık % 42’ye düşmüştür. Özellikle AB’nin ihracat payı yaklaşık % 44’den, % 32,7’ye gerilemiştir. Buna karşılık BRICS ülkelerinin payı aynı dönemde % 5,41’den, % 16,65’e çıkmıştır. Neredeyse AB ihracat payındaki azalma miktarı kadar BRICS ülkelerinin payı artmıştır. Tablo-2: Dünya İhracatının Dağılımı (%) 1990 2000 2005 2010 2013 AB 43,95 37,75 39,08 34,31 32,70 ABD 12,77 13,79 10,11 9,74 9,65 BRICS 5,41 6,99 11,34 15,27 16,65 BRE 0,88 0,81 1,03 1,22 1,20 ÇİN 1,21 3,51 6,46 9,17 10,41 GAF 0,63 0,47 0,53 0,56 0,48 HİN 0,52 0,77 1,24 1,97 2,01 RUS 2,17 1,44 2,08 2,34 2,54 Kaynak: World Development Indicators lımına göre, 1990 yılında yaklaşık toplam DYY’ların % 72’si AB ve ABD’ye yapılırken, bu oran 2013 yılında ciddi bir biçimde azalarak % 33 seviyelerine gerilemiştir. Bu dönem içerisinde AB ve ABD’ye yönelen doğrudan yabancı yatırımlar yarıdan fazla azaldı. Tablo-4: Dünya FDI girişlerinin dağılımı (%) 1990 2000 2005 2010 2013 AB 46,06 47,42 56,63 31,49 16,87 ABD 24,70 24,35 10,18 14,61 16,79 BRICS 2,36 5,95 11,48 22,57 30,49 BRE 0,50 2,48 1,14 3,01 4,60 ÇİN 1,78 2,91 8,18 15,38 19,80 GAF -0,04 0,07 0,48 0,21 0,46 HİN 0,12 0,27 0,54 1,54 1,60 0,21 1,14 2,43 4,02 RUS Kaynak: World Development Indicators BRICS’in Finansal Ayakları: Yeni Kalkınma Bankası ve Kurtarma Fonu Değişen Güç Dengeleri BRICS 7,88 8,17 10,63 17,91 20,93 GAF 0,48 0,42 0,54 0,56 0,54 Batı Avrupa ve Amerika, savaş sonrası dönemde yüksek oranlı büyüme performansları yakaladı ve altın çağını yaşadılar. Gelişmiş ülkeler 1970’li yıllarda petrol fiyatlarındaki artıştan olumsuz etkilendi. Savaş sonrası dönemde uluslararası ekonomik düzenin saç ayağını oluşturan Dünya Bankası, IMF ve GATT/Dünya Ticaret Örgütü öncülüğünde oluş- BRE 2,05 1,94 1,88 3,29 2,97 HİN 0,62 0,82 1,44 2,43 2,32 ÇİN 1,59 3,61 4,80 9,09 12,22 RUS 2,11 0,79 1,28 1,74 2,08 GAF 0,50 0,41 0,55 0,58 0,48 Kaynak: World Development Indicators Makroekonomik göstergelerden açıkça görüldüğü üzere özellikle 2000’li yıllarla birlikte dünya ekonomisinde BRICS ülkelerinin payı hızlı bir biçimde artmıştır. Gelişmiş piyasaları derinden etkileyen küresel kriz ile birlikte de bu ülkelerin gerek dünya milli gelirindeki gerekse dünya dış ticaretindeki payları belirgin bir biçimde artış göstermiştir. Kendisine güvenli ve yüksek getiri arayan doğrudan yabancı yatırımlar için bu ülkeler cazibe merkezi haline gelmiştir. Güç dengelerindeki değişimle beraber yükselen piyasa ekonomileri, II. Dünya Savaşı’nın kazananlarının kurguladığı uluslararası ekonomik düzen ve bu düzeni sağlayan kuruluşların (Dünya Bankası, IMF ve GATT/Dünya Ticaret Örgütü) karar alma mekanizmalarında daha etkili olmaya yönelik taleplerini yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Zaten küresel ekonominin durgunluktan çıkabilmesi için gelişmiş ülkelerin yükselen ekonomilere olan ihtiyacı da G20’nin oluşturulmasıyla açığa çıktı. Ancak gelişmiş ülkelerin, bu imtiyazlı konumlarından geri adım atmamaları veya çok yavaş hareket etmeleri, yükselen ekonomileri alternatifler geliştirmeye itiyor. HIN 1,45 1,43 1,78 2,62 2,48 RUS 2,29 0,78 1,63 2,34 2,77 Bu tablolar arasındaki en önemli fark, doğrudan yabancı sermaye girişlerinde ortay çıkmaktadır. Tablo 4’de sunulan doğrudan yabancı yatırım (DYY) dağı- Bu bağlamda küresel kriz sonrası AB’nin krizden etkilenen ülkeleri rahatlatmak ve/veya krizden çıkışını hızlandırmak amacıyla oluşturduğu geçici fonlar/ 98 HAZİRAN 2015 Tablo 1’deki dünya GSYİH’sinin dağılımına bakıldığında, 1990 yılında dünya GSYİH’sinin yaklaşık % 60’ı AB ve ABD’ye aitken, 2013 yılında bu pay yaklaşık % 46’ya düşmüştür. BRICS ülkelerinin payı da aynı dönemde % 7,88’den, yaklaşık % 21’e çıkmıştır. Tablo-1: Dünya GSYİH’sinin Dağılımı (%) İhracata benzer bir durum ithalatta oranlarında da karşımıza çıkıyor. Tablo 3’de verilen ithalat dağılımına göre, 1990 yılında dünya mal ve hizmet ithalatının yaklaşık % 44,2 ve 14,3’ü AB ve ABD tarafından yapılırken, 2013 yılında yaklaşık % 44’e düşüyor. BRICS ülkelerinin payı da % 4,9’dan % 16,1’e çıkıyor. Tablo-3: Dünya İthalatının Dağılımı (%) 1990 2000 2005 2010 2013 AB 44,19 37,49 38,71 34,44 31,63 ABD 14,33 18,55 15,87 12,78 12,19 1990 2000 2005 2010 2013 BRICS 4,91 6,13 9,62 14,33 16,12 AB 26,55 30,95 27,87 22,94 22,17 BRE 0,73 0,95 0,79 1,38 1,49 ABD 33,56 26,51 30,47 25,96 23,75 ÇİN 0,97 3,16 5,57 8,22 9,70 Kaynak: World Development Indicators HAZİRAN 2015 99 EKONOMİ AB’nn krzden etklenen ülkeler rahatlatmak ve/veya krzden çıkışını hızlandırmak amacıyla oluşturduğu geçc fonlar/mekanzmalar, BRICS ülkelerne de lham olmuştur. Uluslararası kuruluşların karar süreçlernde beklenen reformlar yapılmayınca, bu ülkeler kend IMF ve/veya kalkınma bankalarını kurma yoluna gttler. mekanizmalar, k i l BRICS ülk ülkelerine l i d de ilh ilham olmuştur. l t Uluslararası kuruluşların karar süreçlerinde beklenen reformlar yapılmayınca, bu ülkeler kendi IMF ve/veya kalkınma bankalarını kurma yoluna gittiler. IMF benzeri b i bölgesel böl l bir bi finansal fi l kuruluş k l olarak l k göö rev yapacaktır. 27 Mart 2013 tarihindeki 5. BRICS zirvesinde, yükselen ekonomilerin kalkınması ve finansal ihtiyaçlar için Yeni Kalkınma Bankası kurulması bu çabanın ilk ürününü oluşturdu. Yine Çin’in öncülüğünde kurulan Asya Altyapı Yatırım Bankası (Ekim 2014), bölge ülkelerinin yanı sıra İngiltere ve Almanya başta olmak üzere bölge dışından 57 ülkenin kurucu üye olma talebiyle karşılaştı. Son olarak BRICS ülkeleri, Temmuz 2014’te 100 milyar Dolar fon hacmine sahip Kurtarma Fonu kurmayı kararlaştırmıştı. Geçtiğimiz ay anlaşmanın Rusya parlamentosu tarafından kabulü ile sona yaklaşıldı. Küresel ekonomideki değişim ve dönüşüme paralel olarak, likidite ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çabalara küresel bir katılım bankası oluşturma çabasının da Türkiye’nin öncülüğünde şekillenmeye başladığı görülüyor. Türkiye’de kamunun da katılım bankacılığına adım atması ve piyasa paylarının artacağı beklentisi, faizsiz bankacılık sisteminin finansal krizlere daha dayanıklı olması ve likidite ihtiyaçlarının karşılanması için dünyadaki katılım bankalarının merkez bankası gibi çalışacağı bir yapı kurgulanıyor. Mega Katılım Bankasının merkezinin Türkiye olması planlanıyor. Türkiye, Endonezya ve İslam Kalkınma Bankası öncülüğünde böylesi bir yapının hayata geçirilmesi, alternatif bankacılığın daha sağlam bir şekilde gelişmesini ve kısa vadeli ve acil fon ihtiyaçlarının karşılanması noktasında önemli bir eksikliğin giderilmesini sağlayacaktır. Anlaşmaya göre, BRICS Kurtarma Fonu’nun büyüklüğü toplam 100 milyar Dolar olarak planlandı. Kurtarma Fonu’na, Çin 41, Rusya, Brezilya ve Hindistan 18 ve Güney Afrika Cumhuriyeti 5 milyar Dolar aktaracaktır. Bu anlaşma BRICS üyesi ülkeler arasında hem iş birliğinin arttırılmasını hem de dışsal şoklara karşı hızlı ve ucuz fon imkanı sağlayarak, İslam Dünyasının İhtiyacı: Mega Katılım Bankası VETO DEĞİL, MANİFESTO... * Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesidir. Dr. M. Levent YILMAZ SDE Uzmanı C umhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan 21 Nisan 2015 tarihinde katıldığı Türk Telekom’un kuruluşunun 175. Yıl etkinliklerinde yaptığı konuşmada aynen şu cümleleri kullandı: “Gündemde 4G ihalesi var. Ama dünya 5G’yi konuşuyor. 4G’yle hiç zaman kaybetmeyelim. O zaman 3G’de 2 yıl daha sabredersek, 5G’ye geçeriz. Aksi takdirde 4G’ye geçersek Türkiye çöplük haline döner.” Peki, her fırsatta Türkiye’nin aleyhine hareket eden medya grubundaki manşet ne oldu: “Erdoğan’dan 4G’ye veto.” 100 HAZİRAN 2015 Erdoğan’ın bir vizyon bildirgesi niteliği taşıyan 5G çıkışını bu kadar ucuzlatacak, Türkiye’nin artık teknolojiyi satın alıp kullanan değil üretip satan ülke konumuna gelmesini engelleyecek başka bir manşet düşünemiyorum. Küresel finans oligarşisinin elindeki malum medya gruplarının bu hallerine alışmış olabiliriz ama bu asla onların dillerini kabullenip susacağımız anlamına gelmemeli. Bu yüzden Erdoğan’ın 5G çıkışının bir veto değil aslında oldukça önemli bir vizyon manifestosu olduğunu çok iyi anlamalıyız. İlk olarak bu “G” nedir ona bakalım. G harfi, Türkçe karşılığı “Nesil” olan “Generation” kelimesinin baş HAZİRAN 2015 101 harfidir. Kısaca mobil iletişim teknolojilerindeki gelişimin nesillerini temsil eder. Yeni nesil bir teknoloji geldikçe “G”nin önündeki rakam artar. Bu bilgiyi verdikten sonra devam edelim. 4G teknolojisini incelediğimizde esasen 4G’nin 3G teknolojisine nazaran bize hız dışında teknolojik bir avantaj getirmediği görülmektedir. Ayrıca bazı yayın organlarında gördüğünüz bütün dünya 4G kullanıyor safsatasına da sakın inanmayın. Bugün itibariyle bütün dünyadaki GSM abonelerinin sadece % 7’si 4G’li sim kart taşıyor. Bu oran yaklaşık 487 milyon aboneye denk geliyor ve bunun da 150 milyonu ABD’de ve 90 milyonu Çin’de yaşıyor. O halde bütün dünya 4G’ye falan geçmiş değil. Aşağıdaki grafik hali hazırda 4G teknolojisine uygun kullanımdaki cihazların sayısını gösteriyor. gösteriyor ki bu 4G’nin karşılayabileceği bir kapasite değil. Dahası bütün bu 4G teknolojisi, konuşma teknolojisi bakımında 2G’den hiç farklı değil. Sadece biraz daha hızlı bir veri transferi öngörüyor ki, 4G’nin de önümüzdeki 10 yılda bu trafiğe cevap verme kabiliyeti oldukça kısıtlı görülüyor. Diyelim ki bütün bu yukarıdaki vizyonu bir kenara bırakıp, kör bir bakış açısı ile 4G kararı verdik. Bunun bize maliyeti ne olur? 4G’yi verimli kullanabilmek için farklı özellik ve büyüklüklerde 130.000 adetin üzerinde baz istasyonu yatırımı yapmak gerekiyor. Zira 3G için kullanılan baz istasyonları teknik açıdan 4G için yetersizdir. Bu baz istasyonları yatırımının yaklaşık bedelinin 6,5 milyar Dolar civarında olacağı tahmin edilmektedir. Grafik-1: Dünya’da Kullanılan Cihazların Teknoloji Uyumları (Milyar Adet) Bu rakama çekirdek alt yapı şebekelerinin uyumlu hale getirilmesi için gereken 1,5 milyar Dolar’ı da eklersek söz konusu maliyet toplam 8 milyar Dolar olur. Hepsi bu kadar mı? Hayır. Daha bu rakamlara fiber alt yapıların iyileştirilmesinin maliyetini ve 4G teknolojisini geliştiren şirketlere ödenecek olan lisans ücretlerini de eklersek toplam maliyetin 12-13 milyar Dolar olacağı tahmin edilmektedir. Kaynak: Cisco VNI Mobile, 2015. Şuanda 2015 yılında olduğumuza göre grafik bize dünyadaki 4G’li cihaz sayısının sadece % 7 seviyelerinde olduğunu gösteriyor. Ancak daha da önemlisi yapılan projeksiyonlar 2020 yılına geldiğimizde bu oranın ancak % 26’ya ulaşacağını gösteriyor. Dahası 2020’de 3G teknolojisi (Bizde 3,8G diyebiliriz) halen hakim iletişim teknolojisi olarak kalacak görünüyor. Yani rakamlar ve projeksiyonlar da Türkiye’nin teknoloji çöplüğüne dönmemesi gerektiğini gösteriyor. Hali hazırda yapılan bir diğer hesaplama da 2025’teki veri trafiğinin 2015’ten 1000 kat daha fazla olacağını 102 HAZİRAN 2015 Peki, bu geçiş süreci ne kadar sürecek derseniz, en az 3 yıl cevabını alırsınız. Yani bugün başlasak bile 2018’den önce bu teknolojiyi tam anlamı ile kullanmak mümkün görünmüyor. Analizimize devam edelim. Türkiye’de faaliyet gösteren GSM operatörlerinin gelirleri içinde data transferi gelirlerinin çok düşük olduğu biliniyor. Buradaki gelirin 500 milyon Dolar civarında olduğu düşünülürse, bu gelirden maliyetler de çıkarılırsa net karın daha da düşeceği görülür. O halde yıllık 500 milyon Doların çok altında bir gelir için 12-13 milyar Dolar yatırım yapmak mantıklı görünmüyor. Hatta bu teknolojinin sadece 2 yıl gibi kısa bir süre kullanılması da hiçbir şekilde yapılan yatırımın maliyetinin çıkarılamayacağı anlamına gelir. İşte tam da buna benzer sebeplerden dolayı ABD, 3G teknolojisini by-pass edip 2G’den doğrudan 4G’ye geçti. Başka bir örnek vermek gerekirse 3G ilk çıktığında bazı ülkelerin 50-60 milyar Dolar lisans bedelleri ödediği de biliniyor. Peki Nedir Bu 5G? 5G nesnelerin internetini inşa ediyor. Çevrenizde gördüğünüz şeylerin tamamına yakınının internete bağlı olduğu ve aralarında çok yüksek hızda veri transferinin yapıldığı teknolojik bir ortam hazırlıyor. Çok üstün-verimli Mobil İletişim Şebekeleri, Çok üstün-hızda Mobil Şebekeler ve Çok üstündüzeyde bütünleşmiş Fiber-Kablosuz İletişim Şebekelerini beraberinde getiriyor. İnsansız savaş uçaklarına, sürücüsüz otomobillere imkan tanıyor. Vücudunuzdaki hastalıkları doktora gitmeden doktorunuza bildirecek teknolojilere zemin hazırlıyor. Yani kısacası bugün için aşırı lüks diyebileceğimiz akıllı teknolojileri günlük hayatın bir parçası haline getirecek bir teknoloji. Başka neler getiriyor 5G? 4G’ye kıyasla 1000 kat daha fazla veri kullanım yoğunluğu, bugüne kıyasla 100 kat daha fazla nesnenin internete bağlandığı bir dünya, 4G’ye kıyasla 10 kata kadar daha hızlı (10 Gbps) veri aktarımını 5 kat daha az zamanda yapma imkanı sağlıyor. Ayrıca tüm bunları cihazların pil kullanım ömürlerini uzatarak yapacak bir teknoloji doğuyor. Dünya’da 5G çalışmaları ilk kez 2008’de Güney Kore’de başladı. Ardından İngiltere, ABD, Japonya, Çin, Almanya, Fransa, Hindistan, İsrail, Singapur, Rusya, İsveç, İsviçre ve Tunus geldi. Bu listeye neden Türkiye girmesin? 500 milyon Doların çok altında bir gelir için 12-13 milyar Dolar yatırım yapmak mantıklı görünmüyor. Hatta bu teknolojinin sadece 2 yıl gibi kısa bir süre kullanılması da hiçbir şekilde yapılan yatırımın maliyetinin çıkarılamayacağı anlamına gelir. Bu basitçe özetlemeye çalıştığımız analiz bile, Erdoğan’ın 4G çıkışının temelinin ne kadar sağlam olduğunu gösteriyor. Peki, Erdoğan başka ne diyor? Erdoğan, bu noktada aslında yeni Türkiye’nin ekonomik vizyonunun mesajlarını metin altında veriyor. 5G’yi biz geliştirelim, 4G’yi pas geçelim bu sürede ar-ge çalışmaları yapalım ve 5G teknolojisine yönelik çalışmalar yapalım. Bu teklif aslında Türkiye’nin yeni dönemde yapması gereken teknoloji yoğun, katma değeri yüksek ürünlere geçişin mantalitesini ortaya koyuyor. Yapılan bütün çalışmalar 2025 yılında en çok getiri sağlayacak ve gelişecek sektörün mobil iletişim sektörü olduğunu gösteriyor. İşte size çarpıcı bir örnek; 3G ve 4G için CDMA patentini elinde tutan Qualcomm firmasının 2014’teki toplam geliri 26,49 milyar USD, toplam karı 9,987 milyar USD, Toplam Lisans Bedeli ise 7,69 milyar USD (Toplam karın % 77’si herhangi bir üretim yapmadan elde edilmiştir.) Türkiye’nin bu yarışta yerini alabilmesi açısından 5G’nin hem simgesel hem de ekonomik bir önemi var, olaya bu açıdan bakmak lazım. Bu açıdan bakarsanız Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı daha iyi anlarsınız. Yani ortada bir “4G Vetosu” değil, bir vizyonun manifestosu var. Ülkesini küçümseyen ve gerçeği(!) Batı’da arayanlar için de Batı’dan bir örnekle onları da tatmin edelim. Dünya’nın en büyük teknoloji şirketlerinden birisi olan Ericsson’un CEO’su Hans Vestberg 2015 Ocak ayında Barcelona’da düzenlenen Mobile World Congress’te şöyle diyor: “4G’yi unutun. Ne varsa 5G’de var.” HAZİRAN 2015 103 Ramazan Ayının Ruhu ve Syaset Prof. Dr. Talp Özdeş Türkye-Suud Arabstan İşbrlğ Çalıştayı SDE Haber Çn Komünst Parts Heyet’nn SDE Zyaret SDE Haber Kuveytl Gazeteclern SDE Zyaret SDE Haber GENEL RAMAZAN AYININ RUHU VE SiYASET Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ SDE Uzmanı Toplum tarafından yönetim görevi kendilerine tevdi edilenlerin de ehliyet şartına riayet etmeleri, devlet görevlerini doğruluk ve dürüstlük başta olmak üzere ahlaki erdemlere, görevin gerektirdiği bilgi, beceri ve donanıma sahip olanlara tevdi etmeleri işin tabiatı gereğidir. Allah, iktidarı elinde tutanlara yönetim konusunda adaletle hükmetmelerini emrederken, ayrıca idare konusunda istişare etmelerini de emretmektedir. Bu emir, yönetim mekanizmasının başında olanların devlet görevlerini birilerine tevdi ederken, özellikle de danışmanlarını seçerken çok dikkatli olmalarını gerektirmektedir. 106 HAZİRAN 2015 M Dn amaçlarla hzmet çn yola çıktığını dda eden hareketlern, mümnler terk ederek, hatta onlara sırtını dönerek başkalarını dost ednme lüksü olamaz. Müslüman br toplumda gerek ktdarda olanların, gerek muhalefet zemnnde bulunanların düşünce, nyet ve eylemlernde adalet, emanet, hakkanyet, doğruluk, dürüstlük, kardeşlk, dayanışma gb İslam’ın öne çıkardığı temel değerler ve prensplerle çelşkye düşmemeler; ümmetn ortak ruhuna, brlğne ve maslahatına zarar verecek durumların çersne grmemeler gerekmektedr. übarek Üç Aylar’ın içerisindeyiz. Başlangıcı rahmet, ortası mağfiret, sonu günahlardan arınma ve kurtuluş olan bir Ramazanı daha idrak etmek üzereyiz. Bu Üç Aylar’ı ve Ramazanı önemli kılan, ülkemizin kaderini ve geleceğini belirleyecek, belki de önemli bir dönüm noktası olabilecek bir seçim dönemine isabet etmesi. Bir taraftan içerisinde Ramazanın ve Kadir gecesinin de bulunduğu ruhlara huzur veren, şeytani düşüncelere ve sınır tanımayan ihtiraslara manevi zincirlerin vurulduğu mübarek ayları idrak ediyor olmanın heyecanını hissederken, ne yazık ki diğer taraftan ihtirasların, sınır tanımamazlıkların, dezenformasyonun, ithamların, suçlamaların, hakaretlerin, gerginlik ve kavgaların damgasını vurduğu bir seçim atmosferini solumanın sıkıntı ve stresini yaşamaktayız. Üç Aylar ve mübarek Ramazanı idrak etmek, sadece kandil ve kutlama mesajlarının çekildiği, ibadetlerin özünü ve ruhunu kaybedip şekilsel boyutunun öne çıktığı aylar olmanın ötesinde bir durumdur. Siyasi ve sosyal platformlarda sıklıkla kullanılmalarına rağmen, İslami kavram ve şiarların ciddi bir anlam erozyonuna maruz kaldıklarına şahitlik etmekteyiz. sında olma bilinci ortadan kalktığında, namaz, oruç ve bütün ibadetler, insanın manevi tekamülünü gerçekleştiremeyen şekli (formel) uygulamalar olmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyecektir. Kur’an’da, mü’min olduğunu iddia edenler için “Ey iman edenler! İman edin...!”2 ayeti, bu gerçeğe işaret etmektedir. Üç Aylar ve Ramazan, Müslüman birey, grup ve toplumlar için Kur’an ve Sünnet doğrultusunda kendini sorgulamaya, nefsi arındırmaya, iradeyi güçlendirmeye, batılla arasında mesafe koymaya, kardeşlik, sevgi ve dayanışma ruhunu güçlendirmeye, ümmetin ve insanlığın ıstırap ve problemleri karşısında duyarlıkları artırmaya vesile olmalıdır. Çünkü Kainatı ve insanı yaratan, bir Ramazan ayında insanlığın hidayet ve kurtuluşu için Kur’an’ı indiren Allah, O’na ve Kur’an’a iman eden müminlerin bütün insanlık için şahitler olmalarını istemektedir.3 İnsanlık için şahitler olma misyonu, dinin bireysel alanda içtenlik ve samimiyetle yaşanması yanında, özellikle toplumsal zihniyet alanına hitap edecek şekilde kolektif bir bilinç ve temsil durumunun olmasını gerektirir. İslam’ın öne çıkardığı insani ve ahlaki erdemleri, ilke ve prensipleri gerek bireysel gerekse sosyal anlamda hayata intikal ettirmedikçe bu mübarek ayları idrak etmiş olamayız. Ülke ve millet olarak iyi hasletlerimizle, siyasi, iktisadi, hukuki ve sosyal düzenimizle, insan hak ve hukukunun gözetilip muhafaza edilmesiyle ne derecede insanlığa örnek bir durumda olduğumuzun sorgulanması gerekir. Üç Aylar’ı ve Ramazanı mübarek kılan şey, “huden li’n-nas” olarak insanlara yol gösteren, hakkı batıldan ayıran Kur’an’ın, Allah’ın peygamberlerin sonuncusu olarak insanlar arasından seçtiği Hz. Muhammed’e indirilmiş olmasıdır.1 İlahi mesaj açısından hak-batıl ayırımı son derece önemlidir. Mü’min bir birey veya grubun, kimden ve nereden gelirse gelsin, hangi gerekçeler üretilirse üretilsin batılın yanında taraf tutma mazereti olamaz. Hakkın yanında, batılın karşı- İslam tarihine göz attığımızda, Müslüman toplumların ibadetler, dini gelenekler ve bireysel ahlak konusunda eksiklik ve zaaflarıyla beraber belirli bir olgunluğa ulaşmalarına rağmen, Kur’an ve Sünnet’in öne çıkardığı İslami değerlerin toplumsal alana, özellikle de siyasi alana intikal ettirilmesinde başlangıçtan beri ciddi sıkıntılar yaşandığı bir vakıadır. Oruç, namaz ve infak konusunda hassasiyet gösteren birçok mümin için bile Ramazan, ciddi bir nefis muhasebesinin yapıldığı; sahip olunan fikir ve zihniyetlerin, hayata intikal eden eylemlerin, müminlerin kendi aralarında ve başkaları ile kurulan bağlantıların yeterince kritik edilip gözden geçirildiği bir dönem olamamaktadır. Ortak akla, vicdana, sağduyuya ve bunlar üzerine oturan evrensel insani tecrübelere uygun olduğu kadar, hak dinin özüne de uygun olarak yapılan, ilim, irfan, ahlak ve hukuk merkezli bir siyasetle; dini, ahlakı ve hukuku araçsallaştıran, grup menfaatlerini ve politik çıkarları merkeze yerleştiren bir siyaset aynı şeyler değildir. İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren siyaset anlayışında, organizasyonunda ve sistemleştirilmesinde birbirine muhalif ve alternatif iki çizgi hakimiyet mücadelesi vermiştir: İnsanlığın hidayeti için gönderilen ilahi mesajın öne çıkardığı, evrensel mahiyetteki ahlak ve hukuk temelleri üzerine yükselen ilke ve prensipleri esas alan çizgi; diğeri ise ilkeler yerine kabile, aşiret, etnik yapı, asabiye ve grup menfaatlerini öne çıkaran çizgi. İlahi vahyin, sağduyunun, akıl ve vicdanın öne çıkardığı ilke ve prensipleri esas alan çizgi, yönetim erkinin kimin veya kimlerin uhdesine verileceği konusunu toplumun/ümmetin özgür iradesine tevdi etmekte olup yönetimde adaleti, açıklığı, şeffaflığı, kontrol edilebilirliği, şurayı, hesap verilebilirliği teşvik ederken; ilkeler ve prensipler yerine nesneleri esas alan diğer çizgi kabile, aşiret, etnik yapı, tarikat, mezhep vb. nesneler üzerinden karizmatik liderlikleri, monarşik yapıları, saltanat ve hanedanlıkları teşvik etmiş, dini nasslar söz konusu zihniyet ve yapılar üzerinden yorumlanmış ve bir şekilde araçsallaştırılmıştır. İslam, İslam öncesi Arap tarihinde sonu gelmez kan davalarını, aşiret kavgalarını ilham eden, sayısız sefalet ve felakete sebebiyet veren ırkçılığı, kavmiyetçiliği, kabileciliği ve aşiret davası gütmeyi “cahiliye hamiyeti” (Cahiliyye fanatizmi) olarak isimlendirip yasaklarken,4 İslam tarihinde Şam valisi Muaviye’nin Medine’de sahabenin oylarıyla (biat) seçilen IV. Halife Hz. Ali’ye itaatsizlik etmesinin akabinde meydana gelen müessif olayların sonucunda kurulan Emevi saltanatı büyük ölçüde kabileci çizgiyi temsil etmiş, kendisinden sonra Müslüman toplumlarda ortaya çıkan devletler için model oluşturmuştur. Halbuki İslam’ın temel kaynağı Kur’an, HAZİRAN 2015 107 şahıslar, liderler, aşiret ve kavim yerine, insanın bireysel iradesini muhatap alarak marifete, hikmet ve doğru bilgiye dayalı ilkeleri öne çıkarır. Faydacılık yerine doğruluğu, hakkaniyet ve adaleti öne çıkarır. Emevi devlet geleneğinin yanında; siyasetin organizasyonunda ve teşkilatlanmada kabile, aşiret, cemaat, tarikat ve benzeri toplumsal yapılar üzerinden tek bir lidere mutlak bağlılığı esas alan geleneksel yapıların günümüz siyasetinde demokratikleşmenin ve gelişmenin önündeki en büyük engellerden biri olduğu kabul edilmelidir. Yukarıda anlatılan tarihi arka plan, zihniyet ve geleneksel yapıların siyasi alana etkisinin yanında, 19. yüzyıldan itibaren yoğun bir şekilde modernite ve kapitalizm süreçlerinin etki alanına giren Müslüman toplumlarda, ilahi vahyin öne çıkardığı değerlerin sistemi belirleyecek ölçüde siyasi ve iktisadi alana intikal ettirilmesinde problemler yaşanmaktadır. Bunun içindir ki, özellikle siyaset alanında kişiliklerin parçalandığına, helal-haram ayırımı konusunda hassasiyetlerin erozyona maruz kaldığına, meşruiyet sınırlarının ortadan kalktığına şahit olmaktayız. Siyaset alanının ilahi vahyin ortaya koyduğu temel değerlerden, ilke ve prensiplerden hareketle organize edilip sistemleştirilmesindeki bilinç ve tasavvur eksikliği, insanlığın bu alanlarda geliştirdiği beşeri birikim ve tecrübelerin de dikkatle analiz edilip içselleştirilmesinde yaşanan başarısızlık ve yetersizlikleri beraberinde getirmektedir. Bunun sonucunda, gayr-i müslim toplumların kendi tarihi ve kültürel birikimlerinden, medeniyet tasavvurlarından, sosyo-politik ve ekonomik şartlarından hareketle geliştirdikleri sistemler ve yapılar, ideolojik tutum ve yaklaşımların da devreye girmesiyle ya doğrudan taklit edilme yönüne gidilmiş veya da külliyen reddedilmiştir. Ancak şu var ki, siyasi ve iktisadi sistemin belirli değerlere oturtulması ve organizasyonu noktasında ne başkalarının geliştirdikleri tecrübeleri ucuz ve kolay bir yolla körü körüne taklit etmeyi esas alan, ilahi mesajı devre dışı bırakan laikçi zihniyet ve tutumlar, ne de söz konusu tecrübeleri şirk kategorisine oturtup yargılayarak külliyen reddeden, din adına geleneksel yapıları körü körüne savunan radikal tutumlar Müslüman toplumları nesne konumundan özne konumuna taşıyamamış, İslam ülkelerine karşı sömürge siyaseti izleyenlerin inisiyatif ve etki alanının dışına çıkaramamıştır. Bugün özellikle siyasi alanda kendisini hissettiren, ülkemizin birlik 108 HAZİRAN 2015 ve beraberliğini tehdit eden, emperyalizmin ülkemiz üzerindeki hain planlarına imkan veren etnik temelli problemlerimiz, bir zamanlar siyasette izlenen laikçi zihniyet ve tutumların neden olduğu problemlerdir. yasetin sistemleştirilmesinde ve organizasyonunda temele konulmasıdır. Allah Kur’an’da müminlerden emanetlerin ehillerine verilmesini, hükmedince adaletle hükmedilmesini istemektedir: Günümüzün İslam dünyasında iç ve dış dinamiklerin etkisiyle dine yöneliş temayüllerinin artmasının yanında, Batı tarafından yaklaşık yüz elli yıldan beri İslam dünyasına yönelik sömürü politikaları, 11 Eylül hadisesinin akabinde ABD ve müttefikleri tarafından Afganistan ve Irak’ın işgali ve söz konusu işgalin ortaya çıkardığı hazin tablo, Selefilik adı verilen ve dine ideolojik-politik yaklaşan hareketlerin yaygınlaşmasına neden olmuştur. İnanç ve fikir planında bu hareketlerin ortak noktası, bütün beşeri sistemleri şirk kategorisi içerisinde değerlendirmeleridir. Demokrasiyi de şirk olarak gören bu telakki, Müslümanların ilahi vahiy, akıl ve doğru bilginin ışığı altında insanlığın tecrübelerine açılım yapmalarının önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Kendi siyasal ideolojisinin dışında kalan Müslümanları müşrik olarak değerlendirip kanını ve malını caiz gören bu zihniyet, ümmetin birlik ve beraberliğine, istikrarına, Müslümanların kardeşliğine ciddi zararlar vermekte, dünyadaki birtakım güç merkezleri tarafından üretilerek maniple edilen İslamafobiayı güçlendirmekte, İslam’ı terörle özdeşleştirerek mahkûm etmeye çalışanların ekmeğine yağ sürmektedir. Halbuki Ehl-i Kıble’yi tekfir etmenin, masum insanların mal ve canlarının caiz görülmesi gibi dinin zulüm olarak değerlendirdiği düşünce ve eylemlerin İslam’ın ruhu ve mesajı ile bağdaşması mümkün değildir. “Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür. İslam’ın temel kaynakları açısından bakıldığında, gökte Allah tarafından ana hatları ve bütün detaylarıyla belirlenmiş sistematik anlamda siyasal bir sistemin mevcudiyetini kabul edip bunu Kur’an’da aramanın; bütün beşeri sistemleri şirk, o sistemin çerçevesi içerisinde yaşayanları da müşrik olarak damgalamanın ütopya olmanın dışında bir gerçekliği yoktur. Allah’ın insanlığa yol gösterici olarak gönderdiği Kur’an’da siyasete temel olacak imani, ahlaki ve hukuki değerler vazedilirken, siyasetin organize edilip sistemleştirilmesi insan aklına ve tecrübesine tevdi edilmiştir. Kur’an’da sistematik anlamda bir siyasal sistemin aranması, yanlış ve ütopik bir Kur’an tasavvurundan kaynaklanmaktadır. Dinin müminlerden istediği şey, sistematik bir siyasal sistemin Kur’an’da aranması değil, ilahi vahyin öne çıkardığı değerlerin, ilke ve prensiplerin si- Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir”.5 Yukarıdaki iki ayetin bağlamı, siyak ve sibakı beraberce dikkate alındığında, birinci ayette geçen emanetten kastedilen şeyin yönetim görevi, yani siyasi erk olduğu anlaşılmaktadır. Yani Allah müminlerden (Müslüman toplumdan) yönetme emanetini ehil olanlara vermelerini istemektedir. Bu emaneti ehil olana/olanlara verecek olan toplumdur. Kendisine yönetim emanetinin tevdi edildiği kimselere gelince, karar ve icraatlarında adil olmaları istenmektedir. Emanetin ehillerine verilip adaletle hükmedilmesi, yönetimin kontrol edilip denetlenmesi işinin, yöneticileri seçme konusunda toplum (halk) iradesinin devre dışı bırakılıp itibar edilmediği saltanat, sultanlık, krallık gibi sistemlerde hakkıyla yerine getirilmesi mümkün değildir. Aslında toplumun seçmediği lidere mutlak itaati esas alan söz konusu sistemler kolaylıkla totaliterliğe ve diktatörlüğe kayabilirler. Bu yönden siyasal sistemlerin demokratikleşmesi, hukukun üstünlüğünün, insan hak ve hürriyetlerinin ikame edilmesi açısından ilahi vahyin (Kur’an’ın ve sahih Sünnet’in) özüne ve yöntemine daha uygun gözükmektedir. İslam tarihinin başlangıcından günümüze gelinceye kadar siyasi tarihimizi gözden geçirirken, yapılacak değerlendirmelerin taklitçilik hastalığına düşmeden ilkeler ve prensipler üzerinden yapılması fevkalade önemlidir. Tarihten ibret almak, geçmiş tarihi aynen bugüne getirmeye çalışmak değildir. Aslında beşer eliyle oluşturulan hiçbir sistem mutlak ve mükemmel olmayacaktır. Ancak şu var ki, demokratikleşmedeki süreklilik, yönetimin açık, şeffaf ve kontrol edilebilir olması, yönetimde hesap verilebilirlik ilkesinin hayata geçirilmesi birtakım yanlışlık, keyfilik ve eksikliklerin zamanla giderilmesine, sistemin ileriye doğru dönüştürülüp yenilenmesine imkan verir. Yönetim konusundaki ehliyete gelince, bunun başlıca iki boyutu vardır: Emaneti hakkıyla yerine getirebilecek imani ve ahlaki değerlere, insani erdemlere sahip olmak, yüklendiği görevin icrası için gereken bilgi, beceri ve tecrübelere sahip olmak. Yöneticilerin olduğu kadar, Allah’ın emaneti ehline verme sorumluluğunu üzerine yüklediği toplumun da bu görevi hakkıyla yerine getirebilecek akli ve ruhi donanıma sahip olması önemlidir. İkinci ayette Allah’a, Resulü’ne ve yöneticilere (ulu’l-emr’e) itaat edilmesi istenirken, mutlak itaatin Allah’a olduğunun bilincinde olmak gerekir. Çünkü yönetenler ve yönetilenler dahil müminlerin arasında bir ihtilaf ve çekişme zuhur ettiğinde, konunun ulu’l-emr zikredilmeksizin doğrudan Allah’a ve Resulü’ne; yani ilahi vahye arz edilmesi istenmektedir. Ayetteki bu üslup ve vurgu, ulu’l-emr’e yapılacak itaatin mutlak değil, adalet ve hukukun çerçevesi içerisinde kalınması şartına bağlı olduğunu gösterir. I. Halife Hz. Ebubekir’in halife seçildiğinde Medine’deki ashaba yaptığı konuşma, bunun en açık göstergesidir.6 HAZİRAN 2015 109 Toplum tarafından yönetim görevi kendilerine tevdi edilenlerin de ehliyet şartına riayet etmeleri, devlet görevlerini doğruluk ve dürüstlük başta olmak üzere ahlaki erdemlere, görevin gerektirdiği bilgi, beceri ve donanıma sahip olanlara tevdi etmeleri işin tabiatı gereğidir. Allah, iktidarı elinde tutanlara yönetim konusunda adaletle hükmetmelerini emrederken, ayrıca idare konusunda istişare etmelerini7 de emretmektedir. Bu emir, yönetim mekanizmasının başında olanların devlet görevlerini birilerine tevdi ederken, özellikle de danışmanlarını seçerken çok dikkatli olmalarını gerektirmektedir. Maalesef, Müslüman toplumların siyaset anlayışı ve uygulamalarında, istisnalar hariç, Emevi döneminden itibaren bu danışma (istişare) konusunun ilahi vahyin amacına uygun olarak ideal anlamda yerine getirildiğini söylemek zor gözüküyor. Saltanatı elinde tutanların, istişare konusunu “dostlar alışverişte görsün!” mantığı ile uyguladıkları bir vakıadır. Müslüman bir toplumda siyaset yapmak herkesin hakkıdır. Ancak bunun meşru zeminde “iyilikte yarışmak” esası üzerinden yapılması gerekir. Çok partili demokratik bir sistemde, gerek iktidar elde etmeye gerekse muhalefet yapmaya matuf yapılacak siyasetin belirli bir raconu vardır. Siyasetin açık olması, siyasal sistemin toplum tarafından kabul edilen kriterlerine göre yapılması, hukuka ve ahlaki değerlere uygun olması gerekir. Cemaat veya tarikat gibi kendisine özgü örgütlenme modeline sahip, Allah yolunda ülkeye, ümmete ve insanlığa karşılıksız hizmet etmeyi hedeflemesi gereken hareketlerin kurumsal yapılarıyla politikaya soyunarak siyasal bir parti gibi hareket etmesi, cemaatçilik veya tarikatçılık üzerinden doğru-yanlış, helal-haram, ahlaki-ahlak dışı ayırımı yapmaksızın her türlü vasıtayı devreye sokup devlet içerisinde derin yapılar oluşturmaya ve iktidar elde etmeye çalışması hiçbir şekilde kabul edilemez. Hele grup çıkarlarından hareketle iktidar elde etmek için ümmetin maslahatını, müminlerin kardeşliğini, ülke ve milletin çıkarlarını hesaba katmaksızın iç ve dış şer güçlerle ittifaklara gitmenin, uluslararası mihraklarla işbirliğine giderek milletin geleceğini ipotek altına almaya çalışan birilerinin komplo planlarına alet olmanın iyi niyetle ve Müslümanlıkla izah edilebilecek bir tarafı olamaz. Fitne ve tefrika oluşturacak bu tip girişimler, hükümet karşıtlığını da aşarak ülkenin, milletin ve devletin varlığına yönelik bir tehdit haline dönüşebilir. 110 HAZİRAN 2015 Dini amaçlarla hizmet için yola çıktığını iddia eden hareketlerin, müminleri terk ederek, hatta onlara sırtını dönerek başkalarını dost edinme lüksü olamaz. Müslüman bir toplumda gerek iktidarda olanların, gerek muhalefet zemininde bulunanların düşünce, niyet ve eylemlerinde adalet, emanet, hakkaniyet, doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, dayanışma gibi İslam’ın öne çıkardığı temel değerler ve prensiplerle çelişkiye düşmemeleri; ümmetin ortak ruhuna, birliğine ve maslahatına zarar verecek durumların içerisine girmemeleri gerekmektedir. haber Türkiye-Suudi Arabistan İşbirliği Çalıştayı İnşallah içerisinde bulunduğumuz mübarek aylar ve idrak edeceğimiz Ramazan, Allah’ın tarih boyunca insanlığa gönderdiği ilahi vahiy ve mesajların özünü muhafaza eden Kur’an’ı ve onu bize ulaştıran, büyük ahlak örneği (üsve-i hasene) rahmet Peygamber’ini anlamamıza, arınmamıza, ümmet ruhu ve bilinci içerisinde birbirimizi sevip bütünleşmemize, dayanışmamıza, ülkemiz ve İslam dünyası olarak içerisinde bulunduğumuz olumsuz durumlardan kurtuluşumuza vesile olur. Dipnotlar 1 “O Ramazan ayı ki, insanları irşat için, hak ile batılı ayırt eden, hidayet ve deliller halinde bulunan Kur’an onda indirilmiştir”. (Bakara, 2/185) 2 Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin!” (Nisa, 4/4) 3 Bakara 2/143; Hacc 22/78 4 “Hani inkar edenler kalplerine hamiyeti, hamiyyete’lcahiliyye’yi (cahiliye taassubunu) yerleştirmişlerdi. Allah ise, Peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini indirmiş ve onların takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını sağlamıştı. Zaten onlar buna layık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyla bilmektedir”. (Fetih, 48/26) 5 Nisa, 4/58-59 6 “Ey insanlar! Sizin içinizde en iyiniz olmamama rağmen sizin başkanınız olarak seçilmiş bulunuyorum. Bu durumda şayet ben iyi olarak hareket edecek olursam bana yardım ediniz. Şayet kötü hareket ve davranışta bulunursam beni doğrultunuz… Şimdi sizin içinizde zayıf olan (mazlum ve zulme uğramış) kimse, onun namına hakkını alıncaya kadar benim nazarımda kuvvetlidir. Sizin içinizde başkalarına zulmeden kimse, mazlumun hakkını ondan alıp koparıncaya kadar benim nazarımda zayıftır… Ben Allah’a ve Resulüne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz. Allah’a ve Resulüne isyan edersem, artık bana hiçbir surette itaat etmeniz gerekmez…” (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, I-II, İmaj İç ve Dış Tic. A. Ş., Ankara 2003, C. II, s. 1112 7 Âli İmran, 3/159; Şûra, 42/38 Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde 14.05.2015 Perşembe günü Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin değerlendirildiği bir çalıştay düzenlendi. Çalıştaya SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün, SDE Onursal Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay, SDE Uzmanları ve Suudi Arabistan’dan ve diğer Arap ülkelerinden gelen konuklar katıldı. Çalıştayın açılış konuşması, SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün tarafından yapıldı. Açılış konuşmasından sonra Suudi Arabistan’da İslam İşbirliği Teşkilatı nezdinde Türkiye Daimi Temsilcisi olan Salih Mutlu Şen, TürkiyeSuudi Arabistan ilişkilerinin dünü ve bugünü hakkında değerlendirmelerde bulundu. Daha sonra söz alan SDE Onursal Başkanı ve AK Parti Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Yasin Aktay, Türkiye-Suudi Arabistan ikili ilişkilerindeki fırsatlardan, zorluklardan ve geliştirilmesi gereken alanlardan bahsetti. Suudi Arabistan’da kısa süre önce kralın değiştiğini, bu durumun da iki ülke için bir fırsat olduğunu dile getirdi. Türkiye’nin 2002 sonrası dönemde oluşturduğu, böl- geye dönük politikaların, AK Parti ve Erdoğan algısının, Arap dünyası için ne kadar önemli olduğuna vurgu yaptı. Açılış konuşmalarından sonra söz alan Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinden gelen katılımcılar ise genel olarak; Türkiye-Suudi Arabistan arasındaki ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesi konusunda görüş bildirdiler. Çalıştayda, Orta Doğu ve Körfez Bölgesi’ndeki ülkelerin Türkiye-Suudi Arabistan ilişkileri açısından konumu, iki ülkenin sorunları ve geliştirilmeye açık alanları üzerinden değerlendirmeler ve tespitler yapıldı. Bu bağlamda İran’ın genişlemeci politikalarının, Suriye, Irak, Libya ve Yemen’deki siyasi istikrarsızlığın, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkileri açısından hayati öneme sahip olduğu belirtildi. Çalıştaydan çıkan önemli bir diğer tespit ise, iki ülke arasında koordinasyonu sağlamak, daha verimli çalışabilmek için oluşturulması gereken “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği”dir. Böylelikle iki ülkeyi de ilgilendiren konularda daha net bir tavır ortaya konulabilecektir. Çalıştay, SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün katılımcılara teşekkür etmesi ile sona erdi. HAZİRAN 2015 111 haber Çin Komünist Partisi Heyeti’nin SDE Ziyareti Kuveytli Gazetecilerin SDE Ziyareti Çin Halk Cumhuriyeti’nin Türkiye Büyükelçisi, Çin Komünist Partisi Merkezi Okulu Başkan Yardımcısı ve Çin Komünist Partisi Dış İlişkiler Bakanlığı Avrupa Bürosu Genel Müdür Yardımcısı’nın da aralarında bulunduğu Çin Halk Cumhuriyeti heyeti 13.05.2015 Çarşamba günü Stratejik Düşünce Enstitüsü’nü ziyaret etti. Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Enformasyon Daire Başkanlığı ile Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün işbirliğinde Türkiye’ye gelen, Kuveytli bazı medya kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan basın heyeti, 12.05.2015 Salı günü Stratejik Düşünce Enstitüsü’nü ziyaret etti. SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün başkanlığında gerçekleşen toplantıda Türkiye - Çin Halk Cumhuriyeti ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulunuldu. Bu kapsamda, SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü Doç. Dr. Mehmet Şahin’in başkanlığında gazetecilerle bir toplantı gerçekleştirildi. Ziyaret kapsamında iki ülke arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi hususuna vurgu yapılarak, işbirliği alanlarının genişletilmesi gerekliliğine değinildi. Hem Türkiye’nin hem de Çin’in iki eski kadim medeniyet olduğunu ve aramızdaki dostane ilişkilerin iki bin yıl öncesine dayandığını belirten Çin Halk Cumhuriyeti yetkilileri, Çin ve Türkiye arasındaki tarihi ticaret yollarının açılmasının yeni ekonomik imkanları da beraberinde getireceğini belirttiler. Toplantıda iki ülke arasında ilişkilerin ortaklıklar ile geliştirilmesi gerekliliği vurgulandı. Toplantıda kendisine yöneltilen sorulara cevap veren Doç. Dr. Mehmet Şahin; Arap dünyası ve Orta Doğu’daki sorunlara ilişkin değerlendirmelerde bulunmuştur. Ayrıca Türkiye’nin, Orta Doğu ve Arap dünyasına yönelik politikalarından bahsetmiştir. Özellikle; Suriye, Mısır ve İsrail’de yaşanan insanlık dramlarına sadece Türkiye’nin tepki gösterdiğini belirten Doç. Dr. Mehmet Şahin, Türkiye’nin her zaman mazlum halkların yanında olacağını belirtmiştir. Toplantıda ayrıca Türkiye’nin, Arap dünyasıyla ticaretinin arttığı ancak bunun yeterli olmadığı ifade edilmiştir. Kuveytli basın mensupları ise, özellikle ekonomik kalkınma konusunda Türkiye’yi takdir ettiklerini ifade etmişlerdir. İki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinde resmi makamlar dışında Stratejik Düşünce Enstitüsü gibi düşünce kuruluşlarına ve sivil toplum örgütlerine büyük iş düştüğünü belirten heyet, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bu tarz oluşumlara önem verdiklerini ifade etti. Ziyaret sonrasında memnuniyetlerini dile getiren heyete, Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün dergi, kitap, analiz ve raporları hediye edildi. 112 HAZİRAN 2015 Ziyaret sonrasında misafirlere, Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün çıkardığı dergi, kitap, analiz ve raporlar hediye edilmiştir.