SD Dergisinin Haziran 2015 (67. Sayı) Sayısının Tamamına PDF

advertisement
Sandığın Mesajı Doğru Okunmalı
Türkiye zorlu, gergin ve yorucu bir seçim sürecini
daha geride bıraktı. Seçmenlerin % 84’ünün oy verdiği ve heyecanı oldukça yüksek olan seçimin kesin
galibi yok. Zira seçimlerde hiçbir parti tek başına hükümeti kurabilmek için gerekli sandalye sayısı olan
276’ya ulaşamadı. Çok partili demokrasi tarihimizde
13 yıl gibi uzun bir süre tek başına iktidarda kalan
AK Parti parlamento çoğunluğunu kaybetti. Unuttuğumuz koalisyon dönemlerine geri döndük. Elbette
ki, millet iradesine saygı duyulması gerekir. Demokrasilerde seçim halkın hakemliğine başvurmanın
bir yoludur ve ortaya çıkan sonuç sorgulanamaz.
Önemli olan şey, seçmenin sandık yoluyla verdiği
mesajları ilgili aktörlerin doğru okumasıdır.
İktidar partisi olan AK Parti seçimlerden galip çıkmıştır. Uzun süre ülkeyi tek başına yönetmesine
rağmen aldığı % 41’lik oy azımsanmayacak kadar
önemlidir. Siyasi yelpazede muhafazakar çevrelerin
ana kitlesini hala AK Parti temsil etmektedir. Seçim
haritasına bakıldığında AK Parti’nin tüm Türkiye’ye
yayılmış olan güçlü bir sosyolojik tabana yaslandığı
görülmektedir. Bir miktar oy kaybetse de, parti tabanında ciddi bir siyasi çözülme (dealignment) gözlenmemektedir. Erken ya da zamanında yapılacak bir
genel seçimde AK Parti yeniden tek başına iktidara
gelme potansiyelini korumaktadır. Bu nedenle AK
Parti’nin tek başına hükümeti kaybetmesi seçmenin
bu partiye kırmızı kart gösterdiği anlamına gelmez.
Seçmen daha dikkatli olması gerektiği konusunda
ciddi biçimde uyarmış ve özeleştiriye davet etmiştir;
ama oyun dışına atmamıştır.
Muhalefet açısından bakıldığında ise seçimlerde
oyunu en fazla artıran parti elbette ki, HDP’dir. İlk
kez parti kimliği altında seçime giren HDP beklediğinin çok ötesinde oy almıştır. 26 ilde milletvekili çıkaran HDP’nin asıl sınavı şimdi başlamaktadır. Zira
aldığı oyların bir kısmı emanettir ve demokratik adalet adına bu partiye borç olarak verilmiştir. Özellikle
İstanbul gibi kentlerdeki “endişeli modernlerin” ve
liberal gençliğin verdiği oylar, HDP ve Demirtaş’ın
omuzlarına ciddi bir siyasi sorumluluk yüklemektedir. Kendisine destek verenlerin beklentisi, HDP’nin
şiddet ve terörle, yani kandille, organik bağını kesmesidir. Umarız HDP bu mesajı doğru okur.
Ana muhalefet partisi CHP seçimin kaybedenlerindendir. Hem oy oranı gerilemiştir hem de sandalye
sayısı azalmıştır. Buna rağmen CHP’nin seçimden
galip çıkmış gibi hareket etmesi sandığın mesajıyla
uyuşmamaktadır. MHP ise seçimin galiplerinden sayılır. Zira oy oranı da parlamentodaki temsil gücü de
artmıştır. Özellikle İç Anadolu, Karadeniz ve Doğu
Anadolu illerinde oylarını artıran MHP’nin, önümüzdeki dönemde kurulması muhtemel koalisyon hükümetlerinde kritik roller oynaması beklenebilir. Daha
önce 367 krizi (2007) ve meclisteki yemin krizinin
(2011) aşılmasında izlediği yapıcı politikasıyla ön
plana çıkan MHP’nin milli menfaatler lehinde yine
yapıcı roller üstlenmesi oldukça muhtemeldir.
Dünyanın, bölgenin ve Türkiye’nin pek çok krizlerle
yüzleştiği bu tarihi konjonktürde, parlamentodaki
partilerin bir an önce hükümet krizini çözmeleri halkımızın ortak dileği ve temennisidir.
Saygılarımla.
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
İÇİNDEKİLER
STRATEJİK DÜŞÜNCE • SAYI: 67 • HAZİRAN 2015
61
7 Hazran’ın Ardından AK Part Krtğ
Ahmet Kızılkaya ..................................................................................... 6
Yol Ayrımındak Mısır: İdamlar, Krz İnşası ve İhracı
Doç. Dr. Ahmet Uysal ..........................................................................61
7 Hazran Denklemnde CHP ve HDP
Doç. Dr. Vahap Coşkun .......................................................................10
Yemen’dek Savaşın İç ve Dış Aktörler
Doç. Dr. Cevher Şulul ..........................................................................64
7 Hazran Sonrası MHP
Prof. Dr. Turgay Uzun .........................................................................13
İsral Dış Poltkası Yol Ayrımında
Öner Buçukcu .......................................................................................68
Seçm Sonuçlarının ve Koalsyon Alternatflernn
Değerlendrlmes
İbrahm Uslu Röportajı .......................................................................16
Çn-Rusya İlşkler: X Jnpng’n Rusya Zyaret
Doç. Dr. Erkn Ekrem...........................................................................72
Sstem Kltlenmes ve Syas Sorumluluk
Prof. Dr. Haluk Alkan...........................................................................22
Çare “Yen Türkye”
Aydın Bolat ............................................................................................26
7 Hazran 2015 Uzayan Seçm
Dr. Murat Yılmaz...................................................................................30
Kürtler Fırsatı Zyan Ett!
Alper Tan ................................................................................................32
AK Part’ye Karşı Koalsyon Gücünün Koçbaşı
HDP ve Seçm Stratejler
Prof. Dr. Yasn Aktay ...........................................................................35
İngltere Seçmler
Zeynep Songülen İnanç .....................................................................80
Surye’de Son Durum
Dr. Halt Hoca Röportajı......................................................................84
IMF’ye Alternatfler Gelyor
Prof. Dr. Muhsn Kar • Yrd. Doç. Dr. Ahmet Şahbaz ...................96
Veto Değl, Manfesto...
Dr. M. Levent Yılmaz ........................................................................ 101
Syaset Blm Svllere Ne Kazandırır?
Dr. Can Ceylan ......................................................................................46
Ramazan Ayının Ruhu ve Syaset
Prof. Dr. Talp Özdeş ......................................................................... 106
Türkye-Suud Arabstan Yakınlaşması:
Stratejk İttfak Mı Geçc İşbrlğ M?
Prof. Dr. Brol Akgün............................................................................52
Türkye-Suud Arabstan İşbrlğ Çalıştayı
SDE Haber ........................................................................................... 111
06
52
Stratejik Düşünce ve
Araştırma Vakfı İktisadi
İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Birol Akgün
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Dr. Murat Yılmaz
Dr. Cemil Ertem
Orhan Miroğlu
Aydın Bolat
Alper Tan
Çn Komünst Parts Heyet’nn ve
Kuveytl Gazeteclern SDE Zyaret
SDE Haber ........................................................................................... 112
101
13
10
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Muhsin Kar
Prof. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. B. Berat Özipek
Bülent Orakoğlu
Dr. M. Levent Yılmaz
26
Gümrük Brlğ Sürdürüleblr M?
Prof. Dr. Muhsn Kar ............................................................................90
Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ)
Bülent Orakoğlu ...................................................................................40
Barzan’nn ABD Zyaret: Beklentler ve Sonuçlar
Doç. Dr. Mehmet Şahn.......................................................................58
www.sde.org.tr
Özgürlükler Ülkes Fransa’dan
Fşlemeler Ülkes Fransa’ya
Yrd. Doç. Dr. Müşerref Yardım ..........................................................77
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Haluk Alkan
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Osman Can
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Sinan Tavukcu
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Hasan Gökmeşe
Reklam
Gamze Kılıç
Fotoğraflar
AA, ShutterStock
Yönetim Yeri
Ç. Emeç Bulv. A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve
Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Tel: 0 312 397 16 17
www.basakmatbaa.com
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik
Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846
Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu
uyarınca kaynak gösterilerek kısmen
yapılacak alıntılar dışında önceden izin
alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz
ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide
yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri
ile
SDE
Akademik
Personeli’nin
çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının
düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin
kurumsal görüşünü temsil etmemektedir.
06
7 Hazran’ın Ardından AK Part Krtğ
Ahmet Kızılkaya
7 Hazran Denklemnde CHP ve HDP
Doç. Dr. Vahap Coşkun
13
7 Hazran Sonrası MHP
Prof. Dr. Turgay Uzun
Seçm Sonuçlarının ve Koalsyon Alternatflernn Değerlendrlmes
İbrahm Uslu Röportajı
22
Prof. Dr. Haluk Alkan
Aydın Bolat
26
7 Hazran 2015 Uzayan Seçm
Dr. Murat Yılmaz
Kürtler Fırsatı Zyan Ett!
Alper Tan
35
16
Sstem Kltlenmes ve Syas Sorumluluk
Çare “Yen Türkye”
30
10
32
AK Part’ye Karşı Koalsyon Gücünün Koçbaşı
HDP ve Seçm Stratejler
Prof. Dr. Yasn Aktay
Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ)
Bülent Orakoğlu
46
Syaset Blm Svllere Ne Kazandırır?
Dr. Can Ceylan
40
İÇ POLİTİKA
7 HAZiRAN’IN ARDINDAN
AK PARTi KRiTiĞi
Peki, ama Türkiye bu noktaya nasıl geldi? 3 Kasım
2002 seçimleriyle başlayan ve yaklaşık 13 yıldır kesintisiz bir şekilde devam eden AK Parti iktidar(lar)
ının görece oluşturduğu istikrar dönemi nasıl ve
niçin sona erdi? Hangi dinamikler ya da faktörler
nedeniyle seçmen davranışı bu kadar radikal bir şekilde değişti? Kısa-orta vadeli siyasal geleceğimiz
açısından ciddi bir istikrarsızlık oluşturan ve son yıllarda elde edilen kazanımların riske atılmasına yol
açacak derecede güçlü bir belirsizlik yaratan bu
tablo, iktidar ve muhalefet bağlamında neye işaret
ediyor?
Şüphesiz ki, bu ve benzeri soruların yanıtlanabilmesi için nicel ve nitel göstergelere dayalı kapsamlı
araştırmaların, çok boyutlu analizlerin yapılması gerekiyor. Ancak 7 Haziran seçimleriyle oluşan tablonun genel bir analizini yapmak bile, bu soruların
muhtemel yanıtlarına ilişkin ipuçlarını bulmamızı
sağlayabilir.
Ahmet KIZILKAYA
SDE Uzmanı
T
ürkiye, uzun ve yorucu bir seçim sürecini
daha ardında bıraktı. 7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleşen genel seçim sonuçlarına göre
hiçbir parti tek başına iktidar olacak bir çoğunluk
elde edemedi. 46 milyonu aşkın seçmenin oy kullandığı seçimlerin kesin olmayan sonuçlarına göre
AK Parti 258 milletvekili, CHP 132 milletvekili, MHP
ve HDP ise 80 milletvekili çıkardı.
Türkiye şimdi en az seçim süreci kadar uzun ve yorucu bir maratona hazırlanıyor. Bu maratonun gün-
6
HAZİRAN 2015
deminde ise koalisyon arayışları ve bu arayışların sonuçsuz kalması durumunda yapılması muhtemel bir
erken seçim olasılığı bulunuyor. Meclis’teki herhangi
iki ya da daha fazla parti arasında bir koalisyonun
oluşup oluşamayacağı, olası bir koalisyonun hangi
siyasal partiler arasında gerçekleşeceği, bir azınlık
hükümetinin kurulup kurulamayacağı, muhtemel bir
erken seçimin kapıda olup olmadığı yönünde cereyan eden tartışmalar, son derece belirsiz ve kaotik bir
siyasal sürece girdiğimizin işaretleri olarak görülebilir.
Bu açıdan bakıldığında, 7 Haziran seçimlerini siyasal iktidarın belirlenmesine yönelik olarak gerçekleşen olağan bir seçim süreci olarak değerlendirmek
mümkün değildir. Zira bu seçimler, Türk siyasal tarihinin hiçbir döneminde örneğine rastlayamayacağımız türden anomalilerin yaşandığı, normal şartlar
altında yan yana gelmesi imkansız olan kişi, grup ve
yapıların biraraya gelebildiği, farklı ve hatta birbirine
zıt ideolojik eğilimleri-siyasal yönelimleri temsil eden
partilerin açık ve gizli yollarla ittifak yapabildiği sıradışı bir atmosferde gerçekleşmiştir. Her açıdan paradoksal bir karakter taşıyan bu atmosfer, AK Parti
karşıtlığından çok, bir öfke ve nefret objesi haline
dönüştürülen ve adeta yaşanılan bütün kötülüklerin
kaynağı olarak gösterilen Erdoğan karşıtlığı üzerinden oluşturulmuştur. Başta muhtelif görsel ve yazılı medya organları olmak üzere, uluslararası güç
odaklarının Türkiye’deki bir seçim sürecine açık ve
doğrudan bir şekilde müdahil olmasına kadar uzanan söz konusu işbirliği süreci bu karşıtlık güdüsüyle sağlanmıştır.
Esasında bu denli geniş çaplı ve çok aktörlü olmasa dahi, geçmişte de AK Parti ve Erdoğan karşıtlığı üzerinden geliştirilen ve fakat siyasal iktidarın
kararlı iradesi ile halkın sağduyusu sayesinde akim
bırakılan çok sayıda anti-demokratik nitelikli işbirliği
örnekleri olmuştur. Cumhuriyet mitingleri, Gezi kalkışması, 17-25 Aralık darbe girişimlerini bu örnekler
7 Haziran seçimleriyle oluşan
Meclis aritmetiği, seçmen
tercihlerini göstermesi
bakımından son derece
saygıdeğer olup, herhangi bir
kızgınlığın ya da hor görmenin
konusu olamayacak denli kutsal
bir iradeyi yansıtmaktadır.
Burada kast edilen şey,
seçmenlerin sandığa yansıyan
iradesi değil, bu iradenin şu
veya bu yönde oluşması için
sergilenen anti-demokratik
çabalar ve kirli ittifaklardır.
arasında zikretmek mümkündür. Ancak 7 Haziran
seçimlerine dönük olarak sergilenen işbirliği, öncekilerden farklı olarak, kısmen de olsa başarıya ulaşmış ve AK Parti seçimlerden % 41’lik gibi yüksek bir
oy oranıyla birinci parti olarak çıkmasına rağmen,
tek başına iktidar olma şansını kaybetmiştir.
Tabii burada bir hususun altının özenle çizilmesi gerekmektedir. 7 Haziran seçimleriyle oluşan Meclis
aritmetiği, seçmen tercihlerini göstermesi bakımından son derece saygıdeğer olup, herhangi bir kızgınlığın ya da hor görmenin konusu olamayacak denli
kutsal bir iradeyi yansıtmaktadır. Burada kast edilen
şey, seçmenlerin sandığa yansıyan iradesi değil, bu
iradenin şu veya bu yönde oluşması için sergilenen
anti-demokratik çabalar ve kirli ittifaklardır.
Kuşkusuz ki bu faktörü, AK Parti’nin tek başına iktidar olma şansını kaybetmesinin altında yatan yegane neden olarak görmek de hatalı bir yaklaşım
olacaktır. AK Parti’nin seçimlerdeki görece başarısızlığının kaynağını yalnızca dışarıda aramanın, hem
mevcut seçim sonuçlarının analizi açısından hem
de gelecek dönemin stratejisinin belirlenmesi açısından yanıltıcı sonuçlar doğuracağı açıktır. Çünkü
AK Parti’nin 7 Haziran seçimlerinde aldığı oy oranının parti içi dinamiklerden, muhalefet partilerinin
seçim kampanyası süreçlerinden ve dış politik te-
HAZİRAN 2015
7
melli gelişmelerden kaynaklanan nedenleri de bulunmaktadır.
Parti içi dinamikler açısından bakıldığında, 13 yıllık
iktidar döneminin yarattığı yıpranmanın en başta
gelen nedenlerden biri olduğu söylenebilir. Bugüne
dek kendisini yenileme ve Türkiye’yi yeniliklerle tanıştırma noktasında öncü rolünü oynayan AK Parti, gerek 7 Haziran seçimlerine yönelik kampanya
süreci boyunca kullanılan söylemler bakımından
gerekse parti teşkilatlarının ve üyelerinin çalışma
şevk ve heyecanlarını diri tutma bakımından bir
yenilik üretememiş, kendi farkını ortaya koyacak
bir sinerji oluşturamamıştır. Parti içi dinamikler açı-
AK Parti’nin Türkiye genelinde
oy kaybı yaşamasının bir diğer
ana faktörü ise dış politik
temelli gelişmeler olmuştur.
Başta Orta Doğu olmak üzere,
İslam dünyasının muhtelif
yerlerinde yaşanan savaşlar,
kargaşa ve kaoslar karşısında
ilkeli ve dürüst bir politika
izleyen Türkiye, uzun yıllardır
devam eden ağır bir maliyeti de
üstlenmek zorunda kalmıştır.
8
HAZİRAN 2015
sından söylenebilecek ikinci husus ise, 7 Haziran
seçimlerinin AK Parti’nin kurucu genel başkanı ve
doğal lideri olan Recep Tayyip Erdoğan’dan mahrum bir şekilde girdiği ilk seçim olmasıdır. Bu faktörün de, AK Parti oylarının düşmesinde belirli bir
etkisi olduğu söylenebilir. Zira her ne kadar Başbakan Davutoğlu’nun insanüstü bir gayretle ve büyük
bir özveriyle sürdürdüğü seçim kampanyası daha
yüksek düzeyli oy kaymalarını engellemiş olsa da,
7 Haziran’da oluşan sonuçlar, Erdoğan’sız bir AK
Parti’ye şu veya bu nedenle oy vermeyen bir kitlenin
de oluştuğunu göstermektedir.
AK Parti’nin oylarındaki düşüşün, muhalefet partilerinin yürüttüğü seçim kampanyası süreçlerinden
kaynaklanan nedenleri soruşturulduğunda ise,
karşımıza öncelikle çözüm süreci çıkmaktadır. AK
Parti’nin, Türkiye’nin en önemli sorununa çözüm
bulmak amacıyla ve büyük bir risk alarak başlattığı
bu süreç, ülkenin demokratikleşerek daha özgürlükçü bir yapıya kavuşmasına imkan sağlamasına
ve geniş toplumsal kesimler nezdinde hemen her
seçimde karşılığını bulan bir memnuniyet oluşturmasına rağmen, 7 Haziran seçimlerinde aksi yönde
bir sonuç üretmiştir. AK Parti’nin çözüm süreci bağlamında oluşturduğu toplumsal duyarlılığı istismar
eden MHP ile yine bu süreç sayesinde siyaset yapma imkan ve koşullarını geliştiren HDP’nin yukarıda
bahsedilen ittifak çerçevesinde yürüttükleri danışıklı
dövüş, ülke genelindeki kutuplaşmayı arttırmış ve
bu iki partinin temsil ettiği etnik milliyetçilik eksenin-
de bir oy yoğunlaşmanın oluşmasını sağlamıştır. Bu
da, AK Parti oylarının bir kısmının MHP’ye bir kısmının ise HDP’ye yönelmesine neden olmuştur.
Muhalefet partilerinin yürüttüğü seçim kampanyaları bağlamında AK Parti’nin oy kaybetmesine yol
açan bir diğer önemli husus ise, küresel düzeyde
yaşanan krizlere rağmen sürekli bir büyüme eğilimi
içinde olan ve belirli bir istikrarla yoluna devam eden
ekonominin ve ekonomik verilerin ölçüsüzce çarpıtılması ve seçmenlere kaynağı bile gösterilemeyen
hayali vaatlerde bulunulmasıdır. Muhalefet partilerinin işçiden emekliye, öğrenciden ev hanımına dek
hemen her seçmene yönelik cazip bir vaatle yürüttüğü kampanya süreçleri, büyük kitleler nezdinde
herhangi bir inandırıcılık sağlayamamış olsa da, bu
vaatlerin ciddiyetsizliğini savunan AK Parti’den kısmi düzeyde bir oy kaymasının yaşanmasına sebebiyet vermiştir.
AK Parti’nin Türkiye genelinde oy kaybı yaşamasının bir diğer ana faktörü ise dış politik temelli gelişmeler olmuştur. Başta Orta Doğu olmak üzere, İslam dünyasının muhtelif yerlerinde yaşanan savaşlar, kargaşa ve kaoslar karşısında ilkeli ve dürüst bir
politika izleyen Türkiye, uzun yıllardır devam eden
ağır bir maliyeti de üstlenmek zorunda kalmıştır. Bu
maliyet, bir yönüyle Türkiye’nin bölgesel ve küresel
bir güç olma yolunda kat ettiği mesafeden tedirginlik duyan uluslararası çevrelerin yalnızlaştırma
politikasına maruz kalma şeklinde olurken, diğer
yandan da yaşanan savaşların mağdur ve yerinden
ettiği milyonlarca insana sahip çıkma şeklinde olmaktadır. Türkiye’nin bağımsız ve oyun kurucu bir
dış politik aktör olarak temayüz etmesine destek
vermesi beklenen muhalefet partileri ise, bu durumu iç politik kaygılar dolayısıyla istismar etmekte
ve hem Erdoğan hem de AK Parti karşıtı söylemlerinin malzemesi haline getirmektedirler. Suriye’de
yaşanan iç savaş nedeniyle Türkiye’ye göç etmek
zorunda alan iki milyona yakın mültecinin, CHP tarafından hem de faşizan söylemlere konu oluşturacak şekilde seçim kampanyalarının malzemesi haline getirilmesi bunun en bariz örneğidir. Kobani’de
yaşanan süreci bahane ederek AK Parti karşıtı bir
söylem geliştiren ve bunda belirli bir ölçüde başarılı
olan HDP’yi de bu minvalde değerlendirmek mümkündür.
Elbette AK Parti bağlamında ele alındığında, 7
Haziran seçimleri sonucunda ortaya çıkan siyasal
tablonun nedenlerinin burada söylenenlerle sınırlı
olmadığı ve daha geniş çaplı bir araştırmanın ya da
daha kapsamlı bir analizin konusunu oluşturduğu
açıktır. Kaldı ki, AK Parti’nin yaşadığı oy kaybını telafi etmesi ve yeniden tek başına iktidar oluşturacak bir çoğunluğu elde etmesi için bu türden geniş
çaplı araştırmaların, analizlerin yapılması da kaçınılmazdır. Kurulduğu günden bugüne kadar istişare
mekanizmalarını gayet yetkin bir şekilde kullanan
AK Parti, bu amaca matuf olmak üzere, hem kendi
içinde daha nitelikli bir öz-eleştirel süreci başlatmalı
hem de dışarıya yönelik daha analitik bir bakış açısı
geliştirmelidir.
HAZİRAN 2015
9
İÇ POLİTİKA
partili bir siyasi zeminin üzerine oturdu. Dört partinin
her birinin siyasetinin şekillenmesinde ağır basan bir
kimliği var. Oluşan bu siyasi tablonun kısa vadede
değişme ihtimali de görünmüyor.
Fiili Ana Muhalefet
HDP’nin başarısı, muhalefetin yapısını da etkiledi.
HDP, seçimlere kimlik değiştirme iddiasıyla girdi.
“Türkiyelileşme” HDP’nin resmi siyaseti oldu. Önceki seçimlerde çoğunlukla Kürt meselesi üzerinde
duran ve Kürt seçmene seslenen HDP, bu seçimde
ise Türkiye partisi olmayı ve ülkenin her kesiminden oy almayı bir hedef olarak belirledi. Sadece
Kürt meselesiyle değil ülkenin diğer meseleleriyle
alakadar olan ve çözümler sunan bir beyanname
hazırladı.
7 HAZİRAN DENKLEMİNDE
CHP ve HDP
Doç. Dr. Vahap COŞKUN*
Akademisyen
T
ürkiye, son dönemlerin en heyecanlı seçimini
yaşadı. Yoğun bir katılımla (% 84) gerçekleşen seçimde ortaya çıkan sonuçlar ülkedeki
siyasi dengeleri kökten değiştirdi. Başlıca iki sonucun altını çizmek gerekir:
İlki, 2002’den beri var olan tek parti hükümeti döneminin sona ermesidir. 12 yıldır hükümeti elinde
tutan AKP, bu seçimlerde bu güce erişemedi. Türkiye, seçmenin partileri birlikte çalışmaya mahkûm
ettiği bir döneme girdi. Öncelikle halledilmesi gereken sorun, hükümetin kurulması... Önümüzde üç
seçenek var: Koalisyon hükümeti, azınlık hükümeti
10
HAZİRAN 2015
veya erken seçim. Bunlardan hangisinin gerçekleşeceği, siyasal partilerin uzlaşma yeteneklerine
bağlı olarak değişecek. Eğer partiler, birlikte yol
alabilecekleri bir program üretebilirse bir koalisyon
veya azınlık hükümeti kurulur ve mevcut belirsizlik
son bulur. Ama asgari müşterekler üzerinde bir mutabakat sağlanamazsa, bu takdirde Anayasa gereği
Türkiye erken seçime gider.
İkincisi, HDP’nin barajı geçmesidir. Barajın yıkılmasıyla birlikte Türkiye siyaseti için derin anlamlar taşıyan sonuçlar doğdu. Türkiye bir temsil krizinden
kurtuldu. % 10 işlevini ve manasını yitirdi. Ülke dört
Bununla birlikte HDP’nin ana stratejisi Erdoğan ve
AKP karşıtlığı oldu. HDP, kampanyasını toplumun
bir kesiminde yoğunlaşan Erdoğan ve AKP karşıtlığı dalgasına oturttu. Diğer muhalefet partilerinin
Erdoğan’ı durdurmayacağını, ancak kendileri parlamentoya girerse bunun mümkün olabileceğini
işledi. Hararetli bir kampanya yürüterek Erdoğan
karşıtlarını mobilize etmeyi başardı ve daha önceki
dönemlerle kıyaslanamayacak bir medya desteğini
arkasına aldı.
Seçim süresince kamuoyu AKP ile HDP’nin tartışmalarına odaklandı. Sahip olduğu oy oranı ve milletvekili sayısı itibariyle ana-muhalefet CHP idi. Ama
HDP başarılı bir strateji ile fiili olarak ana-muhalefet
sıfatını ve görevini üstlendi. AKP ile HDP arasındaki
mücadele seçime rengini verdi. Sonuçta HDP barajı
aştı. Güney Doğu ve Doğu Anadolu’da çok büyük
bir oy artışı sağladı. AKP’yi hemen her yerde geriletti ve çok önemli bir başarıya imza attı.
CHP’nin Değişen Siyaseti
HDP’nin zaferine mukabil muhalefetin büyük partisi
olan CHP seçimlerden başarısızlıkla çıktı. Aslında
CHP, 7 Haziran’a iki radikal değişiklik yaparak girdi: Birincisi, partide ön seçim mekanizmasını işletmesiydi. Bu mekanizma üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi duran CHP teşkilatlarına seçim öncesinde
büyük bir canlılık kazandırdı. Tabanın tercih ettiği
adayların listelerin ön sırasına yerleşmesini sağladı.
Teşkilat, seçmen ve genel merkez arasındaki bağların kuvvetlenmesine ve partinin seçimlere daha bir
şevkle hazırlanmasına vesile oldu.
CHP’nn tarhnden gelen br yükü var. CHP’l
mazye baktıklarında genş ktlelern zhnnde
nahoş hatıralar canlanıyor. Bunlar hafızadan
kolayca slnmyor. İnsanlar elde ettklern sağlama
almak ve mkanlarını daha da büyütmek styorlar.
Ve bu noktada da CHP’nn scl parlak değl. CHP’nn
ekonomy y dare edebleceğ ve syas/hukuk
kazanımlarını temnat altına alableceğ kanaat
halkta yerleşmed. Kılıçdaroğlu yönetm de bu
açmazı aşamadı ve halka güven telkn edemed.
İkincisi ve daha önemlisi CHP muhayyel laikçi korkulara dayanarak değil ekonomik ve sosyal vaatlerle
seçime girdi. “Cumhuriyet’in kazanımları tehlikede”,
“Laiklik elden gidiyor”, “Türkiye, İran’a dönecek”
“Şeriat gelecek” vb. gibi sloganlar, daha önceki seçimlerde CHP yöneticilerinden sıklıkla duyuluyordu.
Ancak bu seçimde nerdeyse hiçbir CHP’li bu sloganlara itibar etmedi, halkın karşısında bu sloganlarla konuşmadı.
Bunun yerine CHP ekonomi odaklı bir söyleme
yaslandı. Kılıçdaroğlu, asgari ücreti 1.500 TL’ye çıkaracağını, emeklilere dini bayramlarda birer maaş
ikramiye vereceğini, çiftçiler için mazotu 1,5 TL’ye
indireceğini söyledi. Negatif bir politika değil pozitif
bir politika izleyeceğini taahhüt etti. AKP’nin hizmet
siyaseti ve büyük (çılgın) projelerine karşılık olmak
üzere “merkez ülke” projesini gündeme getirdi.
CHP’nin seçim beyannamesinde 30 sayfa ekonomiye ayrıldı.
Göstergeler ve Başarı
CHP’nin dar bir kimlik siyasetinden yakasını sıyırıp
insana değen sıcak konulara, halkın beklentilerine
ve ekonomik taleplere yönelmesi son derece olumluydu. Diğer partilerin de bu minval üzerinden yürümeleri ve seçim tartışmalarının hayali endişelere
değil gerçek sorunlara yoğunlaşması, Türkiye’de
siyasetin normalleşmesine katkıda bulundu. Ancak
CHP özelinde bu strateji partiye bir seçim başarısı
getirmedi. Her ne kadar Kılıçdaroğlu, seçim sonuçlarının belli olmasından hemen sonra muzaffer bir
komutan edasıyla konuşsa da birçok parametre
CHP’nin seçimde açık bir yenilgi aldığına işaret ediyor. Şöyle ki:
HAZİRAN 2015
11
İÇ POLİTİKA
7 HAZİRAN
SONRASI
MHP
Prof. Dr. Turgay UZUN*
Akademisyen
a. CHP, 2011’de % 26 oy kazanmıştı. On iki yılık iktidarın oldukça sert eleştirildiği, yıprandığı ve
yaklaşık 10 puan kaybettiği bir seçimde bile CHP
oy oranını artıramadı. Aksine 1 puanlık bir kayıp yaşadı. Seçmen, CHP’yi iktidar olabilecek yetkinlikte
görmedi.
b. CHP, bölge partisine dönüşmüş, kıyılara sıkışmış
durumda. 81 ilin yalnızca 10’unda (Mersin, Muğla,
Aydın, İzmir, Balıkesir, Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli, Zonguldak, Eskişehir) CHP diğer partilerin
önünde yer alabildi.
c. CHP, 22 ilde (Ağrı, Bingöl, Bitlis, Çankırı, Diyarbakır, Elazığ, Erzurum, Gümüşhane, Hakkari, Kahramanmaraş, Mardin, Muş, Siirt, Şanlıurfa, Van,
Yozgat, Aksaray, Bayburt, Batman, Şırnak, Iğdır,
Kilis) % 10’un altında kaldı. 20 ilde (Adıyaman, Afyonkarahisar, Gaziantep, Kars, Kastamonu, Kayseri,
Kırşehir, Konya, Kütahya, Malatya, Nevşehir, Rize,
Sakarya, Sivas, Trabzon, Bayburt, Kırıkkale, Yalova,
Osmaniye, Düzce) ise %10 - % 20 arasında kaldı.
d. CHP 37 ilde (Ardahan, Niğde, Tunceli, Kırşehir,
Rize, Kastamonu, Karabük, Düzce, Karaman, Kırıkkale, Nevşehir, Osmaniye, Kars Kütahya, Adıyaman, Yozgat, Maraş, Kilis, Çankırı, Elazığ, Aksaray,
Gümüşhane, Urfa, Iğdır, Erzurum, Bayburt, Bitlis,
Bingöl, Siirt, Diyarbakır, Van, Şırnak, Muş, Mardin,
Ağrı, Hakkari, Batman) hiç vekil çıkaramadı. CHP
en ağır yenilgiyi Dersim’de tattı. 2011’de Dersim’de
CHP % 56.2 oy almış ve iki milletvekilliğini de kazanmıştı. 2015’te ise CHP tam % 35.8 oranında oy
kaybetti ve her iki vekilliği de HDP’ye kaptırdı.
12
HAZİRAN 2015
Uzun Vadeli Düşünmek
Bu veriler, CHP’nin ekonomik temelli siyasetinin
halkın her kesimine sirayet etmediğine işaret eder.
Ekonomik vaatler ilk etapta dikkati çekti. Ancak
projelerin kaynağı gösterilemedi. Kılıçdaroğlu’nun
“Benim adım Kemal, kaynağı ben bulurum” demesi yeterli olmadı. CHP’nin belediyelerinde vaatlerinin tersine uygulamalar yapması (örneğin
Kılıçdaroğlu’nun “Taşeronluğu kaldıracağız” demesine rağmen CHP’li belediyelerin taşeron çalıştırması gibi), vaatlerin bir pratik ile bütünleşmemesi
nedeniyle halkta bir güven oluşmadı.
CHP’nin tarihinden gelen bir yükü var. CHP’li maziye baktıklarında geniş kitlelerin zihninde nahoş
hatıralar canlanıyor. Bunlar hafızadan kolayca silinmiyor. İnsanlar elde ettiklerini sağlama almak
ve imkanlarını daha da büyütmek istiyorlar. Ve bu
noktada da CHP’nin sicili parlak değil. CHP’nin
ekonomiyi iyi idare edebileceği ve siyasi/hukuki kazanımlarını teminat altına alabileceği kanaati halkta yerleşmedi. Kılıçdaroğlu yönetimi de bu açmazı
aşamadı ve halka güven telkin edemedi.
Fakat siyaset uzun erimli bir mücadele. CHP, 7
Haziran’da aslında doğru bir tercihte bulundu. Belki seçimde umduğunu bulamadı ama bu, CHP’nin
filmi başa sarmasını ve tekrardan sınırlı bir ideolojik
siyasetin gölgesine sığınmasını gerektirmez. Tersine CHP’nin yeni bir heyecan yaratabilmesi için yapması gereken, girdiği yolda daha çok çalışması ve
daha sahici projeler üretmesidir.
* Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.
7
Haziran 2015 seçimleri Türkiye’de yeni bir durumun ortaya çıkmasını sağladı. Öncelikle 13
yıllık tek parti iktidarı sona erdi ve 13 yıldır muhalefet olarak kalan CHP ve MHP, ve belki HDP’ye
iktidar ortağı olma şansı belirdi. Bu seçimlerde oylarını önemli oranlarda artıran iki partiden birisi olan
MHP’nin birçok ilde 2002 sonrası yaşadığı oy kaybını
telafi etmeye başladığı görülmektedir. 2002 yılından
bu yana MHP’nin seçimlerde yakaladığı oy oranlarına
baktığımızda küçük duraklamalar ve inişler olsa da
istikrarlı bir yükselişin yaşandığını görüyoruz. Peki,
MHP’nin kaydettiği yükselişin altında yatan nedenler
nelerdir? Özellikle Orta Anadolu ve Karadeniz bölgeleri başta olmak üzere AK Parti’den MHP’ye bir oy
kaymasının yaşandığı görülmektedir. Bu akımın ortaya çıkmasında, MHP’nin geleneksel tabanının sahip
olduğu özellikler ile AK Parti tabanının niteliklerinin
benzeşmesi büyük önem taşımaktadır. Kayseri’de,
Konya’da veya Samsun’da yaşayan AK Parti seçmeni kolaylıkla MHP’ye oy verebilmekte aynı şekilde
MHP’den de AK Parti’ye doğru geçişler yaşanabilmektedir. Kısaca MHP’nin ve AK Parti’nin sosyolojik
tabanları arasında bir geçişgenlik bulunması, seçim
sonuçlarına da yansımaktadır. Aynı durum bazı Batı
illerinde CHP ve MHP arasında da gözlenmekle birlikte, bu geçişgenliğin daha çok “taktik” seçmen davranışından kaynaklandığı, her iki partide muhalefette
kaldıkları süre içerisinde gelişen AK Parti karşıtlığının
zaman zaman birbirini destekler biçimde oy kaymalarıyla sonuçlandığını söylemek mümkün. Bunun en
bariz örneği 2011 genel ve 2014 yerel seçimlerinde
Manisa başta olmak üzere bazı Batı kentlerinde açık
HAZİRAN 2015
13
Büyük kentlerdek bu artışa karşın, MHP’nn oy artışındak asıl etk Karadenz ve Orta Anadolu’da
yaşanan oy kaymalarından kaynaklanmaktadır. Karabük’te % 12, Snop’ta % 8,7, Gümüşhane’de
% 9,9, Artvn’de % 9,2, Çorum’da % 7,1, Trabzon’da % 5,8, Samsun’da % 6,6, Trabzon’da % 5,8,
Bayburt’ta % 7,8 ve Gresun’da % 6,6 gb yüksek oranlarda oy artışının gerçekleştğ görülmektedr.
biçimde görülmüştü. Diğer yandan Batıdaki MHP ile
CHP seçmeninin sahip olduğu değerlerin de birbirleriyle yakınlık göstermesi; özellikle kentlerdeki genç
seçmenlerin MHP’nin milliyetçi söylemini, kendi modern yaşam tarzları ile harmanlayarak ortaya çıkardıkları kentli-laik-modern ve milliyetçi siyasal bakışın,
CHP ideolojisiyle de oldukça benzer özellikler göstermesidir. Orta Anadolu ve Karadeniz bölgelerindeki
muhafazakar milliyetçi seçmen AK Parti ve MHP’ye
konjonktürel olarak destek verebildiği gibi Batı’da
yaşayan seçmen de CHP ve MHP arasında tercih
yapabilmektedir.
AK Parti’den MHP’ye Oy Kayması
2002 yılından bu yana AK Parti hükümetleri karşısında muhalefet olarak görev yapan MHP, bu
süreçte diğer muhalefet partilerinde yaşandığı gibi
keskin bir AK Parti karşıtlığı söylemi üzerinde siyaset yapmış ve bu da AK Parti’ye muhalif seçmen tarafından desteklenmiştir. Ancak bu durum MHP’ye
sıçrama yapabileceği kadar veya tek başına iktidar
olmasına yetecek kadar oy desteği sağlamamıştır.
7 Haziran seçimlerinde de MHP % 3 civarında bir
oy artışı sağlayarak, oy desteğini % 13,50’den %
16,50’ye; milletvekili sayısını da 53’ten 80’e çıkartmıştır. Aslında bu yükseliş, özellikle hiçbir partinin
tek başına iktidar olma şansını yakalayamadığı süreçte, azımsanmayacak bir başarı olarak da yorumlanabilir. Bunun yanında, iktidar partisinin 13 yıllık
yıpranmışlığı ve yakın geçmişte yaşanan olaylar
düşünüldüğünde, MHP’nin diğer muhalefet partisi
CHP ile beraber daha yüksek oranlarda bir oy desteği beklentisi taşıdığı da gözden kaçırılmamalıdır.
Seçimler öncesi yapılan kamuoyu yoklamalarında
partilerin alacakları düşünülen oyların yanında geniş
bir kararsız seçmen kitlesi de dikkati çekmekteydi.
Bu kitlenin de ağırlıklı olarak AK Parti’ye oy verecek seçmen olduğu düşünülmekteydi. Seçim sonuçları bu kitlenin Doğu’da HDP’de, Orta Anadolu
ve Karadeniz’de de MHP’de karar kıldığını göstermektedir. Genel tabloya bakıldığında, MHP’nin sadece Osmaniye’de birinci parti olabilmesine karşın,
14
HAZİRAN 2015
geleneksel kaleleri olan Orta Anadolu kentlerinde
kaybettiği oyları büyük oranda geri kazandığı ve
2002’den bu yana AK Parti’ye “kaptırdığı” seçmenlerin tekrar “yuvaya” döndükleri, bu geri dönüşün
de AK Parti’ye bu kentlerde ciddi biçimde oy kaybettirdiği görülmektedir.
MHP’nin, HDP’den sonra oyunu en çok artıran
ikinci parti olmasında; AK Parti’den kayan seçmen
desteğini kazanması ve yeni seçmenler tarafından da özellikle büyük şehirlerde destek almasının
önemli etki yaptığını söyleyebiliriz. MHP’de yaşanan
oy artışının sadece Orta Anadolu’daki küçük kentler
ile sınırlı kalmadığı, MHP’nin üç büyük ilde de oyunu geçmiş seçimlere göre yükselttiği, İstanbul’da %
1,6, İzmir’de % 2,5, Ankara’da ise % 3,3 oranında
bir oy artışı sağladığı gözlemlenmektedir. Büyük
kentlerdeki bu artışa karşın, MHP’nin oy artışındaki asıl etki Karadeniz ve Orta Anadolu’da yaşanan
oy kaymalarından kaynaklanmaktadır. Karabük’te
% 12, Sinop’ta % 8,7, Gümüşhane’de % 9,9,
Artvin’de % 9,2, Çorum’da % 7,1, Samsun’da
% 6,6, Trabzon’da % 5,8, Bayburt’ta % 7,8 ve
Giresun’da % 6,6 gibi yüksek oranlarda oy artışının
gerçekleştiği görülmektedir.
Orta Anadolu kentlerine baktığımızda MHP, geleneksel kalesinde ciddi bir artış sağlarken, Nevşehir’de %
9,9 ile uzun yıllar sonra bir milletvekilliği alması dikkat
çekiyor. Diğer yandan Niğde’de % 6,2, Kayseri’de %
9,9 ve Sivas’ta ise % 8,3 oranında yükseliş yaşandı.
Orta Anadolu kentleri arasında en yüksek oy artışı ise
% 12,6 ile Aksaray’da gerçekleşirken, bu kentlerde
AK Parti ciddi oy kaybı yaşadı. Sonuç olarak, Orta
Anadolu ve Karadeniz’de AK Parti’nin oy kaybının
arkasında, MHP’ye giden oyların olduğu açık bir
biçimde görülmektedir.
Ege Bölgesi’ne baktığımızda ise Orta Anadolu ve
Karadeniz’e benzer biçimde bazı Batı Anadolu
kentlerinde AK Parti’den MHP’ye oy kayması dikkat çekiyor. MHP’nin Afyonkarahisar’da % 6,8,
Kütahya’da % 10,9, Manisa’da % 6,6, Uşak’ta da
% 11,1 oranında oy artışı sağladığı dikkat çekmek-
tedir. Trakya’da CHP ağırlığı görmemize rağmen bu
bölgede MHP’nin yine bir miktar oy artışı sağladığını
ve AK Parti’den kaçan oyların bir kısmının MHP’ye
kanalize olduğu görülmektedir. Kırklareli’nde % 4,7,
Edirne’de % 2,5, Çanakkale’de % 5,1, Marmara
Bölgesi’nde Bursa’da % 3,1, İstanbul’da % 1,6,
Kocaeli’nde % 3,3 dolayında MHP’nin oy desteğinde artış kaydettiği gözlemlenmektedir.
Doğu Anadolu’ya bakıldığında özellikle Kars, Ardahan ve Iğdır’da oy kaybı yaşandığı, buralarda başta
HDP ve AK Parti’ye oy geçişi olduğu görülürken,
MHP’nin bu illerde oy kaybını başta Erzurum’da
% 10,3 ve Erzincan’da % 7,5 ile kapattığı, daha
Güney’e indiğimizde Kahramanmaraş’ta % 6,8 ve
Gaziantep’te ise % 8,3 oranında bir oy artışı yaşadığı dikkat çekiyor. Tüm kentler içerisinde MHP’nin
en çok ay artışı yaşadığı il ise % 14,8 ile Kilis oldu.
Güney Doğu Anadolu’ya baktığımızda MHP’nin bu
bölgede varlık gösteremediğini ancak yine de az da
olsa bir artış kaydetmiş olduğunu görebiliyoruz.
MHP seçimlerde neden bir “sıçrama” gerçekleştiremiyor? Neden sınırlı miktarda bir oy artışını
sağlayarak belirli bir sınıra kadar ancak yükselme
başarısı gösterebiliyor? MHP’nin bir ideoloji partisi
olarak “kemik” bir seçmene sahip olduğunu görüyoruz. Bu kitle kendisini “ülkücü” olarak tanımlayan
ve MHP’nin tarihsel kökleri ile irtibatlı bir seçmen
kitlesi. Bu kitle her durumda kayıtsız ve koşulsuz
biçimde MHP’yi destekler bir tavra sahip. Bu özellik, şartlar ne kadar olumsuz olsa da MHP’yi belirli
bir oy oranında tutarak varlık göstermesini sağlıyor.
MHP söyleminin giderek daha geniş kitlelere seslenmesi, cari iktisadi ve toplumsal sorunların çözümüne odaklanması MHP’ye oy verebilecek yeni
seçmenlerin kazanılmasını kolaylaştırmaktadır. Diğer partiler açısından da geçerli olan aday seçimi,
teşkilatlarla ilişkiler, propaganda yöntemleri, halka
ulaşma düzeyi ve liderlik gibi unsurlar MHP’de de
oy desteğinin düzeyini açıklayıcı etkenler arasında yer almaktadır. 7 Haziran 2015 seçimlerinde
MHP’nin, sağladığı oy artışı ile seçim başarısı yakaladığı ancak tek başına iktidar veya ana muhalefet partisi olmasını sağlayıcı bir düzeye ulaşamadığı
görülmektedir. Yine başarının arkasındaki nedenler
arasında, on üç yıllık AK Parti iktidarının yıpranmışlığı, çözüm sürecine duyulan güvensizlik, hükümetin
karşılaşmış olduğu sorunlarda kullandığı yöntemler,
iktidar partisinin kullandığı ayırıcı söylem yanında,
MHP örgütünün seçime iyi hazırlanması, ekonomik
ve toplumsal sorunların somut çözümleri ile bunlara
yönelik vaatler üzerinden etkin propaganda yöntemlerinden yararlanmış olması da sayılabilir.
* Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü
öğretim üyesi.
HAZİRAN 2015
15
röportaj
Seçim Sonuçlarının ve
Koalisyon Alternatiflerinin
Değerlendirilmesi
Röportaj: İbrahim KAYA
İbrahm Uslu kmdr?
30 Temmuz 1966 tarhnde doğdu. Lsans eğtmn
1983-1987 yılları arasında İstanbul Ünverstes
Syasal Blgler Fakültes, Kamu Yönetm
Bölümü’nde tamamladı. Yüksek Lsanasını aynı
ünverstede 1988-1991 yılları arasında Sosyal
Poltka üzerne yaptı. 1993-1995 yıllarında Amerka
Brleşk Devletlernde Doktora Semnerler çn
bulundu.
1995 yılında başladığı Doktorasını 1999 yılında
İstanbul Ünverstes’nde Sosyal Poltka üzerne
yaptı.
1988-2003 yılları arasında İstanbul Ünverstes’nde
Araştırma Görevls ve Öğretm Üyes olarak
çalışmıştır.
2003-2004 yılları arasında se Bersay İletşm
Danışmanlığı Başkan Yardımcısı olarak çalışmıştır.
2004 yılından ber Ankara Sosyal Araştırmalar
Merkez (ANAR) Genel Müdürü olarak görev
yapmaktadır.
Syasal Vakfı Mütevell Heyet Üyes ve Türkye
Araştırmacılar Derneğ üyesdr.
16
HAZİRAN 2015
SDE Asistanı
Röportaj talebmz kabul ettğnz çn teşekkür ederz.
Öncelkle 7 Hazran Genel Seçmlernden çıkan sonucu nasıl
okumak gerekyor? Halkın mesajı ne oldu?
Bence halk çok net bir mesaj verdi. Benim gördüğüm kadarıyla seçim sürecinde seçmenin
kafası biraz karışıktı. Seçmenin bir kısmı, seçim
öncesinde yaşanan olaylarla ilgili net karar veremedi. Mesela Gezi Süreci’nin bir uluslararası
komplo mu yoksa bir özgürlük ve hak arayışı mı
olduğu konusunda emin olamayan bir seçmen
kitlesi vardı. Elbette ki seçmenin büyük bir kısmı
net bir şekilde karar verdi. Bir kısmı ise bunun
özgürlük ve hak arayışı olduğuna kanaat getirdi,
öbür bir kısmı da uluslararası bir komplo olduğunu düşündü. Ama ortada olup ikisi arasında
tereddütler yaşayan bir seçmen vardı. Aynı şey
17-25 Aralık’ta da vardı. Acaba gerçekten bir
yolsuzluk soruşturması mı yoksa uluslararası
komplonun, darbe girişiminin devamı mı? İkisi
arasında kalan bir seçmen kitlesi oldu. Ha keza
Cumhurbaşkanımızın miting meydanlarına inip
Başkanlık Sistemi’ni anlatmaları konusunda acaba gerçekten ülkenin önünü tıkayacak yürütme
krizini aşmak mı istiyor, devleti daha etkin hale
mi getirmeye çalışıyor yoksa otoriterleşme eğilimi
mi var o konularda seçmenin bir kısmının kafası
karıştı. Kafası karışık seçmen, seçim süreci boyunca da ikircikler yaşadı. Bir karar veriyor ama
verdiği karardan da emin değil, mutlu değil…
Seçim süreci, seçmen açısından da, bizim açımızdan da zor geçti. Seçmenin sürekli karar değiştirdiğini, bundan dolayı da en major konularda
bile tahmin yapamaz konuma geldiğimizi gördük.
HDP, barajı geçecek mi, geçemeyecek mi? Uzun
zaman bundan emin olamadık. Tek parti iktidarı
var mı, yok mu? Bundan da uzun zaman emin
olamadık. Nitekim foto-finiş ile bitti. AK Parti,
İstanbul’un 3 bölgesinde 10 puan oy kaybetmeyip daha az puan kaybedecek olsa, her bölgede
1-2 puan daha fazla oy alacak olsa, tek başına
İstanbul’dan alacağı ilave oylarla bile, belki tek
başına iktidar çıkacaktı. Fakat seçmen sonunda
bir karar verdi ve seçmen; bence bütün partilerin
çok doğru anladığı - geçen iki günde yaşananlara bakarak bunu söylüyorum- bir şeyler söyledi.
Öncelikle şunu dedi: AK Partiye; Ben senin ülkeyi
yöneten iktidarın parçası olmanı istiyorum, sana
büyük bir çoğunluk veriyorum ama tek başına da
yönetmeni istemiyorum, yanına da birini al dedi.
Muhalefet partilerine döndü, onlara şunu dedi;
Ben, sizlerin ne tek başınıza, ne de ikinizin bir
araya gelerek bu ülkeyi yöneteceğine inanmıyorum, o yüzden siz ancak üçünüz bir araya gelirseniz bu ülkeyi yönetebilirsiniz, onu dışında sizin
ülkeyi yönetebileceğinize ben inanmıyorum.
Son iki günde partilerin açıklamaları ve yarı örtülü,
yarı açık koalisyon görüşmelerine baktığımızda,
partilerin bu mesajı net olarak almış olduğunu
düşünüyorum. En azından AK Parti ve CHP’de
bunun emareleri çok açık. HDP’nin kendi pozisyonu var, AK Parti’yle koalisyonun içerisinde
yer almayacağını söyledi, belki CHP ile olur dedi.
MHP, ilk gece deklarasyon yaptı ama kapıyı tam
kapatmadı.
Seçm sonuçlarına göre erken seçm htmal belrd. Sz bu
htmal nasıl değerlendryorsunuz?
Ben böyle bir ihtimalin olmayacağını düşünüyorum. Zaten seçimden yeni çıkmış partilerin yeniden seçimi istemeleri çok akıl dışı bir şey olurdu.
Hepsi çok yoruldu, çok fazla efor harcadı ve bu
ilk seçimleri değil, üçüncü seçimi, bir yıl içerisinde
üç seçim geçirmiş partilerin dördüncü bir seçim
daha geçirmesini beklemek akıl dışı bir şeydir.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun “Erken seçim vakit israfı
olur.” diye açıklaması oldu. Sayın Baykal’ın Sayın
Cumhurbaşkanı ile görüşmesinden sonra “ Kimsenin erken seçim beklediği yok ve Sayın Cumhurbaşkanı her türlü koalisyon olasılığına çok
esnek bakıyor ve bir an önce hükümetin kurulmasını istiyor.” şeklindeki beyanları, erken seçim
olasılığını sıfırladı. Ben bir erken seçim olasılığı
görmüyorum. Erken seçim olması, ülke açısından hayırlı bir şey de değildir. Toplum, bir dizayn
yaptı. Dört partiye; “Siz parlamentoda olun, şu
koşullarda da koalisyon kurabilirsiniz.” dedi. AK
Parti, üç muhalefet partisinden herhangi biriyle
koalisyon yapabiliyor. Seçmen, AK Parti’ye orada geniş bir elastikiyet verdi, muhalefet partilerine siz ancak üçününüz bir araya gelebilirsiniz,
yoksa size güvenmem dedi. Verilen mesaj net,
muhalefet partileri ya biri AK Parti’yle koalisyona
razı olacak ya da üçü birleşip bir hükümet kuracaklar. Bu ikisini dahi yapamayıp erken seçime
gidilirse, seçmenin bundan çok hoşnut olacağını
HAZİRAN 2015
17
ve erken seçime gittikleri için herhangi bir partiyi ödüllendireceğini düşünmüyorum. Oyları bir
daha dağıtır, bu sefer pastayı daha da küçültür,
durum daha büyük bir açmaza sürüklenir. Yani
siyaset, seçmenin mesajını yanlış okuyup, talebini yerine getirmezse seçmen; “Ne iyi yaptınız
da üç ay sonra yeniden bana geldiniz.” demez.
Bütün partileri cezalandırır. Bütün partiler de aslında bunun farkında, tersini savunan kimse de
yok. O yüzden bir tek Sayın Bahçeli; “Gerekirse
erken seçimden de korkmayız.” dedi. Ama o bir
erken seçim arzusu değildi, çok mecbur kalırsak
bunu dahi göze aldım demekti. Ama ondan önce
birçok yol olduğunu da o geceki konuşmasında
söyledi.
Koalsyon senaryolarından en muhtemel olanı
AK Part - MHP koalsyonu olarak gözüküyor. Sz bu htmal
nasıl değerlendryorsunuz?
Ben onu en muhtemel senaryo olarak görmüyorum. Ben onu, en uyumlu olması olası koalisyon
olarak görüyorum. Yoksa bana göre en muhtemel koalisyon AK Parti-CHP koalisyonudur. AK
Parti de görünen o ki CHP ile koalisyon turlarına
18
HAZİRAN 2015
başlayacak. Çünkü meclis aritmetiğine göre en
yüksek sayı böyle oluşuyor ve her biri bir kutbu
temsil ediyor. İki kutbun bir araya gelmesi, seçmeni en mutlu edecek formüldür. AK Parti-CHP
koalisyonu, seçmenin ve piyasaların en mutlu
olacağı formüldür. Uluslararası camiayı en rahatlatacak formüldür. Bana en olası formül AK
Parti-CHP koalisyonu geliyor, en uyumlu olması
muhtemel senaryo ise AK Parti-MHP koalisyonu
olarak görünüyor. AK Parti-HDP koalisyonunu,
büyük oranda olasılık dışı değerlendiriyorum.
CHP-MHP-HDP’nin bir araya gelmesi muhtemel
bir senaryodur ama en kısa ömürlü ve en çabuk
krize girecek senaryodur. Üç koalisyon olasılığı
var; birisi AK Parti-MHP, öbürü AK Parti-CHP, bir
diğeri de CHP-MHP-HDP koalisyonu… Muhalefet partileri, ister içeriden destek versinler, ister
dışarıdan o farketmez, sonunda koalisyonun parçası olacaklar. Bakanlar Kurulu’nda sandalyesi
olması ya da olmaması önemli değil, güvenoyu
vermesi bence yeterli.
Lderlern seçm performansına bakacak olursak sze göre
hang lder daha başarılı oldu?
Seçimlerden önce partilerin kendilerine koydukları hedefleri vardır ve o hedefleri gerçekleştirme
açısından başarıyı değerlendirmek lazım. Performans açısından Sayın Davutoğlu çok çalıştı, 81
ile gitti. Hatta ilçe mitingleri yaptı, yaptığı mitingleri
toplayacak olursanız 1,1.5 aylık süre için korkunç
bir sayı. Olağanüstü bir performans gösterdiğini
göreceğiz. Ancak kriteri değiştirdiğinizde, hedeflerini gerçekleştirme konusunda seçmenden ne
kadar karşılık aldığına dönüp bakmak lazım. O
açıdan sahada en az performans gösteren Sayın
Bahçeli’nin, hedeflerini en çok gerçekleştiren lider
olduğunu görüyoruz. Bana soracak olursanız her
dört parti de iyi kampanyalar yaptılar. CHP, bu
sefer seçime iyi hazırlanmıştı. HDP de iyi hazırlanmıştı. MHP çok ortalıkta görünmedi ama stratejik
işler yaptı. MHP, kongresinden bu yana stratejik
işler yapıyor. Siyaset, bu kampanya öncesinde
ve kampanya esnasında rasyonel bir düzleme
çekilmişti. Yani kampanya hazırlığı, orada siyasal
strateji geliştirme açısından baktığınızda bence 4
parti de çok ciddi işler yaptı. Türkiye’de partilerin
olgunlaşması, kurumsallaşması açısından baktığınızda, dört partinin dördünün de kendi menfaatleri açısından doğru işler yapması sevindirici.
Türkiye’de sorunlu alan siyasetin dili ve üslubu,
bu alan da sakinleşirse ve çatışma kültürü aşılırsa, siyasetin ve demokrasinin daha çabuk olgunlaşacağını düşünüyorum.
Partiler sorunlu olan üslup ve dil problemini de
çözerlerse bence önümüzdeki dönem siyaset
artık, toplumun önünü açar, gerçekten çözüm
üretebilen bir yapıya bürünür. O zaman da insanlar, siyasete daha fazla saygı duyar. Ama bu
kavga dili, bu polemik, bu hırçınlık, sertlik; siyasete ve siyasetçiye itibar ve enerji kaybettiriyor.
Çünkü bunlarla uğraşmaktan sorunları çözmeye
vakit kalmıyor. Siyasetin toplumda verimli olabilmesi ve daha fazla saygı görebilmesi için dilini
ve üslubunu da düzeltmesi lazım. Ondan sonra
Türkiye’de siyasetin başka bir problemi kalmayacak. Siyaset, gerçekten çözüm üreten bir mekanizma haline dönüşecek.
HDP’nn özellkle Doğu llernde yakalamış olduğu
başarıyı kend başarısı olarak mı görmek lazım yoksa
AK Part’nn başarısızlığı olarak mı görmek gerekr?
Her ikisinin de belli ölçüde etkisi var. Sadece birine bağlamak yanlış olur. AK Parti’nin elbetteki
yanlışları olmuştur. Aday seçimi konusunda Çözüm Süreci’nin yürütülmesi esnasında da bazı
problemler yaşandı, bazı yol kazaları oldu, bu
kazaları oradaki seçmene anlatma konusunda
yetersizlikler oldu. Yoksa her şeyi doğru yapıp
neden oy kaybetsin. HDP’nin seçmene kendini anlatma konusunda daha başarılı olduğu da
bir gerçek. Neticede ortaya böyle bir sonuç çıktı. Bir taraftan bir partinin başarısı diğer taraftan
yekdiğerinin eksikleri, tamamlayamadığı işler ya
da yanlış anladığı işler sonucunda ortaya böyle
bir tablo çıktı. Yoksa Güneydoğu’daki oy oranlarındaki değişmeyi sadece adaylara bağlamak
ya da sadece HDP’nin yürüttüğü kampanyaya
bağlamak bence gerçeklerin sadece bir kısmını
açıklar. O yüzden her ikisinin de etkisi var. Hem
Ak Parti’nin başarısızlıklarının etkisi var hem de
HAZİRAN 2015
19
HDP’nin doğru işler yapmış olmasının etkisi var.
Son iki gün kala Diyarbakır mitinginde patlayan
bombanın da etkisi oldu. O patlamaya karşı reaksiyon çok net bir şekilde hissediliyor fakat bu
hükümetin kontrol edebileceği bir şey değildi. Birileri orada bomba patlattı ve insanlar yaralandı
veya hayatlarını kaybetti. Bunun da seçmen üzerinde etkisi oldu.
Büyük beklentlerle vaatlerle seçme gren CHP’de
stenlen sonuç alınamadı. CHP’de br değşm beklyor
musunuz?
Ben seçim öncesinde de seçimden sonra da
CHP’de herhangi bir değişimin olmayacağını
söylemiştim. Seçim sonucu olarak 2011’deki oy
oranının üzerine çıkamadı. Zaten CHP’nin esas
amacı kendi oy oranını arttırmak değildi. Bunu
CHP yetkilileri de dile getiriyor. CHP’nin oy oranını arttırdığınızda milletvekili sayısını 8-10 kişi daha
arttırırsınız fakat bu CHP açısından bir işe yaramazdı. Önemli olan HDP’nin barajı aşmasıydı;
CHP de HDP’nin barajı aşması adına çok kritik
katkıda bulundu. Bir oy transferi oldu ve CHP
bunu kısmen yönetebildi, kısmen seyirci kaldı ve
sesini çıkartmadı ama neticede bugün en olası
koalisyon senaryosunda CHP’yi iktidar ortağı
olarak görüyoruz. Üç senaryonun ikisinde CHP
koalisyon ortağı olarak görünüyor. Oy oranını %
25 değil de % 27 yapsaydı evet iki puan oy arttırmış olacaktı ama hiçbir sonuç elde edemeyecekti. Şimdi ise üç senaryonun ikisinde hükümet
ortağı olmayı başarıyor. CHP’deki başarı durumu, nereden baktığınıza bağlıdır. Parti olmaktan
murat eğer iktidar olmak ise CHP, bunu gerçekleştirmeyi başaracak gibi görünüyor. Şuan iktidar
ortağı olmaya çok yakın. Sadece oy artırmayı
amaçlamak çok doğru bir hedef değil. Siyasi partiler sadece oy almak için değil iktidar olabilmek
için kurulurlar. CHP de şuan bunu başaracak
gibi görünüyor. Zaten o yüzden partide kazanlar kaynamadı. Seçim gecesi gayet neşelilerdi
ve Kılıçdaroğlu’na karşı bir coşku vardı. Çünkü
seçimden önceki hedeflerini gerçekleştirdiklerini
düşünüyorlar. Bence de CHP hedeflerini gerçekleştirmiştir. O yüzden Sayın Kılıçdaroğlu’nun
istifa etmesi veya birilerinin istifasını istemesi çok
20
HAZİRAN 2015
anlamlı değil. CHP çok büyük bir ihtimalle hükümet ortağı olacak o yüzden Kılıçdaroğlu başarısız
sayılmaz.
Bu seçmlerde farklı br cumhurbaşkanı portres gördük.
Bu durum oy oranlarına nasıl yansımış olablr?
Oy oranlarına bakarsanız cevap orada zaten gizli. Sayın cumhurbaşkanının 400 milletvekili hedefi
vardı. Gerçi daha sonra o hedefi 330 olarak revize
edip küçülttü. Ama iki hedefi de gerçekleşmedi.
Seçmen bu sefer hadiseye Sayın Erdoğan zaviyesinden bakmadı. Seçmen kendince başka bir denge kurdu. Sayın cumhurbaşkanının seçim öncesi
il ziyaretlerinde dile getirdikleri seçmen de karşılık
bulmadı. Söylemlerinin oyların dağılımını etkilemesi
açısından bir tesiri olmadığını düşünüyorum.
Oy oranlarına olumsuz br etks olmuş olablr m?
Cumhurbaşkanının yaptığı mitingler olmasaydı
da, seçmenin kafası karışıktı diye bahsettiğim
hadiselerden ötürü hükümet aynı oyu alabilirdi. Hükümetin oy kaybetmesi normal çünkü 13
yıl boyunca tatmin edemediğiniz istekler olmuş,
mutsuzluklar olmuş, kırdığınız insanlar olmuş ya
da insanlar hep aynı siyasetçileri ve aynı tarzı
görmekten bıkmış olabilir. İnsanlar yeni bir şeyler
denemek istiyor. Siz belli bir noktaya getirdiniz
ve oradan öteye geçemediniz. Mesela orta gelir
tuzağını konuşmaya başladı bu ülke. Dolayısıyla
seçmenin “tamam Ak Parti güzel işler yaptı ama
biz biraz da başka seçeneklere bakalım” demesinden daha normal bir şey yoktur. Çünkü katıldığı dördüncü seçimde bir iktidar partisinin oy
kaybı yaşamasından daha doğal başka bir şey
olamaz. Dünyada eşi benzeri az bir başarıdan
bahsediyoruz. Dört kere seçime gidiyorsunuz ve
dördünden de birinci parti olarak çıkıyorsunuz,
üçünde tek parti iktidarı oluyorsunuz, dördüncüde de koalisyon ortağı oluyorsunuz. Böyle bir
başarıdan bahsediyoruz. Bu kadar uzun zaman
iktidar da kalmış bir partinin yıpranmaması düşünülemez. O yüzden eleştirilerin çok abartılmaması gerektiğini düşünüyorum. Seçmen borsa
brokeri değildir, uzun vadeli planlar yapar. Cumhurbaşkanının veya bir başkasının söylemlerinin
seçmen üzerinde bu kadar anlık etkisi olacağını
düşünmüyorum. Sayın cumhurbaşkanı hiç ofisinden çıkmasaydı da, seçimle ilgili hiç konuşmasaydı da yine oy kaybı yaşanırdı.
Bu seçmde lk defa oy kullanan genç seçmenn, seçm
sonuçları üzernde nasıl br etks oldu?
Bence önemli bir etkisi oldu, çünkü ilk defa oy
kullanan 1 milyonun üzerinde bir seçmen kitlesi
var. Daha önceki seçimlerde tecrübe ettiğimiz
gibi genç seçmen kitlesi en fazla HDP’ye ya da
MHP’ye oy veriyor. Gençler uçlardaki partilere oy
veriyor. Sonra yavaş yavaş yaş kemale erdikçe
merkeze doğru geliyorlar. Gençken mutedil davranamıyor, uçlarda dolanıyor. Adı üzerinde delikanlı deniyor, delilik var damarlarında. Ak Parti ve
CHP genç seçmen havuzundan daha az oy aldı.
Koalsyon partlernn tutumlarını göz önüne alırsak Yen
Anayasa ve Çözüm Sürecnn akıbetn nasıl görüyorsunuz?
Uzlaşma olabilir. Uzlaşma olursa şayet, bu aynı
zamanda Türkiye’de bir Toplum Sözleşmesi anlamına da gelecektir. Koalisyonun sağlanacağı
metin bence Türkiye’de uzun zamandır eksikliğini
hissettiğimiz Toplumsal Sözleşmeyi de karşılayacak bir metin olacak. Ben Türkiye’nin menfaatine
olan bu süreçlerin zarar göreceğine inanmıyorum.
Hiç kimse Çözüm Sürecini bitirelim ve çatışmalar
yeniden başlasın diyemez. Nihayetinde o partilerin yöneticileri de sizin, benim gibi bu ülkeyi seven
insanlardan oluşuyor, bu milleti, toplumu seven
insanlardan oluşuyor. Hiç biri çatışmalar olsun,
yeniden kan aksın, gencecik insanlar hayatlarını
kaybetsin istemez tabi. O yüzden de ben Yeni
Anayasa ve Çözüm Sürecinde bir sorun yaşanacağını düşünmüyorum. Üzerinde en uzlaşılamayacak konu sayın cumhurbaşkanı ile ilgilidir. Hem
Sayın Kılıçdaroğlu’nun, hem de Sayın Bahçeli’nin
açıklamasında var; “Eğer Cumhurbaşkanı anayasal sınırlara geri dönerse sorun yok” dediler. Dolayısıyla Ak Parti’nin kırmızı çizgilerinden biri olan
bu konu ile ilgili kriz aşılmış oldu. Yeni Anayasa da
bütün partilerin parti programında vardı. Kimse
Yeni Anayasa yapılmasına itiraz etmiyor. Sadece
içeriği konusunda uzlaşılamadı. Uzlaşma komisyonu yıllarca süren bir çalışma yürüttü ve birçok
maddede uzlaşıldı. Dolayısıyla ben Yeni Anayasa konusunda sorun çıkacağını düşünmüyorum.
Partiler mutedil bir noktada duruyor. O açıdan da
önümüzdeki dönem bizim ümitvar olmamızı sağlıyor. Bütün partiler itidal çizgisi üzerinde duruyor.
AK Parti’nin söyledikleri aslında mutedil şeyler.
Diğer partilerde çok mutedil şeyler söylediler.
Vakt ayırdığınız çn çok teşekkür ederz.
HAZİRAN 2015
21
İÇ POLİTİKA
de bir çabanın içinde olduklarını kaydetmek gerekmektedir. Dürüst seçimler demokrasinin olmazsa
olmaz koşullarındandır ve 7 Haziran seçimleri bu
unsurun varlığını bir kez daha teyit etmiştir.
Seçim Aritmetiği Neyi Gösteriyor?
SİSTEM
KİLİTLENMESİ
ve SİYASİ SORUMLULUK
Prof. Dr. Haluk ALKAN
SDE Uzmanı
7
Haziran’da gerçekleştirilen seçimler; sandık
sonuçları, siyasi sistem açısından doğurduğu
sonuçlar ve seçimlerin siyasetçilere yüklediği
sorumluluklar olmak üzere üç açıdan değerlendirilebilir.
Ancak bu değerlendirmeye geçmeden önce bir
noktanın altını önemle çizmek gerekmektedir. Türkiye 1876 yılından bu yana seçim geleneğine sahip
bir ülkedir. Özellikle 1950 seçimleri sonrasında halk
birçok kez seçimler yolu ile tepkisini gösterebilmiş
ve siyaset sürecinin değişimine etkide bulunabilmiş-
22
HAZİRAN 2015
tir. Türkiye’de yeterli halk desteğine sahip bir siyasi
hareket, seçim yolu ile barışçıl bir biçimde iktidara
gelebilir. Türkiye bu anlamda post-Sovyet ülkeler
için geliştirilen literatür kapsamında değerlendirilebilecek bir ülke değildir. Nitekim Türkiye’de seçimlerin dürüst, yarışmacı bir süreç içinde gerçekleştiğini
bizzat seçim sonuçları kanıtlamıştır. Bunu bir kenara kalın çizgilerle not etmek gerekmektedir. Bunun
nedeni fon yapısı tartışmalı bazı oluşumlar değil bu
ülkenin güçlü demokrasi geleneğidir. Bu geleneği
algılara kurban etmek isteyen yaklaşımların beyhu-
7 Haziran seçimlerinin önemli sonuçlarından
biri, 12 Eylül rejiminin siyasi mühendisliğinin
bir kurumu olan % 10 ulusal barajlı seçim
sistemini siyasi açıdan anlamsız kılmasıdır.
Seçim barajının arkasında şekillenen bir siyaset tarzının artık Türkiye için hiçbir savunulacak tarafı kalmamıştır. 4 partinin yer aldığı bir
Meclis bileşiminde dahi % 40-44 bandında oy alan
bir partinin tek başına iktidar olamadığı barajlı bir
seçim sisteminin ne temsilde adaleti ne de yönetimde istikrarı sağlayamadığı net bir şekilde ortaya
çıkmıştır. Seçimler sonrasında yapılan birçok yorumda % 5’lik bir baraj durumunda tek partili bir
hükümetin kurulabileceğine yapılan vurgular bu
açıdan dikkat çekicidir. Kısaca Türkiye’de uygulanan mevcut seçim sisteminin sürdürülemez olduğu
açıktır. Seçimler, Türkiye’de partilerin Mecliste temsil tabanını genişleten, aynı zamanda istikrarlı hükümetlerin kurulmasını mümkün kılan yeni bir seçim
sistemine olan ihtiyacı göstermiştir. AK Parti’nin
2002 seçimlerinin hemen sonrasında el atması gereken bu konuyu geciktirmesinin maliyeti yüksek
olmuştur. Türkiye’de demokrasinin önünü açacak
bir karma seçim sistemine geçilmesi tartışılmalıdır.
Seçimlerdeki genel oy dağılımına bakıldığında ortaya
çıkan tablo ise şu şekilde özetlenebilir: Öncelikle 13
yıldır iktidar olan AK Parti’nin hükümeti tek başına
kurabilecek oy oranına ulaşamasa da aldığı % 40,9
oy ile kendisine en yakın partiye 15 puan fark atmış
olması bir başarı olarak değerlendirilmelidir. AK Parti
hükümet kuramasa da Türkiye siyasetindeki güçlü
yerini korumaktadır. Buna karşılık AK Parti’de yaşanan oy kaybının iyi analiz edilmesi gerekmektedir.
AK Parti, Doğu ve Güneydoğu’da Kürt kökenli seçmenlerin desteğini önemli ölçüde kaybetmiştir. AK
Parti’nin 2011 seçimleri ile karşılaştırıldığında aldığı
oy oranı Diyarbakır’da % 33’ten % 15’e, Bingöl’de
% 47’den % 6,7’ye, Bitlis’te % 50,6’dan % 31’e,
Van’da % 40’tan % 20’ye, Batman’da % 37’den %
18’e gerilemiştir. Bu oranlar AK Parti’nin bölge oylarının yarısından fazlasını kaybettiğini göstermektedir.
AK Parti’nin hükümeti kuracak çoğunluğa ulaşa-
k
raca ve
u
k
i
et
u
küm nda Doğ mli
ü
h
ı
n
e
i
s
ama
ıp ön
arti’n
in
AK P a ulaşam daki kay Parti’n
K
ğ
n
ı
nlu
r. A
lar
çoğu doğu oy olmuştu ile HDP ir
y
b
ıp
ci
Güne belirleyi daki kay anlamlı
da
rın
de
ölçü ölge oyla tış arasın usudur.
b
ar
kon
daki lişki söz
n
ı
r
oyla ayısal i
s
mamasında Doğu ve Güneydoğu oylarındaki kayıp
önemli ölçüde belirleyici olmuştur. AK Parti’nin bölge
oylarındaki kayıp ile HDP oylarındaki artış arasında
anlamlı bir sayısal ilişki söz konusudur.
AK Parti, Kürt kökenli seçmenler kadar olmasa
da milliyetçi-muhafazakar seçmen tabanının güçlü
olduğu ve kendisinin yüksek oranda oy aldığı bölgelerde de oy kaybına uğramıştır. AK Parti bu bölgelerde genel olarak % 50’nin üzerinde oy alsa da
ortalama % 10’un üzerinde oy kaybına uğramıştır.
Ancak bu kayıp Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan
kaybın oldukça gerisindedir.
HDP’de yaşanan oy artışının, önemli ölçüde AK Parti tabanında yaşanan oy kaymasından kaynaklandığı görülmektedir. Batıdaki büyük kentlerde, CHP
oylarının 2011 seçimlerine göre göstermiş olduğu
hareketlilik bu yargımızı teyit etmektedir. Örneğin
İstanbul 1. ve 2. Bölgede AK Parti oyları ortalama
sekiz puan gerilerken, aynı bölgede CHP’deki gerileme ortalama olarak % 2’dir. 3. Bölgede ise AK
Parti’deki kayıp 10 puanı bulurken, CHP’nin kaybı
2 puandır. Burada da HDP’nin aldığı ortalama %
12’lik oyun içinde AK Parti’den gelen oyların ağırlığı
yadsınamaz.
CHP’nin 7 Haziran seçimlerinde oy kaybı 2011 seçimlerine göre toplamda % 1’i bulmaktadır. Bu da
HDP’deki oy artışının tek başına CHP’den yaşanan
kaymalarla açıklanamayacağını göstermektedir.
Dolayısıyla AK Parti’nin üzerinde öncelikle durması
gereken konu Doğuda ve Batıda, HDP karşısında
yaşanan oy kaybının nedenleri olmalıdır. AK Parti,
HAZİRAN 2015
23
Seçim sonuçları CHP’nin bırakın iktidar alternatiSeçim
fi olabilmeyi, muhalefetin merkezi bile olamadığını
merk sonuçlar
göstermiştir. İktidar partisinde yaşanan oy kaybı
ı
e
CHP zi olama CHP’nin
CHP’ye yansımadığı gibi, parti toplamda oy
muh
yaca
yöne
a
ğ
t
kaybına uğramıştır. CHP’nin başarılı olduğu
i
l
ı
m
e
n
fet
bu
ıg
is
sonr sonuçla onuçlar östermiş in
tek şey seçmen tabanını HDP karşısında
asın
ı
büyük ölçüde konsolide edebilmiş olmasıa göt rdan ülk iyi okum tir.
eyi 2
a
l
çıkm ürecek
ı
dır. CHP seçim sürecinde parti adaylarının
,
8 Şu
b
ayac
belirlenmesinden, seçim bildirgesine kadar
ağın ir restor bat
ı gör
a
her aşamada iktidarı hedefleyen bir parti
meli syonun
dir.
gibi değil HDP’ye yaşanacak bir kaymayı
doğudan ciddi oranda oy alan, bu niteliğiyle CHP
ve MHP’den farklı siyasi tabana oturan bir partidir
ve bu özelliği ile Türkiye siyasetinde iktidar olmanın
ötesinde çok önemli bir fonksiyona sahip bulunmaktadır. AK Parti’nin bölge oylarında yaşanacak
bir erime, kimlik siyasetinin uçlara kayması ve kimlik
temelinde kutuplaşmayı derinleştirebilecek sonuçlar doğurabilir. Bu çerçevede Şubat 2015 tarihinde
gündeme gelen 10 maddelik çözüm süreci yol haritası sonrasında AK Parti’nin sürece karşı mesafeli
bir tutuma yönelme ve seçim stratejisinde çözüm
sürecinin ikinci plana itilmesinin bölge seçmenini
küstürmüş olma ihtimali oldukça güçlüdür. AK Parti
bölge ile ilgili sorunlara güçlü bir biçimde eğilen bir
ulusal parti olarak bölgede önemli bir denge unsurudur ve seçmenden gördüğü desteğin ardında
büyük ölçüde bu konum yatmaktadır. HDP’nin çözüm sürecini ikincil - destekleyici bir politik unsura
dönüştürme isteği, 6-8 Ekim olayları sonrasında
iflas etmiş ve parti söylemsel düzeyde çözüm sürecini bir Türkiye partisi olma stratejisinin merkezine
yerleştirmiştir. Aksine, AK Parti seçim kampanyası
sürecinde çözüm sürecine ikinci derecede vurgu
yapmayı tercih etmiş, sürece tepki duyan milliyetçi oy tabanını önceleyen bir stratejiye yönelmiştir.
Oysa AK Parti’ye oy veren milliyetçi muhafazakar
seçmen, çözüm sürecine mesafeli de olsa tepkisel olmaktan çok dengeli bir sağduyu içinde hareket etmektedir. Tepkisel tutum daha çok Doğu ve
Güneydoğu’daki seçmen tabanında yaygındır. AK
Parti’nin ele alması gereken diğer bir konu bölge
illerindeki aday listelerinin ne ölçüde bölge seçmeninin beklentilerini karşıladığıdır.
24
HAZİRAN 2015
frenlemeyi önceleyen bir strateji izlemiştir. Yukarıda açıklandığı gibi CHP’nin toplamda yaşadığı oy kaybı ve Batıdaki oylarda yaşanan hareketlilik,
seçmen tabanına yönelik stratejinin bir ölçüde başarılı olduğunu göstermektedir.
Sistemde Kilitlenme Olasılığı
7 Haziran seçimlerinin öne çıkan sonuçlarından
bir diğeri, sistemin kilitlenme olasılığını gündeme
getirmesidir. 2007 yılında yapılan Anayasa değişiklikleriyle birlikte, güçlü yetkilere sahip ve halkoyu
ile seçilen bir Cumhurbaşkanı ile Meclise karşı sorumlu hükümetin bir arada görev yapacağı yeni bir
sisteme geçiş yapılmıştır. Ancak mevcut Anayasal
çerçeve bu işleyişi mümkün kılabilecek bir altyapı
sağlamamaktadır. Bu işleyiş yürütmenin iki otoritesi
arasında yaşanacak anlaşmazlıklarda bir çifte meşruiyet krizi doğurabilecek ve sistem kilitlenmelerine
açık bir yapı doğurmaktadır. Yine bu tip bir işleyişte,
Meclisin istikrarlı bir hükümet oluşturabilecek bileşime sahip olmaması durumunda Cumhurbaşkanı
- Meclis ve koalisyon hükümetleri arasında ne tür
sonuçların ortaya çıkacağı da belirsizdir.
Ortaya çıkan görünümün “parlamenter” olmadığı
açıktır. Dolayısıyla seçimler sonucunda kurtarılan
bir parlamenter sistem de yoktur. Türkiye’de çözümlenmesi gereken bir hibrit rejim sorunu bulunmaktadır. Bu sorunun çözülmesi de tüm partilerin
sorumluluğundadır.
Anayasanın belirlediği kurumsal yapı böyle bir krizin
aşılmasında işlevsel mekanizmalara sahip değildir.
Dolayısıyla mevcut sistemde demokrasiyi ve istikrarı korumak, fazlasıyla liderlerin siyaset tarzlarına ve
uzlaşmacı eğilimlerine bağımlı bulunmaktadır.
Siyasetin Sorumluluğu
Siyaset, ülkenin ve halkın sorunlarını çözmek için
vardır. Ülkenin ve halkın çıkarlarını göz ardı eden bir
siyaset tarzı, başta bu şekilde hareket edenler olmak
üzere tüm topluma ve ülkeye zarar verir. Seçimlerde ortaya çıkan tablo hem liderlik hem de partilerin
toplumsal tabanı bağlamında kutuplaşmış eğilimleri
bir müzakere zeminine yönlendirme zorunluluğunu
öne çıkarmıştır. “AK Parti’yi hükümet kuramayacak
bir noktaya gerilettik ama bundan sonraki sürecin
bir parçası olmayız” düşüncesi ne kadar yanlış ise,
“Madem el birliği ile ülkeyi bu çıkmaza sürüklediler,
çıkış yolunu da onlar bulsunlar” tavrı da o oranda
yanlıştır. Siyaset, uzlaşma temelinde hiçbir toplum-
sal kesimi dışlamadan, geçmişten ders alarak, temel hassasiyetlere duyarlı bir yaklaşımla hükümet
ve istikrar sorununu aşmalıdır.
Seçim sonuçları CHP’nin muhalefetin merkezi olamayacağını göstermiştir. CHP yönetimi sonuçları iyi
okumalı, bu sonuçlardan ülkeyi 28 Şubat sonrasına
götürecek bir restorasyonun çıkmayacağını görmelidir. HDP, demokrasinin yalnızca halkların kimlikleri
temelinde bir temsil ilişkisine indirgenemeyeceğini,
sol söyleme bulanmış ve silaha dayalı bir kimlik siyaseti ile ülkenin Doğusu ve Batısında farklı siyaset
tarzları izlemenin sürdürülebilir olmadığını görmelidir. MHP kimlik siyasetinin kısa vadeli kazanımlarının ötesinde gerçek anlamda bir birliğin inşasına
katkı verecek bir siyasete yönelmelidir.
AK Parti, 2007 değişiklikleri ile birlikte sistemde yaşanan değişimi iyi okumalı, bu yeni sistemde siyasi
rollerin nasıl oynanması gerektiği üzerinde tekrar
durmalıdır. AK Parti tabanı, büyük ölçüde eski sistemin dışladığı, onunla mücadele ederek kimliğini
şekillendirmiş bir sosyolojiye dayanmaktadır. Bu
sosyoloji, sabrı, dayanışmayı, tevazuyu ve vasatı
esas alan bir meşruiyet algısına sahiptir. AK Parti,
bu meşruiyet algılamasının değer ve sembolleriyle
geliştirdiği söylem ve öne çıkardığı semboller arasındaki uyuma tekrar eğilmelidir.
Seçimler tek başına bir hükümetin kurulmasına imkan tanımadığı gibi bırakın istikrarlı bir koalisyonu,
koalisyon kurulup kurulamayacağını bile tartışmalı
bir hale getirmiştir.
Sonuçlar siyasal sistemi; koalisyon ortakları arasındaki anlaşmazlıklardan doğabilecek Meclis içi
kilitlenmelere, Cumhurbaşkanı ile koalisyon hükümeti arasında yaşanabilecek anlaşmazlıklardan
kaynaklanabilecek yürütme krizlerine, İstikrarsız
hükümetlerin ardı ardına kurulup dağılmasından
kaynaklanan Cumhurbaşkanı ile Meclis arasında
yaşanabilecek krizlere dayalı kilitlenmelere açık hale
getirmiştir.
HAZİRAN 2015
25
İÇ POLİTİKA
Bu tabloda dış ve iç muhalif unsurlar aynı cephede mevzilendi. Hedef; Erdoğan, AK Parti üzerinden Yeni Türkiye oldu. Kirli ittifak projesi devreye
sokuldu. CHP + MHP + HDP + PKK + DHKP-C +
paralel + yerli baronlar + küresel baronlar + uluslararası medya kuruluşları… Yaylım ateşine ve algı
operasyonlarına başladılar. Koalisyon HDP üzerinden strateji belirledi. PR çalışması için her argüman
seferber edildi.
Bazı örnekler;
Financial Times: “Seçimler ülke tarihi açısından
önemli. AKP’nin kazanması, Türkiye açısından çok
kötü olur.”
“Seçimin anahtar değişkeni Kürt yanlısı bir koalisyon olsa da, laik Türklerden liberallerden ve solculardan destek alan HDP.”
Seçmen Erdoğan’ı cezalandırabilir. Laik olsun,
dindar olsun Erdoğan’ın ataerkil tavrının yarattığı
boğucu ortamı reddeden milyonlarca Türk de bu
seçimlerin, Cumhurbaşkanı’na haddini bildireceğini
umuyor.”
ÇARE “YENİ TÜRKİYE”
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
T
ürkiye seçimini yaptı. Ancak 7 Haziran Genel
Seçimleri sadece Türkiye için değil aynı
zamanda uluslararası arena için de önem arz
ediyordu. Millet iradesi ile küresel sistemin iradesi
karşılaştı.
Türkiye tarafında; uluslararası arenada yükselen bir
aktör, ekonomik gelişme, zihinsel yenilenme ve dış
politikada üstlendiği roller, Arap Baharı retoriği, Mısır darbesine tepki, İsrail’e tavır, Kürt meselesinde
Çözüm Süreci inisiyatifi, Müslümanların demokrasi ile yönetilebileceği, halk desteği ve meşruiyeti…
26
HAZİRAN 2015
Özetlersek:
Dünya 5’ten büyüktür: Yeter! Bu dünya böyle gitmez!
One minute: Zorba Haçlı hegemonyasına dur! Siyonist zulme dur!
Rabia/Mısır: Kadim haksızlıklara ve zalimlere hayır!
Küresel sistem tarafından ise; kontrol edilebilir, bağımlı bir Türkiye. Orta Doğu’da güçlü ve otonom
olmayan aktörler… Mısır, İran şimdi de Türkiye!
Stratejk hesaplarda sürprze
yer yoktur. Her şarta ve htmale
karşı br hazırlık vardır. Bunun
aks düşünülemez. Türkye’nn
geleceğ sadece AK Part’ye
endeksl değldr. Başka
dnamkler ve argümanlar da
vardır. Yen aktörler de çıkablr.
Hakkın taktr ve görünmez
potansyeller harekete geçeblr,
daha y ve güzel çn yollar
açılır nşallah. Sabır, ümt, gayret
ve dua…
The Wall Street Journal: “AKP hezimete uğradı.”
New York Times: “Türkiye üzerinde kara bulutlar”
The Atlantic: “Cumhurbaşkanı Erdoğan üçlü yenilgiyle karşı karşıya. Seçmenler çoğunluğa ulaşmasını ve iktidarı bütünüyle ele geçirmesini engelleyerek
AKP’ye cevabını verdi.”
“ABD ve Türkiye’nin NATO müttefikleri Erdoğan’ı
içinde bulunduğu bu yıkıcı yolda durdursun!”
The Telegraph: “AKP 10 yıldan fazla bir süredir ilk
defa en kötü sonucu almasıyla yıkıldı.”
“Türkiye’de alışılmadık biçimde karanlık ve korku
verici, tehlikeli bir atmosfer var.”
FAZ: “Erdoğan’ın anayasa değişikliği tehlikede…”
Seçimden sonra da, “Halk Erdoğan’a büyük darbe
vurdu. AKP, tek parti iktidarını yitirdi. Erdoğan kaybetti, sultanın sonu…”
The Economist: “HDP meclise girdiği taktirde
bunun ikili yararı var. Erdoğan’ın başkanlık planları bitecek, Kürt Barış sürecine ivme kazandıracak.
Türkler, oylarını HDP’ye vermelidir.
Times: “HDP Erdoğan’ın mutlak güç hesaplarını
engelleyebilir… Demirtaş: karizmatik, yakışıklı ve
sadece 42 yaşında…”
The Guardian: “Seçim sonuçları bomba etkisi yapan bir sürpriz. Kürt Obama’sı ülkenin yeni parlayan
yıldızı…”
Financial Times: “Kürt partisi yükseldi. Erdoğan’a
ağır darbe.”
El Pais: “Erdoğan’ın başkanlık hayalinin sonu.
Israel Today: “Erdoğan gitti artık daha güçlüyüz,
İstanbul’a dönüyoruz.”
Bütün bunlar Demirtaş ve HDP’nin uluslararası bir
proje olarak tasarlandığını ve başarılı bir PR çalışmasıyla uygulandığını gösteriyor. Sonuçlar da
HDP’nin Türkiye’nin siyasi denkleminde ve bölgede
ne kadar elverişli bir argüman olduğunu kanıtlıyor…
The Guardian: “Tam Batılılaşmamış, yoksul Müslümanların kendi ülkelerini yönetmelerine izin verilemez!”
Seçim sonuçlarına sevinenler:
“Erdoğan’ın daha fazla güç elde etmesi feci olur.”
Haçlı medyası, İsrail, Pensilvanya…
HAZİRAN 2015
27
Seçim Sonuçlarına üzülenler:
İslam dünyası ve gönül coğrafyamız (Suriye, Filistin, Irak, Bosna, Arakan, Yemen, Lübnan, Ürdün ve
Doğu Türkistan’da yaşayan Müslümanlar).
Seçmen Ne Dedi?
OY ORANI
VEKİL SAYISI
AK Parti
% 40.80
258 vekil
CHP
% 25.00
132 vekil
MHP
%16.35
80 vekil
HDP
% 13.00
80 vekil
Milletin iradesi ve kararı bu tablo. AK Parti yine 1.
oldu ancak 13 yıl sonra tek başına iktidarını kaybetti. % 9 oy kaybına uğradı. Bütün Türkiye’yi kucaklayan tek parti AK Parti 76 ilden milletvekili çıkarttı.
CHP geri düştü oy kaybına uğradı. HDP barajı aştı.
Oyunu 6 puan arttırdı. Güneydoğu’da fark attı. Bazı
Batı illerinde de vekil çıkarttı. Seçimin sürprizi oldu.
Siyasi denklemi sarstı. MHP oyunu 3 puan, milletvekili sayısını 27 arttırdı.
56 milyon seçmen oy kullandı. Katılım % 87 oldu,
% 97 TBMM’de temsil var, konsolidasyon tamama
yakın. 4 partili meclis var. 4 parti de anahtar konumda. AK Parti anayasayı referanduma taşıyacak
çoğunluğu değil hükümeti kuracak ekseriyeti de
kaybetti. Daha önce AK Parti’ye oy veren % 7-8
kararsız seçmenden % 5-6’yı bulan inançlı Kürtler
etnik kimliği öne çıkararak HDP’ye oy verdi. Milliyetçi bir kesim % 1 MHP’ye, % 1 SP’ye kaydı.
HDP Kürt kimlik siyasetini bu konjonktürde çok iyi
kullandı. Dindar-dinsiz Kürtleri konsolide etmeyi başardı. Mersin, Adana ve son gün Diyarbakır bombaları HDP’ye barajı aşacak enerji verdi, Kürt oylarını kilitledi. HDP üzerinden yürütülen iç ve dış PR
başarılı oldu. Uluslararası statüko ittifakı sonuç aldı.
“AK Partiyi iktidardan indirme” hedefi gerçekleşti.
AK Parti 7 düvele ve içerideki tüm muhalefete karşı
savaştı. Çok sayıda yapısal dönüşümü ve krizi 1-2
yıl içinde aşmaya çalıştı. Gezi, 17-25 Aralık Paralel operasyonu, 6-8 Ekim Kobani Provokasyonu,
Genel Başkan değişimi, 3 dönemliklerin devredışı
kalması… gibi. Bunun hazmı partiyi zorladı. Adeta koşmaktan kovalamaya fırsat bulamadı. Parti
içi problemler, aday belirlemede sıkıntılar, 13 yıldır
28
HAZİRAN 2015
AK Part “Yen Türkye”
hedefne daha reformst br
vzyonla eğlmel. Br svl
toplumsal barış projes olarak
çözüm sürecn her şeye ve
herkese rağmen sahplenmel,
sürec tashh etmel. Yen
Anayasa ve Başkanlık Sstem
hedeflern üstünkörü değl
cddyetle ele almalı ve topluma
anlatablmel. Yen ttfaklar
kurarak yen AK Part’y nşa
edeblmel.
iktidar yorgunluğu, bazı keyfilik ve şahsileşme görüntüleri, insani ve nefsi zaaflar süreci etkileyen faktörler oldu.
Sandık koalisyonu işaret etti ancak azınlık hükümeti
veya erken seçimde ülkenin gündeminde olabilir.
Siyasi denklem çok bilinmeyenli ve çok değişkenli
bir hal aldı. Türkiye siyasetinde artık yeni bir sayfa açıldı yeni bir dönem başladı. Türkiye’yi kolay
günler beklemiyor. Bu yaz hem uzun hem de sıcak
geçecek gibi. Bir siyasal dönemin yaşadığı en ciddi krizle ülke karşı karşıya. Hiçbir durumda meclis
aritmetiği güçlü bir iktidar seçeneği vermiyor. Hükümet kolay kolay kurulamayacak. Ekonomi de bu
belirsizlik ortamından olumsuz etkilenebilir, herkes
kaybedecek…
Başkanlık sisteminin gündemden düştüğünü, Yeni
Anayasa ve Çözüm Sürecinin zora girdiğini söyleyebiliriz.
3 Kasım 2002 AK Parti % 34 ile 363 vekil...
7 Haziran 2015 AK Parti % 41 ile 258 vekil...
Elbette İslam Dünyası ve gönül coğrafyamız bu
sonuçtan rahatsız ve üzüntülüdür. Davası millet ve
ümmet olanın derdi de büyüktür. Kazananı olmayan bu seçimin kaybedeni olmasa da bir bedeli de
vardır. Yeni Türkiye yolunda 2. yarı şimdi başlıyor
da denilebilir.
Bu seçim sisteminin ne kadar sakat olduğunu ortaya koyan çarpıcı bir sonuçtur. Siyasi partiler ve
seçim kanununun yenilenmesinin ne denli elzem
olduğunun ibretlik tablosu ilgililere ithaf olunur.
Sonuç: Siyaset Bir Maratondur
AK Parti “Yeni Türkiye” hedefine daha reformist bir
vizyonla eğilmeli. Bir sivil toplumsal barış projesi
olarak çözüm sürecini her şeye ve herkese rağmen
sahiplenmeli, süreci tashih etmeli. Yeni Anayasa
ve Başkanlık Sistemi hedeflerini üstünkörü değil
ciddiyetle ele almalı ve topluma anlatabilmeli. Yeni
ittifaklar kurarak yeni AK Parti’yi inşa edebilmeli.
Sonbaharda yapılacak kongreden çıkacak önemli
sonuçlar AK Parti’nin yakın ve orta vadedeki vizyonu açısından çok değerlidir. Millet, seçmen doğruları işaret ediyordur herkes bu tablodan dersini
çıkarmalıdır.
Stratejik hesaplarda sürprize yer yoktur. Her şarta
ve ihtimale karşı bir hazırlık vardır. Bunun aksi düşünülemez. Türkiye’nin geleceği sadece AK Parti’ye
endeksli değildir. Başka dinamikler ve argümanlar
da vardır. Yeni aktörler de çıkabilir. Hakkın taktiri ve
görünmez potansiyeller harekete geçebilir, daha iyi
ve güzel için yollar açılır inşallah. Sabır, ümit, gayret
ve dua…
Halk, her partiye ve bütün aktörlere mesajlarını vermiştir. Bu tablonun belki en olumlu neticesi, kamplaşmış, kutuplaşmış kitleleri sükunete taşıyacak olmasıdır. Kaos ve PKK şiddeti bertaraf edilmiş oldu.
Sonuçta bu, milletin, ümmetin imtihanıdır. Bazen
şer gibi gözüken şeylerde hayır, hayır gibi gözüken
şeylerde şer vardır. Hayırlar fethola, şerler defola…
Allah inanan ve imanıyla mücadele edenlerle beraberdir. “O” bize yeter. Zafer hakkın ve hakka samimiyetle inananlarındır. Kadim netice ve nihai galibiyet hakkındır. Bedir’de zafer, Uhud’da mağlubiyet…
Aslolan külli iradedir. Cüz-i irade çok sınırlıdır ve bir
yere kadardır. Hesapların üstünde bir hesap vardır.
Allah (c.c)’ın hesabı kat-i dir ve kesindir. Hak şerleri
hayreyler, görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler.
Seçimin Mesajı ve Sonuçları
Seçimin partilere mesajı kısaca şöyle gibi;
AK Parti; Yine birincisin, umut sende, kendini yenile, hatalarını düzelt. Yeni Türkiye’nin içini doldur
önce ona kendini hazırla…
CHP; Umutsuz vakasın, ana muhalefet bile olamıyorsun.
MHP; HDP için dengesin, bunun için varsın, olmaya
devam et.
HDP; Türkiyelileşme gayretini onaylıyorum. Silah
değil siyaseti seç…
HAZİRAN 2015
29
İÇ POLİTİKA
7 HAZİRAN
UZAYAN SEÇiM
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü
30
Mart 2014 yerel seçimleri, 10 Ağustos 2014
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve son olarak
7 Haziran 2015 genel seçimlerinden oluşan 3 turluk
“uzun seçim”in üçüncü turu da gerçekleştiği halde,
uzun seçim tamamlanamadı, uzadı… 7 Haziran seçimlerinden sonra hiçbir partinin tek başına iktidar
kuramamasının ötesinde, Yeni Türkiye’nin “kurucu
dönemi”nde seçmen karar vermedi ve kuruluş tamamlanamadı. Seçimden hemen sonra ‘erken seçim’ ihtimalinin bu kadar çok konuşulması da, uzun
seçimin tamamlanamadığının başka bir göstergesi.
Türkiye son 13 yılda vesayet sistemiyle mücadele
eden bir dönemi yaşadı. Bu dönemin siyasi kutuplaşması vesayet, rejim ve laiklik üzerinden yaşandı.
Bu kutuplaşmanın iki tarafı vardı: AK Parti versus
CHP. Vesayet sisteminin kurum ve ideolojileriyle giderek güç kaybetmesi ve nihayet yenilmesiyle, bu
dönemde bastırılan kimliklerin dönüşüne şahit olundu. Bu durum dünyada soğuk savaşın sona ermesinden sonra yaşanan kimlik krizleri ve çatışmalar,
Orta Doğu, Irak ve Suriye üzerinden yaşananların
30
HAZİRAN 2015
bir katalizör işlevi görmesiyle, şiddeti artan bir şekilde Türkiye’de yaşanmaya başladı. Türkiye ve bilhassa AK Parti, bu süreci vesayet sisteminin son
çırpınışları içinde fark edemedi. Gezi, 17-25 Aralık
ve 6-8 Ekim olayları egemenlik savaşının ekseninde
okunurken, bunların ardındaki kimlik politikalarına
kapı aralayan sosyoloji fark edilemedi. Bu sosyoloji,
Türkiye’deki siyasi kutuplaşmayı veya antagonizmayı kimlikler eksenine taşıdı.
7 Haziran seçimlerinde AK Parti ile CHP’nin oy kaybetmesinin ve MHP ile HDP’nin oy arttırmasının arkasında yükselen kimlik siyaseti yer tutmaktadır. Kimlik
siyasetinin, Alevi tabanı HDP’ye kaptırmama kaygısıyla, 40’ın üzerinde Alevi adayın CHP’de seçilecek
yerlerden aday gösterilmesiyle, CHP’yi de etkisi altına aldığı söylenebilir. Ancak bu etkiye rağmen, CHP
vesayet sistemi dönemindeki kutuplaşmanın ortadan
kalkması için azami gayret sarfederek AK Parti’ye
yönelik muhalefetini ekonomi ve sosyal devlet alanına
hasretti. Böylece kimlik politikalarıyla kaybedilen oy
havuzunu bu alandan kapattı.
Muhalefet bir yandan kimlik politikalarıyla diğer
yandan CHP’nin ekonomi ve sosyal devlet odaklı
kampanyasıyla AK Parti’nin toplumsal, siyasal ve
iktisadi alanını daraltmayı amaçladı. AK Parti ise bu
daralmayı aşacak bir siyasi strateji ve kampanya
geliştiremedi. AK Parti 13 yıldır hükümette olmanın
sorumluluk duygusuyla ekonomi ve çözüm süreci
başta olmak üzere birçok alanda kendi önceliklerini
esas alan bir politika geliştirmekten kaçınarak genel denge ve menfaatleri düşünen bir politika izledi.
Ekonomi ve çözüm sürecinde dar bir alana hapsedilmesi, kimlik politikalarıyla oy havuzu daralan AK
Parti’nin, ekonomik büyüme ve sosyal devlet uygulamalarıyla kimlik politikalarının dışında oy verebilecek seçmene yönelmesini engelledi.
AK Parti bu temel eksikliğin yanında egemenlik
savaşının verdiği kaçınılmaz hasarları telafi etme
çabası, genel başkan değişikliği, teşkilatlarda yenilenme ve üç dönem kuralıyla yaşanan değişim
mecburiyetinin de maliyetleriyle karşılaştı. Bu değişim, dinamizm yerine rehavet ve atalet duygusu
oluşturdu. Buna AK Parti genel merkezinin strateji
üretme kabiliyetinin geçmiş seçimlere nispetle olağanüstü düşmesi, kampanya sürecinin eski renk ve
şevkinde olmaması ve AK Parti’ye yakın medyanın
bütün bunları görmek yerine “meleklerin cinsiyetini
tartışan” yayın politikası eklenince, siyasi kapasite
düştü. AK Parti’nin bu kapasite eksikliği Erdoğan ve
Davutoğlu ile bir kısım siyasetçilerin insanüstü denecek gayretleriyle telafi edilmeye çalışıldı. Sonuçta
tek başına iktidarı kaybetse de, onsuz iktidar kurulamayacak % 41’lik bir AK Parti oyu ortaya çıktı.
AK Parti’nin % 41’lik oy oranı, en zor dönemde dahi
kemikleşmiş oy tabanını göstermesi bakımından kayda değerdir. AK Parti önemli bir sosyolojik ve iktisadi
tabana oturmaktadır. % 41’e rağmen tek başına iktidar çıkmaması ise AK Parti’nin Yeni Türkiye ve Yeni
Anayasa tezlerine ciddi bir alan açmaktadır. Eğer
muhalefet buradan AK Parti karşıtı bir koalisyon çıkaramazsa, AK Parti’nin bu durumdan istifade ederek
seçmene siyasi tezler sunması ve bunu ekonomik
uygulamalarla desteklemesi mümkündür. AK Parti
kimlik politikalarına teslim olmadan kimlik meselelerini
çözecek bir politik perspektif inşa edebilirse, kimlik
politikalarının sınır ve zararları asgariye indirilerek genel seçmene hitap edilebilir. Bu bakımdan 7 Haziran
seçimleri, uzun seçimin yeni tura sarktığını gösteriyor.
Siyaset yapan kazanacak…
HAZİRAN 2015
31
İÇ POLİTİKA
KÜRTLER
FIRSATI
ZİYAN ETTİ!
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
6-7
aydır devam eden heyecanlı ve gerilimli bir dönem sona erdi. Yeni Türkiye yeni
bir safhaya girdi. Şimdi herkes bundan sonra ne
olacağını merak ediyor. İktidarı, muhalefeti, medyası ve uluslararası çevreler.. herkes şokta.. Belli bir
kesim, her ne kadar “biz bu sonucu bekliyorduk” veya “biliyorduk” dese de, bu doğru değil.
AK Parti ve Erdoğan karşıtları, CHP, MHP ve
HDP’nin tek başına iktidar olacağı bir tabloyu zaten asla hayal bile edemezlerdi. Hayal edilen şey
AK Parti dışındaki partilerin koalisyon kurması olsa
bile, buna da ihtimal vermiyorlardı. Aslında onların
en iyimser beklentisi, CHP-PKK-Paralel ile bunların
arkalarındaki dış merkezler eliyle HDP’ye barajı aşırmak ve böylece AK Parti’nin tek başına ama daha
zayıf bir iktidar olması idi.
Ama Yeni Türkiye karşıtları hayal bile edemedikleri bir sonuçla karşılaştılar. Bu sonuç, AK Parti’nin
tek başına iktidar olma imkanını sonlandırdığı için ilk
32
HAZİRAN 2015
bakışta onların çok lehine gibi görünmekle birlikte,
anlaşılan o ki pek sevinemediler.
Seçim sonrası ibretlik siyasi konuşmalar yapılıyor.
3 dönem üst üste tek başına iktidar olan ve aralıksız dördüncü parlamento seçiminde yine önemli
bir başarı elde edip % 41 oy oranı ile tekrar birinci
parti olan AK Parti, buna “üzüldüğünü” söylüyor.
65 seneden beri tek başına iktidar yüzü görmediği
halde siyasi hayatını sürdüren CHP ise, % 25’lik oy
almasına ve bir önceki seçime göre % 4 oranında
oy kaybetmiş olmasına rağmen “destan yazmışçasına” seçimi kaybedenin Tayyip Erdoğan olduğunu ileri sürerek hükumet kurmaya talip olabiliyor.
7 Haziran sonuçları ve bunun analizi elbette herkesçe derinlemesine yapılacaktır. AK Parti de muhasebesini yapacaktır. Hepimiz bu sonucu saygıyla
karşılamalıyız. Seçimin verdiği toplumsal mesajlara
uygun yeni bir siyaset üretilmesi gerekiyor. Mesajın
alındığını gösteren bir hükumet formülü uygulanma-
AK Part hükumetler Doğu ve Güney Doğu’ya olağanüstü yatırımlar
yapmaya çalışırken, PKK, her defasında yatırımları engellemek çn,
müteahhtlern maknalarını, şantyelern yaktılar, mühendslern
kaçırdılar. Kürt vatandaşlarımız, o örgütün destekledğ party
ödüllendrerek, hükumetten hzmet talep etmedklern, Kürtlere hçbr
hzmet getrmese ble “Kürtçülük”yapan party kayıtsız şartsız
destekleyeceklern gösterdler.
lıdır. Bu seçimde Kürt vatandaşlarımız açık bir mesaj verdiler. Birinci Dünya Savaşı’nda Kürtler, Türklerle omuz omuza “cihat”ettiler. Ama Cumhuriyet’i
kuranlar Kürtleri aldattılar ve kurdukları ulus devletle
Kürtleri dışladılar.
AK Parti iktidarları, devletin bu yanlış politikalarına
son verdi. Cumhuriyet öncesi “Türk-Kürt-Arap
kardeşliği”ni yeniden ihya ve inşa etmek istedi.
Despot devletin bütün baskıcı uygulamalarını kaldırdı. Kardeşliği sadece manevi olarak ihya etmedi.
Doğu-Güneydoğu’ya olağanüstü yatırımlar yaptı.
2011 depreminden sonra Van yeniden inşa edildi.
Her yere otoyol, bölünmüş yol, havaalanı, baraj, konut, okul, üniversite yapıldı. Terörü bitiren açılım ve
kardeşlik projeleri hayata geçirildi. Abdullah Öcalan
muhatap alındı.
Kürtler ne yaptılar? Kürtleri aldatan devlet anlayışını
ortadan kaldıran ve bugüne kadar Kürtlerden esirgenmiş hakları tanıyan AK Parti’yi cezalandırdılar.
Kemalist devletin Kürt versiyonu HDP’ye olağandışı bir destek verdiler. Hizmete ve kardeşliğe değil “cibilli” bir tercihle “ırkçı ve baskıcı” bir siyasi
anlayışa talip oldular. Kürt vatandaşlarımızın çoğunluğu, “Türkler ve Kürtler Ermenilere soykırım
yapmıştır” diyenleri ödüllendirdiler. LGBT’lilere
sosyal statü isteyenlere destek oldular. “İnançlarını” değil neye mal olursa olsun “cibilli” duygularını öne çıkardılar. Beyaz Türkleri, Nişantaşı, Etiler semtlerinin sosyal tercihlerini benimsediler. Bu
mesaj alınmalıdır. Şimdi bu mesaja uygun bir cevap
verilmesi gerekmektedir.
Bu mesaja en uygun hükumet formülü bellidir: AK
Parti-MHP koalisyonu.. Bu koalisyon Yeni Türkiye’yi
yeni bir safhaya taşıyabilir. Ahmet Davutoğlu başbakanlığında hem 13 yıllık istikrar muhafaza edilmiş olur hem de Yeni Türkiye siyasetine ince ayar
yapılır. Dışişleri Bakanlığı AK Parti’de olmalı ve dış
politikamız zafiyete uğramadan İslam ülkeleri ile ilişkilerimiz derinleşerek devam etmelidir.
Çözüm sürecinin başından bu yana Abdullah Öcalan ile yapılan tüm görüşmelere istisnasız katılmış
ve her defasında Öcalan’ın mektubunu Kürtlere
okumuş olan HDP’li Sırrı Süreyya Önder, 7 Haziran
öncesi “AK Parti ile koalisyon kurmayız. Ama
MHP ile koalisyon kurabiliriz” demişti. Bu açıklamadan anlaşılıyor ki HDP’nin MHP ile çok derin
bir ilişkisi olmalı. O nedenle kurulacak koalisyonda İçişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı’nın
HAZİRAN 2015
33
İÇ POLİTİKA
AK PARTİ’YE KARŞI
KOALİSYON GÜCÜNÜN KOÇBAŞI
HDP VE SEÇİM STRATEJİLERİ
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Onursal Başkanı
7
MHP’ye verilmesi yerinde olur. Çözüm sürecini de
MHP’li bir bakan ya da başbakan yardımcısı üstlenirse isabet olur.
Sırrı Bey’in dediğinden anlıyoruz ki çözüm sürecini
koordine edecek bakan MHP’li olursa süreç daha
akıcı işleyecektir... Böylece çözüm süreci konusunda AK Parti ile muhatap olmak istemeyen HDP,
MHP ile daha mutlu bir süreç yürütme imkanına
mazhar olacaktır. AK Parti buna fırsat vermelidir.
AK Parti hükumetleri Doğu ve Güneydoğu’ya olağanüstü yatırımlar yapmaya çalışırken, PKK, her
defasında yatırımları engellemek için, müteahhitlerin makinalarını, şantiyelerini yaktılar, mühendislerini kaçırdılar. Kürt vatandaşlarımız, o örgütün desteklediği partiyi ödüllendirerek, hükumetten hizmet
talep etmediklerini, Kürtlere hiçbir hizmet getirmese bile “Kürtçülük” yapan partiyi kayıtsız şartsız
destekleyeceklerini gösterdiler. Hizmet üretmedikleri halde zaten belediyeleri onlara teslim etmişlerdi.
Kürt vatandaşlarımız bu hizmetlere ihtiyaç duymadığına göre, hizmet konusunda onları zorlamamak
gerekir. Bu güne kadar Doğu-Güneydoğu’ya “lüzumsuz yere” harcanan kaynaklar, Orta ve Batı
Anadolu’ya, Karadeniz ve Akdeniz bölgelerine,
Marmara ve Ege bölgelerine kaydırılmalıdır.
Kürt vatandaşlarımızın tabii ki yine de talepleri olacaktır. Bu talepler, HDP üzerinden koalisyonun
34
HAZİRAN 2015
MHP’li ortaklarına iletilmeli ve MHP’li bakanlar bu
konuda ikna edilmeliler.
“Kürtler PKK’nın tehdidi ve baskısı ile HDP’ye
oy veriyorlar” bahanesinin haklı olduğunu düşünmüyoruz. O baskı ve tehditler daha önce de vardı.
2002’de, 2007’de, 2011’de de vardı. 7 Haziran seçimleri net bir şekilde gösterdi ki Kürtler, başka bir
mesaj veriyorlar!
Daha önce de yazdığımız gibi HDP’li bir milletvekili,
partisinin siyasi yaklaşımını şöyle anlatmıştı.. “HDP
istiyor ki T.C. bir Kürdistan kurup bize teslim
etsin. Biz de o Kürdistan’ı Kuzey Kore gibi yönetelim.” Türkiye, Kürt vatandaşlarımızı “Kuzey
Kore gibi yönetilme” hakkından mahrum etmemelidir! Bu “demokratik bir hak”tır!
***
Yeni Türkiye’ye içerden en büyük darbeyi Fethullah
Gülen vurmuştu. Ülkenin 5 yıl kaybetmesine neden
oldu. Barajı aşmasından bağımsız olarak ifade ediyoruz. Yeni Türkiye’ye ikinci ihaneti HDP yapıyor.
Paralel kaybetti. Kimsenin şüphesi olmasın; HDP de
kaybedecek.. Kürtler için yazık oldu! Ama her işte bir
hayır var. Uygur İslam alimi Şeyh Abdülkayyum’un
1957’de ifade verdiği mahkemedeki sözü ile bitirelim: “İyimser insan, her felakette bir fırsat
görür. Kötümser insan her fırsatta bir felaket
görür.” Bu bir “fırsat”tır. Önümüze bakalım..
Haziran seçimlerinde, AK Parti’ye karşı seçim öncesi kurulmuş olan açık bir koalisyon
var ve bu koalisyonun tek hedefi AK Parti’yi
iktidardan devirmek. Bu hedefin gerçekleştirilmesinde HDP’ye tam bir koçbaşı görevi verilmiş olduğu anlaşılıyor. Bu da aslında stratejik olarak çok
makul. Çünkü bütün seçim kampanyasında CHP
veya MHP’nin oylarının arttırılmasına odaklanıldığında bunun her iki partiye en fazla birkaç milletvekili
daha kazandırma getirisi olacağı belli.
Oysa HDP’nin % 10’un üstüne bir
puan çıkarılmasıyla birlikte 60’ın
üstünde milletvekili çıkaracağı ve
bunun AK Parti’yi 276 sınırının
altına düşürme ihtimalinin çok
yüksek olacağı belli. Bu durumda HDP’ye barajı aştıracak
bir yol izlemek koalisyon güçleri açısından en rasyonel hareket
gözüküyor.
HDP bütün seçim stratejisini Türkiye’nin iki kesimine iki ayrı yüzünü göstererek ve bu ikisi arasına da
bir yalıtkanlık duvarı örmek üzerinden kurmuş durumda. Doğu’da ve Güneydoğu’da HDP’nin sergilediği yüz, Batı tarafındakinden çok farklı. Kobani
olaylarını bahane ederek 6-8 Ekim olaylarında sergilenen şiddet olayları sonucunda 51 vatandaşımız
hayatını kaybetmişti.
HDP’nin bu yüzünü aslında Türkiye’nin dört bir yanı
görmüştü. O korkunç yüzü Türkiye’nin unutması
mümkün değil. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde tam bir Nişantaşı çocuğu muamelesi çekilen
Selahattin Demirtaş’ın sokakları hareketlenmeye, açıkça şiddete davet eden haykırışları
hala kulaklarda. Hele 51 kişinin öldüğü katliamın ardından çıkıp boncuk
boncuk terlediği halde, olaylarla ilgili sorumluluğu üzerinden atmaya çalışarak sergilediği
pişkinlik de ortada.
HAZİRAN 2015
35
HDP’nn bazı llerde yaşadığı zorlukların bu aralar demokratk duyarlılıkları
harekete geçrmesn anlıyoruz da, aynı HDP’nn başka bazı llerde başka partlere
yaşattığı zorluklar, neden hç br demokratk duyarlılığın konusu olmuyor acaba?
Kobani halkıyla dayanışma adına sebebiyet verdiği katliamın ardından hala alacaklı gibi sergilediği
savunma, sicilini daha da kabartmaktan başka bir
işe yaramamıştı. Gözü dönmüş canilerce hayvanca
katledilen Yasin Börü ve arkadaşlarının ruhu, onun
üzerinde gezinmeye devam edecektir.
HDP’nin Doğu’da daha fazla etkili olan bu yüzü,
hala hız kesmeden etkili olmaya devam ediyor.
Yüzde 10 barajını geçmek üzere, Doğu’da ulaşılmış
doğal oy sınırı aşmak için şiddeti hatırlatmak, yetmiyorsa göstermek, en mutat yol olarak görünüyor.
Normalde HDP’yi de PKK’yı da Doğu’da bir hayli
gözden düşüren, Kürt halkı arasındaki meşruiyetini
ve haklılığını aşındırıcı bir etki yapmış olan 6-8 Ekim
olaylarını, HDP’liler tehdit unsurunu öne çıkardıkları bir
propaganda aracına dönüştürmüş bulunuyorlar. HDP
barajı aşmazsa 6-8 Ekim olaylarının tekrarlanacağı
mesajı bir şekilde verilmeye çalışılıyor.
Evlere ve işyerlerine anket bahanesiyle gönderilen
HDP’li gençler evlerde hemen işi propagandaya ve
fişlemeye döküyorlar. Normalde bu işlem bile şehirde bir korku salmaya yetiyorken, ibreti alem olsun
diye de ters cevap veren veya açıkça AK Parti’yi
destekleyeceğini ifade eden bazı işyerleri de hemen
akabinde taşlı saldırıya uğruyor.
Van’da billboardlarda sergilenen ve kan akan musluklu afişler, mesajı en açık şekilde veriyor.
HDP’nin barajı aşmak için bölgede insanlara vaat
ettiği tek şey kan dökmemek oluyor.
Eruh’ta AK Parti’ye yakınlığıyla bilinen muhtarın pusuya düşürülerek hunharca katledilişinin arkasında da PKK olduğu kesinlik kazandı. PKK, açıkça
üstlenmediği cinayeti el altından insanlara gözdağı
unsuru olarak kullanmaktan çekinmiyor. Böylece
çözüm sürecinde bir türlü silahı bırakmaya yanaşmamasının gerçek nedeni daha da netlik kazanıyor. PKK silahı devlete karşı değil, her şeyden önce
Kürt halkına karşı kullanmayı amaçlıyor. Kürt halkını
kendine itaat ettirmek için silahtan başka bir aracı
bulunmuyor.
36
HAZİRAN 2015
Kendisine zaten gönüllü olarak bağlanan ve partiye
militanlık yapanlar, yönetilecek bir halk olarak yeterli gelmiyor. Normal halk ise gönüllü olarak itaat
etmiyorsa, zorla itaat ettirilecektir. Silahı bırakan bir
örgütü hiç kimsenin ciddiye almayacağını çok iyi biliyorlar. O silahlı gücün saldığı korkudan başka bir
propaganda aracı olmayan HDP de örgütün silahı
bırakmasını istemiyor, çünkü Kürtleri kendisine oy
vermeye ikna edecek hiçbir vaadi veya programı
yok. Sadece yakın geçmişinde, yani çözüm sürecinin devam ettiği dönemde bile bagajında 6-8 Ekim
katliamı bulunan, buna dair en ufak bir pişmanlık
veya özeleştiri emaresi bulunmayan HDP’nin bu
yüzünün Batı’da bu kadar çabuk unutulmaya yüz
tutması, işin asıl ibretlik noktası. O şiddeti, o vandalizmi gören insanlar bunları elbette unutmadılar.
Ancak HDP’yi parlatmaya çalışan kampanya bunu
unutturmak üzerine kurulu. Türkiye’nin Doğu’sunda
bütün dehşetiyle ve şiddetiyle sergilenen bu yüzün,
Batı’ya dönük medyadan bu kadar ustalıkla saklanmaya çalışılıyor olması, algı yöneticilerinin komplo
niyet ve kapasitesi hakkında önemli bir fikir veriyor.
Batı’da bir çok ilde HDP’lilerin bazı siyasi faaliyetlerini yapmakta zorlandıkları ile ilgili haberler veya gelişmeler üzerine “nöbetçi aydınlar” malum insan hakları ve demokrasi reflekslerini sergileyerek bir bildiri
yayımladılar. Güzel, itirazımız olamaz. Türkiye’de
her siyasi fikrin, ülkenin her bölgesinde ifade edilebilir olması lazım. Buna yönelik hiçbir engelleme,
hiçbir baskı kabul edilemez.
Hele seçim şartlarında taraflar arasında hukuk ve
demokrasi normlarının yanısıra ve bunun ötesinde bir de centilmenlik anlaşması da olması lazım.
Neticede siyasi rekabet yapılıyor. Ülkenin nasıl yönetileceğiyle ilgili siyasi bir tartışmada taraflar en iyi
olduklarını ispatlamak için halka gidiyor. Halkın oyunu kapmak için birbirleriyle vahşice kapışmaları, bu
arada halkın oyunu ikna yoluyla değil baskı yoluyla
kapmaya çalışmaları işin tabiatını bozar. O yüzden
baştan itibaren ilkeyi tutarlı bir biçimde koymak gerekiyor. Hangi siyasi partiye hangi amaçla olursa
olsun yapılan her saldırı demokrasiye bir saldırıdır.
Kınıyoruz. Yine o yüzden AK Parti, HDP’ye Adana
ve Mersin’de yapılan saldırıları hiç tereddüt etmeden, duyduğu anda nefretle kınadı. Kınamaz dendi,
iktidarsınız madem faillerini bulmanız lazım dediler.
Olayın failleri iki gün geçmeden ortaya çıkarıldı ama
hiç kimsede en ufak bir mahcubiyet ifadesi belirmedi. HDP’ye saldıranlar, PKK’nın kardeş kuruluşu,
faaliyet tarzı itibariyle tam bir entrika kurgusu üzerin-
den çalışan bir DHKP-C militanı çıktı. Böyle bir saldırıyla neyi hedeflediğini anlamak hiç de anlaşılmaz
ve açıklanamaz bir durum değil.
HDP’nin bazı illerde yaşadığı zorlukların bu aralar
demokratik duyarlılıkları harekete geçirmesini anlıyoruz da, aynı HDP’nin başka bazı illerde başka
partilere yaşattığı zorluklar, neden hiçbir demokratik duyarlılığın konusu olmuyor acaba?
Adana’ya yapılan saldırının bir benzeri AK Parti’nin
Siirt’in Baykan Veysel Karani Beldesi’nde gerçekleşti. Ne kimsenin kınadığı, ne kimsenin demokrasiye
saldırı olarak nutuklar attığını gören-duyan olmadı.
Şirvan’da biri korucu çocuğu olmak üzere yaşları
18’in altında olan 5 çocuk kaçırıldı, aileleri soluğu
HDP binasında almış, kendilerine bir şekilde söylenen, çocukların seçim sonuna kadar ve seçim sonucuna göre dağda tutulacağı oluyor.
Kısa bir süre önce Eruh’ta oyunu açıktan AK Parti lehine belli eden bir muhtar daha önceden aldığı tehditler muvacehesinde gece yarısı kendisine
kalleşçe kurulan pusu ile katlediliyor ve bölgede bir
çok muhtara, korucuya, AK Parti meclis üyelerine
“Musto’nun durumundan ibret almaları ve ayaklarını
denk almaları” yönünde mesajlar gidiyor. Musto’nun
durumundan çıkarılması gereken ibret ve ders açıkça ifade ediliyor; ilk taksitte 7 Haziran’da HDP’den
HDP’ye Takviye Vitesi
Batı’da birçok ilde HDP’lilerin bazı siyasi faaliyetlerini yapmakta zorlandıkları ile ilgili haberler veya gelişmeler üzerine “nöbetçi aydınlar” malum insan hakları ve demokrasi reflekslerini sergilemiş, bir bildiri
yayımlamışlar. Buna itirazımız olamaz. Türkiye’de
her siyasi fikrin ülkenin her bölgesinde ifade edilebilir olması lazım. Buna yönelik hiçbir engelleme
hiçbir baskı kabul edilemez. İlk etapta bir sorun
gözükmeyen bu bildiriyi yayınlayan aydınların, kimin
için hangi bağlamda hangi basiret ufkunda bildiriyi yayınladıklarıyla ilgili bir hesaba da açık olmaları
mukadderdir. Neticede Güneydoğu’da insanlar
üzerine faşizan baskılar ve doğrudan silah zoru
kullanılarak dayatılan bir tercih söz konusu. Sadece bunun için öldürdükleri, kaçırdıkları, gelip tehdit
ettikleri insanların haddi hesabı yok. Güneydoğu’da
artık bu baskıyı şu veya bu şekilde yaşamayan (hissetmeyen demiyoruz) yok.
HAZİRAN 2015
37
Geç kalmış Kürt mllyetçlğnn bu ırkçı yorumu aslında bze br başka tecrübey, Kemalst
tecrübey hatırlatmaktadır. Kemalstler de Türk nsanına yen br dn, yen br kılık-kıyafet,
yen br Türkçe vermşler, bu tanımlanmış krterlern dışında kalan Türkler Türkleştrlmes,
eğer mümkün değlse te’dp edlmes gereken unsurlar olarak görmüşlerd.
başka hiçbir partiye oy çıkmaması. Bu yönde sayısız
mektup dolaşıyor insanların elinde, önemli bir kısmı
savcılığa aktarılmış durumda ama daha önemli bir
kısmı da tehdit mesajlarını alanlarla mesajı gönderenler arasında maalesef bir sır olarak kalıyor.
AK Parti Siirt adaylarının seçim minibüslerinin kırılacak camı kalmamış durumda. Her gün ayrı bir saldırıya uğruyorlar. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun
Siirt mitingine katılımı caydırmak için birçok köyde
ve şehirde insanlara apaçık tehditlerde bulunuldu,
buna rağmen katılım, beklenenin de üstünde ve
çok coşkulu oldu.
Ancak mitingden dağılan gençlik ve kadın kolları
üyelerine HDP’li bir grup tarafından darp girişimi
oldu. Olayda üç kadın ve bir erkek darp edildi. Kadın konusundaki “ilerici” pratikleri dolayısıyla sahtekarca güzellemelerin konusu olan hareketin, kadın
konusundaki asıl yüzü burada böylece bir kez daha
ortaya çıkıyor. Onlar için HDP’ye oy vermeyen Kürt,
Kürt de değildir. PKK’ya tabi olmamış bir kadın da
hakları olan bir kadın değildir.
Kendilerine oy vermeyen Kürtleri hain ilan ederek
arkasından uyguladığı korkunç dışlama, baskı ve
sürgünler HDP’nin baştan sona nasıl bir faşizan
toplum tasarımına sahip olduğunu gösteriyor. Üstelik, yukarıda anlattığımız vakalar, şu kısa seçim
kampanyası esnasında sadece Siirt bölgesinde
karşılaştığımız vakalardan birkaç örnek. Bu örneklerin çok daha fazlası bölgedeki diğer şehir ve köylerde vakayi adiye cinsinden.
HDP’ye yönelik saldırılar kabul edilemez elbet, ama
ya HDP’nin bir parti politikası olarak doğuda herkese karşı sergilediği saldırganlık ve şiddete karşı
bu suskunluğun anlamı ne? Biraz HDP’dir ne yapsa yeridir algısının, HDP’ye silahla kurduğu ilişkiyi normalmiş gibi sunan bir lakaytlık sözkonusu.
HDP herkese saldırabilir, öldürebilir, tehdit edebilir,
baskı kurabilir, bu onun en doğal hakkı ama kimse
HDP’ye, onun seçim ofislerine saldıramaz.
38
HAZİRAN 2015
Halihazırda yaşadığımız olaylar karşısında sergilenen karşıdakini salak yerine koyan bu standartsızlık
HDP’yi; PKK’sı, KCK’sı, HPG’si ve diğer bütün unsurlarıyla seferber olup AK Parti’yi iktidardan uzaklaştırmaya yarayacak bir kurtarıcı olarak görüyor
belli ki. O kurtarıcı için o kadarlık bir aklı, aydınlığı,
vicdanı feda etmenin sakıncası yok.
Bize de bu aydınların son çırpınışını hüzünle izlemek
düşüyor. Ama bu hüzün verici düşüşü izlerken,
Güneydoğu’da bu şartlarda demokratik bir seçimin
asla gerçekleşemeyeceğine dair de açık tespitlerimizi şimdiden kaydedelim. Silahlı güçlerin hiçbir
kural tanımayacaklarını ifade ederek, tehdit, şiddet
ve her türlü baskı yöntemleriyle kol gezdiği bir ortamda insanların gerçek meramlarını ifade edebileceklerini düşünmek mümkün değil. Ne yazık ki,
Güneydoğu’da seçim güvenliği yok. İnsanların gerçek düşüncelerini ifade edebilecekleri bir seçim en
azından bu seçimde asla olmayacak. Barajı aşma
hırsını bir ölüm-kalım meselesine dönüştürmüş olan
HDPKK bunun için her yolu deniyor ve bu yolu denerken devam eden çözüm süreci dolayısıyla devlet
katında karşılaştığı aşırı tolerans, aksi görüşte olan
insanların da ümidini kırmaktadır. Bu insanlar artık
burada kalıcı olanın PKK, devletin de buraları ve
kendilerini zaten örgütün insafına terk etmiş, dolayısıyla gidici olduğunu hissediyorlar. Bu durumda AK
Parti veya başka bir parti lehine buralardan etkili bir
oy beklemek mümkün değildir. HDPKK’nın buralarda izlediği seçim politikası esasen baas rejimlerinin
veya Orta Doğu diktatörlerinin sandıktan % 99’lar
seviyesinde bir sonuç çıkarmaktan umduğu tatminin peşinde olduğunu da gösteriyor. Bu oy profilini
elde etmek için seçim öncesi, sandık ve seçim sonrası taktikler bir bütün olarak değerlendirilmektedir.
Kim Bu “Biz’ler”? Bir Garip Müsamere
HDP’nin pervasızca ve insanlık dışı bir biçimde korunduğuna ilişkin bir başka örneği Şırnak’ta yaşadık. Şırnak’ın İdil ilçesinden HÜDA-PAR’a mensup
2 kişinin hayatını kaybettiği, 6 kişinin yaralandığı
haberini aldık. HDP açısından aslında vakayı adiyeden sayılabilecek bu hadise sonrasında bazı yayın
organlarının HDP’yi korumak, 2 HÜDA-PAR’lının
HDP’liler tarafından katledildiğini söylememek için
nasıl takla attıklarını ibretle seyrettik.
HDP cephesinde ise değişen hiçbir şey yoktu. Müzmin mağdur HDP, söz konusu köyde kendilerine
saldırıldığını iddia etti ki bu vicdan sahibi, akıl sahibi
kimseler için elbette gülünç bir açıklamaydı. HÜDAPAR’ın Şırnak İl Başkanı da verdiği bir mülakatta bu
acayip durumu ironik bir dille anlamaya çalışıyordu:
“Hem biz saldırıyoruz, hem de ölenler hep bizden.”
Bu durum aslında HDP’nin ülkede bazı gruplar tarafından nasıl bir koruma kalkanı altına alındığını;
barajı geçmesi için yaratılan terör ortamının nasıl
gizlendiğinin güzel bir göstergesi.
HDP’yi her türlü eleştiriden münezzeh, gerçek bir
aydın ve orta sınıf hareketi olarak göstermek için
kullanılan “Biz’ler Meclise” sloganı aslında HDP’yi
baraja doğru iten güçleri ve HDP’yi anlamak açısından, kullanışlı bir örnek olabilir. Dahası HDP’nin
yarattığı “Biz’ler” kategorisinin kendiliğinden bir de
“Siz’ler” kategorisi yarattığını ıskalamayalım. Kim bu
“Biz’ler” ve dolayısıyla oluşan “Siz’ler”?
Türkleştirilmesi, eğer mümkün değilse te’dip edilmesi gereken unsurlar olarak görmüşlerdi. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında HDP için rahatlıkla
Kürt siyasal hareketinin Kemalist versiyonu tanımlaması yapılabilir.
HDP’nin Batı’da kullandığı demokratik söylemin bir
simülasyon olduğunu söylemek mecburiyetindeyiz.
Lafı uzatmadan söyleyelim, HDP Kürt ırkçılığı üzerine temellenen; özellikle Doğu ve Güneydoğu’da
faşist bir söylem düzeyinde siyaset yapmaktadır.
Dahası HDP’nin ırkçı söylemi, tanımlanmış bir Kürt
ulusu üzerinden şekillenmektedir. Bu tanımlanmış
Kürt ulusu seküler, İslami hassasiyetleri olmayan,
Batılıların da hoşuna gidebilecek bir takım pagan
inanışlarla da bezenmiş bir Kürt ulusu biçimindedir.
HDP-PKK çizgisinde yayın yapan Kürtçe kanallara
bakıldığında bu kanallarda kullanılan Kürtçeyi bu
coğrafyanın insanının anlayabilmesi için ayrıca tercüman gerektiği görülecektir ama HDP için gerçek
Kürtçe budur. Dolayısıyla HDP’nin tanımladığı gibi
yaşamayan, HDP’nin tanımladığı gibi inanmayan,
HDP’nin tanımladığı gibi konuşmayan Kürt, Kürt
değildir; Kürtleştirilmesi gerekir.
HDP’ye sol/sosyalist çevrelerden, seküler çevrelerden duyulan sempatinin sebebi de galiba budur.
Kemalizmin farklı bir bedende yeniden dirilmiş olması, Kemalist tecrübeyle göbek bağını bir türlü koparamamış sol/sosyalist entelektüele oldukça sempatik gözükmektedir. HDP’yi baraja doğru itmek için
geliştirilen takviye kuvvetin, 200 aydın tarafından
imzalanan bildirinin altında imzası olanlara bakıldığında büyük kısmının 1970’li yıllarda Stalinizmi bir
çeşit üçüncü dünya milliyetçiliğine dönüştüren kimselerden oluştuğu görülmektedir. İlginç bir örnek
için 1970’lerde Aydınlık, Proleter Devrimci Aydınlık
çevresinde bulunmuş; 1990’larda kendisini anarşist
olarak ilan etmiş Gün Zileli’nin yazdıklarına bakılabilir. Bir anarşist olarak sandığı reddetmesi gereken
Zileli’nin, insanları HDP’ye oy vermeye çağırması
Zileli’nin şahsında bu bildiriye imza atanların geçmiş
hayatlarını hatırladıklarına karine olarak yorumlanabilir. Bu kişilerin üçüncü dünya milliyetçiliği kokan
Stalinist düşünsel geçmişlerini hatırlamalarında elbette bir sakınca yok ama HDP’nin faşizan, Kürt
ırkçısı söylemini liberal sol diye, HDP’nin “Biz’ler”i
içerisinde olamayacak “Siz’ler”e yutturmaya çalışmaları insanların aklıyla biraz dalga geçmek oluyor
ki buna da müsaade etmeyiz.
Geç kalmış Kürt milliyetçiliğinin bu ırkçı yorumu aslında bize bir başka tecrübeyi, Kemalist tecrübeyi
hatırlatmaktadır. Kemalistler de Türk insanına yeni
bir din, yeni bir kılık-kıyafet, yeni bir Türkçe vermişler, bu tanımlanmış kriterlerin dışında kalan Türkleri
Kısacası HDP’nin “Biz’ler HDP” sloganı “Biz’ler
PKK” ile aynı anlama geliyor. Bu eş anlamlılık durumu da HDP’nin düşünsel akrabalıklarını, aydınlar
bildirisinde de görüldüğü gibi net bir biçimde ortaya
koyuyor.
HAZİRAN 2015
39
İÇ POLİTİKA
Paralel Yapının büyük abileri, Türkiye ve dünya imamları, tabanının çözülmesini engellemek, örgüte moral
ve destek sağlamak amacıyla, motive edici söylem
ve eylemlere yönelik psikolojik harekat faaliyetlerini,
sosyal medya üzerinden yürüterek; ellerinde delil
yok, beceremezler, bir şey bulamazlar twit’leri atarak
ve güç sarhoşluğunun getirdiği aymazlıkla açıkça
devlete meydan okuma cüretinde ve gafletinde bulunuyorlardı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Paralel Yapının başarısızlıkla sonuçlanan, 17-25 Aralık darbe girişimi sonrasında, Milli Güvenlik Kurulu’nun, 30 Ekim 2014
tarihli olağan toplantısında; Dış destekli bir proje ile
Yargı, Polis, MİT ve TSK başta olmak üzere devletin tüm kurumlarını hedef alan; illegal, hiyerarşik
ve organize bir şekilde devlet kurumları içine sızarak bir ahtapot misali kuşatan paralel yapılanma ile
topyekûn mücadele kararı alınmasına yönelik ilk
adımların atılmasına önayak olmuştu.
FETHULLAHÇI TERÖR ÖRGÜTÜ
(FETÖ)
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
C
umhurbaşkanı Erdoğan, 10 Ağustos’ta yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, AK Parti
adayı olarak isminin ve Cumhurbaşkanlığı Vizyon Belgesi’nin açıklandığı toplantıda, konuşmasını yapmak üzere kürsüye
“İstiklal Mücadelesi’nin lideri” anonsuyla
davet edilmişti.
Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklandıktan sonra yaptığı
40
HAZİRAN 2015
“Çankaya’da iki hayati görevim olacak.
İlki cemaatin tasfiyesini bizzat yürütmek.
İkincisi barış sürecinin takipçisi olmak”
sözü cemaat cephesi ve muhiplerinde
endişe yaratmış ancak çok ciddiye alınmamıştı.
Bu süreçte operasyon beklentisi içinde
olan kamuoyunda, örgüte neden operasyon yapılamadığı yönündeki merak ve
endişeleri kendi lehine çevirmek isteyen
Yaklaşık 10 saat süren toplantıda MİT Müsteşarı
Hakan Fidan tarafından, “yapılanma” ile ilgili detaylı
sunum yapıldı. Kurumlardaki yapılaşmadan, yasa
dışı dinlemelere, Kriptolu telefonların deşifre edilmesine kadar birçok veri, istihbarat bilgisi, bundan
sonra çıkacak veriler, siber tehdit unsurları yargı-iş
dünyası ve medya faaliyetleri, dış bağlantılar vb.
hepsi ele alındı. Toplantının sonunda, devletleşme
stratejisi ile faaliyet gösteren, bir ucu dışarıda illegal hiyerarşik yapılanma ile ilgili oy birliğiyle, “Kırmızı
Kitap’ta iç ve dış tehdit” oluşturduğu gerekçesiyle
örgütün iç ve dış, legal ve illegal faaliyetlerinin röntgeninin çekilmesi kararı alınmıştı.
MGK’da alınan bu karar doğrultusunda, Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı
İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu tarafından yürütülen soruşturma kapsamında Emniyet Genel
Müdürlüğü, Terörle Mücadele Daire Başkanlığı, 30
İl’in Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdiği 23 maddelik
talimat yazısında Gülen Örgütü’nün mercek altına
alınarak araştırılmasını istemişti.
29 Nisan 2015 tarihinde yapılan ve yaklaşık 7
saat süren MGK toplantısında güncellenen “Kırmızı Kitap”ta paralel yapı, ulusal güvenliği tehdit
eden ‘legal görünümlü illegal yapı’ tanımlamasıyla,
Türkiye’nin iç ve dış tehditleri ve mücadele esaslarının belirlendiği Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve
TSK’nın kırmızı kitabı olarak bilinen Milli Askeri Stra-
Türkye, 29 Nsan MGK
toplantısında paralel devlet
yapılanmasını FETÖ olarak
nteleyp bu örgüt le topyekun
br mücadele başlatmakla ülke
menfaatler açısından hayırlı br
karar aldı. Sıra bu terör örgütü
le lşkl syaset, yargı, medya,
ş dünyası ve ünversteler
başta olmak üzere dğer kamu
kurum kuruluşlarındak örgüt
mensuplarının deşfre edlerek,
çmze sızmış etk ve nüfuz
ajanlarının tasfye edlmesne
gelmş görünüyor.
tejisine (TÜMAŞ) resmen girdi. MGK’da alınan karar
doğrultusunda Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile
mücadele, iç ve dış tehdit olarak iki alanda yürütülecekti. İçte; yargı, emniyet ve istihbarattaki paralel
unsurlar başta olmak üzere tüm kamu kurumları
içine sızmış paralel yapıların tespit edilerek devlet
memuriyetinden ayıklanmaları sağlanacak; dışta ise
FETÖ’nün kara propaganda faaliyetlerinin engellenmesi, Türk Okulu markasının sadece MEB’in açacağı okullar için kullanılması, Gülen ile ilgili kırmızı
bülten sürecinin hızlandırılması kararları alınmıştı.
Son MGK’da, Fethullahçı Terör Örgütü tanımlaması
ve kararı şüphesiz en çok, bu terör örgütünün legal
görünümlü Sivil Toplum Kuruluşlarını ve himmetçi
gruplarını etkileyecek. Özellikle de dini bir cemaatin
neden banka sahibi olduğu, THY’nin yüklü parasının neden Bank Asya’da bulunduğu, FETÖ’nün,
Türk Hava Yolları’nı neden hedefine aldığı, terör
örgütünün yurt dışında, Türkiye aleyhindeki illegal
faaliyetlerinde sarf ettiği maddi güç ile Bank Asya
arasında bir ilişki olup olmadığı ciddi bir şekilde sorgulanabilecek.
FETÖ’nün dış destekli 17 Aralık başarısız darbe
girişimi sonrasında çöküş sürecine girdiği, özellikle
de terör örgütü ile organik bağ içinde olan, Bank
Asya’daki ilginç para trafiği ve hisselerinde yapılan
usulsüz işlemlerin, manipülasyon ve spekülasyonla-
HAZİRAN 2015
41
Diğer önemli bir konu FETÖ’nün, CIA ve MOSSAD
başta olmak üzere, Batılı bazı ülkelerle kurduğu
ajanlık ilişkilerinde, Türkiye aleyhinde hangi açık ve
örtülü operasyonları gerçekleştirdikleri, halen hangi kurumlarda operasyonel güçlerini korudukları,
tespit ve deşifre edilerek terör örgütü elemanlarının
süratle tasfiye edilmesidir. Zira CIA’nın kontrolünde
kurulduğu iddia edilen; Moon, Scientology ve Gülen
Tarikatları ile Opis Dei arasındaki şaşırtıcı benzerlikler ve ilişkiler yumağının çözülüp ortaya çıkarılması,
milli güvenliğimiz açısından elzem görünmektedir.
Her dört tarikatın da teorisi, dini yorumlayışları, çalışma tarzları ve hedefleri arasında olağanüstü uyumun göze çarpması kuşkusuz “komuta merkezlerinin aynı olması” ile izah edilebilir. Bu dört illegal
oluşumun, tarikat maskesi altında CIA’nin örtülü faaliyetleri için kullanılıp yönlendirildiğine yönelik ciddi
iddialar bulunuyor.
rın ortaya çıkarılmasıyla çöküşün hızlanarak devam
edeceği anlaşılıyor.
TMSF’nin Bank Asya’ya el koyması ve yönetimi geçici olarak üstlenmesiyle, Fethullahçı Terör
Örgütü’nün finans kaynakları, Türkiye aleyhindeki
yurt içi ve dışı faaliyetleri ile ilgili harcamaları, Bank
Asya, THY ve yabancı istihbarat servisleriyle ilişkileri
mercek altına alınabilecektir. Bu sayede FETÖ’nün
kurdurduğu, yazılı ve görsel medya organları, Kaynak Holding, Sürat Kargo, Gökkuşağı, FEM, Boydak Grubu, Koza-İpek Holding gibi yüzlerce şirket,
Türkiye genelinde iş adamlarının kurduğu dernekler, 210’dan fazla özel okul, binlerce ışık evi, 460
dershane ve kurs, 500 öğrenci yurdunun yanı sıra,
Türk Cumhuriyetleri’nden Kanada’ya, Nijerya’dan
Singapur’a uzanan 134 ülkede toplam 400 okul, 38
öğrenci yurdu, üst aklın denetim ve kontrolünden
çıkarılıp millileştirilebilecektir.
TMSF yetkilileri, ‘Teknik şartlar yerine getirilmediği, Şeffaflık Kriterlerine uyulmadığı ve bankadaki
bazı yüklü ve çok sayıdaki hesabın kime ait olduğu
açıklanmadığı’ gerekçesiyle bankaya hukuken el
koyduklarını açıklamışlardı. Bankacılık Düzenleme
ve Denetleme Kurumu (BDDK) Bank-Asya’da yaptığı denetimlerde, sahibi belli olmayan çok sayıdaki
‘sır’ hesabın, FETÖ’ye yakın holding sahiplerine ait
42
HAZİRAN 2015
olduğu, takipteki kredi alacaklarını düşük gösteren
bankanın 50’ye yakın şirkete hileli kredi kullandırmak
suretiyle yüzbinlerce küçük veya amatör yatırımcının
mağdur edilerek ve soyulduklarını tespit etmişti.
Sır hesaplardaki gizem ve karanlık ilişkiler, FETÖ
lideri Gülen ile örgütün drijan kadrosundan bir görevlinin yaptığı telefon konuşmalarının yer aldığı ses
kaydında deşifre edildi. Tapedeki konuşmalarda
Gülen, üst düzey örgüt elemanına ‘Şantaj ve tehdit yoluyla bazı holding ve iş adamlarına yatırtılan
paraların, 17-25 Aralık başarısız darbe girişimi sonrasında, panikleyen iş dünyası tarafından, Bank
Asya’dan apar topar çekilmesi karşısında Himmete yönelme talimatı veriyordu. Ses kaydında ayrıca
Bank Asya’dan yoğun para çekiminin yaşandığı,
bunların başında da Türk Hava Yolları, Takas Bank
ve Turkcell’in geldiği ifade ediliyordu.
Geçmişte dini cemaat veya hizmet hareketi örtüsü
altında, üst aklın kontrolünde Truva atı işleviyle siyaset ve devlet kurumlarına sızan bu illegal yapı, 29
Nisan 2015 tarihinde MGK’da MGSB ve Milli Askeri Stratejisi’nde milli güvenliğimize yönelik iç ve dış
tehdit teşkil eden Fethullahçı Terör Örgütü olarak
kabul edilmesi sonrasında, FETÖ’ye iç ve dış finansal destek sağlamasından dolayı Bank Asya’ya da
kanuni işlem yapılması zorunlu hale gelmiştir.
Moon, Opis Dei ve Gülen Cemaati, Siyonist tarikatların propaganda ve örgütlenme çalışmalarını
birebir sürdürürken, kullandıkları kilit kavramların
da aynı olduğu gözlemleniyor. “Diyalog, hoşgörü,
dini araştırmalar, sevgi ve dinler arası diyalog” maskesi ardında Orta Doğu ve dünyada, Siyonizm’in
hegemonyasını pekiştirmek ve yaymak için hedef
ülkelerde legal görünümlü illegal faaliyetlerini sürdürüyorlar.
İsrail ile ilişki, ABD açısından kilit öneme sahip. Graham Fuller’in İslamcı hareketi konu alan “Kuşatılanlar” kitabında İslamcı hareketlerin Batı ile entegrasyonunda yapması gerekenlerin başında İsrail ile iyi
ilişki kurulması geliyor.
Moon, ABD’de The Washington Post’un da aralarında bulunduğu birçok medya kuruluşunun patronudur. Zaman Gazetesi ilk kurulduğunda, ilk matbaa tesislerini verenin de Moon olduğu iddia edilmektedir. Hatta Moon’un, ABD’de Samanyolu adlı
bir TV kanalı olduğu da iddialar arasındadır.
Opus Dei gizli bir Yahudi örgütüdür ve gizemli Kabala geleneğine bağlıdır. Hristiyan görünmeleri sadece taktikseldir. Neden FETÖ, Katolik Opis Dei
tarikatına bu kadar çok benziyor? Çünkü iki örgütü
de kendi hesabına çalışması için CIA kurdurmuştur.
Aynı model, aynı taktik, aynı yapılanma, kullandıkları
sembol ve kelimeler bile aynı.
Moon, Ops De ve Gülen
Cemaat, Syonst tarkatların
propaganda ve örgütlenme
çalışmalarını brebr
sürdürürken, kullandıkları klt
kavramların da aynı olduğu
gözlemlenyor. “Dyalog,
hoşgörü, dn araştırmalar, sevg
ve dnler arası dyalog” maskes
ardında Orta Doğu ve dünyada,
Syonzm’n hegemonyasını
pekştrmek ve yaymak
çn hedef ülkelerde legal
görünümlü llegal faalyetlern
sürdürüyorlar.
Türkiye, 29 Nisan 2015 MGK toplantısında paralel
devlet yapılanmasını FETÖ olarak niteleyip bu örgüt
ile topyekun bir mücadele başlatmakla ülke menfaatleri açısından hayırlı bir karar aldı. Sıra bu terör
örgütü ile ilişkili siyaset, yargı, medya, iş dünyası ve
üniversiteler başta olmak üzere diğer kamu kurum
kuruluşlarındaki örgüt mensuplarının deşifre edilerek, içimize sızmış etki ve nüfuz ajanlarının tasfiye
edilmesine gelmiş görünüyor.
FETÖ’nün Yargı Ayağı
HSYK, Fethullahçı Terör Örgütü’nün yargı ayağını
incelemeye almak suretiyle, devlet yargısına karşı
alternatif bir yargı ayağının oluşturulup oluşturulmadığını, olay bazında belge ve delilleriyle tespit edecek çalışmaları başlatmıştı. Bu amaçla yakın tarihin
çok önemli soruşturmalarını amacından saptırarak
devleti ele geçirme aracı olarak kullanan Fethullahçı Terör Örgütü’nde, aktif olarak görev alan isimler deşifre edilecek; Balyoz, Ergenekon, Casusluk,
KPSS, Kozmik Oda soruşturması vs. davalarına
bakan hakim ve savcıların kararlarının, FETÖ üst
düzey yöneticilerinin verdiği kararlar doğrultusunda
icra edilip edilmediği müfettişler vasıtasıyla ortaya
çıkarılacaktı.
HAZİRAN 2015
43
Fethullahçı Terör Örgütü’nün
TSK’ya nasıl sızdığı ve
Genelkurmay çnde nasıl
yapılandıklarına ve sayılarına
yönelk günümüze kadar
çok öneml ddalar ortaya
atıldı. Bu ddalar genellkle
TSK çndek yapılanmanın
kumpasına uğradığını dda
eden askerlerden geld.
HSYK 3. Dairesi daha önceki HSYK dönemindeki
hasıraltı edilen şikayetleri karara bağlayarak söz konusu hakim ve savcılarla ilgili inceleme izni vermiş,
ayrıca şikayete konu iddiaları araştırmak üzere müfettiş görevlendirmişti. Görevlendirilen müfettişler,
paralel yargıya mensup hakim ve savcıların verdikleri kararları araştırarak bu konuda rapor hazırlayacaklar. Müfettişlerin sunduğu raporu inceleyecek
makam olan 3. Daire, söz konusu isimlerle ilgili
olarak soruşturma izni de verebilecek. Bu durumda dosya, hakim ve savcıların görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında işledikleri suçlara ilişkin
soruşturma yapmakla görevli HSYK 2. Dairesi’ne
gelecek, paralel yapıyla ilişkili karar verdiği tespit
edilenler hakkında idari işlemler bu dairece karara
bağlanacak, adli işlemler ile ilgili olarak yargılama
yapılması veya yapılmaması yine bu dairede karar
altına alınacaktı.
Yeni HSYK 2’nci Dairesi, 17-25 Aralık savcıları; Zekeriya Öz, Celal Kara, Muammer Akkaş, Mehmet
Yüzgeç ve hakim Süleyman Karaçöl’ü, Hakimler ve
Savcılar Kanunu’nun 69. Maddesi’ne göre meslekten ihraç etti. Kanunun 69. Maddesi “Mesleğin şeref
ve onurunu ve memuriyet nüfuz ve itibarını bozacak
fiillerde bulunanları kapsıyor.” Bu kişiler, haklarında
yargılama izni de verildiğinden dolayı birinci derecede hakim ve savcı olmaları nedeniyle ilk derece
mahkeme sıfatıyla Yargıtay’da yargılanacaklar.
Adana ve Hatay’da MİT Tırları’nın durdurularak
aranmak istenmesine ilişkin yürütülen soruşturmada eski Adana Başsavcısı Süleyman Bağrıyanık,
savcılar Özcan Şişman, Aziz Takçı, Ahmet Karaca,
44
HAZİRAN 2015
Eski Adana İl Jandarma Alay Komutanı Özkan Çokay, Tarsus, 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde “Cebir
ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya
veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen
engellemeye teşebbüs, terör örgütü kurmak ve yönetmek, kurulan örgüte üye olmak, siyasi ve askeri
casusluk, devlet sırlarını kasten açıklamak” suçlamasıyla tutuklandılar. Kamuoyunda ‘Selam Tevhit’
olarak bilinen sözde Kudüs Ordusu Terör Örgütü
adlı soruşturmada usulsüzlük yapıldığı iddialarına
karşın paralel yapıya yönelik operasyonlar kapsamında, bir kısmı muvazzaf asker olan paralel üst
düzey polisler olmak üzere 47 tutuklu bulunuyor.
Fethullah Gülen ve Emre Uslu hakkında ise tutuklamaya yönelik yakalama kararı bulunuyor.
25 Nisan Cumartesi gecesi, Türkiye hukuk tarihine
geçecek bir skandala sahne oldu. İstanbul 29. Asliye Ceza Mahkemesi Hakimi Metin Özçelik, Sulh
Ceza Hakimlerinin tamamını devre dışı bırakarak, 75
paralel polis ve Hidayet Karaca’nın tahliye talebinin
İstanbul 32. Asliye Ceza Mahkemesi Hakimi Mustafa Başer tarafından karara bağlanacağını açıkladı. Bu karardan birkaç saat sonra Hakim Mustafa
Başer, Tahşiyeciler kumpasından tutuklu 75 sanığın
tahliyesine karar verdi. Tamamen hukuksuz olarak
alınan bu karar, 10. Sulh Ceza Hakimliği’nin verdiği
bir kararla “yok hükmünde” kabul edildi. Paralel yapının bir kumpası daha boşa çıkarken kamuoyuna,
Paralel Yapı’nın hala yargıda operasyon gücünün
bulunduğu algısı yaratılmaya çalışıldı.
Paralel hakimler açık açık hukuka bir intihar saldırısı
yaptı. Bu eylem ile bir taraftan tüm kamuoyuna ve
yargı içindeki örgüt mensuplarına bitmedik ayaktayız mesajı verilirken, diğer taraftan bilhassa cezaevlerinde çözülmeye başlayan örgüt elemanları açık
bir şekilde ikaz ve tehdit edilmiş oldu. Kanundaki
açık hükme rağmen yetkisiz bir mahkemenin yetki
gaspı ile karar vermesi, uluslararası mekanizmaların
dikkatini çekerek, “yargı da çok ciddi bir sorun olduğu algısını” yaratacak, Türkiye’nin imajını bozmaya yönelik açık bir psikolojik harekata işaret ediyor.
Yargıdaki paralel yapılanmanın önce etkisizleştirilmesi, sonrasında tasfiye edilmesinde devlete ve
HSYK’ya önemli görevler düşüyor. Köklü bir yargı
reformu ve hakim ve savcılara tanınan ‘aşırı dokunulmazlık zırhının’ törpülenmesi, bundan sonra yar-
gı içindeki paralel yapının kamikaze saldırılarına karşı, HSYK’nın acilen gereğini yapacak şekilde hukuki
ve idari anlamda daha donanımlı olması gerekiyor.
FETÖ’nün Medya ayağı
Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçları Soruşturma
Bürosu, “Fethullahçı Örgüt’ün bir terör örgütü olduğu
ve devletin meşru güçlerinin elindeki silahları, örgüt
üyeleri aracılığıyla kullanarak hükümeti devirmek ve
anayasal düzeni ihlal ederek meşru seçilmiş iktidar
dışında onu kontrol eden bir cemaat diktatörlüğü
kurmak için yıllarca faaliyet yürüttüğünü belirttiği açıklamasında; “Devlete ait imkanları kullanan bu örgütün elindeki televizyonlar, radyolar, internet siteleri,
devlete ait uydulardan yayın yapan her türlü görsel
ve basılı yayınların topluma ulaştırılmasında devlet
imkanlarının kullanılmasının men edilmesini, Türksat
Genel Müdürlüğü’nden yazılı olarak talep etmişti.
Bu yazı üzerine, Ulaştırma Bakanlığı’nın RTÜK’e
yazıyla Başsavcılığın talebini ilettiği ve gereğinin
yapılmasını istediği, ayrıca Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı’nın talebini MGK’ya sorma kararı aldığı
anlaşılmıştı. Böylece FETÖ medyası için de yayından men süreci başlamış oldu.
FETÖ Türksat uydusundan yayın yapan TV kanallarının engellenmesi girişimine tedbir olarak yurt dışından yayın yapacak MC Haber adlı TV kanalının
kurulduğunu, Almanya merkezli yayın yapılacağını
kendi medyası üzerinden duyurdu. İşin ilginç yanı,
Üst Aklın kontrolündeki Avrupa Gladyosu’nun en
güçlü olduğu Almanya üzerinden yayın yapılması
herhalde.
FETÖ’nün TSK ayağı
Fethullahçı Terör Örgütü’nün, TSK’ya nasıl sızdığı
ve Genelkurmay içinde nasıl yapılandıklarına ve sayılarına yönelik günümüze kadar çok önemli iddialar
ortaya atıldı. Bu iddialar genellikle TSK içindeki yapılanmanın kumpasına uğradığını iddia eden askerlerden geldi. İlk defa Milli Savunma Bakanı İsmet
Yılmaz, günler öncesinde yaptığı basın toplantısında “TSK’daki paralel yapı için binden fazla ihbar
geldiğini belirterek, MGSB içinde yer alan bir yapının, ‘Milli Ordu’ içinde yer alması kabul edilemez.
Bu ihbarlarla ilgili hem idari hem de Genelkurmay
Askeri Savcılığı tarafından soruşturmalar başlatılmıştır. Neticelendiğinde elbette gereği yapılacaktır.”
açıklaması TSK içine sızmış bu yapıya yönelik operasyonun ilk işaretleri olarak değerlendirilmişti.
Oysa, Emniyet ve yargıda Fethullahçı Terör
Örgütü’ne yönelik operasyonlar ve tasfiyeler tüm
hızıyla devam ederken, ordu da aynı sürecin yürütülemediği, TSK’daki Paralel Örgüte yönelik operasyonları Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel’in
engellediğine yönelik iddialar ortaya atılıyordu.
Gaziantep Milletvekili Şamil Tayyar’da böyle düşünenlerden. Tayyar “Genelkurmay Başkanı Özel
Paşa’nın, TSK içinde cemaat ile mücadelede çok
güçlü ve etkin bir rol üstlenmediği” kanaatinde olduğunu açıklamıştı. Genelkurmay Başkanlığı’nın,
ordu içindeki paralel yapıya mensup askerlerle ilgili
gelen ihbar ve iddiaların araştırılması ve sonuçlarının bildirilmesi için 06 Ocak 2014 tarihinde MİT’e
çok gizli ibareli bir yazı yazdığı, ihbarda bulunulan
personelden 81’inin general ve amiral rütbesinde
olduğu bir gazetede iddia edilmişti.
Askeri kaynaklardan edinilen bilgi ve iddialara göre,
“21 Kasım 2014 tarihinde Askeri Yargıtay ve Genelkurmay Başkanlığı’nda görev yapan üst düzey
hakimler Avukat Fidel Okan ile gizli bir görüşme
gerçekleştirdi. Söz konusu görüşmede TSK’daki
Cemaat yapılanmasını isim isim deşifre eden yüksek hakimleri dinleyen Okan kendisine teslim edilen
belgeleri de alarak hakimleri ‘Ana Örgüt Dosyasını’
yürüten Savcı Serdar Çoşkun’un yanına götürmüştü. Savcı Çoşkun saatlerce süren ifade işleminde;
görevdeki üst düzey hakimlerin ifadesini tanık sıfatıyla alarak, TSK’daki Cemaat yapılanmasını devletin resmi kayıtlarına sokmuş oldu. Hakimler ifadelerinde isim isim TSK’daki Cemaat yapılanmasını ve
yaptıkları kumpasları, Cemaatin gizli toplantılarını
açıkça ortaya koymuşlardı.
Günümüzde operasyon korkusu yaşayan TSK’ya
sızmış üst düzey bazı askerlerin yargıda henüz deşifre olmamış unsurları ile birlikte kendilerini açık
etme isteklerinin şimdilik kaydıyla FETÖ lideri tarafından engellendiği ancak terör örgütünün içten içe
ordu içinde üst düzey paralel asker ve medya tetikçileri vasıtasıyla orduyu iktidar aleyhine kışkırttıkları
açık bir şekilde görülebiliyor. Ancak Özel sonrasında TSK içinde Paralel Yapı’ya yönelik ciddi operasyonların yapılacağına yönelik işaret fişekleri, şimdiden ipuçlarını gözler önüne sermeye devam ediyor.
HAZİRAN 2015
45
İÇ POLİTİKA
SİYASET BİLİMİ SİVİLLERE
NE KAZANDIRIR?
Dr. Can CEYLAN*
Öğretim Üyesi
Ü
lkemizde “siyaset” kavramı genel anlamda
olumsuz bir önyargı ile karşılanır. Bunun en
önemli sebeplerinden biri, devleti yönetenlerin siyasetçi kimliği ile anılması ve devlet yapısının
halktan uzak olduğu düşüncesidir. Bir başka deyişle siyasetçi halka uzak olan kişi; siyaset de uzak
durulması veya en azından temkinli yaklaşılması gereken bir konu olarak algılanır.
Ancak konunun bir de bilimsel ve akademik boyutu
vardır ki, burada Siyaset Bilimi ortaya çıkar. Siyaset
Bilimi, “siyaset” ile “bilim”i birleştirirken, dolaylı olarak
devlet ile halkı da yakınlaştırır. Birbirine yakınlaşan
taraflardan olumlu etkilenen halktır, çünkü siyaset
bilimi, devletin işleyiş mekanizmasındaki felsefi alt yapının öğrenilmesine, arada mesafe olmasına sebep
olan kapıların aralanmasına fırsat ve imkan sağlar.
Syaset blmnn svl hayata sağladığı blg le ednlen bakış açısı, br taraftan kşye kompleksten
kurtulma mkanı verrken, dğer taraftan bu kompleksten kurtulan breyn, devletn demokratk
organları le STK’lar dahl olmak üzere genel olarak svl yönetme duyduğu güven de arttırır.
Siyaset bilimi, devletin herhangi bir makamında bulunmayanları, tabiri caizse “sade vatandaşı” kompleksten kurtarır, olumlu ve olumsuz komplekslerin
doğurduğu engeller varsa azaltır ve etkisizleştirir.
Ülkemiz örneğinde belirtmek gerekirse, olumlu
kompleks olarak, “bir Türk dünyaya bedel” ya da
olumsuz kompleks olarak “bizden adam olmaz”
düşüncelerinin anlamsızlığını ortaya koyar. Neyin
kompleks neyin bilgi olduğunun farkına varmamızı
sağlar. Bireyin, olduğu ülkenin sınır ve imkanlarını
idrak ederek duruş sergilemesine imkan verir.
Bilgi mi, Slogan mı?
Kişilerin olumlu ya da olumsuz komplekslerinin sebeplerinden biri, sloganlarla düşünmesidir ya da
düşündüğünü zannetmesidir. Bilgi zannedilen sloganların cazibesinin ne kadar yüksek olduğu, sosyal medya ortamlarındaki paylaşımlarda görülebilir.
Çoğu yanlış çeviri ve uydurma olan bu sloganlar,
fikri derinliğe inmeden, bilgi sahibiymiş gibi yapmanın en yaygın yöntemidir.
Siyaset Bilimi Kötü Değildir
Siyaset Bilimi ve Politika
Siyaset bilimi, politikacı yetiştirmez. Tıbbi bir benzetme yapacak olursa, kişiye koruyucu hekimlik
Ancak siyaset bilimi, kişinin idare-i maslahat açısından hem kendini hem de başkalarının kendisini
Siyaset bilimi, hitap ettiği geniş sosyal bilimler alanında bir anlamda panzehir ve aşı görevi görür.
Bünyeye mikrobu tanıtır; onu bilgilendirir. Bağışıklık
sisteminin, bu mikroba karşı koyma yöntemleri geliştirmesini sağlar. Dolayısıyla her aşı gibi mikrobun
kendisinden yararlanır. Bu da mikrobu bilmekle,
onun davranış şekli konusunda bilgi sahibi olmakla
mümkün olur.
HAZİRAN 2015
Siyaset biliminin verdiği bilgi ve bakış açısı ile bireyin elindeki tek siyasi güç, oy değildir. Özellikle bir
modern toplum emaresi olan Sivil Toplum Kuruluşlarının oluşmasındaki temel unsurlardan biri, (bilinçli
ya da bilinç dışı şekilde) siyaset biliminden edinilen
bakış açısıdır. Toplum bu nosyonu bireylerine doğal
yollarda, kültürel kodları kullanarak verir. Bu yüzden sürekli canlı ve günceldir; bu yüzden bilginin
yenilenmesini ve çapraz olarak kontrol edilmesini
gerektirir.
Özellikle askeri darbeler sebebiyle siyaset nosyonu
köreltilmiş bir ülkenin vatandaşları olarak, “siyaset”
deyince aklımıza ya sonuçsuz çekişmeler ya çıkar
kavgaları ya da karanlık ilişkiler ve yolsuzluklar gelir. Bu durum, uygulanan toplum mühendisliğinin
yapay bir sonucudur. Siyaset bir anlamda “kötü
ve gayri ahlaki şeyler”in yapıldığı bir mecradır ve
“biz”den uzaktır. Ancak birçok insan, öğrenci olmadığı halde öğrenci akbili kullanmanın da kendi
çapında gayri ahlaki bir davranış ve yolsuzluk olduğunu düşünmez. Kötülük, sadece siyasi kimliklerin
yapacağı şey olarak algılanır ve sivil hayatın bir masumiyet dünyası olduğu düşüncesini destekler. Bu,
siyasi etiğin birey seviyesinden “devlet büyükleri”
seviyesine etki ettiği bir konudur. Dolayısıyla siyaset
kavramında olumsuz bir anlam yüklenmesi gereken taraf varsa, o tarafı “politika” olarak tavsif edebiliriz. Politika yani “durumu idare etmek”, eskilerin
tabiriyle “idare-i maslahat”, bize olumsuz çağrışım
yaptıran şeydir.
Siyaset bilimi, kişinin siyasi düşünme becerisinden
mahrum olduğunu bilmeden siyasi tavır sergileme
yanlışına düşüp apolitik olmasını ve sloganların cazibesine kapılmasını engeller. Hemen herkesin devlet yönetiminde başbakan, ekonomi bakanı, dini
konularda müftü, futbol konusunda teknik direktör
olmaktan imtina etmediği bir ortamda sloganlar, bilgi olarak algılanmaktadır.
46
bilincini verir; kişisel algı sınırlarını genişletir. Kişiye
sivil düşünme becerisini ve bu beceriyi geliştirecek
altyapıyı ve bilgileri sunar. Kişi, sivil düşünme becerisi sayesinde dayanak ve çözüm makamı olarak
devleti (devletin organlarını) değil, birey olarak kendini ve sosyal çevresini esas alma tavrı geliştirir ve
sorumluluk altında olduğunun bilincine varır.
HAZİRAN 2015
47
Özellkle asker darbeler sebebyle syaset nosyonu köreltlmş br ülkenn vatandaşları olarak
“syaset” deynce aklımıza ya sonuçsuz çekşmeler ya çıkar kavgaları ya da karanlık lşkler ve
yolsuzluklar gelr. Bu durum, uygulanan toplum mühendslğnn yapay br sonucudur.
kandırmasını engeller. Siyaset biliminden faydalanmış bir toplum, “kendim için bir şey istiyorsam
namerdim” sözüne körü körüne inanmaz; takipçisi
olur ve bu takibi sadece sandıktan sandığa yapmaz. Zira iki sandık arasında kaybedilenlerin telafisi
her zaman mümkün değildir. Bu takibi yaparken
neler yapılması gerektiği, hangi vasıtaları ve yöntemleri kullanacağı konusundaki bilimsel danışma
alanı, siyaset bilimidir. Bu alışkanlığı kazanan birey,
herhangi bir ortamda kimin gerçekten çalıştığını, kimin “çalışmış” gibi yaptığını da anlar.
İlm-i Siyaset
Bireyin, tek başına olsa bile, bulunduğu her yerde
siyaset bilimi vardır. Bu, doğal siyaset bilgisi, yani
“ilm-i siyaset”dir. Kişinin doğada hayatta kalmasıyla
başlayan siyasi tutum; davranış geliştirme, çevresine hakim olma, güvenliğini tesis etme, hayatta
kalma, aile kurma, üretim yapma, basit konularda
işbirliği, sanat gibi sofistike konulara kadar farklı şekil ve içerikte kendini gösterir. Yirmi dört saat içinde acıkacağını, susayacağını ve uykusu geleceğini
dikkate almayan ve bunlara çare bulmayan biri, ya
açlık ve susuzluktan ya da güvensiz bir ortamda uykusu gelip uyuyacağı için vahşi hayvan saldırısından
dolayı hayatını kaybedebilir.
Bu örneği, yirmi dört saatten elli yıla genişletelim.
Nüfusun yaşlandığını, işgücünün giderek azaldığını
ya da yeni bilim dallarının ortaya çıkmaya başladığını fark etmeyen bir devlet adamı, ülkesinin elli yıl
sonra telafisi mümkün olmayan olumsuz şartlarla
karşı karşıya kalacağını göremiyor demektir. Bu öngörü konusu sadece devlet adamlarının sorumluluğunda değil, bunu göremeyen devlet adamlarını takip etmesi ve uyarması gereken, ilm-i siyaset sahibi
bireylerin de sorumluluğundadır.
Eğitim Mi Maarif Mi?
Eskiler her bir bireyin üstündeki bu sorumluluğu
“irfan” mefhumuyla kurumsallaştırmışlardır. Bu sorumluluk doğrultusunda hareket edenlere de “arif”
48
HAZİRAN 2015
demişlerdir. Bu yüzden insanlara bu vasfı kazandıran devlet organına da “Maarif Vekaleti” denmiştir. Sıbyan mektebinden rüştiyeye kadar okutulan
müfredatın temel amacı, talebeye bu keskin görüşü kazandırmaktır. Yani, Necip Fazıl deyişiyle, “ak
sütün içindeki ak kılı görmek” becerisini vermektir.
Bunu kazanan kişinin neyi göreceği ve neye bakacağı, devletin değil; kendisinin bileceği, kendisinin
tayin edeceği ve kendi sorumluluğunda olan bir
iştir. Kısacası ilm-i siyaset bilen kişi, her şeyi devletten beklemez. Çünkü devletten beklenen şey kişiye ulaştığında, yanlış da olsa kabul etmeme şansı
yoktur. Ayrıca devletten gelen şeyin, güncelliğini ve
soruna çözüm olma özelliğini kaybetme ihtimali de
yüksektir. Kişi, ilm-i siyaset marifetiyle, devlet ya da
başka bir kurumdan kendisine gelecek olan şeyin
doğru, düzgün, işe yarar şekilde gelmesini sağlar.
Tüm bunlar için de gidebildiği kadar geçmişe giderek tarih, din, dil, coğrafya, örf, adet, gelenek ve
sanat bilgisi edinerek, bakabildiği kadar geleceğe
bakabilmeyi sağlayan bilgi kanalları, siyaset bilimi
şemsiyesi ve onun da üstünde toplum bilimleri çatısı alında toplanmıştır.
Siyaset Bilimi Kime Hitap Eder?
Yaşadığımız dünya üzerinde doğa kanunları ve fizik
kurallarına istisnasız tüm canlılar gibi muhatap olan
insanoğlu, bu canlılar arasında sosyal tek varlık olması ve gelişme fıtratıyla yaratılmış tek canlı olması
sebebiyle siyaset bilimine muhataptır. Dolayısıyla
siyaset bilimi, her insana hitap eder çünkü insanoğlunun sosyalliğine hitap eder. Diğer canlılar, yaratılışlarındaki değişmez dürtüler sebebiyle herhangi bir
sosyal tutum ve siyasi davranış gelişimi göstermek
durumunda değildir. Yüzmek için kursa giden bir
ördek yavrusunun, koşmak için atletizm derslerine
giden bir çita yavrusunun olması bize tuhaf gelecek
bir durumdur. Ancak insanoğlu, hayatta kalmak için
bir yaşa kadar başkalarına muhtaç olması gibi bir
yaştan sonra da kendi fıtratındaki vasıfları ve isimleri
dışarı çıkartabilmek için, toplumdan doğal yöntemlerle alacağı düşünülen ilm-i siyasete muhtaçtır.
“Benim siyasetle işim olmaz. Ben işime gücüme
bakarım” sözü bile, bir ilm-i siyaset bilgisinin tezahürüdür. Burada olumsuz bir anlam yüklenerek
uzak durulduğu ifade edilen “siyaset”ten kastın yukarıda belirtmeye çalıştığım entrikaların hakim olduğu politik işler olduğunu hatırlatmakta yarar var. Bu
entrikalardan uzak durma kararı da, bunları zararlı
ve sonu hayra çıkmayan işler olduğunu bilmenin bir
sonucudur. Bu sonuca varmak da ilm-i siyasetten
yararlanmakla olur.
Ancak bir mühendis, bir doktor, bir çiftçi ya da bir
üniversite öğrencisinin “Benim siyasetle ilgim yok;
olsaydı siyaset okurdum” demesi her ne kadar masum bir ifade olsa da, sorumluluktan kaçma anlamı
da taşımaktadır. Ülkemiz vatandaşı olan her birey,
mesleği ne olursa olsun, siyaset bilimiyle akademik
seviyede olmasa da siyasi farkındalık sahibi olmalı
ki, hadiselere ve bu hadiselerin aktörlerine doğru
bakabilsin ve onları doğru okuyabilsin. Ancak böylece birey olarak üzerindeki sorumluluğu yerine getirebilmiş olacaktır.
Üniversitenin Yeri
İlm-i siyasetin sosyo-kültürel yapı içinde doğal yollarda nesilden nesile aktarıldığı gerçeği, bu konunun
bir bilim dalı olarak akademik ortamlarda yapılmasına
engel değildir. Aksine gereklidir de. Günlük hayattaki
ilm-i siyasetin, akademik ortamda siyaset bilimi ile
aynı gölü besleyen sular olduğu söylenebilir.
Akademik ortamda, yani düşünce ve ifade özgürlüğünün olduğu ortamda yapılan fikir alışverişlerinin
ortaya çıkardığı zenginlikten kopuk bir sosyo-kültürel ortam, tutuculuk, bağnazlık ve taassubun tehdidi altındadır. Bu tehdidin sonucu, akmayan suyun,
beslenmeyen gölün bir süre sonra bataklığa dönüşmesi, koku ve hastalık kaynağı olması gibidir.
Diğer taraftan sadece kendi içindeki fikri cereyanlar
içinde dönüp duran, “fildişi kuleler”de “büyük laflar” edip slogan meraklılarına malzeme sağlayan
bir akademik ortam da yine bilimsel tutuculuğun
ağına düşmekten kurtulamayacaktır. Kendi durağan göl suyunda, kötü gidişi fark etmeden, oynayıp
duracaktır.
İşte her iki tarafa da hayatiyetini devam ettirecek
saiki verecek olan tavır, birbiriyle olan iletişimdir.
Eskiden her köy ya da kasabada bulunan, fikrine
değer verilecek arifler, erenler tarihsel misyonlarını
tamamlamıştır. Günümüzde bu misyonun görev tanımındaki isimler, akademik düşünme ve fikir üretme disiplininden geçen kişilerdir. Siyaset biliminin
sivil hayata sağladığı bilgi ile edinilen bakış açısı, bir
taraftan kişiye kompleksten kurtulma imkanı verirken, diğer taraftan bu kompleksten kurtulan bireyin, devletin demokratik organları ile STK’lar dahil
olmak üzere genel olarak sivil yönetime duyduğu
güveni de arttırır.
* İstanbul Medipol Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi.
HAZİRAN 2015
49
DIŞ POLİTİKA
TÜRKİYE-SUUDİ ARABİSTAN
YAKINLAŞMASI:
STRATEJİK İTTİFAK MI GEÇİCİ İŞBİRLİĞİ Mİ?
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
O
rta Doğu coğrafyasındaki jeopolitik
dengeler hiç olmadığı kadar sarsılmış
durumda. Bildiğimiz tanıdığımız ülkeler,
rejimler ve aktörler hızla değişiyor. Küresel güçlerin bölge devletleriyle kurduğu siyasi-stratejik
ittifak ilişkileri köklü biçimde yeniden tanımlanırken, bölge içindeki devletler arası ittifaklar da
değişiyor. Orta Doğu çalışan uzmanlar bile artık
kimin kiminle dost ve düşman olduğunu takip
etmekte zorlanıyorlar. Bölgede Osmanlı sonrası dönemde İngiliz ve Fransızların Sykes-Picot
antlaşmasıyla çizdiği coğrafi sınırlar giderek
anlamsızlaşmaya başladı. Egemen Irak ve Suriye devletleri artık sanal hale gelmiş durumda.
IŞİD gibi devletimsi yapılar de facto olarak geniş
bir alanda teritoryal hakimiyet kurmuş durumda. Kürt gruplar Kuzey Irak’ta bağımsızlık için
uluslararası toplumun nabzını tutma arayışına
girmişken; Kuzey Suriye’de ise kantonlar ilan
ediliyor. Artık haritalardaki siyasi sınırlar ile
sahadaki fiili durum örtüşmüyor. Stratejik dengeler açısından bakıldığında ise, II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin bölgede oluşturduğu
ittifaklar zinciri ile oluşan siyasi düzen de iyice
sarsıldı. Temelleri 1945’te atılan ve bölgedeki en
uzun ve en güçlü stratejik ittifak olarak bilinen
ABD-Suudi Arabistan ilişkisi, İran-ABD yakınlaşması
sürecinde büyük yara aldı. Obama yönetimi Tahran ile antlaşma yapma uğruna, bölgedeki İsrail ve
Suudi dostlarıyla ilişkilerini neredeyse kopartmayı
dahi göze aldı. ABD ve İsrail yönetimleri arasındaki
siyasi ilişkiler yakın tarihte hiç bu kadar gerilmemişti.
İsrail, Batı hegemonyasının bölgedeki uzantısı olarak farklı zorluklar yaşamaya başlarken, S. Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri ise, artan yalnızlaşma
ve derinleşen güvenlik kaygıları nedeniyle bölgesel
ve küresel düzlemde yeni stratejik ortaklar bulma
arayışına girdiler.
Denilebilir ki, uluslararası ekonomi-politik sistemde yaşanan tektonik depremin siyasi sonuçlarının
en güçlü şekilde hissedildiği bölgesel alt-sistem,
Türkiye’nin de parçası olduğu Orta Doğu’dur. Bölgemizde genel olarak herkesi ama özel olarak da
S. Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini tedirgin eden
tehditleri birkaç başlık altında toplamak mümkündür.
Siyasi-Sosyal Dönüşüm Baskısı Olarak
Arap Baharı
2011’de Tunus’ta başlayan halk ayaklanmaları bölgedeki tüm otoriter rejimleri derinden sarstı. Tunus
ve Mısır gibi ülkelerde yapılan demokratik seçimler
ile bölgedeki ülkelerin siyasi yönetim formülü değişti. Üstelik seçimle iş başına gelen aktörlerin ideolojik
olarak İslami referanslı olması, kendini dini meşruiyete oturtan Körfez monarşilerini de korkuttu. Postkolonyal dönemde Sünni Arap dünyasında ortaya
çıkan en köklü siyasi-ideolojik muhalif gelenek olan
İhvan hareketi, otoriter Arap yönetimlerinin korkulu rüyası haline geldi. Körfez ülkelerinin Mısır’daki
Sisi darbesine siyasi ve ekonomik olarak bu kadar
destek vermelerinin temel nedeni de buydu. Zira
bölgedeki monarşiler için İhvan tipi halk iradesine
dayalı siyasi akımlar varoluşsal bir tehdit kaynağı
olarak algılandı ve bunları durdurmaya yönelik “karşı devrim” stratejileri geliştirildi ki, bunun başını da
Kral Abdullah döneminin S. Arabistan’ı ve Birleşik
Arap Emirlikleri çekiyordu.
İdeolojik ve Askeri Tehdit Olarak IŞİD
Suriye’deki iç savaşta rejim karşıtı bir grup olarak
ortaya çıkan ve El-Kaide’nin bölgesel uzantısı olarak
bilinen IŞİD yapılanması, 2014 Haziran’ında Irak’ın
ikinci büyük kenti olan Musul’u alması sonrasında
52
HAZİRAN 2015
Türkye, bölge ülkeleryle kl
düzeyde her türlü antlaşmayı
yapablr. Türkye, Suud
Arabstan’ın yen yönetmyle
kl lşklern dernleştrmeldr.
Özellkle Suud Arabstan le
Yüksek Düzeyl Stratejk İşbrlğ
Konseynn kurulması ve bu
ülkede ş başına gelen yen
syas eltlerle güven nşa edc
temasların artırılması son derece
önemldr.
bölgesel bir tehdit olarak görülmeye başlandı. Zira
ilginç şekilde bu örgüt bugün fiili olarak Suriye’nin
neredeyse yarısını, Irak’ın da üçte birini kontrol eder
hale gelmiştir. Örgüt bir yandan Hilafet ilan ederek,
diğer yandan ise Sünni grupların çıkarlarının koruyucusu olma iddiasıyla, bölgede dışlanan ve tehdit altında bulunan gruplara yönelik ideolojik-siyasi
çekim gücünü her geçen gün artırmaktadır. ABD
öncülüğündeki hava operasyonları ve İran destekli
Şii milislerin giriştiği IŞİD karşıtı cephe, şimdilik bu
silahlı grubun yayılmasını önlemeye yetmemiş görünmektedir. Üstelik IŞİD başta Arap ülkelerindekiler olmak üzere İslam dünyasındaki El Kaide bağlantılı grupların da bağlılık arz ettikleri ideolojik-siyasi
bir merkeze dönüşmektedir. IŞİD gerektiğinde Arap
ülkelerinin içinde de terör eylemleri yapma kapasitesine sahip olduğu için tüm bölge coğrafyası (ve
hatta tüm dünya) açısından ortak tehdide dönüşmüştür. Bu nedenle Körfez ülkeleri ABD öncülüğünde oluşturulan anti-IŞİD koalisyonunun giriştiği
hava operasyonlarına da siyasi ve askeri olarak
destek vermektedirler.
Askeri ve İdeolojik Tehdit Olarak İran
Osmanlı’nın siyasi mirasının taşıyıcısı bir devlet olarak Türkiye İran devletini; bir halk olarak Türkler de
Şiiliği ve İran’ı ontolojik bir tehdit olarak görmese
de, Körfez ülkeleri ve halkları İran devletini güvenlik
açısından ve Şiiliği de dini kimlikleri açısından (ontolojik) bir tehdit olarak görmektedirler. Türkiye için
HAZİRAN 2015
53
geldiği sahadaki duruma göre değişmektedir. Bir
yıl önceye kadar Arap Baharı süreci, öncelikli tehdit
iken 2014 Haziran ayından itibaren IŞİD öne geçmiş; Ancak Yemen olayları ile birlikte bugün İran’ın
yayılmacı politikaları, özellikle Suudiler açısından birinci öncelikli somut ve yakın güvenlik tehdidi olarak
görülmeye başlanmıştır. Bölgede Suudiler öncülüğünde oluşturulmaya çalışılan ortak Arap ordusu
projesi ve diğer ülkelerle ittifak kurma arayışları bu
değişen tehdit hiyerarşisinin bir yansıması olarak
okunabilir.
Arap Dünyasının Lideri Olarak S. Arabistan
İran olsa olsa bölgede çıkar çatışmaları yaşadığı
bölgesel bir siyasi rakiptir. Oysa İran; Irak, Suriye,
Lübnan ve son olarak Yemen’de izlediği yayılmacı-müdahaleci politikalarıyla Sünni Arap ülkelerinin
korkularını ve endişelerini giderek derinleştirmektedir. İran destekli Husilerin Yemen’de yönetimi ele
geçirmeleri sonrasında S. Arabistan öncülüğündeki
10 Arap ülkesinin başlattığı hava operasyonları bu
endişelerin dışa vurumudur. Mısır’daki son Arap
Birliği zirvesinde alınan “Birleşik Arap Ordusu” kurulması kararı da artık Arapların İran’a karşı pasif savunmacı politikalardan vazgeçip, aktif olarak askeri
dengeleme politikasına geçtiklerini göstermektedir.
Şu var ki, yukarıda sıralanan gelişmelerin her biri
Sünni Arap monarşileri için ortak tehdit olarak görülmekle birlikte, hangisinin diğerinden daha önce
54
HAZİRAN 2015
S. Arabistan çekirdek Orta Doğu (Maşrık) bölgesinin en önemli ülkelerinden biridir. Onu ön plana
çıkartan ve Arap dünyasında bugün liderlik rolü oynama fırsatı veren bazı nedenler vardır: Öncelikle S.
Arabistan, Mısır’dan sonra bölgedeki en kalabalık
Sünni Arap ülkesidir. İkincisi Riyad, zengin petrol
kaynaklarının ihracatına dayalı olarak yıllık bir trilyon
Dolara yaklaşan bir GSMH’ye sahiptir. Petrol zenginliği Suudi Krallığı’na gerektiğinde, hem dış politika alanında bağımsız davranabilme hem de G-20
gibi küresel platformların prestijli aktörü haline gelebilme imkanı sağlamaktadır. Diğer yandan Mekke
ve Medine gibi İslam’ın en kutsal dini merkezlerinin Suudi Krallığı’nda bulunması da manevi olarak
S. Arabistan yönetimine hem kendi halkı nezdinde
meşruiyet sağlamakta hem de diğer Müslümanların gözünde saygınlık kazandırmaktadır. Özellikle
Sünni Arap Müslümanlar üzerinde Suudi Krallığı’nın
ciddi bir manevi-siyasi otoritesi olduğu söylenebilir.
Kabul etmek gerekir ki, bu liderlikte S. Arabistan’ın
silahlanmaya ayırdığı paranın da ciddi bir payı vardır. Son olarak, bugün Suudileri Arap dünyasının
öncü ülkesi haline getiren bir başka faktör ise Mısır
gibi 80 milyonluk bir Arap ülkesinin içinden geçtiği
siyasi-ekonomik krizler dolayısıyla giderek zayıflaması ve bölgesel aktörlük rolünü kaybetmesidir. Bu
nedenle Suudi Krallığı’nın tarihi ve dini özellikleri kadar, sergilediği siyasi iradesinin ve askeri kapasitesinin de liderlik iddiasına inandırıcılık kazandırmada
önemli rolü vardır.
Son birkaç ayda S. Arabistan’ın bölgede aktif bir
dış politikaya girişmesinin önemli iki nedeni vardır:
Birincisi, Suudilerin sahadaki gerçeklere (Yemen
olayı) bağlı olarak değişen tehdit hiyerarşisi (İran
faktörü); ikincisi ise Suudi hanedanı içinde gücün el
değiştirmesidir. Kral Abdullah’ın ölümü sonrasında
iş başına gelen yeni kral Salman B. Abdülaziz, eski
kral döneminin siyasi ve bürokratik figürlerinin neredeyse tamamını değiştirmiş; bir anlamda bir saray
darbesi yapmıştır. Arap Baharı’nın yarattığı dalganın
yükseldiği dönemde İhvan gibi siyasi İslam temelli hareketlerle mücadeleye öncelik veren eski Kral
Abdullah ve yakın ekibi, Mısır’daki askeri darbeye
maddi ve siyasi destek verirken, yeni Kral Selman
için en stratejik öncelik, bölgede yeni Safeviler olarak algılanan Şii İran’ın dengelenmesidir.
Son brkaç ayda Suud
Arabstan’ın bölgede aktf br dış
poltkaya grşmesnn öneml k
neden vardır: Brncs, Suudlern
sahadak gerçeklere (Yemen
olayı) bağlı olarak değşen tehdt
hyerarşs (İran faktörü); kncs
se Suud hanedanı çnde gücün
el değştrmesdr.
Suudilerin Güvenlik Politikaları
Suudi Krallığını yöneten İbn Suud ailesi bir yandan
Hac ibadetinin kutsal mekanları olan Mekke ve Medine’deki haremeynin koruyucusu olmaları, diğer
yandan ise hilafetin kaldırılması sonrasında kendilerini tüm Müslümanların hamisi (sığınağı) olarak
tanımlamaları nedeniyle özellikle Sünni dünyasının
barış ve güvenliği açısından sorumluluk taşıma iddiasındadırlar. Filistin-İsrail sorununda kime daha yakın durdukları konusunda zaman zaman Müslüman
halklar nezdinde kafa karıştıran politikalara sahip
olsalar da Suudi Krallığı, bölgesel ve küresel güç
ilişkilerinde önemli bir köşe taşı olagelmiştir. Suudi
Krallığı’nın dış politikasına yön veren iki temel faktör olduğu söylenebilir: Bunlar; Suudi Monarşisi’nin
ülkedeki iktidar gücünün (rejim güvenliği) ve devasa petrol kaynaklarına sahip olan Krallığın dış tehditlere karşı (askeri güvenlik) korunmasıdır. Rejim
güvenliği; hanedanlık içi koalisyonlar, ülke içindeki
rant dağıtım mekanizmaları ve genç nesillerin eğitim
sistemi vasıtasıyla ideolojik (Selefi-Vehhabi) endoktrinizasyonla sağlanmaktadır. Vehhabi ideolojinin
yayılması zaman zaman El-Kaide ve IŞİD gibi şiddeti benimseyen siyasi yapılar üreterek bumerang
etkisiyle Krallığa yönelik tehdide dönüşse de, son
tahlilde Vehhabizm, Suudi rejimi için kendi halkını
Şiilik veya İhvan benzeri farklı mezhebi-siyasi akımların ülke içinde yayılmasına karşı, ideolojik-siyasi
bir kalkan olarak görülmektedir.
Suudi Arabistan dış güvenliğini ise İkinci Dünya Savaşından bu yana küresel hegemon güç olan ABD
ile kurduğu özel siyasi-askeri ittifak ilişkileriyle sağlamaktadır. ABD-Suudi ortaklığı, bölgede İsrail-ABD
ilişkisinden sonra en köklü ve en sağlam geçmişe
sahip stratejik ittifak ilişkisi olarak görünmektedir.
Bu ilişki sayesinde ABD ve Batılı sanayileşmiş ülkeler ihtiyaç duydukları petrol kaynaklarına ucuz ve istikrarlı bir şekilde ulaşma imkanı kazanırken, Suudi
Krallığı da kendisine yönelik dış kaynaklı askeri tehditlere (örneğin İran ve Saddam dönemi Irak) karşı
ülke güvenliğini garanti altına almaktadır. Ancak son
yıllarda küresel ekonomi-politik sistemin yapısında
meydana gelen yapısal dönüşümler, enerji alanındaki yeni teknolojik gelişmeler, Obama ABD’sinin
küresel ölçekte değişen öncelikleri ve nihayet Orta
Doğu bölgesinin değişen güvenlik mimarisindeki
köklü değişimin yarattığı kaos ve anarşik durum,
deyim yerindeyse Suudi Krallığı’nın siyasi kimyasını
bozmuştur.
Peki Suudiler artık ABD’nin kendilerine sağlayacağı
güvenlik şemsiyesinin etkinliğine neden inanmamaktadırlar? Öncelikle, Obama yönetimi için birincil
öncelikli konu küresel jeopolitik denklemde Avrupa
ve Orta Doğu değil, Asya-Pasifik bölgesidir. İkincisi,
ABD yeni teknolojilerin sağladığı imkanları kullanarak sahip olduğu kaya gazı kaynaklarına dayanarak
kendisine yetecek kadar petrol üretebilmektedir;
artık Orta Doğu’nun karbon kaynaklarına bağımlığı
kalmamıştır. Üçüncüsü, ABD dünyadaki eski düşmanları ile ilişkilerini yeniden tanımlama siyaseti izlemektedir. Bu bağlamda Küba ve İran gibi ülkelerle
barışma yoluna gitmektedir. Özellikle İran’ın dünya
ile ilişkilerini normalleştirmesi, Orta Doğu’daki bildik
tanıdık bölgesel denklemi sarsmaktadır. Tam da bu
nedenle Suudiler, ABD ve İran arasındaki yakınlaşmayı kendi güvenlikleri açısından bir tehdit olarak
görmektedirler. Zira, Suudiler ve diğer Körfez emir-
HAZİRAN 2015
55
Türkye, bölgesel asker
kutuplaşmalar yerne kl düzeyde
stratejk şbrlğne yönelmel
ve uluslararası kurumların
çözüme yönelk katkılarına
destek vererek mümkünse
bölgesel düzlemde syas
tansyonu azaltacak kapsayıcı
dyalog mekanzmalarının
oluşturulmasında öncü rol
oynamalıdır.
likleri için İran hem bir askeri tehdit, hem de dış politikasındaki mezhepçi yaklaşıma dayalı Şii grupları
destekleme stratejisi nedeniyle ideolojik bir tehdittir.
Üstelik Lübnan, Irak, Suriye ve nihayet Yemen olaylarındaki rolü dolayısıyla, kendi içlerinde ciddi bir Şii
nüfus barındıran Körfez monarşileri açısından İran,
kendi siyasi güvenliklerine yönelik akut bir askeri
tehdit haline gelmiştir.
ABD ise İran ile yapmakta olduğu nükleer antlaşmaların bölgedeki güç ilişkilerini geleneksel müttefikleri olan Arap monarşilerinin aleyhine değiştirmeyeceği konusunda Arap liderlerini ikna edebilmiş
değildir. Başkan Obama’nın altı Arap ülkesi liderini
ikna için Mayıs ayı ortasında Camp David’te yaptığı
iki günlük zirve, bu anlamda istenilen sonucu doğurmamıştır. Hatta Suudi Kralı’nın son anda toplantıya katılmayacağını açıklaması ABD basını tarafından Obama için büyük hayal kırıklığı ve diplomatik
anlamda soğuk duş etkisi olarak yorumlanmıştır.
Arap dünyası nükleer antlaşma sonrasında İran’ın
bölgedeki ekonomik, siyasi ve askeri gücünün artacağını ve yayılmacı iştahının kabaracağı varsayımıyla, ABD’nin Körfez ülkelerini İran tehdidine karşı
koruyacak NATO benzeri ortak bir bölgesel güvenlik şemsiyesi yaratılmasını talep etmektedirler. ABD
ise Camp David görüşmelerinde ABD’nin bölge ülkelerini her anlamda desteklemeye devam edeceğini siyaseten taahhüt etse de, formal anlamda bir
güvenlik paktı oluşturmayı gerekli görmemektedir.
Esas anlaşmazlık noktası burasıdır ve tam da bu
56
HAZİRAN 2015
nedenle Körfez monarşileri kendi güvenlikleri açısından alternatif yöntemlere ve farklı ittifak ilişkileri
arayışına girmiş durumdadırlar.
Türkiye-Suudi Arabistan Eksenli Güvenlik
Paktı Mı?
Suudi Arabistan bölgede kendini İran’a karşı güvenlik altına almak için iki temel strateji geliştirmeye
çalışmaktadır. Bunlardan birincisi, nükleer bir güce
dönüşmektir. Bu amaçla son birkaç yıldır Suudilerin
Rusya, Çin, Pakistan gibi ülkelerle görüşmeler yaptığı ve en azından NPT sınırları çerçevesinde barışçıl
amaçlı nükleer teknolojiye sahip olmak istediği bazı
basın yayın organlarında yer almaktadır. İkinci strateji ise ABD ile yapamadığı koruma kalkanı oluşturma planını bölgesel güçlerle yapabilmektir.
Suudi Arabistan öncülüğündeki on Arap ülkesinin
İran destekli olduğu iddia edilen Yemen’deki Husilerin ilerleyişini durdurmak için başlattıkları hava
operasyonuna yönelik olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapılan destek açıklaması ve ardından İran’ın bölgede dominasyon kurmaya yönelik yayılmacı politikalarından duyulan rahatsızlık,
bir anda Suudiler ve Türkiye arasında anti-İran bir
antlaşma mı kuruluyor sorularının ortaya atılmasına
neden oldu. İç ve dış basında da böyle bir güvenlik
paktına duyulan ihtiyaç açıktan dile getirilmeye başlandı. Hatta Erdoğan’ın yeni Suudi Kralı Selman’ı
ziyareti sonrasında yaptığı Suriye’deki Esed rejimine karşı mücadele eden grupların sonuç alacak
şekilde destekleneceği açıklamaları da bu iddiaları
güçlendirdi. Gerçekten Türkiye ve S. Arabistan öncülüğünde ortak bir askeri güvenlik paktı kurulması
mümkün müdür?
Uluslararası ilişkiler açısından ittifak ilişkileri üzerine
yapılan analizler bizlere, askeri ittifakların ortak tehditler, ortak çıkarlar ve ortak değerler üzerine kurulduğunu söylemektedir. Türkiye ve Körfez ülkeleri
arasında tarihi ve kültürel ilişkiler nedeniyle ortak
değerler ve bölgesel barışın korunması gerektiği
konusunda ortak çıkarlar olduğu şüphesizdir. Ancak stratejik askeri ittifakların kurulmasına asıl can
ve ruh veren şey ise, ortak değerlere ve çıkarlara
yönelik üzerinde uzlaşılan ortak güvenlik tehditleridir. Suudi Krallığı ve diğer Körfez ülkeleri için bugün
asıl tehdit İran’ın yayılmacı politikalarıdır. İran onlar
açısından hem ideolojik (rafizi, Şii) hem de askeri
anlamda varoluşsal bir tehdittir. Türkiye için ise İran,
siyasi anlamda rekabet edilen ve bölgeye yönelik
dış politikasından rahatsızlık duyulan bir ülke olsa
da, en azından şimdilik ontolojik bir tehdit olarak
algılanmamaktadır. Dolayısıyla İslam dünyasının iki
önemli gücü olan Türkiye ve S. Arabistan eksenli ve
diğer Arap ülkelerinin katılımıyla İran karşıtı bölgesel
bir stratejik ittifak oluşturulması gerçekçi görünmemektedir. Üstelik mezhepçilik söylemlerinin arttığı
bir tarihsel konjonktürde, böyle bir Şii-Sünni karşıtlığına dayalı bloklaşma, bölgede gerçekten mezhep
savaşlarının yolunu açıp Müslüman kanı dökülmesini hızlandıracaktır. Türkiye’nin bu anlamda bölgede
gerginlikleri artırmak değil; tam tersine siyasi tansiyonu düşürecek siyasi formüller geliştirmesi gerekir.
Orta Doğu İstikrar ve Diyalog Paktı Önerisi
Bu çerçevede Türkiye, S. Arabistan’ın yeni yönetimiyle ikili ilişkilerini derinleştirmelidir. Türkiye güvenlik sorunları yaşayan bu ülkelerle ikili düzeyde
her türlü antlaşmayı yapabilir. Özellikle S. Arabistan ile Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin
kurulması ve bu ülkede iş başına gelen yeni siyasi
elitlerle güven inşa edici temasların artırılması son
derece önemlidir. Böyle bir üst düzey siyasi angajman, Arap Baharı sürecinde en kritik aktör olarak
ortaya çıkan İhvan ve benzeri siyasi oluşumlarla
Körfez monarşileri arasındaki gergin ilişkilerin azaltılmasını hızlandırabilir. Bugün bölgedeki asıl sorun,
halklarla-rejimler arasındaki güvensizliktir. Türkiye
2000’li yıllardan beri hem kendisini dönüştürmektedir hem de İslam ülkelerine ısrarla reform çağrıları
yapmaktadır. Bu bağlamda Arap monarşilerinin iç
ve dış güvenlik sorunları çözüldükçe, bölge daha
hızlı normalleşebilir.
ülkeleri için siyasi diyaloğu teşvik eden ve gerginlikleri azaltan bir işlev görebilir
Sonuç olarak, Orta Doğu bölgesi küresel siyasetteki yeniden yapılanma krizlerini en derinden hisseden bir siyasi coğrafya olarak bugün, içi içe geçmiş
pek çok karmaşık krizi birlikte yaşamaktadır. Arap
Baharı, IŞİD, İran yayılmacılığı ve İsrail saldırganlığı
bölgeyi ateş topuna çevirmektedir. ABD gibi küresel güçler ise, pek çok nedenle bölgede eskisi kadar etkin rol oynamaktan vazgeçmektedir. Ortaya
çıkan güç boşluğu ise bölgesel aktörler arasındaki
stratejik rekabeti kızıştırmaktadır. Türkiye, Müslüman ve demokratik bir ülke olarak, tarihi tecrübesi ışığında bölgedeki mezhepçi kutuplaşmalardan
uzak durmaya çalışmaktadır. S. Arabistan ve İran
arasında Yemen üzerinden artan gerilimde de Türkiye yapıcı bir rol oynayabilecek en kritik ülkedir. Bu
çerçevede Türkiye bölgesel askeri kutuplaşmalar
yerine ikili düzeyde stratejik işbirliğine yönelmeli ve
uluslararası kurumların çözüme yönelik katkılarına
destek vererek mümkünse bölgesel düzlemde siyasi tansiyonu azaltacak kapsayıcı diyalog mekanizmalarının oluşturulmasında öncü rol oynamalıdır.
Türkiye bölge ülkeleri arasında artan siyasi, askeri
ve mezhepsel gerilimleri azaltmak adına tüm ülkelerinin katılımına açık kapsayıcı bir işbirliği platformu
geliştirebilir. Bu konuda Türk diplomasisi, içinde yer
aldığı pek çok küresel ve bölgesel platformlardaki
rolü nedeniyle oldukça tecrübeli sayılır. AGİT, Güney Doğu Avrupa İstikrar Paktı (SECI), Asya’da İşbirliği ve Güven Arttırıcı Önlemler Konferansı (CICA)
ve Medeniyetler İttifakı gibi yapılar ve projelere benzeyen bir bölgesel platformun kurulması (Orta Doğu
İstikrar ve Diyalog Paktı?), bugün derin krizler, çatışmalar ve güvenlik sorunları yaşayan Orta Doğu
HAZİRAN 2015
57
DIŞ POLİTİKA
Ziyarette Öne Çıkan Konular
BARZANİ’NİN ABD ZİYARETİ:
BEKLENTİLER VE SONUÇLAR
Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
SDE Dış Politika ve Uluslararası
İlişkiler Programı Koordinatörü
M
ayıs ayı başında, Bölgesel Kürt Yönetimi
Başkanı Mesut Barzani, ABD’ye önemli
bir ziyarette bulundu. Nereden bakarsak
bakalım ziyaret her açıdan önem taşımaktadır.
Başta IŞİD ile mücadele olmak üzere Bölgesel
Kürt Yönetimi’nin güvenliği, Bağdat-Erbil ilişkilerinin mevcut durumu ve geleceği olmak üzere sıcak konular söz konusu ziyarette görüşüldü. Erbil
Yönetimi’nin bu ziyaretten beklentisinin yüksek olduğu daha ziyaret haberi duyulur duyulmaz yoğun
bir şekilde tartışılmaya başlanmasından anlaşılmıştı.
58
HAZİRAN 2015
Barzani mümkün olduğu kadar beklentiyi yüksek
tutmaya gayret gösterdi. Ziyaret tarihi netleştikten
sonra özellikle Barzani tarafından Bölgesel Kürt
Yönetimi’nin bağımsızlık ilan edeceği yönünde
açıklamalar yapıldı. Bölge siyasetini iyi bilen biri
olarak Mesut Barzani’nin, en az ABD’li siyasetçiler
kadar, bağımsızlık meselesi için iç ve dış konjonktürün uygun olmadığını bildiği rahatlıkla söylenebilir.
Fakat ziyaret öncesi bağımsızlık meselesini stratejik
bir hamle olarak tartışmaya açtığı anlaşılmaktadır.
gözetilmeden yapılacak olan askeri yardıma karşı çıkmaktadır. Bağdat Yönetimi, Bölgesel Kürt
Yönetimi’ne yapılacak olan bu tür bir yardımın Kürt
liderlerin bağımsızlık isteğini ve tavrını hızlandıracağını ve dolayısıyla Irak’ın parçalanacağını düşünmektedir.
Güvenlik: Hiç şüphe yok ki ziyarette en öne çıkan
konu güvenlik meselesi olmuştur. IŞİD’in, Irak’ın
ikinci büyük kenti Musul’u ele geçirmesi ve akabinde Erbil’e doğru ilerlemesi Bölgesel Kürt Yönetimi’ni
hayati bir tehditle karşı karşıya getirdi. Bölgesel Kürt
Yönetimine ait Peşmergeler, IŞİD’le mücadelede Bağımsızlık Konusu: Yukarıda da zikrettiğimiz
zorlandılar. Peşmergelerin, eğitim ve donanım iti- gibi Washington ziyareti gündeme geldikten sonbariyle IŞİD karşısında ciddi eksikliklerinin olduğu ra Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani
ortaya çıktı. Başta silah desteği olmak üzere Peş- her fırsatta bağımsızlık konusunu gündeme getirdi.
mergenin dış desteğe muhtaç olduğu görüldü. Özellikle, Bağdat’la sorunlar yaşadığında, Mesut
Dış destek olmadan Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Barzani Bölgesel Kürt Yönetimi olarak kendi kadersahip olduğu kendi gücüyle ayakları üzerinde dur- lerini tayin etme haklarının olduğunu ve bağımsızmasının en hafif ifadeyle çok zor olduğu anlaşıldı.
lığın yaklaştığını dillendire geldi. Fakat Barzani’nin,
Bugün itibariyle Bölgesel Kürt Yönetimi
bağımsızlık konusunda hem Bölgesel
IŞİD’le yaklaşık olarak 1000 km. sıKürt Yönetimi içinde hem bölgenır paylaşmaktadır. Bu sınırı tek
de hem de uluslararası alanda
başına Peşmerge’nin koruHer ne kadar
beklediği desteği alamadığı
masının imkansız olduğu
rahatlıkla görülmektedir.
ABD’den bağımsızlık
rahatlıkla
söylenebilir.
Nitekim ABD ziyarekonusunda istediği desteği
ABD
öncülüğündeki
tinde Barzani’ye bakoalisyon güçlerinin
bulamamış olsa da Barzani,
ğımsızlık konusunda
hava
operasyonbağımsızlığı
gündemde
destek verilmemişları Bölgesel Kürt
tir. ABD’li yetkililer
tutacaktır.
Çünkü
Bölgesel
Kürt
Yönetimi’nin güvenIrak’taki
önceliğin
liği için hayati önem
Yönetimi’nin iç politikasında
IŞİD’e
karşı
mücataşımaktadır. Bağbağımsızlık
konusu
önemli
bir
dele
olduğunu
dile
dat Yönetimi’nden
yer
tutmaktadır.
Bu
konuda
getirdiler ve ayrıca
bağımsız olarak Erbil
Irak’ın toprak bütünlüYönetimi’nin istediği
Kürt partiler arasındaki
ğünün önemini vurgulaşekilde silahlanamadırekabeti göz ardı
dılar. ABD, Bölgesel Kürt
ğı göz önüne alındığında,
etmemek gerekir.
Yönetimi’nin muhtemel bir
Bölgesel Kürt Yönetimi için
ABD’nin güvenlik garantisinin
bağımsızlık ilanının Irak’ı ve bölne kadar önemli olduğu anlaşılmakgeyi daha da karmaşık hale getiretadır. 1991 Birinci Körfez Savaşı’ndan
ceğini düşünmektedir. Barzani’ye ABD’nin
beri ABD korumasında varlığını kazanan ve sürdü- Kürtlere en üst düzeyde destek verdiği dile getirildi.
ren Kürt bölgesinin ABD’nin güvenlik desteğine ne Peşmergenin IŞİD karşısında başarısından bahkadar ihtiyacı olduğunu IŞİD karşısındaki durumu sedildi ve Kürtlerin ve Kürt bölgesinin güvenliğine
apaçık ortaya koymuştur.
önem verildiği aktarıldı. Fakat bağımsızlık konusunBaşta ABD olmak üzere bazı Avrupa ülkeleri IŞİD’e da Barzani’nin ABD’den beklediği desteği en azınkarşı Bölgesel Kürt Yönetimi’nin yürüttüğü müca- dan şimdilik görmediği rahatlıkla söylenebilir. Her
deleye destek vermektedir. Bölgesel Kürt Yöneti- ne kadar ABD’den bağımsızlık konusunda istediği
mi, verilen desteğin yeterli olmadığını dile getirerek, desteği bulamamış olsa da Barzani, bağımsızlığı
daha fazla eğitim, mühimmat ve silah desteği talep gündemde tutacaktır. Çünkü Bölgesel Kürt Yönetietmektedir. Bağdat’tan destek alınamadığı dillen- minin iç politikasında bağımsızlık konusu önemli bir
dirilmektedir. Bağdat Yönetimi ise kendi kontrolleri yer tutmaktadır. Bu konuda Kürt partiler arasındaki
dışında kontrolsüz olarak ve Bağdat-Erbil dengesi rekabeti göz ardı etmemek gerekir.
HAZİRAN 2015
59
DIŞ POLİTİKA
Enerji / Ekonomi: Enerji konusu Bölgesel Kürt
Yönetimi’nin varlığını sürdürmesinde ve Bağdat ile
ilişkilerinin geleceğinde önemli bir yer işgal etmektedir. Irak Anayasası’na göre Irak’ın petrol gelirinin
% 17’sinin Bölgesel Kürt Yönetimi’ne verilmesi
gerekmektedir. Fakat bazı sebeplerden dolayı söz
konusu miktar Bağdat tarafından Erbil’e aktarılmamaktadır. Erbil ise bunun karşılığı olarak kendi bölgelerinden çıkan petrolü Türkiye üzerinden dünya
pazarlarına ulaştırmak istemektedir. ABD ise bu konuda Bağdat Yönetimi’ne yakın durmaktadır. Nerdeyse tek geliri enerji olan Kürt Yönetimi bir yolunu
bularak kendi bölgesindeki petrol kaynaklarını işletmek istemektedir. Bu konuda Bağdat Yönetimi’yle
belli konularda anlaşma sağlanmış olsa da tam bir
sonuca varılamamıştır. Barzani’nin ABD ziyaretinde
enerji konusunda da istediği desteği aldığı söylenemez. Bağdat’tan daha bağımsız bir yol haritasıyla
hareket etmek için elinde güçlü bir araç olan enerji
konusunda Erbil, ABD’yi ikna edebilmiş değildir.
Irak’taki enerji gelirlerinde alması gereken miktarı
alamayan Kürt Yönetimi bir yılı aşkın süredir ciddi ekonomik sorunlar yaşamaktadır. 2003 yılında
ABD’nin Irak’ı işgalinden sonraki süreçte hızla gelişen Bölgesel Kürt Yönetimi, özellikle IŞİD’in Irak’ta
ilerlemesiyle durgunluğa girmiştir. IŞİD tehdidinin
artmasıyla yatırımların durduğu ve yabancı işadamlarının bölgeyi büyük oranda terk ettiği görülmektedir. Bunun yanında IŞİD’le yürütülmekte olan savaş
için de ayrıca para gerekmektedir. Tüm bunlar göz
önüne alındığında Erbil’in acilen neredeyse tek ge-
60
HAZİRAN 2015
lir kaynağı olan enerji parasına ihtiyacı vardır. Fakat
ABD bu konunun Bağdat ile görüşülerek çözülmesi
gerektiğini düşünmektedir.
Sonuç
Ziyaret öncesi yapılan açıklamalardan da açıkça
görüldüğü üzere, yüksek beklentili bir ziyaret olsa
da Barzani’nin ABD’den tüm beklentilerini elde
ederek döndüğünü söylemek oldukça güçtür. Bunda temel belirleyici olan tabii ki ABD’nin Bölgesel
Kürt Yönetimi karşısındaki orantısız bir şekilde var
olan güçlü pozisyonudur. ABD’nin öncelikleri ile
Erbil’in öncelikleri arasındaki farkın ziyaretin sonucuna yansıdığı görülmektedir. ABD için en öncelikli
konu Bölgesel Kürt Yönetimi’nin bağımsızlık kazanması değil, IŞİD’e karşı Peşmergelerin savaşmasıdır. ABD’nin iki savaş (1991-2003) verdiği Irak için
bir plan ve programının olmadığı söylenemez. Bu
yüzden ABD, Irak’ta inisiyatifi dışında kendi programını ciddi olarak zedeleyecek bir gelişmeye sıcak
bakmayacaktır. Nitekim Bölgesel Kürt Yönetimi’nin
bağımsızlığının Irak’ta işleri daha da karmaşık ve zor
hale sokacağını düşündüğü için en azından şimdilik
bağımsızlık meselesine sıcak bakmadığı rahatlıkla anlaşılmaktadır. Bağımsızlık konusunda Barzani beklediği desteği alamamış olsa da Kürtlerin ve
Bölgesel Kürt Yönetimi’nin güvenliği konusunda
ABD’nin desteğini yanında bulmuştur. Bu açıdan
ziyaretin en önemli kazancı Barzani açısından ABD
desteğinin tekrar teyidi olmuştur denilebilir.
YOL AYRIMINDAKİ MISIR:
İDAMLAR, KRİZ İNŞASI VE İHRACI
Doç. Dr. Ahmet UYSAL
SDE Uzmanı
İ
nsanlık tarihinde önemli bir basamak olan Mısır
Medeniyeti, 21. yüzyılda medeniyet ve insanlığa
uzak bir çizgiye doğru savruluyor. Mısır coğrafi
olarak bir kavşakta yer almaktadır. Doğu-Batı ekseninde kara bağlantısı, Kuzey-Güney ekseninde deniz bağlantısı sağlayan konumda olması başlı başına önemlidir. Büyük nüfusu ile İsrail’e ve Filistin’e sınır olması, büyük krizler yaşayan Arap Dünyası’nda
önemli yere sahip olması Mısır’ı önemli bir ülke olarak karşımıza çıkarıyor. Arap demokrasi dalgasını
darbeye tahvil eden yeni Mısır yönetimi, her hamlesi
ile ülkeyi yeni bir siyasi yol ayrımına getirmiş durumdadır. Yemen ve Libya krizleri ve özellikle geçen ay
İhvan yöneticileri ve mensupları için alınan idam kararları yeni bir analize ihtiyaç duymaktadır.
Arap demokrasi dalgasını ince bir hamle ile darbeye
dönüştürüp eski yönetimi geri getiren, Mısır’ın içindeki ve dışındaki bölgesel ve küresel statüko güçleri
olmuştur. Ülke içindeki statüko, başta Mısır ordusu
olmak üzere, ona tabi olan bürokrasi, burjuvazi ve
siyasi yapıdır. Bölgesel statükoyu ise İsrail ve Arap
monarşileri temsil etmektedir. Monarşiler demokrasiden çekindikleri gibi İsrail de genel olarak demokrasi ile Arapların güçlenmesinden rahatsız olmaktadır. Demokrasiden en güçlü çıkan İhvan-ı Müslimin
gibi İslam birliğini savunan hareketler olduğu için
HAZİRAN 2015
61
İsrail’in bu gelişmelerden çok rahatsız olacağını öngörmek zor değildir.
Bilgi vermiş olsa bile bu bilgilerin Mısır’ı nasıl zarara
uğrattığı da açık değildir.
Birçok ülkede yapıldığı üzere, demokrasi gelse Darbeci Sisi Yönetimi idamları konusunda iki yönbile yönetemeyen bir düzen kurularak demokrasi tem izleyebilir: (1) İdamları İhvan’ı teslim olmaya
sekteye uğratıldığı için, Mısır’da Cumhurbaşkanı zorlamak veya pazarlık masasında sunulacak şartMursi’nin sistemi yönetmesi engellenmek istendi. lara razı etmek için kullanacaktır veya (2) İdamları
Önce İhvan-ı Müslimin ile devrimci güçlerin arasını gerçekten uygulayarak İhvan Hareketi’ni bitirmeye
açtılar. Daha sonra İhvan’ı yalnızlaştırarak ülkenin çalışacaktır. Birinci ihtimal daha güçlü olsa da ikinilk seçilmiş cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi cisi de çok uzak bir ihtimal değildir. Birinci ihtimali
2013 yılında kanlı bir darbe ile düşürdüler. Darbeyi
güçlendiren durum bölgede darbeden sonra değiyapan Abdülfettah El-Sisi, gerekli tüm düzenlemeşen konjonktürdür. Her ne kadar, darbe sürecinde
leri yaparak ve kendisine rakip olacak bir tek kişi
Rabia Meydanı’nda yedi binden fazla darbe karşıtını
bile bırakmayarak darbeden sonra kolayca başöldürdüğü için bu durumdan geri dönüş imkanı çok
kan seçilmiştir. Daha sonra en büyük rakibi ve esyüksek olmasa da bölgesel baskılar ve rejim içinkiden beri ülkedeki en büde başlayan homurtular
yük muhalif hareket olan
Sisi’yi buna zorlayabilir.
İhvan-ı Müslimin üzerine
Mısır mahkemes dam kararını
yürümüş ve birçoğunu
Son aylarda bölgesel
verdkten sonra uluslararası
hapse atmıştır.
dengeler
değişmeye
örgütlerden ve kamuoyundan çok
başlamıştır.
Özellikle
Geçen ay içinde Mısır
cdd
eleştrler
almış
ve
Ss’nn
Yemen’de
devrik
Ali Abmahkemesi, başta Murdullah
Salih
destekli
Husi
si olmak üzere 106 İhAlmanya zyaret bu hassasyet
darbesi Suudi Arabistan’ı
van mensubunu idama
yüzünden ertelenmştr. Ayrıca,
çok rahatsız etmiştir.
çarptırarak görüş almak
çerde ekonomk sorunların
üzere Mısır Müftülüğü’ne
Darbecilere karşı diğer
havale etti. Mursi’ye atKörfez ülkeleriyle birliksürmes, El Kade ve IŞİD bağlantılı
fedilen suç devrim esnate, Türkiye’nin de moral
bombalamalar, Sna’da devam eden
sında hapisten kaçmak
desteğini belirttiği, hava
syan, İhvan-ı Müslmn öncülüğünde
ve Gazze’deki Hamas
operasyonu başlatmışYönetimi’ne devlet sırsüren barışçıl gösterler Mısır’ın
tır. Suudi Arabistan’ın
rı vermek ve casusluk
savaşçı bir ordusu buekonomk ve syas krzden çıkışını
yapmaktır. İki gerekçe
lunmadığı için, bir yanzorlaştırmaktadır.
de siyasi olarak sorundan Mısır Ordusu’nun
ludur. Çünkü Mısır’da
desteğine bir yandan da
devrim olduğu ve devrim
Yemen’de İhvan-ı Müsliöncesi siyasi tutukluların
min çizgisinde en güçlü halk oluşumu olan Ishaksız yere yargılandığı konusunda bir görüş
lah Hareketi’nin desteğine ihtiyacı vardır. Pakisbirliği vardır. Mısır ordusu da Mübarek’in düşmesini devrim olarak gördüğünü söylemekte, Sisi’nin tan Parlamentosu’nun Yemen’e asker göndermeyi
Mursi’yi devirmesini halkın isyanına cevap niteliğin- reddetmesinden sonra Mısır’ın önemi de artmıştır.
de ikinci devrim olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla, Göreve geldikten sonra Sisi’ye önceki kral kadar
devrim mantığı gereği Mursi ve arkadaşlarının eski yakın durmayan Kral Selman’ın, darbeye çok sıcak
siyasi suçlamalardan tutuklanmaları anlamsızdır. bakmadığı ve İhvan’a eskisi kadar karşı olmadığı
İkinci olarak isnat edilen Hamas’a devlet sırlarını fark edilmektedir. Bu üçgenin nasıl şekilleneceği ve
vermesi (casusluk) suçu ise ispat edilmiş bir bilgi uzlaşmanın nasıl sağlanacağı Mısır’daki idamlarla
değildir, tamamen yoruma dayanmaktadır. Kaldı ki yakından ilgilidir. İdamlara ilişkin nihai kararın 16
Hamas Mısır’a düşman bir devlet değil, Gazze’de Haziran’a ertelenmiş olması bu kararın zorluğunu
bağımsızlık mücadelesi veren bir yerel yönetimdir. ortaya koymaktadır.
62
HAZİRAN 2015
Sisi’nin idam kararlarını uygulamasını zorlaştıran
başka bir neden de idam karşıtı oluşan kamuoyudur. Mısır mahkemesi idam kararını verdikten sonra
uluslararası örgütlerden ve kamuoyundan çok ciddi
eleştiriler almış ve Sisi’nin Almanya ziyareti bu hassasiyet yüzünden ertelenmiştir. Ayrıca, içeride ekonomik sorunların sürmesi, El Kaide ve IŞİD bağlantılı
bombalamalar, Sina’da devam eden isyan, İhvan-ı
Müslimin öncülüğünde süren barışçıl gösteriler
Mısır’ın ekonomik ve siyasi krizden çıkışını zorlaştırmaktadır. Bu sorunlar devam ettikçe Sisi ilk dönemdeki kısmi meşruiyetini darbeciler nezdinde de
kaybetmeye başlamıştır. Örneğin, Sisi ile Mursi’ye
karşı % 48 oy alan başkan adayı olan Ahmed Şefik
arasında ihtilaf olduğu medyaya yansımıştır. Kendisi de darbeyi destekleyen eski asker Şefik, Birleşik Arap Emirlikleri başta olmak üzere diğer Körfez
ülkeleri tarafından desteklenmektedir. Şefik’in ifade
ettiği rahatsızlık Körfez ülkelerinde ve Mısır ordusu
içinde de bazı rahatsızlıkların varlığına işaret sayılabilir. Dolayısıyla, idamlar konusunda Sisi’nin eli eskisi kadar rahat değildir.
Sisi’nin idamları uygulaması durumunda ortalık çok
daha karışacak uluslararası meşruiyeti daha çok
sarsılacaktır. Darbeyi onaylayan Küresel düzen -ki
temsilcileri 28-29 Mart 2015 tarihli Şarm El-Şeyh
toplantısında Sisi’yi alkışlamışlardır- Mursi’nin idamından rahatsız olmasa da oluşacak ciddi kamuoyu baskıları onları Sisi’yi eleştirmeye
ve mesafeli davranmaya
itecektir. İdam esas olarak
ülke içinde ciddi kaynama
ve kaos yaratacaktır. Çünkü
Mursi’nin idamı İhvan’a karşı acımasız bir savaş başlatmak anlamına geleceği
için yaygın tabanıyla İhvan
da bu duruma gösteriler ve
belki düşük dozlu şiddet ile
karşılık verecektir. Daha düşük ama tehlikeli bir ihtimal
İhvan’ın silahlı mücadeleye
bulaşmasıdır. Bu tür bir mücadele, İhvan ve Mısır toplumu bu duruma hazır olmadı-
ğı için, büyük sıkıntılara yol açar, başarıya da ulaşamaz. Dolayısıyla, en uygun çözüm, bir uzlaşma
zemini hazırlanmasıdır: 1970’lerde Enver Sedat’ın
yaptığı gibi İhvan mensupları salıverilir onlar da Sisi
yönetimini bir vakıa olarak kabul ederler ve sistem
içinde faaliyetlerine devam ederler.
Her halükarda Sisi, idamları uygulamakta acele etmeyecektir. Hem darbeyi finanse eden Körfez ülkelerinin hesapları Yemen’de değişmiş hem de idamlara karşı uluslararası kamuoyu baskısı oluşmaya
başlamıştır. Başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok ülke soruna kalıcı çözüm bulmaya çalışacaktır.
Bu arada, Yemen krizinin daha da derinleşeceği ve
kara operasyonuna başlanacağı anlaşılıyor. Mısır ve
Yemen İhvan’ı bu operasyonda önemli bir rol oynayacaktır. Bu fiili durum, iki tarafı, uzlaşma olmadan
karşılıklı anlayışa yöneltebilir. Sisi yönetimi, petrol ve
darbe arzuları devam ettiği halde Libya’da da çok
ciddi bir ilerleme göstermemiştir. Bütün bu konularda aslında şu sıralar tartışılmakta olan Ortak Arap
Ordusu’nun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belirleyici olacaktır. Ortak orduda Mısır askerlerinin ağırlığı
Sisi’nin elini güçlendirecek, isteksizliği de Körfez ile
arasını açacaktır.
Kısaca, Mısır’da idamların uygulanması zordur, uygulanacaksa bile çok hızlı gerçekleşmeyecektir.
HAZİRAN 2015
63
DIŞ POLİTİKA
YEMEN’DEKİ SAVAŞIN
İÇ VE DIŞ AKTÖRLERİ
sayılan Babü’l-mendeb’e hakim olma çabası olarak
algıladı. Yine bazıları İran’ın; Arap başkentlerinden
Bağdat, Beyrut ve Şam ile yetinmeyerek Suudi
Arabistan’ın hemen yanı başında yer alan Sana’ya
uzandığından söz etmektedir.
Yemen’de cereyan eden olayların bilinmesi bu ülkede özellikle son on yılda cereyan eden hadiselerin
bilinmesine bağlıdır. Yemen’de bağımsızlık sonrası
dönemde etkili olan bir takım siyasi, askeri ve geleneksel aktörler vardı ve bu aktörler hiç değişmemiştir. Değişen tek şey onların nüfuz alanı ve etkilerdir.
Bu aktörlerin başında Ali Abdullah Salih’in partisi
olan Genel Halk Kongresi, İslamcı kimliğiyle bilinen
Hizbu’l-İslah, 1990’da Güney ve Kuzey Yemen’in
birleşmesinden önce Güney Yemen’de iktidarda
olan Sosyalist Parti ile Şiiliğin Zeydi koluna mensup
olan Husiler gelmektedir. Bir de yukarıdaki gruplar
ile birlikte hareket eden ve bazen taraf değiştirebilen kabileler söz konusudur. Ancak bu gruplardan
hiçbiri tek başına Yemen’e hakim olamamıştır. Bu
nedenle yukarıda zikredilen gruplar, zaman zaman
kendi aralarında bir takım ittifaklara ve güç birliğine
gitmişlerdir.
Doç. Dr. Cevher ŞULUL*
Akademisyen
B
irinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu’da
çizilen yapay sınırlar bölgeyi istikrarsızlığa sürükledi. Yüzyıl geçmesine rağmen hala da istikrar sağlanabilmiş değildir. Arap Baharı’yla birlikte
ortaya çıkan halk hareketlerine rağmen demokrasi ve insan hakları alanında mesafe kat edilemedi.
Son olarak başkent Sana’nın işgali Yemen’i bir iç
savaşa sürükledi.
Bu savaşın dahili ve harici nedenleri vardır. Bu nedenlerden sadece birinden hareketle meselenin
izah edilemeyeceği bilinmektedir. Farklı görüşler,
hangi enstrümanın daha etkili olduğu konusunda ortaya çıkmaktadır. Örneğin bazılarına göre
64
HAZİRAN 2015
Yemen’de vuku bulan savaşın nedeni, bölgesel anlamda İran ile Suudi Arabistan arasındaki rekabet
ile jeopolitik alanda nüfuz elde etme mücadelesidir.
Bazılarına göre de ulusal boyutta siyasi ve mezhebi
farklılıklar ile ülkenin kabile yapısı önemli nedenler
arasında zikredilmektedir.
Yemen’in dünya kamuoyunda tartışılır hale gelmesi
silahlı bir grup olan Husilerin başkent Sana’yı işgal
etmeleri ve yönetime el koymaları ile başlamıştır.
Husilerin Sana’yı işgali, Hizbullah’ın Lübnan siyasetinde oynadığı rolü akıllara getirdi. Bu nedenle bazıları olup biten hadiselere bakarak meseleyi İran’ın,
Doğu ile Batı arasındaki ticaret yollarının en önemlisi
Yemen’n dünya kamuoyunda tartışılır
hale gelmes slahlı br grup olan Huslern
başkent Sana’yı şgal etmeler ve yönetme el
koymaları le başlamıştır. Huslern Sana’yı
şgal, Hzbullah’ın Lübnan syasetnde
oynadığı rolü akıllara getrd. Bu nedenle
bazıları olup bten hadselere bakarak
meseley İran’ın, Doğu le Batı arasındak
tcaret yollarının en önemls sayılan Babü’lmendeb’e hakm olma çabası olarak algıladı.
Ancak bu siyasi tablo Arap Baharı’yla birlikte gelişen
hadiselerden sonra değişime uğramıştır. 2011’de
Arap Baharı’yla birlikte Ali Abdullah Salih’e muhalefet eden siyasi gruplar, Yemen halkı ile birlikte ordunun da desteğini alarak barışçıl gösteriler yaptılar
ve Ali Abdullah Salih’e meydan okudular. Sonuçta
diktatör devrildi ve Körfez Ülkeleri İşbirliği Teşkilatı
tarafından sunulan antlaşma ile yetkilerini yardımcısına devretmek zorunda kaldı. Bu sürece destek
verenler arasında Husiler de vardı. Ancak Husilerin
bu desteği Yemen’e pahalıya mal oldu. Yemen’de
devrimin ardından ortaya çıkan yönetim boşluğunu kendileri dışında muhalefet bloğunun dolduracağından endişe duyan Husiler, Ali Abdullah Salih
ile işbirliği yaparak hem devrimi provoke ettiler hem
de devrimi yapan muhalefet bloğuna ve devrimi
destekleyen ordu güçlerine karşı savaş ilan ettiler.
Bölgedeki aşiretlerle çatışarak nüfuz alanlarını genişlettiler, merkezi yönetim ile yaptıkları antlaşmalara uymadılar. Devletin bütün organları üzerinde silah
zoruyla hakimiyet kurdular. Devlet başkanı ve hükümeti istifa etmek zorunda bıraktılar. Devlet ricalini ev
hapsine tabi tuttular. Parlamentoyu feshettiler.
Sonuçta Husiler sadece yönetime el koymakla yetinmediler; herhangi bir mukavemetle karşılaşma-
HAZİRAN 2015
65
dan başkent Sana’yı da işgal ettiler. Bu olay Arap
dünyasında şaşkınlıkla karşılandı. Bu olayların ardından Sana’da ev hapsinde tutulan Cumhurbaşkanı
Abdurabbu Mansur Hadi, bir süre sonra Aden’e
geçerek ülkenin halen meşru lideri olduğunu duyurdu. Bu süreçte Husiler tarafından alınan bütün
siyasi kararların da geçersiz olduğunu ilan eden
Hadi’nin bu açıklamasına birçok ülke destek verdi.
Hadi’nin Aden’i “geçici merkez” ilan etmesi ve bazı
ülkelerin diplomatik temsilciliklerini burada sürdüreceği yönündeki açıklamalarının ardından, Husiler
“karşı direnişin merkezi” haline gelen Aden’e doğru
harekete geçerek, kentteki bazı stratejik noktaların
denetimini ele geçirdi. Hadi yönetiminin üst düzey
yetkilileri, Arap Birliği ve uluslararası topluma acil
askeri müdahale çağrısı yaptı.
Bunun üzerine Suudi Arabistan, Cumhurbaşkanı Abdurabbu Mansur el-Hadi’nin talebi üzerine
Yemen’de ilerleyişini sürdüren Husilere karşı “Kararlılık Fırtınası” operasyonunu başlattı. Operasyona
bazı Körfez ülkeleriyle bir kısım Arap ülkeleri, Türkiye ve Pakistan da destek verdi. Bir süre önce Kararlılık Fırtınası’nı sonlandıran Suudi Arabistan, bu
sefer de “Umudun Yeniden İnşası” operasyonunu
başlattığını duyurdu. Daha sonraki süreçte sivillerin temel ihtiyaçlarının karşılanması için birçok kez
ateşkes antlaşmaları yapıldı. Fakat bu antlaşmalar
uzun süreli olmadı. Ülkede halen belli aralıklarla çatışmalar devam etmektedir.
Başkent Sana’nın işgalinden sonra birçok alanda
insan haklarını ihlal eden Husiler, Yemen halkına
karşı ayrımcı politikalar uyguladılar. İnsan hakları
alanında faaliyet gösteren “Euromid Observer for
Human Rights”a göre Husilerin Sana’yı işgal ettiği
20 Eylül’den 10 Ekim’e kadar geçen sürede 4531
kez insan hakları ihlalleri yaşanmış, 733 kişi öldürülmüş, 930 kişi yaralanmış ve 1000’den fazla kişi
kaçırılmıştır.
Husilerin bu politikası Yemen’in tarihsel dinamiklerine, dini ve kültürel geleneklerine aykırı bir biçimde
cereyan etmektedir. Zira Yemen’de Şafiiler ile Zeydiler arasında birlikte yaşama kültürü uzun bir tarihe, kadim bir geleneğe dayanmaktadır. Herhangi
bir Yemenli, geleneksel olarak bir başka Yemenli ile
ticari, ilmi hatta siyasi konularda iş birliğine gitmekte,
bunu yaparken herhangi bir mezhebe aidiyeti aklına
66
HAZİRAN 2015
getirmemekteydi. Oysa Husiler kendilerini Yemen
halkından izole ederek mezhep taassubuyla hareket edip başkalarının varlığını inkar etmektedirler.
Daha önce Yemen tarihinde benzeri görülmemiş bir
biçimde bir mezhep, bütün Yemen halkını karşısına
alarak harici bir güç ile ittifak ilişkisine girmiştir.
Yemen’deki Siyasi İhtilaflar Salt Mezhep
Farklılıkları İle İzah Edilemez
Her şeye rağmen Yemen’de savaş boyutuna varan
siyasi ihtilafları, salt mezhep farklılıkları ile izah etmek doğru değildir. Daha ziyade mezhep farklılıkları
bir takım uluslararası güçlerin ön açması veya zemini uygun hale getirmesi sonucunda İran ve Suudi
Arabistan gibi ülkelerin yeni nüfuz alanları oluşturma
politikalarında kullandıkları bir araçtır.
Olayı salt mezhebi argümanlar ile izah etmeye çalışılanlar, ülkenin Güney’inde Sünni (Şafi-i) mezhebine, Kuzey’de ise Şii (Zeydi) mezhebine mensup
insanların çoğunlukta olmasına bakmaktadırlar.
Oysa Husilerin mensup olduğu Zeydiyye mezhebi
İsna Aşeriye mezhebinden farklıdır. Zeydiler akaidde Mutezile mezhebine daha yakındır. İlaveten
bütün Zeydiler, İran taraftarı değildir. Velayet-i fakih
inancının Yemen’de bir karşılığı da yoktur. Zamanla
Zeydilerin bir kısmı, ehlisünnet çizgisine yaklaşırken
diğer bir kısmı İsna Aşeriye Şiasına yaklaşmışlardır.
Bu ikinci kısmın, İran devriminden sonra daha fazla
sesi çıkmaya başlamıştır. Dolayısıyla Husiler, Zeydi
mezhebinin sadece bir kısmını oluşturmaktadır.
Zeydiler, nüfusu 30 milyona varan Yemen’in sadece 1/3 oluşturmaktadır. Bu nedenle Yemen’in tamamına hakim olmaları söz konusu değildir. Yemen
siyasetinde belirgin bir ağırlığı olan kabilelerin de
unutulmaması gerekir. Yemen’de kabilelere bağlılık
devlete bağlılıktan önce gelir. Bütün kabileler silahlıdır. Her evin geleneksel olarak küçük ölçekte de
olsa bir silah deposu vardır. İlaveten dağlık bir coğrafyaya sahip olan Yemen’de kontrolü sağlamak da
son derece güçtür. Bu nedenle tarih boyunca Osmanlı’lardan İngiliz’lere kadar hiçbir harici güç tam
anlamıyla Yemen üzerinde hakimiyet kuramamıştır.
Ayrıca İran’ın yıllık ticari hacmi 1,8 trilyon Doları bulan Babü’l-mendeb üzerinden Kızıldeniz’de nüfuz
alanı oluşturması son derece güçtür. Zira İran’ın
bunu yapabilecek askeri, siyasi ve ekonomik kapasitesi de söz konusu değildir.
Dolayısıyla Yemen’in de dahil olduğu bölge ülkelerinin istikrarsızlaştırılması, uluslararası bir takım
güçlerin Orta Doğu’daki çıkarlarına hizmet etmekten başka bir anlam ifade etmez. Bu nedenle İran’ın
Yemen’e yönelik politikası, bölge halklarının çıkarlarına hizmet etmemektedir. Aslında iyi düşünüldüğü
takdirde bu politikanın uzun vadede İran halkının çıkarlarına da hizmet etmediği görülecektir. Zira İran’ı
İslam dünyasından izole etmek, İran’a yapılabilecek
en büyük kötülüktür.
Problemin Temelinde Mezhep Farlılıklarından
Ziyade Siyasi Nedenler Söz Konusudur
Yemen’de problemin temelinde daha ziyade siyasi nedenler söz konusudur. Kuzeyde yoğunlaşan
Husiler ile Sana’daki merkezi yönetim arasında
çözülemeyen problemler, Ali Abdullah Salih döneminde yapılan yolsuzluklar, haksızlıklar, zayıf altyapı
ve istikrarsızlık ile beraber Husilere karşı uygulanan
ayrımcı politikalar ülkeyi bir iç savaşa sürüklemiştir.
Bu dönemde işsizlik, yüksek gıda fiyatları ve kısıtlı
sosyal hizmetler 10 milyondan fazla Yemenliyi gıdaya erişim konusunda risk altında bırakmıştır. İlaveten Ali Abdullah Salih, daha fazla iktidarda kalabilmek için mezhep kartını sürekli masada tutmuş
ve 2004 ile 2010 yılları arasında Husiler ile altı kez
savaşmıştır. Otuz üç yıllık iktidarı boyunca her yolu
meşru kabul eden Ali Abdullah Salih’in ve onun en
önemli destekçilerinden biri olan Suudi Arabistan’ın
Yemen’in bu noktaya gelmesinde ciddi bir sorumluluğu vardır. Bu süreçte İran da yapıcı politikalar
izlememiş, mezhep farklılıklarını ön plana çıkaran
bir tutum sergilemiştir. Medyada yer alan haberlere,
cereyan eden hadiselere, İranlı yetkililerin son zamanlarda verdikleri beyanatlara bakarak Husilerin,
İran’dan ciddi anlamda destek aldıkları söylenebilir.
Sonuç itibariyle Yemen’de yapılan darbe/işgal mezhepsel farklılıkları, toplumsal çatışmaları ve iç savaşı
körüklemekte, bütün Yemen’i tehdit etmekte ve parçalanmaya sürüklemektedir. Bir takım uluslararası
güçler bugün Lübnan, Irak ve Suriye’de yapılanların
bir benzerini Yemen’de yapmak istemektedirler. Bu
nedenle Arap Baharı’yla birlikte 11 Şubat devrimini
yapan Yemen halkının olup biten hadiseler üzerinde
derinlemesine düşünmesi, Suriye’de cereyan eden
hadiselerin Yemen’de tekrarına izin vermemesi gerekir. Bütün farklılıkları himaye ederek ülkenin bütünlüğüne sahip çıkması İslam medeniyetinden tevarüs
eden İmam Şafi-i ile İmam Zeyd’e ait düşünce ekollerinin birlikte yaşaması için gayret göstermesi gerekir.
Yemen’in geleceğine dair birçok senaryo konuşulmakla birlikte ciddi anlamda bir belirsizlik söz konusudur. Fakat en korkunç olan senaryo bağımsızlığını kazandığı tarihten bugüne kadar iç savaşlardan
kurtulamayan Yemen’in, İran ve Suudi Arabistan
gibi bir takım bölgesel güçler adına yeniden bir iç
savaşa sürüklenmesidir. Şuanda Yemen, ucunda
ışığın görünmediği karanlık bir tünele girmiş bulunmaktadır.
* Harran Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim
Üyesi. İslam Felsefesi ve Orta Doğu üzerine çalışmalar
yapmaktadır.
HAZİRAN 2015
67
DIŞ POLİTİKA
için kendisine verilen sürenin dolmasına saatler kala
Yisrael Beiteinu haricindeki sağ-aşırı sağ partiler ve
Koolanu ile koalisyon anlaşmasına vardıklarını duyurdu. Hükümet kurmak için gereken asgari rakam
61 sandalye ile oluşan bıçak sırtı koalisyonun hükümeti, 14 Mayıs’ta Knesset’te yemin ederek görevine başladı.
Koalisyon anlaşmasında en dikkat çekici ayrıntı
Başbakan Netanyahu’nun Koolanu’nun desteği
olmaksızın hiçbir yasa teklifini ve bütçe düzenlemesini Knesset’e getiremeyecek olması. Aslında bıçak
sırtında kurulmuş bir koalisyonda bu hakkın doğal
olarak her partiye ait olduğu, hatta iktidarı oluşturan
partilerin her bir temsilcisine ait olduğu söylenebilir.
Koalisyona destek veren Birleşik Torah Yahudiliği
Partisi ise Netanyahu’dan bakanlık yerine bir dizi
taahhüt almış bulunuyor. Bunlar arasında en önemlileri ultra-ortodoks Yahudilerin askerlik hizmetlerinin düzenlenmesi, kalabalık ailelere çocuk ve aile
yardımı, kendi toplulukları için sosyal konutlar gibi
vaatler.
İSRAİL DIŞ POLİTİKASI YOL AYRIMINDA
Öner BUÇUKCU
SDE Uzmanı
17
Mart 2015’te gerçekleştirilen İsrail seçimleri, beklenenden ve anketlerin gösterdiği tahminlerden farklı sonuçlanmıştı.
Oluşan Knesset’in çok parçalı yapısı İsrail’de yeni
hükümetin kurulma sürecini uzattı. Seçimlerden
sürpriz bir şekilde birinci parti olarak çıkan Binyamin
Netanyahu seçim sonuçları netleştikten sonra sağ
ve aşırı sağ partilere seslenerek bir ulusal hükümet
68
HAZİRAN 2015
çağrısında bulunmuştu ancak Dışişleri eski Bakanı
Avigdor Lieberman’ın yeni kurulacak koalisyonda
yer almayacağını açıklamasının ardından ulusal hükümet alternatifi ortadan kalkmış oldu.
Bu noktada iki kilit parti belirdi. İlki bir önceki seçimlerin sürpriz partisi Yesh Atid, diğeri ise siyasete ara
verdikten sonra geri dönen Moshe Kahlon’un kurduğu Koolanu Partisi. Netanyahu hükümeti kurmak
Netanyahu’nun kurduğu hükümette Likud temsilcisi üyeler yoğunlukta bulunuyor. Ziraat ve Kırsal Kalkınma Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı koalisyon ortaklarından HeBayit HaYehudi’ye
verildi. Kabinede Eğitim Bakanı olarak görev alacak HeBayit HaYehudi lideri Naftali Bennett aynı
zamanda Diaspora Bakanlığı görevini de üstlenecek. Koalisyonun bir diğer ortağı Koolanu ise kabinede İnşa Bakanlığı, Çevre Bakanlığı ve Finans
Bakanlığı’nı aldı. Parti lideri Moshe Kahlon kabinede Finans Bakanı olarak görev alacak. Koalisyonun
küçük ortaklarından Shas ise Din İşleri Bakanlığı,
Ekonomi Bakanlığını aldı. Başbakan Binyamin Netanyahu Dışişleri Bakanlığı’nın yetkilerini ise şimdilik
kendisi kullanacak.
Yeni Dönemde İsrail Dış Politikası
Netanyahu’nun Dışişleri Bakanlığı’nı kendi uhdesine
alması hem dış politika hem de iç politika açısından
önemli mesajlar içeriyor. İçerdeki mesajın da bir yönüyle dışarıya mesaj olduğu iddia edilebilir. Bazı yorumcular Netanyahu’nun bu makamı boş bırakarak
Lieberman’a kendisini kabineye almaya her zaman
hazır olduğu mesajı verdiğini düşünüyorlar. Diğer
bazı yorumcular ise Netanyahu’nun Dışişleri Bakanlığı koltuğunu boş bırakmasının İşçi Partisi lideri
IV. Netanyahu hükümetinin
bir öncekine nazaran dış
politikayı daha ön plana
çıkaracağı bir dönem söz
konusu olabilir. Bunun
gerçek bir diplomasi
süreci mi yoksa bir göz
boyama süreci mi olacağını
ise zaman gösterecek.
Şimdiden söyleyebileceğimiz
Netanyahu’nun önceki
uygulamalarının İsrail
açısından hiç de iyi referans
olmadığıdır.
Isaac Herzog’a kapısının daima açık olduğu mesajı
anlamına geldiğini düşünüyor. Herzog’un kabineye
girmeyi çok istediğinin bilinmesi, son dönemlerde
ulusal bir hükümet yönünde yaptığı ilgi çekici açıklamaları ve önceki dönemlerde Netanyahu’nun kurduğu kabinede bakan olarak görev almış olması,
Herzog’un muhalif duruşuna rağmen fikir değiştirebileceği izlenimini yaratıyor.1 Hal böyle olunca IV.
Netanyahu hükümetinin, 43. İsrail hükümetinin dış
politikasının nasıl şekilleneceği sorusu gündeme geliyor. Yorumcuların bu tahminlerinin Netanyahu’nun
zihninde bir izdüşümü olduğunu kabul edersek yeni
hükümetin dış politikada henüz yönünü tayin edememiş olduğunu söyleyebiliriz.
Aslında sadece Dışişleri Bakanlığı koltuğunun boş
bırakılması üzerinden değil mevcut konjonktür
açısından da İsrail’in yeni dönem dış politikasının
şartlara göre şekilleneceğini söyleyebiliriz. Netanyahu dış politikada hangi vizyonu öne çıkaracağına
uluslararası ve bölgesel dengeleri iyice tarttıktan
sonra karar verecek gibi gözüküyor. Bu çerçevede en önemli unsurun ABD-İsrail ilişkileri olacağını
söyleyebiliriz.
İsrail-ABD ilişkileri İsrail Başbakanı Binyamin
Netanyahu’nun, Obama istememesine rağmen
Temsilciler Meclisi’nde İran ile yürütülen müzakereler aleyhine konuşma yapmasının ardından tarihinin
HAZİRAN 2015
69
ABD ve İsrail arasındaki
ilişki bir biçimde
“ayrılsak da beraberiz”
ilişkisi. ABD’de son
dönemde İsrail’in ABD
dış politikasında belirgin
etkenlerden birisi olmasına
yönelik tepkiler artmaya
devam ediyor ancak
hala hatırı sayılır oranda
araştırmacı, ABD-İsrail
arasındaki ittifak ilişkisinin
devam etmesinin her
iki ülkenin de yararına
olduğunu düşünüyor.
en kötü dönemini yaşıyor. Öyle ki 1967 savaşında
İsrail 34 ABD askerini öldürdüğünde ya da 1980’lerin sonunda İsrail adına ajanlık yapan Jonathan
Pollard’ın yakalanmasından sonra dahi ilişkiler bu
derece etkilenmemişti.2 Ancak ayakları daha yere
basan değerlendirmeler ABD-İsrail arasında gerginleşen ilişkilerin kurumsal olmadığını; daha çok Netanyahu ve Obama arasındaki perspektif farklılığından kaynaklandığını iddia ediyor.3 Sebep ne olursa
olsun İsrail-ABD hükümetleri arasında yaşanan gerginlik İsrail’de hükümeti geçtiğimiz bir yıl içerisinde
oldukça zor bir duruma sokmuş bulunuyor.
İsrail, Netanyahu’nun agresif ve müzakereye kapalı
dış politikası dolayısıyla bir yıl içerisinde uluslararası
alanda gittikçe izole olan bir ülke durumuna gelmiş
bulunuyor. Netanyahu’nun bu durumu içerde ciddi
bir seçim argümanına dönüştürdüğü ve seçmenin
bu söylemi satın aldığı bir vakıa ancak bu durum
İsrail dış politikası açısından sürdürülebilir bir durum
değil. Zira İsrail süreçlerin dışında kalıyor ve kendi
geleceği açısından oldukça önemli olan Filistin’in
durumu ve statüsü, Suriye iç savaşı, İran’ın uluslararası sistemdeki yeri ve durumu gibi konularda aktif politikalar üretemiyor. Dolayısıyla Netanyahu’nun
ajandasında ilk sırada bulunan maddelerden birisinin İsrail dış politikasının bir biçimde rehabilite edilmesi olduğu söylenebilir.
70
HAZİRAN 2015
Ancak bu rehabilitasyonun kapsamlı ve bölgesel
işbirliğine dayalı bir rehabilitasyon olacağı düşünülmemelidir. Bu çerçevede atılacak adımın İsrail-ABD
ilişkilerinin normalleştirilmesi olacağı söylenebilir.
Çükü İsrail önceki dönemlerde de özellikle bölgesel
olarak aynı dış politikayı izlemesine rağmen ABD
üzerinden uluslararası sisteme tutunabiliyordu. Diğer bir deyişle ABD’nin geçici olarak sırtındaki İsrail
küfesini indirmiş olması İsrail dış politikasını çıkmaza soktu ve önümüzdeki dönemde atılacak ilk adım
büyük ihtimalle İsrail küfesinin yeniden ABD’nin sırtına yüklenmesi olacak.
Bu çerçevede ABD ve İsrail hükümetleri arasında
eşgüdümlenmesi gereken 3 temel başlıktan söz
edilebilir. Bunlar İran tehdidi konusunda perspektif
farklılıkları, İsrail’in sınırlarında gerçekleştiğini iddia
ettiği “terörist” faaliyetlere ilişkin izlenecek politika
ve Arap-İsrail uzlaşmazlığının çözümü.
Bilindiği üzere İsrail, Batı dünyasının İran ile hiçbir
şekilde görüşme yapmaması gerektiğini, İran’ın
nükleer kapasitesinin gerekmesi durumunda düşünülmeksizin askeri yollarla yok edilmesi gerektiğini
savunuyor. Obama yönetimi ise İran ile diplomatik
müzakereler yoluyla nükleer krize bir çözüm bulunulmasını; İran’ın bir biçimde uluslararası sisteme
yeniden dahil olması gerektiğini savunuyor. Obama
yönetimi bu konuda oldukça mesafe almışken ilişkilerin normalleşebilmesi için İsrail’in tatmin olmasını
sağlayacak bazı marjlar oluşturabileceği düşünülebilir. Diğer taraftan Netanyahu ve Obama arasındaki ilişkilerin gerginleşmesinin başlangıcı olan, Filistin-İsrail uzlaşmazlığının çözümü konusunda ise
Netanyahu’nun geri adım atması gerekecek gibi
gözüküyor. Bu sadece Obama’nın değil ABD’nin
devlet olarak politikası biçiminde de yorumlanabilir. Zira ABD bu konuda gözlemci değil bizzat sürecin yöneticisi olacağı mesajını 2007 yılında vermişti. Gelinen noktada Netanyahu’nun uzlaşmaz
tavrı ABD’nin İsrail-Filistin politikasını oldukça zor
duruma sokmuş gibi gözüküyor. Bu konuda son
dönemde yaşanan bir gelişme ABD’nin işlevsel bir
enstrüman olacağı umuduyla oluşturduğu insiyatifin işlevsizleşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu
gösteriyor.
İngiltere’nin eski Başbakanı Tony Blair Mayıs ayı
içerisnde Orta Doğu Dörtlüsü Temsilciliğinden istifa ettiğini açıkladı. Hatırlanacağı üzere Orta Doğu
Dörtlüsü Ofisi ABD Başkanı George W. Bush’un
önerisiyle 2007 yılında özellikle Filistin’in ekonomik
ve kurumsal gelişiminin sağlanması amacıyla oluşturulmuştu. Bu noktada altı çizilmesi gereken husus Orta Doğu Dörtlüsü Temsilciliği ile Orta Doğu
Dörtlüsü’nün birbirine karıştırılmaması gerektiğidir.
Orta Doğu Dörtlüsü 2001 yılında Filistin-İsrail Barış
Müzakereleri’nde gözlemci olması amacıyla Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, ABD ve Rusya tarafından oluşturulan diplomatik bir temsilcilikti. 2003
yılında ortaya konulan Yol Haritası, Orta Doğu Dörtlüsü imzasını taşıyordu. Orta Doğu Dörtlüsü Temsilciliği ise çok daha spesifik bir anlam ifade ediyor.
Tony Blair’in başında bulunduğu misyonun uluslararası politika açısından en önemli işlevi öncelikle
ABD’nin Filistin-İsrail Barış Sürecindeki dominant
rolünün pekiştirilmesi ya da yenilenmesi böylelikle
Orta Doğu Dörtlüsü adlı diplomatik grubun işlevsizleştirilmesi olduğu söylenebilir. Diğer taraftan Tony
Blair’in başında bulunduğu misyon Filistin’in ekonomik ve kurumsal olarak yeniden inşasına odaklandığı için Orta Doğu Dörtlüsü’nden farklı olarak sürecin gözetimini değil bir biçimde yönetimini yapmaya
yönelmesinin de kapısını aralamış gözükmekteydi.4
Ancak Blair’in temsil ettiği misyon özellikle İsrail’in
politikaları dolayısıyla etkisini büyük ölçüde yitirdi.
Obama yönetiminin Blair’den boşalan koltuğa yeni
birisini atayıp atamaması tamamen yeni dönemde
İsrail-ABD ilişkilerinden etkilenecek gibi gözüküyor.
ABD ve İsrail arasındaki ilişki bir biçimde “ayrılsak
da beraberiz” ilişkisi. ABD’de son dönemde İsrail’in
ABD dış politikasında belirgin etkenlerden birisi olmasına yönelik tepkiler artmaya devam ediyor ancak hala hatırı sayılır oranda araştırmacı, ABD-İsrail
arasındaki ittifak ilişkisinin devam etmesinin her iki
ülkenin de yararına olduğunu düşünüyor.5
isimlerinden Gideon Saar’ın politikaya ara verdiğini açıklaması, Likud içerisinde yükselen bir diğer
politikacı Gilad Erdan’ın Netanyahu politikalarını
onaylamadığını açıklaması ve siyasete geri dönen
Tzachi Hanegbi’nin kabine dışı kalmış olmasından
rahatsızlık duyduğunun biliniyor olması gibi durumlar Netanyahu’nun sadece ülke politikasında ve
uluslararası politikada değil parti içi politikada da
zor bir gündemle uğraşacağını gösteriyor.
İsrail’de iç politikadaki bu çerçeve dikkate alındığında 43. İsrail hükümetinin çok uzun ömürlü olmayacağı; en azından ilerleyen süreçte ciddi krizlerle
karşı karşıya kalacağı söylenebilir. İç politikadaki
krizlerin ise dış politikaya nasıl etki edeceği iki başlıkta toplanabilir. İlki Netanyahu çizgisinin, yani faşizan eğilimlerin daha belirginleşmesi ve İsrail’in uluslararası sistemden iyiden iyiye soyutlanması, ikincisi
ise daha ılımlı gözüken Herzog-Livni çizgisinin ön
plana çıkması. İsrailli seçmen, şimdilik ikincisine pek
sıcak bakmadığını ortaya koydu. Ancak ABD’nin İsrail politikası dolayısıyla oluşacak durum ve bölgesel dinamikler İsrail içindeki dinamikleri de derinden
etkileyebilir. Dolayısıyla İsrail’de IV. Netanyahu hükümetinin bir öncekine nazaran dış politikayı daha
ön plana çıkaracağı bir dönem söz konusu olabilir.
Bunun gerçek bir diplomasi süreci mi yoksa bir göz
boyama süreci mi olacağını ise zaman gösterecek.
Şimdiden söyleyebileceğimiz, Netanyahu’nun önceki uygulamalarının İsrail açısından hiç de iyi referans olmadığıdır.
Dipnotlar
1
Her şeye rağmen Herzog’un hükümetin kurulması sonrası yaptığı açıklamalarda kabineyi “Netanyahu Sirki” olarak adlandırdığının akılda tutulması yararlı olabilir.
2
ABD-İsrail ilişkilerinin tarihin hiçbir döneminde zannedildiği kadar iyi olmadığını savlayan, ABD-İsrail ilişkileri
üzerinde yaratılan algının mitolojik olduğunu iddia eden
bir metin için bkz: http://www.brookings.edu/research/
opinions/2015/04/10-us-israeli-relations-after-elections
3
http://blogs.wsj.com/washwire/2015/03/04/whatwent-wrong-between-the-u-s-and-israel-and-how-tofix-the-alliance/
4
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyen okurlar
Brookings Instute’den Khaled Elgindy’nin The Middle
East Quarted: A Post-mortem başlıklı analizini
okuyabilirler.
5
Bu argümanın bir örneği için bkz: https://www.
foreignaffairs.com/articles/2012-11-07/friendsbenefits?gp=135637%3A36ce918050c21605
Sonuç Yerine
Netanyahu’nun yeni dönemde en önemli sorunlarından birisi de Likud’un bölünmesini önlemek
olacak gibi gözüküyor. Likud içerisinde ciddi bir
mücadele her geçen gün iyiden iyiye açığa çıkıyor. Parlamentodaki Avigdor Lieberman ve Moshe Kahlon’un eski birer Likud üyesi olmaları ve
Netanyahu ile anlaşamayarak ayrılmış olmaları
dikkate alındığında Ocak ayında Likud’un önemli
HAZİRAN 2015
71
DIŞ POLİTİKA
Çn le Rusya, stratejk şbrlğ ve ortaklık lşkler gereğ karşılıklı olarak
brbrlern desteklemektedrler. Bu brlktelk sadece kl lşkler değl, aynı
zamanda küresel ve bölgesel alanları da etklemekte, k ülke her alanda
şbrlğn güçlendrmektedr. Bunu k ldern sık sık buluşmasından da anlamak
mümkündür. Mart 2013’te ktdara gelen Başkan X Jnpng son k yılda
Başkan Putn le on defa görüşmüştür.
ÇİN-RUSYA İLİŞKİLERİ:
Xİ JİNPİNG’İN RUSYA ZİYARETİ
Doç. Dr. Erkin EKREM
SDE Uzmanı
Çin-Rusya İlişkisi Özeldir
Ç
in Devlet Başkanı Xi Jinping 7-12 Mayıs
2015 tarihleri arasında Kazakistan, Rusya ve
Belarus ülkelerini ziyaret etti. Xin Jinping’in
bu ziyareti 2015 yılından bu yana ikinci yurtdışı ziyareti sayılmaktadır. Eylül 2013’te Kazakistan’ı ziyaret
eden Xi Jinping’in ikinci defa bu ülkeye yarım günlük bir ziyarette bulunmuştur. Bu ziyaretlerin amacı
72
HAZİRAN 2015
İpek Yolu Ekonomik Kuşağı projesi üzerinde işbirliğinin güçlendirilmesidir. Xi Jinping’in Rusya ziyareti
doğal olarak birçok konuyu içeren önemli bir gezi
idi. Başkan Xi Jinping’in bu gezisi, Çin ve Rusya’nın
Batı’nın baskısı sonucu oluşan kriz ortamında gerçekleşmiştir. Rusya, Ukrayna krizi sonrasında ABD
ve Avrupa ülkelerinin ekonomik ambargolarına,
diplomatik baskılarına ve askeri tehditlerine maruz
kalmıştı. Çin de ABD’nin oluşturduğu Asya’ya Geri
Dönüş Stratejisinin baskısı, komşu ülkelerle arasında yaşanan toprak anlaşmazlığı ve 21. yüzyılın
stratejisi olan Bir Kuşak Bir Yol projesini bölge ülkelerine tanıtma gibi çabalar içindeydi. Başkan Xi
Jinping’in Rusya ziyaretinin en önemli etkinliği ise
Sovyetlerin Nazi Almanyası’nın saldırısına karşı 6
yıl süren İkinci Dünya Savaşı’na son vermesinin
70. yıl dönümü için düzenlenen törene katılmasıydı. Xi Jinping bu törenin şeref misafiri idi, ancak
Sovyetler dönemindeki asıl müttefiklerden hiçbir
liderin katılmaması dikkatlerden kaçmamıştır. Çin
bugünlerde, Japonya’nın işgaline karşı kazandığı
İkinci Dünya Savaşı için Eylül 2015’te Pekin’in Tiananmen Meydanı’nda düzenlenecek olan geniş
çaplı bir askeri geçit törenine hazırlanmaktadır. Bu
törene, Rusya Başkanı Vladimir Putin’in şeref misafiri olarak katılması beklenmektedir.
Başkan Xi Jinping, Moskova’da düzenlenen askeri
geçit töreni öncesi Kremlin Sarayı’nda Başkan Putin ile bir görüşme gerçekleştirmiştir. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra kurulan uluslararası düzenin
korunmasının önemine vurgu yapan iki lider, Çin’in
İpek Yolu Ekonomi Kuşağı ve 21. Yüzyıl Deniz İpek
Yolu projesini (Bir Kuşak ve Bir Yol), Rusya’nın Avrasya Ekonomik Birliği projesi ile birbirlerine bağlamak (kenetlemek) ve birlikte ilerletmek konusunda
anlaşmışlardır. Ayrıca iki ülke arasında enerji, tarım,
hızlı tren, havacılık, uzay, finansal alanlarda yatırım,
altyapı tesislerinin inşası, Uzak Doğu’nun kalkınmasının yanı sıra eğitim, kültür, turizm gibi alanlardaki
işbirliğinin geliştirilmesi konuları üzerinde de mutabakata varılan konulardır. Bu çerçevede iki taraf
“Çin-Rusya Kapsamlı Stratejik ve Ortaklık İşbirliğinin
Derinleştirilmesi ve İşbirliğinde Kazan-Kazan İlkesinin Uygulanmasına İlişkin Ortak Bildiri” ile “İpek Yolu
Ekonomi Kuşağı ve Avrasya Ekonomi Birliği’nin İn-
şasının Kenetlenmesine İlişkin Bildiri” üzerine imza
atmışlardır. Ayrıca Rusya tarafı Altay bölgesinden
Çin’e bağlanacak olan doğalgaz boru hattı sözleşmesi için, Çin tarafı da Moskova-Kazan Hızlı Tren
Projesi için 300 milyar ruble yatırım yapacaklarını
belirtmişlerdir.
Çin ile Rusya, stratejik işbirliği ve ortaklık ilişkileri gereği karşılıklı olarak birbirlerini desteklemektedirler.
Bu birliktelik sadece ikili ilişkileri değil, aynı zamanda
küresel ve bölgesel alanları da etkilemekte, iki ülke
her alanda işbirliğini güçlendirmektedir. Bunu iki liderin sık sık buluşmasından da anlamak mümkündür. Mart 2013’te iktidara gelen Başkan Xi Jinping
son iki yılda Başkan Putin ile on defa görüşmüştür.
Bu denli yoğun görüşmelerin Çin-Rusya ilişkileri tarihinde örneği görülmemiştir. 9 Mayıs 2015’te
Moskova’yı ziyaret eden Xi Jinping, Eylül’de Pekin’i
ziyaret edecek olan Putin’i karşılayacaktır. Bunun
yanında iki lider, Şanghay İşbirliği Örgütü, BRICS,
APEC ve G20 zirvelerinde bir araya geleceklerdir.
Bu da iki ülkenin uluslararası ilişkiler açısından birbirlerine çok değer verdiklerini ve özel bir konuma
sahip olduklarını göstermektedir.
Çin-Rusya Akdeniz Askeri Tatbikatı
4 Mayıs’ta Rusya’nın Karadeniz’deki askeri limanı
Novorossiysk’a ulaşan Çin’in Lin-yi ve Wei-fang adlı
iki füze firkateyn gemisi ve Wei-shan Hu kapsamlı
lojistik gemisi, Rusya’nın 9 Mayıs Zafer Bayramı’nı
kutlamak için hazır bulunmuştu. Söz konusu Çin
gemileri gelişmiş radar ile donatılmış ve VLS dikey
füze fırlatma sistemine sahip olan bu gemiler; uçaksavar, anti-gemi, anti-denizaltı gibi kapsamlı özelliklere de sahiptir. Ancak ABD ve Rusya’nın donanması ile kıyasla henüz güçlü düzeyde değildir.
HAZİRAN 2015
73
tavırla Akdeniz’de var olma kararlılığını göstermiştir.
Rusya’nın dış ve iç sorunlardan dolayı müttefiki olan
Çin ile bölgede ortak tatbikat yapmasının bu anlamda
önemi büyüktür.
Akdeniz’de yapılan bu tatbikat Çin açısından da
önemlidir. Çin donanması daha önce bazı komşu
ülkelerle sınırlı askeri tatbikatlar gerçekleştirmişti.
Çin savaş gemileri dünyanın değişik bölgelerine
ziyaret niteliğinde geziler yapmışsa da, daha önce
Akdeniz’de ciddi bir askeri tatbikat yapmamıştı.
Çin’in dünyaya yayılan ekonomik-ticari çıkarlarını
ve güvenliğini koruyabilmesi için güçlü bir donanmaya ihtiyacı vardır. Deniz ticaret yolunun korunması, yabancı ülkelerde yaşamakta ya da faaliyet
göstermekte olan Çinlilerin çatışma ortamından
kurtarılması (örneğin Libya ve Yemen tahliyesi) ve
rakip ülkelerin engellerine karşı denizde varlığını tesis etmesi söz konusudur. En önemlisi de Çin’in 21.
yüzyılın Avrasya stratejisi olan Bir Kuşak ve Bir Yol
projesini gerçekleştirmek için askeri desteği sağlaması gerekmektedir.
İlk defa Karadeniz’e giren Çin gemileri, 11 Mayıs’ta
Akdeniz’e doğru yol alarak 12 Mayıs’ta Rusya savaş gemileri ile buluşmuş, toplam on savaş gemisi
askeri tatbikatı başlatmıştır. Deniz İşbirliği 20151 adı verilen bu tatbikat 21 Mayıs’a kadar devam
etmiştir. Tatbikatın amacı; yeni tehdit ve meydan
okumalara karşı işbirliğinin geliştirilmesi; güvenlik,
navigasyon, eskort misyonları ve yangın söndürme
çalışmalarının denenmesi olarak açıklanmıştı. Gerçek silah ve mermi kullanılan bu tatbikatın, herhangi
üçüncü bir ülkeye karşı olmadığının ve herhangi bir
siyasi amacı bulunmadığının belirtilmesine rağmen,
Batı ülkeleri tarafından bir çeşit meydan okuma olarak değerlendirilmişti. Ayrıca tatbikatı tamamlayan
Çin gemi filosu 25-29 Mayıs’ta İstanbul’u ziyaret
etmek üzere İstanbul’da kalacaktı.
Rusya’nın deniz askeri stratejisi gereği Karadeniz ile
Akdeniz’deki askeri üslerin birbiriyle stratejik destek
yapabilmesi için Rusya filosu daha önce Sovyetlerde olduğu gibi Akdeniz’de dominant gücünü tesis
etmek durumundadır. Sovyetler Birliği 1967’den itibaren Akdeniz’de 30-50 savaş gemisinden oluşan
74
HAZİRAN 2015
Beşinci Filosunu bulunduruyordu. Sovyetlerin dağılmasının ardından 31 Aralık 1992’de de Beşinci Filo
dağıtılmıştı. Ruslar 19. yüzyılın ortasında Akdeniz’de
etkinliği sağlamak için İngiltere’nin başını çektiği güçlerle çatışmış ve Kırım Savaşı ile Rusların Akdeniz’de
var olma rüyası sona ermişti. Bugün Akdeniz’de kalıcı
olmayı planlayan Rusya bölgede çok sayıda savaş
gemisini dönüşümlü olarak bulunduruyor. Rusya’nın
bu çabaları sonuç vermiş, Suriye krizi ile birlikte Akdeniz’deki varlığını kalıcı hale getirme fırsatı yakalamıştır. Eylül 2014’te Suriye ordusunun kimyasal silah
kullanımı gerekçesiyle, ABD’nin Akdeniz’deki Altıncı
Filosu ve Körfez’de bulunan ABD donanma gücü
Suriye’ye yönelik askeri operasyon düzenlemeye
hazırlanmıştı. Rusya’nın Akdeniz’de bulundurulan
savaş gemileri ile Karadeniz donanmasına ait bazı
savaş gemileri Akdeniz’de ABD’nin savaş gemileri
ile karşı karşıya gelmişti. Bu dönemsel kriz siyasi
diyalog yolu ile çözülmüşse de, Rus savaş gemilerinin ABD’nin savaş gemilerinin karşısında durması,
Moskova’nın söz konusu krizin siyasi yollarla çözülmesi sürecinde elini kuvvetlendirmiştir. Ruslar bu
Çin donanması daha önce Rus donanması ile Aden
Körfezi ve Akdeniz’de ortak tatbikat yapmıştı, Asya
Pasifik’te yani Çin ile Rusya kıyısına yakın bölgelerde de üç kez düzenlemişti. Çin, bu tatbikatlarla
belli düzeyde tecrübe kazanmaya çalışmaktadır.
Akdeniz tatbikatının ikinci aşamasının bu yılın eylül
ayında, Japon Denizi’nde yapılması planlanmaktadır. Bu tatbikatın bugüne kadar yapılmış en büyük
askeri tatbikat (Deniz İşbirliği 2015-2) olacağı belirtilmektedir. Söz konusu ortak tatbikat, ABD’nin
Asya Pasifik’te Çin’e yönelik stratejik baskısına karşı oldukça anlamlıdır.
ABD, 2010 yılından itibaren Asya’ya Geri Dönüş
politikasını ortaya koymakla bölgesel ve küresel
çapta ABD’nin çıkarlarına zarar verebilecek Çin’i
hedefe almıştı. Bir tarihsel olgu olarak yeni yükselen gücün mevcut hegemonyaya meydan okuma
yaklaşımı Asya Pasifik’te yaşanmaya başlamıştır.
Ayrıca yükselen Çin ile ABD’nin bölgedeki müttefikleri arasında yaşanan toprak anlaşmazlığı nedeni ile tırmanmış krize karşı ABD’nin bölgede ittifak
gücünü arttırması Çin’i de rahatsız etmektedir. Bu
gelişmeye karşı bölge ülkeleri silah satın alma faaliyetlerini hızlandırmış ve dünyada en çok silah satın
alan bölge haline gelmiştir. Çin bölgede güvenlik ikilemi yaşarken, bölge ülkeleri ekonomik alanda Çin
ile güvenlik alanında ise ABD ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Neticede, ileride bölge ülkeleri ABD ile Çin arasında bir tercih yapmak zorunda
bırakılacaktır. Bu bağlamda Çin’in, Rusya ile Asya
Pasifik bölgesinde askeri tatbikat ve askeri işbirliği yapması önem kazanmaktadır. Ancak bu girişim
Çin-ABD ilişkilerini gerecek ve dünyanın en büyük
iki ekonomik gücünün çatışma ihtimalini de arttıracaktır. İki ülkenin yüz yüze çarpışmasının ihtimali
düşük olabilir ancak bölgede vekaleten savaşların
yaşanma ihtimali söz konudur.
Çin-Rusya İlişkilerinin Değerlendirilmesi
Çin-Rusya kapsamlı Stratejik İşbirliği Ortaklık İlişkileri son yılların önemli ikili ilişkilerdendir. Bu ilişkiler sadece birbirleri arasında tamamlayıcı (ekonomik, ticari ve askeri) ilişkiler olarak kalmıyor, aynı zamanda
bölgesel ekonomi ve güvenlik işbirliği (ŞİÖ, BRICS)
alanında ve küresel ortamda (BM, APEC, G20) da
koordineli bir şekilde sürmektedir. Özellikle İran ve
Kuzey Kore nükleer sorunu ve Irak, Libya ve Suriye
sorunları üzerinde sıkı işbirliği yapıldığı gözlemlenmektedir. Ancak Çin, Güney Osetya ve Abhazya’nın
bağımsızlığını tanıması ve Kırım’ı ilhak etmesi konusunda Rusya’ya tam destek verememişti. Buna
rağmen Çin-Rusya ilişkilerinin ortak düşmanı ABD
liderliğindeki Batı olduğu için aralarında konjonktürel ittifak oluşmuş durumdadır. Hatta ikili ilişkilerini
kardeşlik ile tanımlamaktadırlar. Rusya’nın bir anket
çalışmasına göre, Rus katılımcıların % 77’si Çin’i bir
dost ülke olarak kabul etmektedir.1
Rusya ile Çin’in “Büyük İkili” Ülkesini (большой
двойки) inşa ettiğini tespit eden Rusya Bilimler
Akademisi Uzak Doğu Enstitüsü uzmanı Aleksandr Lomanov’a göre, Moskova şunu açıkça bilmektedir: Bir zaman fakir ve geride kalan Çin, on yıl
sonrası dünyanın en büyük ekonomisi olacaktır…
Çin’in diğer ülkelerle askeri ittifak ilişkileri kurmaktan
uzak durması, Rusya’nın Doğu sınırında NATO’ya
benzer bir askeri gücün oluşma ihtimalini zayıflatmaktadır.2 Bazı Rus uzmanları Rusya-Çin ilişkilerini
bir çeşit G2 olarak tanımlamaktadırlar. G2 (Group
of Two) tanımı ilk defa 2005 yılında ekonomist C.
Fred Bergsten tarafından ortaya konmuştu. ABD ile
Çin’in birlikte dünyanın ekonomik sorunlarını çözmeleri üzere kurulmuş bu görüş, daha sonra ABD
ve Çin’in dünyayı birlikte yönetmeleri şekline dönüşmüştür. Rus uzmanlara göre on yıldan beri ABD’li
HAZİRAN 2015
75
DIŞ POLİTİKA
siyasal bilimciler G2 üzerinde tartışıp durdular, ancak beklenmeyen bir şey gerçekleşti; Çin’in G2 ortağı ABD değil Rusya oldu.3
Çin tarafı ikili ilişkilerin bir çeşit müttefiklik olduğunu
reddetmektedir. Çin Diplomasi Enstitüsü Uzmanı
Liu Ying, Çin-Rusya arasında müttefiklik ilişkisi tesis edilmediği sürece ikili ilişkilerde daha fazla fırsat
yakalanacağını belirtmektedir.4 Çinliler, Çin’in Rusya
ile tesis ettiği ilişkilerin müttefiklik değil ortalık ilişkileri olduğunu ve bu tür ilişkilerin Batılıları hayran bıraktığını iddia etmektedir.5 Çinliler, Çin-Rusya yakınlaşması sebebiyle Batılıların telaş etmemelerini, bu
durumu normal karşılamalarını beklemektedirler.6
Ancak, Çin kamuoyunda Çarlık Rusya’sı ile Sovyet
Rusya’sının, Çin’e yönelik yaptıkları toprak işgali ve
siyasi zorbalıklar hala unutulmuşa benzememekte,
bundan dolayı bazı itirazlar yükselmektedir. Ancak
Çin basını bu tür görüşleri eleştirmekte ve yönlendirici izahlar yapmaktadır.7
Ortak baskıya ve ortak düşmana karşı oluşturulan
Çin-Rusya ittifakı, ekonomi ve ticaret alanında, hatta belli düzeyde teknoloji alanında ABD ve Avrupa
ülkelerinden vazgeçememektedir. Bu nedenle Çin
ile Rusya’nın kardeşlik ilişkilerinin ne derecede gerçek olduğu sorgulanmaktadır.8 Özellikle Ukrayna
krizinden sonra oluşturulmuş sıkı Rusya-Çin ittifakı
şüpheli olarak nitelenmektedir.9
Rus uzmanlarına göre Ukrayna krizi öncesi Rusya
için stratejik değeri olan ülke Almanya idi, şimdi
ise Çin’dir. Ancak kalabalık Çin’in Rusya’yı tehdit edebileceği endişeleri de mevcuttur.10 Carnegie Moscow Center kuruluşunun uzmanı Dmitri Trenin’e göre, Doğu Avrupa ile Doğu Asya’da
ABD liderliğindeki jeopolitik baskıdan dolayı Çin ile
Rusya’nın işbirliği artacaktır. Ancak Rusya, ABD ve
Çin üçgeninde merkez aktör ABD değil, Çin’dir.
Uzmana göre Çin’in İpek Yolları projesi gerçekleştiği takdirde yeni bir Avrasya Birliği kurulacaktır ve
Çin’in başını çektiği projelerle Avrasya’nın dengeleri
değişecektir. Bu gibi gelişmeler Cengizhan’dan bu
yana görülmemiştir. Neticede, Avrasya’nın merkezi
Moskova’dan Pekin’e taşınacaktır.11 Çin uzmanlarına göre Rusya’nın ya Çin’in ‘Bir Kuşak ve Bir
Yol’ projesine katılmak ya da çaresiz kalmak gibi
iki seçeneği vardır.12 Center for Strategic and International Studies kuruluşunun Rusya ve Avrasya Programı direktörü Andrew C. Kuchins’e göre
76
HAZİRAN 2015
Rusya-Çin ilişkilerinin dengesi Çin’e kaymaktadır.
Rusya’nın Çin’e yakınlaşması, Moskova’nın Pekin’e
karşı pazarlık kapasitesini zayıflatmaktadır. Bunu
fark eden Rusya, Asya’daki ilişkilerini çeşitlendirme yolunu tercih etmekte; Japonya, Güney Kore
ve Vietnam gibi ülkelerle ilişkilerini geliştirmektedir.
Bu ilişkilerin hedefinde Hindistan ile Pakistan da
vardır.13 Uluslararası ilişkileri sağlam ve istikrarlı sürdürebilmek için karşılıklı olarak birbirini dengeleyici
faktörlere ihtiyaç vardır.
ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİ FRANSA’DAN
FİŞLEMELER ÜLKESİ FRANSA’YA
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
Владислав Воробьев, “Россияне назвали Китай
дружественной страной”, Российская газета, 5
мая 2005
Сергей Строкань, Татьяна Едовина,
“Российско-китайская суперсерия: Владимир
Путин и Си Цзиньпин будут в этом году
встречаться много как никогда”, Коммерса́нтъ,
6 мая 2005.
Сергей Строкань, Татьяна Едовина, “Российскокитайская суперсерия” Коммерсантъ, “ №78 от 6
мая 2015, стр. 6
߬㦍Ё֘ϡ㒧ⲳˈѸᕔぎ䯈᳈໻!lj⦃⧗ᯊ
᡹NJᑈ᳜᮹
⼒䆘˖㒧Ԉϡ㒧ⲳЁ֘݇㋏ᑨ䅽㽓ᮍᓔⴐ!lj⦃⧗
ᯊ᡹NJᑈ᳜᮹
⼒䆘˖Ё֘টདᦵᦵ᠟ˈ㽓ᮍԩᖙߎ༈∫!lj⦃⧗
ᯊ᡹NJᑈ᳜᮹
⥟ᖋढ❑ࡼग़৆қᘼᢍ咥Ё֘݇㋏ᰃ߿᳝⫼ᖗ!
lj⦃⧗ᯊ᡹NJ㎆䷕ᑈ᳜᮹
Carrie Gracie, “Brothers again? How deep is the XiPutin bromance?”, BBC News, 24 April 2015.
Jack Farchy and Kathrin Hille, “Moscow offers bigger
stakes in energy projects to lure Chinese”, Financial
Times, May 5, 2015.
Лариса Паутова, “Геополитика и жизнь”, Россия в
глобальной политике (№2, 2015 г.), 4 мая 2015.
Dmitri Trenin, “Russia: Pivoting to Asia or Just to
China?”, Eurasia Outlook (Carnegie Moscow Center), March 24, 2014; Dmitri Trenin, “Japan’s Eurasian Challenge”, Eurasia Outlook (Carnegie Moscow
Center), May 12, 2015; Dmitri Trenin, “Russia and
China: The Russian Liberals’ Revenge”, Eurasia
Outlook (Carnegie Moscow Center), May 19, 2014;
Dmitri Trenin, “The Resurgent, the Assertive, and the
Uncertain: Power Shift in Eurasia”, Eurasia Outlook
(Carnegie Moscow Center), June 16, 2014.
ᓴ⨇࿰֘㔫ᮃᱎᑧ䆘ӋNjϔᏺϔ䏃nj៬⬹!ljᄺ
дᯊ᡹NJᑈ᳜᮹㄀$⠜
Andrew Kuchins, “Russia’s China Challenge in a
Changing Asia: An American Perspective” ASAN Forum (CSIS), November 22, 2013; David Tweed, “Why
Putin Fears China”, Bloomberg, February 16, 2015.
Yrd. Doç. Dr. Müşerref YARDIM*
Akademisyen
T
emel hak ve özgürlüklerin savunuculuğunu
yaptığını söyleyen Avrupa son dönemlerde
özgürlükleri kısıtlayıcı politikalar üretmektedir. Bunun en iyi örneğini çıkardığı “İslam yasası” ile
Avusturya teşkil etmektedir. Terör şüphelisi olarak
görülen Müslümanlara karşı “tedbir” amaçlı önlemler dile getirilmekte veya uygulamaya konmaktadır.
Avrupa’nın gündemini oluşturan IŞİD ve Charlie
Hebdo saldırısı gibi olaylar sonrası Avrupa’da yaşayan Müslümanlar hedef tahtasına oturtulmuşlardır.
Müslümanlar hakkında nefret söylemleri ve nefret
suçları zirve yapmıştır. Kaygı verici boyutlara ulaşan
Müslümanlara karşı tahammülsüzlük ve hoşgörüsüzlük “hastalığı”, Avrupa’da yaşayan Müslümanlara zor günler yaşatmaktadır.
Özellikle Charlie Hebdo saldırısı sonrası güvenlik,
İslami terörizm, radikalizm gibi konular Avrupa kamuoyunun gündemine oturmuştur. Müslümanlar
ülke güvenliği için tehdit olarak görülmekle beraber
potansiyel terörist muamelesine tabi tutulmaktadırlar. Avrupa: “Neden Avrupalı genç Müslümanlar
IŞİD gibi örgütlere katılarak terörist oluyorlar?” sorusuna cevap ararken, en büyük etkenin Müslüman
gençlerin radikalleşmesi olduğu belirlenmiştir. Fransa, Belçika, İspanya gibi Avrupa ülkeleri “Müslüman
gençlerin radikalleşmesiyle mücadeleye” odaklanmışlardır.
Charlie Hebdo saldırısı ve ardından meydana gelen
olaylarda 17 kişinin hayatını kaybetmesi Fransa’yı
HAZİRAN 2015
77
Charle Hebdo saldırısı ve ardından meydana gelen
olaylarda 17 kşnn hayatını kaybetmes Fransa’yı
harekete geçrmştr. Bu konuda başbakan Manuel Valls
“ülkede sthbarat açığı olduğunu” fade etmştr. Charle
Hebdo saldırısının baş aktörler Kouach kardeşlern
radkal örgüt üyeler olduğunun açıklanması Fransa’yı
radkalleşmeye karşı “rrasyonel radkal tedbrler”
almaya yöneltmştr. Fransa’da artık Müslümanların
smler, kılık-kıyafetler, dn pratkler ve görünürlükler
radkalleşme ölçütü olmaya başlamıştır. Ayrıca temel hak
ve özgürlükler kısıtlanarak radkalleşmeye karşı “hbar
hatları” oluşturulmuştur. Br başka deyşle Müslümanların
fşlenmesnn yasal olarak önü açılmak stenmektedr.
harekete geçirmiştir. Bu konuda başbakan Manuel
Valls “ülkede istihbarat açığı olduğunu” ifade etmiştir. Charlie Hebdo saldırısının baş aktörleri Kouachi
kardeşlerin radikal örgüt üyeleri olduğunun açıklanması Fransa’yı radikalleşmeye karşı “irrasyonel radikal tedbirler” almaya yöneltmiştir. Fransa’da artık
Müslümanların isimleri, kılık-kıyafetleri, dini pratikleri
ve görünürlükleri radikalleşme ölçütü olmaya başlamıştır. Ayrıca temel hak ve özgürlükler kısıtlanarak
radikalleşmeye karşı “ihbar hatları” oluşturulmuştur.
Bir başka deyişle Müslümanların fişlenmesinin yasal
olarak önü açılmak istenmektedir.
Fransa’da ilkokul, ortaokul ve liselerde başörtüsü
yasağı 2004 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Üniversitelerde başörtü yasağı bulunmazken bu yasağın
artık üniversiteleri de kapsaması gerektiği devlet
yetkilileri tarafından tartışılırken Leo-Lagrange de
Charleville-Mezieres kolejinden “uzun etek krizi”
haberi gelmiştir. Başörtüsü yasağını meşru saymak için laiklik öne sürülürken uzun etek yasağı için
de yine aynı yola başvurulmuştur; uzun etek laiklik
prensipleri ile örtüşmemektedir. Kıyafetlerinin uzun
olmasından dolayı okul yönetimince derslere alınmayan öğrenciler fikirlerini değiştirmeleri için “ikna
odalarında” tutulmuşlardır. Ayrıca okulda öğretmenlerin bir kısmı: “Siz Müslümanlar, Fransız arkadaşlarınızı da Müslüman yapıyor sonra da Suriye’de
beraber savaşa gidiyorsunuz” diyerek, Müslüman
öğrencileri suçlamaları da tehlikenin başka bir boyutuna dikkat çekmektedir.
78
HAZİRAN 2015
Fransız okullarında durumun sadece başörtüsüuzun etek yasağından ibaret olmadığını Poitiers
Bölgesi Milli Eğitim Müdürlüğü “gençlerin radikalleşmesini önlemek” amaçlı yayınladığı genelgeyle
göstermiştir. Genelge, “gençlerin kılık-kıyafet ve
davranış şekilleri üzerinde durmakta ve öğrencilerin Müslüman giysisi giymelerinin, saçlarını ve
bıyıklarını tıraş edip düzensiz sakal bırakmalarının,
dövme yaptırılmasını benimsememelerinin, oruçtan
kaynaklanan zayıflıklarının, İslam’ın ilk dönemlerini
araştırmalarının ve Filistin, Çeçenistan, Irak, Suriye
gibi konularda siyasi açıklamalarda bulunmalarının”
radikalleşme işareti olabileceği üzerinde durmaktadır. Yükselen tepkilere rağmen Milli Eğitim Bakanı
Najatte Vallaud-Belkacem genelgeyi reddetmek
yerine, iyileştirme yaparak müdahil olacağını belirtmiştir. Bu tutum devletin fişleme olaylarında nerede
durduğunu açıkça göstermektedir.
Devlet eliyle yapılan fişleme skandalının en bariz örneği 0 800 005 696 yeşil numara ile www.stopdjihadisme.gouv.fr internet sitesi ihbar hatlarının
kurulmasıdır. Burada belirlenen kriterler yine Müslümanların görünüş ve yaşantıları üzerine belirlenmiştir; aile ve arkadaşlarla ilişkisini koparmak, okulu
aniden sebepsiz terk etmek, gıda, kıyafet, dil ve
ekonomiye bağlı yeni tutumlar sergilemek, asosyal
söylem benimsemek, toplumsal yaşam ve otoriteyi
reddetmek, içine kapanmak, radikal içerikli internet
sitelerine girmek, dünyanın sonuna atıfta bulunmak… Bu kriterlerin biri, bir Müslümanda görülürse
verilen telefon hattına ve internet sitesine ihbarda
bulunulması gerektiği söylenmektedir. Toplumda
var olan Müslüman korkusu ve düşmanlığı devletin
bu tür uygulamalarıyla körüklenmektedir.
ters olduğu” tepkisi gelse de siyasilerin birçoğunun bu konuda suskunluklarını korumaları da düşündürücüdür.
Öte yandan terörle ve radikalleşmeyle mücadele
çerçevesinde yeni istihbarat yasası Mayıs ayı başında Fransa Ulusal Meclisi’nden geçmiştir. Yasa internet güvenliğinin artırılması, Fransız İstihbaratı’nın
çalışmasını kolaylaştırmak için teknolojik imkanların
güçlendirilmesi, terör şüphelilerinin internet ve telefon iletişimlerinin yargıç kararını beklemeden takibe
alınması ve 4 hukukçu, 4 milletvekili ve 1 telekomünikasyon uzmanını da içeren Ulusal İstihbarat
Kontrol Komisyonu kurulmasını öngörmektedir.
Mayıs sonunda Senato’nun oylamasına sunulacak
olan yasanın açık bir ifadeyle suçluları tespit etmek
yerine toplumun kitlesel gözetimini amaçladığı birçok kesim tarafından dile getirilmektedir. Bir başka
deyişle Müslümanların en ufak bir şüphe karşısında
fişlenmelerini kolaylaştıracak bir yasa uygulamaya
konulmaya çalışılmaktadır. Tarihte temel hak ve özgürlükler uğruna ağır bedeller ödemiş Fransa’nın,
dışladığı ve ötekileştirdiği Müslümanlar için çıkardığı
“fişleme yasası” korkuların şüpheye, şüphelerin de
ihbara dönüştüğü bir ortam sağlamaktadır. Eğer
Müslüman arkadaşınız, komşunuz, akrabanız varsa
ve bunlarda yukarıda ifade edilen kriterlerin biri dahi
gözlemlendiği takdirde devlet bedava ve online ihbar imkanını sağlamaktadır.
İstihbarat yasasının kaygı yaratan diğer bir noktası uygulama alanının çok geniş olması: terörle ve
organize suçlarla mücadele ulusal bağımsızlığı,
toprak bütünlüğünü, milli savunmayı, cumhuriyet
kurumlarını, dış politika çıkarlarını korumaya kadar
gitmektedir. Suriye ve Irak’a savaşmaya giden ve
istihbaratın gözünden kaçma ihtimali olan “potansiyel teröristleri” önceden belirlemede yasanın gerekliliğini savunan Fransız yetkililerinin gözden kaçırdıkları nokta, istihbarat yasasının özgürlükler ve
hukuk devleti açısından ne derece tehlike oluşturduğudur. Demokrasi ve güvenlik arasında dengenin
gözetilmesi gerekirken güvenlik ağır bastığı takdirde
temel hak ve özgürlükler ihlal edilir. Birçok Avrupa
ülkesinde olduğu gibi Fransa’da da güvenlik tedbirleri öncelikler sırasına alınmıştır. Müslümanların
Fransa için güvenlik tehdidi oluşturduğu uzun yıllar
söylene gelmiştir. Bugün Fransa bu söylentiyi artık
gerçek dünyaya yansıtarak “potansiyel terörist ve
radikalcilere” karşı yasal zemin hazırlamıştır. Fransa bu uygulamayla masum ile suçlu arasında ayrım
yapabilecek midir? Yoksa herkes potansiyel suçlu
sayılıp her türlü yol mubah mı görülecektir?
* Necmettin Erbakan Üniversitesi Öğretim Üyesidir. Uzmanlık
alanı sosyolojidir.
Geçtiğimiz günlerde Ulusal Cephe Partili Béziers
Belediye Başkanı Robert Ménard’ın talimatıyla
Béziers devlet okullarında öğrencilerin dini ve etnik aidiyetlerine göre fişlendikleri ortaya çıkmıştır.
Fransa’da 1978’den bu yana aidiyete dayalı istatistik uygulaması yasağı bulunurken Ménard’ın “şehirde anaokulu ve ilkokula giden öğrencilerin %
64’ünün Müslüman olduğu ve belediyenin isimlerden yola çıkarak sınıf sınıf kategoriler oluşturduğu”
açıklaması Müslümanların, yaşları fark etmeksizin
nasıl fişlendiklerini ortaya koymaktadır. Devletin
tepesinden “fişlemelerin cumhuriyet değerlerine
HAZİRAN 2015
79
DIŞ POLİTİKA
İNGİLTERE
SEÇİMLERİ
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
İ
ngiltere’de 7 Mayıs’ta gerçekleşen seçimlerin, beklenmeyen ve hatta sürpriz olarak
nitelendirilebilecek sonuçları oldu. Seçimlerle ilgili en çok dikkat çeken nokta Muhafazakar Parti’nin seçim anketlerinin gösterdiğinin aksine tek başına iktidar olması
olarak gösterilebilir. BBC Politika Editörü
Nick Robinson’a göre Margaret Thatcher’in
düşüşünden ya da Tony Blair’in sandıkları
silip süpürmesinden bu yana İngiltere’de
buna benzer bir siyasi an yaşanmadı. 20 yıla
yakın zamandır tek başına iktidar olamayan
Muhafazakarlar için Güney İngiltere’den ve
kırsal bölgelerden alınan oylar, partiyi tek
başına iktidara taşıdı.
İngiltere’de Muhafazakar Parti lideri David
Cameron kendisinin bile beklemediği bir
başarı kazandı ve parlamentoda çoğunluğu
elde etti. Seçimlerin öncesinde Cameron,
Muhafazakar Parti’nin hedefini “en fazla milletvekili çıkaran parti olmak” olarak dile getirmişti. Yapılan kamuoyu araştırmalarında
Muhafazakar Parti ile İşçi Partisi birbirine yakın oy oranlarına ulaşacak gibi görünüyordu.
Bu nedenle siyasi geleceğe ilişkin koalisyon
hükümeti planları yapılıyordu. Kamuoyu yoklamalarında üç yüz milletvekili dahi çıkarmasının beklenmediği Muhafazakar Parti, 330
sandalyeyi aşarak önemli bir siyasi güç elde
etti. Ana muhalefetteki İşçi Partisi ise önemli
bir düşüşle karşı karşıya kaldı.
80
HAZİRAN 2015
İngiltere’de 1997 yılından
beri yapılan en yüksek katılımlı bu seçimde, seçmenin
% 66’sı sandığa gitti. 650
milletvekilinden oluşan parlamentoda Muhafazakar Parti
331 sandalye, İşçi Partisi
232 sandalye, İskoç Ulusal
Partisi 56 sandalye, Liberal
Demokrat Parti 8 sandalye,
Kuzey İrlanda Demokratik
Birlik Partisi 8 sandalye, Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi 1 sandalye ve diğer partiler
15 sandalye kazandılar. Küçük siyasi partiler Class War,
Monster Raving Looney ve
Yorkshire First parlamentoya
giremediler. Bu tablo, iki partiye dayalı İngiliz seçim sisteminin meşruiyetini sarsıyor.
ev sahibi olmayı teşvik etmeyi, asgari ücretle haftada 30
saat çalışanları vergiden muaf
tutmayı ve 3-4 yaşındaki çocukların ailelerine haftada 30
saat bedava çocuk bakımı
hizmeti vermeyi vaat etti. İşçi
Partisi, bu vaatler karşısında
etki yaratacak ve İngiliz halkına tutarlı gelecek seçenekler sunamadı. İşçi Partisi’nin
düşüşünde rol oynayan diğer
unsurun ise, İskoç Ulusal
Partisi’nin yükselişi olduğu
söylenebilir. Miliband: “Bizi
İskoç milliyetçiliğinin yükselişi
yıktı” diyerek seçim sonuçlarından İskoçya’daki yeni siyasal tabloyu sorumlu tuttu.
2010 yılı seçimlerinin ardından
İşçi Partisi’nin milletvekillerinden 41’i İskoçya’dan seçilmişti. 2015 seçimlerinde
ise İşçi Partisi İskoçya’dan yalnızca 1 milletvekili çıkardı. İngiltere’deki bazı bölgelerde milletvekili sayısını artırsa da genel anlamda yaşanan gerileme ve İskoçya’daki zayıflama, İşçi Partisi’nin düşüşünde etkili
oldu. Partinin İskoçya’da zayıflaması, aslında Tony
Blair’in başbakanlığı döneminde maliye bakanı olarak görev yapan Gordon Brown’un liberal ekonomik
politikalar izlemesiyle başladı. Ardından 2003 yılında
İngiltere’nin İşçi Partisi liderliğinde Irak işgaline katılması halkın tepkisini çekti. Son olarak 2014 yılında
İskoçya’da düzenlenen bağımsızlık referandumunda
partinin, Muhafazakar Parti ile “bağımsızlığa hayır”
platformunda yer alması İşçi Partisi’ni İskoçya’da
gözden düşürdü.
Başbakan Cameron
ve partisi artık iktidarı
tek başına icra edecek.
Bu durum, özellikle
İskoçya’nın bağımsızlığı
ve AB üyeliğinin sona
erdirilmesi konularında
bir yandan rahatlık diğer
yandan siyasi riskler
getiriyor. Cameron, tarih
önünde “referandumlar
başbakanı” haline gelebilir.
“Ayrılıklar başbakanı”
haline gelecek mi, bekleyip
görmek gerek.
Koalisyonun küçük ortağı durumundaki Liberal Demokrat Parti’nin milletvekili sayısını 57’den 8’e düşürmesi not edilmesi gereken bir yenilgi olarak görülüyor.
Kırk yılı aşkın süredir böyle bir başarısızlık yaşamayan
partinin lideri Nick Clegg istifa ettiğini açıkladı. İstifa
eden bir diğer lider, İşçi Partisi’nin Genel Başkanı Ed
Miliband oldu. Miliband, partisinin geçen dönem 258
olan milletvekili sayısı 232’ye düştüğü için görevinden ayrıldı. İskoçya’da yerel parlamentoya daha fazla
yetki verilmesini, asgari ücretin saatte 6,70 sterlinden
8 sterline çıkarılmasını, aşevlerine ihtiyacın ortadan
kaldırılmasını, fakir öğrencilere daha fazla burs verilmesini, “sömürüye dayalı” çağrı usulü sözleşmelerin
son bulmasını vaat eden partinin düşüşünde iki unsurun önemli rol oynadığı saptanıyor. Öncelikle İşçi
partisi, Muhafazakar Parti’nin ekonomi politikaları
karşısında halkı ikna edecek alternatif politikalar ortaya koyamadı. Muhafazakar Parti, ciddi zorluklardan
geçen İngiliz ekonomisiyle ilgili öngördüğü önlemleri
sürekli olarak seçim kampanyasında gündeme getirdi. Kemer sıkma önlemlerinin ekonomik büyüme için
gerekli olduğunu tekrarladı. Kendilerinden başka bir
partinin yönetime gelmesinin, piyasalarda belirsizliğe
yol açacağını ifade ederek ekonomik sorunları hatırlattı. Ayrıca; bütçe açığını sıfırlamayı ve 2020 itibarıyla
bütçede fazla vermeyi, 2020’ye kadar Ulusal Sağlık
Sistemi’ne sekiz milyar sterlin ek kaynak aktarmayı,
İşçi Partisi’nin Muhafazakarlardan farkı olmadığını
savunan İskoç Ulusal Partisi, 2010 seçimlerinde
çıkardığı 6 milletvekili sayısını bu seçimlerde 56’ya
çıkararak İngiltere seçimlerinin galibi oldu. İskoç
Ulusal Partisi, İşçi Partisi’ni Muhafazakar Parti’den
ayırmanın mümkün olmadığını vurgularken, bağımsızlık platformuna gönderme yapmanın yanı sıra
ekonomik alanda yalnızca kendisinin solu temsil
ettiğini ileri sürdü. Bu anlamda kemer sıkma önlemlerine son verme ve kamu harcamalarını artırma gibi
önlemler alacaklarını duyurdu.
HAZİRAN 2015
81
İskoçya’nın Avam Kamarası’na gönderdiği 59 milletvekilinden 56’sının İskoç Ulusal Partisi’nden
seçilmesi, İskoç siyaseti için büyük bir başarıya
karşılık geliyor. Zira İskoç Ulusal Partisi yalnızca
İskoçya’daki seçim bölgelerinde yarışabiliyor. Partinin lideri Nicola Sturgeon iyi bir seçim sonucu
beklediklerini ve fakat bu ölçüde bir başarıyı hayal
etmediklerini açıkladı. Sturgeon’a göre partinin bu
başarısı halkın, kemer sıkma önlemlerinin sona erdirilmesi, kamu hizmetinin artırılması ve Britanya
Parlamentosu’nda ilerici siyasetin genişletilmesine
yönelik taleplerinden kaynaklanıyor.
Geçen yılki referandumda bağımsızlık yanlısı kampanya yürüten parti, genel seçim kampanyasını bağımsızlık vaadi üzerinden şekillendirmedi. Ekonomik
sorunların başat konular olarak değinildiği seçim
kampanyasında, kemer sıkma önlemlerinin kaldırılması, sağlık sisteminin korunması, sosyal harcamaların artırılması, İskoçya’nın nükleer silahlardan arındırılması gibi konular öne çıktı. Partinin Mayıs 2016’daki
bölgesel parlamento seçimlerinde bağımsızlığı yeniden gündeme getireceği öngörülebilir.
İskoçlar için Muhafazakarların, Liberal Demokratların ve İşçi Partililerin bağımsızlığa ‘hayır’ yönündeki ittifaklarının önemli olduğu anlaşılıyor. Bu ittifak,
İskoçya ve Galler bölgesel yönetimlerine özerkliği
genişletecek reformlar yapılması konusunda anlaşmıştı. Ancak bu reformların kapsamı henüz oluşturulmadı. Muhafazakar Parti’nin lideri Cameron, yeni
hükümeti kurmasının ardından Britanya’da farklı
ulusları bir araya getireceklerini söyledikten sonra
Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda’da yetki devrinin
uygulanacağını açıkladı. Bununla birlikte yetki devrinin detaylarına veya içeriğine dair bir ipucu vermedi.
Bu nedenle İngiltere’yi bu seçim sonuçlarının ardından sıkı siyasi müzakerelerin beklediği söylenmeli.
Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) ise seçimlerde oy oranını % 3’ten % 12’ye çıkardı. Ancak
uygulanan dar bölge seçim sistemi nedeniyle parlamentoya yalnızca bir milletvekili gönderdi. Partilerin
aldıkları oy oranlarının, parlamentodaki sandalye
sayısına farklı şekilde yansımasının nedeni; ülkenin
her bölgesinden, oy oranından bağımsız olarak, en
fazla oyu alan adayın parlamentoya gitmeye hak kazanmasından kaynaklanıyor. 650 ayrı seçim bölgesinde adaylar, küçük bir farkla bile olsa en fazla oyu
almak için yarışıyorlar. Zira her seçim bölgesinde
82
HAZİRAN 2015
milletvekilini, en fazla oyu alan parti çıkarıyor. Diğer
oylarsa boşa gitmiş oluyor. Bu çerçevede UKİP %
12 oy almış olmasına rağmen bir milletvekili çıkardı.
Aynı şekilde İskoç Ulusal Partisi’nin oy oranı ülke
çapında % 5’i geçmemesine rağmen İskoçya’da
aldığı % 50 oy oranı ve her seçim bölgesinde başarıya ulaşması sayesinde elli altı milletvekiliyle temsil
edilmeye hak kazandı. İşçi Partisi ise İskoçya’da
oyların % 24’ünü almasına rağmen ikinci parti olarak parlamentoya tek bir temsilci gönderebilecek.
İngiltere’deki seçim sisteminden olumsuz etkilenen
küçük partilerin seçim sistemini yeniden tartışmaya açmaları beklenebilir. Zira bu sistemin büyük
partilerin işine yaradığını, iktidarın sürekli iki partide
olduğunu, milyonlarca oyun temsil edilmediğini ileri sürerek, nisbi temsile dayalı bir seçim sistemine
geçilmesini savunuyorlar. Bu taleplerin İngiltere’nin
gündeminde önemli bir yer işgal edeceğini söylemek pek mümkün değil. 2011 yılında koalisyonun
küçük ortağı Liberal Demokratlar tarafından başlatılan girişimle gerçekleşen referandumda, seçim sisteminin değiştirilmesi % 67,9 oranla reddedilmişti.
re açısından yeni bir siyasi döneme işaret edecek.
İskoç Ulusal Partisi’nin kazandığı başarı, özerkliğin
genişletilmesine yönelik tartışmalarda partinin elini güçlendirecek. Ancak İngiliz milliyetçiliğinin de
yükselişte olduğu hatırlandığında yerleşik düzenin
ne ölçüde direnç göstereceğini bekleyip görmek
gerekecek. İskoç Ulusal Partisi’nin başarısı, partiyi
yalnızca yetki devri konusunda değil; aynı zamanda
ekonomik konularda da önemli bir muhatap haline
getiriyor. Muhafazakar Parti’nin finans çevrelerini
koruyan, esnek çalışma piyasası koşulları uygulayan, refah devletinin kazanımlarını erozyona uğratan ve gelir dağılımındaki farkları artıran yaklaşımına
karşı çıkan İskoç partisi, Cameron’ı bir şekilde meşru siyaset alanını genişletmeye zorluyor. Aksi takdirde siyasi riskler, İngiltere’nin geleceği için zorluklar
yaratacak gibi görünüyor.
İngiltere’nin geleceği için bir diğer önemli konu ise
Avrupa Birliği üyeliğini 2017’den önce referanduma
götürmek olacak. Cameron, seçimlerin ardından referandumu yapacaklarını açıkladı. 2016 yılının sonlarında İngiltere, Avrupa Birliği’nde istediği reformlar
yapılmadığı takdirde üyelik kararını referanduma
götürecek. Referandumun sonucunu önceden
tahmin etmek mümkün olmasa da bu genel seçim
sonuçları, “hayır” oylarının çoğunlukta olacağını
düşündürüyor. Avrupa Birliği’nin dışında kalmış bir
İngiltere için gelecek, daha karmaşık ve belirsiz bir
ortamda şekillenebilir. Ekonomik sorunları büyüyen
ve savunma harcamalarını kısan İngiltere için Avrupa Birliği, küresele açılma yolunda bir liderlik fırsatı
sunuyor. Tek başına stratejik bir aktör olarak dünya
politikasında hareket etme yeteneğini kaybetmiş İngiltere için Avrupa Birliği bir platform işlevi görüyor.
Eğer İngiltere AB’den ayrılırsa Avrupa’nın geleceği
açısından da yeni düşünceler üretmek gerekir.
Başbakan Cameron ve partisi artık iktidarı tek başına icra edecek. Bu durum, özellikle İskoçya’nın
bağımsızlığı ve AB üyeliğinin sona erdirilmesi konularında bir yandan rahatlık diğer yandan siyasi riskler getiriyor. Cameron, tarih önünde “referandumlar
başbakanı” haline gelebilir. “Ayrılıklar başbakanı”
haline gelecek mi, bekleyip görmek gerek.
Bu seçimlerin öncelikle İngiltere’nin geleceği açısından önem taşıdığını söylemek gerekiyor. Zira
ortaya çıkan yeni siyasi tablo, Avam Kamarası’nda
sık ve çetin tartışmaların gerçekleşeceğini gösteriyor. İskoçya’da İskoç Ulusal Partisi’nin muazzam
yükselişinin karşısında İngiliz milliyetçiliğinin UKIP
üzerinden ciddi bir çıkış yaptığı görülüyor. Özellikle ekonomik koşulların kötü olduğu bölgelerde
UKIP’in yakaladığı başarının, Avrupa’da benzerleri
bulunuyor. Gelir kaybı yaşayan, işsizlik sorunuyla
boğuşan, gelecek umudunu kaybetmiş işçi sınıfları;
aşırılıkçı, yabancı düşmanı ve Avrupa karşıtı popülist hareketler üzerinden temsil edilmek istiyorlar.
İngiltere’de de durum pek farklı değil. Ancak İngiliz
milliyetçiliği, İskoçya antipatisine dayandığı için iki
hareketin aynı dönemdeki siyasi başarısı geleceğe
dair soru işaretlerini beraberinde getiriyor.
Seçimlerin İngiltere’nin geleceği açısından bir diğer
önemli yanı çoğunluk hükümeti kuran Muhafazakar
Parti’nin, üç başlık altında toplanabilecek son derece kritik gündemi nasıl yöneteceği olacak. Öncelikle
Kuzey İrlanda, Galler ve İskoçya için yetki devrinin
nasıl ve hangi koşullar altında gerçekleşeceği, İngiltere için önemli olacak. Bölgesel özerkliğin genişletilmesinden kastedilen kapsam ve içerik, İngilte-
HAZİRAN 2015
83
röportaj
Suriye’de
Son Durum
Röportaj: Adem KARAAĞAÇ
SDE Asistanı
Dr. Halt Hoca kmdr?
Asıl adı Halt Alptekn Hocaoğlu’dur. 1965 yılında
Surye’nn başkent Şam’da dünyaya geld.
Halt Hoca’nın, kends gb doktor olan babası Salh
Hoca, 1970’l yıllarda Hafız Esad aleyhne yürüttüğü
muhalf faalyetler nedenyle 1979’da tutuklanarak
hapse atıldı. Baba Hoca’nın ardından ale fertler de tek
tek tutuklanmaya başladı. Bunlardan lk Halt Hoca’nın
annes oldu. O dönemde 15 yaşında br ortaokul
öğrencs olan Halt Hoca da, babasından kısa süre
sonra sthbarat tarafından tutuklanarak hapse atıldı.
Hoca, serbest kaldıktan sonra henüz 17 yaşındayken
amcasının yanına, Lbya’ya kaçtı. Orada brkaç ay
kaldıktan sonra amcası le brlkte Türkye’ye geld.
Hoca lk olarak İstanbul Ünverstes Syasal Blgler
Fakültesne kayıt yaptırdı. Ardından İzmr Dokuz Eylül
Tıp Fakültes’n tamamladı. Ünverstenn ardından
doktorluk karyerne Türkye’de devam eden Hoca’nın
hayatı, 2011’de Surye’dek olayların başlamasıyla
tamamen değşt.
13 yaşındak Hamza Hatp’n vahşce öldürülmesnn
ardından Hoca, şn gücünü bırakarak kendn
tamamen muhalefete adadı.
84
HAZİRAN 2015
Surye’de neler yaşanıyor? Ortadak vahm durumun
tarafları kmler?
Suriye’den bahsedince aslında sadece Suriye’yi
değil bütün bölgeyi göz ününde bulundurmak lazım. Dünyanın hiçbir yerinde Orta Doğu’da olduğu
gibi aynı zamanda hem bölgesel hem de uluslararası güçler arasında çok boyutlu çatışmanın yaşandığı başka bir bölge yok. Özellikle Arap Baharı
sürecinden yani 2011 yılından sonra bu çatışmalar
daha da yoğunlaştı. Çatışmanın temelinde soğuk
savaş zihniyeti veya derin rejimlerin iradesi ile Arap
Baharı sonrasında ortaya çıkan halk iradesi var.
Maalesef bu çatışmadan da üçüncü bir taraf olarak ortaya çıkan İran bu çatışmayı daha karmaşık
hale getiriyor. Çatışma taraflarını özetleyecek olursak; birinci taraf Arap Baharı sonrası ortaya çıkan
bölge halklarının iradesi. Özellikle sosyal medya
imkanlarından yararlanarak bilinç düzeyi artan
halkın istekleri doğrultusunda ortaya çıkan geniş
halk hareketleri. İkinci taraf olarak kendilerini tehdit
altında hissederek halk hareketlerine karşı devrim
başlatan derin rejimler var. Özellikle derin devletler
yerine derin rejimler diyorum çünkü devlet yapıları
yok olmuş durumdadır. Üçüncü taraf olarak halk
devrimi ve karşı devrim arasındaki çatışmalarda
oluşan boşluğu doldurmak amacıyla ortaya çıkan
İran var.
Pek, bölgenn çatışma alanlarının ortaya çıkardığı özellkler
nelerdr?
Bölgenin çatışma alanlarının ortaya çıkardığı özellikleri sıralayacak olursak;
• Bölgede Irak’tan Yemen’e kadar sınırların eridiğini görürsünüz. Sınırların kırılgan yapıda olduğunu ve devletlerin sınırları koruyamadığını görürsünüz.
• Nizami orduların taraflı milis yapısına dönüştüğünü görürsünüz. Devlet başkanlarının ise bir milis lideri gibi hareket ettiğini görürsünüz. Irak’ta
Maliki, Suriye’de Esad, Yemen’de Ali Abdullah
Salih gibi.
• Nizami ordulara eşdeğer, aynı düzeyde savaşabilen büyük milis grupların veya küçük orduların
ortaya çıktığını görürsünüz. Yemen’de Husiler,
Suriye’de IŞİD, PYD, El-Nusra veya yurt dışından getirilen paramiliter güçler gibi.
• Bu milis güçlerin veya küçük orduların özellikle Suriye’de oluşturduğu kanton yapıyı görürsünüz. Kamışlı Haseki’de PYD kantonu, Rakka, Deyr-i Zor da IŞİD kantonu, Halep, İdlib
ve Suriye’nin Güneyinde Özgür Suriye Ordusu
kantonu var. Rejimde Şam ve sahil bölgesini
koruyarak kendisine ayrı bir kanton oluşturmuş
durumda. Bu kanton yapısı desteğe bağlı olarak coğrafyasını sürekli değiştiriyor. Ne taraftan
destek gelirse oraya yönelme oluyor.
• Yemen, Irak ve Suriye örneğinde olduğu gibi
bölgenin demografik yapısının değiştiğini görürsünüz. Özellikle Suriye halkının yarısından faz-
lasının yer değiştirmesi, 5,5-6 milyon civarında
insanın Suriye’nin dışına çıkması ve yine 6 milyon insanın Suriye’nin içerisinde yer değiştirmesi. Özellikle Humus bölgesinde halkın çoğu şehri
terk etti. Onların yerine Lübnan’dan gelen Şii milislerin yerleştirildiğini veya rejimin sahil kesiminden Nusayrileri getirip yerleştirdiğini görüyoruz.
Aynı şekilde Şam’ın merkezinde, Dürzilerin yaşadığı Süveyda Bölgesi’ne de Iraklı Şii milislerin
yerleştirildiğini ve Suriye kimlikleri aldığını görürsünüz. Bunu daha önce Irak’ta da yaşamıştık.
• Temsili savaşların ortaya çıktığını görürsünüz.
Rejimlerin kendisi temsili hale gelmiş durumda.
Yemen rejimi Husiler ile birlikte İran’ın temsilcisi
oldu. Esad ve IŞİD’in temsili savaş yaptığını görüyoruz.
Bu süreçte uluslararası güçler ne gb roller üstlendler?
BM Suriye konusunda gri alanda kaldı ve kalmayı
da sürdürüyor. Sürekli siyasi çözüm üzerinde ısrar
edip askeri olarak Suriye rejimine fırsat vermek katliamların devam etmesine neden oluyor. Şu açık gözüküyor ki, gerek bölgesel gerek uluslararası güçler
Suriye rejiminin ansızın düşmesini istemiyor. Fakat
bu tavır rejimin ansızın düşmesine neden olacak.
Çünkü çözümün hem askeri hem de siyasi olması
gerekiyor. Askeri dengeler kurulmadan Esad rejimi
hiçbir vakit siyasi çözüme yanaşmaz. Bu yüzden
mutlaka siyasi ve askeri çözümün birlikte yürümesi
gerekiyor. Kaldı ki muhalefet olarak biz siyasi çözüm için Cenevre görüşmelerinde ısrar ediyoruz.
Rejim Cenevre’den çekildi ama şuanda Cenevre
III’ün yapılması için çalışmalar başladı. Fakat bizim
tavrımız net ve hiçbir zaman değişmiyor. Siyasi çözüm her iki tarafın masada toplanıp tüm yetkilere
sahip geçiş hükümeti üzerinde anlaşmaları ile başlar. Geçici dönemde de Esad’ın kesinlikle rolünün
olmaması gerekiyor. Aksi halde Ali Abdullah Salih’in
Yemen’de yaptıklarından farklı olmaz.
HAZİRAN 2015
85
Surye’de çatışmalar, ç savaş devam edyor. Bu bağlamda
Türkye’nn güvenl bölge oluşturma öners vardı. Hatta Amerka
le bu konuda görüşmeler yapıldığı yönünde ddalar vardı ancak
yalanlanmıştı. ABD’l Cumhuryetç ve Demokrat senatörler bu
konuda Başkan Obama’ya mektup yazdılar. Bu konuyu nasıl değerlendryorsunuz? Güvenl bölge oluşturulması mümkün mü?
Suriye’de güvenli bölge istekleri ilk defa dile getirilmiyor. Bu talebi ilk başta Suriye Ulusal Konseyi dile
getirdi. Esad yönetimi sarin gazı kullandıktan sonra daha hafif etkiye sahip klorin gazını kullanmaya
başladı. Aynı şekilde varil bombalarını da kullanıyor.
Bu kimyasal saldırılardan sivil halkın korunabilmesi
için güvenli ve uçuşa yasak bölgenin oluşturulması gerekiyor. Maalesef ABD yönetimi tarafından bu
girişimler engelleniyor. Senatörler bunu ilk defa dile
getirmiyorlar. John Mccain daha önce de Suriye’yi
ziyaret ettiğinde uçuşa yasak bölgenin gerekliliğini
dile getirdi. Türkiye bu çözümü baştan itibaren destekledi. Suriye halkı ile birlikte olan ülkeler de bunu
talep ettiler. Güvenli bölge ile ilgili söz söyleme sırası
Obama yönetiminde.
ABD yönetm Esad’sız br yönetme onay verr m? Szce süreç nereye gdyor?
Zaman zaman farklı açıklamalar yapılsa da Obama
yönetimi Esad’sız bir çözüm olması gerektiğini dile
getiriyor. John Kerry’nin geçen ay söylediği ve daha
86
HAZİRAN 2015
sonra dil sürçmesi diyerek düzelttiği “Esad’lı da
olabilir” açıklaması Suriye halkı tarafından hiç hoş
karşılanmadı. Fakat Yemen’deki Kararlılık Fırtınası
Operasyonu’ndan sonra dengeler değişti. Özellikle Körfez ülkelerinin Suriye politikalarında ciddi bir
değişiklik oldu, Türkiye ile yakınlaşma gerçekleşti.
Bu yakınlaşma Suriye adına olumlu oldu. Suriye’nin
güneyinde ve Kuzeyinde önemli bölgeler rejim güçlerinden kurtarıldı. Cisr eş-Şuğur şehri tamamen
kurtarıldı. Esad rejimi içeriden çökmeye başladı. Ordunun içerisinde idamlar başladı. Esad ailesinden
önemli beş figür rejim tarafından öldürüldü. İç istihbarat sorumlusu Rüstem Gazali yine Esad rejimi
tarafından öldürüldü. Bütün bunlar rejimin bir çökme yaşadığını gösteriyor. Bu gelişmeler ile birlikte
bölge ülkeleri de Suriye konusunda kararlı olursa
savaş kısa sürede sonuçlanabilir. Fakat bunun için
Yemen’de olduğu gibi Suriye’de de bir kararlılığın
gösterilmesi gerekiyor.
Kararlılıktan, brlkte hareket edlmemesnden bahsettnz.
Cenevre görüşmeler sürecn gerde bıraktık ve herhang br sonuca ulaşılamadı. Daha sonra szn katılmadığınız Moskova görüşmeler yapıldı ve yne sonuca ulaşılamadı. Szce yakın gelecekte buna
benzer br çaba söz konusu olur mu?
Siyasi inisiyatiflerin tek başına işe yaramadığını bunu yapan ülkeler de biliyor. Bunlar daha çok
Esad’a vakit kazandırma adına yapılan girişimler.
Asıl çözüm siyasi inisiyatifler ile sahadaki askeri
dengenin değişmesi ile gerçekleşebilir. Suriye halkı
zorla kabul ettirilecek çözümden yana değil. Suriye muhalefeti de hiçbir vakit Suriye halkının isteklerinden ayrı bir duruş sergilemez. Cenevre ile ilgili
Staffan de Mistura’nın görüşme talepleri var. Bu
görüşmelere katılacağız fakat bu Cenevre III gibi bir
konsept meydana getirmeyecek. Cenevre II’de biz
ne dediysek onu tekrar söylüyoruz. Bu çıta hiçbir
vakit alçalmaz. O da her iki tarafın masada oturup
geçiş heyeti üzerinde anlaşmaları ki bu geçiş heyeti
Cumhurbaşkanlığı da dahil tüm yetkilere sahip olması gereken bir heyettir. Bu çözüm, daha önceki
BM özel temsilcisi Lakhdar Brahimi’nin de Cenevre
I çerçevesinde kabul ettiği bir çözümdür. Asıl siyasi
çözüm buradan geçiyor. Fakat rejim Cenevre II’de
masadan çekildi. Rusya görüşmeleri Moskova’ya
çekmek istedi ama başaramadı. Bunun dışında
farklı bir çözüm sunulması mümkün değil.
Surye konusunda Rusya ve İran’ın tavrını nasıl değerlendryorsunuz?
Rusya Esad’a vakit kazandırmaya çalışıyor. Esad
içeriden çöküyor. 300 bin kişilik ordu mevcudu 70
bin kişiye düştü. Bir o kadar da İran’la birlikte dışarıdan getirdiği Hizbullah, Abu Fadıl Abbas Tugayları
ve Fatıma ordusu gibi çeşitli paramiliter gruplar var.
Fakat bu durum Suriye rejimi içerisinde “orduyu
İran mı rejim mi yönetecek?” kavgası başlattı. Bu
yüzden herkesin tahmin etmediği bir şekilde rejim
ansızın çökebilir.
İran mümkün olduğu kadar güçlü bir şekilde Esad’ı
destekledi fakat şu anda İran ve Hizbullah askerleri Suriye’den çekiliyor. Irak’tan gelen paramiliter
güçler Irak’taki savaş nedeniyle Irak’a döndü. Zaten Suriye’nin Güneyinde ve Kuzeyindeki boşluk bu
yüzden meydana geldi. İran sonuna kadar Esad’ı
bu şekilde destekleyemez. Sahadaki askeri dengeler değişirse hem İran hem Rusya bir şekilde masaya oturacaktır.
Surye denklemnde son zamanda yükselen br de IŞİD tehdd var. IŞİD Surye halkının ülkeden kaçışının en büyük sebeplernden br tanes. Szce IŞİD’n bu kadar güçlenmesndek en büyük
etk nedr?
En büyük etki Musul’un düşmesi oldu. Düşmesi değil Maliki askerleri tarafından adeta teslim edilmesi
oldu. Tabi Musul’da IŞİD çok ciddi imkanlar elde
etti. Merkez bankasında biriken 500 milyon Dolara
yakın para vardı, askeri mühimmat vardı. Musul’un
düşmesi Suriye’de Rakka’nın düşmesine yardımcı
oldu. Esad rejimi de Maliki askerleri gibi bütün mühimmatı bırakarak kaçtı. IŞİD, Suriye’nin doğusunda bir üs kurdu. Fakat Kobani’de yapılan operasyondan sonra bir moralsizlik yaşıyor ve kabuğuna
çekilmiş durumda. Eğer Özgür Suriye Ordusu’na
eğit donat programı çerçevesinde ciddi bir destek
verilirse ve bu programın içerisine Esad terörünün
engellenmesi de eklenirse, zaten şu anda hem rejim hem de IŞİD’e karşı savaşabilen Özgür Suriye
Ordusu başarıya ulaşır.
Eğt donat programı konusunda Türkye le ABD’nn cdd br
ş brlğ durumu var. Sz eğt donat konusunda ne düşünüyorsunuz, etkl olacak mı?
3 yıl içerisinde her yıl 5 bin savaşçıyı eğitme modeli çok basit kalıyor. O yüzden bu modelin değiş-
mesi gerekiyor. Bu gücün istikrar gücüne dönüşmesi gerekiyor. Sadece IŞİD’e karşı değil Esad’a
karşı da savaşması gerekiyor. Yani Özgür Suriye
Ordusu’nun bu program çerçevesinde bulunduğu
özgür topraklarda bir istikrar sağlaması gerekiyor.
Suriye Ulusal Koalisyonu’nun bir kurumu olarak geçiş hükümeti var, on bakanlığı var. Bunların icraat
yapması için istikrarın olması gerekiyor, korumanın
olması gerekiyor. Eğit donat programı dahilinde hükümetin de icraat yapabileceği bir konsept yapılması gerekiyor. Şuanki asker sayısı ile bunun yapılması
mümkün değil. Güvenli bölgenin olması için en az
20 bin kişilik bir ordu olması gerekiyor. Tabii bir de
hava koruması lazım... Bütün bunlar olursa o vakit
eğit donat programı anlamlı olur.
Çözüme yönelk szn yol hartanız nedr?
Eğit donat programı aslında çözüm için bir başlangıç olacak. Bizim mutlaka Suriye’nin içerisine
girmemiz ve bunun için de güvenli bir alanın oluşturulması gerekiyor. Suriye’nin içerisinden kastım
Humus’tan başlayıp Suriye’nin tüm Güney sınırını
kaplayan, özellikle Halep, İdlib ve sahil bölgesi… İdlib Özgür Suriye Ordusu tarafından kurtarıldı, bundan sonra güvenli alanın oluşturulması daha kolay
olacak. Şam’ın Güneyinden başlayıp Ürdün sınırına
kadar olan bölge de Özgür Suriye Ordusunun hakimiyetinde... Doğu’da IŞİD, Kamışlı’da ise PYD güçleri var. Bunların dışında güvenli bölgeler oluşturulabilir. Fakat güvenli bölgeye aday en önemli yerler
Halep, İdlib ve sahil bölgesi. Oradan başlayıp çok
rahat bir yönetim kurulabilir. Özgür Suriye Ordusu
bu alanlardan istifade ederek çok rahat bir şekilde
Şam’a doğru ilerleyebilir. Güneyden de aynı şekilde
ilerlenebilir. Zaten Suriye’nin Güneyi şu anda Kuzeyden çok daha rahat durumda...
Surye’den çevre ülkelere ve özellkle Türkye’ye cdd br göç
söz konusu. Szn Suryel göçmenlern ülkelerne tekrar dönmes
konusunda br planınız var mı?
Öncelikle istikrar sağlamamız gerekiyor. İstikrar
sağlanırsa göçmenler de döner. Geçiş hükümeti
hizmetleri sunarsa göçmenlerin sorunları da çözülebilir. Tabii bu hızlı olacak bir adım değil, tedrici
olacak bir adım. Fakat dediğim gibi bu adımların
atılabilmesi, istikrarın sağlanabilmesi için öncelikle
güvenli bölgenin oluşturulması şart. İlk adım güvenli bölge.
HAZİRAN 2015
87
Gümrük Brlğ Sürdürüleblr M?
Prof. Dr. Muhsn Kar
IMF’ye Alternatfler Gelyor
Prof. Dr. Muhsn Kar
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Şahbaz
Veto Değl, Manfesto...
Dr. M. Levent Yılmaz
EKONOMİ
GÜMRÜK
BiRLiĞi
SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ
Prof. Dr. Muhsin KAR
SDE Ekonomi Programı Koordinatörü
T
ürkiye’nin 1959 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu çetrefilli ve bir o kadar da inişli çıkışlı bir süreçten sonra
1995 yılında varılan Gümrük Birliği Anlaşması ile yeni bir döneme girmişti. Zamanın Başbakanı Tansu Çiller, bir yandan, irtica ve şeriat tehdidine ve dolayısıyla Refah Partisi’ne karşı Avrupalı ortakların
kendini desteklemeleri çağrısında bulunurken; diğer yandan, Gümrük
Birliği’ne dahil olmayı Avrupa Birliği’ne giriş anlamına geleceği şeklinde tevil ederek iç siyasetin malzemesi haline dönüştürdü. Gümrük Birliği Anlaşması, siyasal ve ekonomik istikrarsızlığın olduğu bu yıllarda yeterince tartışılmadan ve Türkiye ekonomisine olası etkileri tüm boyutları
ile yeterince incelenmeden alelacele bir şekilde uygulamaya konuldu.
Türkiye’nin AB üyesi olmadan Gümrük Birliği içinde yer alması, karar
alma mekanizmasında sağlıklı bir şekilde yer almadığı bir kurumun
kararlarını otomatik olarak kabul etmesi ve uygulaması anlamına
geliyordu. Buradaki temel varsayım, Türkiye için AB üyeliğinin de
çok geçmeden gerçekleşeceği ve makul görülebileceği şeklindeydi.
Oysa 1963 yılında ortak üye olarak yola çıkılmasına, Gümrük Birliği
Anlaşması’nın üzerinden yirmi yıl geçmesine ve 2004 yılında tam üyelik
müzakerelerinin başlamasına rağmen, Türkiye-AB ilişkilerinin çok sağlıklı bir şekilde ilerlemediği görülüyor.
Ayrıca ABD’de yaşanan finansal kriz ve bunun Avrupa yansımasıyla
duraklayan küresel ekonomi için çıkış yolu çabaları, büyüklükleri ile neredeyse dünyanın yarısını oluşturan bu iki ekonomik gücün birbirine eklemlenmesini gündeme getirdi. Nitekim ABD ve AB arasında dünyanın ilk
defa şahit olacağı en kapsamlı ortaklık anlaşması (Transatlantik Ticaret
90
HAZİRAN 2015
Avrupa Brlğ’ne yapılan hracatın toplam hracat çndek payı 1996 yılında % 54.2 ken,
2005 yılında % 56.5 olmuş ve 2014 yılında se, % 43.5’e kadar gerlemştr. Tablo 1’de en
dkkat çekc değşklk se İslam İşbrlğ Teşklatına üye ülkelere yapılan hracatın toplam
hracattak payının neredeyse k katına çıkmış olmasıdır. Türkye, uyguladığı proaktf dış
poltka le dış tcaretn çeştlendrmş ve AB pazarına bağımlılığını azaltmıştır.
ve Yatırım Ortaklığı, Transatlantic Trade and Investment Partnership, T-TIP) için müzakereler başladı.
ABD ile AB arasındaki bu derin işbirliği/ortaklık anlaşması, AB ile Gümrük Birliği yapmış olan Türkiye
ekonomisi için tehdit ve fırsatlar yaratıyor.
Yaklaşık yirmi yıl önce istikrarsız ekonomik ve sağlıksız politik atmosferde ilkeleri belirlenen Gümrük
Birliği’nin küresel, bölgesel ve ulusal ekonomilerdeki gelişmeler ışığında yeniden gözden geçirilmesi, paydaşlar arasında daha sağlıklı ve eşitlikçi bir
yapının oluşturulması ve ilişkilerin sürdürülebilir bir
çerçeveye oturtulması açısından büyük önem arz
ediyor.
AB Piyasasının Önemi
Literatürde gümrük birliğinin statik ve dinamik olmak üzere iki tür etkisinden söz etmek mümkün.
Dış ticaretin önündeki engellerden gümrük vergilerinin ve kotaların kaldırılmasıyla oluşan ortamın etkisi,
statik etki olarak adlandırılır. Bu etki, coğrafi yakınlığın ve dolayısıyla ulaşım maliyetlerindeki düşüşün
de etkisiyle üye ülkeler arasında bir defalık ortaya
çıkar ve genellikle ticareti artırıcı bir sonuç doğurur.
Gümrük birliğinin zaman içinde etkilerinin hemen
bütün sektörlerde etkisini göstermesi ise dinamik
etki olarak tanımlanır. Gümrük birliğinin dinamik etkileri, rekabetin artmasını, yatırımların teşvik edilmesini, ölçek ekonomilerinin oluşmasını ve teknolojik
gelişmenin hızlanmasını kapsar. Ülkeler için de asıl
önemli olanın bu dinamik etkileridir. Zira ekonominin rasyonelleşmesine yol açar ve uluslararası rekabetçiliğinin artmasına katkı sağlar.
Gümrük birliği uygulamasının başladığı 1996 yılından bugüne Türkiye’nin ülke gruplarına göre yaptığı
ihracatın toplam ihracat içindeki paylarının gelişimi Tablo 1’de yer alıyor. Tabloda ilk göze çarpan
durum Türkiye’nin gelişmiş ülkelerin (OECD ve AB
gibi) piyasalarına olan bağımlılığıdır. Ancak Avrupa Birliği’nin payının gümrük birliğinin ilk on yılında
sürekli bir artış eğilimi sergilediği ve sonrasında ise
gerilediği görülüyor. Avrupa Birliği’ne yapılan ihracatın toplam ihracat içindeki payı 1996 yılında %
54.2 iken, 2005 yılında % 56.5 olmuş ve 2014 yılında ise, % 43.5’e kadar gerilemiştir. Tablo 1’de en
dikkat çekici değişiklik ise İslam İşbirliği Teşkilatı’na
üye ülkelere yapılan ihracatın toplam ihracattaki pa-
Tablo-1: Ülke Gruplarına Göre İhracat (Toplam İhracatın Yüzdesi)
1996
2000
2005
2010
2014
Avrupa Birliği
54,2
56,5
56,5
46,5
43,5
OECD Ülkeleri
63,3
70,8
62,4
50,4
48,6
1,4
1,2
1,1
2,1
2,4
Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (KEİ)
12,6
8,9
11,7
12,7
12,5
Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT)
4,9
3,1
3,6
6,7
7,4
Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)
11,0
5,5
6,5
9,0
9,9
Türk Cumhuriyetleri
3,2
2,1
1,9
3,4
4,5
İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)
17,8
12,9
17,8
28,5
30,9
Avrupa Serbest Ticaret İşbirliği (EFTA)
Kaynak: TÜİK
HAZİRAN 2015
91
Gümrük Birliğinin Katkısı
Gümrük birliği uygulamasının Türkiye ekonomisine
katkısı dikkate alındığında, birkaç konu ön plana
çıkmaktadır. Birincisi Türkiye’ye gelen doğrudan
yabancı sermayenin büyük bir kısmının Avrupa
merkezli olduğudur. Özellikle Türkiye’de yatırım izni
için yapılan taleplerin ilk yıllarda hızla arttığı, ancak
1990’lı yılların ikinci yarısında artan makroekonomik
istikrarsızlığın etkisiyle önemli bir kısmının gerçekleştirilmediği bir gerçek. Makroekonomik istikrarın
sağlanmasıyla birlikte başta Avrupa merkezli olmak
üzere dünyanın değişik bölgelerinden Türkiye’ye
doğrudan yabancı sermaye girişinin hızlanması
beklenebilir. Ki son yıllarda yapılan özelleştirmelerin
de etkisiyle önceki dönemlerle kıyaslanamayacak
oranda yabancı sermaye girişi artmıştır.
yının neredeyse iki katına çıkmış olmasıdır. Türkiye,
uyguladığı proaktif dış politika ile dış ticaretini çeşitlendirmiş ve AB pazarına bağımlılığını azaltmıştır.
me performansının ihtiyaç duyduğu enerji talebinin
bu ülke gruplarından yapılan ithalatta önemli yeri
oldu biliniyor.
Tablo 2’de ise Türkiye’nin ülke gruplarına göre ithalatının toplam ithalat içindeki payları yer alıyor. Tablodaki veriler, AB’den yapılan ithalatın toplam ithalat
içindeki payının yıllar itibariyle azaldığı ve 1996 yılında % 55,8 olan payın 2014’te % 36.7’ye düştüğünü gösteriyor. İthalatta payları artan ülke grupları ise
Karadeniz Ekonomik İşbirliği ve Bağımsız Devletler
Topluluğu’dur. Türkiye ekonomisinin yüksek büyü-
Ülke gruplarına göre ihracatının ve ithalatının toplam dış ticaretindeki payları incelendiğinde, AB’nin
Türkiye’nin doğal ticaret ortağı konumunda olduğu
görülüyor. Ancak özellikle son on beş yılda İslam
dünyasına olan ihracat iki katından fazla artmış ve
bu ülke grubu Türkiye’nin potansiyel yeni ticaret ortağı olarak öne çıkmıştır.
Tablo-2: Ülke Gruplarına Göre İthalat (Toplam İthalatın Yüzdesi)
1996
2000
2005
2010
2014
Avrupa Birliği
55,81
52,39
45,20
39,02
36,66
OECD Ülkeleri
71,79
66,56
57,58
50,75
48,11
Avrupa Serbest Ticaret İşbirliği (EFTA)
2,55
2,12
3,80
2,16
2,36
Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (KEİ)
8,93
12,38
17,47
17,77
16,90
Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT)
2,74
2,83
4,32
6,26
5,55
Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)
6,97
10,16
14,46
15,58
13,66
Türk Cumhuriyetleri
0,70
1,15
1,03
1,58
1,24
İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)
12,81
11,60
8,34
11,97
12,02
Kaynak: TÜİK
92
HAZİRAN 2015
İkincisi, Türkiye için AB piyasasının katkısı, pazarın
büyüklüğünün yanı sıra, standartları ve ihraç edilen
ürün grubuyla ilgilidir. Zira gelir seviyesi düşük ve
ortak standartları olmayan Orta Doğu ve İslam ülkelerine yapılan ürün grubu ile Avrupa’ya ihraç edilen
ürün grubu aynı değildir. Diğer bir ifadeyle Türkiye,
bu bölgeye katma değeri daha yüksek mal ihracatı
yapıyor. Dolayısıyla gelir, piyasa büyüklüğü ve ürün
kalitesi ile standartları açısından AB piyasası hala
çok önemlidir ve alternatifi bulunmamaktadır.
Üçüncüsü, uzun süre ithal ikameci ve kapalı bir
ekonomi modeli uygulayan Türkiye’nin 1980’lerde
dışa açılma çabaları, piyasa güçlerine alan açılması,
özel sektörün desteklenmesi ve en önemlisi de özel
sektöre ihracat yapma alışkanlığının ve kapasitesinin öğretilmesi zihniyet değişimi gerektirmekteydi.
1995 yılında gümrük birliğiyle birlikte, özel sektör,
bölgesel anlamda Avrupalı işletmeler karşısında nasıl hayatta kalabileceğini öğrendi. Rekabeti tecrübe
etti ve ihracat yapmaya başladı. Bu tecrübeyi başlı
başına bir kazanç olarak değerlendirmek gerekir.
Zira bugün Türkiyeli girişimciler dünyanın dört bir
yanındaki fırsatları yakalama çabası içine girmişlerse, bu gayrette 1980’li yıllarda özel sektörü destekleme politikalarının ve gümrük birliğinin oluşturduğu rekabetçi ortamın katkısı oldukça önemli bir
yer tutar.
Dördüncüsü ise, yine rekabet ile ilgilidir. 1995 yılında
imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması’nın etkilerinin
neler olabileceği konusunda yeterli ve detaylı bilimsel araştırmalar bile yapılmadan 1996 yılında uygulamaya konuldu. Gümrük birliğinin dinamik etkileri
ve özelliklede rekabeti artırıcı etkisinin sonucunda,
bilimsel çabalardan uzak ve el yordamıyla yapılan
analizlerde, Türkiye’deki işletmelerin Avrupa’nın rekabetine dayanamayacağı ve birçok firma ile bazı
sektörlerin bu süreçten olumsuz etkileneceği öne
sürülmüştür. Ancak bugün gümrük birliğinin etkisiyle iflas eden firmalardan veya kaybolan sektörlerden bahsetmek mümkün değildir. Hatta rekabete
dayanamaz denilerek 2000’li yıllara kadar korunan
otomotiv sektörü ihracatın ana motoru olmuş durumdadır. Ayrıca ekonominin rekabete açılması,
teknolojik yenilenmeye de yol açtı. Birçok sektörde
gerek maliyet gerekse ürün kalitesi açısından rekabet edebilmek için yerli firmaların teknolojik altyapılarını yenilediği ve bunu yaparken daha geniş bir
piyasaya hitap edeceğinden ölçek ekonomilerini de
dikkate aldığı bilinmektedir.
AB’nin Durgunluktan Çıkış Stratejisi
2008 yılında Amerika’da başlayan finansal krizin
diğer gelişmiş ülkelere de hızla yayılması küresel
ekonomide durgunluğa yol açtı. Özellikle dünya
gayri safi yurtiçi hasılasının neredeyse yarısının üretildiği ve yine dünya ihracatı ve ithalatının yarısının
kaynağının veya hedefinin olduğu ABD ve AB’deki
daralma ve durgunluk, küresel ekonomi çarkını da
oldukça yavaşlattı. ABD, kamu harcamalarını artırıcı
Türkye’nn bu ısrarlı tutumu etkl oldu ve AB le gümrük brlğnn gözden geçrleceğ
12 Mayıs’ta mutabakata bağlandı. Gözden geçrmenn dört husus etrafında şeklleneceğ bell
oldu. Brncs, Türkye’nn karar alma mekanzmalarında bundan sonra daha etkn olarak yer
alacağı benmsend k, bu durum Türkye’nn menfaatlernn doğrudan kends tarafından
kurullarda ve müzakere masalarında dle getrlmesnn yolunu açablr.
HAZİRAN 2015
93
T-TIP, gümrük brlğ üzernden Türkye pazarını ABD mallarına tamamen açarken, Türk
ürünlernn ABD pazarına grşnn kapsam dışında tutulması uluslararası tcarette
karşılıklılık lkesne aykırılık gösterr. Bu durum Türkye-AB arasındak gümrük brlğ
uygulamasının adl olmayan eştlksz yapısını çok açık br şeklde ortaya koydu.
ve özellikle genişlemeci para politikası ile kısmen bir
toparlanma gerçekleştirdi ve durgunluktan çıkma
yönünde sinyaller çoğaldı.
Ancak aradan geçen 7-8 yıla rağmen AB’de benzer bir toparlanma henüz sağlanamadı. Avrupa
Birliği ekonomisi bir bütün olarak neredeyse bu
süre içinde büyümedi. AB’deki toparlanmanın gecikmesinde Birliğin örgütlenme yapısı, bütünleşmişlik derecesi ve parasal birlik mimarisinin yanlış
kurgulanması ile ülkelere özgü faktörlerin etkili olduğu açık. Zira enflasyon, bütçe açığı, borçlanma,
verimlilik başta olmak üzere farklı ekonomik yapıda
olan ülkelerin bir araya gelmesiyle oluşturulan parasal birlik, Avro kullanan ülkelerin para politikası otonomisinin kaybolmasına yol açtı. Maliye politikasının
merkezileştirilememiş olması, siyasi birliğin anayasa
referandumlarında kesintiye uğraması ve ülkeye
özgü faktörler, Yunanistan, İtalya, İrlanda, İspanya
ve Portekiz gibi Birliğin güney ülkelerinin borç ve
yapısal sorunlarına çözüm üretmede oldukça gecikmesine yol açtı. Bu süreç Yunanistan özelinde
oldukça maliyetli bir yapıya dönüştü ve hala çözülebilmiş değil.
Dünyanın en önemli sıklet merkezlerinden ABD’deki
canlanmanın kırılganlığı ve AB’deki toparlanmanın
gecikmesi ve yükselen ekonomilerin hızlı büyümesi, küresel güç dengelerinin sarsılmasına yol açıyor.
94
HAZİRAN 2015
Özellikle gelişmiş ülkeler, yükselen ekonomilerin
savaş sonrası uluslararası ekonomik düzenin kurumsal yapılarının (IMF, Dünya Bankası ve Dünya
Ticaret Örgütü gibi) karar alma mekanizmalarında
söz hakkına sahip olma veya ağırlığını artırma yönündeki taleplerine karşılık vermede zorlanıyor ve
bu kurumların reformdan geçirilmesi noktasında
yetersiz kalıyorlar.
Küresel ekonomik gelişmelerin ABD ve AB önderliğindeki hegemonik yapıyı sarsması, durgunluktan
çıkış yollarının aranmasını ve bir an önce büyümenin
kalıcı bir şekilde rayına konulması çabalarını da artırdı. ABD ile AB arasında müzakereleri başlayan ve
şuana kadar dünyanın gördüğü en kapsamlı ortaklık anlaşması olan Transatlantik Ticaret ve Yatırım
Ortaklığı (T-TIP), AB ekonomisinin duran çarklarının
çalışmaya başlaması ve böylelikle Batı hegemonyasının bir süre daha sürdürülebilmesine yönelik bir
işbirliği olarak öne çıkıyor.
T-TIP müzakereleri ile ilgili yapılan açıklamalar, ortaklığın kapsamlı bir serbest ticaret anlaşması şeklinde olacağı yönündedir. AB için durgunluktan çıkış
stratejisi haline dönüşen Amerika ile daha sıkı işbirliği T-TIP, Birlik ile Gümrük Birliği Anlaşması yapmış
olan Türkiye ekonomisi için fırsat ve tehditler oluşturmaktadır.
Türkiye-AB Gümrük Birliği’nin
Sürdürülebilirliği
leri AB’de üretilen ürünlerle aynı koşullarda ABD piyasasına erişim hakkına sahip olmalıdır.
Ekonomik ve siyasi olarak tüm boyutları düşünülmeden sağlıksız koşullarda imzalanan Gümrük Birliği
Anlaşması, Türkiye’nin karar alma mekanizmasında olmadığı bir yapının alacağı kararları kabul edeceği taahhüdüne dayanıyor. Bu eksikliği gidermek
için Türkiye’yi ilgilendiren konularda “görüş alınması” ilkesini benimsendi. Ancak Türkiye’nin “görüşlerinin” masa başında ne kadar dikkate alındığı
ve menfaatlerinin ne kadar korunduğu her zaman
muğlak ve belirsizdir. Nitekim AB ile ABD arasında
müzakerelerine başlanılan T-TIP’in sonuçlanması ve uygulamaya geçilmesi sürecinde Türkiye’nin
menfaatlerinin yeterince dikkate alınıp alınmadığı
belirsizdir. Çünkü T-Tıp ile ABD ürünleri AB piyasasına imtiyazlı giriş elde ederken, doğrudan Türkiye
piyasasına da erişim hakkına sahip olacaktır. Ancak aynı durum Türkiye kaynaklı ürünler için geçerli
değildir. Diğer bir anlatımla Türkiye’de imalat sektöründe üretilen bir ürün Gümrük Birliği Anlaşması
kapsamında AB piyasasına kolaylıkla girerken Türk
malları, ABD’nin AB ürünlerine sağladığı kolaylıklardan yararlanamayacaktır.
Türkiye-AB arasındaki gümrük birliğinin dengesiz
ve eşitliksiz kurgusu, Türkiye’nin AB üyeliğinin fazla
gecikmeden gerçekleşeceği varsayımı ile belirli bir
süre belki kabul edilebilir bir durum olabilir. Ancak
Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin gerçekleşmemesi
veya gecikmesiyle ortaya çıkan yeni ekonomik ve
siyasi gelişmelerin yaşanması, gümrük birliğinin
mevcut halliyle siyaseten sürdürülmesini imkansız
hale getiriyor. Zaten bu yüzden olsa gerek, Türkiye,
T-TIP vesilesiyle AB ile 1995 yılında yaptığı Gümrük
Birliği Anlaşması’nı gözden geçirmenin hayati olduğunu her fırsatta ortaklarına bildirmeye başladı.
T-TIP, gümrük birliği üzerinden Türkiye pazarını ABD
mallarına tamamen açarken, Türk ürünlerinin ABD
pazarına girişinin kapsam dışında tutulması uluslararası ticarette karşılıklılık ilkesine aykırılık gösterir.
Bu durum Türkiye-AB arasındaki gümrük birliği uygulamasının adil olmayan eşitliksiz yapısını çok açık
bir şekilde ortaya koydu. Türkiye, AB’nin dış ticaret
politikası çerçevesinde üçüncü ülkelerle attığı adımlardan geçmişte de zaman zaman zarar gördü. AB
ile siyasi ilişkilerin önemi ve üçüncü ülkelerle yapılan
anlaşmaların etkilerinin sınırlı olması bu olumsuz gelişmelerin göz ardı edilmesine yol açtı. Ancak dünyanın en önemli ve büyük ekonomilerinden biriyle
yapılacak ikili bir anlaşma (T-TIP), Türkiye’nin AB’ye
bakan vizyonu ile fırsata dönüştürülmeli ve Türk ürün-
Türkiye’nin bu ısrarlı tutumu etkili oldu ve AB ile
gümrük birliğinin gözden geçirileceği 12 Mayıs’ta
mutabakata bağlandı. Gözden geçirmenin dört
husus etrafında şekilleneceği belli oldu. Birincisi,
Türkiye’nin karar alma mekanizmalarında bundan
sonra daha etkin olarak yer alacağı benimsendi
ki, bu durum Türkiye’nin menfaatlerinin doğrudan
kendisi tarafından kurullarda ve müzakere masalarında dile getirilmesinin yolunu açabilir. İkincisi,
AB’nin üçüncü ülkelerle imzalayacağı serbest ticaret anlaşmalarına Türkiye’nin otomatik olarak taraf
olmasının sağlanması ki, bu durumda başta T-TIP
olmak üzere AB’nin üçüncü ülkelerle yaptığı ticaret
anlaşmalarına Türkiye’nin de dahil olmasının önünü
açabilir. Üçüncüsü, Türkiye’nin gümrük birliği kapsamındaki ürünlerinin AB içinde serbest dolaşımının önündeki engellerin ve kotaların kaldırılmasının
sağlanması ki, bu durum AB pazarının Türkiye’ye
daha fazla açılmasına yol açabilir. Son olarak, AB
ile gümrük birliği kapsamında 1996 yılında kapsam
dışında bırakılan hizmetlerin, kamu alımlarının ve
tarım sektörünün görüşmelere dahil edilmesi ki, bu
durum anlaşmanın kapsamını genişletmesi açısından yeni fırsatlar yaratabilir.
HAZİRAN 2015
95
EKONOMİ
IMF’YE
ALTERNATiFLER GELiYOR
Prof. Dr. Muhsin KAR
SDE Ekonomi Programı Koordinatörü
Yrd. Doç. Dr. Ahmet ŞAHBAZ*
Akademisyen
K
üreselleşmenin hızlanması, ülkelerarası ekonomik etkileşimlerin artmasına ve ülkelerin
birbirine bağımlı hale gelmesine neden oldu.
Bu bağlamda bir ülke ekonomisinde görülen bir
hastalık, aniden ve hızlı bir şekilde etkileşimin derecesine bağlı olarak diğer ülkeleri de etkiliyor. Özellikle gelişmiş ve büyük bir ülkede yaşanan kriz ise,
gelişmiş ve gelişmekte olan ülke ayrımı yapmadan
neredeyse küresel ekonominin tamamını krize sürükleyebiliyor. Böylesi dönemlerde hem fon ihtiyacı
hem de fon kullanma/borçlanma maliyetleri artıyor.
Küresel ekonomide yaşanan çalkantılar ve belirsizlikler de doğal olarak, gelişmekte olan ülkelerin/yükselen ekonomilerin kırılganlıklarını daha da artırıyor.
Küreselleşmenin doğasından kaynaklanan karşılıklı
etkileşim ve bağımlılık ise krizin etkisini yaygınlaştırmakta, derinleştirmekte ve çıkış süresinin uzamasına neden olmaktadır.
Küresel ekonomde yaşanan çalkantılar ve belrszlkler de doğal olarak, gelşmekte
olan ülkelern/yükselen ekonomlern kırılganlıklarını daha da artırıyor. Küreselleşmenn
doğasından kaynaklanan karşılıklı etkleşm ve bağımlılık se krzn etksn yaygınlaştırmakta,
dernleştrmekte ve çıkış süresnn uzamasına neden olmaktadır.
2008 yılında Amerika’da başlayan finansal krizin
Avrupa kıtasına sıçraması, kırılganlığı yüksek ülkelerin (İrlanda, Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz)
krize girmesine neden oldu. Avrupa Birliği’nin hazırlıksız yakalandığı bu krize karşı savunma mekanizmalarının geliştirilmemesi, parasal birlik mimarisinin iyi kurgulanmamış oluşu, sorunların çözümüne
yönelik görüş ayrılıkları ve ülkelere özgü iş yapma/
politika oluşturma kültürlerindeki farklı faktörler, krizi
derinleştiren ve tüm üye ülkelerin ekonomilerinin etkilenmesine yol açan bir sürece dönüştü.
nın çözümü önemli bir problem oldu. Kriz özellikle
borçlanma koşullarını kötüleştirmiş ve hatta Avrupa
borç krizini derinden yaşayan bazı ülkelerin Avro
bölgesinin dışında tutulması dahi gündeme gelmişti. Bu nedenle gerek birliğin gerekse parasal birliğin
bir bütün olarak risk altına girmesi, oluşturulan fon
ve mekanizma ile engellenmeye çalışıldı. Bu nedenle 2008 küresel kriz sonrası, Avro Bölgesindeki 19
ülkenin desteği ile 27 Eylül 2012 tarihinde Avrupa
İstikrar Mekanizması (ESM) ilk bölgesel IMF çabası
olarak ortaya çıktı.
II. Dünya Savaşı sonrası dönemde küresel ekonomik istikrar için yapılanan ve ülkelerin ödemeler
dengesinden kaynaklanan krizlerin çözümü sürecinde kısa vadeli likidite sağlayan IMF kaynaklarının
AB’deki ihtiyacı karşılayamama riski, alternatif yöntem ve kaynak arayışlarının değerlendirilmesine yol
açtı. Bu arayış sonrasında Avrupa İstikrar Mekanizması (European Stability Mechanism, ESM) ortaya
çıktı ve ilk bölgesel IMF olarak değerlendirildi.
Borç krizi, AB’nin parasal birliğin (Avro Bölgesi) istikrarını sağlamaya yönelik mekanizmalardan, süreçlerden ve kurumsal yapılardan mahrum olduğunu gösterdi. Kurtarma paketlerini hayata koymak ve
bu bağlamda likidite sağlamak ve reformları takip
için bir dizi önlem alındı. Bir yandan yasal altyapıdaki yetersizlikler giderilerek kurumsal mekanizmaların önü açılmaya çalışılırken, diğer yandan acil
ihtiyaçları karşılamaya yönelik bir dizi önlem anlındı.
İlk olarak, 27 üye ülkenin desteği ile 9 Mayıs 2010
tarihinde Avrupa Finansal İstikrar Kolaylığı’nın (European Financial Stability Facility, EFSF) oluşturulması kararlaştırıldı.
Diğer taraftan küresel ekonomideki merkez ülkelerin güç kaybetmesi ve yükselen ekonomilerin ortaya
çıkması, güç dengelerini de etkiledi. Yükselen ekonomiler savaş sonrası uluslararası ekonomik düzenin karar alma mekanizmalarında söz sahibi olma
taleplerini yükselttiler. Yükselen ekonomiler özellikle küresel anlamda risklerin arttığı ve belirsizliklerin
yaygınlaştığı bir ortamda, ABD’nin IMF’nin reformu
noktasındaki isteksizliğini de dikkate alarak, olası
likidite ihtiyaçlarına karşı savunma mekanizmaları geliştirme çabası içine girdiler. Önemli yükselen
ekonomilerden olan Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin
ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS’in de böyle bir
çaba içerisine girdiği görülüyor.
Avrupa IMF’si:
Avrupa İstikrar Mekanizması (ESM)
Gelişmiş ülkeleri derinden etkileyen 2008 krizi sonrasında ortaya çıkan bütçe açığı ve borç sorunları-
96
HAZİRAN 2015
Geçici nitelikte mali destek ile parasal birliğin istikrarını sağlamaya yönelik olarak düşünülen EFSF’nin
440 milyar Avro borçlanabilmesine ve bu likiditeyi
kurtarma paketlerinde kullanmasına imkan sağlandı. Krizin derinleşme ve yayılma riskine karşı, bu
fonun hacmi Temmuz 2011’de 780 milyar Avro’ya
çıkarıldı. EFSF bünyesinde oluşturulan kaynaktan
Kasım 2010’da İrlanda’ya 18.4 milyar Avro, Mayıs
2011’de Portekiz’e 26 milyar Avro ve Mart 2012’de
Yunanistan’a 144.7 milyar Avro sağlandı.
Ayrıca Avrupa Komisyonu, Mayıs 2010’da AB bütçesi garantisiyle finansal piyasalardan 60 milyar
Avro borç almak ve bu kaynağı acil durumlarda
Avro Bölgesi dışındaki birlik üyesi ülkelerin ihtiyaçlarında kullanılmak amacıyla Avrupa Finansal İstik-
HAZİRAN 2015
97
Makroekonomk göstergelerden açıkça görüldüğü üzere özellkle 2000’l yıllarla brlkte
dünya ekonomsnde BRICS ülkelernn payı hızlı br bçmde artmıştır. Gelşmş pyasaları dernden
etkleyen küresel krz le brlkte de bu ülkelern gerek dünya mll gelrndek gerekse
dünya dış tcaretndek payları belrgn br bçmde artış göstermştr.
rarlaştırma Mekanizması (European Financial Stabilisation Mechanism, EFSM) adlı yeni bir mekanizma
geliştirdi. Bu kaynaktan 22.5 milyar Avro’su İrlanda
ve 26 milyar Avro’su Potekiz için olmak üzere toplam 48.5 milyar Avro destek sağlandı.
AB, Avro Bölgesinin finansal istikrarını sağlamak
adına mekanizmalar ve fonlar oluştururken, bunları
hayata geçirebilmek için uluslararası finansal kuruluşların tecrübesinden ve birikiminden de yararlandı. Nitekim, borç krizi ile karşı karşıya olan ülkelerde
uygulanan kemer sıkma politikalarını Troyka (Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF)
marifetiyle çözme yoluna gitti.
Avrupa Birliği, Eylül 2010’da kurucu anlaşmalarda
değişiklik yapılması kararının ardından atılan adımlar ile 26 Eylül 2012 tarihinde, Avro Bölgesi için zor
durumdaki ülkelere destek sağlamak üzere kalıcı
bir kuruluşa, Avrupa İstikrar Mekanizması’nın (European Stability Mechanism, ESM) kurulmasıyla
kavuştu. ESM’nin 1 Ocak 2013 tarihinde faaliyete
başlaması ile EFSF ve EFSM’nin yetkileri bu kuruma devredilmiştir. EFSF ve EFSM, kendileri tarafından kararlaştırılan ve uygulamaya konulan kurtarma paketlerini takip etmekle sorumludur. ESM, 80
milyar Avro’su ödenmiş olmak üzere toplam 700
milyar Avro’luk fon sağlama imkanı ile yetkilendirildi. AB, ESM ile Avro Bölgesi’nde yaşanacak bir
krize ve Avro’nun istikrarını bozacak şoklara karşı
savunma mekanizması oluşturdu ve kurumsal bir
yapıya kavuştu.
turulan ekonomi politikalarında 1970’li yılların ortalarında değişikliğe gidildi. Neoliberal politika dalgası
ile bir kısım gelişmekte olan ülke küresel ekonomik
düzene entegre edildi ve gelişmiş ülkelerdeki durgunluk aşılmaya çalışıldı. Liberal politikaların uygulanmaya başlanması ile birlikte hemen hemen
bütün ülkeler dış şoklara açık hale geldi. 1990’lı yıllarda gelişmekte olan ülkelerde bir dizi kriz dalgası
görüldü. 2000’li yıllara durgunluk içinde giren ABD,
2008’deki finansal kriz ile küresel ekonomik istikrarı
tehdit eder hale geldi.
Tarihsel olarak bakıldığında gelişmiş ülkelerin küresel ekonomideki ağırlığı yıllar içinde azalıyor. Merkezde yer alan ülkelerin ekonomik gücü azalırken,
dünyanın farklı coğrafyalarında bazı ülkelerin gücünde de artış görülüyor. Hemen bütün makroekonomik göstergeler, güç merkezinin değişmekte
olduğunu ve bazı yeni ülkelerin ön plana çıktığını
gösteriyor.
Tablo 2’deki dünya ihracatı dağılımına göre 1990
yılında dünya ihracatının yaklaşık % 56’sını AB ve
ABD yaparken, 2013 yılında bu oran yaklaşık %
42’ye düşmüştür. Özellikle AB’nin ihracat payı yaklaşık % 44’den, % 32,7’ye gerilemiştir. Buna karşılık
BRICS ülkelerinin payı aynı dönemde % 5,41’den,
% 16,65’e çıkmıştır. Neredeyse AB ihracat payındaki azalma miktarı kadar BRICS ülkelerinin payı
artmıştır.
Tablo-2: Dünya İhracatının Dağılımı (%)
1990
2000
2005
2010
2013
AB
43,95
37,75
39,08
34,31
32,70
ABD
12,77
13,79
10,11
9,74
9,65
BRICS
5,41
6,99
11,34
15,27
16,65
BRE
0,88
0,81
1,03
1,22
1,20
ÇİN
1,21
3,51
6,46
9,17
10,41
GAF
0,63
0,47
0,53
0,56
0,48
HİN
0,52
0,77
1,24
1,97
2,01
RUS
2,17
1,44
2,08
2,34
2,54
Kaynak: World Development Indicators
lımına göre, 1990 yılında yaklaşık toplam DYY’ların
% 72’si AB ve ABD’ye yapılırken, bu oran 2013
yılında ciddi bir biçimde azalarak % 33 seviyelerine gerilemiştir. Bu dönem içerisinde AB ve ABD’ye
yönelen doğrudan yabancı yatırımlar yarıdan fazla
azaldı.
Tablo-4: Dünya FDI girişlerinin dağılımı (%)
1990
2000
2005
2010
2013
AB
46,06
47,42
56,63
31,49
16,87
ABD
24,70
24,35
10,18
14,61
16,79
BRICS
2,36
5,95
11,48
22,57
30,49
BRE
0,50
2,48
1,14
3,01
4,60
ÇİN
1,78
2,91
8,18
15,38
19,80
GAF
-0,04
0,07
0,48
0,21
0,46
HİN
0,12
0,27
0,54
1,54
1,60
0,21
1,14
2,43
4,02
RUS
Kaynak: World Development Indicators
BRICS’in Finansal Ayakları: Yeni Kalkınma
Bankası ve Kurtarma Fonu
Değişen Güç Dengeleri
BRICS
7,88
8,17
10,63
17,91
20,93
GAF
0,48
0,42
0,54
0,56
0,54
Batı Avrupa ve Amerika, savaş sonrası dönemde
yüksek oranlı büyüme performansları yakaladı ve
altın çağını yaşadılar. Gelişmiş ülkeler 1970’li yıllarda petrol fiyatlarındaki artıştan olumsuz etkilendi. Savaş sonrası dönemde uluslararası ekonomik
düzenin saç ayağını oluşturan Dünya Bankası, IMF
ve GATT/Dünya Ticaret Örgütü öncülüğünde oluş-
BRE
2,05
1,94
1,88
3,29
2,97
HİN
0,62
0,82
1,44
2,43
2,32
ÇİN
1,59
3,61
4,80
9,09
12,22
RUS
2,11
0,79
1,28
1,74
2,08
GAF
0,50
0,41
0,55
0,58
0,48
Kaynak: World Development Indicators
Makroekonomik göstergelerden açıkça görüldüğü
üzere özellikle 2000’li yıllarla birlikte dünya ekonomisinde BRICS ülkelerinin payı hızlı bir biçimde
artmıştır. Gelişmiş piyasaları derinden etkileyen
küresel kriz ile birlikte de bu ülkelerin gerek dünya
milli gelirindeki gerekse dünya dış ticaretindeki payları belirgin bir biçimde artış göstermiştir. Kendisine
güvenli ve yüksek getiri arayan doğrudan yabancı
yatırımlar için bu ülkeler cazibe merkezi haline gelmiştir. Güç dengelerindeki değişimle beraber yükselen piyasa ekonomileri, II. Dünya Savaşı’nın kazananlarının kurguladığı uluslararası ekonomik düzen
ve bu düzeni sağlayan kuruluşların (Dünya Bankası,
IMF ve GATT/Dünya Ticaret Örgütü) karar alma
mekanizmalarında daha etkili olmaya yönelik taleplerini yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Zaten
küresel ekonominin durgunluktan çıkabilmesi için
gelişmiş ülkelerin yükselen ekonomilere olan ihtiyacı da G20’nin oluşturulmasıyla açığa çıktı. Ancak
gelişmiş ülkelerin, bu imtiyazlı konumlarından geri
adım atmamaları veya çok yavaş hareket etmeleri,
yükselen ekonomileri alternatifler geliştirmeye itiyor.
HIN
1,45
1,43
1,78
2,62
2,48
RUS
2,29
0,78
1,63
2,34
2,77
Bu tablolar arasındaki en önemli fark, doğrudan yabancı sermaye girişlerinde ortay çıkmaktadır. Tablo
4’de sunulan doğrudan yabancı yatırım (DYY) dağı-
Bu bağlamda küresel kriz sonrası AB’nin krizden
etkilenen ülkeleri rahatlatmak ve/veya krizden çıkışını hızlandırmak amacıyla oluşturduğu geçici fonlar/
98
HAZİRAN 2015
Tablo 1’deki dünya GSYİH’sinin dağılımına bakıldığında, 1990 yılında dünya GSYİH’sinin yaklaşık
% 60’ı AB ve ABD’ye aitken, 2013 yılında bu pay
yaklaşık % 46’ya düşmüştür. BRICS ülkelerinin payı
da aynı dönemde % 7,88’den, yaklaşık % 21’e çıkmıştır.
Tablo-1: Dünya GSYİH’sinin Dağılımı (%)
İhracata benzer bir durum ithalatta oranlarında da
karşımıza çıkıyor. Tablo 3’de verilen ithalat dağılımına göre, 1990 yılında dünya mal ve hizmet
ithalatının yaklaşık % 44,2 ve 14,3’ü AB ve ABD
tarafından yapılırken, 2013 yılında yaklaşık % 44’e
düşüyor. BRICS ülkelerinin payı da % 4,9’dan %
16,1’e çıkıyor.
Tablo-3: Dünya İthalatının Dağılımı (%)
1990
2000
2005
2010
2013
AB
44,19
37,49
38,71
34,44
31,63
ABD
14,33
18,55
15,87
12,78
12,19
1990
2000
2005
2010
2013
BRICS
4,91
6,13
9,62
14,33
16,12
AB
26,55
30,95
27,87
22,94
22,17
BRE
0,73
0,95
0,79
1,38
1,49
ABD
33,56
26,51
30,47
25,96
23,75
ÇİN
0,97
3,16
5,57
8,22
9,70
Kaynak: World Development Indicators
HAZİRAN 2015
99
EKONOMİ
AB’nn krzden etklenen ülkeler rahatlatmak ve/veya krzden çıkışını hızlandırmak
amacıyla oluşturduğu geçc fonlar/mekanzmalar, BRICS ülkelerne de lham olmuştur. Uluslararası
kuruluşların karar süreçlernde beklenen reformlar yapılmayınca, bu ülkeler kend
IMF ve/veya kalkınma bankalarını kurma yoluna gttler.
mekanizmalar,
k i
l BRICS ülk
ülkelerine
l i d
de ilh
ilham olmuştur.
l
t
Uluslararası kuruluşların karar süreçlerinde beklenen reformlar yapılmayınca, bu ülkeler kendi IMF
ve/veya kalkınma bankalarını kurma yoluna gittiler.
IMF benzeri
b
i bölgesel
böl
l bir
bi finansal
fi
l kuruluş
k l olarak
l k göö
rev yapacaktır.
27 Mart 2013 tarihindeki 5. BRICS zirvesinde, yükselen ekonomilerin kalkınması ve finansal ihtiyaçlar
için Yeni Kalkınma Bankası kurulması bu çabanın ilk
ürününü oluşturdu. Yine Çin’in öncülüğünde kurulan Asya Altyapı Yatırım Bankası (Ekim 2014), bölge ülkelerinin yanı sıra İngiltere ve Almanya başta
olmak üzere bölge dışından 57 ülkenin kurucu üye
olma talebiyle karşılaştı. Son olarak BRICS ülkeleri,
Temmuz 2014’te 100 milyar Dolar fon hacmine sahip Kurtarma Fonu kurmayı kararlaştırmıştı. Geçtiğimiz ay anlaşmanın Rusya parlamentosu tarafından
kabulü ile sona yaklaşıldı.
Küresel ekonomideki değişim ve dönüşüme paralel olarak, likidite ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik
çabalara küresel bir katılım bankası oluşturma çabasının da Türkiye’nin öncülüğünde şekillenmeye
başladığı görülüyor. Türkiye’de kamunun da katılım
bankacılığına adım atması ve piyasa paylarının artacağı beklentisi, faizsiz bankacılık sisteminin finansal
krizlere daha dayanıklı olması ve likidite ihtiyaçlarının karşılanması için dünyadaki katılım bankalarının
merkez bankası gibi çalışacağı bir yapı kurgulanıyor. Mega Katılım Bankasının merkezinin Türkiye
olması planlanıyor. Türkiye, Endonezya ve İslam
Kalkınma Bankası öncülüğünde böylesi bir yapının hayata geçirilmesi, alternatif bankacılığın daha
sağlam bir şekilde gelişmesini ve kısa vadeli ve acil
fon ihtiyaçlarının karşılanması noktasında önemli bir
eksikliğin giderilmesini sağlayacaktır.
Anlaşmaya göre, BRICS Kurtarma Fonu’nun büyüklüğü toplam 100 milyar Dolar olarak planlandı. Kurtarma Fonu’na, Çin 41, Rusya, Brezilya ve
Hindistan 18 ve Güney Afrika Cumhuriyeti 5 milyar
Dolar aktaracaktır. Bu anlaşma BRICS üyesi ülkeler
arasında hem iş birliğinin arttırılmasını hem de dışsal
şoklara karşı hızlı ve ucuz fon imkanı sağlayarak,
İslam Dünyasının İhtiyacı: Mega Katılım
Bankası
VETO DEĞİL, MANİFESTO...
* Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler
Fakültesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesidir.
Dr. M. Levent YILMAZ
SDE Uzmanı
C
umhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan 21 Nisan 2015 tarihinde katıldığı Türk
Telekom’un kuruluşunun 175. Yıl etkinliklerinde yaptığı konuşmada aynen şu cümleleri kullandı: “Gündemde 4G ihalesi var. Ama dünya 5G’yi
konuşuyor. 4G’yle hiç zaman kaybetmeyelim. O
zaman 3G’de 2 yıl daha sabredersek, 5G’ye geçeriz. Aksi takdirde 4G’ye geçersek Türkiye çöplük
haline döner.”
Peki, her fırsatta Türkiye’nin aleyhine hareket eden
medya grubundaki manşet ne oldu: “Erdoğan’dan
4G’ye veto.”
100
HAZİRAN 2015
Erdoğan’ın bir vizyon bildirgesi niteliği taşıyan
5G çıkışını bu kadar ucuzlatacak, Türkiye’nin artık teknolojiyi satın alıp kullanan değil üretip satan
ülke konumuna gelmesini engelleyecek başka bir
manşet düşünemiyorum. Küresel finans oligarşisinin elindeki malum medya gruplarının bu hallerine
alışmış olabiliriz ama bu asla onların dillerini kabullenip susacağımız anlamına gelmemeli. Bu yüzden
Erdoğan’ın 5G çıkışının bir veto değil aslında oldukça önemli bir vizyon manifestosu olduğunu çok iyi
anlamalıyız.
İlk olarak bu “G” nedir ona bakalım. G harfi, Türkçe
karşılığı “Nesil” olan “Generation” kelimesinin baş
HAZİRAN 2015
101
harfidir. Kısaca mobil iletişim teknolojilerindeki gelişimin nesillerini temsil eder. Yeni nesil bir teknoloji
geldikçe “G”nin önündeki rakam artar. Bu bilgiyi
verdikten sonra devam edelim.
4G teknolojisini incelediğimizde esasen 4G’nin 3G
teknolojisine nazaran bize hız dışında teknolojik bir
avantaj getirmediği görülmektedir.
Ayrıca bazı yayın organlarında gördüğünüz bütün
dünya 4G kullanıyor safsatasına da sakın inanmayın. Bugün itibariyle bütün dünyadaki GSM abonelerinin sadece % 7’si 4G’li sim kart taşıyor. Bu oran
yaklaşık 487 milyon aboneye denk geliyor ve bunun
da 150 milyonu ABD’de ve 90 milyonu Çin’de yaşıyor. O halde bütün dünya 4G’ye falan geçmiş değil.
Aşağıdaki grafik hali hazırda 4G teknolojisine uygun
kullanımdaki cihazların sayısını gösteriyor.
gösteriyor ki bu 4G’nin karşılayabileceği bir kapasite değil. Dahası bütün bu 4G teknolojisi, konuşma
teknolojisi bakımında 2G’den hiç farklı değil. Sadece
biraz daha hızlı bir veri transferi öngörüyor ki, 4G’nin
de önümüzdeki 10 yılda bu trafiğe cevap verme kabiliyeti oldukça kısıtlı görülüyor.
Diyelim ki bütün bu yukarıdaki vizyonu bir kenara
bırakıp, kör bir bakış açısı ile 4G kararı verdik. Bunun bize maliyeti ne olur?
4G’yi verimli kullanabilmek için farklı özellik ve büyüklüklerde 130.000 adetin üzerinde baz istasyonu
yatırımı yapmak gerekiyor. Zira 3G için kullanılan
baz istasyonları teknik açıdan 4G için yetersizdir.
Bu baz istasyonları yatırımının yaklaşık bedelinin 6,5
milyar Dolar civarında olacağı tahmin edilmektedir.
Grafik-1: Dünya’da Kullanılan Cihazların Teknoloji Uyumları (Milyar Adet)
Bu rakama çekirdek alt yapı şebekelerinin uyumlu hale getirilmesi için
gereken 1,5 milyar Dolar’ı da eklersek söz konusu maliyet toplam 8
milyar Dolar olur.
Hepsi bu kadar mı? Hayır. Daha bu
rakamlara fiber alt yapıların iyileştirilmesinin maliyetini ve 4G teknolojisini
geliştiren şirketlere ödenecek olan
lisans ücretlerini de eklersek toplam
maliyetin 12-13 milyar Dolar olacağı
tahmin edilmektedir.
Kaynak: Cisco VNI Mobile, 2015.
Şuanda 2015 yılında olduğumuza göre grafik bize
dünyadaki 4G’li cihaz sayısının sadece % 7 seviyelerinde olduğunu gösteriyor. Ancak daha da önemlisi yapılan projeksiyonlar 2020 yılına geldiğimizde
bu oranın ancak % 26’ya ulaşacağını gösteriyor.
Dahası 2020’de 3G teknolojisi (Bizde 3,8G diyebiliriz) halen hakim iletişim teknolojisi olarak kalacak görünüyor. Yani rakamlar ve projeksiyonlar da
Türkiye’nin teknoloji çöplüğüne dönmemesi gerektiğini gösteriyor.
Hali hazırda yapılan bir diğer hesaplama da 2025’teki
veri trafiğinin 2015’ten 1000 kat daha fazla olacağını
102
HAZİRAN 2015
Peki, bu geçiş süreci ne kadar sürecek derseniz, en az 3 yıl cevabını
alırsınız. Yani bugün başlasak bile
2018’den önce bu teknolojiyi tam
anlamı ile kullanmak mümkün görünmüyor.
Analizimize devam edelim. Türkiye’de faaliyet
gösteren GSM operatörlerinin gelirleri içinde data
transferi gelirlerinin çok düşük olduğu biliniyor. Buradaki gelirin 500 milyon Dolar civarında olduğu düşünülürse, bu gelirden maliyetler de çıkarılırsa net
karın daha da düşeceği görülür.
O halde yıllık 500 milyon Doların çok altında bir gelir için 12-13 milyar Dolar yatırım yapmak mantıklı
görünmüyor. Hatta bu teknolojinin sadece 2 yıl gibi
kısa bir süre kullanılması da hiçbir şekilde yapılan
yatırımın maliyetinin çıkarılamayacağı anlamına gelir. İşte tam da buna benzer sebeplerden dolayı
ABD, 3G teknolojisini by-pass edip 2G’den doğrudan 4G’ye geçti. Başka bir örnek vermek gerekirse
3G ilk çıktığında bazı ülkelerin 50-60 milyar Dolar
lisans bedelleri ödediği de biliniyor.
Peki Nedir Bu 5G?
5G nesnelerin internetini inşa ediyor. Çevrenizde
gördüğünüz şeylerin tamamına yakınının internete
bağlı olduğu ve aralarında çok yüksek hızda veri
transferinin yapıldığı teknolojik bir ortam hazırlıyor. Çok üstün-verimli Mobil İletişim Şebekeleri,
Çok üstün-hızda Mobil Şebekeler ve Çok üstündüzeyde bütünleşmiş Fiber-Kablosuz İletişim Şebekelerini beraberinde getiriyor.
İnsansız savaş uçaklarına, sürücüsüz otomobillere
imkan tanıyor. Vücudunuzdaki hastalıkları doktora
gitmeden doktorunuza bildirecek teknolojilere zemin hazırlıyor. Yani kısacası bugün için aşırı lüks
diyebileceğimiz akıllı teknolojileri günlük hayatın bir
parçası haline getirecek bir teknoloji.
Başka neler getiriyor 5G? 4G’ye kıyasla 1000 kat
daha fazla veri kullanım yoğunluğu, bugüne kıyasla
100 kat daha fazla nesnenin internete bağlandığı bir
dünya, 4G’ye kıyasla 10 kata kadar daha hızlı (10
Gbps) veri aktarımını 5 kat daha az zamanda yapma imkanı sağlıyor. Ayrıca tüm bunları cihazların pil
kullanım ömürlerini uzatarak yapacak bir teknoloji
doğuyor.
Dünya’da 5G çalışmaları ilk kez 2008’de Güney
Kore’de başladı. Ardından İngiltere, ABD, Japonya,
Çin, Almanya, Fransa, Hindistan, İsrail, Singapur,
Rusya, İsveç, İsviçre ve Tunus geldi. Bu listeye neden Türkiye girmesin?
500 milyon Doların çok
altında bir gelir için 12-13
milyar Dolar yatırım yapmak
mantıklı görünmüyor.
Hatta bu teknolojinin
sadece 2 yıl gibi kısa bir
süre kullanılması da hiçbir
şekilde yapılan yatırımın
maliyetinin çıkarılamayacağı
anlamına gelir.
Bu basitçe özetlemeye çalıştığımız analiz bile,
Erdoğan’ın 4G çıkışının temelinin ne kadar sağlam
olduğunu gösteriyor. Peki, Erdoğan başka ne diyor?
Erdoğan, bu noktada aslında yeni Türkiye’nin ekonomik vizyonunun mesajlarını metin altında veriyor.
5G’yi biz geliştirelim, 4G’yi pas geçelim bu sürede
ar-ge çalışmaları yapalım ve 5G teknolojisine yönelik çalışmalar yapalım.
Bu teklif aslında Türkiye’nin yeni dönemde yapması gereken teknoloji yoğun, katma değeri yüksek
ürünlere geçişin mantalitesini ortaya koyuyor. Yapılan bütün çalışmalar 2025 yılında en çok getiri sağlayacak ve gelişecek sektörün mobil iletişim sektörü
olduğunu gösteriyor.
İşte size çarpıcı bir örnek; 3G ve 4G için CDMA patentini elinde tutan Qualcomm firmasının 2014’teki
toplam geliri 26,49 milyar USD, toplam karı 9,987
milyar USD, Toplam Lisans Bedeli ise 7,69 milyar
USD (Toplam karın % 77’si herhangi bir üretim yapmadan elde edilmiştir.)
Türkiye’nin bu yarışta yerini alabilmesi açısından
5G’nin hem simgesel hem de ekonomik bir önemi
var, olaya bu açıdan bakmak lazım. Bu açıdan bakarsanız Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı daha iyi anlarsınız. Yani ortada bir “4G Vetosu” değil, bir vizyonun
manifestosu var.
Ülkesini küçümseyen ve gerçeği(!) Batı’da arayanlar
için de Batı’dan bir örnekle onları da tatmin edelim. Dünya’nın en büyük teknoloji şirketlerinden birisi olan Ericsson’un CEO’su Hans Vestberg 2015
Ocak ayında Barcelona’da düzenlenen Mobile
World Congress’te şöyle diyor: “4G’yi unutun. Ne
varsa 5G’de var.”
HAZİRAN 2015
103
Ramazan Ayının Ruhu ve Syaset
Prof. Dr. Talp Özdeş
Türkye-Suud Arabstan İşbrlğ
Çalıştayı
SDE Haber
Çn Komünst
Parts Heyet’nn SDE Zyaret
SDE Haber
Kuveytl Gazeteclern SDE Zyaret
SDE Haber
GENEL
RAMAZAN AYININ RUHU
VE SiYASET
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
Toplum tarafından yönetim görevi
kendilerine tevdi edilenlerin de
ehliyet şartına riayet etmeleri, devlet
görevlerini doğruluk ve dürüstlük
başta olmak üzere ahlaki erdemlere,
görevin gerektirdiği bilgi, beceri
ve donanıma sahip olanlara tevdi
etmeleri işin tabiatı gereğidir. Allah,
iktidarı elinde tutanlara yönetim
konusunda adaletle hükmetmelerini
emrederken, ayrıca idare konusunda
istişare etmelerini de emretmektedir.
Bu emir, yönetim mekanizmasının
başında olanların devlet görevlerini
birilerine tevdi ederken, özellikle de
danışmanlarını seçerken çok dikkatli
olmalarını gerektirmektedir.
106
HAZİRAN 2015
M
Dn amaçlarla hzmet çn yola çıktığını dda eden hareketlern, mümnler terk ederek, hatta onlara sırtını
dönerek başkalarını dost ednme lüksü olamaz. Müslüman br toplumda gerek ktdarda olanların, gerek muhalefet
zemnnde bulunanların düşünce, nyet ve eylemlernde adalet, emanet, hakkanyet, doğruluk, dürüstlük,
kardeşlk, dayanışma gb İslam’ın öne çıkardığı temel değerler ve prensplerle çelşkye düşmemeler; ümmetn
ortak ruhuna, brlğne ve maslahatına zarar verecek durumların çersne grmemeler gerekmektedr.
übarek Üç Aylar’ın içerisindeyiz. Başlangıcı rahmet, ortası mağfiret, sonu günahlardan arınma
ve kurtuluş olan bir Ramazanı daha idrak etmek üzereyiz. Bu Üç Aylar’ı ve Ramazanı önemli kılan,
ülkemizin kaderini ve geleceğini belirleyecek, belki de
önemli bir dönüm noktası olabilecek bir seçim dönemine isabet etmesi. Bir taraftan içerisinde Ramazanın
ve Kadir gecesinin de bulunduğu ruhlara huzur veren,
şeytani düşüncelere ve sınır tanımayan ihtiraslara manevi zincirlerin vurulduğu mübarek ayları idrak ediyor
olmanın heyecanını hissederken, ne yazık ki diğer taraftan ihtirasların, sınır tanımamazlıkların, dezenformasyonun, ithamların, suçlamaların, hakaretlerin, gerginlik
ve kavgaların damgasını vurduğu bir seçim atmosferini
solumanın sıkıntı ve stresini yaşamaktayız. Üç Aylar ve
mübarek Ramazanı idrak etmek, sadece kandil ve kutlama mesajlarının çekildiği, ibadetlerin özünü ve ruhunu
kaybedip şekilsel boyutunun öne çıktığı aylar olmanın
ötesinde bir durumdur. Siyasi ve sosyal platformlarda
sıklıkla kullanılmalarına rağmen, İslami kavram ve şiarların ciddi bir anlam erozyonuna maruz kaldıklarına
şahitlik etmekteyiz.
sında olma bilinci ortadan kalktığında, namaz, oruç
ve bütün ibadetler, insanın manevi tekamülünü gerçekleştiremeyen şekli (formel) uygulamalar olmanın
ötesinde bir anlam ifade etmeyecektir. Kur’an’da,
mü’min olduğunu iddia edenler için “Ey iman edenler! İman edin...!”2 ayeti, bu gerçeğe işaret etmektedir. Üç Aylar ve Ramazan, Müslüman birey, grup
ve toplumlar için Kur’an ve Sünnet doğrultusunda
kendini sorgulamaya, nefsi arındırmaya, iradeyi
güçlendirmeye, batılla arasında mesafe koymaya,
kardeşlik, sevgi ve dayanışma ruhunu güçlendirmeye, ümmetin ve insanlığın ıstırap ve problemleri karşısında duyarlıkları artırmaya vesile olmalıdır.
Çünkü Kainatı ve insanı yaratan, bir Ramazan ayında insanlığın hidayet ve kurtuluşu için Kur’an’ı indiren Allah, O’na ve Kur’an’a iman eden müminlerin
bütün insanlık için şahitler olmalarını istemektedir.3
İnsanlık için şahitler olma misyonu, dinin bireysel
alanda içtenlik ve samimiyetle yaşanması yanında,
özellikle toplumsal zihniyet alanına hitap edecek şekilde kolektif bir bilinç ve temsil durumunun olmasını
gerektirir.
İslam’ın öne çıkardığı insani ve ahlaki erdemleri, ilke ve
prensipleri gerek bireysel gerekse sosyal anlamda hayata intikal ettirmedikçe bu mübarek ayları idrak etmiş
olamayız. Ülke ve millet olarak iyi hasletlerimizle, siyasi,
iktisadi, hukuki ve sosyal düzenimizle, insan hak ve hukukunun gözetilip muhafaza edilmesiyle ne derecede
insanlığa örnek bir durumda olduğumuzun sorgulanması gerekir. Üç Aylar’ı ve Ramazanı mübarek kılan
şey, “huden li’n-nas” olarak insanlara yol gösteren,
hakkı batıldan ayıran Kur’an’ın, Allah’ın peygamberlerin sonuncusu olarak insanlar arasından seçtiği Hz.
Muhammed’e indirilmiş olmasıdır.1 İlahi mesaj açısından hak-batıl ayırımı son derece önemlidir. Mü’min bir
birey veya grubun, kimden ve nereden gelirse gelsin,
hangi gerekçeler üretilirse üretilsin batılın yanında taraf
tutma mazereti olamaz. Hakkın yanında, batılın karşı-
İslam tarihine göz attığımızda, Müslüman toplumların ibadetler, dini gelenekler ve bireysel ahlak
konusunda eksiklik ve zaaflarıyla beraber belirli bir olgunluğa ulaşmalarına rağmen, Kur’an ve
Sünnet’in öne çıkardığı İslami değerlerin toplumsal
alana, özellikle de siyasi alana intikal ettirilmesinde
başlangıçtan beri ciddi sıkıntılar yaşandığı bir vakıadır. Oruç, namaz ve infak konusunda hassasiyet
gösteren birçok mümin için bile Ramazan, ciddi
bir nefis muhasebesinin yapıldığı; sahip olunan fikir ve zihniyetlerin, hayata intikal eden eylemlerin,
müminlerin kendi aralarında ve başkaları ile kurulan
bağlantıların yeterince kritik edilip gözden geçirildiği bir dönem olamamaktadır. Ortak akla, vicdana,
sağduyuya ve bunlar üzerine oturan evrensel insani
tecrübelere uygun olduğu kadar, hak dinin özüne
de uygun olarak yapılan, ilim, irfan, ahlak ve hukuk
merkezli bir siyasetle; dini, ahlakı ve hukuku araçsallaştıran, grup menfaatlerini ve politik çıkarları
merkeze yerleştiren bir siyaset aynı şeyler değildir.
İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren siyaset anlayışında, organizasyonunda ve sistemleştirilmesinde birbirine muhalif ve alternatif iki çizgi hakimiyet
mücadelesi vermiştir: İnsanlığın hidayeti için gönderilen ilahi mesajın öne çıkardığı, evrensel mahiyetteki ahlak ve hukuk temelleri üzerine yükselen ilke ve
prensipleri esas alan çizgi; diğeri ise ilkeler yerine
kabile, aşiret, etnik yapı, asabiye ve grup menfaatlerini öne çıkaran çizgi. İlahi vahyin, sağduyunun,
akıl ve vicdanın öne çıkardığı ilke ve prensipleri esas
alan çizgi, yönetim erkinin kimin veya kimlerin uhdesine verileceği konusunu toplumun/ümmetin özgür iradesine tevdi etmekte olup yönetimde adaleti,
açıklığı, şeffaflığı, kontrol edilebilirliği, şurayı, hesap
verilebilirliği teşvik ederken; ilkeler ve prensipler yerine nesneleri esas alan diğer çizgi kabile, aşiret,
etnik yapı, tarikat, mezhep vb. nesneler üzerinden
karizmatik liderlikleri, monarşik yapıları, saltanat ve
hanedanlıkları teşvik etmiş, dini nasslar söz konusu
zihniyet ve yapılar üzerinden yorumlanmış ve bir şekilde araçsallaştırılmıştır.
İslam, İslam öncesi Arap tarihinde sonu gelmez
kan davalarını, aşiret kavgalarını ilham eden, sayısız sefalet ve felakete sebebiyet veren ırkçılığı,
kavmiyetçiliği, kabileciliği ve aşiret davası gütmeyi
“cahiliye hamiyeti” (Cahiliyye fanatizmi) olarak isimlendirip yasaklarken,4 İslam tarihinde Şam valisi
Muaviye’nin Medine’de sahabenin oylarıyla (biat)
seçilen IV. Halife Hz. Ali’ye itaatsizlik etmesinin akabinde meydana gelen müessif olayların sonucunda kurulan Emevi saltanatı büyük ölçüde kabileci
çizgiyi temsil etmiş, kendisinden sonra Müslüman
toplumlarda ortaya çıkan devletler için model oluşturmuştur. Halbuki İslam’ın temel kaynağı Kur’an,
HAZİRAN 2015
107
şahıslar, liderler, aşiret ve kavim yerine, insanın bireysel iradesini muhatap alarak marifete, hikmet ve
doğru bilgiye dayalı ilkeleri öne çıkarır. Faydacılık
yerine doğruluğu, hakkaniyet ve adaleti öne çıkarır.
Emevi devlet geleneğinin yanında; siyasetin organizasyonunda ve teşkilatlanmada kabile, aşiret, cemaat, tarikat ve benzeri toplumsal yapılar üzerinden
tek bir lidere mutlak bağlılığı esas alan geleneksel
yapıların günümüz siyasetinde demokratikleşmenin
ve gelişmenin önündeki en büyük engellerden biri
olduğu kabul edilmelidir.
Yukarıda anlatılan tarihi arka plan, zihniyet ve geleneksel yapıların siyasi alana etkisinin yanında, 19.
yüzyıldan itibaren yoğun bir şekilde modernite ve
kapitalizm süreçlerinin etki alanına giren Müslüman
toplumlarda, ilahi vahyin öne çıkardığı değerlerin
sistemi belirleyecek ölçüde siyasi ve iktisadi alana intikal ettirilmesinde problemler yaşanmaktadır.
Bunun içindir ki, özellikle siyaset alanında kişiliklerin parçalandığına, helal-haram ayırımı konusunda
hassasiyetlerin erozyona maruz kaldığına, meşruiyet sınırlarının ortadan kalktığına şahit olmaktayız.
Siyaset alanının ilahi vahyin ortaya koyduğu temel
değerlerden, ilke ve prensiplerden hareketle organize edilip sistemleştirilmesindeki bilinç ve tasavvur
eksikliği, insanlığın bu alanlarda geliştirdiği beşeri
birikim ve tecrübelerin de dikkatle analiz edilip içselleştirilmesinde yaşanan başarısızlık ve yetersizlikleri beraberinde getirmektedir. Bunun sonucunda, gayr-i müslim toplumların kendi tarihi ve kültürel birikimlerinden, medeniyet tasavvurlarından,
sosyo-politik ve ekonomik şartlarından hareketle
geliştirdikleri sistemler ve yapılar, ideolojik tutum ve
yaklaşımların da devreye girmesiyle ya doğrudan
taklit edilme yönüne gidilmiş veya da külliyen reddedilmiştir. Ancak şu var ki, siyasi ve iktisadi sistemin belirli değerlere oturtulması ve organizasyonu
noktasında ne başkalarının geliştirdikleri tecrübeleri ucuz ve kolay bir yolla körü körüne taklit etmeyi
esas alan, ilahi mesajı devre dışı bırakan laikçi zihniyet ve tutumlar, ne de söz konusu tecrübeleri şirk
kategorisine oturtup yargılayarak külliyen reddeden,
din adına geleneksel yapıları körü körüne savunan
radikal tutumlar Müslüman toplumları nesne konumundan özne konumuna taşıyamamış, İslam ülkelerine karşı sömürge siyaseti izleyenlerin inisiyatif ve
etki alanının dışına çıkaramamıştır. Bugün özellikle
siyasi alanda kendisini hissettiren, ülkemizin birlik
108
HAZİRAN 2015
ve beraberliğini tehdit eden, emperyalizmin ülkemiz
üzerindeki hain planlarına imkan veren etnik temelli
problemlerimiz, bir zamanlar siyasette izlenen laikçi
zihniyet ve tutumların neden olduğu problemlerdir.
yasetin sistemleştirilmesinde ve organizasyonunda
temele konulmasıdır. Allah Kur’an’da müminlerden
emanetlerin ehillerine verilmesini, hükmedince adaletle hükmedilmesini istemektedir:
Günümüzün İslam dünyasında iç ve dış dinamiklerin etkisiyle dine yöneliş temayüllerinin artmasının yanında, Batı tarafından yaklaşık yüz elli yıldan
beri İslam dünyasına yönelik sömürü politikaları,
11 Eylül hadisesinin akabinde ABD ve müttefikleri
tarafından Afganistan ve Irak’ın işgali ve söz konusu işgalin ortaya çıkardığı hazin tablo, Selefilik adı
verilen ve dine ideolojik-politik yaklaşan hareketlerin yaygınlaşmasına neden olmuştur. İnanç ve fikir
planında bu hareketlerin ortak noktası, bütün beşeri
sistemleri şirk kategorisi içerisinde değerlendirmeleridir. Demokrasiyi de şirk olarak gören bu telakki,
Müslümanların ilahi vahiy, akıl ve doğru bilginin ışığı
altında insanlığın tecrübelerine açılım yapmalarının
önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Kendi siyasal ideolojisinin dışında kalan Müslümanları müşrik
olarak değerlendirip kanını ve malını caiz gören bu
zihniyet, ümmetin birlik ve beraberliğine, istikrarına,
Müslümanların kardeşliğine ciddi zararlar vermekte,
dünyadaki birtakım güç merkezleri tarafından üretilerek maniple edilen İslamafobiayı güçlendirmekte, İslam’ı terörle özdeşleştirerek mahkûm etmeye
çalışanların ekmeğine yağ sürmektedir. Halbuki
Ehl-i Kıble’yi tekfir etmenin, masum insanların mal
ve canlarının caiz görülmesi gibi dinin zulüm olarak
değerlendirdiği düşünce ve eylemlerin İslam’ın ruhu
ve mesajı ile bağdaşması mümkün değildir.
“Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar
güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici,
her şeyi görücüdür.
İslam’ın temel kaynakları açısından bakıldığında,
gökte Allah tarafından ana hatları ve bütün detaylarıyla belirlenmiş sistematik anlamda siyasal bir
sistemin mevcudiyetini kabul edip bunu Kur’an’da
aramanın; bütün beşeri sistemleri şirk, o sistemin
çerçevesi içerisinde yaşayanları da müşrik olarak
damgalamanın ütopya olmanın dışında bir gerçekliği yoktur. Allah’ın insanlığa yol gösterici olarak
gönderdiği Kur’an’da siyasete temel olacak imani,
ahlaki ve hukuki değerler vazedilirken, siyasetin
organize edilip sistemleştirilmesi insan aklına ve
tecrübesine tevdi edilmiştir. Kur’an’da sistematik
anlamda bir siyasal sistemin aranması, yanlış ve
ütopik bir Kur’an tasavvurundan kaynaklanmaktadır. Dinin müminlerden istediği şey, sistematik bir
siyasal sistemin Kur’an’da aranması değil, ilahi vahyin öne çıkardığı değerlerin, ilke ve prensiplerin si-
Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e
ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de itaat edin.
Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a
ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve
Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin);
bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha
güzeldir”.5
Yukarıdaki iki ayetin bağlamı, siyak ve sibakı beraberce dikkate alındığında, birinci ayette geçen
emanetten kastedilen şeyin yönetim görevi, yani siyasi erk olduğu anlaşılmaktadır. Yani Allah müminlerden (Müslüman toplumdan) yönetme emanetini
ehil olanlara vermelerini istemektedir. Bu emaneti
ehil olana/olanlara verecek olan toplumdur. Kendisine yönetim emanetinin tevdi edildiği kimselere
gelince, karar ve icraatlarında adil olmaları istenmektedir. Emanetin ehillerine verilip adaletle hükmedilmesi, yönetimin kontrol edilip denetlenmesi
işinin, yöneticileri seçme konusunda toplum (halk)
iradesinin devre dışı bırakılıp itibar edilmediği saltanat, sultanlık, krallık gibi sistemlerde hakkıyla yerine getirilmesi mümkün değildir. Aslında toplumun
seçmediği lidere mutlak itaati esas alan söz konusu
sistemler kolaylıkla totaliterliğe ve diktatörlüğe kayabilirler. Bu yönden siyasal sistemlerin demokratikleşmesi, hukukun üstünlüğünün, insan hak ve
hürriyetlerinin ikame edilmesi açısından ilahi vahyin
(Kur’an’ın ve sahih Sünnet’in) özüne ve yöntemine
daha uygun gözükmektedir. İslam tarihinin başlangıcından günümüze gelinceye kadar siyasi tarihimizi gözden geçirirken, yapılacak değerlendirmelerin
taklitçilik hastalığına düşmeden ilkeler ve prensipler
üzerinden yapılması fevkalade önemlidir. Tarihten
ibret almak, geçmiş tarihi aynen bugüne getirmeye
çalışmak değildir.
Aslında beşer eliyle oluşturulan hiçbir sistem mutlak ve mükemmel olmayacaktır. Ancak şu var ki,
demokratikleşmedeki süreklilik, yönetimin açık,
şeffaf ve kontrol edilebilir olması, yönetimde hesap
verilebilirlik ilkesinin hayata geçirilmesi birtakım yanlışlık, keyfilik ve eksikliklerin zamanla giderilmesine,
sistemin ileriye doğru dönüştürülüp yenilenmesine
imkan verir. Yönetim konusundaki ehliyete gelince,
bunun başlıca iki boyutu vardır: Emaneti hakkıyla
yerine getirebilecek imani ve ahlaki değerlere, insani
erdemlere sahip olmak, yüklendiği görevin icrası için
gereken bilgi, beceri ve tecrübelere sahip olmak.
Yöneticilerin olduğu kadar, Allah’ın emaneti ehline
verme sorumluluğunu üzerine yüklediği toplumun
da bu görevi hakkıyla yerine getirebilecek akli ve
ruhi donanıma sahip olması önemlidir. İkinci ayette
Allah’a, Resulü’ne ve yöneticilere (ulu’l-emr’e) itaat edilmesi istenirken, mutlak itaatin Allah’a olduğunun bilincinde olmak gerekir. Çünkü yönetenler
ve yönetilenler dahil müminlerin arasında bir ihtilaf
ve çekişme zuhur ettiğinde, konunun ulu’l-emr zikredilmeksizin doğrudan Allah’a ve Resulü’ne; yani
ilahi vahye arz edilmesi istenmektedir. Ayetteki bu
üslup ve vurgu, ulu’l-emr’e yapılacak itaatin mutlak
değil, adalet ve hukukun çerçevesi içerisinde kalınması şartına bağlı olduğunu gösterir. I. Halife Hz.
Ebubekir’in halife seçildiğinde Medine’deki ashaba
yaptığı konuşma, bunun en açık göstergesidir.6
HAZİRAN 2015
109
Toplum tarafından yönetim görevi kendilerine tevdi
edilenlerin de ehliyet şartına riayet etmeleri, devlet
görevlerini doğruluk ve dürüstlük başta olmak üzere ahlaki erdemlere, görevin gerektirdiği bilgi, beceri
ve donanıma sahip olanlara tevdi etmeleri işin tabiatı gereğidir. Allah, iktidarı elinde tutanlara yönetim konusunda adaletle hükmetmelerini emrederken, ayrıca idare konusunda istişare etmelerini7 de
emretmektedir. Bu emir, yönetim mekanizmasının
başında olanların devlet görevlerini birilerine tevdi
ederken, özellikle de danışmanlarını seçerken çok
dikkatli olmalarını gerektirmektedir. Maalesef, Müslüman toplumların siyaset anlayışı ve uygulamalarında, istisnalar hariç, Emevi döneminden itibaren
bu danışma (istişare) konusunun ilahi vahyin amacına uygun olarak ideal anlamda yerine getirildiğini
söylemek zor gözüküyor. Saltanatı elinde tutanların,
istişare konusunu “dostlar alışverişte görsün!” mantığı ile uyguladıkları bir vakıadır.
Müslüman bir toplumda siyaset yapmak herkesin hakkıdır. Ancak bunun meşru zeminde “iyilikte
yarışmak” esası üzerinden yapılması gerekir. Çok
partili demokratik bir sistemde, gerek iktidar elde
etmeye gerekse muhalefet yapmaya matuf yapılacak siyasetin belirli bir raconu vardır. Siyasetin açık
olması, siyasal sistemin toplum tarafından kabul
edilen kriterlerine göre yapılması, hukuka ve ahlaki
değerlere uygun olması gerekir. Cemaat veya tarikat gibi kendisine özgü örgütlenme modeline sahip,
Allah yolunda ülkeye, ümmete ve insanlığa karşılıksız hizmet etmeyi hedeflemesi gereken hareketlerin
kurumsal yapılarıyla politikaya soyunarak siyasal bir
parti gibi hareket etmesi, cemaatçilik veya tarikatçılık üzerinden doğru-yanlış, helal-haram, ahlaki-ahlak dışı ayırımı yapmaksızın her türlü vasıtayı devreye sokup devlet içerisinde derin yapılar oluşturmaya
ve iktidar elde etmeye çalışması hiçbir şekilde kabul
edilemez. Hele grup çıkarlarından hareketle iktidar
elde etmek için ümmetin maslahatını, müminlerin
kardeşliğini, ülke ve milletin çıkarlarını hesaba katmaksızın iç ve dış şer güçlerle ittifaklara gitmenin,
uluslararası mihraklarla işbirliğine giderek milletin
geleceğini ipotek altına almaya çalışan birilerinin
komplo planlarına alet olmanın iyi niyetle ve Müslümanlıkla izah edilebilecek bir tarafı olamaz. Fitne ve
tefrika oluşturacak bu tip girişimler, hükümet karşıtlığını da aşarak ülkenin, milletin ve devletin varlığına
yönelik bir tehdit haline dönüşebilir.
110
HAZİRAN 2015
Dini amaçlarla hizmet için yola çıktığını iddia eden
hareketlerin, müminleri terk ederek, hatta onlara sırtını dönerek başkalarını dost edinme lüksü olamaz.
Müslüman bir toplumda gerek iktidarda olanların,
gerek muhalefet zemininde bulunanların düşünce,
niyet ve eylemlerinde adalet, emanet, hakkaniyet,
doğruluk, dürüstlük, kardeşlik, dayanışma gibi
İslam’ın öne çıkardığı temel değerler ve prensiplerle
çelişkiye düşmemeleri; ümmetin ortak ruhuna, birliğine ve maslahatına zarar verecek durumların içerisine girmemeleri gerekmektedir.
haber
Türkiye-Suudi Arabistan İşbirliği Çalıştayı
İnşallah içerisinde bulunduğumuz mübarek aylar ve
idrak edeceğimiz Ramazan, Allah’ın tarih boyunca
insanlığa gönderdiği ilahi vahiy ve mesajların özünü
muhafaza eden Kur’an’ı ve onu bize ulaştıran, büyük ahlak örneği (üsve-i hasene) rahmet Peygamber’ini anlamamıza, arınmamıza, ümmet ruhu ve
bilinci içerisinde birbirimizi sevip bütünleşmemize,
dayanışmamıza, ülkemiz ve İslam dünyası olarak
içerisinde bulunduğumuz olumsuz durumlardan
kurtuluşumuza vesile olur.
Dipnotlar
1
“O Ramazan ayı ki, insanları irşat için, hak ile batılı ayırt
eden, hidayet ve deliller halinde bulunan Kur’an onda indirilmiştir”. (Bakara, 2/185)
2
Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine
indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin!”
(Nisa, 4/4)
3
Bakara 2/143; Hacc 22/78
4
“Hani inkar edenler kalplerine hamiyeti, hamiyyete’lcahiliyye’yi (cahiliye taassubunu) yerleştirmişlerdi. Allah
ise, Peygamberine ve inananlara huzur ve güvenini indirmiş ve onların takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını sağlamıştı. Zaten onlar buna layık ve ehil
idiler. Allah, her şeyi hakkıyla bilmektedir”. (Fetih, 48/26)
5
Nisa, 4/58-59
6
“Ey insanlar! Sizin içinizde en iyiniz olmamama rağmen sizin başkanınız olarak seçilmiş bulunuyorum. Bu
durumda şayet ben iyi olarak hareket edecek olursam
bana yardım ediniz. Şayet kötü hareket ve davranışta
bulunursam beni doğrultunuz… Şimdi sizin içinizde zayıf olan (mazlum ve zulme uğramış) kimse, onun namına
hakkını alıncaya kadar benim nazarımda kuvvetlidir. Sizin
içinizde başkalarına zulmeden kimse, mazlumun hakkını
ondan alıp koparıncaya kadar benim nazarımda zayıftır… Ben Allah’a ve Resulüne itaat ettiğim müddetçe siz
de bana itaat ediniz. Allah’a ve Resulüne isyan edersem,
artık bana hiçbir surette itaat etmeniz gerekmez…” (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ,
I-II, İmaj İç ve Dış Tic. A. Ş., Ankara 2003, C. II, s. 1112
7
Âli İmran, 3/159; Şûra, 42/38
Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde 14.05.2015 Perşembe
günü Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin değerlendirildiği bir çalıştay düzenlendi. Çalıştaya SDE Başkanı Prof.
Dr. Birol Akgün, SDE Onursal Başkanı Prof. Dr. Yasin
Aktay, SDE Uzmanları ve Suudi Arabistan’dan ve diğer
Arap ülkelerinden gelen konuklar katıldı.
Çalıştayın açılış konuşması, SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün tarafından yapıldı. Açılış konuşmasından sonra Suudi Arabistan’da İslam İşbirliği Teşkilatı nezdinde
Türkiye Daimi Temsilcisi olan Salih Mutlu Şen, TürkiyeSuudi Arabistan ilişkilerinin dünü ve bugünü hakkında
değerlendirmelerde bulundu. Daha sonra söz alan SDE
Onursal Başkanı ve AK Parti Dış İlişkilerden Sorumlu
Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Yasin Aktay, Türkiye-Suudi Arabistan ikili ilişkilerindeki fırsatlardan, zorluklardan ve geliştirilmesi gereken alanlardan bahsetti.
Suudi Arabistan’da kısa süre önce kralın değiştiğini, bu
durumun da iki ülke için bir fırsat olduğunu dile getirdi.
Türkiye’nin 2002 sonrası dönemde oluşturduğu, böl-
geye dönük politikaların, AK Parti ve Erdoğan algısının,
Arap dünyası için ne kadar önemli olduğuna vurgu yaptı.
Açılış konuşmalarından sonra söz alan Suudi Arabistan
ve diğer Arap ülkelerinden gelen katılımcılar ise genel
olarak; Türkiye-Suudi Arabistan arasındaki ekonomik ve
siyasi ilişkilerin geliştirilmesi konusunda görüş bildirdiler.
Çalıştayda, Orta Doğu ve Körfez Bölgesi’ndeki ülkelerin Türkiye-Suudi Arabistan ilişkileri açısından konumu,
iki ülkenin sorunları ve geliştirilmeye açık alanları üzerinden değerlendirmeler ve tespitler yapıldı. Bu bağlamda
İran’ın genişlemeci politikalarının, Suriye, Irak, Libya ve
Yemen’deki siyasi istikrarsızlığın, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkileri açısından hayati öneme sahip olduğu belirtildi. Çalıştaydan çıkan önemli bir diğer tespit ise, iki ülke
arasında koordinasyonu sağlamak, daha verimli çalışabilmek için oluşturulması gereken “Yüksek Düzeyli Stratejik
İşbirliği”dir. Böylelikle iki ülkeyi de ilgilendiren konularda
daha net bir tavır ortaya konulabilecektir.
Çalıştay, SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün katılımcılara teşekkür etmesi ile sona erdi.
HAZİRAN 2015
111
haber
Çin Komünist
Partisi Heyeti’nin
SDE Ziyareti
Kuveytli
Gazetecilerin
SDE Ziyareti
Çin Halk Cumhuriyeti’nin Türkiye Büyükelçisi, Çin Komünist Partisi Merkezi Okulu Başkan Yardımcısı ve Çin Komünist Partisi Dış İlişkiler Bakanlığı Avrupa Bürosu Genel
Müdür Yardımcısı’nın da aralarında bulunduğu Çin Halk
Cumhuriyeti heyeti 13.05.2015 Çarşamba günü Stratejik
Düşünce Enstitüsü’nü ziyaret etti.
Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Enformasyon Daire Başkanlığı ile Kamu Diplomasisi
Koordinatörlüğü’nün işbirliğinde Türkiye’ye gelen, Kuveytli bazı medya kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan
basın heyeti, 12.05.2015 Salı günü Stratejik Düşünce
Enstitüsü’nü ziyaret etti.
SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün başkanlığında gerçekleşen toplantıda Türkiye - Çin Halk Cumhuriyeti ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulunuldu.
Bu kapsamda, SDE Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler
Programı Koordinatörü Doç. Dr. Mehmet Şahin’in başkanlığında gazetecilerle bir toplantı gerçekleştirildi.
Ziyaret kapsamında iki ülke arasındaki ilişkilerin güçlendirilmesi hususuna vurgu yapılarak, işbirliği alanlarının
genişletilmesi gerekliliğine değinildi. Hem Türkiye’nin
hem de Çin’in iki eski kadim medeniyet olduğunu ve aramızdaki dostane ilişkilerin iki bin yıl öncesine dayandığını
belirten Çin Halk Cumhuriyeti yetkilileri, Çin ve Türkiye
arasındaki tarihi ticaret yollarının açılmasının yeni ekonomik imkanları da beraberinde getireceğini belirttiler.
Toplantıda iki ülke arasında ilişkilerin ortaklıklar ile geliştirilmesi gerekliliği vurgulandı.
Toplantıda kendisine yöneltilen sorulara cevap veren
Doç. Dr. Mehmet Şahin; Arap dünyası ve Orta Doğu’daki sorunlara ilişkin değerlendirmelerde bulunmuştur. Ayrıca Türkiye’nin, Orta Doğu ve Arap dünyasına
yönelik politikalarından bahsetmiştir. Özellikle; Suriye,
Mısır ve İsrail’de yaşanan insanlık dramlarına sadece
Türkiye’nin tepki gösterdiğini belirten Doç. Dr. Mehmet
Şahin, Türkiye’nin her zaman mazlum halkların yanında
olacağını belirtmiştir. Toplantıda ayrıca Türkiye’nin, Arap
dünyasıyla ticaretinin arttığı ancak bunun yeterli olmadığı ifade edilmiştir. Kuveytli basın mensupları ise, özellikle
ekonomik kalkınma konusunda Türkiye’yi takdir ettiklerini
ifade etmişlerdir.
İki ülke ilişkilerinin geliştirilmesinde resmi makamlar dışında Stratejik Düşünce Enstitüsü gibi düşünce kuruluşlarına ve sivil toplum örgütlerine büyük iş düştüğünü belirten
heyet, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bu tarz oluşumlara önem
verdiklerini ifade etti. Ziyaret sonrasında memnuniyetlerini
dile getiren heyete, Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün dergi, kitap, analiz ve raporları hediye edildi.
112
HAZİRAN 2015
Ziyaret sonrasında misafirlere, Stratejik Düşünce
Enstitüsü’nün çıkardığı dergi, kitap, analiz ve raporlar hediye edilmiştir.
Download