Untitled - Dokuz Eylül Üniversitesi

advertisement
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ
Cilt 2, Sayı 3, Haziran 2013 Dokuz Eylül Üniversitesi Yayınları
ISSN: 2147-4958
ISSN-e: 2147-4419
Derginin sahibi:
Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi adına
Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR
Sorumlu Müdür:
Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR
Editörler:
Doç. Dr. Yeşim BAŞARIR
Yrd. Doç. Dr. Esra ÇOKER
Yönetim Yeri:
Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi,
Tınaztepe Yerleşkesi, Buca, İZMİR
Tel : (232) 301 7902
Faks : (232) 453 9093
e-posta: deuedebiyat.dergi@gmail.com
http://web.deu.edu.tr/edebiyat.dergi/
Yayın Türü:
Akademik Hakemli Dergi
Niteliği:
Bilimsel Süreli Yayın.
6 ayda bir yayınlanır.
Basım Yeri:
Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlük Matbaası
ISSN 2147-4958
ISSN-e 2147-4419
© DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
Edebiyat Fakültesi
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ
Hakemli Dergi
Cilt 2, Sayı 3, Haziran, 2013
Editörler
Doç. Dr. Yeşim BAŞARIR
Yrd. Doç. Dr. Esra ÇOKER
Dergi Yayın Komisyonu
Doç. Dr. Yeşim BAŞARIR
Yrd. Doç. Dr. Esra ÇOKER
Yrd. Doç. Dr. Kurtul GÜLENÇ
Öğr. Gör. Dr. Özgün KOŞANER (Web Editörü)
Öğr. Gör. İlker SEVER (Dizgi)
Araş. Gör. Dr. Ece SAATÇIOĞLU (Dergi Sekretarya)
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Binnur GÜRLER
Prof. Dr. Gülmira KURUOĞLU
Prof. Dr. Abbas TÜRNÜKLÜ
Doç. Dr. Yeşim BAŞARIR
Doç. Dr. Hülya KAYA
Yrd. Doç. Dr. Esra ÇOKER
Yrd. Doç. Dr. Bilgin ÇELİK
Yrd. Doç. Dr. Kurtul GÜLENÇ
Araş. Gör. Dr. Ece SAATÇIOĞLU (Raportör)
Sayı Hakem Kurulu
Prof. Dr. Mehmet AKGÜN (Pamukkale Üniversitesi)
Prof. Dr. Serpil ALTUNTEK (Süleyman Demirel Üniversitesi)
Prof. Dr. Kubilay AYSEVENER (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Kurtuluş DİNÇER (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Dilek DİRENÇ (Ege Üniversitesi)
Prof. Dr. Hüsnü DOKAK (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Rüstem ERKAN (Dicle Üniversitesi)
Prof. Dr. Nurten GÖKALP (Gazi Üniversitesi)
Prof. Dr. Ali GÜLTEKİN (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi)
Prof. Dr. Nevzat KAYA (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Eti AKYÜZ LEVİ (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Azize ÖZGÜVEN (Yeni Yüzyıl Üniversitesi)
Doç. Dr. Yeşim BAŞARIR (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR (Yıldırım Beyazıt Üniversitesi)
Doç. Dr. İbrahim KAYA (Dumlupınar Üniversitesi)
Doç. Dr. Suat KOLUKIRIK (Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi)
Doç. Dr. Bayram ÜNAL (Niğde Üniversitesi)
Doç. Dr. Zeynep YASA YAMAN (Hacettepe Üniversitesi)
Doç. Dr. Özkan YILDIZ (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Doç. Dr. Hayat ZENGİN (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Reyhan DEMİR BAĞATIR (Adnan Menderes Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Fatih BALCI (Çanakkale 18 Mart Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Nuray ÖNDER (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Esra SAHTİYANCI ÖZTARHAN (Ege Üniversitesi)
Yayın Danışma Kurulu
Prof. Dr. Abbas TÜRNÜKLÜ (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Adnan DİLER (Muğla Üniversitesi)
Prof. Dr. Ali GÜLTEKİN (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi)
Prof. Dr. Ayfer ÖZÇELİK (Pamukkale Üniversitesi)
Prof. Dr. Ayşen SAVAŞ (Ortadoğu Teknik Üniversitesi)
Prof. Dr. Azize ÖZGÜVEN (Yeni Yüzyıl Üniversitesi)
Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Binnur GÜRLER (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Burhan VARKIVANÇ (Akdeniz Üniversitesi)
Prof. Dr. Dilek DİRENÇ (Ege Üniversitesi)
Prof. Dr. Dursun ZENGİN (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Gülmira KURUOĞLU (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Gülperi SERT (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Günseli İŞÇİ (Yeni Yüzyıl Üniversitesi)
Prof. Dr. Harun TAŞKIRAN (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Hüseyin Gazi TOPDEMİR (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. İclâl ERGENÇ (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Işıl ÖZYILDIRIM (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. İsmail İŞÇEN (Mersin Üniversitesi)
Prof. Dr. Kubilay AYSEVENER (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Lütfiye OKTAR (İzmir Ekonomi Üniversitesi)
Prof. Dr. Mehmet Akif ERDOĞRU (Ege Üniversitesi)
Prof. Dr. Melek GÖREGENLİ (Ege Üniversitesi)
Prof. Dr. Mustafa ŞAHİN (Uludağ Üniversitesi)
Prof. Dr. Mustafa YILMAZ (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Nalan BÜYÜKKANTARCIOĞLU (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Nevzat KAYA (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Nuran ÖZYER (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Osman TOKLU (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Remzi YAĞCI (Dokuz Eylül Üniversitesi)
Prof. Dr. Rezzan SİLKÜ (Ege Üniversitesi)
Prof. Dr. Sevinç ÖZER (Çanakkale 18 Mart Üniversitesi)
Prof. Dr. Şebnem TOPLU (Ege Üniversitesi)
Prof. Dr. Tomur ATAGÖK
Prof. Dr. Turan GÖKÇE (İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi)
Doç. Dr. Levent AYSEVER (Dokuz Eylül Üniversitesi)
DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ
Edebiyat Fakültesi
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ
Cilt 2, Sayı 3, Haziran, 2013
İÇİNDEKİLER
Çocuk Kavramının Felsefi Antropoloji Alanında Ele Alınması
ve Mimari Çıkarımlar
Ebru GÜLLER
Avrupa’da Roma/Çingeneler Üzerine Sosyal Politikalar
Gül ÖZATEŞLER
1
13
Kış Günlüğü: Paul Auster’in Otobiyografisinde Bedenin Fenomenolojisi
ve Bedensel Algı Sorunu
Mehmet BÜYÜKTUNCAY
35
Sevgi Soysal ve Yenişehir’de Bir Öğle Vakti Romanından
Mimari/Kentsel Mekâna İlişkin Çıkarımlar
Nur ÇAĞLAR, Zeynep TUNA ULTAV ve Esin BOYACIOĞLU
61
Local People or Local Victims?: Amitav Ghosh’s The Hungry Tide
and Karen Tei Yamashita’s Through The Arc of Rain Forest
Önder ÇETİN
81
İşverenlerin Bakış Açısından Türkiye’de Kadın İstihdamı:
Bir Alan Araştırması
Özkan YILDIZ
95
Bir Söz Edimi Olarak Yargı Edimi
R. Levent AYSEVER
111
ÇEVİRİ:
Eski Kırgızlar
O. C. OSMONOV
Vefa KURBAN (Çev.)
147
GÜLLER, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Dokuz Eylül Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi
Cilt: 2 Sayı: 3 2013
ÇOCUK KAVRAMININ FELSEFİ ANTROPOLOJİ ALANINDA ELE ALINMASI
VE
MİMARİ ÇIKARIMLAR
Ebru GÜLLER*
ÖZET
Modern dünya geleceğini garantiye alabilmek için ekonomiyi merkeze almış, bütün
sistemlerini sürekli gelişim esasına dayanan doğrusal ilerleme paradigması altında tek bir
hedefte kilitlemiştir. Bu koşullar altında topluma düşen görev sistemin sürekliliğini
sağlayacak bireylerin yetiştirilmesidir. Kendini böyle bir sistem içinde bulan insan ise
zamanla kendi varlık tanımlamasından uzaklaşmıştır. İnsanı merkezden uzaklaştıran bu
yaklaşım, insanın yeniden kendi özüne dönerek kendi varlık yapısı ve niteliklerini gözden
geçirmesini zorunlu kılar. Bireylerin kişiliklerinin şekillendiği çocukluk dönemi, toplumun
gelecekteki niteliğinin temellerinin oluşturulması açısından önemlidir. Yeteneklerin
geliştirilmesi ve eğilimlerinin doğru yönlendirilebilmesi için insanı doğru tanımak, varlık
yapısı ve niteliklerini doğru kavramak gerekir. Bu nedenle çalışma kapsamında insana
bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşan felsefi antropoloji alanından yaklaşılmış, çocuk kavramı
bu alanda ele alınmıştır. Gelecekte varlık bütünlüğüne sahip bir insan için bugünün
çocuklarına nasıl bir çevre sunulması gerektiği üzerinde durulmuştur.
Anahtar Sözcükler: Felsefi Antropoloji, Takiyettin Mengüşoğlu, çocuk kavramı,
çocuk mekânları.
HANDLING THE CONCEPT OF CHILD IN THE FIELD OF PHILOSOPHICAL
ANTHROPOLOGY AND ARCHITECTURAL IMPLICATIONS
ABSTRACT
The modern world has taken economy in its center in order to ensure its own future
and has locked all of its systems to a single target under the paradigm of ‘linear progress’
based on the principle of ‘continuous improvement’. Under these circumstances, the duty that
falls on the society is to educate individuals, who would ensure the continuity of the system.
However, a person, who finds himself in such a system, moves away from identificating with
his own existence as time passes. While this approach takes a person away from the center, it
also requires a person to turn back to his essence and to review his own existential structure
and charactheristics. Since the childhood period shapes the personalities of individuals, this
*
Araş. Gör. Y. Mimar, Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü, ebru.guller@deu.edu.tr
1
ÇOCUK KAVRAMININ FELSEFİ ANTROPOLOJİ ALANINDA ELE ALINMASI VE MİMARİ ÇIKARIMLAR
period is important in the establishment of the foundations that would become the essence of
the future of society. It is necessary to truly recognize human beings and grasp their
existential structure and charactheristics to improve their skills and to correctly route their
tendencies. Therefore, within the scope of this study to approach human with a holistic
perspective, the concept of child is handled in the field of philosophical anthropology. For a
man of integrity how an environment should be provided to today’s children is focused on.
Keywords: Philosophical Anthropology, Takiyettin Mengüşoğlu, the concept of
child, children places.
Yapı yapma eylemi, insanın bilinçli yani düşünüp karar alarak, seçimleri
doğrultusunda tasarlayıp cisimlendirdiği bir süreçtir. İçinde yaşadığımız doğal ve yapılı çevre
biz farkında olsak da olmasak da bizi sürekli etkiler, davranışlarımızı, ruhsal durumumuzu
şekillendirir. Wilson Churchill bunu çok iyi ifade etmiştir: “Önce biz yapılarımızı
şekillendiriyoruz, daha sonra da onlar bizi şekillendiriyor” (Roth, 1993, s. 76). Dolayısıyla
mimar denilen kişi, yapının form-fonksiyon-strüktür organizasyonun kurgulanmasının
ötesinde yapının kullanıcısı üzerindeki, fiziksel, psikolojik, sosyal etkilerinin bilinciyle,
sunduğu yaşam modeli ve taşıdığı simgesel anlamları da dikkate almak durumundadır. Bu da,
tasarladığı yapının kullanıcısını, tasarımın amacını, vaatlerini, yapıdan beklenenleri ve
yapının kullanıcısına sunmak istediği olanakları çok iyi özümsemesiyle, öncelikle de
kullanıcısını çok iyi tanımasıyla mümkündür. Bu nedenle, çalışma kapsamında mimarlığın
merkezinde yer alan insan, insanın varlık bütünlüğünün temellerinin atıldığı çocukluk dönemi
ve insanın belkemiği olan çocuk kavramı, insana bütüncül bir bakış açısıyla yaklaşan Felsefi
Antropoloji alanında değerlendirilmiştir. Mevcut çocuk mekanlarının amaca uygunluğu
sorgulanmıştır. Bu değerlendirme yalnız mimarlar için değil herkes için kendi özüne dönerek
kendi varlık yapısı ve niteliklerini yeniden değerlendirdiği, içinde yaşadığı mekanları-çevreyi
bu bakış açısıyla bir kez daha yorumlayarak geleceğimiz ve de en kıymetli varlıklarımız olan
çocuklarımıza sağladığımız çevre üzerinde düşündüğü bir çalışma olarak ele alınmıştır.
Felsefi Antropoloji ve İnsan
Felsefi Antropoloji ve Takiyettin Mengüşoğlu
19. yüzyılın ikinci yarısında felsefe, insana, onun varlık yapısı ve niteliklerine, dünya
üzerindeki yerine yönelerek, hep daha ileriyi araştırırken kendini unutmak üzere olan insan
için, özünü yeniden hatırlayacağı bir araştırma alanı yaratmıştır. Felsefi antropoloji olarak
adlandırılan bu alan, temelinde insan olmak üzere, farklı teoriler altında gelişmiş, insanın
2
GÜLLER, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
organik yapısı, biosu, geist’ı, aklı, düşünmesi, zekası, hafızası, idrak alanı, instinkleri, itkileri,
hisleri üzerinde çalışılmıştır. Felsefi antropoloji kavramını Türkiye’de tanıtan ilk kişi
Takiyettin Mengüşoğlu’dur. Mengüşoğlu’na göre insana herhangi bir kavramdan hareketle
yaklaşmak yanıltıcıdır. İnsan, bilim tarafından uydurulmuş bir kavram değildir; o bütün
yapıp-etmeleriyle bir varlık alanı tanımlar. Bu nedenle felsefi antropolojinin ontolojik
temellere dayanması gerekir. Ontolojik antropoloji, insanı kendi yapısı neyse o olarak, olduğu
gibi kavramak amacını taşır. Öyleyse insanı tanımak ancak konkret varlık bütününden, bu
varlık bütününde temelini bulan varlık şartlarından, fenomenlerinden hareketle mümkün
olacaktır. “Bu fenomenler insanın bilen, yapıp-eden, kıymetlerin sesini duyan, tavır takınan,
önceden gören ve önceden tayin eden, isteyen, hür hareketleri olan, tarihi olan, ideleştiren,
kendisini bir şeye veren, seven, çalışan, eğiten ve eğitilen, devlet kuran, inanan, sanat ve
tekniğin yaratıcısı olan, konuşan, bio-psişik bir yapıya sahip olan bir varlık olduğunu” ortaya
koymaktadır. Bütün insan gruplarında karşılaşılan bu fenomenler, insanın varlık şartları
olarak adlandırılmıştır (Mengüşoğlu, 1971, s. 1).
İnsanın varlık yapısı ve nitelikleri
Ontolojik temellere dayanan bir felsefi antropoloji, insanı konkret bir bütün olarak
inceler. Bu da onu ruhi ve bedeni olana bölmeden, kendi varlık şartlarıyla kavramak demektir.
İnsan olmadan kaynaklanan bu varlık şartlarının temeli, insanın biyo-psişik yapısına,
biyopsişik bütünlüğüne dayanmaktadır. Bios ve psyshe birbiriyle o derece kaynaşmıştır ki
insanı yalnız bir geist, bir akıl, bir düşünce, bir ruh varlığı olarak görmek mümkün değildir.
Bu nedenle Felsefi Antropoloji kitabında Mengüşoğlu, insanın varlık yapısı ve niteliklerini:
1. Bilen bir varlık olarak insan
2. Yapıp-eden bir varlık olarak insan
3. Kıymetleri duyan bir varlık olarak insan
4. Tavır takınan bir varlık olarak insan
5. Önceden gören, önceden tayin eden bir varlık olarak insan
6. İsteyen bir varlık olarak insan
7. Hür bir varlık olarak insan
8. Tarihi bir varlık olarak insan
3
ÇOCUK KAVRAMININ FELSEFİ ANTROPOLOJİ ALANINDA ELE ALINMASI VE MİMARİ ÇIKARIMLAR
9. İdeleştiren bir varlık olarak insan
10. Kendisini bir şeye veren, seven bir varlık olarak insan
11. Çalışan bir varlık olarak insan
12. Eğiten ve eğitilebilen bir varlık olarak insan
13. Devlet kuran bir varlık olarak insan
14. İnanan bir varlık olarak insan
15. Sanatın yaratıcısı olarak insan
16. Konuşan bir varlık olarak insan
17. Biopsişik bir varlık olarak insan
başlıkları altında incelemiştir.
İnsanın varlık şartları birbirine sıkıca bağlıdır. İnsanın yapıp eden bir varlık
olabilmesi için ne yapacağını bilmesi, hayatın akışı içersinde neyi hangi sırada yapacağını
belirleyip, ona uygun hareket etmesi gerekir. Bunu insana sağlayan, yapıp-etmelerini tayin
eden insanın içinde hissettiği kıymet duygusudur. Antropolojik anlamda kıymetler 3 grup
altında toplanmıştır:
1. Yüksek kıymetler
2. Araç kıymetler
3. Habitual Kıymetler
Yüksek kıymetler grubunda sevgi, nefret, bilgi, doğruluk, yalancılık, masumluk,
saflık, dürüstlük, dostluk, hak ve haksızlık, adalet, güven, güvensizlik, inanma, söz verme,
saygı, şeref, iyi ve kötü gibi kıymetler sıralanmıştır. Araç kıymetler olarak ilgi ve menfaate
dayalı kıymetler, fayda, çıkar, kuşku, çekememezlik, kıskançlık, vital kıymetler, her türlü
maddi kıymetler ve benzerleri düşünülmüştür. Moda, zevk, alışkanlıklar, temelini bir
toplumun sosyal yapısında, milletlerin geleneklerinde bulan kıymetler ise üçüncü grup altında
toplanmıştır. İnsan hareketleri bu kıymetlerce yönetilir (Mengüşoğlu, 1971, s.118–119).
Üçüncü gruptaki kıymetler zararsız olmakla birlikte birbiriyle ters orantıya sahip diğer iki
gruptan araç kıymetler yüksek kıymetleri kenara itecek kadar önde olmamalıdır. Çünkü insan
ancak değersiz ve sonlu olan araç değerlerden uzaklaşarak, insanlaşma yoluna girer ve yüksek
değerleriyle güzel ve sonsuz olan öze yaklaşır (Yılmaz, 2007, s. 100).
4
GÜLLER, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
İnsan hayatını tek başına yaşayamaz. İstese de istemese de başkalarıyla, başkalarının
yapıp-etmeleriyle etkileşim halindedir. Hayatın getirdiği koşullar, başkalarının davranışları ve
kendi fenomenleri ile yüz yüze kalır. Bu nedenle insanların yapıp-etmeleri ya birbirlerine
karşıdır ya da birbirlerini tamamlayıcı nitelikte şekillenir. Olup bitenler karşısında kayıtsız
kalamayan insan tavır takınmak, kendi varlığını koruyabilmek için bir takım tedbirler almak
durumundadır. Bu tavrını, hayata bakış açısını ve yaklaşımlarını en basit anlamda
konuşmalarında, tartışmalarında yansıtır. Ancak bir insanın tavır takınabilmesi gene bilen bir
varlık olmasıyla yani o konuda bir bilgisi, fikri olmasıyla mümkündür.
İnsan amaçları ve hedefleri doğrultusunda ortaya koyduğu yapıp etmelerinin ve
tavırlarının yönünü doğru belirleyebilmek için önceden önünü görebilmek durumundadır.
Bunun için odaklanması ve o konuda bilgi sahibi olarak olacakları önceden kestirebilmesi
gerekir. Bu yalnız günlük yaşantının sürdürülebilmesi için değil aynı zamanda devlet
yönetimi, bilim-teknik alanı gibi insanlık adına büyük işlerin gerçekleştirilmesi için de
önemlidir. Tabi bunların arkasında bir istemenin bulunması gerekir. Çünkü insan istemediği
bir şeyi ancak geçici bir süre gerçekleştirebilir. Başarılı olabilmesi, yapıp ettiklerinin
arkasında durmasına ve gerçekten yapmayı istemesine bağlıdır.
İnsanın yapıp-ettikleri sayısızdır. Her şeyin aynı anda yapılması da mümkün değildir.
Üstelik hayatta her önüne çıkanı yapması gerekmez. Bu durumda seçim yapmada hür
olmalıdır. Ancak kendi iradesiyle karar verebilen kişi kendi hayatını yaşayabilir. Baskı altında
hep başkalarının istediklerini yapan, önüne çıkanlarla yetinmek zorunda kalan kişinin başarısı
ise tesadüflere bırakılmıştır.
İnsanın tarihi bir varlık olması dünü, bugünü ve yarını birbirine bağlayan, birbiri
üstüne inşa edilmiş bir yaşam sürmesinden kaynaklanır. İnsanın yapıp etmeleri şimdiki
zamanın içinde olup bitmez. Onların dayandığı bir geçmişi ve etkileyeceği bir geleceği söz
konusudur. Dolayısıyla insan dün başladığı bir işi bugün ve yarın devam ettirir ve uzak bir
gelecekte takip edilmek üzere bir sonraki nesile devreder. Böylece insan eylemlerinin zaman
içindeki devamlılığı sağlanmış olur.
İnsan yaşamı boyunca bazen çok ağır ve katı gerçeklerle karşılaşıp kendini çıkışı
olmayan koşullar altında bulabilir. Ancak böyle durumlarda bile yaşama tutunmaya çalışır.
Bu ise, insanın durumları ideleştirmesiyle, o koşullara bir anlam vermesi ve bir değer
atfetmesiyle mümkündür. Çünkü yaşamak için bir neden kalmamışsa yapıp-etmeler son bulur
ve artık insan yaşayamaz. Bu durum milletler için de geçerlidir. Bu yüzden insan kendisini bir
5
ÇOCUK KAVRAMININ FELSEFİ ANTROPOLOJİ ALANINDA ELE ALINMASI VE MİMARİ ÇIKARIMLAR
şeye veren ve severek yaşayan, severek çalışan bir varlık olmalıdır. Ancak çalışan bir varlık
hedeflerini gerçekleştirebilir. İnsanın bilim, felsefe, sanat, teknik alanlardaki başarıları uzun
yıllar yılmadan çalışmasıyla mümkün olmuştur. Çalışkanlığın iyi bir eğitimle birleşmesi
gereklidir. Tüm bu beceriler ve elde edilmiş olan başarılar, insanın eğitme ve eğitilme becerisi
sayesinde ortaya konmuştur. İnsanın biyo-psişik varlığında henüz işlenmemiş olarak bulunan
ham kabiliyetler eğitim ile olgunlaşır.
İnsan topluluk halinde yaşayan bir varlıktır. Topluluk halinde yaşayabilmesi için iyikötü, haklı-haksız, melek-şeytan gibi zıt çekirdekleri içinde barındırdığı disharmonik yapısına
söz geçirecek, başarılarının devamı için uygun düzen ortamını sağlayacak bir kuruma ihtiyaç
duymuş ve zaruri bir varlık şartı olarak devlet kurmak zorunda kalmıştır. İnsanın kendi
çabaları sonucu kurduğu devlet, sonraki oluşumları ve başarıları için kurucu ve koruyucu bir
görev üstlenmiştir.
İnsanın diğer bir önemli varlık şartı inanmasıdır. İnsan çalışmalarını, eylemlerini,
bilgiyle donanıp kendisini eğitmeyi, devlet kurmayı hep inandığı şeyler uğruna gerçekleştirir.
Bilgi fenomeninde bile inanmanın önemi büyüktür. Hem inanma bilgiyi, hem de bilgi
inanmayı etkiler. Burada bahsedilen dogmatik olma, her şeyi olduğu gibi kabul etme değildir.
İlla dini inanışlar olması da beklenmez.
İnsanı bir yaratıcı, bir sanatçı olarak ele alacak olursak, insanın neden sanatla
uğraştığı ortadadır. Sanat, insanı günlük işlerin, küçük ve büyük kaygıların, tüm
gerçekliklerin ötesine taşıyarak insanın yükünü hafifletir, günlük hayatta farkına varamadığı
değerleri keşfetmesini sağlar, içindeki özü yansıtmasını ve kendini bulmasını kolaylaştırır.
Teknikle birlikte insan hayatına hizmet eder. Bu nedenle insanın olduğu her yerde sanat da
var olmuştur.
İnsanın geçmişi geleceğe bağlamasında, elde ettiği başarılarını katlayarak kendini ve
yaşam koşullarını ilerletebilmesinde nesiller arası iletişimi sağlayan dil aracını kullanması
onun varlığının bir şartıdır. Dil insan fenomenlerinin ve başarılarının bir taşıyıcısı olmuştur.
İnsanı içe kapanmaktan korurken, düşüncelerin meydana gelmesini ve paylaşılmasını olanaklı
kılar.
İnsanın bio-psişik bir yapısının olması ve bu yapısından kaynaklanan üstün
kabiliyetleri olması onun kendi eseri değil, ona doğa tarafından tanınmış ayrıcalıklarıdır.
Özünde mevcut olan bu varlık şartlarının geliştirilmesi ise kendi becerisine, kendi kendisine
6
GÜLLER, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
verdiği değere ve bu bilinçle yaklaşacağı ve yetiştireceği çocuğa bağlıdır (Mengüşoğlu,
1971).
Felsefi Antropoloji Alanında Çocuk Kavramı
İnsanın yaşamı çocukluğundan başlayarak belli bir içerik, enerji, anlam ve amaç
doğrultusunda şekillenir. Beden ve ruh sağlığının kısaca varlık bütünlüğünün temelleri
çocukluk döneminde atılır. Ruhsal yaşamın oluşmasında en güçlü dürtü ve uyarılar ilk
çocukluk çağından kaynaklanmaktadır. Çocukluktaki yaşantı, izlenim ve davranışlar bireyin
daha ileriki durum ve davranışlarını, yapıp-etmelerini etkiler. Kısaca ruhsal olayların dış
görünümü, somutluk derecesi, dışavurum biçimi değişse de insanın varlık yapısından gelen
nitellikler, belirlediği amaçlar, ruhsal yaşamın amaç doğrultusunda devinimini sağlayan tüm
öğeler değişmeden varlığını sürdürür. Bu yüzden çocuğu tanımak insanı tanıma sanatının
belkemiğidir (Adler, 1997,s. 21–32).
İnsanda doğuştan var olan ham kabiliyetlerin gelişimi; bakım, eğitim, varılması
gereken gayenin idesinin tespiti, öğrenme, elde edilen başarıları nesilden nesile devretme,
çalışma, devlet kurma gibi eylemleri gerçekleştirmesiyle mümkündür. Burada ilk adım olan
bakım, eğitim öncesi bir eylemdir. Çocuğun oldukça yavaş ilerleyen gelişim süreci
düşünüldüğünde, insan yaşamının ancak koruyucu bir toplumun varlığı ile mümkün olduğu
ortadadır (Mengüşoğlu, 1971, s. 42). İnsan yavrusunun sağ kalabilmesi, gelişip kendi kendine
yeterli duruma gelebilmesi için, uzun yıllar özenle bakılıp beslenmesi ve korunması gerekir.
Başlangıçtaki güçsüz bebek hali, “birinci yaş sonunda kollarını, bacaklarını, kullanan,
yürüyen, konuşan ve kendi kişilik özelliklerini gösteren bir canlı varlığa dönüşür”
(Yörükoğlu, 2006, s. 32).
Bir insanın davranışlarını yönlendiren amaç, o insanın çocukken dış dünyadan aldığı
izlenimler doğrultusunda gelişim gösterir. Belli bir amacın saptanmasında dış dünyanın payı
büyüktür. Çocuk içgüdüsel olarak, varlığını sürdürmek ve gelişimini rahat sağlamak için
gerekenden daha çok şey isteyerek, bir güvenlik mekanizması yaratmaya çabalar. İçine
doğduğu düzende izlenmeye değer, isteklerini gerçekleşeceği umudunu kendisine veren,
gelecek için güven ve umut veren bir yol bulmaya çalışır. İçinde yaşadığı koşullar, imkanlar
veya imkansızlıklar, güçlükler karşısında, ilk aylardan itibaren bir dünya görüşü geliştirir.
Dıştan gelen duyumları sevinçle veya hoşnutsuzlukla karşılarken yaşamın kendisine yönelttiği
isteklere karşı belli bir tutum ve tavır takınmaya zorlanır. Dolayısıyla bir insanın karakter
7
ÇOCUK KAVRAMININ FELSEFİ ANTROPOLOJİ ALANINDA ELE ALINMASI VE MİMARİ ÇIKARIMLAR
özelliklerinin süt çocukluğu döneminden itibaren kendini gösterdiği kabul edilmiştir. Bu
uyum sürecinde çocuğun ruh durumu çeşitli doğrultulara yönelebilir. Bunlardan biri
iyimserliktir. Bu ruh hali çocukta cesaret, açık yüreklilik, güvenilirlik, çalışkanlık gibi
karakter özelliklerinin gelişimini destekler. Bunun karşıtı olarak kötümserlik duygusunun
gelişmesi ise bireyin tüm yaşamını etkileyecek çekingenlik, ürkeklik, içe kapanıklık,
güvensizlik gibi özellikleri doğuracaktır (Adler, 1997, s. 39–42).
Çocuk belli bir olgunlaşma sürecinden geçerken gelişiminin farklı aşamalarında
farklı beceriler kazanır. Yeteneklerini geliştirebilmesi için doğru zamanda yeterli ilgi,
uyarılma ve desteğe ihtiyaç duyar. Çocuğun ruhsal gelişimi bağımlılıktan bağımsızlığa, bencil
davranıştan işbirliğine; yetenekleri yalından karmaşığa, genelden özele; ölçüsüz duygusal
tepkileri daha dengeli tepkilere doğru gelişir. Zamanla somut düşünmenin yerini soyut ve
mantıklı düşünme alır (Yörükoğlu, s. 29). Bu gelişimin sağlanmasında eğitimin önemi
ortadadır. Başkalarından öğrenmeye muhtaç bir varlık olan insan, bakım ve eğitim aracılığıyla
başarılarını nesilden nesile aktarır.
Eğitim insanın kendisini ya da karşısındakini bilinçli olarak yönlendirdiği bir
etkileme sürecidir. Eğer genç bir insan yalnız vasıta kıymetler içinde yetişir ve yetiştirilirse,
ileride yüksek kıymet duygusuna ulaşması zorlaşacak ve bu kişi her aldığı kararda ve
yaptıklarında faydacılık temelinde hareket edecektir (Mengüşoğlu, 1971). Bu bağlamda
eğitimin bir davranış kazandırma veya bir davranış değişim süreci olduğu söylenebilir. Öte
yandan bireye kazandırılmak istenilen davranışlar belirli değer yargıları doğrultusunda
gerçekleştiğinden eğitim kültürel aktarımlar olarak da değerlendirilebilir. Sonuç olarak
eğitim, yeteneklerin ortaya konması ve geliştirilmesi demektir. “Birey eğitim sayesinde
toplumsallaşmış, kişilik kazanmış olur. Söz konusu “insan” olduğunda, insanın eğitilmesi
demek, onun ruh ve beden sağlığı korunarak büyütülmesi, yetenekleri, davranışları ve iç
dünyası itibariyle geliştirilmesi, “iyi insan” haline getirilmesi demektir”(Uysal, 2004, s. 82).
Mimari Çıkarımlar; Çocuk ve Yapılı Çevre
İnsan çevresiyle sürekli etkileşim içerisindedir. Bu etkileşimde, günümüz yaşam
koşulları düşünüldüğünde, çocuğun özellikle evi ile okulu arasında sınırlandırılmış olan kısıtlı
deneyim ortamı yapılı çevrenin önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Bina yığınları
arasında, gri tonların-beton zeminin hakim olduğu, araç trafiğine ayrılmış olan ya da araç park
yeri olarak değerlendirilen sokaklarda çocuğa ait oyun olanaklarının kısıtlılığı, yeşil alanların
8
GÜLLER, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
her geçen gün yerini beton bloklara bırakıyor olması, kentsel mekanların yetişkin ölçeğinde,
çocuk kullanıcılar göz ardı edilerek tasarlanması çocuk, dolayısıyla da insan üzerinde
olumsuz etkiler bırakmaktadır. Oysaki çevreye duyarlı bir insan yetiştirebilmek için temel şart
çevrenin de çocuğa duyarlı yaklaşabilmesidir. Çocuğun kent yaşamına katılımının sağlanması
ve “çocuk dostu kent” bilinciyle yarı açık ve açık alanların yeniden ele alınması ancak bu
farkındalıkla öne çıkacaktır.
Erken çocukluk dönemi öncelikli olmak üzere çocuğun ilk algı ortamı konuttur.
Konut mekanlarının organizasyonunda çocuğun sürekli büyüme ve gelişim sürecinde oluşu,
çocuğun ve ailenin zaman içinde değişen gereksinimleri mekan tasarımını yönlendiren ana
etkenlerdir. Fonksiyonellik, güvenlik ve amaca uygunluk olarak tanımlanabilecek engelsiz
tasarım, etrafındaki tehlikelerin henüz farkında bile olmayan bu kullanıcı grubu için büyük
önem taşır.
Çocuk ölçeği ve ihtiyaçları dikkate alınarak yalnız çocuk odası değil evin
tamamı, çocuğa kesintisiz ve güvenli oyun/deneyim ortamı sağlayabilmelidir. Çocuk bu
koşullar, güven veya güvensizlikler, kolaylık veya zorluklar karşısında kendi kişilik
özelliklerini, hayata karşı iyimser veya kötümser tavrını geliştirecektir.
Günümüz çağdaş eğitim yaklaşımı okul ve öğrenme ortamlarında değişimi zorunlu
kılmaktadır. Artık tip projeler yerini; bulunduğu çevrenin arazi, doğa, ilkim koşullarına uygun
tasarlanmış, doğal ışık kullanımını maksimum önemseyen, kullanıcısı olan çocuğun temel
ihtiyaçlarını yalnız fiziksel değil psikolojik ve sosyal gelişimi bütününde değerlendirmiş ve
çocuğun dinamik kişiliğini yansıtabilecek cesarete kavuşmuş deneyim mekanları bütünündeki
eğitim amaçlı yapılara bırakmalıdır. Yalnız eğitim yapıları değil çocuğun kullanmakta olduğu
tüm yapılar tasarlanırken alıcı konumdaki çocuğun fiziksel çevrenin olumlu olumsuz tüm
etkilerine açık ve savunmasız durumda olduğu dikkate alınmalıdır. Unutmamalıyız ki çocuk
çevreyi
başka
bir
değerlendirmektedir.
gözle
Bu
görmekte,
doğrultuda
kısıtlı
endüstriyel
deneyimleri
tasarım
ölçüsünde
ölçeğinde,
yorumlayıp
oyun
araçları
tasarımından; mimari ölçekte, çocuk odası, kreş, anaokulu, eğitim ve sağlık yapıları iç-dış
mekan ve cephe tasarımına kadar; yapıların açık alan düzenlemelerinden, kentsel ölçekte
sokakların ve çocuk oyun alanlarının tasarımına kadar mevcut mekan ve çevrelerin
yenilenmesi, iyileştirilmesi gereklidir. Bunun için belki de en doğru yol, yarışmalar aracılığı
ile araştırma, sorgulama ve deneme ortamları yaratılması ve çocuk-mekan ilişkisinin insanı
merkeze alan bir tasarım yaklaşımıyla yeniden yorumlanmasıdır.
9
ÇOCUK KAVRAMININ FELSEFİ ANTROPOLOJİ ALANINDA ELE ALINMASI VE MİMARİ ÇIKARIMLAR
Sonuç
Modernizmin endüstriyel yapısı, üretimde aktif rol oynayan erişkin ve sağlıklı
bireylere yönelik biçimlenmiştir. Bu koşullar altında çocuk, yaşlılar ve engellilerle birlikte
“ötekiler” olarak nitelendirilen bir grup altında yer almaktadır. Bu durum hayata henüz uyum
sağlamaya çalışan çocuğun işlerini daha da zorlaştırarak, kendisi için yaratılmamış bir
dünyada yabancı hissetmesine neden olur. Erişkinlerin oluşturduğu bu çevrede çocuk,
kendisini küçük, güçsüz, eksikliklerle dolu ve yetersiz görür. Oysa ki çocuğun
deneyimleyerek, sahip çıkarak, çevresini ruhsal yaşamına katabilmesi, sağlıklı bir gelişim
ortamı içinde yetişmesi gereklidir.
Mekan tasarımlarının toplumların ideolojilerini somut olarak ortaya koyan, yaşamı
yönlendiren düzenlemeler olduğu düşünüldüğünde yapılı çevrenin insanı nasıl kuşattığı,
insana nasıl yaklaştığı ve hangi amaca hizmet ettiği üzerinde düşünülmelidir. Özellikle
tüketimin bu kadar desteklendiği, hızlı yaşantının empoze edildiği, tektipleşmenin giderek
hakim olduğu günümüz dünyasında mekanların ne kadar insana yönelik olduğu ve nasıl
olması gerektiği önemle ele alınmalıdır. Tabii bunun gerçekleşebilmesi için insanın kendini
fark etmesi, önemsemesi, kendine ve yaşadığı çevreye sevgi ve saygı duyguları beslemesi ve
bunu çocukluk döneminden itibaren içselleştirmesi gereklidir. Bu bilincin yaygınlaşmasıyla
insan, bahçesi olmayan bir apartman dairesinde günışığı almayan küçük bir odada, yapay
oyuncaklarla oynamanın ötesinde bir yaratıcılık ortamı bulamayan günümüz apartman çocuğu
için acilen bir çözüm üretecektir.
Çocuğun varlık koşullarını düzgün yaşaması için özel çevreye olan gereksinimi
karşılanmalı,
gelişim
alanlarını
olumlu
etkileyecek
mekanlar
tasarlanmalıdır.
Gereksinimlerini karşılayan, ona ait olduğunu hissettiren, güven veren, uygun ortamın
sağlanması gerekmektedir. Çocuk deneyimlediği çevre aracılığıyla bazı soruları kendisi
cevaplayabilmeli, çevre ona soru sorma, araştırma ve deneyimleme olanağı tanımalıdır.
Çocukların ihtiyaç duyduğu özgürlük, güvenli mekanlar ile sağlanırken, hareketini dolayısıyla
bedensel gelişimini teşvik edecek ve hızlandıracak uyarıcı ortamlar yaratılmalıdır. Özgür ve
uyarıcı ortam çocuklarda zihin gelişimini hızlandırır. Anlatım güçleri artarak, dil dağarcığı
zenginleşir. Böylece insanın varlık yapısından gelen yeteneklerin ortaya çıkarılıp
geliştirilmesinde uygun ortamlar sağlanmış olur.
10
GÜLLER, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
KAYNAKLAR
Adler, A. (1997). İnsan Tanıma Sanatı. İstanbul: Say.
Mengüşoğlu, T. (1971). Felsefi Antropoloji. İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası.
Roth, L. M. (2000). Mimarlığın Öyküsü.İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Uysal, E. (2004). Eğitim’e Felsefi Antropoloji Çerçevesinde Kavramsal Bir Yaklaşım.
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, VIII/2, 81-99
Yörükoğlu, A. (2006). Çocuk Ruh Sağlığı. İstanbul: ÖZGÜR Yayınları.
11
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
12
ÖZATEŞLER, E
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Dokuz Eylül Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi
Cilt: 2 Sayı: 3 2013
AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR
Gül ÖZATEŞLER*
ÖZET
Bu makale, Roma terimiyle adlandırılan Avrupa Çingenelerine dair temel sosyal
politika yaklaşımları üzerine bir incelemedir. Roma/Çingene gruplarının günümüz
Avrupa’sındaki durumlarını, politik mücadele ve kazanımlarını, bu alandaki farklı
değerlendirme ve yaklaşımları açıklamayı amaçlıyor. Bu açıdan, uluslararası kurum ve sivil
toplum örgütlerinin konuya olan bakışları, sosyal politika düzeyinde attıkları adımlar,
kazanımlar ve yetersizlikler değerlendirilecektir. Bunun yanı sıra Roma/Çingene grupları
farklı politika stratejileri, yaklaşım ve tartışmaları içerisinde anlatılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Çingene, Roma, sosyal politika, Avrupa Birliği, Asimilasyon,
Dışlama, entegrasyon, Azınlık hakları
THE SOCIAL POLICIES REGARDING ROMA/GYPSIES IN EUROPE
ABSTRACT
This article explores the main social policy approaches regarding Gypsies in Europe
who are called Roma. It aims to explain the conditions of Roma/Gypsy groups in today’s
Europe, their political struggles and gains, and different interpretations and approaches in
this area. Therefore, the viewpoints of international institutions and nongovernmental
organizations, the steps taken for social policy developments, strengths and weaknesses will
be evaluated. Besides, Roma/Gypsy groups will be considered within different political
strategies, approaches and debates.
Keywords: Gypsy, Roma, Social Policy, European Union, Assimilation, Exclusion,
Integration, Minority Rights
*
Dr., Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu, gozatesler@yahoo.com.
13
AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR
Orta ve Doğu Avrupa Ülkelerinin komünizm sonrası piyasa ekonomisine geçiş ve
bununla birlikte Batı Avrupa ile entegrasyon süreçlerinde dönüşmekte olan Roma/Çingene1
politikası, çeşitli nedenlerden ötürü önem taşıyor. Bu nedenler arasında sivil toplum
örgütlerinin rolü, uluslararası sözleşmeleri takiben geliştirilmeye çalışılan insan hakları,
dışlanmış,
dezavantajlı
kılınmış
insanların
sesini
duyurmak,
yoksulluklarını
ve
yoksunluklarını ortadan kaldırma çabası, ve uluslararası kimlik politikasında atılan adımlar
bulunuyor. Uluslararası bir boyut kazanarak artan, Roma ve Roma olmayan sivil toplum
örgütlerinin ve ilgili kurumların çabasını kapsayarak gelişen hareket, belli bir takım
kazanımları, meseleleri ve sorunları ile günümüzde Roma topluluğunun, aktivistlerin, konuyla
ilgilenen akademisyenlerin ve politikacıların gündeminde yer almaktadır.
Uluslararası Roma politik hareketinin canlanışı esasen 1960’lara tekabül ediyor
ancak 1990’larda genişleyip gelişiyor.2 1971’de ilk kez düzenlenen Dünya Roma
Kongresi’nde Romca3 çoğul olarak “adam, insan, koca” anlamlarına gelen (Bakker, 2001)
Roma kelimesi genel geçer terim olarak kabul ediliyor. Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı
Avrupa Komisyonu, 1998’de çeşitli Roma/Çingene topluluklarının anılmak istedikleri grup
isminin resmi isim olarak kabul edilmesini üye ülke hükümetlerine tavsiye ediyor.
Uluslararası Roma Birliği (International Romani Union) de farklı Çingene grupları için Roma
isminin kullanılmasını öneriyor (Bakker 2001, s. 2). Böylelikle farklı ülkelerde Cigani,
Tsigane, Zingari, Zigeuner, Gitano, Çingene gibi isimlerle adlandırılabilen, bireysel ve grup
tanımlamaları Roma, Sinti, Manouch, Kale, Romanichals, Kalderaş, Lovari, Vlach-Roma gibi
farklı isimleri kapsayan, ekonomik, tarihsel ve sosyal koşullarının yanı sıra çoğunluk
nüfusuyla kurulan ilişkiler ve bağlar üzerinden de farklılık gösterebilen gezici ya da yerleşik
1
Bu makalede, Çingene terimi negatif çağrışımlarına da karşı durma kaygısını taşıyarak tüm grupları kapsama
amacıyla, ilgili literatürde İngilizce “Gypsy” kelimesinin negatif çağrışımlarından uzak bir karşılığı olarak
kullanılmıştır. Terimin, yerel örneklerde ve Türkiye özelinde söz konusu gruplar üzerinde oluşturulan
önyargıları besleyen ve dışlayıcı/aşağılayıcı tanımlamalarda da kullanılması açısından bazı gruplar tarafından
sakıncalı görülmesini saygıyla karşılamaktayım. Ancak bazı grupların bu isimle özdeşim kurması nedeniyle,
negatif çağrışımlarıyla beraber gelen ayrımcılık ve bunun üzerinden kurulan eşitsizlikler ve hak ihlallerine de
karşı durmak açısından terim alt grupları da kapsayıcı niteliğiyle içerilmiştir. Nitekim, bu kullanım, yok
sayılmasından ziyade bu kavram üzerinden özdeşim kuran gruplar üzerinde yarattığı hiyerarşileri de göz
önünde tutarak negatif kullanımına karşı bir mücadeleyi de desteklemek amacındadır. Öte yandan Roma terimi
de bazı gruplar açısından terimi kabul edip etmeme, terimin kapsadığı ve kapsamadığı gruplar gibi alanlarda
tartışmalar yaratabilmektedir. Bu makalede, bu tartışmalara girmek yerine bu alanda nasıl politika yapıldığı
üzerinde durulacaktır. Bu açıdan özellikle geçiş ülkeleri üzerinden giden Roma politikası ele alınacağından
Roma, bu alanda kabul edilen ve kullanılan genel terim olduğu için tercih edilmiştir.
2
Roma politikasının ulusal düzeyden uluslararası düzeye gelişimi üzerine daha ayrıntılı bilgi için KlimovaAlexander, 2007.
3
Avrupa’da yoğunlaşmış olan Çingenelere ait dil, Romani, Romanesç
14
ÖZATEŞLER, E
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
toplulukların tümü için Roma terimi kullanılıyor.4 Kendi başına bu adlandırma dahi politik
uygulamaları üzerinden düşünüldüğünde halen tartışmalara yol açmaktadır. Bu tartışmalar,
bölgesel çözüm önerilerinin genel gruba uymaması, bazı grupların bu adlandırmayı kabul
etmemesi ya da aynı şekilde adlandırılan gruplarla özdeşim kurmakta zorlanması, politik ve
sosyal yaklaşım farklarının doğması üzerinden gitmektedir. Bununla beraber, Roma
politikasını, bir millet kurgusu üzerinden mi gidileceği, azınlık ya da insan hakları politikası
mı izleneceği veyahut yerele uygun farklı politikaların mı gerektiği gibi konular
biçimlendiriyor.
Bu makale, bu tartışmalara da değinerek şu ana kadar Roma sosyal politikasının
geldiği noktayı incelemenin yanı sıra kazanımları, yetersizlikleri, ve bu politikaya dair
sorunların altında yatan nedenleri sorgulama yolunda bir adımdır.
İlk olarak, Avrupa
düzeyinde gelişen uluslararası Roma politikası, uluslararası kurum ve organizasyonların
Roma meselesine yönelimleri ve bu düzeyde Roma politikasının nasıl dönüştüğü ele
alınacaktır. İkinci bölümde ise Roma’nın politika stratejileri devletlerin politika
yaklaşımlarına verdikleri tepkilerle ilişkileri üzerinden anlatılacak, baskın yaklaşım ve
tartışmalara yer verilecektir.
Roma Sosyal Politikasına Dair Uluslararası Adımlar
Son dönemde Roma sosyal politikasının Avrupa’da yer edinmesini sağlayan etkenler
arasında, öncelikle Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne üyeliği görülebilir.
2007’de Romanya ve Bulgaristan’ın üyeliğiyle 27 üye sayısına yükselen Avrupa Birliğinde
bu süreç, 1 Mayıs 2004’te 8 Doğu ve Orta Avrupa ülkesinin5 yeni üye olarak Avrupa
Birliğine katılımıyla başlıyor. Böylece, tahminen Avrupa’da nüfusu 10-12 milyonu bulan
4
Köken olarak Hindistan’dan geldikleri pek çok araştırmacı tarafından kabul edilse de bazı akademisyenler (örn.
Judith Okely), Hindistan kökeninin politik ve sosyolojik olarak pek çok insanın hayatındaki geçerliliğinin artık
kalmadığını ve Avrupa’da yaşayan topluluklar olan Çingeneler için bir köken arayışına gidilecekse bunun
Avrupa olması gerektiğini belirtiyor. Öte yandan esasen dildeki dönüşüme göre belirlenen Hindistan’dan
göçün başlangıç tarihi nedenleriyle beraber 5. yüzyılla 11. yüzyıl arasında değişiyor. Dil, göç istikameti ve
vakti üzerinden Çingeneler üç ana kola ayrılabiliıyor: çoğunlukla Avrupa ve Amerika’da yaşayan Romlar;
çoğunlukla Orta Doğu ülkelerinde yaşayan Domlar ve çoğunlukla Ermenistan, İran ve Orta Asya ülkelerinde
yaşayan Lomlar. Bu gruplar, sırasıyla, değişen yaygınlık ve akıcılıkla Romani, Domari ve Lomavren dillerini
konuşmaktadırlar. Ancak, akrabalık bağları, meslek ve yerel bağlılıklar üzerinden kurulan özdeşimler gibi
farklı nedenlerle de yukarıda bahsedildiği üzere farklı gruplardan bahsedebilmekteyiz. Çingene dili, tarihi,
yaşam biçim ve koşulları üzerine ayrıntılı bilgi için bkz: Fraser, 2005; Hancock, 2002; Hancock, 2004;
Kenrick, 2006; Marushiakova ve Popov, 2004.
5
Çek Cumhuriyeti, Estonya, Latvia, Litvanya, Macaristan, Polonya, Slovekya, Slovenya. 2007’de Bulgaristan ve
Romanya’nın katılımıyla AB içindeki Roma nüfusu daha da artmış oluyor.
15
AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR
Roma (Gillsater et al. 2004, s. 8), Avrupa Birliğinin içinde azınlık olarak konumlandırılan en
büyük grup oluyor.6
Avrupa Birliği kriterlerinde bir ülkenin büyüklüğünün nüfus ve gayri safi milli
hasılaya paralel olarak belirlendiğini göz önüne aldığımızda, artan Roma nüfusuna ve
Roma’ya ilişkin olarak oluşturulan politikalara atfedilen önemin daha geniş çaplı Avrupa
Birliği politikaları içindeki yerini anlamak da kolaylaşacaktır (Thelen, 2005, s. 7-8). Bu
politik ortam, Roma gruplarının uğradığı insan hakları ihlallerini daha görünür kılarken
uygulanan politikalara da nispeten daha fazla bir alan sağlıyor. Bu açıdan UNDP, Avrupa
Konseyi, OSCE gibi uluslararası kurumlarınkiyle beraber OSI, UNICEF gibi sivil toplum
örgütlerinin de ilgisini çekiyor (Ringold et.al. 2005, s. xvi). Yine de sosyal projelerin ve
politika yaklaşımlarının pek çok Roma’nın gündelik hayatta uğradığı ayrımcılığı, yoksulluğun
şiddetini, toplumdaki pek katmanlı pozisyonlarını ve bunlara bağlı olarak hayat
mücadelelerinin yarattığı baskıyı ve acıyı dindirdiğini söylemek henüz mümkün değil.
Roma gruplarının diğer azınlıklardan farkının belli başlı üç nedenden kaynaklandığı
belirtiliyor: Tüm Avrupa ülkelerinde bulunmaları, tüm ülkelerde en dezavantajlı grup olmaları
ve onları destekleyecek bir toprağa ya da anayurda sahip olmamaları (Thelen 2005, s. 12).
Yani, Roma’nın özel durumu sadece azınlık olarak konumlandırılmasından değil; genel
olarak yaşadıkları ülkelerde en dezavantajlı durumda olmalarından da kaynaklanıyor. Bu
durum, eğitim, sağlık, konut gibi sosyal hizmetlerden faydalanmalarının kısıtlı olmasının yanı
sıra işsizliğe ve yoksulluğa düşmelerinin olasılığının diğer azınlık gruplarıyla da
kıyaslandığında daha yüksek olmasıyla ilgili7. Öyle ki bazı akademisyen ve aktivistler pek
çok Roma’nın “sınıf altı” (underclass) kategorisine düştüğünü ifade edebiliyor (Szelenyi ve
Emigh’ten aktaran Stewart, 2002). Bu ifade, Roma için, piyasaya uygun yetenek ve eğitim
yoksunluğundan dolayı, yoksulluğun kuşaklar arası aktarılan ve döngüsel biçimde ilerleyerek
içinden çıkılması imkansız hale gelen bir fenomen olarak belirmesini vurguluyor. Öte yandan,
bazı akademisyen ve aktivistler (Örn. Stewart, 2002), çıkışsızlığı vurguladığı, farklılıkları yok
6
7
Romanya, tahmini 1-2 milyonluk Roma nüfusuyla başta gelirken, 400.000- 1 milyon arasındaki Roma
nüfusuyla (Ringold et al 2003, s. 2), Macaristan, Bulgaristan ve Slovakya onu takip etmektedir. Eski üyeler
olan İspanya’da tahmini 630.000; Fransa’da tahmini 310.000), İtalya’da tahmini 130.000 ve Almanya’da
tahmini 70.000 Roma bulunmakta. Bu sayılar ilerleyen araştırmalar ve Roma politikasının dönüşümü ile
değişebilecektir. Roma organizasyonların tahminleri her zaman için uzman tahminlerinden daha çok oluyor.
Bu, Roma’nın uğradığı dışlanmışlığın tecrübesiyle Roma kimliğini saklama eğilimi gösteren bireylerin
varlığıyla da alakalı bir durum.
Rignold et al (2005) çalışmalarında Roma ve Roma olmayanlar arasındaki farkı yoksulluk, eğitime katılım,
konut ve istihdam gibi alanlarda bazı Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden örneklerle gösteriyor. Bu
karşılaştırmalar Roma yoksulluk ve yoksunluğunun Roma olmayanınkinden çok daha fazla olduğunu gözler
önüne seriyor.
16
ÖZATEŞLER, E
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
sayarak tüm Roma gruplarına yaklaşımı homojenleştirdiği, bu alanda uygulanan politika ve
projeleri de hiçe saydığı ve en önemlisi yoksulluğun “suçunu” Roma’nın yetersizliğiyle
açıklama eğiliminde olmasından dolayı bu terimin kullanılmasını uygun görmemektedir. Bu
açıdan, terim ne kadar Roma gruplarının özellikle ekonomik açıdan uğradığı dışlanmışlığa
işaret etse de haklı olarak belirtildiği gibi Roma gruplarının mücadelesini ve yoksuluğun
yapısal temellerini göz ardı etme potansiyelini taşıyor.
Bu derece kötü yaşam koşullarına sahip bir grup olan Roma, 1990 öncesinde Avrupa
kurumlarında ve politikasında özel olarak yer almıyordu. 1970’lerde Avrupa temelinde Roma
meselesiyle ilgili bir takım tartışmalar dönse de geniş çaplı bir politikadan uzaktı, ve eğitim
ve sosyal güvenlik gibi belirli alanlardan oluşmaktaydı. Ancak, Soğuk Savaşın bitişinden beri
Avrupa kurumlarının Roma meselesine ilişkin aktivitelerinde süregiden bir genişleme
olmaktadır (Kovats, 2001, s.94-95). Bunda Batı Avrupa devletlerinde Roma sığınmacılarının
artması8 ve muhtemel yeni üye ülkelerin üyeliğe erişimi ile PHARE programı etkili olmuştur.
Böylelikle, Roma’ya özel politikaların yanı sıra sosyal içerme ile ilgili yönetmelikler, ve
ayrımcılık ve azınlıklarla ilgili düzenlemeler Roma sosyal politikasına yön vermektedir.
Bunlarla beraber İnsan Hakları Evrensel Deklarasyonu ve Avrupa İnsan Hakları
Konvensiyonu da insan hakları üzerinden Roma politikasının işleyişi ve talepleri açısından
zemin niteliği taşımaktadır.
Bu çerçevede, Avrupa Roma sosyal politikasına doğru atılan ilk adım 1993 yılına
denk düşüyor. Bu tarihte, Avrupa Konseyi Parlamento Meclisi Avrupa’daki Roma’yı
ilgilendiren Tavsiye Kararı 1203’ü de içeren “Avrupa’daki Çingeneler Üzerine (On Gypsies
in Europe)” raporunu kabul ediyor. Buna göre Roma “gerçek Avrupa azınlığı” olarak
tanınıyor (Thelen, s. 37), ve tüm diğer azınlıkların yararlandığı haklardan faydalanmanın yanı
sıra bölgesel olmayan (non-territorial) azınlık olmasından dolayı özel koruma gerektiren bir
statü kazandı.9 Aynı yıl Kopenhag kriterleriyle, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa
Birliği üyeliğine erişme sürecinde Roma politikası içerildi. Böylelikle söz konusu ülkelerin
Roma meselesiyle ilgili kurumsal ve yasal mekanizmaları oluşturmaları bekleniyor (Ringold
et al. 2003, sf 10). Kriterler uyarınca üyeliğe erişme sürecindeki ülkelerin demokrasi, insan
hakları ve azınlıkların durumu gibi konularda asgari siyasi koşulları sağlamaları gerekiyor. Bu
8
1989 sonrası Roma göçü için bakınız : Barany, 2002. Kötü yaşam koşullarının ve fiziksel şiddete varan
ayrımcılığın yanı sıra 1999’da Kosova’da pek çok Roma NATO’nun askeri kampanyasının bitişinden ve
Yugoslav taburlarının ayrılmasından sonra öldürülüyor, tecavüze uğruyor ve evlerinden atılıyor. Bu dönemde,
Kosova’da yaşayan 120.000 civarındaki Romanın beşte dördü bölgeyi terk ediyor ya da Kosova içinde mülteci
oluyor. Bkz. Thelen 2005, s. 16.
9
Alman Sinti ve Roma Merkez Konseyi başkanı Romani Rose, bu kullanımı Avrupa’da yaşayan Roma’yı ve
yaşadıkları ülkelere olan aidiyetliklerini hiçe sayan bir terminoloji olarak görüyor.
17
AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR
çerçevede, Avrupa Birliği üyeliğine ilk başvuran Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden olan
Macaristan, üyeliğe erişme sürecinde tanıdığı 13 azınlığın içerisine Roma’yı da katarak
önemli kültürel, eğitimsel ve dil haklarını garanti altına alan Azınlık Kanununu 1993’te kabul
etti. Bu kanun, azınlıkların sosyal, eğitim ve gelişim alanlarında projeler başlatma imkanını
sağlayan ulusal ve yerel azınlık hükümetleri (self-governments) için de bir sistem yaratıyor.
Bu hükümetlerin yaklaşık yarısını Roma azınlık hükümetleri oluşturuyor (Ringold et. al.
2005, s. xxi).
Azınlık olarak kabul edildiğinde Roma, 1995’te Avrupa Konseyi tarafından kabul
edilen ve azınlıkların korunması açısından yasal bağlayıcılığı olan ilk uluslararası araç niteliği
taşıyan Ulusal Azınlıkları Korumak için Çerçeve Sözleşmesi tarafından kapsanmış oldu.10
Fakat diğer şeylerin yanı sıra bir anavatan eksikliği tartışmasından dolayı da ulusal azınklık
kavramı üzerinde bir mutabakata varılamadığından bazı ülkelerde Roma’nın azınlık olarak
tanınması sorunlu olabiliyor. 1995’te Avrupa Konseyi kapsamında çeşitli politika alanlarını
içerecek yönerge ve raporlar hazırlayan “Roma/Çingene üzerine Uzman Grup” un kurulması
da teşvik ediliyor. Grubun Avrupa’daki Roma sosyal politikasının gelişimindeki esas rolü
1999’da AB’nin Grup tarafından hazırlanan Roma’nın durumunu iyileştirmek için
yönlendirici prensipleri (Guiding Principles for improving the situation of Roma) kabul
etmesiyle açığa kavuşuyor (Kovats, s. 96).
1993’te Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT-OSCE)’in Ulusal Azınlıklar
üzerine Yüksek Komiseri van der Stoel de özellikle komünizmden kapitalizme geçiş yapan
ülkelerdeki Roma üzerine ilk raporunu sundu. Bu rapor, organizasyonel değişikliklere de yol
açtı. Demokratik Kuruluş ve İnsan Hakları Ofisi, Varşova’da Roma ve Sinti Meseleleri için
Kontak Noktası kurdu (ODIHR/CPRSI). Bu oluşum, Roma ve Sinti gruplarının kendi
kimliklerini koruyarak yaşadıkları toplumlara entegre olmalarını teşvik amacıyla kuruldu
(Thelen, s.37). 3 yıl sonra 1998’de Kontak Noktasının yetkisi Avrupa ve devletler düzeyinde
Roma ve Sinti konusunda yasal ve politik gelişmelerde öneride bulunmak ve koordine etmek
yönünde genişletildi (Kovats, s. 97).
Genel sosyal içerme politikalarının Avrupa düzeyinde gelişmesi de Roma’yı
yakından etkiledi. 1997’de AB kurucu anlaşmalarına yoksulluk ve sosyal dışlanmayla
mücadele konusunda bağlayıcı olan yeni bir madde eklendi. Sosyal İçerme Politikasına
dayanarak, her üye ülke, iki yılda bir milli hareket planı (National Action Plan) sunacaktır.
10
“Framework Convention for the Protection of National Minorities” için bakınız:
http://conventions.coe.int/Treaty/en/Treaties/Html/157.htm Ayrıca bkz: Thelen, s. 38.
18
ÖZATEŞLER, E
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Avrupa Komisyonu bu raporları gözden geçirip ülkelere tavsiyede bulunacaktır. Bunların yanı
sıra ayrımcılığa karşı çıkartılmış yönetmelik ve yasalar, Roma sosyal politikasını etkileyen
önemli adımlar oldu. 2000 yılı Haziran’ında
Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen
2000/43/EC kodlu Irksal Eşitlik Yönetmeliği (Race Equality Directive) dil kullanımını da
kapsayarak azınlık haklarıyla bağlantılı bir şekilde Roma’yı içerdi. Nitekim, yönetmelik,
ırksal ve etnik temelli ayrım uygulamadan tüm bireylerin eşit muamelesi prensibini
benimsiyor,11 dolaylı ve dolaysız olarak iki türlü ayrımcılığı yasaklıyor. Yönetmelikte,
‘dolaysız ayrımcılık’ bir kimsenin ya da grubun ırksal ya da etnik nedenlerden dolayı başka
birisine kötü muamele göstermesi olarak tanımlanmaktadır. ‘Dolaylı ayrımcılık’ ise meşru bir
amaçla mazur gösterilmediği durumda görünüşte nötr olan bir hükmün belli bir ırksal ya da
etnik kökenden gelen insanların diğer kişilere göre dezavantajlı bir durumda bırakılmaları
olarak tanımlanmaktadır (Zoon 2001, s. 17). Böylelikle ayrımcılığın tanımı daha kapsayıcı bir
hale getirilerek ırksal ve etnik temelli ayrımcılık yasaklanmaktadır. 2000’de Roma sosyal
politikası için önemli bir başka gelişme de kamu yetkililerince uygulanan ayrımcılığın
yasaklanmasıyla ilgili olan 12 numaralı protokolün Avrupa İnsan Hakları Konvensiyonuna
eklenmesi oldu. Bu konvensiyondaki ırk ve etnik temelli ayrımcılığı yasaklayan 14. madde de
Roma politikasına açıklık sağladı.12 Roma’ya dair genişleyen Avrupa’da daha kapsamlı bir
politika uygulaması arayışı, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki Roma’nın dışlanmasını
tersine çevirip içermeyi öneren bir anlayışla geldi. 2003’te Budapeşte’de düzenlenen Roma
Konferansında (Roma in an Expanding Europe: Challenges for the Future) ise AB’nin
öngördüğü hedeflerin Roma gruplarının durumunu dönüştürmek için kullanılmasını
amaçlayan Roma İçermesinin On Yılı (Decade of Roma Inclusion) kabul edildi (Gillsater et
al. 2004, s. 99).
AB’nin Roma meselesine başka bir müdahalesi de destekleme ve fon verme
üzerinden olmaktadır. PHARE programı üzerinden AB Yapısal Fonları (EU Structural Funds)
ve CARDS (Balkanlarda Yeniden Yapılanma, Gelişim ve İstikrar için Topluluk DesteğiCommunity Assistance for Reconstruction, Development and Stability in the Balkans)
yoluyla AB, Roma’nın içerilmesi için geçiş ülkelerine maddi destek sağlıyor. Phare programı
11
Yönetmelik için bakınız:
http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:32000L0043:en:HTML
12
“Convention for the Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms” için bakınız :
http://conventions.coe.int/Treaty/Commun/QueVoulezVous.asp?NT=005&CL=ENG. Ayrıca 14. maddenin
Roma meselelerinde nasıl kullanıldığına dair örneklemeler için bakınız: Quarterly Journal of the European
Roma Rights Center: Roma Rights, no 2&3 2006, sf 12-14.
19
AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR
esas olarak 1989’da Polonya ve Macaristan’ı desteklemek için başladı,13 ancak zamanla
bölgedeki aday ülkeler üzerinden genişledi.14 Post-komünizm ülkelerinin piyasa ekonomisine
geçisini destekleme amacıyla kullanılan program, üyeliğe aday ülkelerin ekonomi ve insan
hakları çerçevesinde dönüşümünü sağlamak için işlev kazanmaktadır. Program, Roma
dışlanmasına karşı mücadele için bir takım kurum ve organizasyonları da başlattı. Ancak,
Birleşmiş Milletlerin Roma üzerine hazırladığı 2002 tarihli raporu, Phare programıyla
Roma’yı hedefleyen projeler artış gösterse de bunun tabana olan etkisinin beklenenden az
olduğunu belirtmiştir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve AB Temel Haklar Ajansının
2012’de birlikte düzenlediği en son rapor da Roma’nın gördüğü ayrımcılık ve dışlanmanın
devam ettiğini göstermektedir.15 Böylelikle verilen fonun miktarından ziyade kaynakların ne
şekilde kullanıldığının önemine dikkat çekilmektedir.
Sonuç olarak, Avrupa Birliği düzeyinde gelişen ve özellikle AB üyeliğine erişim
sürecinde hükümetler tarafından benimsenen sözü edilen yönetmelik, kanun ve sözleşmeler
Roma için bir politika zemini sağlamaktadır. Ancak, kapsamlı bir politikaya ulaşma yolunda
engellerle karşılaşılmaktadır. Bu engellerin en önemlileri olarak ekonomik, politik ve sosyal
dengelerin bozulmasından duyulan tereddütün yanı sıra toplumda ve politika yapma sürecinde
piyasa ekonomisinin de etkili olduğu iktidar ilişkileriyle sıkısıkıya bağlı olarak varlığını
sürdüren ırkçılık ve anti-Çingene yaklaşımlarını besleyen önyargı ve buna dayalı olan
dışlanmayı sayabiliriz. Kanun düzeyinde var olan ayrımcılığa karşı mücadele, ne yazık ki pek
çok Roma için sadece yazılı doküman niteliğinde kalabilmektedir. AB üyeliğine erişim için
kabul edilen sosyal politika yaklaşımları hiç uygulamaya geçemeyebilmekte ya da adalet,
fırsat eşitliği gibi etik kaygılardan ziyade hükümetler tarafından sadece “elit kulube” kabul
edilme yolunda bir adım olarak görülebilmektedir (Trehan 2001, s. 142). AB’nin 2007’de
hazırladığı “AB Üye Ülkelerinde Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Üzerine Raporunda16
görüldüğü gibi bir takım diğer azınlıklara, göçmenlere, bir şekilde “farklı” olanlara gösterilen
ayrımcılığa karşı olan mücadele hızlı ilerleyemeyebiliyor. Rapora göre, bazı üye ülkeler
yönetimde gerekli uzman organlara sahip değilken ya da olanlar aktifleştirilmezken
bazılarında ise bu alanda kurbanların pazarlık pozisyonunu güçlendirebilecek yasal yaptırım
13
Phare programme. Available at
http://europa.eu/legislation_summaries/enlargement/2004_and_2007_enlargement/e50004_en.htm
14
AB üye adayı olarak Phare’den yararlanmış ülkeler: Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Hırvatistan,
Latvia, Litvanya, Macaristan, Polonya, Romanya, Slovakya, Slovenya. Bu ülkelerin yanı sıra üyeliğe erişim
öncesi destek programında Türkiye de yararlanıyor.
15
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)Raporu 2002, sf 9, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
Raporu 2012.
16
“Report on Racism and Xenophobia in the Member States of the EU”
http://fra.europa.eu/sites/default/files/fra_uploads/11-ar07p2_en.pdf
20
ÖZATEŞLER, E
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
uygulanmamıştır. Aşağıda daha ayrıntılı değinileceği gibi diğer alanlarda da bazı politika
yaklaşımlarında ve projelerde, gerekli yasalar olsa dahi kontrol, denetim ve yaptırımların
yokluğuyla bağlantılı olarak uygulamada sorunlar yaşanabilmektedir.
Roma Politikasında Farklı Yaklaşımlar
Uluslararası düzeyde ve özellikle AB düzeyinde bu şekilde konumlandırılan politika
yaklaşımları, modern Avrupa hükümetlerinin klasik uygulamalarına baktığımızda kabaca
gözlenen dört ana biçimde ortaya çıkıyor: Asimilasyon, dışlama, entegrasyon ve azınlık
hakları.17
Asimilasyon, Roma’nın, çoğunluğun kurallarını, değerlerini ve davranış biçimlerini
kabul edip bunlara uygun olarak davranmasını hedefleyerek ancak bu şekilde toplumda bir
yer edinmesi durumuna işaret ediyor. Bu yaklaşım, azınlık grupları üstünde baskı ve zorlama
yaratırken toplumun diğer bireyleriyle nispeten eşit şartlara ulaşabilmelerinin koşulunu
hiyerarşik olarak üstün tutulmuş çoğunluk kültür ve değerlerine uyma üzerinden sınırlıyor.
Pek çok ülkede Roma halen asimilasyon yaklaşımı ile karşılaşıyor ve entegrasyon amaçlı
politikalar dahi uygulamada asimilasyona yönelik izler taşıyabiliyor (Marinaro 2003, s. 203218). Ancak özellikle Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri söz konusu olduğunda komünist dönem
buna bir örnek olarak teşkil etmektedir (Barany 2002, Ringold et al. 2005, Thelen 2005).
Diğer bir yaklaşım olan dışlama ise Roma’yı ekonomik, toplumsal, kültürel, coğrafik, politik
açılardan toplumun dışına atmayı hedefleyen bir yaklaşımdır. Roma’nın ayrı tutulmuş
yerleşim yerleri, eğitimde ayrımcılık, istihdam edilmeme, sosyal marjinalleşme, önyargılar ve
en net şekliyle ırkçılığa kadar varan anti-Çingene tepkiler dışlanmanın örneklerinden birkaçını
oluşturuyor. Entegrasyon ve azınlık haklarına baktığımızda ise hak temelli yaklaşımlarla
karşılaşıyoruz. Entegrasyon daha çok bireysel haklara odaklanıp kültürel haklar dahil olmak
üzere bireysel hakların tanınmasıyla birlikte bireyin topluma eşit haklarla katılımını
hedefliyor. Ancak bu bireysel haklar yine çoğunluğun değerlerine göre belirlenebiliyor.
17
Ayrıntılı bilgi için bkz. Barany 2002, Ringold et al, s. 14-21. Çingene çalışmaları alanında önemli bir
akademisyen ve aktivist olan Acton (2005) ise İngiltere’nin toplumsal düzeni muhafaza etme yolunda
Çingenelere karşı dönüşümlü olarak uyguladığı statükocu, baskıcı ve entegratif/içerici politikalar olmak üzere
tarihsel olarak üç türlü politikadan bahsediyor. Bunların ortak özelliğini yapısal olmalarına bağlıyor. Hepsi de
ulus-devletin günah keçisi ve basmakalıp kötü örnek için “iyi düşman” arama ihtiyacını çözmek yerine
Çingeneleri değiştirmeyi hedefliyor (s. 7). Acton, topluluklar arası huzuru sağlamak için şu an uygulanan
politika modelleri arasında ise asimilatif vatandaşlık, azınlıklara rahatlıkla adapte edilebilen medeni haklar ve
insan hakları modellerini ele alıyor. Bunlar arasında insan hakları modelini, ulus-devletlerin kararlarına karşı
uluslararası organizasyonlar tarafından desteklenen insan hakları kanunlarının desteğini almak adına Roma
organizasyonları için avantajlı görüyor (Bkz. Acton 2005, s. 3-7).
21
AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR
Azınlık hakları ise grup hakları üzerinden hareket ediyor; azınlık gruplarının topluma katılımı
kendi grup kimlikleriyle ve kültürel değerlerini koruma haklarıyla beraber kabul ediliyor.
Burada tekil bireylerin topluma katılımından ziyade OSCE’nin, AB’nin ve AK’nin de
vurguladığı gibi grubu güçlendirme, grup kimliği üzerinden dışlanmayı ortadan kaldırma ve
grup kimlik, kültür ve değerlerinin tanınmasıyla beraber eşit haklar edinme söz konusudur.
Roma’nın organize olma ve politika yapma stratejileri ise hem hükümetlerin
yaklaşımıyla hem de uluslararası düzeyde belirlenen hareket alanıyla bağlantılı bir şekilde
dönüşmektedir. Roma politikası, yerel düzeyde ve Roma’nın kendi örgütlenmesinde daha
gerilere uzanmaktadır. Kendi aktivasyonu olarak, Roma’nın organize hak talepleri 1905’e
kadar uzanıyor. 1905’te düzenlenen ve ardından oy hakkından mahrum edilmenin de protesto
edildiği Sofya konferansının örnek teşkil ettiği gibi Roma, 20. yüzyılın başında haklarını
arama yolunda organize oluyor (Thelen, s. 41).18 Özellikle Bulgaristan ve Romanya’da
kurulan organizasyonların sayısı 1920 ve 1930’lardan İkinci Dünya Savaşına, Nazilerin
Roma’ya karşı yürüttüğü kampanyaya kadar artmaya devam ediyor. Bu bakımdan, savaş
sonrası, özellikle ırkçılık karşıtı ve Roma’nın uğradığı zulümün tanınmasının da kaygısıyla
yeniden bir örgütlenme gerekli görülüyor.19 2. Dünya Savaşı ile 1970 arasını bir period
olarak belirleyen Klimova-Alexander, bu dönemde yeni bir takım fenomenlerin görüldüğünü
belirtiyor. Bunların arasında ulusal düzeyde modern Roma siyasi organizasyonlarının ortaya
çıkması, kapsayıcı uluslararası Roma örgütlerinin şemsiyesi altında birleşme, bazı Roma
olmayan siyasi ve idari yapılanmalarda Romaların kısıtlı da olsa yer alması gibi Roma
politikasını ulusal ve uluslararası doğrultuda genişleten etkenler bulunmaktadır (KlimovaAlexander, s. 627).
Komünist bloğun çöküşünden sonra ise Roma örgütlenmesi artış gösteriyor.
Komünist geçmişle bu artışı ilişkilendiren araştırmacılar (Örn. Barany, Thelen), komünizm
döneminde “zorunlu” vasıfsız işçi olarak düzenli ve maaşlı iş hayatına girip nispeten eğitime
katılımları da artan Roma’nın örgütlenmesinin, bu geçmişe referanslar içerdiğini
belirtmektedir. Bu dönemde asimilasyon olarak nitelendirilen komünist dönem Roma
politikası da sorgulanma imkanı buluyor. Böylelikle, kimlik haklarının ve politik temsilciliğin
18
. Barany, Roma’ın 1879’da Macaristan’da Avrupa politik ve vatandaşlık haklarına odaklanan bir konferans
düzenlediklerini de ekliyor, (2002, s. 95).
19
Bu kaygıyla beraber 1956 yılında Oskar ve Vinzenz Rose daha sonra Alman Sinti Derneğine dönüşen ve
1982’de bölgesel organizasyonlarıyla yeniden yapılanarak Alman Sinti ve Roma Merkezi Konseyini oluşturan
Yahudi İnancından Olmayıp Zulme Uğramış Kişiler Derneğini - the Association of Persecuted Persons of NonJewish Faith kuruyor. Ancak Barany (2002) savaş sonrası dönemde Orta ve Doğu Avrupa’daki komünist
devletlerde bağımsız sivil toplum kuruluşlarına olan tepkiden dolayı Çingene mobilizasyonunun da oldukça
kısıtlı olduğunu belirtiyor, s. 148-153.
22
ÖZATEŞLER, E
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
daha çok vurgulandığı bir politik örgütlenme dönemi başlayabiliyor. Ancak, özellikle geçiş
dönemindeki ülkelerde yaşanan sıkıntıların etkisi ve devreye sokulan piyasa ekonomisinin
gergin ve rekabete dayalı dünyasında pek çok Roma, komünist döneme nazaran ekonomik
olarak kendilerini daha zarar görebildikleri bir pozisyonda buluyor. Bu dönemde kendilerini
ifade edebilme alanı nispeten açılsa da yaşanan yoksulluk ve işsizliğin etkisi hayatlarında
daha fazla hissedilir oluyor. Bunun yanı sıra bu rekabet dünyasının acımasızlığıyla birleşen
anti-Çingenelik üzerinden giden ayrımcı önyargılar güçlenip çoğunluk tarafından uygulanan
şiddet örnekleri artıyor.20 Toplumdaki sorunların günah keçisi pozisyonunda bırakılan Roma
grupları, nüfus artış hızlarının nispeten yüksek olması gibi nedenlerle alevlendirilen değişik
formlarıyla anti-Çingene tepkileri ve ırkçılıkla karşılaşmaya bu yeni dönemde de devam
ediyor. Roma evlerinin yakılıp yıkılması, Roma’nın ölümle de sonuçlanan fiziksel şiddete
uğraması,
kısırlaştırma,
vatandaşlıktan
çıkarılma21
Roma’nın
karşılaştığı
şiddetin
biçimlerinden oluyor. Aynı zamanda daha geniş çapta endüstriyel kapitalizmin ve piyasa
ekonomisinin taleplerine pek çok Roma’nın eğitimsel ve çeşitli nedenlerle cevap
veremeyecek durumda bırakılması, önyargı ve dışlanmışlıkla da beslenince pek çok Roma
işsizliğin ve yoksulluğun sınırlarında hayata tutunmak durumunda bırakılıyor. Bu dönemde,
ayrımcılık, kötü muamele, ekonomik zorluklar gibi nedenlerle pek çok Roma, Batı Avrupa
ülkelerine göç ediyor (Barany, s. 242). Bu da Batı Avrupa’nın Roma politikasına olan ilgisini
uyaran etkenlerden biri oluyor.22
Vermeersch, anti-Çingene şiddetinin ve ırkçılığın 1990’larda artmasının Roma
içerisinde yeni bir jenerasyonu politize edip bir araya getirdiğini söylüyor. Bu nedenle
kötüleşen koşulların ve şiddetin etkisinin Roma hareketinin aktivasyonunun artmasıyla ilişkili
olduğunu belirtiyor (Vermeersch 2003, s. 882). Bağımsız örgüt kurma yasaklamasının
kalkması, bölgedeki yeni dernek yasası, kamu ve bireysel fonlarının uygunluğunun artması ve
pek çok aktivistin lider pozisyonunda olmak istemesi gibi nedenlerle de Doğu ve Orta
Avrupa’da Roma örgütlerinin sayısı ciddi bir şekilde artıyor.23 Ancak, Barany, 1990’ların
başında hızlı bir şekilde artış gösteren bu örgütlerin pek çoğunun gevşek yapılanmış, elitler
tarafından götürülen ve çoğunlukla yerel olduğundan bahsediyor. Genel olarak Roma
organizasyonlarının programları, tanınma, etkin yasal araçlarla güçlendirilmiş vatandaşlık
20
Bu dönemde artan ırkçı ve Roma karşıtı hareket için baknız: Barany 2002, s. 195-200.
Çek Cumhuriyeti, Bosna, Hırvatistan, Makedonya ve Slovenya (age, s. 143)
22
Roma göçü ve Batı Avrupa’daki tepkilerle beraber bunun uluslararası Roma politikasına etkisi için bakınız:
Barany, s. 241-280.
23
1990’larda Doğu ve Orta Avrupa’da Roma grup ve organizasyonlarının yıllara göre hızla artışını görmek için
Barany 2002, s. 207 Tablo 6.1.
21
23
AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR
hakları, varolan azınlık kanunlarının iyileştirilmesi, etnik dışlanmaya son ve dışlanmaya karşı
yasaların güçlendirilmesi, devlet destekli toplumsal ve kamu istihdam programları şeklinde
olumlu ayrımcılık programları, ve daha etkili sosyal refah politikaları, devlete ait medyada
belirli bir zamanda yayın yapma fırsatı arayışlarını kapsayabiliyor (Barany, 2002, s. 216).
Bunun yanı sıra, Barany, Roma organizasyonlarını, aktiviteleri üzerinden politik ve
sosyoekonomik olarak iki ana grup altında inceliyor. İki grup için de aktivite ve proje
belirlenmesinde fon bulma önemli bir yer ediniyor.
Politik organizasyonlar, özellikle politik katılım ve temsiliyet amacıyla Roma’nın
kurduğu politik parti ve sivil toplum örgütlerini içeriyor. Bunlar arasında Roma’ya yasal
yardım sağlayan ve hükümet organlarının dışlayıcı tutum ve hareketlerine karşı koyan
örgütler de bulunmaktadır. Sosyoekonomik organizasyonlar ise anasınıfları, yaz kampları,
geleneksel zanaatların yanı sıra modern iş becerileri için eğitim kursları gibi projelerde yer
alıyor ve Roma’ya özellikle sosyal ve ekonomik temelde yardımda bulunmayı hedefliyor.
Barany, bu grupta Roma kültürüne odaklanan organizasyonların Roma kimliğinin
biçimlenmesinde ve güçlenmesinde etkili olduğunu belirtiyor (Barany 2002, s. 210).
Vermeersch de Roma hareketinin topyekün Roma kimliğine olan etkisini vurguluyor. Ona
göre 1990’lar için yeni olan, Roma hareketinin hızlı ve müthiş bir şekilde gelişmesinin, bu
alandaki organizasyonların sayısında devamlı bir artış olmasının yanı sıra Roma etnisitesiyle
ilgili yeni fikirlerin de ortaya çıkması oluyor. Kimlerin Roma olup olmadığı, Roma olma
durumu, bu durumun ne şekillerde yaşandığının eskiye ve yeniye referansla tekrar
tanımlanması, bu açıdan Roma hareketini hem dönüştüren hem de hareketle birlikte dönüşen
açık bir alan haline geliyor.
Politik yaklaşım, kimlik ve strateji geliştirme açısından, Uluslararası Roma
politikasında çeşitli ülkelerden Roma aktivistin katılımıyla beraber 1971’de Londra’da
yapılan Dünya Roma Kongresi (World Romani Congress) tarihi bir adım olmuştu
(Vermeersch, 2003, s. 881). 1990’larda yoğunlaşan Roma’nın kendi içinde ve uluslararası
temsiliyet ve stratejik politika tartışmaları da böylelikle bir çerçeveye oturmuş oldu. Roma
politikası, Roma’nın bölgesel olmayan millet, ulusal azınlık mı göçmen azınlık mı olduğu24,
ve etnosınıf oluşturup oluşturmadığı tartışmaları üzerinden dönüşüyor. Bu alanda, Roma
kimliği üzerinden giden üç temel yaklaşım olan millet, azınlık ve etnosınıf tartışmalarına
kısaca değinmekte fayda var.
24
Konuyla ilgili daha ayrıntılı tartışmalar için bkz. Thelen, s. 39-53.
24
ÖZATEŞLER, E
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Bölgesel olmayan millet (Non-territorial nation)
Bu yaklaşım 1977’de kurulan Uluslararası Roma Birliğinin- International Romani
Union (IRU) ve Roma Ulusal Kongresinin- Roma National Congress politikasını belirliyor.
Buna göre tüm ülkelerdeki Roma grupları temelde ortak olan bir kökene, dile ve kültüre
dayanan bir milleti oluşturuyor. Arada netçe görülen farklılıklar ise esas olarak içinde
yaşadıkları devletlerin asimilasyona dayalı politikalarından kaynaklanıyor. Bu yaklaşımın
politik getirisi ise uluslararası düzeyde Avrupa’da özel bir yasal pozisyon talebi oluyor. IRU
bu yaklaşımın başlıca savunucusu olarak tüm dünyadaki Roma’nın da temsiliyetini üstleniyor.
Böylelikle uluslararası düzeyde Roma temsiliyeti gibi stratejik bir noktaya da gelinmiş oluyor.
Bu yaklaşım, pek çok açıdan eleştirilmektedir. Öncelikle uluslararası bölgesel
olmayan millet kurgusunun yereldeki hak taleplerinden ziyade uluslararası politikaya
odaklanması, böylelikle yereldeki sorunlara önem verilmemesi eleştiriliyor. Böylece,
uluslararası düzeyle yereldeki Roma topluluklarının ihtiyaçları arasındaki bağlantı
sorgulanıyor. Öte yandan, ortak köken olarak belirlenen Hindistan ve sınırlar ötesi ortaklık25,
tabandaki özdeşimlerden çok akademik yorumlamalar olarak nitelendiriliyor. Öyle ki
Hindistan geçmişi pek çok Roma için, yapılan akademik araştırmalar sonucu öğrenilmiş ve
topluluk kimlikleriyle çok ilişkide olmayan bir etken olarak kalabiliyor. Bu yaklaşımın politik
referanslarına bakıldığında ise, bunun devletlerin kendi çıkarlarına yarayacağı, nitekim yerel
hükümetlerin duyması gereken sorumluluktan kaçınmaları için zemin hazırlayacağı kaygılar
arasında yer alıyor (Vermeersch, 2003, s. 886-9). Öte yandan uluslararası düzeyde bu,
Birleşmiş Milletler, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyinde Roma’nın temsil edilmesi
demek.26
Ulusal Azınlık Hakları
Bu yaklaşım, Avrupa düzeyindeki yerelden ayrı hak taleplerinden ziyade yerelde,
Roma’nın yaşadıkları ülkeler içerisinde ulusal azınlık olarak tanınmalarını savunuyor.
Böylelikle hem diğer azınlıkların desteği hem de azınlık hakları destekçilerinin ilgisi de
25
Bu alandaki eleştirilere örnek için yukarıda Alman Sinti ve Roma Merkez Konseyi başkanının tepkisine
bakınız.
26
Roma’nın ayrı kıtalarda, günümüzde esasen farklı dileri konuşup farklı dinlere inanan ve farklı kaygılarla
hareket eden insanları kapsayan bir milletten söz etmesi hem alışılageldik toprağa bağlı ulus-devlet kurgusuna
ters düşüyor hem de ulus üstü ve hatta kıtalar arası bir kurguya denk düşüyor . Acton ve Gheorghe (2001)’nin
söz ettikleri gibi kendisine Roma milliyetçisi diyenlerin dahi uluslar üstü bir şekilde organize olması gerekiyor
(sf 57). Acton ve Gheorghe IRU’nun da 1990’da düzenlenen 4. Dünya Roma Kongresinden sonraki yeniden
canlanmasında bu yönde yeni bir strateji geliştirdiğini söylüyor . Bkz: Acton ve Gheorghe 2001, s. 54-70.
25
AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR
hedefleniyor. Ulusal azınlık olarak tanındığında Roma, 1995’te Avrupa Konseyi tarafından
benimsenen Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi kapsamına giriyor.27
Ancak Çek Cumhuriyeti ve Slovakya örneklerinde görüldüğü gibi Roma’nın deneyiminin
diğer azınlıklardan daha farklı olması, diğer azınlıklarla bir işbirliği sağlanmaması ve bunun
Roma çıkarlarını temsil etmediği gibi konulardan dolayı bu yaklaşım eleştirilebiliyor. Bunun
yanı sıra azınlık haklarının, Roma’nın durumuna çok uygun olmadığı da belirtiliyor. Bunun
başlıca nedenleri, Roma grupları arasındaki sosyokültürel ve çıkar farklılıklarının yanı sıra
farklı ülkelerde uygulanan asimilasyon ve entegrasyon politikalarına bağlanıyor. Bu
politikaların etkisiyle Roma’nın azınlık statüsünün gerektirdiği
birleştirici öğelere sahip
olmadığı belirtiliyor. Buna göre, Roma, ortak dil, din, kültür ve kapsayıcı ulus duygusu yerine
“geleneksel” Roma adetlerini farklı ölçülerde devam ettiren bireyler, aileler ve toplulukların
birleşimini oluşturuyor (Pogany 2006, s. 1-25). Roma’nın yaşadığı dışlanma pratikleri,
yoksulluk ve ayrımcılığın da etkisiyle pek çok Roma, Roma kimliği yerine sosyoekonomik
ihtiyaçları üzerinden taleplerini dile getiriyor. Bu nedenle azınlık hakları hem Roma’nın
karşılaştığı kurumsallaşmış yaygın ayrımcılığa karşı mücadelede kısıtlı bir alana işaret ediyor
hem de farklılıkları kapsayamıyor.28
Etnosınıf
Etnosnıf yaklaşımı, Roma’nın sınıfı andıran bir etnik grup olduğu üzerinde duruyor.
Özellikle Roma’nın sosyoekonomik hiyerarşinin en altında yer alması vurgulanıyor.
Böylelikle, eğitim ihtiyacı, konut sorunu ve istihdam sorunlarına değiniliyor. Roma
kimliğinin kültürel bileşeni daha az önemli bir konu olarak ele alınıyor. Bu çerçeve, özellikle
ulusal azınlık yaklaşımının var olan önyargıları ve basmakalıp örnekleri yok etmediğini
düşünenler tarafından benimsenebiliyor. Kimlik politikası yerine dezavantajlı, yoksul
bırakılmış vatandaş kurgusu üzerinden hak talebi işlevsellik kazanıyor. Vermeersch, bu
yaklaşıma tutunan insanların daha çok komünist dönemi iyi hatırlayanlar olduğunu ve etnik
farklılıklar yerine yoksul gruplar için hak talebinde bulunmanın daha etkili olduğunu
düşündüklerini belirtiyor (Vermeersch, s. 891-2). Thelen ise bu tarz bir yaklaşımın Roma’nın
toplumsal marjinalleştirilmesinin uzun tarihsel süreçlere ve milliyetçi önyargıya dayandığını
görmezden gelmek olduğuna dikkat çekiyor (Thelen, s. 33-34). Roma’nın dışlanmışlığının
27
28
Roma’nın azınlık statüsü bir önceki bölümde belirtildiği gibi uluslararası düzeyde tanınmış durumdadır.
Age. Pogany, azınlık hakları yerine uluslararası insan hakları organlarını Roma’nın hak talepleri ve
durumunun geliştirilmesi için daha etkili buluyor, s. 23.
26
ÖZATEŞLER, E
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
sadece sosyoekonomik koşullara değil Roma’ya karşı kurumsal ve toplumsal düzeyde işleyen
iktidar ilişkileri ve önyargılara bağlı olduğu bu eleştirinin ana noktasını oluşturuyor.
Kimlik üzerinden giden bu yaklaşımların etkisinin yanı sıra özellikle 1990’lardan
sonra insan hakları temelinde hak arayışı, Roma politikasına yön veren bir yaklaşım oluyor.
Vermeersch (2003), Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB gibi bir uluslararası toplulukta
kalmalarının anahtar noktasının insan hakları söylemi olabileceğini anlamalarının, Roma
hareketine etkisinin olduğunu belirtiyor. Acton ve Gheorghe(2001) ise gelenek, sınıf
pozisyonlarının ve Roma gruplarının çıkarlarının farklılaşması nedeniyle Roma politikasında
yaşanan zorluklara dikkat çekiyorlar. İnsan hakları temelli bir yaklaşımın, bu zorlukları da
aşmak açısından Roma hareketine en uygun düşen yaklaşım olduğunu savunuyorlar. Diğer
yaklaşımlardan birisi olan azınlık hakları yaklaşımı, herhangi bir „etnik partikülerizmin“ söz
konusu olan etnik grubun sınırlarını belirlemeye ve kontrol etmeye dönüşebileceği yüzünden
eleştiriliyor (Acton ve Gheorghe, 2001, s. 67). Öte yandan Acton ve Gheorghe,
uygulanabilecek asimilasyon ve entegrasyon benzeri bir toplumsal hareket ve topluluk
gelişimi yaklaşımına, Çingene topluluklarına çoğunluğa göre „gerikalmış“ ve „azgelişmiş“
olarak yaklaşıp paternalist bir ırkçılığa dönüşmesi potansiyeli üzerinden karşı çıkıyorlar. Bu
yaklaşımlar yerine bireylerin insan olarak belirli ihtiyaç ve hakları üzerinden giden insan
hakları yaklaşımının benimsenmesini, Roma’nın politik hareketine ahlaki bir meşruluk alanı
ve politik birlik sağlaması açısından önemli görüyorlar (Age, s. 64-68).
Azınlık politikası, dışlanan azınlık gruplarının azınlık statüsü üzerinden hak talebine
ve hükümetlerin politik çerçevede belirlenmiş ölçütlerine dayanırken insan hakları üzerinden
yapılan hak talebi temel olarak insan olmanın getirdiği haklara dayanıyor. Kabaca azınlık
politikası yerine benimsenen insan hakları, hem Roma’ya daha geniş bir alan sağlıyor hem de
söylemsel düzeyde ayrılıkların vurgulanması yerine ortaklıklardan bir hak talebi sunuyor.
Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Avrupa Denetleme Merkezi İletişim ve Dış İlişkiler
Yöneticisi olan Sobotka bu bakış açısının 1990’larda Orta ve Doğu Avrupa hükümetlerinin
Roma’ya olan yaklaşımını değiştirdiğini belirtiyor. Böylece başlangıçta özellikle OSCE ve
Avrupa Konseyi tarafından güvenlik meselesi olarak sınıflandırılan Roma meselesi,
1990’ların sonuna doğru hükümetler arası milletlerüstü BM, OSCE, AK ve AB gibi
organizasyonlarla lobi faaliyetlerine odaklanan nispeten bir insan hakları politikasına
dönüşmüs oluyor (Sobotka, 2007, s. 135). 1996’da Budapeşte’de kurulan ve bu alanda aktif
olarak Roma savunuculuğu yapıp ülke raporlarıyla da Roma dışlanmışlığına ışık tutup yasal
çözümler arayan bir organizasyon olan Avrupa Roma Hakları Merkezi (European Roma
27
AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR
Rights Center) de tam bu dönemde kuruluyor. Böylelikle geçmişi 1970’lere kadar uzanan
Roma uluslararası politikası, uluslararası düzeyde kabul edilmiş sözleşmelere de istinaden
insan hakları temelinde yeni bir platforma taşınmış oluyor.
Sobotka, bu dönemdeki yaklaşımları ikiye ayırıyor: insan hakları siyaseti ve insan
hakları tutumu.29 İlki daha çok insan haklarının iktidarla kurduğu ilişkilere; insan haklarının
politika platformunda nelere tekabül ettiğine dayanıyor. Açıkçası, insan hakları siyaseti, belli
aktörlerin insan haklarının nasıl çalıştığını, kimin aleyhine ve lehine olduğu heseplamalarıyla
beraber bu hakların politik işlevlerini incelemeye dayanıyor. Sobotka bu yaklaşım için,
1990’ların başında özellikle geçiş ülkelerinden gelen Roma göçüne istinaden biçimlenen Batı
Avrupa’nın güvenlik kaygısıyla Roma meselesine yaklaşımını ve aynı dönemde komünizmin
yeniden canlanmasından tedirginlik duyarak Roma meselesiyle ilgilenen Amerika’nın
yaklaşımını örnek gösteriyor. Yani esas olarak özellikle bazı Batı Avrupa devletlerinin ve
Amerika’nın kendi güvenlik kaygılarıyla belirlenmiş dış politikalarından dolayı Orta ve Doğu
Avrupa’daki Roma insan haklarına yaklaşımından bahsediyoruz. Öte yandan, ikinci yaklaşım
olan insan hakları tutumu sosyal, politik ve kültürel alanlar gibi belli bir çerçevede hak temelli
politika kullanımının değerlendirilmesine denk düşen bir yaklaşım. Bu alanda göç, okullarda
ayrımcılık ve siyasi şiddet gibi konularla ilgili politikalara rastlamak mümkün. İşte bu iki
yaklaşımın birleştiği noktada ve post-komünizm dönemi politikasıyla beraber geçiş
ülkelerinin piyasa ekonomisine adaptasyonunun sağlanması çerçevesinde Roma politikası da
bir ivme kazanmış oluyor.
Bu gelinen noktada, Roma temsilciliğinin uluslararası düzeyde genişlemesi ve
gelişmesi, Roma grupları arasında artan iletişim ağının da kurulma çabaları son derece önemli
görünüyor. Avrupa’da Roma’yı birleştirmek amacıyla 2004’te kurulan bağımsız sivil toplum
örgütü Avrupa Roma ve Gezgin Forumu (European Roma and Travellers Forum)30 Roma
meseleleriyle ilgili olarak Avrupa Konseyi gibi organlarda temsilci atama hakkına sahip
olmasıyla önemli bir pozisyonda bulunuyor (Thelen, 2005, s.2). Bu forumun temsil etme
meşruluğu üzerinden bir takım tartışmalar dönse de çoğunluk böyle bir Roma temsilciliğinin
hem Roma hem de AK ile kurulan bağ açısından önemli olduğuna kanaat getirmektedir. Öte
yandan 2003’te kurulan uluslararası bir organizasyon olan Avrupa Roma Bilgi Ofisi31 (The
European Roma Information Office (ERIO)’nin çalışmaları da Roma meselelerinin
tartışılması ve politika uygulamaları için önem taşımaktadır. ERIO’nun çalışmaları, Roma
29
Human rights politics ve human rights policy. Bakınız Sobotka s. 137-140.
Bkz. ERTF’nin internet sitesi: http://www.ertf.org/
31
Bkz. ERIO’nun internet sitesi: http://www.erionet.org/index.html
30
28
ÖZATEŞLER, E
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
meselelerinde politik ve kamusal tartışmaları tetiklemeyi, AB kurumlarına, Roma sivil toplum
örgütlerine ve hükümet yetkilileri ile hükümetler arası organlara Roma politika meselelerinde
bilgi iletmeyi içeriyor. Bu gibi kuruluşların aktivitelerini sürüdürüp Roma arasındaki bağı
muhafaza edip güçlendirmeleri için uluslar üstü politika yürüten Roma’ya internet gibi
küresel iletişimi sağlayan yeni teknolojiler de fayda sağlıyor. Elektronik gruplar üzerinden
giden tartışma ve haberleşme ile grup ve kişisel ağların kurulması Roma aktivasyonu için
ayrıca önem taşıyor.32
Sonuç Olarak
Roma sosyal politikası, uluslararası, ulusal, yerel gibi farklı düzeyleri içermekte ve
bu düzeylerde farklı perspektifleri olan aktörlerin etkisiyle dönüşmektedir. Bu nedenle, Roma
politikasına, hem Roma’nın kendi içinde giden tartışmaları, yaklaşımları; topluluk, birey,
piyasa, ulus-devlet, ulusal ve uluslararası kurumlar gibi farklı aktörlerin çıkar ve stratejileriyle
etkileşim halinde olan politika yaklaşımları ve uygulamaları; hem de uluslararası güç
dengeleri ile olan bağlantıları düşünerek bakmamız gerekiyor. Böylelikle, Roma üzerine
yapılan akademik ve sosyal politika çalışmaları daha geniş bir bakış açısı ile
değerlendirilebilecek ve çözüm odaklı yaklaşımlar geliştirilebilecektir.
Roma örgütlenme sürecini, bireysel ve grup aidiyetlerinden ayırmak ve bu anlamda
politika belirleme sürecinde özdeşim kurma mekanizmalarını yadsımak mümkün değildir.
Roma meselesinde en çok tartışılan konuların arasında politikaların, temsilciliğin ve
projelerin kapsayıcılığı gelmektedir. Nitekim, bahsedilen grup oldukça geniş, yerel, tarihsel,
sosyal, ekonomik ve politik açıdan farklı dinamiklerle ilişki halinde olunca ve her demokratik
sürecin ayrılmaz bir parçası olarak da görülmesi gereken farklı yaklaşımlar ortaya çıktıkça,
ortak politika zeminini yeniden tanımlamak da düşünülmesi gereken bir alan olmaktadır.
Roma örgütlenme sürecinde tartışılan konular bu açıdan içinde bulunan aktörleri de belirleyen
bir süreç içinde gelişmektedir. Roma’nın belli bir millet oluşturup oluşturmadığı, bu anlamda
farklılık ve ortaklıkların nasıl kurulabileceği, kimlerin Roma’yı temsil ettiği, edebileceği gibi
sorular bu süreçte ortaya çıkmaktadır. Bu süreç, yalnızca Roma’yla sınırlı değil; aynı
zamanda bu kavramları nasıl oluşturup kullandığımızı da sorgulayabileceğimiz bir alan
açmaktadır. Uygulamaya bakıldığında ise belli bir yerelde ve belli bir grup üzerinden yapılan
projelerin, sosyal politika yaklaşımlarının, Roma olarak adlandırılan ve/veya bu şekilde
32
Haber ve tartışma siteleri için örnek olarak bkz: http://www.idebate.org ,
http://romnews.com/community/index.php
29
AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR
özdeşim kuran ancak başka bir yerellik ve kendine özgü bağlamının şekillendirdiği başka bir
toplumsallıkla ilişkilenen bir grupta işleyip işleyemeceği, bu şekilde bir genel yaklaşımın
belirlenip belirlenemeyeceği gibi sorular ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan, hem toplumsal hem kurumsal önyargı ve dışlanmanın etkisinin açıkça
görüldüğü devletler düzeyine baktığımızda, Roma ile ilgili kapsamlı bir sosyal politikanın
halen gerçekleşmediğini görmekteyiz. Roma politikası, esasen geçiş ülkeleri üzerinden
oluşturuluyor. Bu, Roma politikasının bu ülkelerin AB üyeliğine erişim sürecinde gelişmesine
ve bu ülkelerdeki Roma nüfus oranının daha fazla olması gibi nedenlere dayanmaktadır.
Ancak, bir takım adımlar atılıp kazanımlar sağlansa da Doğu ve Ortadoğu Avrupa ülkelerinin
yanı sıra Batı Avrupa ülkelerinde de halen Roma’ya karşı olan dışlayıcı politika ve
uygulamaları görmekteyiz.
Tüm bu etkenleri de düşününce, insan hakları gibi eşitsizliğe karşı insan olma
durumundan doğan bir hak talebiyle toplumdaki ve kurumlardaki önyargı ve dışlama
pratiklerine karşı duracak biçimde kapsayıcı ve bütünlüklü bir sosyal politika yaklaşımı,
Roma politikası için önemli bir yer teşkil etmektedir. Bu, toplum kurgumuzu ve sosyal
politika algımızı da birleştirici bir temel olacaktır. Bu açıdan bu alandaki ulusal anlaşmaların
kabulünün yanısıra bunların uygulamaya geçmesi, ayrımcılığa ve dışlanmaya karşı
hükümetlerin etkin rol oynaması, dışlanma pratiklerini benimseyen yaklaşım ve iktidar
ilişkilerinin sorgulanması, politika ve proje uygulamalarının kontrolünün yapılarak teşvik
edilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede insan haklarını, sosyal, ekonomik, kültürel ve politik
alanları en geniş biçimde kapsayarak birey ve grupların eşit fırsat ve koşullara sahip olması
açısından düşünmemiz faydalı olacaktır. Bunu yaparken, eşitsizliklerin yaratılması ve/veya
sürdürülmesinde etkili olan piyasa, özel ve kamu kurumları, farklı toplumsal iktidar odakları
gibi ayrı ya da birlikte hareket edebilen çeşitli aktörlerin işlevlerini de göz önünde
bulundurmamız gerekecektir. Nitekim, toplumsal huzurun ve sorumluluğun gerekleri de böyle
bir bakış açısını zorunlu kılmaktadır.
30
ÖZATEŞLER, E
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
KAYNAKÇA
Acton, T. (2005). Conflict Resolution and Criminal Justice- Sorting Out Trouble: Can
Legislation Resolve Perennial Conflicts Between Roma’Gypsies/Travellers and
‘National Majorities’?. Journal of Legal Pluralism, (51) 1-20
Acton, T., Gheorghe, N. (2001). Citizens of the world and nowhere: Minority, ethnic and
human rights for Roma during the last hurrah of the nation-state. . Will, Guy(Ed.).
Between Past and Future: the Roma of Central and Eastern Europe (s. 54-70).
Hatfield: University of Hertfordshire, 2001
Bakker, P. (2001). The Political Status of The Romani Language in Europe. Mercator
Working Papers
Erişim: http://www.ciemen.org/mercator/pdf/wp3-def-ang.PDF
Barany, Z. (2002). The East European Gypsies. Cambridge: Cambridge University Pres.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Raporu. (2002.) Avoiding the Dependency
Trap.Erişim:http://hdr.undp.org/en/reports/regional/europethecis/Avoiding_the_Depe
ndency_Trap_EN.pdf
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Raporu. (2012). The Situation of Roma in 11
EU Member States. http://fra.europa.eu/sites/default/files/fra_uploads/2099-FRA2012-Roma-at-a-glance_EN.pdf (erişim tarihi: 22 Ocak 2013)
European Roma Rights Center. (2006) Quarterly Journal of the European Roma Rights
Center: Roma Rights, no 2&3.
European Roma Rights Center.(2006) Quarterly Journal of the European Roma Rights
Center: Roma Rights, Romani Women’s Rights Movement. No 4.
Fraser, A. (2002). Çingeneler. İstanbul: Homer Kitabevi.
Hancock, Ian. (2002). We are the Romani People. Hatfield: University of Hertfordshire Pres.
Gillsater, C., Ringold, D., Varallyay, J. (2004) Roma in an Expanding Europe: Challenges for
the Future. Washington D. C.: The World Bank.
Hancock, I. (2004). The Heroic Present The Photographs of Jan Yoors and His Life with the
Gypsies.
New
York:
The
Monacelli
Press
http://www.radoc.net:8088/RADOC-45-JANYOORS.htm
Kenrick, D. (2006) Çingeneler: Ganj’dan Thames’a. İstanbul: Homer Kitabevi.
31
Erişim:
AVRUPA’DA ROMA/ÇİNGENELER ÜZERİNE SOSYAL POLİTİKALAR
Klimova-Alexander, I. (2007). The Development and Institutionalization of Romani
Representation and Administration. Part 3b: From National Organizations to
International Umbrellas (1945-1970)- the International Level. Nationalities Papers,
35 (4) September 627-661.
Kovats, M. (2001). The Emergence of European Roma Policy. Will, Guy(Ed.). Between Past
and Future: the Roma of Central and Eastern Europe (s. 94-95). Hatfield: University
of Hertfordshire.
Marushiakova, E., Popov, V. (2004). Osmanlı İmparatorluğunda Çingeneler. İstanbul: Homer
Kitabevi.
Marinaro, I. (2003). Integration or marginalization? The failures of social policy for the Roma
in Rome. Modern Italy, 8 (2) 203-218.
Pogany, I. (2006). Minority Rights and the Roma of Central and Eastern Europe. Human
Rights Law Review, 6 (1) 1-25.
Ringold, D., Orenstein, M., Wilkens, E. (2003). Roma in an Expanding Europe: Breaking the
Poverty Cycle. Washington D.C.: The World Bank.
Ringold, D., Orenstein, M.., Wilkens, E. (2005). Roma in an Expanding Europe: Breaking the
Poverty Cycle. New York: The World Bank.
Sepkowitz, K. (2006). Health of the world’s Roma population. TheLancet. Mayıs-Haziran,
367 (9524) 1707-8.
Sobotka, E. (2007). Human Rights and Roma Policy Formation in the Czech Republic,
Slovakia and Poland. The Roma- A Minority in Europe, (135-161). Budapest: Central
European University Pres,.
Stewart, M. (2002). Deprivation, the Roma and 'the underclass'. C.M. Hann. (Ed).
Postsocialism: ideals, ideologies, and practices in Eurasia. London ; New York:
Routledge.
Thelen, P. (2005) Roma Policy: The Long Walk Towards Political Participation. Roma in
Europe: From Social Exclusion to Active Participation. Skopje: Friedrich Ebert
Stiftung.
32
ÖZATEŞLER, E
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Trehan, N. (2001). In the name of the Roma? The role of private foundations and NGOs.
Will, Guy(Ed.). Between Past and Future, (135-146). Hatfield: University of
Hertfordshire.
Vermeersch, P. (2003). Ethnic Minority Identity and Movement Politics: The case of the
Roma in the Czech Republic and Slovakia. Ethnic and Racial Studies, 26 (5) 879901.
Zoon, I. (2001). On The Margins. Roma and Public Services in Romania, Bulgaria and
Macedonia: With a Supplement on Housing in Czech Republic. New York: Open
Society Institute.
İlgili Yasa, Yönetmelik, Program ve İnternet Siteleri
Convention for the Protection of Human Rights and Fundamental Freedoms Erişim:
http://conventions.coe.int/Treaty/Commun/QueVoulezVous.asp?NT=005&CL=ENG
Dünya Bankası Roma İçermesinin On Yılı projesiyle ilgili internet sitesi Erişim:
http://web.worldbank.org/WBSITE/EXTERNAL/COUNTRIES/ECAEXT/EXTRO
MA/0,,contentMDK:20988210~pagePK:64168445~piPK:64168309~theSitePK:6159
87,00.html
European Roma and Travellers Forum internet sitesi: http://www.ertf.org/
European Roma Information Office internet sitesi: http://www.erionet.org/index.html
European Roma Right Center Erişim: http://www.errc.org/About_index.php
Framework Convention for the Protection of National
http://conventions.coe.int/Treaty/en/Treaties/Html/157.htm
Minorities
Erişim:
IDebate Erişim:http://www.idebate.org
Phare programme Erişim:
http://europa.eu/legislation_summaries/enlargement/2004_and_2007_enlargement/e5
0004_en.htm
Race Equality Directive Erişim: http://eurlex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:32000L0043:en:HTML
Report on Racism and Xenophobia in the Member States of the EU Erişim:
http://fra.europa.eu/sites/default/files/fra_uploads/11-ar07p2_en.pdf
RomNews Erişim: http://romnews.com/community/index.php
The Decade of Roma Inclusion Erişim: http://www.romadecade.org/index.php?content=1
33
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
34
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Dokuz Eylül Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi
Cilt: 2 Sayı: 3 2013
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN
FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL ALGI SORUNU
Mehmet BÜYÜKTUNCAY *
ÖZET
Yaşamın maddi kaynağı olan bedenin otobiyografi yazınında ifade bulması anlatı
politikası ve üslubuna dair bir dizi sorunsalı beraberinde getirir. Zihin-beden etkileşimi, duyu
deneyimlerinin zihindeki temsili, mekân deneyimi ve ben-öteki ilişkisi benzeri izlekler
otobiyografi anlatıcısının metinde kendi bedenini temsil etme biçimine göre içerik kazanır.
Anlatının üslubu da bedenin metindeki işlevine göre biçimlenerek bedeni ve onun
deneyimlerini taşır hale gelecektir. Bu bakımdan bedene sahip bir özne olan otobiyografi
yazarının bedenini bir bilme ve hatırlama aracı olarak resmetmesi somut bir anlatım elde
etmek amacıyla yaşam deneyimlerini tüm öznelerin ortak maddi altyapısı olan beden
etrafında örgütlemeye ilişkin bir çabadır. Bu çalışma, ikinci tekil şahıs anlatısı olan, Paul
Auster’in Kış Günlüğü adlı otobiyografisinde bedenin odak noktasına yerleşmesini sözü
edilen temalara ve anlatı üslubuna etkisi çerçevesinde ele alacaktır. Auster’in
otobiyografisinde bedensel deneyim ve algıların betimlenmesinin özneyi hem kendisi hem de
dış dünya ile ilişkisi içinde nasıl konumlandırdığı irdelenecektir. Bununla birlikte, bu
betimleme üslubunun özneyi temsil edişi değerlendirilirken Kartezyen ruh-beden düalizmini
aşmaya yönelik düşünceler olan Baruch Spinoza’nın rasyonalizminden ve Maurice MerleauPonty’nin fenomenolojisinden faydalanılacaktır.
Anahtar Sözcükler: vücut bulma, öz-beden (corpse propre), yönelimsellik, duyu
deneyimi, algı
ABSTRACT
The literary expression of the body in autobiography brings forth several
problematic issues related to narrative politics and style. Insight is gained about themes like
mind-body interaction, mental representation of sense experience, experience of space, and Iother relationship through the narrator’s manner of representing his body in the
autobiographical text. The narrative style will also gain its form according to the textual
function of the body and it will be fashioned so as to be able to convey bodily experiences. In
this context, the autobiographer, as an embodied subject, depicts his body as a tool for
cognition and reminiscence. This is an effort to organize personal life experiences around the
human body, which is the common corporeal substructure of all human beings, and it aims to
*
İngilizce Okutmanı, Dr., CELAL BAYAR ÜNİVERSİTESİ, Yabancı Diller Yüksekokulu, MANİSA
e-mail: mehmet.buyuktuncay@gmail.com
35
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL
ALGI SORUNU
reach a concrete mode of narration. This study is going to investigate the focus on the body in
Paul Auster’s Winter Journal, which is a second-person narrative, in its effect on the abovementioned themes and narrative style. How the depictions of bodily experiences and
perceptions in Auster’s autobiography locate the subject in its relation to itself and to the
external world is also going to be examined. In addition, the way this depiction of the body
represents the autobiographical subject will be assessed with reference to Baruch Spinoza’s
rationalism and Maurice Merleau-Ponty’s phenomenological analysis, both of which are
intended towards overcoming Cartesian body-mind dualism.
Keywords: embodiment, the lived body, intentionality, sense experience, perception
Giriş
Genel amacı ve pratiği içerisinde otobiyografi yazını kişinin geçmiş yaşantısını
hatırlayarak anlatılaştırması ve bu süreçte şimdinin perspektifinden hareketle geçmiş yaşam
kesitlerini yeniden düzenlemesi esasına dayanır. Çeşitli otobiyografi örneklerinde görüleceği
üzere, bu yeniden düzenleme ediminin ardında farklı motivasyonlar, anlatı yöntemleri ve
politikaları bulunmakla birlikte temel hedef yaşam deneyiminin anlatısal temsili aracılığıyla
otobiyografi yazarının kendi kimliğini kurgulamasıdır. Yitip gitmiş yaşantıların temsil biçimi
yazarın bu kurgulama sürecindeki tutumunu içinde barındırır. Gerek anlatı yapısında gerekse
otobiyografik öznenin inşasında öne çıkarılan unsurlar yazarın kendi geçmişini ve kimliğini
yapılandırması esnasındaki tavrının somutlaştığı yerlerdir. Otobiyografik anlatıda özneyi
kuran temel temsil unsurlarını ise Smith ve Watson’un (2001) tespiti ile hafıza, deneyim,
kimlik, vücut bulma (embodiment) ve faillik (agency) olarak belirleyebiliriz (s. 16).
Birbirinden tamamıyla bağımsız olarak düşünemeyeceğimiz bu unsurlar ekseninde inşa edilen
otobiyografik özne bu unsurlardan bir veya birkaçının anlatı politikasında baskın çıkması
sonucu temel karakterini kazanır. Daha açık söylenecek olursa, otobiyografi yazarının temsil
ettiği özneye biçeceği anlatısal işlev ya da değer bu her bir unsurun özne ile ilişkisindeki
tonlamasına dayanır.
Düşünür, yazar veya sanatçı otobiyografilerinde anlatıların iç hesaplaşmalar, girift
imgesel tasvirler, sanatsal üretim aşamasını oluşturan soyut süreçlerin sorgulanması gibi
yoğunluklu olarak zihinsel odaklı edimlerin anlatıya egemen olması genel eğilim olarak kabul
edilebilirse de aksi yönde örnekler her zaman mevcuttur. Bunlardan bir tanesi de derin bir
psikolojik içe bakış ya da yazarlık kariyerinin genel bir değerlendirmesinden öte var oluşun
en gerçek maddi temeli olarak vücut bulma ya da bedensel tecrübeyi anlatının merkezine alan
çağdaş Amerikalı romancı Paul Auster’in Kış Günlüğü (2011) adlı otobiyografisidir. Yazar bu
36
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
kitabında, çocukluğundan eserini kaleme aldığı altmış üç yaşına kadar geçirdiği yaşam
deneyimlerini bedensel algıların ve yılların bedeninde bıraktığı izlerin gölgesinde hatırlar ve
anlatısını da bu tanıklık etrafında şekillendirir. Yazarın, dirim kaynağı olarak bedeni yaşam
öyküsünün odağı haline getirdiği gözlemlenir. Auster’in otobiyografisinde beden, kurucu
temel ilke olarak öne çıkarken bu anlamda kendine özgü bir bilme biçiminin de temel etmeni
ya da zihinsel süreçleri tetikleyen etkin unsur işlevini yüklenir.
Kış Günlüğü, başlığından anlaşılabileceği üzere, ömrünün kışını sürmekte olduğunu
hisseden Auster’in ölüm ve yaşlılık kavramlarıyla yüzleşmek suretiyle hayatının bu yeni
evresi üzerine bir düşünme pratiğidir. Artık genç olmadığı düşüncesini kendisine telkin
ederken Auster aslında kendi bedeninin dirimin kaynağı ve dış dünyaya açılan pencere olarak
işlevini çocukluğundan şimdiye dek takip eder. “Soluk almanın fenomenolojisi” diye açıkça
bir isim koyduğu bu düşünme ve hatırlama pratiğinin ana eksenini eserin hemen başında şu
kelimelerle belirler: “Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk
gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye
çalışsan iyi olur” (s. 9). Buradan hareketle, büyük bir bilinemez olan ölümden kaynaklanan
korkunun Auster tarafından bilinir, en azından tanınır, kılınması süreci yaşlılıktan
kaynaklanan bedensel yetersizliklerin ve hastalıkların bir dökümü halini alır. Öte yandan
yalnızca bir hastalık anlatısı değildir bu otobiyografik çalışma; Auster’in kendi bedeni
özelinde insanın dünyadaki bedensel mevcudiyetine bir bakışı, kendi yaşam öyküsünü
insanlığın bu yaşama çakılmış maddi altyapısı üzerinde konumlandırması çabasıdır. “İşte
senin hikâyen orada, gövdende başlıyor ve her şey yine gövdende bitecek” (s. 17) biçiminde
kendisine yaptığı hatırlatma bu çabaya işaret etmektedir.
Böylesi bir otobiyografi bedeni zihinsel olanın pahasına öne çıkarmak gayesi gütmez
kuşkusuz. Zira bu, ilkin yazarın kendi duygusal dalgalanmaları ve zihin salınışları için güdük
bir anlatımla yetinmesi, ikinci olarak da beden ve zihni birbirinden kesin biçimde ayırması
anlamına gelirdi. İşte Auster’in otobiyografik anlatısındaki temel düstur, sağlıklı bir hatırlama
ve içe bakışa engel olacak bu tür ön kabulleri aşarak birbirinden katiyetle ayrı bir zihinsel ve
bir de maddi yaşam temsilinden ziyade beden-zihin etkileşimini sağlayacak bir ifade biçimi
yakalamaktır.
Bu
çalışmada,
Auster’in
eserinde
‘bedenin
fenomenolojisi’
olarak
saptayabileceğimiz ifade pratiğinin izlerini sürmek için beden-zihin etkileşimi izleğini takip
etmiş ve Kartezyen beden-zihin ayrımını aşmaya çalışmış farklı dönemlere ait iki düşünür
olan Benedictus Spinoza ile Maurice Merleau-Ponty’nin kuramlarından faydalanılacaktır. Bu
anlamda Auster’de beden-zihin etkileşimi sorunsalı SpinozaMerleau-Ponty eksenine
37
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL
ALGI SORUNU
oturtularak bedenin bilme, hatırlama ve mekân algısı üzerindeki temel rolü irdelenecek;
bunun yanı sıra Auster’in eserinde bedensellik üzerindeki bu vurgunun anlatının yapı ve
biçemine nasıl etki ettiği incelenecektir.
Kartezyen İkiciliğe Karşı Spinoza
Batı düşünce tarihinde rasyonalizme en önemli ivmeyi kazandıran figürlerin başında
sayılabilecek René Descartes tarafından radikal bir biçimde inşa edilen şüphe etme
yönteminden yola çıkılarak ulaşılan düşünen öznenin şüphe götürmez varlığının ispatı
bilindiği gibi kati bir ruh-beden ikiciliğine sebebiyet vermiş ve bunu Batı düşüncesindeki
temel sorunsallardan biri haline getirmiştir. Zira Descartes sistematiğinin amacı bir kez
şeylerin esasına dair en kesin gerçeğe ulaşmak olarak belirlendiğinde bunu takip eden adım
ilkin şüphe edilebilecek her şeyin doğruluğunu sonuna dek reddedip ardından adeta
matematiksel bir kesinlikle kendisinden şüphe edilemeyecek temel prensipleri düşüncenin
içkin yapısından yola çıkarak yeniden tesis etmektir. Bilgi objesinin doğru kavranışına giden
en sağlam kaynak dış dünyayla ilk temasımız olan algılarımız değildir; çünkü algılarımız hem
irademize bağlı olmadığı hem de yanıltıcı olabileceği için göz ardı edilmelidir. Öncelik ise
öznenin kendisinden asla şüpheye düşemeyeceği ilk ve en kesin bir bilgi olarak ‘ben düşünen
bir varlığım’ yargısını özneye sağlayan düşünce yetisine verilmelidir. Böylelikle Descartes
bilgi felsefesini tümdengelimsel bir akıl yürütme üzerine oturturken akla ve ruha insan
varlığının maddi temeli olan bedenin çok üzerinde bir değer biçer.
Kendisi de bir rasyonalist olan ve Descartes gibi matematiksel/geometrik kesinlik
yöntemine dayanan bir düşünme sistematiği geliştiren bir diğer çağdaş düşünür Spinoza ise
Kartezyen ikiciliği başyapıtı Etika’da detaylıca irdeleyerek ruh-beden özdeşliği lehine aşmaya
çalışır. Spinoza’ya (2009) göre ruh ve beden birbirini dışta bırakan iki farklı cevher (töz)
değildir; uzamlı cevher olarak beden ile düşünen cevher olarak ruh tek ve aynı cevherdir
(B2VIIS, s. 83). Bu anlamda ruh ve madde iki farklı kaynaktan gelmedikleri için birbirlerine
bir sebep-sonuç bağı ile değil de bir özdeşlik ilişkisi ile bağlanmışlardır. Spinoza
düşüncesinde bilen zihin ile bilinen bedenin birbiriyle özdeşliği, yani fikirler (ide) ile
objelerinin birliği, Tanrı’nın zorunlu varlığının farklı sıfatlar altında kendisini doğada
açmasına dayanır. Bu açıdan insan zihni kendi bedeninin bir fikri olarak vardır2. O halde şu
2
“İnsan Ruhunu teşkil eden fikrin objesi, cisimdir (bedendir), yani fiil halinde (actu) var olan uzamın bir
tavrından başka bir şey değildir” (Spinoza, B2XIII, s.89).
38
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
sonuca varılabilir ki Spinoza düşüncesinde insan ruhunu oluşturan fikrin objesi beden olduğu
için bu bedende ruh ya da zihin tarafından kavranamayacak hiçbir şey yoktur çünkü insan
zihninde “bedenin duygulanışlarının fikirleri vardır” (Spinoza, B2XIIIK, s. 89). Spinoza
ruhun tabiatı, bedensel duygulanışların kökeni, zihin yetileri ve zihin-beden etkileşiminin
biçimlerine ilişkin meseleleri sonsuz cevherin bölünmez birliği üzerine oturtarak zihin veya
bedenden birini ötekine indirgemek mecburiyetini geride bırakır.
Bununla birlikte, Spinoza’nın düşüncesinde bedenin bilgiye ulaşmaktaki işlevi
Kartezyen sistemde bedenin konumunun tam aksine tekabül eder. Lloyd’un (1996) tespit
ettiği gibi, bedenin zihnin objesi olduğu önermesiyle Spinoza bedenin bilgisini doğrudan
bedensel duygulanışlardan hareketle kavramaya yönelir (s.53). Burada bedene etkin bir
duyumsama rolü verilmiş olur ki bu sayede bilen öznenin bilişsel etkinliği vücut bulma
esasına dayandırılarak bedensel algıların Kartezyen düşüncedeki yetersizliği aşılır. Hatta
insan ruhunun kendine dair olan bilgisi de yine bu özdeşlikten ötürü bedenin bilgisinden
geçer. Spinoza bunu şöyle ifade etmektedir: “Ruh, kendi kendisini ancak Bedenin
duygulanışlarının fikirlerini kavraması bakımından bilir” (B2XXIIIK, s.102). Öyle ki sevinç,
keder, sevgi, nefret gibi ruh durumları bedensel duygulanışlar aracılığıyla hayal gücümüze ve
zihnimize etki eder ve kendimizi tanımamızın vesilesi haline gelir.
Bu aşamada Spinoza’nın bilgi kaynağı olarak devinen ve çevreyle etkileşim içindeki
beden düşüncesini ne derece önemsediğini görmekteyiz. Spinoza’nın belirttiği gibi insan
teninin duygulanışlarını algıyla kavramaya elverişli olan insan ruhu, kendi bedeninin tabiatı
ile birlikte birçok cisimlerin tabiatını da tasarlama kudretini barındırır. Bununla birlikte,
Spinoza, insanın dış cisimler ve diğer bedenler hakkında edindiği fikir ve duygulanışları dış
cisimlerin tabiatından öte insanın kendi teninin halini gösterir nitelikte düşünür.
Bedensel algıların zihinsel edimlerin nesnesi haline gelmesine belirgin birer örnek
olarak ‘hayal etme’ ve ‘hatırlama’ ele alınabilir. Bu her iki kavram da birbiriyle bağlantılı
olup, ikisi de bedeni belli bir tarzda duygulandıran dış cisimler ortadan kaybolduktan sonra
bedende bu etkinin yinelenmesi sonucu ruhun bu cisimleri varmış gibi görmesi esasına
dayanır. Ruh bu her iki durumda cisimlerin bedendeki duygulanış tarzları aracılığıyla yeniden
bu cismi hazır gibi algılayacak ve düşünceyi teşkil edecektir. Spinoza (2009) bunu şöyle
açıklar:
Öyle ise çoğu kere olduğu gibi, artık var olmayan şeyleri nasıl hazır olup da
hazırmış gibi karşılayabileceğimizi görüyoruz. . . diyelim ki, Asıl Pierre’in ruhunun özünü
meydana getiren Pierre fikri ile başka bir insanın, diyelim ki Paul’ün kafasındaki Pierre fikri
arasında ne fark olduğunu açıkça biliyoruz. Gerçekten bu iki fikirden birincisi doğrudan
39
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL
ALGI SORUNU
doğruya Pierre’nin varlığının özünü ifade eder ve Pierre var oldukça onun varlığını kuşatır,
ikincisi tersine olarak, Pierre’in tabiatından ziyade Paul’ün teninin halini gösterir. Ve
böylece Paul’ün teninin hali sürüp gittikçe, Paul’ün ruhu, Pierre var olmasa bile onu var
gibi tasarlayacaktır. . . dış cisimleri bize hazır gibi tasvir eden insan teninin
duygulanışlarına şeylerin imajları (hayalleri) diyeceğiz; ve ruh, şeyleri bu tarzda temaşa
ettiği zaman, onun hayal ettiğini söyleriz (B2XVIIS, s. 98).
Bunu takiben Spinoza aynı işleyişin hafıza ile bağlantısını sağlar. Hafıza, kökeni
bedende olan bir fikirler zincirlenmesidir3. Beden-ruh etkileşiminin Etika’daki genel ele alınış
biçimi bize şunu gösterir ki şeylerin düşüncelerinin ruhta zincirlenme tarzı bedenin
duygulanışlarınca oluşan hayallerin bedende düzenleniş tarzına koşut ve onunla bağlılaşıktır.
Bu bakımda ruh ve beden arasında ilkece tam bir karşılıklılık söz konusudur.
Beden ve zihin arasında indirgemeci olmayan böyle bir ilişki kurabilme çabasını ve
türdeş bir beden-zihin bağlılaşımını yirminci yüzyılda fenomenolojik analize dayanan
metinleri kaleme alan düşünürlerde görmekteyiz. Spinoza’nın bedensel varlık boyutunun
bilen özneden ayrılmaması tavrını özellikle Fransız düşünür Merleau-Ponty’nin eserlerinde
yeniden
gözlemleriz.
Merleau-Ponty’nin
en
önemli
yapıtı
kabul
edilen
Algının
Fenomenolojisi’nde (Phenomenology of Perception) beden, Lloyd’un (1996) ifade ettiği gibi,
hem algılamanın kaynağı hem de algılama ediminin nesnesi olarak doğal benliğimize tekabül
eder (s. 53). Bu sebeple, tıpkı Spinoza’nın insan teninin ilgilerini incelemesine benzer
biçimde Merleau-Ponty’nin algının fenomenolojik analizine bedenden hareketle girişmesi de,
özgül yöntem farklılıklarına rağmen, maddi burada-olma, yani vücut bulma, esasınca
temellendirilerek öznenin zihinsel ve maddi varlığı arasında bir köprü kurar. Hatta dış
dünyanın gerçekliği ve anlamın hakikatine ulaşabilmenin imkânını bedenin dünyaya çakılı
varlığı olarak belirleyen düşünür bedenin insan algılamalarındaki ve dolayısıyla zihin
yaşamındaki temel işlevlerinin analizine bu temel ön kabulden hareketle girişir.
Merleau-Ponty’de Algının Fenomenolojisi ve Beden
Temel içerik ve karakterini Franz Brentano ve özellikle Edmund Husserl’in
çalışmalarında bulan fenomenolojik bilgi eleştirisi, kökleri ondokuzuncu yüzyılın sonlarında
olsa da yirminci yüzyıl boyunca varoluşçuluktan zihin felsefesine kadar bir çok felsefe
3
“Buradan biz kolaylıkla belleme gücünün (hafızanın) ne olduğunu tasarlarız. Gerçekten o, insan teninin dışında
olan objelerin tabiatını kavrayan bir fikirler zincirlenmesinden başka bir şey değildir ve bu zincirleme insan
teninin duygulanışlarının düzenine göre ruhta meydana gelir” (Spinoza, B2XVIIIS, s. 99).
40
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
disiplinini etkilemiş ve bulgularının evrensel mahiyeti itibarı ile kesin bir bilim olma iddiası
taşıyan bir nesnel düşünce yöntemidir. Kısaca tanımlanacak olursa Husserl düşüncesinde
fenomenolojik yöntem, varlık alanındaki fenomenlerin değişik tezahür biçimlerini inceleyen,
“deneyimlendikleri şekliyle fenomenlerin doğrudan tasvirine odaklanan” ve bu tasvirler
aracılığıyla fenomenleri karakterize eden özleri ortaya çıkarmaya yönelen bir analiz
yöntemidir (Küçükalp, 2010, s. 56-57). Fenomenolojik analizin amacı bilinç edimleri ve
bilinç içeriklerindeki nesnel kendiliklere geri dönerek nesnelerin dolaysız deneyimindeki
özleri sezgiyle yakalamaktır.
Descartes’çı bir sübjektif zihin felsefesi geleneğine bağlı olmakla birlikte Husserl’in
felsefesi birçok açıdan farklılıklar içerir ve kendi evrimi içerisinde metot ve analiz nesnesini
belirli bir çerçeve ile sınırlar. Husserl’in asli yaklaşımı insan bilincinin ele alınışında ve
bilincin nesnesinin saptanmasındaki temel düstura ilişkindir. Gürsoy’un (2007) ifadesi ile ele
alındığında, “Descartes’ta kendi objesini, yine kendine has sübjektif töz içersinde bulan
bilincin aksine, Husserl’de bilinç daima kendisinin dışında yer alan bir objeye doğru yönelme
durumudur” (s. 61). Yönelimsellik veya yönelmişlik (intentionality) olarak adlandırılan bu
temel kavram hem Husserl’de hem de sonraki dönemde Merleau-Ponty’de bilincin ve dış
dünya deneyiminin temel ilkesi olarak karşımıza çıkar.
Yönelimsellik ilkesi uyarınca bilinç artık kendi içine kapalı ve kendi halinde saf bir
oluş hali olarak kabul göremez. Bilinç her zaman bir şeyin bilinci olarak belirir; yani her
bilinç edimi bir nesne ile bağlantı kurmak suretiyle gerçekleşir. Bu anlamda şurası açıkça
ortaya konmalıdır ki bilinç, içi istenilen şeylerle doldurulabilecek boş bir kap değildir. Bilinç,
kendi nesnesine yönelmiş bilinç edimlerinden oluşur. Dahası, bilincin bu yönelimsel edimleri
“şeyle kurulan durağan bir ilişki değildir;” aksine yönelimsel bilinç “deneylenen [şey]in
görüsel bir biçimde kendisine sahip olmaya çalışır” (Tepe, 2003, s. 14). Fenomenolojik
analiz, yönelimsellik aracılığıyla deneyimlerin kaynağına geri dönerek deneyim nesnesinin
bilinçte kuruluş tarzlarına erişmeye ve deneyimlenen nesnelerin özlerini yakalamaya çalışır.
Bu eksende, fenomen kavramı “objenin bir sujeye, yönelimsel bir ilişki içerisinde belirdiği
yer” olarak ele alınacak ve fenomenolojik betimleme ile “öze, yani ortaya çıka olgunun
manasına” ulaşılacaktır (Gürsoy, 2007, s. 62). Husserl’de olgunluğa ulaşan yönelimsellik
düşüncesi Modern felsefede “içkin yaşantı ve aşkın gerçeklik” ikiciliğini geçersizleştirmek
yönünde bir adımdır; zira deneyimsel edim esnasında bir şeyi duyumsayan özne “kendi
kendisi içinde bir başkasındadır, kendi dışındadır” ve kendini aşar (Waldenfels, 2010, s. 17).
41
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL
ALGI SORUNU
Husserl’in haleflerinden olan Merleau-Ponty, yönelimsellik kavramıyla ifadesini
bulan süje-obje ilişkisine bedeni de açıklıkla dâhil eder. Her şeyden önce beden dünyadabulunmanın esas aracı, dünya ile karşı karşıya gelmemin imkânı, varlığımızın dünyaya
demirlenmesidir. Tıpkı Spinoza’nın ruh ve bedeni birbirinden farklı iki cevher olarak
algılamayı terk etmesi gibi, Merleau-Ponty de ruh-beden birliğini birbirini dıştalayan iki
terimin rasgele bir birleşimi gibi tasarlamaz. Ruh ve beden bütünlüğü maddi varoluşun
neredeyse her anında yeniden icra edilir. Merleau-Ponty’e (2005) göre, bilincin yönelimselliği
bedenin dolayımıyla mümkündür; bilinç nesnesine beden ile yönelir4 (s. 122). Bu
yönelimsellik içinde bedenim bana dış dünyadaki mümkün ya da aktüel bir vazifeye yönelme
tavrı olarak görünür. O halde deneyim alanındaki dünya ile ilişkim bu dünyanın imkânını
oluşturan bedenimin faaliyeti ile kurulur. Beden üzerinden açımlanan bu ilişkide MerleauPonty dış nesnelerin bedenimin varlığınca varsayıldığını ve aynı zamanda tersi de doğru
olacak biçimde bedenimin dünyaya yerleşmesi algısına da nesnelerin dünyadaki
yerleşikliğiyle ulaştığımı belirtir (2005, s. 313). Bu bakımdan bedenim dünyaya yönelmiş bir
devinim ya da bir hamle iken dünya da bedenimin ‘mesnet noktası’dır.
Merleau-Ponty’nin şeylerle ilişki kuran beden kavrayışı, Husserl’de deneyimlenen
şeylerin
perspektifselliğini,
hareketliliğini
ve
buradalığını
kuran
şey
olarak
bedenlilik/vücudiyet (Leiblichkeit) kavramıyla bir devamlılık arz eder. Bu bakımdan beden,
tüm diğer şeylerin mekânsal olarak yöneldiği, uyaranları duyumsayan, kendi kendisini
hissedebilen, kendi kendisini harekete geçirerek diğer şeyleri de hareket ettirebilen şeydir.
Beden (Leib), deneyim ve algı sahasında kurduğu şeylerin arasına bizzat kendisi de girmek
suretiyle doğa ile tin arasında bir aracı, bir ‘mihver’ rolünü üstlenir (Umschlagstelle)
(Waldenfels, 2010, s. 39).
Öte yandan, Merleau-Ponty’de yönelimsellik, Husserl’deki
konumundan farklı olarak, Salt Ben’de dünyayı kurmak üzere transandantal bilince ait
oluşunun aksine, maddi algıya dayanmak sureti ile egzistans alanına aittir. Algıların
oluşmasında sübjektif öğenin ve süjenin merkezi konumuna değinirken Merleau-Ponty bu
sübjektifliğin “somut olarak dünya ile ilişkimi kendisi ile kurduğum ‘öz-beden’ (corpsepropre)imden başka bir şey olmadığını söyler” (Gürsoy, 2007, s. 38-39). Algı faaliyetinin öne
sürdüğü öz-beden, bilimsel nesnelliğin bize gösterdiği beden değil, içerden deneyimlediğim
şekliyle benim bedenimdir. Öz-bedenim, algı sahamın oluşturulmasının temel etmenidir.
Dünya ile doğrudan teması sağlayan öz-beden algıların aracılığıyla bilincin anlamlandırma
4
“Consciousness is being-towards-the-thing through the intermediary of the body.” (Merleau-Ponty, 2005, s.
122).
42
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
süreçlerini de belirlemektedir. Bilinç de artık saf bir kendisi-için varlık olarak dış dünyayı
kuran bilinç anlamında kavranmamalıdır Merleau-Ponty’e göre. Bilinç artık algıya dayalı
olmak manasında ele alınmalı, bedensel davranış kalıpları ile ifade bulup kendini varlık
alanında ortaya koyan bir özne olarak değerlendirilmelidir5 (2005, s. 314). Algı sürecindeki
beden deneyiminin sübjektif olması vurgusu Merleau-Ponty düşüncesinde algıya Husserlci
transandantalizmin ötesinde egzistansiyalist bir anlam ve karakter kazandırmaktadır.
Bilen öznenin algıları çeşitli duyu deneyimleri ile zenginleşir. Özne olmak,
dolayısıyla da bir bedene sahip olmak, belirli bir algı çevresi ya da bağlamında bulunmayı ve
diğer şeylerle bu bağlam içerisinde etkileşim halinde olmayı içerir. Bununla birlikte, bu algı
bağlamı içerisinde özne duyu deneyimleri aracılığıyla duyu nesnelerinin niteliklerini (quale)
sabit ve donuk şeyler olarak ele geçirmez. Daha doğrusu algılama edimi, nesnelerin
niteliklerinin cansız bir tasarımı değildir. Merleau-Ponty süje-obje etkileşimini kurgularken
süjenin algı nesnesi ile ilişkisini hem süjenin bedenine, hem nesnenin coğrafi/mekânsal
artalanına hem de algı nesnesinin diğer nesnelerle olan örüntüsüne nispetle değerlendirir. Bu
bakımdan dünyamızın bize bildik bir düzen içerisinde algılarımızda verilmesi bizim duyu
deneyimlerimizce dış dünya ile girdiğimiz bu çok katmanlı iletişimin bir sonucudur. MerleauPonty, algı nesnelerinin etkileşim bağlamını nesnelerin bir ‘ufuk’ altına yerleşmesi
düşüncesiyle açımlamaya çalışır. Ufuk kavramı, nesnelerin birbirlerine ve yer aldıkları
mekâna göre konumlanışları ile algılayan özneye sundukları perspektifsellik tarafından
meydana getirilen bir algı evrenine gönderme yapar. Buna göre nesnelerin ufku, belli bir
açıdan bir nesneye bakan bir öznenin bulunduğu perspektiften görebildiği kadar göremediği
ve göremeyeceği niteliklerin de eşzamanlı varlığını sağlar. Örneğin, masamdaki lambaya
bakarken bu nesneye yalnızca bulunduğum noktanın bana elverdiği ölçüde gördüğüm
nitelikleri atfetmekte değilim; bununla beraber bu lambanın adeta duvar, masa ve diğer
objelerce ‘görülen’ niteliklerini de gördüğüm lambaya yüklerim. Bu şu demektir ki nesneleri
onların çevreleriyle kurdukları ‘sistem’ ve yerleştikleri evren içerisinde kavrarım. Belirtilen
nesne-ufuk yapısı nesnelerin birbirlerini örttüğü ve birbirlerinden ayrıldıkları yerleri ortaya
çıkardığı gibi nesnelerin kendilerini açığa vurmalarının da bir tarzı, bir aracıdır (MerleauPonty, 2005, s. 59). Hatta denebilir ki, nesnelerin birbirini örtme ve açığa çıkarmasını
sağlayan bu ‘nesne-ufku’ sayesinde özne farklı açılardan görülebilen nesnenin özdeşliğinden
5
“As for consciousness, it has to be conceived, no longer as a constituting consciousness and, as it were, a pure
being-for-itself, but as a perceptual consciousness, as the subject of a pattern of behaviour, as being-in-theworld or existence, for only thus can another appear at the top of this phenomenal body, and be endowed with
a sort of ‘locality’.” (Merleau-Ponty, 2005, s. 314).
43
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL
ALGI SORUNU
emin olur ve nesnelerin kendini belli bir perspektif içerisinde ifşa etmesinin imkânına sahip
olur.
Yukarıda verilen örnek paralelinde görme ve aslında genel anlamda duyu deneyimi
ile algılama, bakılan ya da yönelinen nesneye yerleşme, bir diğer deyişle o nesnede ikamet
etme olarak ifadesini bulur. Bu nesneye yerleşerek duyumsama durumu nesnenin kendi
niteliklerini öznenin perspektifine sunduğu biçimiyle deneyimlemek anlamına gelir. Bu
açıdan bakıldığında görme, özelde duyu deneyimi, hâlihazırda anlamla yüklüdür6 (MerleauPonty, 2005, s. 46). Tıpkı mum alevinin eli yanan çocuğa artık cazip görünmemesi
örneğindeki gibi, duyu deneyimi algı nesnesine deneyim değeri yükleyerek nesnenin
niteliklerini bedenim için anlamlı hale getirir. O halde nesne nitelikleri bedene sahip özne ile
adı geçen nitelikleri taşıyan nesnenin diyalogu ve etkileşimi ile ortaya çıkar. MerleauPonty’nin (2010) bir başka yerde belirttiği gibi, şeyler “yalın ve tarafsız nesneler değiller; her
biri bizim için bir tutumu simgeler;” çünkü her nesne hem bedenimize hem de yaşamımıza bir
tutum biçiminde hitap ederek ve bizde tepkiler uyandırarak belli davranışların simgeleri gibi
içimizde yer ederler (s. 30-31). İnsanların nesnelere, nesnelerin de insanlara yaptıkları
‘yatırım’ı örneklemek için Merleau-Ponty ‘bal’ın niteliklerini ona duygusal anlam yükleyen
algı deneyimi içine yerleştirerek betimler:
Şimdi bu açıdan bakıldığında her nitelik öbür duyulara özgü niteliklere kapı açar.
Bal şekerlidir. Şeker tadı ise tatlar arasında yapışkan bir varoluştur, tıpkı dokular arasında
balın yoğun kıvamı gibi. Balın yoğun olduğunu söylemekle balın şekerli olduğunu söylemek
aynı şeyi farklı biçimlerde söylemektir, özgür özneyi baştan çıkarışını, kendine çekip
büyüleyişini dile getirmek. Bal dünyanın vücuduma ve bana yönelik belli bir tutumudur.
Bundan dolayıdır ki, sahip olduğu farklı nitelikler sırf yan yana durmaz, balın varoluş ya da
davranış biçiminin dışavurumları olmaları bakımından hepsi bir ve aynıdır (vurgu bana ait,
2010, s. 29).
Buraya dek görüldüğü gibi, gerek dış dünyayı duyumsamamız gerekse duyu
deneyimlerimize duygusal anlamlar yüklememiz bedenli varlık olmamızca imkân
bulmaktadır. Bedenimiz bize algılarımızın gerçekleştiği temel perspektifi veya konumlanmayı
sağlamaktadır. Bize verilen temel buradalık konumu olarak beden ve onun edimleri hem
insan-nesne hem de insan-insan etkileşimlerinin odağı olup kültür evrenimizin kuruluşuna
esas teşkil eden her türlü ifade etkinliğinin de temel unsurudur. İçeriden deneyimlediğimiz
biçimiyle öz-bedenimizin edimleri, aynı zamanda dış gözleme de elverişli olarak ‘davranış’
biçiminde açığa çıkar. Bedensel olması bakımından maddi olan davranış, dış dünyaya karşı
6
“Vision is already inhabited by a meaning (sens) which gives it a function in the spectacle of the world and in
our existence” (Merleau-Ponty, 2005, s. 46).
44
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
takınılan tavır olmak bakımından da bilinç çerçevesi içinde ele alınması gereken bir tepkiler
topluluğudur. Bu yönüyle Merleau-Ponty düşüncesinde davranış zihin-beden ikiliğinin
aşılmasının bir başka veçhesini teşkil eder. Algı ediminin davranış biçiminde somutlaşması,
bedenin dış dünyaya yönelmesi ekseninde, bilinç ile dünyayı birleştiren bir sonraki duraktır.
Böylelikle
Merleau-Ponty’nin
fenomenolojisinde,
Gürsoy’un
özetlediği
biçimde,
“Descartes’in ‘düşünüyorum’unun (cogito) ifade ettiği saf sübjektiflik, yerini ‘algılıyorum’a
bırakarak, ana plana süje-obje, bilinç-tabiat, insan-dünya ilişkisi oturmuştur” (2010, s. 106).
Auster’in Otobiyografisinde Bilme ve Hatırlama Aracı Olarak Beden
Şimdiye dek ifade edilen zihin-beden etkileşimi biçimleri doğrultusunda Paul
Auster’in otobiyografisinin adeta fenomenolojik tasvirler ve algılayan bedenin içten deneyimi
prensibince nasıl yapılandırıldığını incelemeye geçebiliriz. Yazarın en başından itibaren
anlatısında bedenin gündelik haz ve acı deneyimleri, yaşlılık belirtileri, fiziksel hastalıklar ve
psikosomatik rahatsızlıklar gibi sayısız duygulanış ve algı durumlarını cömertçe kullanması
onun kendi bedenini bilme edimlerinin ve diğer zihinsel süreçlerin temel kaynağı olarak
gördüğüne en belirgin kanıttır. Zira Auster’in gerek kendi benliğini tecrübe etmesi ve
geçmişini hatırlaması gerekse nesneler, durumlar ve insanlar ile ilişki kurmasını düzenleyen
temel unsur olarak beden, otobiyografi yazarının benliğini yazı düzleminde kurgularken de
kullandığı dayanak noktasıdır. Bu anlamda bedenin deneyimlerine dair yazarın ifade ettikleri,
otobiyografik özneyi zaman, mekân, özneler arası uzam, nesnel artalan ve perspektif
açısından konumlandırarak onu somut bir ilişkiler ağı ortasına oturtur.
Auster’in küçük yaşlarından itibaren geçirdiği kaza ve yaralanmalar ile taşıdığı irili
ufaklı yara izleri adeta algılayan bedenin canlılığının damgaları olarak işlev görür. Çocukken
bir çiviyle yarılan sol yanağında kalan iz, yarılmış kaş izleri, kornea yırtılmaları, sol
bacağındaki pıhtılaşma sorunu, kalp spazmları, omurga incinmesi, geçirdiği ölümcül araba
kazası, hikâyelerini hatırladığı ve hatırlamadığı diğer birçok yaralanma bedenin tarihselliğinin
imleridir. Bu imler aslında daha büyük bir işleve de göndermede bulunurlar. Beden bu
durumda bireyin kişisel tarihindeki imler ve izler deposu olmanın ötesinde, bilincin
yönelimsel edimlerinin ve bilincin yöneldiği nesnelerin sezgisel olarak idrak edilmesi
yönünde işlev görür7. Öyle ki bu yaralar ve hastalık kalıntıları bilincin yönelimsel edimlerinin
sonucu olmak suretiyle aslında dış dünyayı algılayan bilincin yapısındaki yönelimselliğe
7
“the body is no longer a receptacle of engrams, but an organ of mimicry with the function of ensuring the
intuitive realization of the ‘intentions’ of consciousness” (Merlau-Ponty, 2010, s. 367).
45
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL
ALGI SORUNU
işaret eder. Bunun hemen akabinde ise bilincin dış dünyaya yönelmesiyle birlikte bedende
meydana gelen bir yaralanma veya maraz bedenin kendisini de bilincin yöneldiği bir nesne
haline getirir. Böylelikle beden kişinin dış dünyayı tanıma imkânı iken aynı zamanda kişinin
kendi benliğiyle de bağı halinde algılanır.
Auster’in bedenli yaşamın sonu olarak ölümü özellikle fiziksel yaşlılık ve hastalık
belirtileriyle irdelemesi benliğin beden dolayımıyla kavranması ve sorgulanmasına ilişkin
kitaptaki en belirgin izleği sunar. Ölüm gibi bir sınır durumu kavramak Auster için öncelikle
bedensel acizlik içerisinde olduğu durumları kavramakla mümkündür. Özellikle bedensel
acıya bir anlamda varoluşsal bir kaygı (Angst) tonu da ekleyen psikosomatik rahatsızlıklar
Auster’in otobiyografisinde bu anlamda önemli bir yer tutmaktadır. Yirmili yaşlarında,
Columbia Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Edebiyat doktorası yapmakta iken hayatının akışını
değiştirecek kararların eşiğinde geçirdiği gastrit nöbeti Auster’in hayatındaki önemli bir
deneyimdir.
Aynı
dönemde,
uzun
süredir
hayalini
kurduğu
Paris
yolculuğunu
gerçekleştirebilmek ve Paris’e yerleşmesini sağlayacak parayı denkleştirmek amacıyla bir
petrol tankerinde çalışmaktadır. İşinden yeterli parayla dönüp yolculuğa hazırlanırken bir
süredir aynı evi paylaştığı sevgilisiyle ayrılırlar; bunun üzerine Paris yolculuğuna Auster’in
yalnız başına çıkması gerekecektir. Yolculuğa iki hafta kala içinde bulunduğu durumun
gerilimine dayanamayan Auster çok şiddetli bir mide rahatsızlığı geçirir. Dahası ilk anda
apandisitinin patladığını zanneden yazar olayın gastrit sancısı olduğunu sonradan öğrenir. Ve
ancak yıllar sonra, bu mide sancısının köklerinden kopma düşüncesine eşlik eden boşluk hissi,
köklü bir değişiklik öncesi yaşanan kaygı ve yalnızlık korkusu sonucu ortaya çıktığını fark
eder. Bu anlamda bedeni ruhunun dalgalanan duygulanışlarına ve güvensizlik hissine bu yolla
yanıt vermektedir.
Daha şiddetli bir kaygı ve bedensel reaksiyon durumu Auster’in 2002 yılında
annesini kaybetmesi üzerine yaşanır. Yetmiş yedi yaşındaki annesinin ölümünden iki gün
sonra yaşamındaki ilk sarsıcı panik atağı geçirir. Bu ruhsal çöküntü onun tüm somatik ve
psikolojik direncini çökerterek onu adeta bir enkaza çevirir. Ölüm haberini aldığı ilk
saatlerdeki şaşkınlık ve bundan kaynaklı kayıtsızlık duyguları yerini ağır bir kasvete
bıraktıkça, uykusuzluk ve yoğun alkolün de etkisiyle ruhsal çöküntü daha da derinleşir.
Ailesindeki ilk ölüm değildir bu. Daha önce babası, büyükanne ve büyükbabası, hatta erken
yaşta kanserden kaybettiği kuzeninin ölümü dâhil hiçbir olayda yaşamadığı kadar büyük bir
sarsıntı geçirir. Kendisini dünyaya getiren varlığın yitimiyle adeta dünya ile kendisi
46
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
arasındaki varlık bağı da zayıflar ve bu durum kendini bedensel zayıflama ile dışa vurur.
Auster kendi bedenine karşı duyduğu yabancılaşmayı şu sözlerle aktarır:
Henüz tam olarak kendine gelemediğin o ilk saniyelerde, kendini hiç bu kadar kötü
hissetmediğini, bedeninin benim bedenim dediğin şeyden çoktan çıkmış olduğunu, bu yeni ve
yabancı fiziksel varlığın yüz tane tahta tokmakla dövülmüş, kayalar ve kaktüslerle dolu
çıplak bir arazide atlara bağlanıp yüz mil sürüklenmiş, yüz tonluk bir şahmerdanın altında
toz toprak olmuş olduğunu fark ediyorsun (2012, s. 108).
Auster’in deneyimlediği bu durumlarda algılayan öznenin fiziksel zafiyet durumları
bedensel varoluşun sınırlarını tanıma edimi olarak ve dahası bir anlamda ölümlülüğü kavrama
olarak tanımlanabilir. Bununla birlikte, beden-zihin etkileşimini özel bir tarzda ortaya koyarak
Auster’in otobiyografisinde ruh-beden bütünlüğünün konu edinilmesine katkıda bulunur. Bu
bağlamda göz önünde bulundurulması gereken nokta şudur ki sözü edilen bedensel
rahatsızlıklar her ne kadar birer ruhsal çöküntünün sonucu olarak meydana gelse de özne
bedensel acıdan hareketle kendini ve acı çekmekte olan bilincin yapı ve yönelimlerini
araştırmaya başlar. Böylelikle beden Auster için adeta içe bakışın imkânı haline gelir.
Auster’in otobiyografisinde bedenin bilme edimlerine bir diğer katkısına
yönelimsellik kavramı üzerinden ulaşabiliriz. Bilincin, nesnelerine yönelmiş bilinç edimleri
içerisinde kavranmasına yönelik otobiyografik tavır Auster’in anlatısına çok belirgin bir içe
bakış özelliği kazandırır. Bilincin dış dünya ve nesneler ile ilişkisi beden üzerinden
kurulduğundan, bilincin yönelimselliği artık algılayan bedene bağlı olarak kavranmalıdır.
Temelini algı faaliyetinde bulan öz-beden ve onun deneyimleri Auster’in anlatısında
otobiyografik öznenin bedensel davranış kalıplarında ifadesini bulur. Öyle ki Auster bedenin
öznel deneyimlerine ilişkin yüklüce bir örnek kümesi sunar. Yazarın çocukluk
eğlencelerinden eliyle yapabileceği işlere, yediği yemek çeşitlerinden gövdesi ile yaptığı
gündelik edimlere kadar bedenin eylemdeki hallerine ilişkin bir dizi liste hatta envanter çıkar
okurun karşısına. Auster’in otobiyografisindeki uzun bedensel edimler serisine tipik bir örnek
vermek gerekirse:
Ufak odalardaki ve büyük odalardaki gövden, merdivenlerden inip çıkan gövden,
havuzlarda, göllerde, nehirlerde, denizlerde yüzen gövden, çamurlu tarlalarda gezinen
gövden, bomboş çayırların yüksek otları arasında yatan gövden, şehir sokaklarında yürüyen
gövden, tepelere ve dağlara tırmanan gövden, sandalyelerde oturan, yataklarda yatan,
plajlarda kumlara uzanan, kır yollarında bisiklete binen. . . daktilo makinelerinin üzerine
eğilerek yazan, tipinin altında şapkasız yürüyen, sinagoglara ve kiliselere giren. . . parklarda
beyzbol ve futbol toplarına vuran, ahşap zeminde, çimento zeminde, karo döşemeli zeminde,
taş zeminde yürümenin farklı algılarını, ayağını kuma çamura, otların içine sokmanın farklı
duyularını, en çok da bastığın kaldırımları hisseden gövden (2012, s. 54-55).
47
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL
ALGI SORUNU
İlk bakışta gereksizce uzatılmış bu eylemler dizisi otobiyografik öznenin farklı
nesnelerle değişik biçimlerde kurduğu bağları ve onlara doğru açılmasını örneklemekte; aynı
zamanda da öznenin öz-bedeninin dünyayla karşılaşma halindeki yönelmişlik biçimlerini
betimlemektedir. Bu edim ve davranışlar dizisinin anlatı içerisinde Auster’in hayatının belli
dönemlerinde yoğunluk kazanan eylemleri belirttiğini düşünmek pek de yanlış olmayacaktır.
Diğer taraftan, bu eylemlerin kasıtlı ve uzunca dökümü aslında daha temel bir tavrın dışa
vurumu olarak ele alınmalıdır. Bu tavır Merleau-Ponty’nin görüşlerinden hareketle
açıklanacak olursa şunun altı çizilmelidir ki içsel algılar kendi başlarına benlik bilgisine
ulaşmak için yetersizdir; zira bedensel edim ve performans olmadan kişi kendi benliğini ve
bilinç edimlerini tam anlamıyla kavrayamayacaktır. Çünkü ‘Ben’ algıya ve kavrayışa hazır
sunulmuş bir obje değil ancak eylemlerle gerçeklik kazanan ve kavrayışa sunulan bir
bütündür (Merleau-Ponty, 2005, s. 341). Böylelikle Auster’in bedensel performans
betimlemeleri içsel algılara ve benlik kavrayışına bedenin duyumları ve öz-bedenin
yönelmişliği üzerinden ulaşma çabası olarak okunduğunda öznenin kendini bilme çabası
olarak değer kazanmakta ve daha somut bir temele oturmaktadır.
Auster’in otobiyografisinde bedensel eylem ve davranış dizilerinin önemli bir diğer
kullanım alanı da öznenin kültür nesneleri aracılığıyla kültür dünyasının içinde konumlanışını
ifade etmektir. Madem ki özne bedensel edimlerin yönelmişliği ile bir ‘Ben’ bilincine
ulaşabilmektedir, o halde nesneler bu yönelmişliğin adresi olarak bilinç kavrayışına giden
yolu döşeyen taşlardır. Öyle ki nesnelerle olan ilişkisi sayesinde öznenin davranışları biçim
kazanacak ve dışsal duyular ona kendini tanıma fırsatı sunacaktır; içsel algı ise ancak bunu
takip eden aşamadır. O halde nesneler ile olan ilişki ve dış dünyaya ait duyular ‘Ben’de içsel
algıların oluşmasının koşullarıdır. Bu noktada beni çevreleyen toplum ve kültür dünyasını
tanımam da çevremdeki kültür nesnelerini deneyimlemem aracılığıyla gerçekleşecektir.
Kültür nesnelerini bir hale gibi çevreleyen, bu nesnelerin kullanımında somutlaşan ve hatta bu
nesnelerce var sayılan davranış kalıpları ve örüntüleri beni bedenim aracılığıyla kültür
dünyasına sokar. Yukarıdaki alıntıda sıralanan eylemler Auster’in öznesini kültür nesnelerini
deneyimlerken betimlemekte, onu adeta kültür nesnelerinin özneden beklediği davranışları
icra ederken resmetmektedir. Burada önemli bir husus kültür nesnelerinin içinde barınan ve
nesneleri kullanmak suretiyle belirginleşen ve kendisine dâhil olunan nesnel tinin fark
edilmesidir. Merleau-Ponty’e göre, her bir kültür nesnesinde nesnenin kullanımının
anonimliği altına gizlenmiş bir biçimde başkalarının varlığını sezinlerim (2005, s. 312).
Daktilo birileri yazsın diye, beyzbol topu birileri vursun diye, kilise birileri ibadet etsin diye,
48
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
kaldırım birileri üzerinde yürüsün diye başka birilerinin elinden çıkmıştır. Dolayısıyla başka
insanları ve onların eylemlerini algılamam sayesinde içinde bulunduğum kültür dünyasını
teyit eder ve ona katılırım. Daha yalın bir ifade ile söylenecek olduğunda, özne, nesnelerin
kullanımında açığa çıkan bedensel davranış ile hem yaşadığı kültürü deneyimler hem
başkalarını tanır. Kendi davranışları aracılığıyla kendisini çevreleyen davranış ve kültür
örüntülerinin bir parçası olur; başkalarının davranışlarını da onlarla kendi davranış ve
yönelmişlikleri nispetinde bağ kurarak anlamlandırmaya çalışır. İşte Auster’in otobiyografisi
boyunca karşımıza çıkan somut fiziksel eylemlerin detaylı betimlemeleri onun kendisini ve
kültürel çevresini bedensel algı prensibine bağlı olarak kavrama çabasının somutlaşmış
halidir.
Buraya dek ifade edildiği gibi Merleau-Ponty düşüncesinde bilincin kendisini
tarihsiz, bağlamsız ve saf olarak kavrayamayacağı; bilakis bu kavrayışın bir kültür çevresi
içerisinde – eğitim, toplum, gelenek vs. – ifade araçları yardımıyla ve ‘öteki’ ile ilişki
içerisinde gerçekleşebileceği savlanmaktadır. Bunu takiben, özneler olarak yaşamaya
doğrudan “kendimizin ya da şeylerin bilinci içerisinde değil, başkası deneyiminin içerisinde
başladığımız olgusuna” vurgu yapılmaktadır (Merleau-Ponty, 2010, s. 52). Yinelemek
gerekirse, bedenin önemi başkasını (ötekini) bilmeyi ve onunla ilişkiye geçmeyi mümkün
kılan ilk ve en temel ifade aracı olmasıdır. Bu anlamda bedenin bir ifade aracı olarak dilden
önce geldiğini de söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Öyle ise başkasının bedeni, davranış
biçimlerinin taşıyıcısı olması bakımından, dünyada rastlayacağım kültür nesnelerinin ilkidir8
(Merleau-Ponty, 2005, s. 312). Kaldı ki tüm diğer nesnelerin kullanımında başkalarının
bedeni varsayıldığı için, başkasının bedeni tüm kültür nesnelerinin şartıdır. Denebilir ki hem
dünyada bize maddi bir konum ve bakış açısı vermiş olması hem de öteki ile ilişki kurmanın
temel unsuru olarak beden kültür dünyasının kurucu öğesidir. Böylece ‘Ben’ belirli bir bedene
sahip olmak (ya da bedenle özdeş olmak) ve belirli bir maddi/tarihsel konumda bulunmak
ilgisiyle de her zaman öznelerarası bir uzam kaplamaktadır9.
Kış Günlüğü’nde Auster’in başka insanları kavraması ve onlarla temasa geçmesinin
ifade biçimi çoğu zaman bedensel etkinlikler ve duygulanımlar çevresinde öbeklenmektedir.
Auster’in metninde ben ile öteki arasındaki öznelerarasılık bedensel algı, etkilenim ve
8
“The very first of all cultural objects, and the one by which all the rest exist, is the body of the other person as
the vehicle of a form of behaviour” (Merleau-Ponty, 2005, s. 312).
9
“True reflection presents me to myself not as idle and inaccessible subjectivity, but as identical with my
presence in the world and to others, as I am now realizing it: I am all that I see, I am an intersubjective field,
not despite my body and historical situation, but, on the contrary, by being this body and this historical
situation, and through them, all the rest” (Merleau-Ponty, 2005, s. 403).
49
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL
ALGI SORUNU
karşılaşmaların neticesinde kurulur. En basitinden en karmaşığına kadar bütün ben-öteki
karşılaşmaları bu çizgide toplanmıştır denebilir. Auster’in detaylıca bahsettiği çocukluk
oyunlarında bu ilişki çok canlı bir şekilde belirir. Atlamak, zıplamak, güreşmek, alt alta üst
üste yuvarlanmak, sıçramak, çarpışmak gibi oyunsal eylemler otobiyografideki bedensel
iletişimin erken örnekleri sayılabilir. Auster bunları dikkatli ve detaylıca betimlerken bu
bedensel edimlerin birer iletişim biçimi olduğunu sezdirmektedir:
Sen ve arkadaşların bu sözüm ona savaş oyunlarında öyle çevik, öyle esnek, savaşı
kazanmak için öyle hırslısınız ki, birbirinize hırsla saldırıyorsunuz, minik gövdeler diğer
minik gövdelerle çarpışıyor, birbirinizi yere yıkıyorsunuz, kollarınızı çekiştiriyor, birbirinizin
gırtlağına yapışıyorsunuz, itişip kakışıyor, oyunu kazanmak için akla gelen her şeyi
yapıyorsunuz, birer hayvan gibisiniz, vahşi mi vahşi birer hayvan (s. 35)
Devam edilecek olduğunda okurun karşısına buna benzer sayısız örnek çıkar.
Duygusal çöküntülere sebebiyet veren okul kavgaları; katıldığı dans partileri; 1968’de yer
aldığı bir oturma eyleminde polisten dayak yemesi; araba kullanırken hızla gelen bir
kamyonetin kendilerine çarpması sonucu ailesiyle geçirdiği ağır trafik kazası ve benzeri
örnekler hem öteki ile ilişkinin bedensel boyutlarının Auster için ne denli önemli olduğunu
vurgulamakta hem de onun benzeri edimlerle kendi toplumunun kültürüne uyum sağlama
sürecini resmetmektedir.
Tüm bu ben-öteki karşılaşmaları içerisinde Auster’in hayatında çok yer kaplamış ve
otobiyografisinde de sıkça ele alınan bir bilme tarzı da erotik tahayyül ve cinsel pratiktir.
Auster’in cinselliğini keşfettiği ilk yıllardan aktif bir cinsel yaşama uzanan süre içinde farklı
kesitlerinden bahsettiği cinsel pratik hem kendi bedenini hem de ötekini tanımasında
Auster’in geçirdiği en önemli süreçlerden bir tanesini ifade eder. Yaşıtlarına göre daha erken,
kendi deyişiyle ergenlikten çok önce, başlayan cinsel uyanışları ergenliğe girdiği dönemde
“ilahi bir mutluluk aracı” biçimini alarak onu “fallik saplantı yılları” diye adlandırdığı
dönemle tanıştırır (s. 41). Ergenliği boyunca çok büyük bir merak ve cazibe kaynağı olan
erotik itki onu çoğunlukla ürkek, yavan ve beceriksizliliklerle dolu maceralara iter. Bunun
tecrübesizlik kadar etkili bir diğer sebebi 1950’lerde ve 1960’lı yılların başında yaşadığı yere
hakim olan orta sınıf ahlakının cinselliği tabu olarak görmesidir. Bu dönemde cinsellikle ilgili
deneyimleri bir performansı değil de daha çok pandomimi andırır. On altı yaşında iken bir
randevu evinde ilk cinsel deneyimini yaşaması ve ilk defa çırılçıplak bir kadının karşısında
kalması hayatının önemli tecrübelerinden biridir.
Daha sonrasında 1970’lerde Paris’te
yaşamakta iken, kendini çevreleyen büyük yalnızlık içerisinde hayat kadınları ile birlikte olma
alışkanlığı edinmesi hem erotik doyum hem de bir anlamda tanınma ve kabul görme arayışına
50
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
bağlanmalıdır. Bu yıllarda Auster “ruhu henüz fahişeliğin kimliksiz ve yapay dünyasında
tamamen boğulup gitmemiş bir insan yüzü arayarak kadınların vücutlarından çok yüzlerine ya
da önce yüzlerine, sonra vücutlarına baktığını” fark eder (s. 49). Böyle birini Sandra adında
yirmi beş-yirmi altı yaşlarında Fransız bir hayat kadını ile karşılaştığında bulduğunu düşünür.
Onunla geçirdiği gece Auster’e göre çok özel ve ömrünün en mutlu anlarından biridir. Hatta
bu mahrem yakınlığın etkisinde öylesine kalır ki, New York’a geri döndükten sonra uzunca
birlikte geçirdikleri geceyi düşünürken bir ara ona evlenme teklif etmeyi dahi aklından geçirir.
Tüm bu erotik deneyim ve maceralar benliğin eylem içerisinde başka benlikleri tanımasının
bir veçhesidir kuşkusuz. Çünkü cinsel edim tam anlamıyla bedensel bir yönelmişliktir.
Auster’in satırlarında erotizm, bedensel performans ile ötekini bilmenin en yalın ve dolaysız
biçimlerinden biri olarak belirir. Merleau-Ponty’nin (2005) de belirttiği gibi, erotik algı
nesnesini (cogitatum) hedefleyen bir düşünüm (cogitatio) değil bir bedenin dolaysızca
diğerini arzulayarak ona yönelmesidir. Yalnızca bilinçte yer almaktan ziyade öncelikle cinsel
edim sayesinde dünyada somut olarak vuku bulur (2005, s. 139). Bu anlamda Auster’in cinsel
deneyimlerine ve erotik algıya otobiyografisinde azımsanmayacak bir yer vermesi onun kendi
yaşamının farklı kesitlerinde erotizmi dünyayla bağ kurmanın ve ötekini tanımanın somut ve
mahrem bir aracı olarak görmüş olması ile ilintilidir.
Öteki ile kurulan tüm bu bedensel tanıma ilişkisinin bir sonraki boyutunu da ötekinin
bedeninden hareketle onun bilincine ulaşma çabasında görürüz. Otobiyografik öznenin bilinci
bir kez yalıtık ve saf bir kendi-için varlık (being-for-itself) olmaktan çıkarılıp dünyada
bedenliliği sayesinde yer kaplayan, algılayan ve ürettiği davranışlar somutça gözlenebilen bir
fail olarak kurgulandığında ötekinin bilincini anlamaya giden yol temizlenmiş olur. Öyle ki,
Merleau-Ponty’nin sorusuyla ifade edilecek olursa, eğer benim bilincim bir bedene sahipse,
neden öteki bedenler de bir bilince sahip olmasın (2005, s. 314)? Ancak kendi zihin
durumlarım ile fiziksel davranışlarım arasındaki bağlılaşımı başkaları için de varsaydığımda,
yani başkalarının duygulanımlarının davranışsal ifadelerini kendiminkilerle ile karşılaştırıp
benimkilerle özdeş tuttuğumda, başka bilinçlerin varlığını ve işleyişini çıkarsayabilirim.
Doğrudan deneyim sahasının dışında kalan başkasının bilincine bu yolla ulaşma çabasının bir
örneğine Auster’in metninde okul yıllarında tanıştığı engelli arkadaşlarından bahsederken
şahit oluruz. Çarpık vücutlu, kambur, kolsuz, cüce boylu vs. olan bu çocuklarla kurduğu ilişki
en temelinde bir karşılaştırma ilişkisidir:
Şimdi o günleri düşündüğün zaman, o insanların senin eğitiminin önemli bir
parçası olduğunu, yaşamında onlar olmasaydı insan olmanın anlamını yeterince
kavrayamayacağını, derinlikten ve merhametten yoksun kalacağını, acının ve eksikliğin
51
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL
ALGI SORUNU
metafiziğini hiç algılayamayacağını hissediyorsun; çünkü onlar kahraman çocuklardı,
kendilerine bir yer edinebilmek için ötekilerden on kat fazla çalışmak zorunda olan
çocuklardı. Eğer yalnızca fiziksel açıdan kusursuz olan, biçimli vücutlarını olağan
karşılayan senin gibi çocukların arasında yaşamış olsaydın, kahramanlığın ne demek
olduğunu nasıl öğrenecektin (vurgu bana it, Auster, 2012, s. 165)?
Bu engelli çocuklar Auster’de yalnızca basit bir acıma duygusu ya da yalın bir
duygudaşlık yaratıyor olarak ele alınmamalıdır. Bunun ötesinde Auster’in çabası öncelikle
kendi bedensel tamlığından hareketle ötekinin bedensel eksikliğine anlam vermek; ardından
da kendi fiziksel kusursuzluğunun bilincinden fiziksel kusura sahip ötekinin bilinç deneyimini
kestirmeye çalışmak yönünde adeta epistemik ve bilişsel bir çabadır. Fiziksel engellilik bilinci
Auster’in otobiyografik öznesi için doğrudan deneyimin konusu olamasa da, o kendi fiziksel
davranışları ile ötekinin gözleme açık fiziksel davranışları arasında bir bağlılaşım kurarak
kendi yönelmişliklerinden ötekinin yönelmelerini çıkarsamayı dener. Merleau-Ponty’e (2005)
göre, içeriden deneyimlediğim biçimiyle bilincim ile bedenim arasında ve ayrıca dışarıdan
gözlemleyebildiğim kadarıyla bedenim ile ötekinin bedeni arasında içsel bir ilişki vardır; işte
bu bağ sayesinde ötekinin bilinci de tamamlayıcı unsur olarak bu ilişkiler sistemine dâhil olur
(2005, s. 315). İşte yukarıda alıntılanan Auster’in deneyimine ait bu betimleme böyle metodik
bir zihinsel çıkarsama çabası olarak okunmalıdır.
Spinoza’nın ruh-beden ilişkisi üzerine yukarıda değinilen düşünceleri hatırlandığında
bu prensiplerin Auster’in yazı pratiğinde nasıl somutluk kazandığı daha belirgin hale
gelecektir. Ona göre zihin ya da ruh kendisini ancak bedenin duygulanımlarının fikirlerine
sahip olmakla ve onları kavramakla bilmektedir. Şu halde zihin kendisini bedenin geçirdiği
değişimler, bedenin diğer nesne ve bedenlerle etkileşimi ve bu etkileşimlerin yarattığı
duygulanımlarla bilir. Spinoza’nın ‘hayal etme’ ve ‘hatırlama’ gibi zihinsel işlemleri bedeni
belli bir tarzda etkileyen dış etkenlerin ortadan kalkmalarından sonra da aynı etkenlerin hala
varmış gibi bedende etki yaratmaya devam etmesi olarak tanımladığını hatırlayalım.
Böylelikle tahayyül ve hatırlamanın özünde bulunan imgeleme (imaging) yetisi, kişinin kendi
bedeniyle birlikte başkalarının bedenlerinin de farkında olmasına bağlıdır. O halde insan zihni
farklı kaynaklardan gelen duygulanımların bedendeki izlerini sürerek hayal eder ve hatırlar.
Hatta Lloyd’a (1996) göre, Spinoza düşüncesinde, insan zihninin bir geçmişe sahip olup onun
üzerinde düşünebilmesinin olanağı ancak insanın farklı bedensel etkilerin izlerini sürebilme
kapasitesince mümkün kılınır (s. 97). Hayal etme ve hatırlama da genel olarak yazı pratiğinin,
özelde ise otobiyografi yazınının, en temel unsurlarıdır. İşte tam da bu anlamda Auster’in
otobiyografisinin temel dinamiği kendini bedensel duygulanımların, itkilerin, arzuların,
52
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
bedenin tamlık ve noksanlıklarının, bedenin ritimlerinin, dahası bedenin tüm hallerinin
ifadesinde bulur. Genel olarak kendisini yazmaya iten şey olarak tanımladığı bedene kulak
verme güdüsü aynı zamanda bu otobiyografinin yazılış ilkesini de tarif etmektedir. Auster
bunu şöyle dile getirir:
Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır. Sözcükleri aklına getiren, kafanda
yazarken sözcüklerin ritmini işitmene yardımcı olan şey, yürüyüştür. . . Yazmak gövdede
başlar, gövdenin müziğidir ve sözcüklerin anlamı varsa, bazen anlamlı olabilirlerse, sözün
müziği anlamların başladığı yerdir. Sözcükleri yazmak için çalışma masana oturuyorsun,
ama kafanın içinde hala yürüyorsun, sürekli yürüyorsun ve işittiğin şey kalbinin ritmi,
kalbinin vuruşu. . . Yazmak, dansın daha az gelişmiş biçimidir (vurgu bana ait, 2012, s.190191).
Bu alıntıda iki noktayı açıkça görmekteyiz. İlkin, yazı masasının başında otururken
yürüdüğünü düşünen ya da hatırlayan yazar eylem halindeki kendi bedenini ve bu eylemin
bedeninde yarattığı duygulanımı hatırlamaktadır. Bu bedenin yazıyla olan ilişkisidir. Bunu
dolaylı olarak takip eden ikinci önemli husus da bedenin eylemde bulunduğu mekânla olan
ilişkisidir. Beden belirli bir mekânda gerçekleştirdiği etkileşim ve eylemlerle duygulanıp
bunları hatırlıyorsa mekân algısı da hatırlama ve dolayısıyla yazmaya etki eden bir unsurdur.
Beden ve Mekân Algısı
Auster’in bedenini ve bedensel davranışlarını yazıya dökmesi süreci şüphesiz
bedenin mekân içindeki hareketlerini ve mekânda konumlanışını da içermektedir. Auster,
bulunduğu mekânlar ve gidip gördüğü yerler hakkında detaylı tasvirler sunar; öyle ki beden
ve mekân zaten birbirinden ayrı düşünülemez. Tüm hareketleri içerisinde beden kaçınılmaz
olarak bir mekânın koordinatlarına bağlıdır ve mekândaki nesnelerce kuşatılmıştır. Bu yüzden
tüm bedensel hareket tasvirleri de doğal olarak bir mekân algısı üretecektir. Auster öncelikle
kendini çok sık yer değiştiren birisi olarak tarif eder, hatta bu onun en ayırt edici
özelliklerinden biridir: “durup da kim olduğunu düşündüğün zaman kendini işte böyle
görüyorsun: yürüyen bir adam, ömrünü şehirlerin sokaklarında yürüyerek tüketmiş bir adam”
(s. 55). Bu yer değiştirme alışkanlığı yalnızca şehir yürüyüşlerini değil büyük ölçekli
yolculukları da kapsamaktadır. Bir başka yerde şöyle yazar Auster: “gövden hemen hiçbir
zaman uzun süre yerinde duramadı; ülkenin haritasını açıp saymaya başlayınca elli eyaletin
kırkına ayak basmış olduğunu görüyorsun” (s. 99). Buna ek olarak Auster eyaletler arası
yaptığı birkaç günlük kısa seyahatlerden farklı ülkelere yaptığı daha uzun süreli seyahatlere
kadar, her bir seyahatin süresini de içerecek şekilde, neredeyse iki tam sayfalık uzun bir
döküm verir. Bu yoğun yer değiştirme vurgusunun bir anlamı bedenin ancak hareket halinde
53
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL
ALGI SORUNU
bir mekân algısına varacağı tespitiyle kavranabilir. Daha doğrusu, bir bedenin kendi
uzamsallığını ancak hareket halinde iken dış mekânla ilişki içinde oluşturduğu ve tanıdığı
söylenebilir. Dolayısıyla bir bedene sahip olmak mekânda yer kaplamayı içerdiği ölçüde
mekânsal ilişkiler kurmayı ve mekân bilgisini içselleştirip anlamayı da gerektirir. Bunu
sağlayan en temel unsur da bedenin hareketidir. Bu doğrultuda Auster’in sık seyahatlerinin bir
diğer sonucu da ona gerçeklik duygusuna dair bir yitim, gerçeğe aykırı bir “hiçbir yerde
değilmişsin duygusu” (s. 101) vermesidir. Çok sık seyahat edip yoğun biçimde yer
değiştirmenin sonucu olarak ait olduğu ‘burası’ ile yabancı ‘orası’ arasındaki fark çözülmeye
uğrar ve her yerde yabancı hissetmeye başlar. Bu limit durum deneyimi bedenin mekânla olan
ilişkisindeki tanıma, konumlanma ve anlama ilgilerinin son noktasına varmış halidir. Bu
radikal biçimiyle de aslında temel tespiti, yani kişinin bulunduğu mekâna dair algısını hareket
eden bedeni aracılığıyla kurması deneyimini, farklı bir yönden ve çok gerçekçi olarak ortaya
koymuş olur.
Bedenin mekânla ilişkisinin bir başka kuruluş tarzı da öznenin bedenselliğinin
sağlamış olduğu perspektif kadarıyla mekânı ve içindekileri algılamasıdır. Nesnelerin öznenin
bilincine verilişi uzamda yer kaplayan bedenin mekânla belli bir perspektif üzerinden ilişki
kurmasıyla gerçekleşir. Nesnelerden özneye ulaşan sayısızca çeşitli nitelik ve duyumlar
(sensation) ancak mekân tarafından örgütlenerek bir perspektife sunulmasıyla anlam kazanır.
Bedenin sağladığı perspektif üzerinden mekânca örgütlenmiş nesne niteliklerini algılamak
sonucunda duyumlar oluşur. Merleau-Ponty’e (2005) göre, bu yüzden, tüm duyular (senses)
uzamsaldır (s. 194). Bu durum özellikle görme duyusu örneğinde açıkça anlaşılabilir. Tüm
duyular gibi görme de bir ‘saha’ ve ‘ufuk’ içerisinde gerçekleşir. Bir öznenin görüş sahası onu
herhangi bir çaba olmaksızın ilk bakışta gördüğü şeyler ve nesnelerin gördüğü yüzeyleriyle
olduğu kadar göremediği nesne ve yüzeylerle de ilişkiye sokar. Nesneler sistemiyle kurulan
bu ilişki bedenin uzamsal bir perspektifle bir alana ya da ufuğa ait olmasının sonucudur.
Auster’in betimlediği çocukluğuna ait bir duyu deneyimi duyumsama ediminin beden ve
mekânla ilişki kurma tarzını özetler niteliktedir:
Minik bedeninin, yani üç-dört yaşındayken sana ait olan bedenin yere yakınlığı,
ayaklarınla başın arasındaki mesafenin kısalığı ve artık farkına varmadığın şeylerin bir
zamanlar nasıl hep gözünün önünde olduğu ve aklını kurcaladığı: emekleyen karıncaların ve
kaybolmuş bozuk paraların, kırılmış dalların ve ezilmiş şişe kapaklarının, karahindibaların
ve yoncaların ufacık dünyası. Özellikle de karıncalar. En iyi anımsadıkların onlar. Toprak
tepeciklerinden içeri dışarı gidip gelen karınca sürüleri (s. 10-11).
54
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Perspektif ve mekân ilişkisi bağlamında duyu deneyimi edinme, daha önce yukarıda
değinildiği gibi, nesnelerin bana kendilerini ifşa etme tarzıdır. Görme özelinde bu deneyim
görülen nesneye yerleşme, onda ikamet etme biçiminde gerçekleşir. Bu yüzden, daha önce de
belirtildiği gibi, görme asla nötr değil her zaman anlam yüklüdür; duyu deneyimlerimize
anlam yüklemek de o halde daima bedenle ilişkilidir. Bu bağlamda Auster’in çocukluğuna
ilişkin en canlı anılarının bir kısmının küçük nesneler ve küçük canlılar dünyasına ait olması
tesadüf değildir. Dolayısıyla burada bir adım ileri atıp anıların da bedenden hareketle anlam
yüklü olduğu tespitini yapmak pek de yanlış olmayacaktır.
Öznenin
bedeni
aracılığıyla
mekânla
ilişkisi
sayesinde
dışsal
nesneleri
duyumsamasında olduğu gibi aynı öznenin hem kendi bedenini algılaması hem de diğer
öznelerce algılanması da yine bir mekansal artalana ait olmasıyla mümkündür. Şu durumda
artalandan soyutlanmış canlı bir beden, Merleau-Ponty’nin (2005) deyişiyle, yakından
bakılınca tıpkı ay yüzeyinin teleskop merceğine yansıyan bir kesiti ya da mikroskop altında
incelenen bir deri parçası gibi boyutsuz ve yabancı görünecek; dahası artık canlı bir beden
gibi kavranamayacaktır (s. 271). Kişinin bedenini algılaması ve beden olarak başka öznelerce
kavranması, yer aldığı artalana ve kendisini çevreleyen nesnelere yön, mesafe ve benzer
ilgilerle bağlanmasıyla olanaklıdır. Beden bir mekân içinde çevreye yönelirken adeta
uzuvlarından dışarıya uzanan bir “yönelmişlik ağı” (intentional threads) ile çevresini bilir ve
kendisini artalanda konumlandırır (Merlau-Ponty, 2005, s. 114). Böylelikle hem algılama hem
de algılanma kapasitesine sahip olur. Auster bu beden-artalan ilişkisinin farkındadır ve
otobiyografisini bu ilkeyi göz önünde bulundurarak yazar. Onun yıllar içerisinde yaşadığı
yirmibir farklı adreste bulunan farklı evleri, “bugüne kadar geçen yıllar boyunca gövde[si]ni
yerleştir[diği] yerler[i]” (s. 55), detaylarıyla kırk sayfayı aşan bir uzunlukta ve her birine ayrı
bir başlık açarak betimlemesi bunun en belirgin kanıtı sayılabilir. Bu anlamda Auster’in
geçmişini hatırlaması süreci mekânların organizasyonu ve artalandaki etkileri bedeniyle
duyumsamış olması üzerinden gerçekleşmektedir. Dolayısıyla da Auster’in beden ve mekâna
dayalı bu hatırlama pratiği de anlatı yapısı ve üslubunu da doğrudan etkilemektedir.
Anlatının Beden Prensibine Göre Yapılanması
Auster’in otobiyografisi hikâye kesitleri ve anılarla gelişigüzel örülmüş bir metin
hüviyetindedir. Görünüşte herhangi bir anlatı tasarımı veya modeli izliyor değildir; ancak bu
düzensiz anlatı akışının altında hatırlama ve yazmanın bedenin ilgilerince güdümlendiği fark
55
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL
ALGI SORUNU
edilmektedir. Bu bakımdan metnin bedendeki yaraların, bedensel duygulanım ya da
duyumsamaların ve öteki bedenlerle etkileşimin hatıraları ile biçimlenip ilerlediği
gözlenmektedir. Bu durumda okur bedeni dirimsel, algısal ve simgesel vb. işlevlerin her biri
ile kavramaya çalışan bir metinle karşı karşıyadır. Bu yüzden de Auster’in otobiyografisi
bedensel ilgi ve ilişkilerden hareketle çağrışımsal olarak ilerleyen ve kronolojik olarak
çizgisel bir yol takip etmeyen bir metindir. Çağrışımlar ise otobiyografik özneyi hatırlama ve
yazma pratiğinde zaman ve mekân kesitleri arasında serbestçe gezinir kılmaktadır. Bedenin
duygulanımları birbirinden ‘farklı doğrultularda ilerleyen çağrışım bağları’ kurdukça kişinin
hafızası da benzer yollardan farklı çağrışımları takip etmeye yönelir (Lloyd, 1996, s.56).
Auster’in bedensel işlevlerden hareketle çağrışıma dayalı hatırlamasının küçük bir örneğine
çocukluğunda ilk defa kendi başına banyo yaparken kendi cinsel organını gözlemesinde
rastlanır. 1952 yazıdır ve Auster beş yaşındadır. Yeterince büyüdüğü düşünülerek tek başına
banyo yapmasına izin verildiği için küvete uzanmış yıkanmaktadır. Belki de ilk defa bu
deneyimle kendi cinsel organına yakından ve dikkatli bakma fırsatı bulduğundan yeni bir
keşif yapıyor duygusuyla onu farklı nesne ve şekillere benzetmeye başlar. Anlatıcının çocuk
gözüyle cinsel organını miğfer giymiş bir itfaiyeciye benzettiği paragrafı hemen takip eden bir
diğer paragraf aniden bu banyo sahnesini anlatmayı bırakarak keskin bir sıçramayla
anlatıcının ileriki yaşlarında yaşadığı “sidik zorlamaları,” “çişini tutmak” ve “altına kaçırmak”
gibi deneyim ve düşüncelerden bahsetmeye başlar (s. 21). Görülür ki anlık bir çağrışımla
metin aniden yön değiştirmiş; zaman ve mekân kesitlerini delerek geçmiştir. Böylece, bu ve
benzeri tüm diğer örnekler ışığında, metinde bedensel işlevlerin hatırlanmasının temel
düzenleyici ilke olarak görev yaptığı söylenmelidir. Zira bu otobiyografinin bedensel hafızaya
kulak vermesidir.
Sıçramalarla ilerleyen bu otobiyografide tutarlı ve iyi düzenlenmiş bir akış aramak
boşunadır; ancak mutlaka anlatıda temel bir izlek aranacak ise, bu Auster’in bedeninin
hikâyesinin dışında bir yerde bulunamaz. Ölen annesinin ardından geçirdiği panik ataktan ve
annesinin babasıyla geçmişteki sorunlu evliliğinden bahsederken Auster dolaylı olarak
anlatıya hem biçim hem de üslup kazandıran temel ilkeye şu sözlerle yer vermektedir:
Söylenebilecek her şeyin içeriden, senin içinden derlenmesi, gövdende taşımaya
devam ettiğin ve hiçbir zaman tam olarak kestiremeyeceğin nedenlerden ötürü seni soluk
alamayarak ve ölmek üzere olduğunu düşünerek yemek odasında yere yıkan anılar ve
sezgiler birikiminden çıkarılması gerekiyor (vurgu bana ait, s. 116).
56
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Geçmiş tecrübelerin kişinin içeriden deneyimlediği gibi hatırlanarak derlenmesi ile
kastedilen şey bedenin hem zihin durumlarından hem de dış uyaranlardan etkilenişini
merkeze alan bir hatırlama ve yazma pratiğidir. Bu ise Merleau-Ponty’nin, yukarıda
tanımlanmış olan, öz-beden (corpse-propre) kavramıyla işaret ettiği şeyde ifadesini
bulmaktadır. Öznenin içerden deneyimlediği şekliyle kendi bedeni olan öz-beden hem dış
dünya ile teması sağlamakta hem de bilincin anlamlandırma süreçlerini belirlemektedir.
Metinde bu iç deneyime dayalı öz-beden vurgusu Auster’i hem algılama edimlerine
odaklanmaya hem de otobiyografik öznenin bilinç edimlerini bedensel davranışlar üzerinden
yazıya dökmeye yöneltmektedir. Dolayısıyla Auster’in otobiyografisinde deneyim ve algılar
anlatıcının kendisine öz-bedenin yaşantıları ile okura da gözlemlenebilir davranış kalıplarının
betimi ile bilinir kılınmaktadır.
Kış Günlüğü’nün en önemli üslup özelliklerinden biri de ikinci tekil şahıs anlatısı
olarak yazılmış olmasıdır. İkinci tekil şahıs ağzından kaleme alınan otobiyografik anlatı adeta
anlatıcının kendisiyle diyalog halinde olarak algılanıp bu kurguyla okunmasına müsaade eden
bir özelliktir. Bu üslubun önemi ise yukarıda belirtilen öz-beden – iç duyum – davranış ilişkisi
çerçevesinde daha da belirgin kılınmaktadır. Öncelikle ikinci tekil şahıs anlatısı anlatıcının
kendi kendisine ‘sen’ zamiriyle hitap etmek suretiyle öz-bedeniyle deneyimlediği iç
duyumları sanki karşısındaki bir muhataba anlatıyormuşçasına dile getirmesini sağlar.
Dolayısıyla algı ve duyumları tamamen sübjektif ve sınırları belli olmayan bir bilinç
dünyasından çıkarıp karşıda var sayılan diğer bir özne tarafından (‘sen’ zamiriyle karşılanan
muhatap anlatıcının kendisi de okur da olabilir) kavranabilir hale getirmek bu anlatım
üslubunun en belirgin işlevlerinden biri olarak ortaya çıkar. İkinci olarak ise öz-bedenin
davranışları ikinci tekil şahıs anlatısı ile bedenin dışarıdan gözlemlenme imkânını taşır hale
gelir. Daha doğrusu anlatıcının davranışları böylesi bir üslup özelliği sayesinde
nesnelleştirilmiş ve bilinç içeriği de adeta davranışlar biçiminde somutlaşarak öznelerarası bir
ortamda ifade bulmuş olur. Böylelikle ikinci tekil şahıs anlatısı Auster’in otobiyografisinde
bilinç ve beden arasındaki kadim uçurumun somut davranışlar sayesinde aşılarak
kapatılmasını üslup yönünden destekler.
57
KIŞ GÜNLÜĞÜ: PAUL AUSTER’İN OTOBİYOGRAFİSİNDE BEDENİN FENOMENOLOJİSİ VE BEDENSEL
ALGI SORUNU
Sonuç
Paul Auster, Kış Günlüğü adlı eserinde, otobiyografiye konu olan öznenin
kurgulanmasında vücut bulma unsurunu belirgin olarak diğer unsurlara oranla daha baskın
biçimde kullanmıştır. Öyle ki metinde anlatıcının hatırlama, kimlik edinme, deneyimleme ve
fail olarak eylemde bulunma unsurlarıyla kendisini gerçekleştirmesi hep bir bedene sahip
olmak üzerinden tanımlanmış ve örneklendirilmiştir. Auster’in anlatıcı olarak metni
biçimlendirmesi bedensel duyumların çağrışımsal hatırlanmasına ve bedensel hafızanın ifade
bulması esasına dayanır. Beden sahibi olmaya yapılan bu vurgu sayesinde Auster aslında
bilinç dünyasının davranışlarda bulduğu tezahürü betimleyerek iç dünyasına daha somut bir
temsil biçimi aramaktadır. Bu bakımdan onunki özneyi iç dünyasının yalıtılmışlığında yer
alan saf bir bilinç şeklinde değil; aksine somut ve bedensel duyumsama süreçlerinin tam
ortasında dış dünyaya yönelen bir bilinç şeklinde betimleyen bir otobiyografidir. Bu bağlamda
Auster’in otobiyografik anlatıcısının kendini ve ‘öteki’leri mekânla ilişki içerisinde algılayıp
hatırlaması önem kazanır. Bu anlamda metin kronolojik değil mekânsal ilişkilerle hatırlamaya
dayalı bir yazı pratiğinin ürünüdür. Bu yazı pratiği de nihayetinde öznenin iç ve dış
duyumlarını kendi bedeninin içinde yaşadığı ve içeriden deneyimlediği biçimiyle ifade etme
çabasının yansımasıdır. Sonuç itibarı ile böylesi bir otobiyografi politikası aracılığı ile yazar
temsil ettiği özneyi zihin-beden uçurumuna yuvarlanmaktan kurtarmakta ve bu ayrımı aşma
yönünde bir biçim ve üslup tavrı sergilemektedir.
58
BÜYÜKTUNCAY, M.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
KAYNAKÇA
Auster, P. (2012). Kış Günlüğü. İstanbul: Can.
Gürsoy, K. (2007) Maurice Merleau-Ponty’de Algı Problemine Giriş. Ankara: Lotus.
Husserl, E. (2003). Fenomenoloji Üzerine Beş Ders. H. Tepe (Çev. Ve Giriş). Ankara: Bilim
ve Sanat
Küçükalp, K. ( Yazar ve Ed.). (2010). Husserl. İstanbul: Say.
Lloyd, G. (1996). Philosophy Guidebook to Spinoza and the Ethics. London: Routledge.
Merleau-Ponty, M. (2005). Phenomenology of Perception. C. Smith (Çev.). Routledge. (Ekitap). (İlk Baskı 1962).
Merleau-Ponty, M. (2010). Algılanan Dünya. Ö. Aygün (Çev.). İstanbul: Metis. (İlk Baskı
1948).
Smith, S. Watson, J. (2001). Reading Autobiography: A Guide for Interpreting Life
Narratives. Minneapolis: University of Minnesota Press.
Spinoza, B. (2009). Etika. H. Z. Ülken. (Çev.). Ankara: Dost.
Tepe, H. (Çev.). (2003). Giriş. Fenomenoloji Üzerine Beş Ders. H. Tepe (Çev. Ve Giriş).
Ankara: Bilim ve Sanat
Waldenfels, B. (2010). Fenomenolojiye Giriş. M. Keskin (Çev.). İstanbul: Avesta.
59
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
60
ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Dokuz Eylül Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi
Cilt: 2 Sayı: 3 2013
SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ
ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN ÇIKARIMLAR
Nur ÇAĞLAR*, Zeynep TUNA ULTAV** ve Esin BOYACIOĞLU***
ÖZET
Pek çok ünlü yazar kentsel yaşamı romanlarında aktarmıştır. Bu kentsel yaşamlar;
yazarın gözlemleri, imgelemi ve anıları üzerine yeniden yapılandırılarak yazınsal mekânlara
dönüştürülmüş, gerçek veya düşsel kentler olarak okuyucuya sunulmaktadır. Edebiyattaki bu
yazınsal mekânlar, mekânların kurulmasını ve mekân kavramını, mimarlığın ve kentsel
mekânın kendi disiplinine ait sınırları dışındaki öznelerin gözünden anlamamıza yardımcı
olmaktadır. Bu bağlamda, çürüyen bir kavak ağacının devrilme sürecini kapsayan bir buçuk
saatlik zaman dilimini öyküleştirirken; kentin zaman, mekân ve insan ilişkilerini de yansıtan
ve Sevgi Soysal tarafından 1973 yılında kaleme alınmış olan Yenişehir’de Bir Öğle Vakti
romanı incelemeye değerdir. Soysal, Ankara kentindeki kentsel yaşamın modernizasyonunu,
roman boyunca hassas gözlemlerine dayanan eleştirel bir anlayışla, gerçekçi bir biçimde
tasvir etmektedir. Romanı mekânsal olarak okumanın Ankara kentsel peyzajına dair
epistemolojik alana katkıda bulunacağına inanılmaktadır. Sonuç olarak, bu makalenin amacı,
1970’ler Ankara’sında bulunan kentsel mekânların, özellikle modernizasyon sembolü olan
Yenişehir sokaklarının anlamlarını analiz etmektir. Günden güne değer kaybettiği düşünülen
Ankara’nın modern kentsel peyzajının gerçek anlamını kavramak, korumak ve sürdürmek için
bu anlamların ortaya çıkarılması gereklidir.
Keywords: Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Sevgi Soysal, Kentsel Peyzaj, Edebiyat.
SEVGI SOYSAL AND ARCHITECTURAL/URBAN SPACE ILLUSTRATIONS
FROM HER NOON-TIME IN YENISEHIR
(YENIŞEHIR’DE BIR ÖĞLE VAKTI) NOVEL
ABSTRACT
A notable feature of several well-known novelists is their description of urban life.
These urban lives are presented to the readers as taking place in real or imaginary cities that
*
Prof. Dr., TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi, Mimarlık
Bölümü, ncaglar@etu.edu.tr
**
Yrd. Doç. Dr., (İletişimi Sağlayan Yazar), İzmir Ekonomi Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi,
İçmimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, zeynep.tunaultav@ieu.edu.tr
***
Doç. Dr., Gazi Üniversitesi, Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü, eboyaci@gazi.edu.tr
61
SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN
ÇIKARIMLAR
are transformed into literary spaces, restructured on the observations, imagination and
memories of the writer. These spaces, portrayed in literature, contribute to an understanding
of the conception and construction of space from the point of view of those outside the
disciplinary boundaries of architecture/urban space In this respect, it is important to examine
the novel Noon Time in Yenişehir (Sevgi Soysal, 1973), because it reflects the relationship
between time-space and the users of the city, through the fictionalization of the short period in
which a poplar tree falls down. Soysal offers a realistic and critical understanding of the
modernization of the urban life in the city of Ankara through sensitive observations sustained
throughout the novel. It is believed that interpreting the novel in spatial terms will contribute
to the epistemological realm related to the urban landscape of Ankara. Thus, the aim of this
paper is to analyze the meanings of urban spaces that existed in Ankara in the 1970s,
especially the streets of Yenisehir, in terms of the symbolization of modernization. An
understanding of these meanings is necessary in order to comprehend, preserve and sustain
the real significance of the modern urban landscape of Ankara, which is being constantly
eroded.
Keywords: Noon-Time in Yenisehir, Sevgi Soysal, Urban Landscape, Literature
1. Başlarken
Birçok ünlü yazar, eserlerinde kent yaşamını betimlemektedir. Bu kentler; yazarın
gözlemleri, imgelemi ve anıları üzerine yeniden yapılandırılarak yazınsal mekânlara
dönüştürülmüş, gerçek veya düşsel kentler olarak okuyucuya sunulmaktadır. Lefebvre’e
(1998) göre, yazınsal mekânın nitelikleri çoğu zaman, gündelik yaşantının geçtiği mekânların
niteliklerine eştir. Bu nedenle, gündelik olanın edebiyat alanında aniden belirivermesini
büyük bir özenle incelemek gerekmektedir. Gündelik yaşantı, bu yolla, edebiyat, yani dil ve
yazı aracılığıyla düşünce ve bilincin alanına girmektedir (s. 8). Mimarlık kültürü ve mesleği
ile ilintili konularda yapılan çalışmalarda, mimarlık alanında bilgi birikimi ve deneyime sahip
olan yazarların eserlerinden, görüş, düşünce ve önerilerini paylaşmak, öğrenmek, irdelemek,
tartışmak, eleştirmek ve/veya yeni bir kuram oluşturmak anlamında zaten yararlanılmaktadır.
Mimar olmayan yazarların mimari bir bilinç ve kaygı duymadan yazdıkları eserlerden
yararlanmak ise toplumun mimar olmayan çoğunluğu içinden, duyarlı bir gözlemci olan
yazarın mimari konulara yaklaşımını öğrenmek ve irdelemek açısından önem taşımaktadır
(Tümer, 1981, s. 38).
Yazınsal metinler, öğretici (didactic) ve esinlenici (inspirational) çıkarımlar
sağlamaktadır. Öğretici (didaktik) çıkarımlar, metnin bütününün barındırdığı, öykülendiği
zamana ve mekâna dair eleştirel yorumlardan elde edilmektedir. Esinlenici çıkarımlar ise
başlıca iki yaklaşım ile elde edilmektedir. Birincisi, yazın eserinde öykülenen ve ayrıntılı
olarak betimlenen mekânın doğrudan görsel okumasına dayalı durağan yorumlama ile
62
ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
mekânsal nitelik ve yazın eserinin öz varlığı arasında kurulan soyut iletişimden ortaya çıkan
dinamik yorumlama; ikincisi ise mimarın okumalardan güdülenerek mimari üretime dair
yazmaya başlamasıdır (Antoniades, 1992, s. 103-5).2 Her iki yaklaşım da mimarlığın bilgi
alanını doğrudan beslemektedir. Yazınsal mekânın mimari/kentsel mekânı sorgulama aracı
olarak geliştirilmesi mekânbilim araştırmaları için geniş bir çalışma alanı ve kaynak
sunmaktadır. Bu bağlamda, romanda yer alan öykünün mimari/kentsel mekânın fiziksel,
sosyal ve kültürel boyutuna ilişkin gerçekçi bilgiler barındırdığı ve yazınsal eserin
mimari/kentsel mekâna dair çalışmalara kaynak oluşturacağı görüşü benimsenmektedir.
Roman, adeta bir işlik görevi üstlenerek mimarlık disiplininin kendi sınırları içinde
açıklama getirmekte yetersiz kaldığı mimari/kentsel mekânlarda geçen gündelik yaşantıya
dair olgulara dikkat çekmektedir. Çünkü roman, Werth’in (1995) anlatımıyla, okuyucunun,
yazarın yarattığı karakterler aracılığıyla yazınsal mekânlar, anlatı zamanı ve kurgulanan
yaşantılar arasında zihinsel olarak dolaşmasına olanak sunmaktadır (Werth’ten aktaran
Saatçıoğlu, 2002, s. xiii). Okuyucu, bu dolaşma sırasında gerçek kentler, saklanmış kentler,
hayali kentler, efsanevi kentler, görünmez kentler gibi çeşitli kent peyzajlarıyla
karşılaşmaktadır (Grau, 1991, s. 1-4). Joyce’un Dublin’i, Dickens’in Londra’sı, Proust’un
Paris’i, Kafka’nın Prag’ı, Borges’in Buenos Aires’i, Gogol’un St. Petersburg’u, Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’nun Ankara’sı, Murathan Mungan’ın Mardin’i, Orhan Pamuk’un İstanbul’u3
eserlerde öykülenen gündelik yaşantıyı biçimlendirmek üzere gerçekçilikle ele alınmış
kentlerdir. Sevgi Soysal’ın yaşadığı kent Ankara’nın mimari/kentsel mekânlarını gerçekçilikle
betimlediği Yenişehir’de Bir Öğle Vakti4 (1973) adlı romanı da incelenmeye değer
örneklerden biridir. Bu bağlamda, bu çalışmada Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde anlatılan
mimari/kentsel mekânlara dair bilgilerin arkeolojisini yapma yöntemi benimsenmektedir.
Seçilen eser, tutarlı ve homojen bütünlüğünün kurulması, metinsel çözümleme
düzeyinin ve onun için uygun olan elemanların tanımlanması, bütünü belirginleştirmek
olanağını veren ilişkilerin belirlenmesi (Foucault, 1999, s. 23–24) için mimari/kentsel bilinçle
okunmaktadır. Okuma sürecinde yazınsal mimari/kentsel mekânların romandaki karakterler
için barındırdığı anlamın çözümlenmesi amaçlanmaktadır. Metindeki anlam potansiyeli ve
anlamın yorumlanmasını Fairclough (1992) şöyle açıklamaktadır:
2
Antoniades’e ait terimlerin çevirisi yazarlara aittir.
Kentler ve yazarlar arasında kurulan bu ikili ilişkileri çeşitlendirmek mümkündür. Örneğin Londra Woolf, St.
Petersburg Dostoyevski ile örneklendirilebilmektedir. İstanbul-Orhan Pamuk ilişkisini, mimarlık çerçevesinde
en kapsamlı ortaya koyan çalışma ise Bolak’a aittir.
4
Roman, 1974 Orhan Kemal Roman Ödülü’nü almıştır. Bu ödülün, Orhan Kemal tarafından savunulan sosyal
realist edebi anlayış geleneğine sahip romanlara veriliyor olması da (Furrer, 2004, s. 65), romanın gerçekçi
yapısının izlerinden birisidir.
3
63
SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN
ÇIKARIMLAR
Metinler, geleneklerle yoğrulmuş, geçmiş söylemsel uygulamanın anlam
potansiyeliyle donatıldığı biçimlerden oluşmaktadır. Biçimin anlam potansiyeli
genellikle ayrışıktır; çeşitli, üst üste gelen ve bazen çelişkili anlamlardır ki bu yüzden
metinler genellikle oldukça kararsız ve yoruma açıktırlar. Yorumlayıcılar bu gizil
kararsızlığı özel bir anlam ya da almaşık anlamlar kümesi seçerek indirgerler.
Anlamın yoruma dayalılığını akılda tutarak, hem biçimlerin potansiyeli için hem de
yorumlamada gönderme yapılan anlamlar için ‘anlam’ ifadesini kullanabiliriz
(s.75).5
2. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti ve Yenişehir Sokakları
Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı romanında, 1970’lerin Ankara’sını ve
kentsel yaşantının modernleşmesini eleştirel bir yaklaşımla, kendi duyarlı gözlemlerine
dayanarak ve gerçekçi bir dille anlatmaktadır. Roman, çürüyen bir kavak ağacının devrilme
sürecini kapsayan bir buçuk saatlik zaman dilimini öyküleştirirken, kentin zaman, mekân ve
insan ilişkilerini de yansıtmaktadır. Yazar, gündelik yaşantının içinden seçerek romana
uyarladığı çeşitli karakterler aracılığıyla kentin mekânsal ve yaşamsal niteliklerini
irdelemektedir. Aynı zamanda, kent mekânlarının değişen anlamını, farklı sosyal, ekonomik,
toplumsal ve kültürel artalandan gelen karakterlere göre vurgulamaktadır. Yazarın, orada
bulunma nedenlerini kendi ağızlarından aktardığı karakterler, bir öğle vakti kent merkezinde
karşılaşan insanlar kadar canlı ve gerçektir. Bu bağlamda, Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir
Öğle Vakti romanı üzerinden yapılan okumanın Ankara’ya dair mimari/kentsel bilgi
birikimine katkı sağlayacağına inanılmaktadır.6
Hem karakterler açısından hem de Yenişehir’in, Soysal’ın yaşamının bir bölümüne
tanıklık etmesi nedeniyle otobiyografik ögeler barındıran romanda, Doğan’ın (2003)
deyişiyle, “…öncelikle mekân kavramının sağlam bir altyapıya sahip olduğunu görmek ve
başkentin neredeyse bir karakter olarak öne çıktığını düşünmek mümkün[dür]” (s. 213).7
Soysal da, Orhan Duru’nun 1973’te kendisiyle gerçekleştirmiş olduğu söyleşide, romandaki
sosyolojik betimlemelerin mekânla olan etkileşimini şöyle ortaya koymaktadır: “Yenişehir’de
Bir Öğle Vakti’ndeki kahramanların paylaştığı, içinde rol aldıkları olay, kavağı kurutan
5
Çeviri yazarlara aittir.
Bu metinde kısmen, Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Anabilim Dalı’nda, Prof. Dr. Nur
Çağlar tarafından verilen M550 Mimari Tasarımda Sokak yüksek lisans dersi kapsamında çeşitli dönemlerde
yapılan, edebiyat ve kent, edebiyat ve sokak araştırmaları ve okumalarına dair öğrenci sunumlarından
yararlanılmıştır.
7
Hatta Soysal, bir söyleşide, devrilen kavak ağacı için Piknik mekânının yanında devrilen kavaktan esinlendiğini
belirtmektedir: “Evet, yoksa durup dururken, bir kavak benzetmesi yapmak, yazarlığımda genellikle
başvurmadığım bir yol. 12 Mart 1971 sıralarıydı. Piknik’in orada bir kavak devrildi, itfaiyeciler geldi. Ben de
tesadüfen ordaydım. Bu karşılaşma etkiledi beni. Kavağın devrilişi sürecinde düşüncemde kurduğum
bağlantıları yazmak istedim. Sonuç: ‘Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ oldu” (aktaran Uyguner, 2002, s. 250).
6
64
ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
coğrafyadaki (Kızılay’daki Piknik arası) değişim kesitidir. Benim için, onların o değişim
kesitindeki rolleri, bu coğrafyayı bütünlemektedir” (Duru’dan aktaran Uyguner, 2002, s. 249).
Romanda karakterlerin farklı sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik artalanları doğrudan
değil de yaşadıkları kentsel mekânlar, oturdukları ev, eğitim durumları, yaptıkları iş, yaşam
tarzları, giyinme ve yeme alışkanlıkları gibi ayrıntılar aracılığıyla sunulmaktadır. Anlatı
zamanının bir öğle vakti kadar kısa olma nedeni ise, romanın zaman parametresinden çok,
mekân parametresine bağlı olarak gelişmesidir. Bu nedenle çalışma kapsamındaki okumalar,
daha çok kentsel peyzajın başlıca öğesi olan ‘sokak’ mekânı üzerinden yapılmaktadır. Sokak,
romanda, karakterlerin gündelik yaşantılarının geçtiği sahne olarak kurgulanmaktadır.
Romandan kesitlenen bölümlerde, sokak mekânının fiziksel, işlevsel ve sosyal
özellikleri irdelenmekte ve sokağın gündelik yaşantının niteliği üzerindeki güçlendirici etkisi
ile sokağa kazandırdığı anlam; fiziksel, işlevsel, çevresel ve sosyal düzeylerde
tartışılmaktadır. Bu bağlamda, 1970’lerin Ankara’sında var olan kentsel mekânların, özellikle
Yenişehir sokaklarının anlamı irdelenmektedir.
3. Sokağın Anlamı Üzerine
Sokak, uygarlıkların başlangıcından günümüze değin kentlerin başlıca yaşam
alanıdır. Sokaklar ve kaldırımlar, kentin asal kamusal mekânlarıdır ve yaşamsal organlarıdır.
Sokağın, kenti oluşturan en önemli ögelerden biri olması durumunu Jane Jacobs (1961), “Bir
kent düşünün; aklınıza ne gelir? Sokakları. Eğer bir kentin sokakları ilginçse, kent de ilginç
görünür; kasvetliyse, kent de kasvetli görünür”8 (s. 37) ifadesiyle açıklamaktadır. Sokak, bir
yandan kentin çeşitli kesimleri, yapılar ve yaşantılar arasında bağlantı kurmak üzere dolaşım
işlevi üstlenirken, diğer yandan gündelik yaşantının sahnesi olmaktadır. Bu özelikleri ile
sokak, yalnız devinimin değil dinginliğin de mekânıdır. Norberg-Schulz’un sözleriyle,
“…Sokak küçük bir evrendir, kentin yoğunlaştırılmış özelliklerinin, tarihin ve yaşamın
kesitleri tarafından biçimlendirilen ayrıntılarının sunulduğu yerdir”9 (Norberg-Schulz’dan
aktaran Moughtin 2003, s. 138).
Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin karakterleri, farklı sosyal artalandan gelen, kentin
merkezinde karşılaşan, konuşan ve sonra ayrılan insanlardır. Roman, kendi kurgusu içinde bir
karakterden diğerine geçerken kentteki çeşitli sosyal/ekonomik kesimlerin yaşamlarına ve
8
9
Çeviri yazarlara aittir.
Çeviri yazarlara aittir.
65
SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN
ÇIKARIMLAR
sokakta bulunma nedenlerine dair bilgiler vermektedir. Karakterler tezgâhtardan profesöre
uzanan geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Birbirine sokakta rastlayan karakterlerin öyküsü
sırayla karşımıza çıkarak ustaca birbirleriyle ilişkilenmektedir.10 Bu anlamda, roman,
1970’lerin Ankara’sında yaşayan insanlardan esinlenerek canlandırılmış karakterlerin
resmigeçidi olmaktadır. Bu resmigeçitte göze çarpan başlıca karakterler, bahçesinde kavağın
yer aldığı evin sahibi Mevhibe Hanım, çocukları Olcay ve Doğan, Doğan’ın arkadaşı ve
sonradan Olcay’ın erkek arkadaşı olan Ali, kapıcıları Mevlüt, Salih Bey, Hatice Hanım,
tezgâhtar Ahmet, Çingene Necmi, Necip Bey, Güngör Bey, Mehtap, Aysel ve Sakarya
Caddesi’nin Deli’sidir. Çalışmada, karakterlerin sokakta bulunma nedenleri ve davranışları ile
mekânla ve birbirleriyle ilişkileri incelenmekte; karakterler, romanın kurgusunda olduğu gibi
tek tek ortaya konmaktadır ve yapılan arkeolojik okumalardan Ankara’nın kentsel peyzajına
dair bilgiler kesitlenmektedir.11
Ahmet
Ahmet, Ankara’nın Samanpazarı semtinde yaşamaktadır. Kızılay’da Büyük
Mağaza’da tezgâhtar olarak çalışmaktadır. Öykündüğü müşterileri gibi giyinmeye çalışmakta,
bir ay öncesinden vitrinlere bakıp, bir sonraki ayın maaşıyla neler alacağına karar
vermektedir. Kendini yaşadığı semtin diğer gençlerinden farklı kıldığına inandığı bu pahalı
giysiler içinde sokakta dolaşmaktan hoşlanmaktadır. Ahmet, sokağı kendini sergilediği bir
vitrin olarak görmektedir:
…Sokağa çıktı mı mahallenin oğlanlarını hasetinden çatlatır, komşu
karılarının başını sallatır, kocamış heriflerin kanını beynine sıçratır. Önemli olan da
bu. Adam olan Samanpazarı’nda yadırganmalı. Orada yadırganmayan, kılıksızın,
sünepenin biridir. ‘Halk’tır halk!’ Ahmet’e göre giyinip sokağa çıktığında en az beş
on kişi şöyle dönüp arkandan bakmalı… (Soysal, 2008, s. 19).
Romanda, Kızılay ve Ulus semtlerinin farklı sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik
sınıflar tarafından benimsenmesi belirtilmektedir. Ahmet’in belleğinde Kızılay, zenginliği,
yeniliği, modernliği, düzeni ve uygarlığı; Ulus, fakirliği, eskiliği, karmaşa ve köhneliği
10
Burada belirtilenin aksine, karakterler arasında kurulan ilişki konusunda, romana çeşitli eleştiriler de
yöneltilmiştir. Örneğin, Fethi Naci, Soysal’ın karakterleri betimlemesindeki ayrışıklığı, “Değişik bir anlatım:
Sözlerini yarıda kesecekmiş gibi, konuşma hakkı belirli bir süre sınırlandırılmış gibi soluk soluğa…” ifadesiyle
eleştirmektedir (Naci’den aktaran Yüce, 2010, s. 1410). İdil de, romandaki kahramanların hemen hemen tek
ortaklıklarının, herhangi bir öğlen saatinde Yenişehir’de bulunmaları olarak ortaya koymakta ve bölümlerin
kendi içlerinde konularını barındırdığını belirtmektedir (İdil, 1998, s. 77, 80).
11
Yalçın (2003), Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara ve Panorama romanlarından sonra aydınımızın
dikkatini tekrar Ankara’ya çeken bir roman olarak ortaya koymaktadır (s. 459).
66
ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
çağrıştıran kentsel mekânlardır. O, Yenişehir’e ait olmak istemekte; bunu en azından giyim
tarzı ve davranışlarıyla başarmaya çalışmaktadır:
Ahmet şaştı. Bu tür işportacılar Ulus’ta bulunur. Bunlar da Kızılay’a aktılar
artık. Eskiden Tezkan Mağazası da Ulus’taydı. Yokuşun orada. Artık kendini bilen
Ankaralılar alışverişi Kızılay’da yapıyorlar. Ucuz ev nevalesi düzmeye meraklı
memurlar bile, hale değil, Gima’ya gidiyorlar artık. Ahmet için Ulus’tan alınmış bir
malın hiçbir değeri yoktur. Aldığı her şey için ‘Kızılay’dan alındı’ cümlesini eklemek
isterdi daha çocukken. Bu belki anasının, bütün çocukluğunda, Kızılay’dan alışveriş
etmenin kazıklanmak olduğu konusundaki ısrarlı telkinlerinin sonucuydu. Bu
telkinler onda Kızılay’dan alışveriş etmenin bir ayrıcalık, üstünlük olduğu
düşüncesini yaratmış, o da kendi para kazanmaya başlar başlamaz, her şeyi
Kızılay’dan almaya özenmişti, hem de en pahalı mağazalardan. Ulus, Hal denince
aklına hep babasının büyük bir meydan savaşı veren kumandan tavrıyla, kış başında
eve yığdığı, can sıkıcı soğan, patates çuvalları, pis peynir, zeytinyağı tenekeleri gelir;
hiç bu düşünceler şık giyimle bağdaşabilir mi? Neyle bağdaşır peki? Hasislikle,
yoksullukla, hasislik ederek yoksulluğu yeneceğini sanmak gafletiyle (Soysal, 2008,
s.21).
Romanın başlıca mekânlarından biri olan sandviççi Piknik, romanın en başında
Ahmet tarafından sunulmaktadır. “Öğlendi. Kızılay semtinin en civcivli, gürültülü, servisi en
çabuk, en ayakaltı yeri olan Piknik’in oraya akıyordu kalabalık” (Soysal, 2008, s. 13).
Romanda, Piknik, gerek mekân gerekse sunduğu yemekler bakımından yenilik, değişiklik ve
batılılaşmanın ve modernleşmenin simgesidir.12 Yemek kültüründeki dönüşümü vurgulamak
üzere, Ahmet, öğle tatilinde buluştuğu sevgilisi Şükran’la, Piknik’te, Goralı yemektedir.
Sandviççilerin bulvar üzerinde yer alması da, Yenişehir’in modern kentsel peyzajının
niteliğini ortaya koyması açısından önemlidir:
…Sandviç yemek başlı başına bir değişiklik, bir yenilikti çoklarınca. Ucuz oluşu,
çok ucuza tencere kaynatmaya alışık olanlar için inandırıcı sayılmasa da saatlerce
ocaklarda kaynayan, bol soğanlı, az kıymalı patates yemeklerinden usanmış insanlar
için bir yenilik, değişiklikti sandviç yine de. Kaç yıl önce çıkmıştı ilk sandviçler? İlk
sandviççi, Büyük Sinema’nın yanındaki dar pasajda açılmıştı. Bulvar kaldırımı
üstünde, ‘Hot Dog’ diye bir ilan asmıştı sahibi. Açılır açılmaz, iğne atsan yere
düşmeyecek kadar dolmuştu Yenişehir kolejinin kızlarıyla… (Soysal, 2008, s. 24).
12
Kızılay’da, Tuna Caddesi girişinde bulunan, dönemin birçok Ankaralısı gibi Soysal ve edebiyat çevresindeki
arkadaşlarının sıklıkla gittiği bir mekân olan ve bir şarküteri büfesi, ayakta bira içilebilecek tezgâhları bulunan
Piknik, “üç dört masalı halvet gibi odası ve camlı vitrin terasıyla” Paris kahvelerine benzemektedir (Doğan,
2003, s. 51). Piknik, DOCOMOMO (Documentation and Conservation of Buildings, Sites and
Neighbourhoods of the Modern Movement) Türkiye Poster sunuşları kapsamında, modernleşmeyi simgeleyen
bir yapı olarak “Piknik, Restoran-Amerikan Büfe-Şarküteri” başlığıyla Ö. Mutlu tarafından sunulmuştur. Ergir
de, Piknik’i Moulin Rouge gibi, bir başkentin, bir dönemin simgesi olarak ortaya koymaktadır (Ergir, 2004, s.
73). Piknik’in tarihçesi ile ilgili bknz. Y. Ergir (2004). “Piknik" - Tuna Caddesi, 1/A, Yenişehir / Ankara,
Dosya 23, 68-73. Erişim: http://www.mimarlarodasiankara.org/dosya/bulten-23.pdf.
67
SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN
ÇIKARIMLAR
Hatice Hanım
Büyük Mağaza’nın önünde Ahmet’le çarpışmasıyla romana katılan Hatice Hanım,
oldukça
tutucu,
hep
acelesi
olan,
yasalara
düşkün,
kentin
kalabalıklaşması
ve
kozmopolitleşmesi ile barışamayan bir emekli öğretmendir. Ahmet’i ve temsil ettiği zamane
gençlerini hadlerini bilmemekle suçlamaktadır. Hatice Hanım, bir yandan değişime
direnmekte, diğer yandan da batılı toplumların uygar davranışlarını beğendiğini
gizlememektedir: “Bizim de adam olmamız için yere muz kabuğu atmayan Almanlar’a
benzememiz gerek. Ama nerde? Adam olmayız biz…” (Soysal, 2008, s. 47).
Hatice Hanım için sokak, onun kontrol edebileceğinden çok daha güçlü bir yapıdır;
bu yüzden sokaktaki heterojen sosyo-kültürel yapıdan rahatsızlık duymaktadır. İşlerini en kısa
zamanda tamamlamak isterken çıkan aksilikleri, ona yapılan bir saygısızlık olarak
nitelendirmektedir. Bir başka deyişle, sokak sahnesindeki oyunu beğenmeyen bir diğer
karakterdir:
Hatice Hanım da aslında Ahmet’e sövmüyordu yalnızca. Ahmet, onun için
bir yığın edepsizliği, bozgunculuğu, haddini ve yolunu yordamını bilmezliği iki ayak
üzerinde gezdiren, her türlü anlama ve tanımlama sınırının dışına taşan gençlerden
sadece biriydi (Soysal, 2008, s. 37).
…
Büyük Mağaza’da beyaz peynirin iyisi bulunmuyordu artık. Şoförler, aynı
bunlar gibi edepsizleşmişlerdi. Gündelikçi kadınlar gündeliklerini arttırıyorlardı.
Kapıcı her işe koşturmuyor, bir sabah bir akşam bin nazla uğruyordu... Balkonlara
yağıyordu kurum, ev işleri bitmiyordu hiç ve bunlar bir de utanmadan yaptıkları
yetmiyormuşçasına adama çarpıp çarpıp özür bile dilemeden geçiyorlardı… İşte bu
cezalandırılmaları gereken suçluların tümüne sadece ‘Allah canlarını alsın!’
demekle yetinerek hışımla daldı kalabalığa. En öne geçmeye hakkı olduğundan emin
itekledi herkesi. Hep acelesi vardı Hatice Hanım’ın, çünkü hep yapacak önemli bir
işi vardı. Bulaşığın bir an önce yıkanıp kalkması gibi... Ev bir an önce
temizlenmeliydi, çünkü sokağa çıkıp pazardan en iyi portakalları en ucuza almalıydı
herkesten önce (Soysal, 2008, s. 38).
Hatice Hanım, özellikle kendi yaşadığı kentsel çevredeki sokaklarda sınıfsal
heterojenliğin
belirginleşmesini,
dolayısıyla
kendi
gibi
olmayanların
bulunmasını
kabullenmemekte; örneğin Kızılay semtinin dilencilere mekân olmasını eleştirmektedir:
Hatice Hanım mağazanın merdivenlerini çıktı. Evine gidecekti. Evdekiler
arasında evde en çok bulunması gerekenin kendisi olduğu inancındaydı. Kim en çok
evdeyse onundur ev. Kim şatosunu çevresini silahlı adamlarla çevirir, kim şatosunun
köprüsünü kaldırırsa onundur şato. Trafik lambasının orada beklemeye başladı.
Lamba kırmızı yanıyordu. Yeşili beklemeden fırlayan çocuğun ardından söylendi,
çocuğu görüp de cezalandırmayan trafik polisine… O bildiği tanıdığı kızıllık yayıldı
yine Hatice Hanımın yüzüne. Sokağa çıkılmaz oldu artık. Her yerde haksızlık. Her
68
ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
yerde edepsizlik. Yeşil yanınca hışımla ilerledi… Hatice Hanım delici bakışlar fırlattı
dilenciye. Bunlar artık Kızılay’ın göbeğine bile yerleştiler. Bu şehir iyice zıvanadan
çıkmıştı artık. ‘Ankara caddelerinde pırtıl insan görünmezdi bir zamanlar’ dedi
kendi kendine; düzen vardı eskiden, otorite vardı, asayiş vardı... (Soysal, 2008, s. 4546).
Necip Bey
Hatice Hanım sokakta Necip Bey’le karşılaşır ve selamını almaz. Necip Bey’in
Hatice Hanım selamını almadığı için onu görgüsüz bulmasıyla batılı görgü kurallarına
bağlılığı resmedilmektedir: “Necip Bey, Hatice Hanım’a bilgili bir incelikle verdiği selamın
karşılık görmemesine bozulmuştu. Ayıdır bunlar, hepsi, eksiksiz dişi ve erkek ayılar. Ekose
golf pantolonu, papyon kravatıyla, uzun saplı şemsiyesiyle göze çarpmayacak biri değildi ki”
(Soysal, 2008, s. 49).
Selanik asıllı olan Necip Bey, üniversiteyi Lozan’da okumuştur. Selanik Caddesi’nde
Singer dikiş makineleri satan bir dükkânı bulunmaktadır. Evinde o zamanlar herkeste
bulunmayan telefonuyla, tenis oynamaya gitme alışkanlığıyla ve en önemlisi memleketini
Avrupa’ya hiç yetişememiş olarak tanımlamasıyla batılı olana hayranlığı anlatılmaktadır.
Necip Bey için sokak, Avrupa’da öğrendiği adab-ı muaşeret kurallarını itinayla uygulamak
istediği ve böylece kendi saygınlığını ifade edebileceğine inandığı bir mekândır. Sokağı
Ahmet’le aynı biçimde anlamlandırmaktadır. Parasını harcamak ve harcadığını göstermek
onun için önemlidir. Kentin ve kentlinin modernleşmesinin giyim tarzı üzerinden temsil
edilişi, Necip Bey’in kendi batılı giyim tarzının yanı sıra Atatürk ve giysileri üzerine
düşünceleriyle anlatılmaktadır:
Bunun bir benzerini, Anıtkabir'in bitişiğindeki Atatürk Müzesi'nde
görmüştü. ‘Atatürk'ün seyahat kıyafeti!’ Müzede daha nice, birbirinden şık kıyafetler
vardı. İnce, zevkli adam. Belki Selanikli oluşundan geliyor bu. Ne de olsa Avrupa
sayılır Selanik (Soysal, 2008, s. 50).
Mehtap
Necip Bey, bankaya girdiğinde onu karşılayan banka memuru Mehtap, Konya’dan
Ankara’ya akademi okumak ve ailesini maddi zorluklardan kurtarmak için gelmiştir. Aile
olarak batılı ailelerin yaşam koşullarına özentileri vardır. Mehtap için Ankara bir düş şehridir.
Her gün --çocukluk düşlerindeki gibi-- babasına iyi bir hayat verebilmek için çaba
göstermektedir. Bu yüzden, onun için sokak --Necip Bey’in aksine-- gezip dolaşıp, para
harcayacağı yer değil, bir an önce güvenli evine ulaşacağı bir koridordur. Bankadaki son
69
SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN
ÇIKARIMLAR
parasını da çekmeye gelen Necip Bey ile aralarındaki farkı düşünür. O, az da olsa para
yatırmaya çalışırken; Necip Bey, sürekli, olanı pervasızca tüketmektedir (Soysal, 2008, s. 65).
Romanda, Mehtap ve temsil ettiği sınıf, Yenimahalle’de yaşamaktadır. Durumlarının
Konya’da daha iyi olması ve Ankara’da ancak Yenimahalle’de yaşamaları, büyük kentin
insanları fakirleştirdiğine bir vurgu olmaktadır:
Babası emekli olmuştu. Emekli maaşı ve Mehtap’ın kazandığı parayla ancak
geçiniyorlardı. Kirayı yeniden artıracaktı ev sahibi. Yenimahalle’de, muslukları, her
şeyi her an bozulan, kötü malzemeyle yapılmış, mutfağının duvarları su sızdıran,
kalorifersiz, kömür hakkı da olmayan bir evde oturuyorlardı. Konya’da oturdukları
ev bile bundan iyiydi nerdeyse (Soysal, 2008, s. 67-68).
Güngör Bey
Necip Bey’in Piknik’te garsonla konuşmasına tanık olarak romana katılan Güngör
Bey, bodrum katında paskalya yumurtası boyarken Çankaya’da yeni açtığı möble dükkânına
sahip olan bir esnaftır. Ailesini, “Bizim ailede herkes içinde bulunduğu durumu daha iyi
duruma getirmek için çabalar” diye tanıtan Güngör Bey, hırslı bir insandır. Güngör Bey için
sokak, para kazanmak için bir fırsattır. Kuralları o yaratmakta, kendisini bu oyunun
merkezinde ve başrol oyuncusu olarak görmektedir. Onun için, para kazanmaya yaramıyorsa,
sokakta gerçekleşen olayların hiçbir değeri yoktur:
…Yemek bitmişti. Çabuk olmalıydı. Garsonu çağırdı. Karısıyla işini
bitirmeliydi bugün. Kulağına itfaiye düdükleri geldi. Cama koştu garsonlar. İşte işe
yaramaz boş insanlar böyledir. Sokaktan bir cankurtaran ya da itfaiye arabası
geçmeye görsün hemen durup bakarlar… Çünkü yoktur önemli bir işleri, bir
hedefleri yoktur… Bunlar sıradan insanlardır, benim kimseyi seyredecek, hiçbir
yabancı yangına ayıracak zamanım yok, yeter ki kendi dükkânım yanmasın. O zaman
da, çünkü seyirci olmam, olayın kahramanı olurum ve bu olaydan da kazançlı
çıkmaya bakarım, çünkü dükkânımı çok yüksek fiyata sigortaladım (Soysal, 2008,
s.87-8).
Güngör Bey’in ithal mobilyalarını sattığı dükkânın Çankaya semtinde yer alması,
batılılaşma ve üst sınıfı temsil etmesine vurgudur. Çankaya’daki mobilya dükkânı ve Dr.
Reşit Galip Caddesi’nde tuttuğu ev, bu durumu anlatmak için birer araç olarak belirmektedir:
Güngör'ün Çankaya’da yeni açtığı bir möble dükkânı vardı. Bu dükkânda,
bazı tüccarlardan satın aldığı ‘çeyiz permisiyle’ Avrupa’dan getirttiği ev eşyalarını
satıyordu (Soysal, 2008, s. 77).
…Bu arada Vali Dr. Reşit Caddesi'nde bir apartman yaptırmış, bir de son
model Mercedes satın almıştı. Mercedes’i bütün arabalara üstün tutar Güngör
(Soysal, 2008, s. 87).
70
ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Eve ve ev dekorasyonuna verilen önem de, Güngör ve Salih Bey’in diyalogunda,
sınıf atlama göstergesi olarak belirmektedir. İthal olanın daha geçerli olması, batılılaşmaya
öykünmenin bir simgesidir. Aynı zamanda, batıya açılma anlamında, Ankara-İstanbul kentleri
karşılaştırması da dikkat çekmektedir:
‘Onun için duvarı yıktırıp koridora doğru genişleteceğim banyoyu. Karım
çiçekli fayanslardan istiyor. Sizin dairenizde vardı. Ankara’dan mı almıştınız?’
‘Hayır, benimkiler İtalya’dan geldi. Hepsi Avrupa. Ama şimdi İstanbul’da
taklitlerini yapıyorlar. Ankara’da var mı, bilmiyorum.’
‘En iyisi, Ulus’u iyice bir gezdikten sonra, gerekirse İstanbul’dan
ısmarlamak’ (Soysal, 2008, s. 90).
Salih Bey
Salih Bey’le Güngör Bey, arabaları itfaiye yüzünden sokaktan çıkamayınca
karşılaşırlar. Ceza avukatı olan Salih Bey, aynı zamanda üniversitede ders vermektedir.
Aslında Samanpazarı’nın dar sokaklarında büyümüş olan Salih Bey, çok çalışarak
yoksulluğundan ve ait olduğu sınıftan kurtulmak istemiştir. İlkokulda arkadaşları ile oyun
oynamak, onlarla bir şeyler paylaşmak da pek olanaklı olmamıştır; çünkü o oyunu lastik
ayakkabılı çocuklardansa, beyaz çoraplı güzel elbiseli çocuklarla oynamak istemiştir. Aslında
çocukluğundaki ‘kara çoraplı’ arkadaşlarından ona engel olmasınlar diye kaçmıştır; ancak
şimdi profesör olarak ‘hümanizm’, ‘insanlık’ kelimeleri çok revaçta olduğu için pek sıklıkla
kullanmaktadır:
Salih, ilkokulu Ulus semtinde, ufak bir okulda okudu. Okul çocuklarının
hepsi de Salih’in durumunda, oldukça yoksul çocuklardı. Ama Salih, daha o
zamanlar, kendisini onlardan ayrı tutar, ayrı olmak isterdi. Ayrı olmayı koymuştu
kafasına. Öteki çocuklardan tek ayrıcalığı daha çok fıstık, leblebi ve sakız
bulunmasıydı ceplerinde. Ama bu ufak, belirsiz ayrıcalık bile onun için, daha o
yaşlarda, mutlaka büyütülmesi, geliştirilmesi gereken bir başlangıçtı. O zaman
duyduklarını ve kendisine anlatılanları değerlendirerek, bu gelişmeyi çalışkanlıkla
sağlayacağını düşündü. Çalışmak; cepteki sakızları, leblebileri, bilyaları öteki
çocuklarınkinden çok daha fazlaya çıkarmak, sonra önlüğünün ceplerini parayla
doldurmak, sonra onlardan daha iyi pabuçlar giyip onlardan daha hızlı, kışın
çamurlara takılmadan yürümek. Belki ilerde, çok çalışıp bir bisiklete binerek
onlardan, bu kel kafalı, kara çorapları beyaz lastikle tutturulmuş çocuk
kalabalığından uzaklaşmak, uzaklaşmak (Soysal, 2008, s. 92-93).
Salih Bey için yaşam, tepesine çıkılması gereken bir merdivendir. Basamakları tek
tek, büyük emekler harcayarak kendi gayreti ile çıkmak ve diğer insanlara tepeden bakmak
tek amaçtır. Bu amaçla başladığı eğitim hayatında profesörlüğe ulaşmıştır. Özel yaşamında
ise milletvekili bir babanın kızı ile evlenerek bu amacına erişmiştir. Salih Bey için sokak, iyi
71
SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN
ÇIKARIMLAR
ve kötünün, doğru ve yanlışın sergilendiği bir podyum gibidir. Doğru hedefe ancak doğru
kişilerle yürüyerek ulaşacağına inanmaktadır. Yaşadığı sokak ve evi onun yaşam hedeflerine
ulaştığını göstermektedir:
Sevmek sadece yeni zorluklar getirecek, onu kara çoraplı, miskin çocuklar
halkasında tutacaktı. Sevmiyordu kimseyi bu yüzden. İlerde, çalışıp çalışıp başka,
bambaşka bir insan olunca, evi ve sokağı başka türlü olunca, tek dostu olan çalışmak
ona dostluğunun karşılığını verince, o zaman başka amaçlar edinebilir, şunu bunu
sevebilirdi pekâlâ… (Soysal, 2008, s. 96-97).
Mevhibe Hanım
Salih Bey’in eşi, Olcay ve Doğan’ın annesi, zengin bürokrat bir babanın kızı olan
Mevhibe Hanım, Halk Partisi kadın kollarında çalışmaktadır. Babasından gördüğü saygı
hiyerarşisini, ailesinde de sürdürmektedir. Mevhibe Hanım için sokak, penceresinden
seyrettiği bir sahnedir. Onun yaşamı, özenle koruduğu kalesi olan evinde geçmektedir.
Kalenin dışına kendisinin veya çocuklarının çıkıp, sokaktaki insanla kaynaşmasına pek sıcak
bakmaz. Mevhibe Hanım’ın batılı olana özentisi, yeme alışkanlıklarında da temsil
edilmektedir:
‘Nerede kaldın be Mevlüt! Çavdar buldun mu?’
‘Sakarya’daki ekmekçide tükenmiş. Francala aldım.’
‘Aaa. Ben francala yemem oğlum. Kaç kez söyledim. Şarküterilere bakaydın?’
‘Köroğlu’nda da yoktu.’
‘Koca Kızılay’da başka şarküteri mi yok?’ (Soysal, 2008, s. 269)
Mevhibe Hanım’ın babasının gittiği mekânlar, Ankara’nın erken Cumhuriyet
yıllarında modern kent yaşamının simgesi olmaktadır. Milletvekili olunca Ankara’ya gelip
yeniden evlenen babası, sıklıkla Karpiç’te eğlenmektedir:
Yeni anaları, kendi anaları gibi başını örten bir köylü kadını değildi. Başı
açık geziyor ve kocasıyla Cumhuriyet balosuna gidiyordu. Ama bundan öteye
geçmiyordu hükmü. Evde onun da sözü geçmezdi ve babalarının onu da fazlaca
taktığı yoktu. Çoğu zaman erkek arkadaşlarıyla Karpiç’te sabahlar, Ankara'ya yeni
gelen konsomatrislerle eğlenirdi (Soysal, 2008, s. 268).
Sokak, oldukça kuralcı olan Mevhibe Hanım için temiz tutulması, özenli
davranılması gereken bir mekândır. Evin sokağa dönük yüzü, içinde yaşayanların uygarlık
düzeyini anlatmaktadır. Orada, onun gibi kültürlü, görgülü üst sınıf insanlar olmalıdır. Sürekli
sokağı izler; insanları gözler, eleştirir. Bu yüzdendir ki kapıcıları Mevlüt’ün karısını sokağa,
bahçeye çamaşır asmaması konusunda sürekli uyarmaktadır:
72
ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Karısı yine çamaşırları ön bahçeye asmıştı. Kavak ağacının gövdesiyle,
bahçenin yan tarafındaki kapıcı müştemilatı arasına ip germiş, çocuk bezlerini,
havluları, çarşafları sıra sıra asmıştı. Mevhibe Hanım kaç kez tembihlemişti oysa,
“Söyle karına, ön bahçeye çamaşır asmasın!” diye (Soysal, 2008, s. 264).
Mevlüt
İşini kaybetme korkusuyla, karısının kavak ağacına asmış olduğu çamaşır ipini
çekerken iktidarı temsil eden ağacın devrilmesine neden olan ve ağacın altında kalarak
yaşamını kaybeden Mevlüt, romanın omurgasını oluşturan olayın başrolünde olması
nedeniyle önemli bir karakterdir.13 Mevlüt’ün, karısını dövmesiyle sosyo-ekonomik durumu
arasında dolaylı olarak ilişki kurulmakta; aynı zamanda Kızılay semtinin sınıfsal göndermesi
de pekiştirilmektedir:
‘Kızılay bu Kızılay! Ama senin gibi köy ayısı, Kızılay ne, Cebeci ne,
Yenimahalle ne, ne bilecek? Sen sade kapı önüne çömelip ağzını faraş gibi açarak
gelen gideni seyret. Şuradan beni bir atsınlar, seni doğramayan namussuz!’ Ama
Hatice işine dalmıştı bile. Kovayı alıp tuvalete gitti (Soysal, 2008, s. 268).
Doğan
Doğan, Mevhibe Hanım’ın özenle yetiştirdiği çocuklarından biridir. Varlıklı ailesinin
olanaklarıyla Paris’e atom fiziği eğitimi için giden Doğan, orada sinema eğitimi almıştır.
Onun sinema merakını ailesi pek hoş karşılamamaktadır. Çünkü mühendis olması, ailesinin
ve milletvekili dedesinin saygınlığını koruması gerekmektedir. Mevhibe Hanım, sahnede
izlediği oyunda, çocukları Doğan ve Olcay’ı bir oyuncu gibi görmek istememektedir. Doğan
için sokak, Mevhibe Hanım’ın hiç onaylamadığı sıradan bir oyuna katılabilme mücadelesidir.
Sokağı oyunculuk deneyimi olarak görmektedir; çünkü ailesinin gündelik yaşantısına uygun
olmayan sahneden inip Mevhibe Hanım’ın kalesine girdiğinde aktör kimliğinden uzaklaşıp
gerçek kimliğine bürünmektedir. Mevhibe Hanım, oğlu Doğan’ın Ankara’nın gecekondu
mahallelerini konu alan sinema yönetmenliği uğraşlarını, çocukluğunda Ankara’da izlemiş
olduğu cambaz gösterilerine benzetmektedir. Hatta Doğan, gecekondulu bir arkadaşı
olduğunu Mevhibe Hanım’a söylediğinde büyük tepki almıştır. Romanda, Doğan’ın
13
İktidar temsiliyetini taşıyan kavak ağacı metaforu için Bknz. S.B. Uğurlu (2008), Yenişehir’de Bir Öğle
Vakti’nde Yapı, Tema ve Metafor, Bilig 46, 153-178. Erişim: http://yayinlar.yesevi.edu.tr/files/article/194.pdf
ve Doğan, E. (2003). Yaşasaydı Âşık Olurdum. İstanbul: Everest Yayınları. Yüce (2010) ise, kavak ağacını
kentleşmenin karşıtı olan kırsallıkla (köylülükle) özdeşleştirmekte ve ağacın devrilmesini “köylülüğün
bitmesi”yle paralel okumaktadır (s. 1432).
73
SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN
ÇIKARIMLAR
yönetmenlik denemesi üzerinden Altındağ’ın sınıfsal yapısı ve gündelik yaşam pratikleri
betimlenmektedir:
Altındağ ile ilgili belgesel bir filmdi bu. Doğan altı ay boynunda makinesi
ile Altındağ semtinde dolaşmış, Fransa’dan getirdiği ham filmlerin büyük bir
bölümünü burada harcamıştı... Film, Altındağ halkını, kapı önlerinde donsuz
oynayan çocukları, sabah gün doğumuyla çalışmaya gidenleri, hizmetçiliğe gitmeden
önce alelacele çocuklarını yedirip giydiren kadınları, kapı önlerinde pinekleyen
yaşlıları, kümesleri, avlularda eski pırtılardan dokunan kilimleri, mahalle arasında
kalkan bir cenazeyi, bir sünnet düğününü, imam nikâhını, şunu, bunu, ayrıntılarıyla
yansıtacaktı... (Soysal, 2008, s. 149).
Ali
Doğan’ın arkadaşı, Olcay’ın sevgilisi olarak romana katılan Ali, Ankara’nın
varoşlarında büyümesine karşın kendini çok okuyarak geliştiren, entelektüel bir gençtir.
Ali’nin ailesi, Doğan’ın kuralcı ailesinin aksine oldukça doğal ve içtendir. Doğan ve Olcay’ın
Ali ile konuşmaları, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel farklılıklarını vurgulamaktadır. Doğan
için sokak, oyunun sahnesidir. Oysa bu oyun, Ali’nin gerçek yaşamıdır. Ali ve sevgilisi Olcay
için sokak, parasızca dolaşabildikleri, konuştukları ve tartıştıkları yerdir: “Buluştukları zaman
genellikle yürürlerdi. Ali, parası olmadığı için Olcay’ı bir yere davet edemez; Olcay’ın
çağrılarını ise, ‘Biz Osmanlıyız,’ diye kesinlikle reddederdi…” (Soysal, 2008, s. 181).
Kent merkezi olan Yenişehir’de yaşayan Mevhibe Hanım ile varoşta yaşayan Ali’nin
annesinin sokakla kurdukları ilişkinin karşılaştırması metinde sunulmaktadır. Doğan’ın annesi
Mevhibe Hanım, sokakla sadece izleyen ve izlenen olarak ilişki kurarken, Ali’nin annesi
sokağı evinin bir uzantısı olarak benimsemektedir: “Tek katlı bir eve geldiler. Evin önündeki
taşlık ıslaktı. Doğan’ın yağmur yağıp yağmadığını anlamak için havaya baktığını gören Ali
açıkladı: ‘Anamın huyudur, saat başı yıkar taşlığı. Ev halkı tamamen eve doluşana dek’...”
(Soysal, 2008, s. 163-164).
Mekânsal yapının sınıfsal yapıyı yansıtması, romanda, modern kent yaşamının
mekânı
olan
pastane ve
onun
karşıtı
olan
kıraathane
örnekleri
üzerinden
de
resmedilmektedir:
Kenar mahalle kıraathanelerinden birine oturup çay içerlerdi. Kahvenin
günlük müşterileri tavlayı bırakıp bu alışılmadık müşterilere şöyle bir bakar, sonra
oyunlarını sürdürürlerdi. Ali, ‘Şaşırttık adamları, aslında onları şaşırtmaya, gereksiz
yere yormaya hakkımız yok,’ derdi. ‘Ama ben o pastanelerde rahat edemiyorum bacı.
Oraya her gün memur gibi damlayıp lak lak eden züppelere çok bozuluyorum. Ne
çayın tadını alıyorum ne karşımdakinin’ (Soysal, 2008, s. 182).
74
ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Romana egemen olan sosyal sınıf bilgisi, iç mekân öğeleriyle de sunulmaktadır.
Doğan için daha içten olan Ali’nin evinin iç mekânı da romanda sosyal sınıfı yansıtacak
biçimde aktarılmaktadır:
‘Şuna bakın hele. Delikanlıdan rahatsız olunur mu? Bin tanesi gelse,
kapımız açık. Deli kafasıyla dışarıda dolaşınca huzurumuz biraz kaçıyor ama...’
Sonra, bir ev sahibesinin bir konuğu evine tanış etmek için yapabileceği ufak şeyleri
yapmaya başladı. Doğan’ın arkasına bir yastık koydu. Sigara çıkardı, ucuz cam
vitrinden aldığı evin en lüks eşyalarından olan kristal tablayı önüne koydu ve çay
yapmaya gitti. Doğan çevresine bakındı. Duvarları beyaz badanalı, tertemiz bir
odaydı bu. Divanın üstünde, masalarda beyaz, el işlemeli örtüler, dantelli, üstüne
menekşeler işlenmiş yastıklar.
Yerler tahtaydı, arap sabunuyla sık sık fırçalandıkları belli olan tahtalar
sapsarıydı. Ucuz, çirkin eşyalar vardı ortalıkta. Üç sehpa. Duvara asker gibi
sıralanmış dört sarı iskemle. Duvarda, üstünde aslanlar olan suni ipekten, işporta işi
bir halı, bir duvar saati, yanında Saatli Maarif Takvimi. Odanın en görünür yerinde,
arkası aynalı, Samanpazarı möblecilerinden alınma ucuz bir vitrin. Vitrinin içinde
birkaç kahve fincanı, bir nikâh şekeri kutusu, birkaç yaldızlı limonata bardağı. Bu
eşyaların hepsi, tek tek çirkin, ucuz, bayağı şeyler, diye düşündü Doğan. Ama yine de
ev içinin tümünde sıcak, insanı rahat ettiren bir şey var. Oysa kendi evleri
büyükbabasından kalma antika eşyalarla boğucu, tatsız bir müze gibiydi.
Çocukluğundan beri sevmezdi evi. İlkokuldayken simsiyah bir ev resmi yapmış,
üstüne ‘bizim ev, siyah ev’ diye yazmıştı.
Divana rahatça oturdu. Ansızın gelen, gittikçe çoğalan bir rahatlıkla Ali'ye
baktı. Sanki çoktan beri, çocukluğundan beri bu eve gelip gidiyordu, üstünde
oturduğu divanda sık sık gecelemişti sanki (Soysal, 2008, s. 164-165).
Necmi
Çingene Necmi, kavağın kesildiği yere tezgâhını kurmuş bir ayakkabı boyacısıdır.
Necmi için sokak işyeridir ve sokağı kullanan insanların tümü de olası birer müşteridir:
“Necmi sokak köşesinden gelen geçeni seyrede seyrede, insan suratları hakkında düşünceler
edinmişti. Adamın suratından pabuç boyatıp boyatmayacağını nekes olup olmadığını şıp diye
anlardı” (Soysal, 2008, s. 227). Necmi’nin sınıfsal konumu yaşadığı mekânla resmedilir;
Necmi ve içinde yaşadığı çingene topluluğu için mekân olgusu hiçbir şey ifade etmemektedir.
Bu anlamda, onun için ne kentsel mekânın ne de evinin içindeki mobilyaların önemi
bulunmaktadır:
Karılar avluda çamaşırı bağıra çağıra türkü çığırarak yıkar. Kavgamız, her
bi şeyimiz açıkta, bağıra çağıra; gizli, saklı malımız da yoktur, birikmiş paramız da.
Çingene kızının çeyiz sandığı olmaz. Çulumuzu sırtımıza vurduk mu beğen
memleketini. Sıla hasreti bilmeyiz biz. Dört duvara masaya iskemleye hele hiç
bağlanmayız. Sandık da ne oluyormuş? Sırtına sandığını vurup da ne olacak
tabutunu taşır gibi. Biz eşyayı sevmeyiz biz, eşeği severiz biz. Bizi, yükümüzü aldığı
gibi istediğimiz yere taşır, diye (Soysal, 2008, s. 231).
75
SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN
ÇIKARIMLAR
Aysel
Aysel, babasının ablasına tecavüzü sonucu doğmuş, nüfus cüzdanına 15 yaşında
sahip olmuştur. Ankara’nın Gölbaşı semtinde yaşamaktadır. Nüfus cüzdanının ve bir ailesinin
olmaması nedeniyle daha en baştan toplum tarafından dışlanmış ve yaşamını bedenini
kullanarak kazanmak zorunda kalmıştır. Yaşamı sahne perdesinin ardında geçen Aysel,
dublörlükten kurtulacağı gerçek bir rol aramaktadır. Belki de bu yüzden nüfus cüzdanının
olmasını çok istemektedir. Aysel için sokak, hayatta kalabilme mücadelesi verdiği, hak arama
savaşına sahne olan mekândır. Aysel, içinde yaşadığı kentsel mekânı Ali’ye şöyle
özetlemektedir:
‘Nerede büyüdün sen?’
‘Hacı Doğan’da.’
‘İşçi var mıydı orada?’
‘Olmaz olur mu?’
‘Matrak mı geçiyorsun kardeş, bizim mahallede nasıl yaşanırsa öyle.’
‘Peki çalışırlar mıydı çok?’
‘Elbet, bizim mahallelinin akşam yorgunluktan sırtı kopar, kopmadı mı karnı
doymaz.’
‘İşte, haklarını almıyorlar da ondan. Ben haklarını alsınlar diyorum.’
‘Sana ne be? Bizim mahallede kimse kimsenin hakkını korumaz. Tam tersi, herkes
birbirinin hakkını kapmaya bakar…’ (Soysal, 2008, s. 249).
Deli
Yenişehir sokaklarının bir başka karakteri de sokağın, adını bilmediğimiz ‘Deli’sidir.
Deli için sokak evdir. Onun ailesi, sokaktaki esnaf, yoldan geçen adam, taksici ve sokağın
tüm kullanıcılarıdır. Ankara sokaklarında geçen bu oyunun en cesur oyuncusu, tüm zamanını
sokakta geçiren delidir. Deli, sokaktaki herkes için ötekidir. Ötekiliği herkes tarafından kabul
edilecek kadar güçlü betimlenmektedir:
Ve bu sokak, başkalığı ancak, böyle olduğu gibi kalmak şartıyla kabul
ediliyordu. O da sokağın öteki insanları gibi yese, onlar gibi davransa başkalığı
kabul edilmeyecekti belki. Bu yüzden yememesi kimseyi yadırgatmıyor tam aksine
böyle olması gerekiyordu Sakarya Caddesi insanları için (Soysal, 2008, s. 257-258).
Merasim bandosunun geçmesi, Deli’nin anlatıldığı bölümde, kavağın devrilmesini
sıradanlaştıran alternatif bir kentsel etkinlik olarak sunulmaktadır:
Deli büyük bir dikkatle bakıyordu caddenin yukarısına doğru. Bando sesi
yaklaştıkça gülümsemeye başladı. Gittikçe yaklaşıyordu merasim bandosu. Kırmızı
giysili trampet takımını görmüştü bile. Yaklaşan bandonun gürültüsü arasında
piyangocunun sesi kayboldu. Deli kaldırımda gülümseyerek duruyordu.
76
ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Artık Kızılay meydanını geçmişti bando… Caddenin iki yanını dolduruveren
seyirciler arasında güçlükle ilerliyordu. Bazen merasim bandosunun renkli, coşturucu
gösterisini alkışlayan birine çarpıyor, sağa sola itiliyordu. Yine de bandoyla birlikte
Piknik’in oraya kadar yürümeyi başardı… Bazı çocuklar analarının ellerini bırakıp geçidi
izlemek için bulvar kaldırımına koştular. Bazı simitçiler, bu yeni oluşan kalabalığın
arasına, ‘simit!’ diye bağırarak karışmışlardı bile. Kavağı seyreden kalabalık bölünmüştü
artık. Nasıl olsa devrileceği, nereye devrileceği belli olan kavağı seyretmekten bıkanlar,
kaldırımın iki yanında birikmişler, bu yeni seyre kaptırmışlardı kendilerini (Soysal, 2008,
s. 262).
4. Sonuç Yerine
Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanında, Soysal esas olarak Ankara kentinin
Yenişehir sokaklarını ele almakta; ancak kurguyu güçlendirmek için alt öykülerin içinde
farklı kentler ya da mekânlara yer vermekte ve kimi zaman da kent peyzajından iç mekâna
uzanmaktadır.
Romandaki
güçlü
mekânsal
betimlemeler,
Soysal’ın
mekân
bilgisi
potansiyelinin bilincinde olduğunu göstermektedir. Romanda, gerçekçi bir bakış açısıyla
sunulan sokak, karakterlere göre değişen anlamlar taşımaktadır ve modernleşme olgusunun
kentsel ölçekte temsilinin altını çizmektedir. 1973 yılında yazılmış olan bu roman, mekânlarla
olduğu kadar yaşantılarla ilgili bilgi vermekte, böylece geçmiş ve bugün arasında kıyaslama
yapmaya ve kentsel mekânların farklı toplum katmanları tarafından algısına, tercih ve
kullanımına ilişkin alt okumalara olanak sağlamaktadır. Bazı kentsel mekânların çöküntüye
uğraması, yoksullaşması; diğerlerinin ise değer kazanmasının karakterler tarafından aktarılan
öyküsü metinde zengin ve çarpıcı bir biçimde okuyucunun yorumuna sunulmakta ve kentin
modern tarihi belgelenmektedir.
Bu çalışmada, Sevgi Soysal’ın 1973 tarihli Yenişehir’de Bir Öğle Vakti ‘gerçekçi’
romanı okuması sonucunda, o dönemin Ankara kent merkezinin ‘modern’ karakteri üzerine
‘arkeolojik’ bir bilgi araştırması gerçekleştirilmektedir. Araştırma sürecinde sokak kimileri
için evin mahremiyetinin değerini anladığı ve çoğu zaman sadece ulaşım için kullandığı bir
koridor veya sadece izlediği bir kamusal mekân, kimileri için kişiliğini bulduğu bir mücadele
alanı veya yaşamını kazandığı işyeri veya yaşadığı yer olarak okunmaktadır.
Mimar, kent peyzajına dair düşünceler üretmekte ve bunları kentin mekânlarını
tasarlayarak ve yaparak anlatmaktadır. Kentte yaşayan yazar ise gözlemlerini yorumlayarak
kendi diliyle okuyucuya aktarmaktadır. Başka bir deyişle kentsel mekânları farklı süreçler ve
yöntemler kullanarak yapılandırmaktadır. Mimarın kenti ile yazarın kenti arasındaki farklar ve
benzerliklerin araştırılması, kente dair kuramsal bilgiyi artıran ve geliştiren çeşitli açılımlar
sunmaktadır. Bu açılımlar kent peyzajını kavramanın ve anlamlandırmanın araçları olmakta
77
SEVGİ SOYSAL VE YENİŞEHİR’DE BİR ÖĞLE VAKTİ ROMANINDAN MİMARİ/KENTSEL MEKÂNA İLİŞKİN
ÇIKARIMLAR
ve Ankara’nın semtleri arasındaki sınıfsal ayrışmaları, toplumsal belleğe kazınmış tarihi
mekânları, kentin ve dolayısıyla kentlinin modernleşme sürecindeki mekânsal dışavurumları
ve romanın karakterleri sayesinde kentsel bir eleman olan sokağa yüklenebilecek anlamlar
çeşitliliğini sunması açısından Ankara’ya dair mimari/kentsel bilgi birikimine katkı
sağlamaktadır. Bu bağlamda, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Ankara’nın modern kent peyzajını
okumak, anlamak ve incelemekte yol gösterici olacak güçte bir metindir. Yapılan çalışma,
romanda anlatılan mekânların günümüze ulaşabilenlerini görerek tanışıklık geliştirmek, artık
var olmayan pek çoğunu da bir önceki kuşağa sorarak onların anılarını paylaşarak öğrenmek
üzere isteklilik yaratmak ve toplumsal belleği tazelemek açısından önem taşımaktadır.
1970’lerin Ankara’sına dair üretilecek bilgi ve farkındalıkların Ankara’nın giderek
kaybolmakta olan günümüz modern kentsel peyzajının gerçek anlamının kavranması,
korunması ve sürdürülebilirliği için gerekli olduğu düşünülmektedir. Soysal’ın ortaya
koymaya çalıştığı ve özellikle kentsel mekân yoluyla ipuçlarını açığa çıkaran ve ancak bir
peyzaj elemanıyla gündelik yaşam içinde farkına varılan değişim olgusunun günümüzde
vurgulu bir şekilde sorgulanmaya başlaması da altı çizilmesi gereken bir paralelliktir.
Teşekkür
İmla konusunda görüş ve önerilerini paylaşmış olan
Aybüke Özkozanoğlu’na teşekkürü borç biliriz.
78
ÇAĞLAR, N., ULTAV, Z.T., BOYACIOĞLU, E.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
KAYNAKÇA
Antoniades, A. C. (1992). Poetics of Architecture. New York: Van Nostrand Reinhold.
Bolak, B. (2000). Constructed Space in Literature as Represented in Novels as a Case Study:
The Black Book by Orhan Pamuk. (Yayınlanmamış YL tezi). Orta Doğu Teknik
Üniversitesi/Fen Bilimleri Enstitüsü, Ankara.
Doğan, E. (2003). Yaşasaydı Âşık Olurdum. İstanbul: Everest Yayınları.
Ergir, Y. (2004). “Piknik" - Tuna Caddesi, 1/A, Yenişehir / Ankara, Dosya 23, 68-73. Erişim:
http://www.mimarlarodasiankara.org/dosya/bulten-23.pdf
Fairclough, N. (1992). Discourse and Social Change. Cambridge: Polity Press.
Foucault, M. (1999). Bilginin Arkeolojisi. V. Urhan (Çev.). İstanbul: Birey Yayıncılık.
Furrer, P. (2004). Sevgi Sosyal, Bireysellikten Toplumsallığa. İstanbul: Papirüs Yayınevi.
Grau, C. (1991) Imaginary Cities. Unesco Courier. Erişim:
http://findarticles.com/p/articles/mi_m1310/is_1991_Feb/ai_10503277/?tag=content;
col1
İdil, M. (1998). Bir Sevgi’nin Öyküsü. Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları.
Jacobs, J. (1992). The Death and Life of Great American Cities. New York: Vintage Books.
Lefebvre, H. (1998). Modern Dünyada Gündelik Hayat. I. Gürbüz (Çev.). İstanbul: Metis
Yayınları.
Moughtin, C. (2003). Urban Design: Street and Square, Londra: Architectural Press.
Norberg-Schulz, C. (1980). Genius Loci: Towards a Phenomenology of Architecture. Londra:
Academy Editions.
Saatçıoğlu, E. (2002). Alternate Realities in Ursula K. Le Guin’s City of Illusions,
Rocannon’s World, Planet of Exile, and The Left Hand of the Darkness.
(Yayınlanmamış YL tezi). Dokuz Eylül Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İzmir.
Soysal, S. (2008). Yenişehir’de Bir Öğle Vakti. İletişim Yayınları. İstanbul.
Tümer, G. (1981). Mimarlıkta Edebiyattan Neden ve Nasıl Yararlanmalı? (Aragon’un ‘Paris
Köylüsü’ Üzerine Bir Örnekleme). İzmir: Ege Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Mimarlık Bölümü.
Uğurlu, S.B. (2008). Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde Yapı, Tema ve Metafor, Bilig 46, 153178. Erişim: http://yayinlar.yesevi.edu.tr/files/article/194.pdf
Uyguner, M. (2002). Sevgi Soysal. Yaşamı, Sanatı, Yapıtlarından Seçmeler. İstanbul: Bilgi
Yayınevi.
Yalçın, A. (2003). Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı.
1946-2000. Ankara: Akçağ Yayınları.
Yüce, S. (2010). Yenişehir’de Bir Öğle Vakti. Turkish Studies, International Periodical For
the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 5 (2) 1405-1433. Erişim:
http://www.turkishstudies.net/Makaleler/897693990_y%C3%BCce_sefa...pdf
79
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
80
ÇETİN, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Dokuz Eylül Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi
Cilt: 2 Sayı: 3 2013
LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?:
AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE
AND KAREN TEI YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST
Önder ÇETİN *
ABSTRACT
Rooted especially in the North American literary tradition, ecocriticism studies the
“relationship between physical space and literature.” As a constantly evolving literary
theory, ecocriticism has expanded its scope to explore literatures from other countries around
the world and bring into contact a wide variety of texts that have environmental orientation.
As a result of this expansion out of national borders, concepts like local and global are in
discussion especially in postcolonial literatures in which the identity formation plays a
crucial role. This paper will discuss The Hungry Tide by Amitav Ghosh and Through the Arc
of Rain Forest by Karen Tei Yamashita building on the argument of Ursula Heise in “Local
rock and Global Plastic,” focusing on the concept of “deterritorialization” and compare
these two literary texts from different geographical locations of the world and suggest that the
deaths of literary characters like Fokir in Hungry Tide and Mane Pena in Rain Forest might
be considered both as the indication of failure of the globalization project and preservation
policies by utilizing the knowledge of the local people.
Key Words: Ecocriticism, local, global, postcolonial literature, environment
AMITAV GHOSH’UN THE HUNGRY TIDE
VE KAREN TEI YAMASHİTA’NIN THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST
ADLI ROMANLARINDA YEREL HALK YA DA YEREL KURBANLAR
ÖZET
Köklerini özellikle Kuzey Amerika edebiyatından alan ekolojik eleştiri kuramı
edebiyat ve fiziksel çevre arasındaki ilişkiyi inceler. Sürekli gelişen bir edebiyat teorisi olarak
ekolojik eleştiri kuramı araştırma kapsamını genişleterek dünya üzerindeki diğer ülke
edebiyatlarını da inceleme altına almış ve çevre konularına odaklı geniş bir metin yelpazesini
bir araya getirmiştir. Ulusal edebiyatın sınırları dışına çıkılması sonucu, yerel ve küresel gibi
kavramlar özellikle kimlik oluşumunun önemli rol oynadığı sömürgecilik sonrası edebiyatlar
dahilinde tartışmaya açılmıştır. Bu makale Amitav Ghosh’un The Hungry Tide ve Karen Tei
*
Ege University, Faculty of Letters English Language and Literature Department, cetinonder@gmail.com.
81
LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI
YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST
Yamashita’nin Through the Arc of Rain Forest adli eserlerini Ursula Heise’nin “Local rock
and Global Plastic,” adlı makalesinin odak noktası olan “deterritorialization” kavramını baz
alarak tartışacaktır. Bu makale ayni zamanda dünyanın farklı coğrafyalarından esinlenen bu
iki romanı karşılaştıracak ve bu edebiyat eserlerinde hayatlarını kaybeden Fokir ve Mane
Pena gibi karakterlerin küreselleşme projesinin ve yerel halkın bilgisine dayalı muhafaza
politikalarının başarısızlığına işaret ediyor olabileceğini öne sürecektir.
Anahtar Kelimeler: Ekokritisizm, yerel, küresel, sömürgecilik sonrası edebiyat,
çevre
The expansion of the ecocritical theory beyond the boundaries of national literatures
such as American and British has created new dimensions for looking critically at various
literatures from around the globe. This new literary movement within the literature and
environment studies, which we can also call “comparative ecocriticism,” is the direction
dedicated to the critical reading oftransnational literary texts that have a nature-oriented theme
as their subject. As the final “palimpsest” of ecocritical theory so far, the comparative
tendency in ecocriticism is resonated by many prominent scholars such as George B.
Handley. Handley points out “literary criticism in the Americas desperately needs
comparative studies of how ideas have moved across borders” (32). Another prominent
ecocritic, Patrick D. Murphy, who, as early as 2000, voiced the need for a comparative
ecocritical approach denoting that “it is necessary to reconsider the privileging of certain
national literatures and certain ethnicities within those national literatures” which “will enable
a greater inclusiveness of literatures from around the world within the conception of natureoriented literature” (58). In the wake of these developments taking place in the field of
ecocriticism, Amitav Ghosh’s The Hungry Tide and Karen Tei Yamashita’s Through the Arc
of Rain Forest present their readers the interrelatedness of environmental themes that make
them worthy of exploring in the light of ecocriticism. Both novels, though originating in two
completely different parts of the world, namely the Amazon rainforest and the Sundarbans,
represent similar characteristics in depicting the relationship between the local people and the
environment, in which the local people are either get killed due to natural phenomenon such
as tidal waves or alienated due to the forces of globalism that are represented by outsiders
such as literary characters who act biased while envisioning the life in the forest or by
companies which try to exploit the environment to the exhaustion point. This paper will
discuss The Hungry Tide and Through the Arc of Rain Forest building on the argument of
Ursula Heise in “Local rock and Global Plastic,” which focuses on the concept of
“deterritorialization” conceived by John Tomlinson, which comes to mean the rupturing of
82
ÇETİN, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
social, political and cultural practices from their native places and populations. Therefore, this
paper will compare these two literary texts from different geographical locations and suggest
that the deaths of literary characters like Fokir in Hungry Tide and Mane Pena in Rain Forest
might be considered as the indication of failure of the globalization project and preservation
policies by utilizing the knowledge of the local people. In other words, the preservation of
unique places by local people like Amazon rainforest and the Sundarbans is doomed to failure
as these spaces are open to the exploitative forces of the global capitalist economy and native
people in these environments are not immune to the effects of globalization as the deaths of
Fokir and Mane Pena suggests at the end of both novels. The reconciliation between the
environment and humankind cannot be established even though the hand of local people
facilitates it.
Antony Giddens in Consequences of Modernity suggests that emergence of
modernity “tears space away from place by fostering relations between ‘absent’ others,
locationally distant from any given situation of face-to-face interaction. In conditions of
modernity, place becomes increasingly phantasmagoric: that is to say, locales are thoroughly
penetrated by and shaped in terms of social influences quite distant from them” (18-19:
original emphasis). Giddens’ perspective on the effect of modernity on the local is a common
theme in both Hungry Tide and Rain Forest since they depict the life of local people who are
negatively affected by the powers of modernity and globalization.
Building up on Giddens view on modernity, Ursula Heise also points out to the
literary representations of the disruption in the social and culture ties of local people. She
draws attention to the resistance of the environmentalist literature and philosophy against the
alienation of social and cultural exercises and claims that “[t]he detachment of social
institutions, political processes, economic exchanges and cultural interactions from their ties
to the local contributes, in the view of many environmentalists, to the alienation of individuals
and communities from their natural surroundings” (130). In the light of Heise’s views and
Giddens’ definition of modernity, this paper also aims to highlight the transnational effects of
the global on the local people and environment.
In this respect, Ghosh uses one of the world’s most challenging environments in The
Hungry Tide. The Sundarbans is a vast area of Sundri trees which are resistant to salt water,
and they constitute the flora of the area. The title of the novel foreshadows the realities of
surviving in such a desolate area, which is prone to the destroying effects of rogue tidal waves
83
LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI
YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST
and tropical cyclones. A. Jalai’s depiction of the Sundarbans delta gives a clear picture of the
setting of Hungry Tide as a place of both ecologically and politically authentic nature:
On the southern tip of West Bengal in eastern India, just south of Calcutta,
the great river Ganges fans out into many tributaries over a vast delta before ending a
journey that began in the distant Himalayan north with a plunge into the Bay of
Bengal. The mouth of this delta is made up of about three hundred small islands,
spread over an area of about ten thousand square kilometers and straddling India’s
border with Bangladesh. It is one of those areas of the world where the lie of the land
mocks the absurdity of international treaties, because it is virtually impossible to
enforce border laws on a territory that constantly shifts, submerges and resurfaces
with the ebb and flow of the tide.… These are the Sundarbans – the forests of beauty.
(quoted in Mukherjee 108)
On a land that is so volatile and unpredictable as the Sundarbans, beauty, as the name
of the forest suggest, comes with its risks and dangers. For example, the fauna of the forest,
which is home to famous Bengal tiger along with the crocodiles and snakes, presents constant
danger to those who make their living out of the forest. It is this “unique biotic space, a chain
of islands that are constantly transformed by the daily ebb and flow of the tides that create and
decimate, at aberrant intervals, whole islands” that also destroys the specific hunting borders
of the Bengali tiger and masses with the biological instincts of tigers, which eventually leads
to the attacks on local people due to the scrambled and unbalanced marking of hunting areas
(Kaur 127). Beside the clash between the lives of the local people and the natural fauna, the
interaction between the local inhabitants and the outsiders, researchers such as Piya or
businessman like Kanai, represent a different set of challenge in the relationship between the
unstable environment of the rainforest and its inhabitants. Although Piya and Kanai have
roots in this primordial geography, they cannot escape being categorized as outsiders since
they cannot survive this land without the help of the local people like Fokir. RajenderKaur
describes Hungry Tide as a novel which tries to connect local and global, past and present and
the scientific and mythic overcoming the differences in race, caste, and class with “an open
minded rigorousness, naïve idealism, cynical disengagement and a pragmatic activism,
exemplified in the characters of Piya and Nirmal, Kanai, and Moyna and Nilima” (135).
Fokir’s place in this web of relationships is mediatory since he represents the group of people
who makes a living out of the forest, in other words, the tide people. Therefore, he also
becomes the symbol of preservation of the forest that he makes his living. It is no surprise that
he is not involved with any of the sensibilities possessed by other characters like Piya, Nirmal
or Kanai because he embodies a character that will reconcile the problematic relationship
84
ÇETİN, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
between the local and the global. Fokir is “the only person who seems to exist in dialogic
relation with all these different sensibilities” since he “lives in idealized harmony with the
rhythms of the tide country” (Kaur 135). Fokir saves Piya from drowning when she
experiences problems with the forest guards. The scene of Piya’s drowning in the muddy
waters of Gange is one of the indicators that the environment will not present any relief in the
future:
Rivers like Ganga and the Brahmaputra shroud this window [Snell’s window]
with a curtain of silt: in their occluded waters light loses its directionality within a few
inches of the surface. Beneath this lies a flowing stream of suspended matter in which
visibility does not extend beyond an arm’s length. With no lighted portal to point the
way, top and bottom and up and down become very quickly confused. (Hungry Tide
46)
Apart from the different characteristics of tidal waves, the water of the Gange River
is also another challenge for those who try to do research like Piya. As Piya struggles to save
herself from the fall, the disorientation caused by the murky waters of the river and “with her
breath running out, she [feels] herself to be enveloped inside a cocoon of eerily glowing murk
and could not tell whether she [is] looking up or down” (Hungry Tide 47). This ambivalent
space presents ‘phantasmagoric’ images and it is no different than the world of the
Sundarbans where the tide comes and goes, devouring substantial islands as well as people.
As a mediator, Fokir saves Piya from drowning and becomes for the rest of the novel Piya’s
guide through the Sundarbans while she tries to complete her search for Oracella.
Another incident of burgeoning intimacy between Fokir and Piya, which confirms
the mediatory role of Fokir appears after Piya finds out the gathering spot of the Oracella
dolphins, in which Fokir takes her into the Sundarbans. For Piya, Sundarbans “had been either
half submerged or a distant silhouette, looking down on the water from the heights of the
shore” (Hungry Tide 125). Only focusing on her research, Piya is not aware of either the
beauty or the dangers of the rainforest. As they approach the tree line,
she was struck by the way the greenery worked to confound the eye. It was not just
that it was a barrier, like a screen or a wall: it seemed to trick the human gaze in the
manner of cleverly drawn optical illusion. There was such a profusion of shapes,
forms, hues, and textures that even things that were in plain view seemed to
disappear, vanishing into the tangle of lines like the hidden objects in children’s
puzzle. (Hungry Tide 125)
85
LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI
YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST
Piya’s imagination of the Sundarbans as an ambivalent and uncanny environment is
the result of her being an outsider. Yet, for Fokir, the Sundarbans is a place, in which he has
to work his way through in order to survive in such challenging conditions. Fokir, although
illiterate by means of communication to Piya or Kanai, can interpret the signs of the forest in
times of danger or solace. This aspect of Fokir’s existence is a great relief especially for Piya,
who is not prone to what the forest may offer in a matter of time. Piya builds complete trust
with Fokir even though she “hesitate[s] for a moment, held back by her aversion to mud,
insects and dense vegetation, all of which were present aplenty on the shore” and she
considers getting out of the boat because “with Fokir it was different. Somehow she knew she
would be safe” (Hungry Tide 125). The examples of the interaction between Piya and Fokir
may be multiplied when Fokir again saves Piya from a deadly attack of a crocodile while Piya
tries to measure the water depth in the area where Oracella spend most of their times:
Suddenly the water boiled over and a pair of huge jaws came shooting out
of the river, breaking the surface exactly where Piya’s wrist had been a moment
before. From the corner of one eye, Piya saw two sets of interlocking teeth make
snatching, twisting movement as they lunged at her still extended arm: they passed
so close that the hard tip of the snout grazed her elbow and the spray from the
nostrils wetted her forearm. (Hungry Tide 144)
With this incidence, Piya’s dependency on Fokir is solidified one more time. Piya’s
quest for the Oracella is enabled by Fokir’s knowledge and courage throughout the novel.
However, it is of crucial importance to realize where Fokir stands in this entire quest. Fokir is
a fisherman who catches crabs and fish for a living and he is only familiar with the Oracella
as far as they help the fisherman by herding the fish into the nets and Fokir knows the routes
the Oracella uses in the canals of the river only because he has to follow them in order to
catch fish. Yet, Fokir’s position does not make him a lesser man because Piya, as Kaur
suggests, “comes to see the Oracella not in isolation as a particular marine sub-species to be
saved at any cost but as a vital part of the larger ecosphere of the Sundarbans where the
impoverished human community live equally threatened lives” (128). As one of the
representative of the Tide people, Fokir’s dilemma surfaces when he joins a mob that is
killing a Bengali tiger. Although Piya sees him as the preserver of the environment, Fokir
belongs to the community of people who are marginalized by the state to live in the
environmentally challenging Sundarbans. Fokir is one of those people who are living a
86
ÇETİN, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
“threatened life” because of the Bengali tiger according to Nilima’s unofficial records. Nilima
points out to the number of people killed as she says
my belief is that over a hundred people are killed by tigers here each year. And, mind
you, I am just talking about the Indian part of the Sundarbans. If you include the
Bangladesh side, the figure is probably twice that. If you put the figures together, it
means that a human being is killed by a tiger every other day in the Sundarbans.
(Hungry Tide 199)
Considering the number of people killed by tigers in the Sundarbans, it is no surprise
to see Fokir “in the front ranks of the crowd, helping a man sharpen a bamboo pole” (Hungry
Tide 243). This incident, which makes Piya realize the survival instinct of the tide people
against the survival right of Bengali tigers, is one the revelations she goes through as she
carries on with her quest. The dangerous situations she faces so far such as drowning, or being
attacked by a crocodile or even going into the Sundarbans for the first time with the
encouraging presence of Fokir, helps Piya to become aware of the fact that the tide people,
who are the poorest of the poor, are unchangeable part of the ecological existence of the
Sundarbans since they try to co-exist with the killer waves, tigers and crocodiles.
The death of Fokir while trying to protect Piya from the deadly cyclone that came
beyond the scope of predictions is an open-ended resolution to the environmental and social
issues that have been discussed so far. For the problem of local preservationist movements,
Fokir’s death represents the failure of the project because no matter how well Fokir adapts to
the Sundarbans and helps the representative of the global, Piya, he is also a human who is
prone to the dangers like tidal waves or Bengali tiger. Fokir may kill a tiger if he has the
chance because they are rivals in the game of survival and he can become the game if he does
not kill it when he has the chance. The project of bringing the local and global together is
doomed to failure because the desire of the politics to make human and non-human world coexist in an ecologically challenging environment may not be easy as depicted in The Hungry
Tide.
Through the Arc of Rain Forest by Karen Tei Yamashita also presents the problems
of the local and global. Yamashita’s novel represents the clash of the local and the global
within the frame of magical realist elements and characters. Taking the Amazon forests as its
setting, the novel tries to draw attention to the consumerist policies that are carried out by the
global economy and focuses on how this project effects the local people. Rain Forest, like
The Hungry Tide, tries to present the reader with a transcultural and global framework by
87
LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI
YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST
bringing local people like the farmer, Mane Pena, and global characters like the Japanese
railway engineer, Kazumasa Ishimaru, or the American businessman, J.B. Tweep. As the web
of relationships between these characters are woven toward the climax of the novel, the
Amazon forest and a geological formation called the Matacão become the focus of both local
people and global enterprises J.B. Tweep represents. Yet, Rain Forest differs from Hungry
Tide in the resolution it provides at the end because as the focus of the globalization project,
the strange material discovered in the middle of the Amazon rainforest leads to the destruction
of the local habitat and flora of the area as well as the local people. Again, in this problematic
relationship between the local and global, this paper will focus on Mane Pena, who is
consumed by the very material he discovers on the clearing he bought for farming in the
middle of the Amazon rainforest.
In the years, he discovers a rock-plate, as the torrential rains wash away the soil and
makes it impossible to do farming; Mane Pena becomes the center of attention with
interviews with TV channels and documentaries because
what was uncovered was neither rock nor desert, as some had predicted, but an
enormous impenetrable filed of some unknown solid substance stretching for millions
of acres in all directions. Scientist, supernaturalists and ET enthusiasts, sorting the
old Spielberg rubber masks, flooded in from every corner of the world to walk upon
and tap the smooth hard surface formerly hidden beneath the primeval forest. (Rain
Forest 16)
Unlike Fokir, Mane Pena is the receiver of what the forest may offer. In this case, he
is deprived of his profession as a farmer. The rains that bring out the strange material destroy
even his house. As a result of this Mane Pena and his family start to live in a residential area
which is given to them by the government, but “the government condemned those buildings
just five years after they were built, and a private real estate company came in and bulldozed
them under, replacing them with American franchises wedged between and under exclusive
penthouses with heliports and hotels” (Rain Forest 17). The rock-plate caused all this
displacement and Mane Pena is doomed to his poor past once again until he finds the healing
effect of the feather. The discovery of the healing effects of the feather constitutes for Mane
Pena another turning point in his life toward the abundance of attraction and wealth:
The disjunction of each stage in Mane’s life seemed as divisible as and as
incomprehensible as the magic of the feather. Still, the feather, Mane concluded, was
the only tangible evidence of coherence. Like the remote control and the buttons on
his new TV, it made things happen. (Rain Forest 18)
88
ÇETİN, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
As the region becomes susceptible to the enterprises from the First world countries as
part of the globalization project, J.B. Tweep invests in the region and turns the town into a
touristic place and he looks for ways of using the material in terms of technological advance.
However, the first time J.B. Tweep shows up in the Matacão, Mane Pena is the first to meet
him because of his new healing methods with the feathers. As J.B. Tweep invests in the
feathers, he uses the expertise of Mane Pena and makes him an international figure in the
alternative healing techniques. As the tourists visiting the Matacão want to try the healing
power of the feather, Mane Pena’s fame spreads which leads him to become a very busy
person:
Mane Pena, now the feather guru, was so frequently accosted by feather
enthusiasts and salespersons abut the nature of the feather and its proper uses that
he was finally summoned to give classes and lectures at the local college. (Rain
Forest 79)
However, this wealth and fame comes with a price, which leads to the alienation of
Mane Pena from his family. As a result of this alienation, his family disintegrates and he can
no longer account for whereabouts of his sons. The exploitation of the human relationships in
Through the Arc can be observed in the natural resources, too. Yet, what is ironical about the
exploitation of the Matacão is the fact that the mysterious material is already a product of
First world garbage as the scientist form J.B. Tweep’s company finds out:
The Matacão, scientists asserted, had been formed for the most part within
the last century, paralleling the development of the more common forms of plastic,
polyurethane and styrofoam. Enormous landfills of nonbiodegradable material
buried under virtually every populated part of the Earth had undergone tremendous
pressure, pushed ever farther into the lower layers of the Earth’s mantle. The liquid
deposits of the molten mass had been squeezed through underground veins to virgin
areas of the Earth. The Amazon Forest, being one of the last virgin areas on Earth,
got plenty. (Rain Forest 202)
However, the feather, which prospers Mane Pena again determines the destiny of
him because a typhus epidemic that begins around the Matacão originating from real bird
feathers sweeps the area without categorizing poor or rich. Mane Pena loses all his family to
the epidemic and he is helpless since the feather does not heal the effects of the disease. He
suffers for five days and dies. The disintegration goes in hand with the degradation of the
economy because the rock-plate as an artificial product of First world countries is found out
to be vulnerable to some kind of bacteria. As it begins to dissolve into thin air, all the
89
LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI
YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST
enterprises brought by J.B Tweep are destroyed accordingly including buildings erected by
using plastic in the vicinity of the area and the artificial feathers that would take the place of
real bird feathers. As Ursula Heise points out,
The ironic reversals in this ending are of course multiple, as the nonbiodegradable waste turns out to be degradable after all, the rock-hard plastic turns
to dust, and the healing feathers kill. One might take these disasters to signal the
termination of the globalizing project and the return to a more authentic experience
of place. (137)
The decay of the globalizing project not only effects Mane Pena but also claims
major characters like Chico Paco who is killed by head hunters really aiming for Kazumasa
Ishimuro and even the representative of the project J.B Tweep commits suicide when his girl
friend leaves him. Although Through the Arc suggests that the exploitation of the land comes
originally from First world countries’ degradable wastes and they appear in the Amazon
rainforest as it is one of the virgin lands that is left, the novel ends suggesting that migration
and plantations will inevitably continue to exist in the forests. The portrait that is made
available to us is a different kind of globalizing project in progress:
The procession marched on, day and night, sleeping briefly on the roadside
and nourished by the human poverty it encroached upon, continuing for weeks
through the festering gash of a highway, through a forest that had once been, for
perhaps 100 million years, a precious secret.
Retracing Chico Paco’s steps, the mourners passed hydroelectric plants,
where large dams had flooded and displaced entire towns. They passed mining
projects tirelessly exhausting the treasures of iron, manganese and bauxite. They
passed a gold rush, losing a third of the procession to the greedy furor. They crossed
rivers and encountered fishing fleets, nets heavy with their exotic river catch of
manatee, pirarucu, piramatuba, mapara. They crowded to the sides of the road to
allow passage for trucks and semis bearing timber, Brazil nuts and rubber. They
passed burning and charred fields recently cleared and parted for frantic zebu cattle,
long horns flailing and stampeding toward new pastures. They passed black-peppertree plantations farmed by immigrant Japanese. They passed surveyors and
engineers accompanied by excavators, tractors and power saws of every description.
They passed the government’s five-year plans and ten-year plans, while all the
forest’s splendid wealth seemed to be rushing away ahead of them. They passed
through the old territorial hideouts of rural guerillas, trampling over unmarked
graves and forgotten sites of strife and massacre. And when the rains stopped, they
knew they had passed into northeast Brazil’s drought-ridden terrain, the sunbaked
earth spreading out from smoldering asphalt, weaving erosion through the
landscape. (Rain Forest 209-10)
90
ÇETİN, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
It is obvious that the ambition to use the resources in Third world countries has no
stopping as the ending of Through the Arc of Rain Forest suggests because the capital leads
enterprises to new virgin lands in order to bring a new life style or a new consumer product
wherever it is possible. What this paper suggests is that characters like Fokir and Mane Pena
are not different from one another when they are placed in the exploitative web of the
globalism project because they represent a class of people who has no say in the working of
the general system of globalism. However, they have a certain kind of authority in
determining and surviving in their specific environments like Fokir, who has the will and
ability to help Piya to survive many dangerous incidents throughout her quest for Oracella. In
this sense, authority of Fokir as a local makes Piya realize the importance of local people;
however, Piya also realizes that animals like Bengali tiger are in danger as well as local
people because the Sundarbans’ challenging environment does not let human and non-human
to survive together. As Kaur points out, Fokir “exposes the limitations of this utopian global
vision in dramatizing the vulnerability of the underclasses on whose sacrifice is built this
vision of global solidarity” (135). The death of Fokir, in the final analysis, signals to the
failure of the project to bring global and local together and Fokir remains a statistical number
recorded in Nilima’s notebook not as a victim of Bengali tiger but of the seasonal cyclone.
Although Rain Forest follows a different way to point to the fact that bringing local and
global together or bridging the gap between them is not likely to happen, the faith of Mane
Pena resembles Fokir in the way he interacts with J.B. Tweep about the enterprise of the
healing power of the feather. This act might be considered as a way to align the local culture
with the global. To some extent, Mane Pena becomes the attraction point of international
community. Yet, the globalization project, as Rain Forest suggests, has its degrading effects
and the very means of bridging the gap between the local and global becomes the destructive
object of the same project. Although the reader is informed of the other ongoing projects like
dams, plantations, or mining, we are signaled that those are also doomed to fail in the future.
In comparing two characters, Fokir and Mane Pena, from two different novels that
are the products of completely different geographies, this paper has read into the heart of the
project of reuniting local and global through the symbolic deaths of these characters. The
Hungry Tide and Through the Arc of Rain Forest attempts in their original ways to convey the
impossibility of the globalizing project because of the gap between the First World’s
conception of the environment and the local people’s understanding of it. Thus, characters
like Fokir and Mane Pena who are dubbed as “the underclass” or “the poorest of the poor”
91
LOCAL PEOPLE OR LOCAL VICTIMS?: AMITAV GHOSH’S THE HUNGRY TIDE AND KAREN TEI
YAMASHITA’S THROUGH THE ARC OF RAIN FOREST
may suggest a way to understand the humankind’s connection to and conception of the land.
However, as one dies and the other sacrifices himself at the end, it may be a little while till we
can successfully realize the project of reconciling environment and globalization project,
whether it is Sundarbans or Amazon rain forest.
92
ÇETİN, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
WORKS CITED
Ghosh, Amitav. The Hungry Tide. Boston: Houghton Mifflin Co., 2005.
Giddens, Anthony. Consequences of Modernism. Oxford: Polity Press, 1991.
Handley, George B. New World Poetics: Nature and the Adamic Imagination of Whitman,
Neruda, and Walcott. Athens: U of Georgia P, 2007.
Heise, Ursula K. “Local Rock and Global Plastic: World Ecology and the Experience of
Place.” Comparative Literature Studies 41.1 (2004): 126-52.
Kaur, Rajender. “‘Home Is Where the Oracella Are’: Toward a New Paradigm of
Transcultural Ecocritical Engagement in Amitav Ghosh’s The Hungry Tide.”
Interdisciplinary Studies in Literature and Environment 14.1 (Summer 2007): 12541.
Mukherjee, Upamanyu Pablo. Postcolonial Environments: Nature, Culture and the
Contemporary Indian Novel in English. New York: Palgrave Macmillan, 2010.
Murphy, Patrick D. Farther Afield in the Study of Nature-Oriented Literature. Charlottesville
and London: U of Virginia P, 2000.
Yamashita, Karen Tei. Through the Arc of the Rain Forest. Minneapolis: Coffee House, 1990.
93
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
94
YILDIZ, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Dokuz Eylül Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi
Cilt: 2 Sayı: 3 2013
İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN
TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI:
BİR ALAN ARAŞTIRMASI
Özkan YILDIZ *
ÖZET
Bu çalışma, Türkiye'de kadın istihdamına bölgesel düzeyde yapılan bir araştırmayla
ışık tutmaktadır. Araştırma, Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) illeri içinde yer alan
Gaziantep, Adıyaman ve Kilis illerinde (TUİK TRC1) yapılmıştır. Her üç ilden 500 firma
örneklem olarak seçilmiştir. Çalışma söz konusu illerde "kadın işgücünün" sektörel
özelliklerini, kadın istihdamının mevcut durumu ve geleceğini, 'işverenlerin' perspektifinden
kadın istihdamının görünümünü, sorunlarını ve beklentilerini analiz etmektedir.
Anahtar Kelimeler: Türkiye, Kadın İstihdamı, Bölgesel Analiz
WOMEN EMPLOYMENT IN TURKEY
FROM THE VIEW OF EMPLOYER:
A FIELD SURVEY
ABSTRACT
This study aims to throw fresh light on women employment in Turkey with the
research performed on regional level. The research has been performed in Gaziantep,
Adıyaman and Kilis (“TUİK TRC1”) which are among the cities of the Southeastern Anatolia
Project (GAP). 500 companies from each three cities have been selected as sample. The study
examines and analyzes the sectoral qualifications of women labor force, current situation and
future of women employment, women employment from employers’ perspective, problems and
expectations.
Keyword: Turkey, Women Employment, Regional Analysis
*
Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi.
95
İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI
GİRİŞ
Tarihsel süreç içinde, 'avcı ve toplayıcı' dönemden yerleşik yaşama geçinceye kadar,
hem kadınlar, hem de erkekler toplumsal ve ekonomik dünyanın üretimine birlikte katkıda
bulunmuştur. 'Kolektif üretimin' parçası olarak kadın ve erkek, üretimde birlikte rol
oynamıştır. Endüstri öncesi toplumlarda, üretim faaliyetleriyle hanehalkının etkinlikleri aynı
mekânda yapılırdı. Hanenin tüm fertleri, üretim faaliyetlerinde yer alırdı. Ancak zamanla,
sanayinin gelişmesi "ev" ve "işyerini" birbirinden ayırmıştır. Üretim, artık daha büyük
mekânlarda, fabrikalarda yapılmaya başlanmıştır.
Üretimin yapısal dönüşümü, kadın ve erkeğin klasik rollerinde de farklılaşmaya yol
açmıştır. Bir zamanlar ortaklaşa üretilen şeyin doğası, üretim tarzı ve yöntemleri değiştikçe
kadın ve erkeğin üretime katkısı, sorumlulukların dağılımı ve iş bölümü de dönüşüme
uğramıştır. Erkekler, ev dışında sanayide, fabrikada daha fazla zaman geçirmeye başladı.
Kadınlar ise, ev içi faaliyetlerle 'çocuk bakımı' ve 'temizlik' işleriyle meşguldü. Yakın döneme
kadar bilhassa Batı ülkelerinde, genellikle erkeklerin egemenliğinde olan 'ücretli işlere'
kadınlar da talip olmaya başladı. Son 20-30 yıl zarfında ortaya çıkan büyük bir değişime
paralel olarak, çok sayıda kadının işgücüne katıldığı ve üretimin farklı sektörlerinde istihdam
edildikleri görüldü.
İşgücünün Demografik Dönüşümü
Tarihte ilk kez kadınlar, 'sanayi devrimiyle' beraber belirli bir "ücret" karşılığında iş
yaşamının içinde yer almışlardır. Kadınların çalışma yaşamı içindeki yerleri ile sanayileşme
olgusu arasında güçlü bir bağıntı bulunmaktadır. Sanayileşme, daha çok sayıda kadını çalışma
hayatının içine çekmiştir. Esasında "kadının işçileşmesi" veya 'ücretli' olarak çalışma hayatına
girişini destekleyen ve yaygınlaşmasını teşvik eden "sosyal politikalar" ve bu politikaların
öngördüğü 'hukuksal-yasal' gelişmeleri de göz ardı etmemek gerekmektedir.
Kıta Avrupa'sı ülkelerinde, 'işgücünün demografik dönüşümüne' katkı veren ulusal
sosyal politikalar ve bu politikaların çalışma yaşamını kadınlar lehine düzenleyen yasaları
yürürlüğe koyması, bir bakıma, reform niteliğindeydi. Söz konusu yasal düzenlemeler, ilk
elden kadınların çalışma yaşamına girişini kolaylaştırmış, onların biyolojik ve genetik
özellikleri nedeniyle, ayrımcılığa uğramadan ,'korunmalarını' öngörmüş ve böylece toplumsal
yaşam içindeki konumlarını güçlendirmiştir. Avrupa Birliği'nin kadın erkek eşitliğini sağlama
yönünde kabul ettiği yasalar, düzenlemeler, sözleşmeler, raporlar ve stratejiler esasında
kadının her alanda olduğu gibi ekonomik yaşamda da erkekle eşit haklara sahipliğini öngörür.
96
YILDIZ, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Örneğin "Avrupa İstihdam Stratejisi" kadın ve erkek eşitliğini sağlamaya yönelik olarak eşit
fırsat ilkesi gereği meslek ve iş alanlarına kadınların daha kolay girmesini, ücret vasıf düzeyi
açısından eşitsizlik ve dengesizliğin ortadan kaldırılmasını sağlayacak uygulamalar,
kadınların kariyer gelişimini kesintiye uğratan çocuk ve yaşlı bakımına ilişkin düzenlemelerin
geliştirilmesi, cinsiyete dayalı iş bölümünün kadın istihdamı üzerindeki olumsuz etkilerini
azaltmak bakımından büyük önem taşımaktadır (Toksöz, 2007: 53).
Günümüzde ulusal ekonomiler, “küreselleşme” olarak adlandırılan yeni bir
ekonomik yapılanmanın etkisi altındadır. Bu ‘yapılanmaya’ anlam kazandıran ana unsur ise
malum ‘bilgi’ ve ‘teknoloji’dir. Ekonomik yaşamda, işletmelerin veya firmaların, ayakta
kalabilmesi, gelişen bilgi ve teknolojik gelişmeleri izlemesi ve bu gelişmelerden
yararlanmasıyla olanaklıdır. Firmaların, 'küresel rekabet ekonomisinde' pazar payını
yükseltebilmesi ve kar maksimizasyonuna ulaşması, üretimde 'bilgi teknoloji girdilerinin'
kullanılmasıyla mümkün görünmektedir.
Üretimde bilgi teknoloji girdilerinin kullanılması, elbette bu bilgi teknolojilerini
kullanacak 'insan kaynağının' önemini gündeme getirmektedir. Değişim sürecinde üretim
yapısı, 'insan kaynağı' tercihini ve politikasını da şekillendirmektedir. 'İnsan kaynağı ya da
yetişmiş işgücü' potansiyeli, hiç kuşku yok ki, günümüzde iktisadi ve beşeri kalkınmanın ön
koşulu haline gelmektedir. Manuel Castells, (Munck, 2003: 123) modern bilgi ekonomilerinin
işçileri 'ağ (network) işçilerine' dönüştürdüğünü, bilgi teknolojilerinin verimlilik potansiyeli
beklentisini karşılayacak daha iyi bilgilendirilmiş işçilere gereksinim doğurduğunu belirtir.
Yeni ekonomide sadece daha iyi bilgilendirilmiş değil, kendine daha çok güvenen,
daha az denetlenen ve daha çok motive edilmiş çalışanlara ihtiyaç vardır. Esasında bu süreç
"fordist" ekonomik sistemden "postfordist" sisteme geçişle ortaya çıkan "esnek üretim
modelinin" firmalarda hakim olmaya başlamasıyla da ilgilidir. Buna göre uluslararası rekabeti
sürdürmenin koşulu üretim süreçlerini "esnek" hale getirmekten geçer.
'Esnek İstihdam' ve Kayıt-Dışı Sektör ve Kadın Emeği
‘Küresel kapitalist ekonomik sistem’ kendisini sürekli yenileyerek işgücü piyasasını
da köklü dönüşümlere uğratmaktadır. Özellikle sanayi devrimi sonrasında ivme kazanan yeni
ekonomik yapılanmalar başta 'işin örgütlenme biçiminde yaşanan değişim' ve 'istihdamda
ortaya çıkan yeni eğilimler' kadın ve çocuk emeğinden yoğun bir biçimde yararlanmayı
gündeme getirmiştir.
97
İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI
Bilindiği üzere, yakın zamana kadar işgücü piyasasında "ücretli işler" daha çok
erkekler tarafından yapılmaktaydı. Fakat son otuz yıldaysa bu durumun büyük bir değişime
sahne olduğuna tanık olmaktayız. Günümüzde daha fazla kadının giderek işgücüne katıldığı
görülmektedir (Giddens, 2005: 388). Kadınların artan oranda işgücüne dahil olmasında
kuşkusuz çeşitli etmenler rol oynamaktadır. Yeni bilgi ve iletişim teknolojilerinin ortaya
çıkması, "esnek çalışma" sistemlerinin yaygınlaşması, toplumsal cinsiyet ayrımcılığının
çözülme sürecine girmesi, hanehalkı üzerindeki ekonomik baskılar, kadının eğitim seviyesinin
giderek yükselmesi bu etmenler arasında sayılabilir.
Birleşmiş Milletler raporunda (1999: 32) sermayenin uluslararası hareketinin
hızlanması, yeni finans kurumlarının ve finansal araçların oluşturulması, banka ve sigorta
şirketi gibi hizmet sektörlerinde "kadın istihdamının" büyümesine yol açmıştır. Finans
sektörünün hızlı büyümesi geç kapitalistleşen ülkelerde bilgisayar yazılımı ile finans ve
bankacılık alanlarında yüksek vasıflı kadın emek gücünün istihdamını arttırdı. Bunun yanında
bankalarda, postayla alışverişte, havayolu ve tren yolu ulaştırmacılığı alanlarında, veri girişi
işlerinde kadınlar kullanıldı.
Elbette bu etmenler, kadın istihdamı artışının arkasındaki çok genel-geçer
sebeplerdir. Özellikle kadınların işgücü piyasasına girişi, tuttukları işlerin niteliği, süresi ve
güvenliği açısından değerlendirildiğinde kadınlar için pek çok olumsuzluk da bulunmaktadır.
Dünyada ve Türkiye'de kadınlar açısından en sorunlu uygulamalardan birisi "esnek
istihdam" biçimlerinin genişletilmesidir. Bu uygulamalar tüm ülkelerde yasal güvence altına
alınmaktadır. Bu yasal güvenceye dayanarak "esnek istihdam", talep üzerine çalışma, eve iş
alma, yarı zamanlı çalışma, parça başı iş alma, götürü iş alma şeklinde tezahür etmektedir.
"Esneklik kapitalistin çalışma yeri, çalışma zamanı, çalışma süresi, işgücü miktarı ücret
düzeyi, gibi konularda serbestlik kazanması anlamına gelmektedir. Yani kapitalist, ihtiyaç
duyduğu zaman, ihtiyaç duyduğu sayıda işçiye, ihtiyaç duyduğu süre ihtiyaç duyduğu üretimi
yapma serbestisine sahip olacaktır" (Dedeoğlu & Öztürk, 2012: 28). Kadınların ve çocukların
bu kapsamda güvencesiz ve düşük ücretlerle çalıştırılması giderek yaygınlaşmaktadır.
Diğer yandan dünyada ve ülkemizde kayıt-dışı ekonomi ya da kayıt-dışı istihdamın
olumsuz etkilediği kesimlerin başında kadınlar gelmektedir. Ekonomik kriz ve işsizlik
dönemlerinde kayıt-dışı istihdam edilen kadın işgücü oranları daha da yükselmektedir. TÜİK
hanehalkı işgücü anketine göre ülkemizde istihdam edilenlerin 2011 yılı itibari ile % 41,7'si
herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna başlı değildir, yani diğer bir ifadeyle istihdam
edilenlerin yarıya yakını kayıt dışı sektörde yer almaktadır. Ücretli yevmiyeli olarak
98
YILDIZ, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
çalışanların % 23,5'i işverenlerin % 22,4'ü kendi hesabına çalışanların % 66,3'ü, ücretsiz aile
işçisi olarak çalışanların da % 92'si kayıt dışı olarak çalışmaktadır. Erkeklerin % 35'i,
kadınların ise % 56,3'ü kayıt dışı olarak çalışmaktadır. Ücretli ve yevmiyeli olarak çalışan
erkeklerin % 23,1'i kadınların % 24,8'si işveren olarak çalışan erkeklerin % 22,3'ü kadınların
%23,02'si, kendi hesabına çalışan erkeklerin % 86,6'sı kadınların da % 94'ü kayıt dışı olarak
çalışmaktadır.
"Kayıt dışı çalışan kadınlar bütün diğer kayıt dışında çalışanlar gibi sosyal güvenlik
hukukunun kendilerine sağlayacağı güvenceden yoksun kalmaktadır. Kayıt dışında çalışan
kadınların çalışma süreleri uzundur. Ücretleri özellikle tekstilde parça başı ücret uygulaması
nedeniyle düşüktür. Kayıt dışında çalışmalarına bağlı olarak iş kazalarına karşı korumaları da
bulunmamaktadır" (Metin, 2011: 65). Gerek kayıt-dışı çalıştırma, gerekse de esnek
çalıştırmanın arka planında işverenlerin daha az ücret ödeme isteği ve de daha fazla kar elde
etme imkânı yatmaktadır.
"Kadınlar düşük ücretlerle, vasıfsız işlerde otorite hiyerarşisinde düşük konumlarda,
kötü iş koşullarında çalışmaya kolaylıkla mahkum edilmektedir. İşverenlerin, kadınları bu
koşullarda çalıştırmaktan kazancı oldukça büyük olmaktadır. Ucuz işgücünü oluşturan
kadınlar, emek sürecinde ezilmeye açık, kolay işten çıkarılan ve yedek iş ordusu niteliği
taşıyan bir kesimdir" (KSGM, 1999b). Kadınlar, işin değişen doğası, sosyal haklar ve yasal
düzenlemeler vb etmenler nedeniyle eskisine oranla daha fazla sayıda çalışma yaşamına
girmiş olabilirler. Ancak eğitimleri, kalifikasyonları, çalışma yaşamında tuttukları işler,
aldıkları ücretler dikkate alındığında ekonomik yaşamda, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin hala
devam etmekte olduğu söylenebilir.
Araştırmalar, sosyal ve kültürel engellerin kadınları çalışma yaşamının dışına ittiği
bunun da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini körüklediğine dikkat çekmektedir. Ayşe Buğra 2009
yılında İstanbul, Kayseri, Gaziantep, Sinop ve Denizli illerinde kamu çalışanları, işçi ve
işveren temsilcileri, sivil toplum kuruluşu (STK) çalışanlarıyla yaptığı araştırmada
"muhafazakarlığın" kadın istihdamını iki kanaldan etkilediğine değinmektedir. 'Taciz ve
Kreş.' (Buğra, 2010). "Türkiye’de özellikle yeni sanayileşen Anadolu kentlerinde sanayi
bölgeleri 'erkek' alanları olarak algılanmakta ve kadınlar için uygun çalışma ortamları olarak
görülmemektedir. Hizmetler sektörü içindeki çeşitli iş kollarında da kadınların erkeklerle bir
arada çalışmasının uygun görülmediği alanlar kadınlara kapalıdır...Türkiye'de ihracata yönelik
sanayileşme sürecinde kadın işgücüne talebin düşük kalması geleneksel cinsiyetçi
99
İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI
işbölümünün devamını ve 'sermaye' ile 'patriarka' arasında kadınların hane içindeki karşılıksız
emeklerine dayanan uzlaşmanın korunmasını sağlamıştır (Toksöz, 2011: 264).
Kadının işgücüne katılımında, dünya ölçeğinde önemli farklılıklar görülmektedir.
Kimi Akdenizli Avrupa ülkelerinde kadınların işgücüne katılım oranlarına bakıldığında 2008
yılı verilerine göre işgücüne katılan kadınların oranı Portekiz’de % 56.2, İspanya’da % 50.4,
Yunanistan’da % 42,6 ve İtalya’da % 38'dir (ILO http://laborsta.ilo.org). TÜİK istihdam
verilerinde ise Türkiye'de kadınların istihdamdaki payı (tarım kesimi de dahil) % 30'dur.
TÜİK 2008 yılı Hanehalkı İşgücü Anketinde işgücüne katılım kadınlarda % 25,4,
erkeklerde ise % 70,1'dir. Kadınların işgücüne katılımları, kır-kent ayrımı çerçevesinde
incelendiğinde de önemli farklılıklar görülmektedir. Kentsel alanlarda kadınların işgücüne
katılım oranı 2008 yılında % 16,6 iken kırsal kesimde bu oran % 32,9 olarak
hesaplanmaktadır. Kuşkusuz kırda kadınlar ağırlıklı olarak ücretsiz aile işçisi olarak
çalışmaktadır.
Türkiye’de bölgesel olarak kadınların işgücüne katılım ve katılanların sosyal
güvence sahipliği oranları da farklılaşmaktadır. Verilere bakıldığında TRC1 Bölgesi’nde
(Gaziantep, Adıyaman ve Kilis) % 13 iken TR 32 bölgesi olan Aydın, Denizli ve Muğla’da %
35,6’dır (TÜİK). Yine TÜİK verilerine göre istihdam edilenler arasında sosyal güvence
dışında kalan kadınların oranı TR 32 (Aydın Denizli, Muğla) bölgesinde % 59 iken
Gaziantep, Adıyaman ve Kilis Bölgesinde % 82’dir.
Araştırmanın Yöntemi ve Uygulama
Bu araştırma, TRC1 bölgesi olarak adlandırılan Gaziantep, Adıyaman, Kilis illerinde
kadın istihdamının görünümüne ışık tutmaya çalışmaktadır. Burada sunulan veriler, söz
konusu illerde 500 firmayla yapılan anket çalışmasına dayanmaktadır. Bu 500 firmanın
dağılımında, Gaziantep için 250, Adıyaman için 150 ve Kilis için 100 firma örnekleme dâhil
edilmiştir. Firmaların listesi her üç ilin sanayi ve/veya sanayi ve ticaret odalarından
seçilmiştir. Örneklem seçiminde kotalar, illerin sanayi ve ticaret kuruluşları listesinde yer
alan firmaların ağırlığı ölçüsünde belirlenmiştir. İzlenen örneklem yöntemi her üç il için
standart istatistikî veriler ortaya koymaya ve karşılaştırma yapmaya görece olanak
tanımaktadır. Her üç ilde seçilen firmalar “basit tesadüfü örnekleme” metoduyla
belirlenmiştir.
100
YILDIZ, Ö.
Saha
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
çalışmasında
"yüz
yüze
görüşme"
yoluyla
gerçekleştirilmek
üzere
yapılandırılmış ‘anket formu’ kullanılmıştır. Formda firmaların sektörel özellikleri, genel
istihdam anlayışları, çalışma koşulları, kadın istihdamı ve kadın istihdamına ilişkin gelecek
perspektifi, kadın istihdamına ilişkin mevzuat hakkında bilinç düzeyleri vb konuları
sorgulayan sorular yer almıştır.
Araştırmada kullanılan 'soru formu', çoktan seçmeli kategorik yanıtların olduğu
sorular ve deneklerin kendi görüşlerini ifade edebilecek açık uçlu sorulardan oluşmaktadır.
Soru formunun ilk bölümünde işletmelerin genel üretim yapısının belirlenmesine yönelik
sorular yer almaktadır. İzleyen bölümde firmaların yer aldığı iş kolları, kadın istihdamının
mevcut durumu ve geleceği, işverenlerin çalışma koşullarını kadın istihdamı açısından
değerlendirişi, kadın istihdamı konusunda yasal mevzuata ilişkin firmaların bilinç düzeyleri
vb. sorulara yer verilmiştir.
Araştırmanın Bulguları
Gaziantep kendine özgü ‘girişimcilik’ kültürü ve kalkınma modeliyle Anadolu’da
önemli bir sanayi ve ticaret kentidir. 80’ler ve bilhassa 90’lardan sonra ekonominin
küreselleşmesiyle eşzamanlı olarak ‘ihracat’ eksenli sanayi ve ticaret hamleleri kentin
ekonomik performansını yükseltmiştir. Kentin ekonomisi, ağırlıklı olarak ‘ara mal’ üretimine
dayanmaktadır. Tekstil, gıda, plastik, kimya vb. sanayinin kilit sektörleridir. Gaziantep’te dört
organize sanayi, bir serbest bölge, beş bin civarında sanayi kuruluşu beş milyar dolara
yaklaşan ihracat hacmi bulunmaktadır. 160 yakın ülkeye ihracat yapılmaktadır.
‘Sanayi’ ve ‘ticaret’ Gaziantep'i bulunduğu bölgede bir çekim merkezi haline
getirmiştir. Bu nedenle kent, kendi kırsalından ve civar illerden yoğun göç almıştır. Her ne
kadar TÜİK 2009 verilerinde kentin nüfusu 1.652.670 olarak görülse de resmi olmayan
kayıtlarda nüfusun 2 milyona dayandığı tahmin edilmektedir. TÜİK İl İstatistiklerine göre,
ilin 30 yaş ve altı nüfus oranı % 60’ların üstündedir. Bu nüfus dilimi içinde yer alanların
eğitimsiz ve mesleksiz oluşları dikkat çekmektedir.
Örneklemeye dahil olan firmaların yer aldığı sektörlere bakıldığında, “tekstil
sektörü” (% 41,6) ilk sırada gelmektedir. İkinci sırada “gıda sektörü” (% 19,5) gelirken
üçüncü sırada “kimya-plastik-kağıt” (% 12) sektörü gelmektedir. “Makine-metal” ve inşaat”
sektörünün de belirli bir ağırlığı bulunmaktadır. Denilebilir ki tekstil sektörü Gaziantep
sanayinin motorunu oluşturmaktadır. Tekstil sektörü kadın istihdamı için büyük bir öneme
sahiptir.
101
İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI
Araştırma örneklemi içinde yer alan işletmelerin faaliyet yıllarına bakıldığında her
iki işletmeden birinin faaliyet yılı 6 ile 20 yıl arasında değişmektedir. 20 yıl ve üzeri geçmişe
sahip işletmelerin oranı % 20,3’dür. 1-5 yıllık geçmişe sahip olan firmaların oranı % 19,3’dür.
Bu veriler bize bir yandan bu bölgede köklü bir sanayi geleneğinin var olduğunu, diğer
yandan yeni kurulan ve kurumsallaşma eğilimi gösteren firmaların sayısında bir artış
olduğunu göstermektedir.
Bölgedeki işletmelerin genel kompozisyonuna bakıldığında, “Küçük ve Orta Boy
İşletmelerin (KOBİ)” ağırlıkta olduğu görülmektedir. Küçük ölçekli firmaların oranı %
57,8’dir. 250 ve üstü çalışana sahip olan işletmelerin oranı ise sadece % 5,6’dır. Sanayinin
lokomotif gücü olarak KOBİ’lerin büyük ölçekli firmalara dönüşmesinde çeşitli güçlükler
bulunmaktadır. Her ne kadar KOBİ’ler kamu desteği veya teşvikinden yararlanıyor olsalar da
büyük firma olma yönündeki atılımları gerçekleştiremediği görülmektedir. KOBİ’ler bu
bölgede ağırlıklı olarak aile şirketi hüviyetindedir. Bu durum işletmenin personel istihdam
etme pratiğini etkilemektedir. Böylesi bir durum kültürel muhafazakârlıktan beslenerek kadın
istihdamını olumsuz yönde etkilemektedir.
Gaziantep, Adıyaman ve Kilis’te faaliyet gösteren firmaların çok büyük bir kısmı (%
69,7) kadın istihdamından faydalanmaktadır. Ancak çalışan kadınların 'eğitim' seviyesinin
düşük oluşu dikkat çekmektedir. İlköğretim ve altı eğitim düzeyine sahip kadın çalışanların
oranı % 45,2’dir. İşletmelerde çalışan kadınların yaş dağılımlarına bakıldığında genç ve orta
yaş diliminde olanlar ağırlık oluşturmaktadır. 16-24 yaş diliminde yer alan kadın çalışanların
oranı % 38,8’dir. 25-34 yaş diliminde yer alanların oranı ise % 49,1’dir. Denilebilir ki
işletmeler genç ve düşük eğitimli kadın çalışan tercih etmektedir. Örneğin 45-54 yaş
diliminde yer alan kadın çalışanların oranının sadece % 0,3 olması oldukça düşündürücüdür.
Kadınlar çalışma yaşamına erken girmekte ancak çok erken ayrılmaktadır. Genelde bekar
kadın çalışan tercih edilmektedir. Elbette bu 'tercihin', işveren açısından çeşitli sebepleri
bulunmaktadır.
Genç yaş diliminde yer alan kadınların ekseri göçmen ve vasıfsız konumda
bulundukları; özellikle evli, çocuklu ve yaşı ileri kadınların işgücü piyasasına erişemediği
tespit edilmektedir. Gaziantep’te eve iş alma veya parça başı işler (fıstık, ceviz, badem
çıtlatma, terlik-ayakkabı, havlu kenarı işleme vb işleri) genelde kadınların omzundadır. Bu
işler ise kayıt-dışıdır.
102
YILDIZ, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
İşletme sahiplerinin kadın istihdamına yönelik devletin "yasal desteğinden" (örneğin
6111 sayılı torba yasa) yeterince haberdar olmadıkları görülmektedir. Neredeyse her iki
işletmeden birinin bu konuda bilgisinin olmadığı görülmektedir. "Torba yasa" teşvikinden en
çok haberdar olan firmalar başta “sağlık” sonra sırasıyla “otomotiv” ve “makine-kimya”
sektörleridir. “Sigortacılık”, “beyaz eşya” “inşaat” “gıda” sektörlerinde yer alan firmaların ise
söz konusu yasadan haberdar olamadıkları görülmektedir. Söz konusu destekten haberdar
olanların da bu destekten faydalanmadığı (% 75) dikkat çekmektedir. Başka bir ifadeyle her
dört firmadan sadece birisi yasal teşvik desteğinden yararlanmaktadır. Her ne kadar, kadın
çalışana ihtiyacı olmayan firmaların bu destekten yararlanmaması anlaşılır bir durumsa kadın
personele ihtiyacı olan firmaların bu destekten yararlanmamasının sebepleri de mutlaka
araştırılmalıdır.
Firmalarda "fazla mesai" kadının çalışma isteği ve motivasyonunu olumsuz
etkilemektedir. Araştırma bulgularına bakıldığında işletmelerde kadınların % 26,2’si "ek
mesai" yapmaktadır. Gerçekte bu oranın daha da yüksek olacağı söylenebilir. Diğer yandan ek
mesainin ne şekilde ücretlendirildiği de tam bir muammadır. Ek mesainin süresine
bakıldığında “1-2” saat ek mesai yapılan firmaların oranı % 45,9; “3-5” saat ek mesai yapılan
firmaların oranı ise % 45,8’dir. Kadın çalışanların ortalama çalışma süresi (% 76,7) 8 saat
olmakla birlikte 9, 10 ve üzeri saat çalışanların oranı (% 21) da küçümsemeyecek boyuttadır.
Otomotiv, sigortacılık ve makine-kimya ve tekstil sektörleri ek mesainin yapıldığı sektörler
olarak dikkat çekmektedir. Denilebilir ki işçilerin çalışma saatleri işverenin ihtiyaçlarına göre
düzenlenmektedir. Ek mesai yapan kadın çalışanların yasal haklarının korunması noktasında
ek denetime ihtiyaç vardır. Bu noktada Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) koyduğu
kurallara riayet edilmesi gerekmektedir. Çalışma koşullarının kadın ve erkek ayrımı
yapılmadan birlikte dönüştürülmesi ve standart hale getirilmesi elzem görünmektedir.
Kadınlar, işletmelerde ya idari kadroda ya da işletme kadrosunda çalışmaktadır.
Araştırmada kadınların ağılıklı olarak işletme kadrosunda çalıştıklarını göstermektedir. İdari
kadroda çalışan kadınların oranı ise % 24,6’dır. İdari ve işletme kadrosunda çalışan kadınların
pozisyonlarına bakıldığında “işçi” kadınların oransal yüksekliği (% 69,9) dikkat çekmektedir.
İkinci sırada “teknik elaman” kadrosunda bulunan kadınlar (% 22,1) gelmektedir. “Şef”
konumunda bulunan kadınların oranı % 3,4 iken “müdür” konumunda olan kadınların oranı
sadece % 2’dir.
Vasıf gerektirmeyen işlerin genellikle kadınlar tarafından "kalifikasyon" gerektiren
işler erkeklere ait bir alan olduğu söylenebilir. Emeğin feminizasyonu denilen süreç ya da
103
İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI
emek piyasasında işlerin cinsiyet temelinde ayrıldığı görülmektedir. Emek piyasasında bu
anlamda keskin bir ayrım söz konusudur. Kadınlar her sektörde çalışmazlar. Kadınların
çalıştığı sektörler tekstil (konfeksiyon-halı) temizlik, sağlık, sigortacılık gibi hizmet
sektörleridir. Kadınların sosyal güvence kapsamı dışında çalıştırılması yaygın davranış
kalıbıdır. TÜİK verileri de bu tespiti doğrulamaktadır. 2009 verilerine göre Türkiye’de
kadınların % 60’ı "sosyal güvenlik" kapsamı dışında kalmaktadır. İstihdam edilenler arasında
sosyal güvenlik kapsamı dışında olan kadınların oranı İstanbul’da % 22 iken GaziantepAdıyaman ve Kilis’te % 82’dir.
Firma yetkililerinin büyük çoğunluğu kadın çalışandan verim aldıklarını ifade
etmiştir. Bununla birlikte kadın çalışandan “kısmen” verim alabiliyorum diyenlerin oranı %
8,5’dir. Bunun nedenleri sorgulandığında firma yetkilileri, kadın çalışanlar için, “ağır işleri
yapamazlar”, (% 36) “problemleri fazla” (% 32), “verim alınamaz” (% 18) ve “eğitimsizler”
(% 14) yanıtını vermektedir. Hizmet içi eğitimin ne derece yaygın olduğuna bakıldığında
firmaların % 59,4’ünde hizmet içi eğitimin hiç yapılmadığı görülmektedir. Bu oran 10
firmadan 6’sına tekabül eder ki firmaların iç eğitime gereken hassasiyeti göstermediğini
kanıtlamaktadır.
Firmalarda en çok ihtiyaç duyulan "eğitim" ise sırasıyla “bilgisayar destekli eğitim”
(% 31,2), işbaşı eğitim” (% 24,7), “iletişim eğitimi” (% 21,4) “iş güvenliği eğitimidir” (%
19,8). Görüldüğü üzere firmalar personelin alması gereken eğitim ihtiyacına vurguda
bulunmaktadır. Özellikle “bilgisayar destekli eğitim” ihtiyacının ilk sırada gelmesi bir bakıma
"bilgi teknoloji" odaklı eğitim ihtiyacının firmalardaki artan önemini göstermektedir.
“Bilgisayar destekli eğitime” duyulan ihtiyaç başta 'makine-kimya' ve 'tekstil' sektörü olmak
üzere tüm sektörlerde ilk sırada gelmektedir. “İşbaşı eğitim” daha ziyade tekstil işkolunda”
işgüvenliği eğitimi” gıda sektöründe; “iletişim” eğitimi otomotiv, sigortacılık, sağlık
sektörlerinde ön plana çıkmaktadır.
Değişen pazar koşullarına uyum ve rekabet etmedeki gücünün firma içine transferi
günümüzde “öğrenen organizasyon” terimiyle karakterize edilmektedir. Firmaların ayakta
kalıp rekabet etmedeki başarısı “öğrenen organizasyon” yoluyla insan kaynağının niteliğinin
yükseltilmesi ve kurum kültürünün oluşturmasıyla mümkün görünmektedir. Bölgede
firmaların büyük bir kısmında insan kaynağına yönelik yatırımda endişe verici ölçüde geride
kalmaktadır.
104
YILDIZ, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
İşletmelerde kadın çalışanların sahip olması gereken niteliklerin neler olması
gerektiği sorgulandığında, firma yetkililerince arzu edilen kalifikasyonlar modern profesyonel
işletme anlayışına karşılık gelmektedir. Kadın çalışanlarda eksik olarak tespit edilen nitelikler,
“risk alma” (% 20), “sorumluluk alma” (% 18), “bilgi ve teknoloji kullanımı” (% 15), “takım
çalışması”, (% 14), “iletişim” (% 13) şeklinde sıralanmaktadır. İş dünyasında son yıllarda
yaygınlaşan “işlevsel esneklik” (işçilerin işlerinin işverenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi);
“ücret esnekliği” (çalışma saatlerinin ve dağılımının işverenin ihtiyaçlarına göre hazırlanması)
gibi görece yeni üreti bölgedeki işverenler tarafından da önemsenmektedir. Risk alma,
sorumluluk alma, firmaya bağlılık gibi değerler Postfordist üretim anlayışının parçası olan
emek esnekliği talebinin bir sonucudur. Emek esnekliği yönündeki gidişat küresel bir
eğilimdir. KOBİ’lerde daha az kurallara ve sendikal bağlara ve ekonomik gelgitlere endeksli
ücret politikasına doğru gidiş emek esnekliği olarak tanımlanmaktadır. Firmalarda gereksinim
duyulan alanlarda değişimin gerçekleşebilmesinde çalışanların bu değişime uyumu ve
çalışanlara yönelik imkân ve fırsatların hazırlanmasını şart koşmaktadır. Bu koşullar
sağlandığında çalışanlar, daha fazla risk ve sorumluluk alacak ve bilgi teknolojilerine aşina
olacaktır. Dolayısıyla dünyadaki değişim ve gelişimlere uyumda organizasyonların insan
kaynağına daha fazla yatırım yapmasını zorunlu kılmaktadır. Bugün firmalarda başta maliyet
kaygısından ötürü firmalar bu alana yeterli desteği vermekten uzaktırlar.
Teknolojik değişim sonucu yetkinliğini kaybeden kadınlara uygulanan yöntem
genellikle “eğitime tabi tutma” (% 34,8) ve “uyarma” (% 33,3) şeklindedir. “İşten çıkarma”
yöntemi % 10 iken, “iş/birim değiştirme” yoluna başvuranların oranı ise
% 16’dır.
İşletmelerde çalışan kadınların rahatsız oldukları konular arasında birinci sırada “ücretlerin
düşüklüğü” gelmektedir. Bunu “işin ağır/zor oluşu”, “iş saatlerinin uzun oluşu” izlemektedir.
“Terfi etme” ve “vardiya sistemi” kadın istihdamı üzerinde caydırıcı olmaktadır.
Uluslar arası kuruluşlar (ILO, AB vb) Türkiye genelinde çalışma saatlerinin hem AB
hem de OECD ülkeleriyle karşılaştırılmayacak ölçüde uzun olduğuna dikkat çekmektedir.
ILO’nun “düzgün iş ve insana yaraşır iş” kategorileriyle bağdaşmayan çalışma iklimi kadının
kısa sürede işgücü piyasasından kopuşuna sebebiyet vermektedir. Her ne kadar sanayide
çalışmayı tercih eden kadınlar düzenli maaş ve sigortayı gerekçe gösterseler de son tahlilde
çalışma saatlerine riayet edilmemesi, düşük ücretler, işin ağır oluşu kadının çalışma
yaşamından genç yaşta uzaklaşmasına yol açmaktadır. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde
vardiya sistemi ve genel ücretler konusundaki tasarruflardan olumsuz etkilenenler genelde
105
İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI
kadınlar olmaktadır. Kadınların işten çıkarılması ya da düşük ücrete tabi tutulması
işverenlerce daha kolay bir yol olarak görülmektedir.
İşverenlere göre kadın istihdamını zorlaştıran ‘muhtelif sebepler’ bulunmaktadır.
Bunlardan en önemlisi “kadınlık halleridir” (% 36). İkinci sırada “vardiya sistemi”
gelmektedir. Üçüncü sırada ise “servis/taşıma” problemi gelmektedir. Kadının hem işe
alınmasında hem de işten çıkarılmasında evlilik, hamilelik, doğum izni, emzirme, çocukların
bakım sorunları vb tayin edici rol oynamaktadır. İşverenler içinde kadın istihdamına
gidilirken zaman zaman çocuk yapmama şartının sözleşmeye eklendiği de bilinmektedir.
Kuşkusuz kadınların yukarıda sayılan nedenlerden ötürü kısa sürede işten çıkmaları veya iş
değiştirmeleri onların istikrarsız, iş aidiyeti zayıf, verimsiz oldukları algısına yol açmaktadır.
Bu algı toplumsal bir boyut kazanarak kadın istihdamının tercih edilmesinde negatif bir etki
yaratmaktadır. Kadınların çalışma hayatındaki eğreti konumlarından kaynaklanan algı ve
imgelerin bertaraf edilmesi için yoğun çabanın sergilenmesi gerekmektedir.
Kadın istihdamını engelleyen faktörler içinde performans düşüklüğü, süt izni, doğum
izni ve kreş ihtiyacı da ön sırada gelmektedir. İşveren kreş-yuva açma yükümlülüğünden
ötürü kadın işçi çalıştırmaya sıcak bakmamaktadır. Bir bakıma, gerekirse işveren kreş, doğum
izni ve cinsel taciz gibi sorunlarla uğraşmak istememektedir.
Kadın istihdamı için neler yapılmalı ne tür girişimlerde bulunulmadır? Sorusuna
verilen yanıtlara bakıldığında “kamu ve özel teşviklerin arttırılmasını” öneren işverenlerin
oranı % 16,3’dür. Her iki işverenden birisi de “mesleki eğitim ve kursların arttırılmasını”
önermektedir. “Uygun çalışma ortamının oluşturulmasını” ifade edenlerin oranı da %
11,4’dür.
Araştırma bölgesinde (Gaziantep, Adıyaman ve Kilis) önümüzdeki iki yıl içinde
firmaların istihdam etmeyi planladığı kadın işgücü şu alanlarda olacaktır. Vasıfsız işçi (%
20,7), muhasebe elemanı (% 18), idari kadro elamanı (% 11,5), pazarlama (% 8,3), sekreter
(% 7,8), desinatör (% 7,4), tekniker (% 6,9), kalite kontrol elamanı (% 3,7), işletmeci (% 2,8),
kasiyer (% 2,3).
Görüldüğü üzere, bölgede önümüzdeki dönemde de firmaların en çok ihtiyaç
duyduğu kadın işgücü içinde "vasıfsız kadın işçi " ilk sırada gelmektedir. Vasıfsız kadın
işçilerin istihdam edildiği sektörler de konfeksiyon, gıda, iplik ve hizmetler sektörüdür. Bu
sektörler denilebilir ki “kadın işçi deposu” niteliğindedir. Gerek hali hazırda çalışanın gerekse
gelecekte en çok ihtiyaç duyulan işçi türünün vasıfsız kadın olması firmaların kadın
106
YILDIZ, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
istihdamına bakışını ortaya koymaktadır. Elbette bu bakış açısının değişimi kendiliğinden
olmayacaktır.
Sonuç
Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranları hala çok düşüktür. Bu oranlar
batıdan doğuya veya kırdan kentsel kesime doğru gidildiğinde daha da düşmektedir.
Kentlerde yoksul gecekondu semtlerinde kadının yoksullaşması ve ekonomik hayatın dışına
itilmesi daha sık görülmektedir. Araştırmanın gerçekleştirildiği TRC1 bölgesinde (Antep,
Adıyaman ve Kilis) istihdam edilen kadın oranı Türkiye ortalamasının altında kalmakta ve
işgücü piyasasında 'toplumsal cinsiyet' temelli ayrışma giderek belirginleşmektedir. Kadın
erkek işgücü istihdamında keskin bir ayrışmanın olduğu dikkat çekmektedir. Örneğin kimya,
inşaat, makine, otomotiv sektörlerinde kadın çalışan yok denecek kadar azdır. Bu sektörlerde
erkek işgücünün egemenliği söz konusudur.
Bu durum kalıplaşmış toplumsal cinsiyet
temelinde ayrımlaşmanın Gaziantep, Adıyaman ve Kilis işgücü piyasasında da devam ettiğini
göstermektedir. Bu yapınan ulusal politikalarla giderilmesi yani daha fazla kadının istihdam
piyasalarına erişim kanallarının açılması gerekmektedir.
Firmalarda vasıfsız kadın işgücü talebinin yüksek oluşu ki bu vasıfsız işgücünün “1830” yaş diliminde yoğunlaşması bu genç çalışan kadın nüfusun niteliğinin yükseltilmesi
yönünde politikaların oluşturulmasını ve uygulanmasını ayrıcalıklı kılmaktadır. Resmi ve
gayri resmi işçi-işveren örgütleri için bu grup önemli bir hedef grubunu oluşturmalıdır. Genç
kadın işçilerin eğitim yoluyla meslek kazandırılması “insana yaraşır iş” bulma ilkesi
çerçevesinde istihdamını kolaylaştıracaktır. Bu noktada özellikle meslek edindirme
kurslarının yapısı ve niteliği gözden geçirilmelidir.
Kadınların düşük sosyal statülü işlerde çalışmasının muhafazası onların çalışma
yaşamında kariyerlerini olumsuz etkileyecek -ki terfi alanında yaşanan negatif ayrımcılık
dikkate alınmalı- ve kısa sürede iş yaşamından kopmasına sebep olacağı açıktır. Araştırmada
da net bir biçimde görülmektedir ki kadın işçilerin iş yaşamı istikrarsızdır. Genç kadınların iş
yaşamında eğitim yoluyla niteliğinin yükseltilmesine yönelik çalışmalar yasal güvence altına
alınmalıdır. Eşit işe eşit ücret ilkesi pratikte uygulanmalıdır. Bu ilkeye uyulmadığı
görülmektedir. Oysa 2003 yılında çıkarılan kanunla benzer ve eşdeğerde bir iş için cinsiyet
nedeniyle farklı ücrete tabi tutulamayacağı hükmü getirmiştir. Ancak yasanın uygulamada pek
önemsenmediği görülmektedir.
107
İŞVERENLERİN BAKIŞ AÇISINDAN TÜRKİYE'DE KADIN İSTİHDAMI: BİR ALAN ARAŞTIRMASI
TRC1 Bölgesi’nde kadına ilişkin geleneksel/ataerkil/muhafazakâr tutumlar kadının
çalışma hayatına girişini engellemektedir. Kadınların istihdama erişiminde engel oluşturan
kimi sosyo-kültürel değerlerin değişimine yönelik çalışmalar (kampanyalar, seminerler,
konferanslar) yapılmalıdır. Toplumsal cinsiyet eğitimleri kamu ve özel sektör temsilcileri
eliyle periyodik hale getirilmelidir.
Kadın işgücü piyasasına geleneksel faktörler nedeniyle dâhil olmamakta fakat diğer
yandan başta ‘eve iş alma’, ‘tarım işçiliği’ gibi sosyal güvence kapsamı dışında olan kayıt dışı
sektörde çalışmaktadır. Türkiye’de kayıtdışı sektörün önüne hala etkin bir biçimde
geçilmediği bu araştırmanın bulguları bir kez daha ortaya koymaktadır. Hükümetler ve
meslek örgütleri öncülüğünde kayıtdışıyla mücadele noktasında gerekli çalışma ve denetimler
yapılmalı ve sonuçlar izlenerek rapor edilmelidir.
100’den fazla kadın işçi çalıştıran iş yerlerinde ‘kreş’ açılmalıdır. Kreş uygulamasına
vergi muafiyeti, kadın işçi çalıştıran işyerlerine ekstra kolaylıklar gibi teşviklerin kamu ve
özel sektör kuruluşlarınca devreye sokulmalıdır.
Kalkınma politikalarında toplumsal cinsiyet eşitliği yaşamsal öneme haizdir. Bir
kalkınma aracı olarak toplumsal cinsiyet eşitliğinde önemli ilerlemeler kaydedilmişse de hala
gündelik hayatta önemli engeller mevcuttur. Kadınların eğitim, sağlık, güvenlik, haklar, iş ve
geçim olanaklarıma erişimde erkeklerle aynı haklara sahip olması gerekmektedir. Toplumsal
cinsiyet eşitliği verimlilik üzerinde bariz etkiler bırakmaktadır. Dünya Kalkınma Raporuna
göre (2012: 3) kadınlar bugün küresel işgücünün % 40'tan fazlasını, tarımsal işgücünün
%43'ünü ve dünyadaki üniversite öğrencilerinin yarısından fazlasını temsil etmektedir. Bir
ekonominin tam potansiyelinde işleyebilmesi için kadınların beceri ve yeteneklerinin bu
kabiliyetlerden en iyi şekilde yararlanan faaliyetlerde kullanılması gerekir.
Türkiye'de toplumsal kalkınma, başta eğitimde kızlar ve erkekler arasındaki farkın
kapanmasına, kadınlar iş hayatından erkeklerle eşit fırsatlara kavuşmasına, haklarını yasal
güvence altına alınıp uygulanmasına, insan onuruna yakışır işlerde istihdamına patriyarkal
değerlerden ve inançlardan korunmasına, kendi yaşamları üzerinden söz sahibi olmasıyla
mümkün görünmektedir.
108
YILDIZ, Ö.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
KAYNAKÇA
Birleşmiş Milletler (1999), 1999 World Survey on the Role of Women in Development: New
York.
Buğra, A. (2010), Toplumsal Cinsiyet, İşgücü Piyasaları ve Refah Rejimleri: Türkiye'de
Kadın İstihdamı, TUBİTAK Projesi, İstanbul.
Calhan, C. (2012), TRC1 Kadın İstihdamı Raporu, İpekyolu Kalkınma Ajansı, Gaziantep.
Dedeoğlu, S. & Öztürk M. Y. (2012), Kapitalizm, Ataerkillik ve Kadın Emeği, İstanbul.
SAV Yayınları.
Giddens, A. (2005), Sosyoloji, Ankara: Ayraç Yayınevi.
ILO LABORSTA Labour Statistics Database http://laborsta.ilo.org/ (02/08/2010).
Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü (KSGM), Çalışmaya Hazır İşgücü Olarak Kentli Kadın
ve Değişimi, Ankara: Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Yayınları.
Metin, Ş. (2011), Kayıt Dışı İstihdam ve Esnek Üretim Sürecinde Kadın Emeğinin
Durumu: Türkiye'de Ev-Eksenli Çalışma. Uzmanlık Tezi, TC Başbakanlık Kadının
Statüsü Genel Müdürlüğü, Ankara.
Munck, R. (2003), Emeğin Yeni Doğası, İstanbul: Kitap Yayınevi.
Toksöz, G. (2007), Türkiye'de Kadın İstihdamının Durumu, Ankara: ILO Yayınları.
Toksöz, G. (2011), Kalkınmada Kadın Emeği, İstanbul: Varlık Yayınları.
TÜİK Hanehalkı İşgücü Anketleri, 2011.
109
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
110
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
Dokuz Eylül Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi
Cilt: 2 Sayı: 3 2013
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
R. Levent AYSEVER *
ÖZET
Yargı edimi, en genel anlamıyla, doğada karşımıza çıkan bir olguyu ya da insanın
yapıp etmiş olduğu bir şeyi (bir eylemini, bir eserini) genel bir yasanın, ilkenin ya da kuralın
“terazisinde tartma” edimidir ve iki temel yönü vardır. Birincisi, ancak ve ancak dille yerine
getirilir: bir karar ve o karara götüren gerekçeler söyleyerek ya da yazarak dile getirilmeden
bir yargı ediminde bulunulamaz. İkincisi, hayatın her alanına yayılır ama yargı konusu edilen
şeyin ne olduğuna ve yargı ediminde bulunurken kullanılan genel ilkeye bağlı olarak iki farklı
türü vardır: (1) doğa olaylarını her türlü tartışmadan uzak olarak kabul ettiğimiz doğa
yasalarının “terazisinde tartma” edimi olarak yargı edimi ve (2) insanın yapıp ettiklerini
tartışmaya açık olduğunu kabul ettiğimiz genel ilke ya da kuralların “terazisinde tartma”
edimi olarak yargı edimi. Bu yazıda, ikinci türe giren ve yargıçlar tarafından yerine getirilen
yargı edimin karmaşık ve çok boyutlu bir edim olduğuna dikkat çekilmekte, arkasından yargı
ediminin bir dil edimi olduğu belirtilip dil edimleri konusunda genel bir söz edimleri kuramı
geliştirmiş olan John L. Austin ve John R. Searle’ün gözünde yargı ediminin ne tür bir dil
edimi olduğuna bakılmakta, sonra çağdaş bir hukuk kuramcısının bu genel söz edimleri
kuramından yola çıkarak bir yargı kararı örneği üzerinden yaptığı bir yargı edimi
çözümlemesi üzerinde durulmakta, en sonunda söz edimleri kuramı çerçevesinde yapılan bu
yargı edimi çözümlemesinin, siyaset, etik, estetik ve zanaat alanlarında kendisini gösteren
yargı edimleri konusunda bize sunduğu olanaklar üzerinde durulmaktadır.
Anahtar Sözcükler: yargı edimi, söz edimleri, John L. Austin, John R. Searle
JUDICIAL ACT AS A SPEECH ACT
ABSTRACT
Judicial act, in its most general meaning, is the act of evaluating a natural
phenomenon or human practice in terms of a general law, principle or rule. It involves two
aspects. First, it can only be carried out through language: There cannot be judicial act
without expressing, verbally or in writing, the decisions and the justification for the decisions.
Second, it is found in all facets of life but it is distinguished into two depending on the general
principle utilized in the judicial act: (1) Judicial act as evaluating a natural phenomenon in
terms of natural laws taken to be indisputable. (2) Judicial act evaluating human practice in
*
Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi.
levent.aysever@deu.edu.tr
111
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
terms of general principles or rules, which can be debated. Judicial acts in the second
category, carried out by judges, are complex and multidimensional acts. They are linguistic
acts that need to be analyzed from the perspectives of John L. Austin and John R. Searle who
developed a theory of speech acts. In this article, departing from the general speech acts
theory of a modern legal theorist, a judicial acts analysis is examined. The article then dwells
upon the possibilities this analysis provides regarding the judicial acts seen in the areas of
politics, ethics, aesthetics and craft.
Key words: judicial act, speech acts, John. L. Austin, John R. Searle
Bu yazının konusu, bir yargıcın (ya da bir mahkemenin) bir yargı kararı vermek
suretiyle yerine getirdiği bir edim olarak yargı ediminin dilsel çözümlemesi, daha doğru bir
ifadeyle, yargı ediminin bir dil edimi olarak çözümlemesidir. Elbette, bir karar ve onun
öncesinde bir karar-oluşturma süreci içeren bir edim olarak yargı edimi, yalnızca yargıçlar
tarafından yerine getirilen bir edim değildir. Söz konusu karar-oluşturma sürecinde yargıcın
yaptığı şeyin, bir fiili, hukuk sisteminin onayladığı genel bir kuralın, deyim yerindeyse
“terazisinde tartmak” olduğu düşünülürse, yargı ediminin insan hayatının neredeyse her
alanına yayıldığını söylemek yanlış olmaz: çoğu zaman, tanığı olduğumuz doğa olaylarını,
insan eylemlerini, karşımıza çıkan insan-elinden-çıkma nesneleri genel bir yasanın, ilkenin ya
da kuralın terazisinde tartma gereği duyarız. Dolayısıyla, yargı ediminin, en geniş anlamında,
genel bir ilkeden yola çıkarak olup-biten (Aristoteles’in “bilimler” sınıflamasına göre “teorik
bilimlerin” nesnesini oluşturan “olduğundan başka türlü olamayan”) ya da yapıp-edilen
(Aristoteles’in “bilimler” sınıflamasına göre “poetik bilimler” ile “pratik bilimlerin” nesnesini
oluşturan “olduğundan başka türlü de olabilen”) bir şey hakkında bir sonuç çıkarma işi
olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak doğada olup-bitenleri terazisinde tarttığımız genel ilke ile insanın yapıpettiklerini terazisinde tarttığımız genel ilke aynı türden değildir. Doğada olup-biten bir şeyi
tartarken başvurduğumuz genel ilkenin, her türlü tartışmadan uzak ve doğayı yöneten
yasalardan bir yasa olduğunu düşünür ve kabul ederiz de insanın yapıp-ettiği bir şeyi (ortaya
koyduğu bir eseri, bulunduğu bir eylemi) tartarken başvurduğumuz genel ilkenin, tartışmaya
açık, insanın bizzat kendisinin koyduğu ve kendi yapıp-etmelerini yöneten genel kurallardan
bir kural olduğunu düşünür ve kabul ederiz. Bu nedenle, yargı edimini (1) doğada olupbitenleri tartma edimi ve (2) insanın yapıp-ettiklerini tartma edimi diye ikiye ayırmak, bir
yargıcın yerine getirdiği yargı edimini de, bu ikinci tür yargı ediminin altında değerlendirmek
yerinde olur.
112
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
Elbette, insanın yapıp-ettiği ve genel bir ilkenin terazisinde tartılan şeyler, yargıçların
tarttığı şeyler değildir yalnızca. Yargıçlar, insanların toplumun bir bireyi olarak toplumun
diğer bireyleriyle kurdukları ilişkilerden doğan eylemlerini, başka bir deyişle kamusal
alandaki eylemlerini hukukun ilkelerinin terazisinde tartarlar. Ama insanın yapıp-ettikleri
arasında, ayrıca, yine kamusal alanda yine birey olarak iktidarla kurdukları ilişkilerden doğan
ve siyasetin ilkelerinin terazinde tartılan eylemleri; kişi olarak kamusal alanın dışında, yani
özel alanda başka kişilerle kurdukları ilişkilerden doğan ve etiğin ilkelerinin terazinde tartılan
eylemleri vardır. Bu üç tür eyleme insanın “ettiği şeyler” ya da “praksis”i denebilir. Bu üçüne
insanın, estetiğin ilkelerinin terazisinde tarttığı şeyler ile zanaatın ilkelerinin terazisinde
tarttığı şeyler olarak “yaptığı şeyler”i, başka bir deyişle “poiesis”ini (deyim yerindeyse, özel
alanda meydana getirip kamusal alana sunduğu eserlerini) eklersek, yargı edimine konu olan
yapıp-edilen şeyleri tamamlamış oluruz.
Burada, yargı ediminin, yargıçlar tarafından gerçekleştirilen çeşidinin dilsel bir
çözümlemesi üzerinde durulacak. Elbette, toplumda bir bireyin başka bir bireye ettiklerini
hukuk kurallarını terazisinde tartma işinin tamamını ya da bir bölümünü yargıç dışında
başkalarına, yani bir mahkeme heyetine ya da bir jüri heyetine veren farklı yargı sistemleri ve
usulleri vardır. Fakat bu yazıda, bireyin bir başka bireye ettiğini bir yargıcın tek başına tarttığı
yalın bir yargı edimi göz önünde bulundurularak şunlar yapılmaya çalışılacak: önce yargı
ediminin karmaşık ve çok boyutlu bir edim olduğuna dikkat çekilecek, arkasından yargı
ediminin bir dil edimi olduğu belirtilip dil edimleri konusunda genel bir söz edimleri kuramı
geliştirmiş olan John L. Austin ve John R. Searle’ün gözünde yargı ediminin ne tür bir dil
edimi olduğuna bakılacak, sonra çağdaş bir hukuk kuramcısının bu genel söz edimleri
kuramından yola çıkarak bir yargı kararı örneği üzerinden yaptığı bir yargı edimi
çözümlemesi üzerinde durulacak, en sonunda söz edimleri kuramı çerçevesinde yapılan bu
yargı edimi çözümlemesinin, bir bireyin kamusal alanda siyasal iktidara ettiklerini, bir kişinin
kamusal alan dışında başka bir kişiye ettiklerini tartma işi olarak yargı edimi ile bir kişinin
bir sanat yapıtı ya da bir zanaat ürünü olarak meydana getirdiği şeyleri tartma işi olarak yargı
edimi konusunda, daha açık deyişle siyaset, etik, estetik ve zanaat alanlarında kendisini
gösteren yargı edimleri konusunda bize sunduğu olanaklar üzerinde durulacak.
I. Büyük Türkçe sözlüklere (TDK 2012, Tuğlacı 1971-74) göre, yargıç ya da hâkim,
“millet adına, yargı yetkisini kullanarak yasaya aykırı davranışlarda veya uyuşulmayan işlerde
yasayı yerine getirmekle, adaleti gerçekleştirmekle görevli kimse”dir. ‘Hâkim’ sözcüğünün
sıfat olarak taşıdığı anlamlar, bu kimsede var olduğu varsayılan özellikler konusunda önemli
113
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
ipuçları veriyor. Hâkim olan, “egemenliğini yürüten, buyruğunu yürüten, sözünü geçiren,
egemen” kimsedir; “başta gelen, başta olan, baskın çıkan” kimsedir; “yukarıdan gören”, “bir
yeri yüksekten bir bütün olarak gören” kimsedir. Yine Türkçe sözlüklere göre, yargıç ya da
hâkim, “davacı ve davalıyı dinleyerek sonuca varır”, iki tarafı dinleyerek bir yargıya varır,
yani durumu zihninde iyice tartıp (“kavrama, karşılaştırma, değerlendirme vb. yollara
başvurarak”) bir “değerlendirme” yapar, yani durumu zihninde iyice tartıp bir karara varır,
başka bir deyişle durumu muhakeme edip bir hüküm verir. En sonunda varılan karar ya da
hüküm, tıpkı onu dile getiren gibi “egemen”dir, “başat”tır ve “yukarıdan"dır.
‘Yargıç’ ve ‘hâkim’, ‘yargı’ ve ‘hüküm’, ‘yargılama’ ve ‘muhakeme’ sözcüklerinin
sözlük anlamlarının bu kısa özeti bize bir yargıç ya da hakimin yerine getirdiği edimin, yani
yargı ediminin en az iki boyutunun olduğunu gösteriyor: tartım (akıl yürütme, muhakeme) ve
karar (sonuç çıkarma). Nitekim yargı kararlarında da gördüğümüz tam böyle bir yapıdır.
Carlos L. Bernal (2007) bu yazının son bölümünde büyük ölçüde yararlanılacak olan
makalesinin yargı kararlarının mantıksal bakımdan genel yapısını ele aldığı bölümünde (s. 56) gerekçe ve karar bölümlerinden oluşan her yargı kararının bir büyük öncül, bir küçük öncül
ve onlardan modus ponens yasasıyla 2 elde edilen bir sonuçtan oluşan koşullu bir tasım
formunda olduğunu, bu tasımın öncüllerinin gerekçeye, sonucunun ise karara karşılık
geldiğini belirtiyor. Buna göre, en sonunda belli bir hukuki sonuca (3. önerme) varan her
yargı kararı, bir koşullu önerme 3 olan büyük öncül (1. önerme) ile bir kategorik önerme 4 olan
küçük öncülün (2. önerme) elde edilme süreçleri dışarıda tutulduğunda, şöyle bir mantıksal iç
yapıya sahiptir:
(1)(x)(Kx → HSx)
(2)Ka
(3)HSa
MP (1,2)
Bu mantık cümlelerinde ifade edilenlere gelince, bir koşullu önerme olan 1 önermesi
(yani, büyük öncül) genel bir kuralı ifade eder ve bu genel kural, her yargıcın, fiiliyle K
koşullarını yerine getiren her x faili için, HK hukuki sonucuna hükmetme yetkisine sahip
olduğunu ve bu x faili için bu HK hukuki sonucuna hükmetmek zorunda olduğunu söyler. Bir
kategorik önerme olan 2 önermesi (yani, küçük öncül), a gibi belirli bir failin K koşullarını
Bir koşullunun ön-bileşenin evetlenmesi halinde art-bileşeninin evetlenmesinin zorunlu olduğunu söyleyen
yasa.
3
Koşullu önerme, yani birbirlerine koşul (ise) eklemiyle bağlanmış iki kategorik önermeden oluşan bileşik
önerme.
4
Kategorik önerme, yani özne ve yüklemden oluşan yalın önerme.
2
114
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
yerine getiren bir fiilde bulunduğunu ifade eder. Yine bir kategorik bir önerme olan 3
önermesi (yani, sonuç önermesi), 1 önermesinin ifade ettiği genel kuralda öngörülen K
koşullarına uygun fiilde bulunmuş olduğu 2 önermesinde onaylanan a faili için HS hukuki
sonucuna hükmedildiğini ifade eder. Bu üç mantık cümlesinin birlikte ifade etti şey ise, 1 ve
2 gerekçeleriyle (modus ponens yasası gereği) a faili için 3 kararının verilmiş olduğudur.
Peki, mantıksal içyapısı böyle olan bir yargı kararı üreten bir yargıcın, bir yargı
ediminde bulunurken yaptığı şeyin öncülleri tartıp onlardan bir sonuca varmak olarak
belirlemek yeterli midir? Sözlükler ve Bernal’ın yukarıda kısa bir özeti verilen mantıksal yapı
çözümlemesi, ilk bakışta, yargıçların yargı edimlerinin böyle iki boyutlu bir edim olduğu
fikrini destekliyor. Ancak hem sözlüklerde ilgili sözcüklerin taşıdığı yan anlamlar, hem
Bernal’ın örnek bir dava üzerinden yaptığı ayrıntılı çözümleme, yargıcın ediminin, çok daha
karmaşık, çok daha fazla boyutlu bir edimler zinciri olduğunu da gözler önüne seriyor. Son
bölümde geniş olarak kullanılacak olan bu ayrıntılı çözümlemeye şöyle kabaca bir bakış bile
bu karmaşık ve çok boyutlu yapıyı görmek için yeterli:
Genel bir hukuk kuralını ifade eden büyük öncül, hukuk kaynaklarının (anayasa,
yasalar, yasaların amacı, yasa yapıcının niyeti, örfi hukuk kuralları ya da ilkeleri, akli yorum
ilkeleri vb) yorumlanmasıyla elde edilir. Küçük öncül mevcut kanıtlar değerlendirilerek
yapılan bir olgu sapmasıdır. Sonuç önermesiyle hem failin fiiliyle ilgili hüküm verilmekte,
hem ilgili makam ya da kişilere bu hükmün gereğinin yapılması emri verilmekte, hem de
davalının (bazen hem davalı hem davacının) hukuki statüleri değiştirilmektedir.
II. Ancak yargı ediminin çok boyutlu olmak dışında, son derece önemli bir yönü
daha vardır: her yargı edimi söz ve/veya yazı ortamında gerçekleşir. Daha açık bir anlatımla,
her yargıç bir yargı kararı verdiğinde, bu yargı kararını söyleyerek ve/veya yazarak dile
döker: Yargılamaya konu olan olayı, yargılamaya konu olan olayın taraflarını, yargılamaya
konu olan olayın yarattığı hukuki sorunu, o hukuki sorunu çözüme kavuşturmak için
başvurduğu genel kuralı, bu genel kuralı hangi hukuk kaynaklarının hangi yorumundan
çıkardığını, kanıtların neler olduğunu, bu kanıtlarla ilgili yaptığı değerlendirmeyi, bu
değerlendirmenin sonunda yaptığı olgusal saptamayı, hukuk kaynaklarının yorumundan elde
ettiği genel kural ve yaptığı olgusal saptama ışığında vardığı hukuki sonucu söyleyerek
ve/veya yazarak dile getirmeden bir yargı ediminde bulunmak mümkün değildir. Dahası, söz
konusu hukuki sonuç bu şekilde dile getirilmeden ne ilgili makam ya da kişilere o hukuki
sonucun gereğinin yerine getirilmesi emri verilebilir ne de birtakım hukuki statülerin
değişikliğe uğraması mümkün olur. Dolayısıyla her yargı ediminin dilde başlayıp dilde
115
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
bittiğini, dili çekip aldığımızda ortada bir yargı ediminin de kalmayacağını söylemek hiç de
yanlış olmaz. Bunun içindir ki, “bir şey söylemek bir şey yapmaktır” diyen söz edimleri
kuramı, yargı edimini bir şey söylemek suretiyle yerine getirilen (bildirmek, söz vermek, emir
vermek, teşekkür etmek, aforoz etmek gibi) edimlerden bir edim anlamında, bir söz edimi
olarak görür.
III. 40’lı yılların ortasından 50’li yılların sonlarına kadar John L. Austin tarafından
geliştirilip 5 öğrencisi John R. Searle tarafından 60’lı yılların sonlarından başlayarak 80’li
yılların ortasına kadar yapılan çalışmalarla en temel düşünceleri bir eleştiri süzgecinden
geçirilerek yeniden ortaya konan 6 söz edimleri kuramına 7 göre, bir şey söyleyen kişi düzsöz,
edimsöz ve etkisöz edimlerinden oluşan (ve bu edimlerin bir toplamı olan) bir söz ediminde
bulunur. Bunlardan düzsöz 8 edimi belli bir dilde bir önerme dile getirmek yoluyla bir nesneye
göndermede bulunup ona bir özellik yüklemeye çalışmayı, edimsöz edimi düzsöz edimiyle
yerine getirilen (bildirmek, söz vermek, emir vermek, teşekkür etmek, aforoz etmek gibi) dil
edimlerinde bulunmaya çalışmayı anlatır. Örneğin, belli bir iletişim ortamında 9 kitabını
arayan muhatabına “Kitap masanın üzerinde” diyen kişi belli bir kitap ile belli bir masaya
göndermede bulunur ve o belli kitaba masasının üzerinde olmaklığı yükler. Bu onun yerine
getirdiği düzsöz edimidir. Kişi bunu söylerken aynı zamanda kitabın masanın üzerinde
olduğunu bildirir. Bu da onun yerine getirdiği edimsöz edimidir. Ancak her düzsöz ediminde
bulunanın aynı zamanda bir edimsöz ediminde bulunması zorunlu değildir. Örneğin, “Kitap
masasının üzerinde” önermesi söz gelişi Türkçe öğrenmeye çalışan biri tarafından sözlü (ya
da yazılı) bir alıştırma olarak söylenebilir (ya da yazılabilir). Ancak bir düzsöz ediminde
bulunmadan bir edimsöz ediminde bulunmak mümkün değildir: kitabın masanın üzerinde
oluğunu bildirmek gibi bir dil ediminde bulunmanın yolu “Kitap masanın üzerinde” tümcesini
Austin, 1946 yılında (Proceedings of Aristotelian Society’de) yayımlanan “Other Minds” başlıklı bir
çalışmasında ilk tohumlarını attığı kuramına 1955 yılında Harvard Üniversitesinde yaptığı ve ölümünden sonra
1962’de How to Do Things with Words başlığıyla yayımlanan derslerinde son şeklini vermiştir.
6
Searle 1969 yılında yayımlanan Speech Acts başlıklı kitabında; arkasından da 1979’da Expression and Meaning
başlığı altında bir araya getirilerek yayımlanan yazılarında kuramını bir eleştiri süzgecinden geçirerek yeniden
ele alır. 1985 yılında Daniel Vanderveken ile birlikte kaleme aldığı Foundations of Illocutionary Logic başlıklı
kitapta ise söz edimlerinin mantıksal yapılarını ortaya koyar.
7
Söz edimleri kuramının ayrıntıları için bkz Aysever 2000 ve 2009.
8
“Düzsöz” Austin’e ait bir kavramdır ve onu “seslendirme”, “dillendirme” ve “anlamlandırma” edimlerinin bir
toplamı olarak tanımlar. Ancak Searle, Austin’in bu kavramını sorunlu bulur ve onu “sözceleme” ve “önerme
edimi” olarak yeniden tanımlar. Fakat bugün genel kabul gören kavramlaştırma Austin’inkidir. Searle’ün
eleştirilerinin ayrıntısı için bkz Searle 1968, Aysever, 2000, s. 26-23.
9
Ortada aynı dili konuşan bir konuşan (ya da yazan) bir de dinleyen (ya da okuyan) olmak üzere en az iki kişinin
bulunduğu (ya da bulunduğunun varsayıldığı), bunlardan konuşan (yazan) kişinin dinleyene (okuyana) bir
şeyler söyleyerek (yazarak) bir iletide bulunmaya çalıştığı (ya da bulunmaya çalıştığının varsayıldığı), dinleyen
(okuyan) kişinin de konuşan (yazan) kişinin söylediği (yazdığı) sözlerle bir şey iletmeye çalıştığını kabul edip
o iletiyi kavramaya çalıştığı durum.
5
116
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
söylemekten geçer. Ayrıca bir ve aynı düzsöz edimiyle, başka iletişim ortamlarında başka
edimsöz edimlerinde bulunmak da mümkündür. Örneğin uygun başka bir iletişim ortamında
başka bir kişi (hatta aynı kişi) yine belli bir kitap ile belli bir masaya göndermede bulunup o
belli kitaba masanın üzerinde olmaklığı yüklemek suretiyle, söz gelişi “Kitap masanın
üzerinde olacak” diyerek muhatabına kitabı masanın üzerine koyma emri verebilir, ya da
muhatabına kitabı masanın üzerine bırakma sözü verebilir.
Toplam söz edimini oluşturan üç edimden sonuncusuna, yani etkisöz edimine
gelince, o da yerine getirilen edimsöz edimleriyle muhatapta bir duyguya, bir düşünceye ya da
bir davranışa yol açmaya çalışmayı anlatır. Örneğin, uygun bir iletişim ortamında “Fare
masanın üzerinde” diyerek (düzsöz) farenin masanın üzerinde olduğunu bildiren (edimsöz)
kişi, bu bildirme edimiyle muhatabında söz gelişi bir tiksinme duygusu ya da masanın temiz
olmadığı düşüncesi yaratmaya çalışabilir, veya muhatabının masadan uzaklaşmasını
sağlamayı amaçlayabilir.
Etkisöz ediminin, ilk iki edimden önemli bir farkı vardır: düzsöz ve edimsöz edimleri
uylaşımsal edimlerken, etkisöz edimi uylaşımsal bir edim değildir. Daha açık bir deyişle,
düzsöz ve edimsöz edimlerini dilin sözdizim, anlam ve kullanım kuralları yönetirken, etkisöz
edimi dilin bu kurallarının dışında işler. Yukarıdaki örnek üzerinden biraz daha açmak
gerekirse, ilgili iletişim ortamını dışarıdan izleyen bir gözlemci, iletişim ortamıyla ilgili
bilgilerine konuşulan dilin (burada Türkçenin) sözdizim, anlam ve kullanım kurallarını
ekleyerek, “Fare masanın üzerinde” diyen kişinin bulunduğu düzsöz ve edimsöz edimlerini
kavrayabilir, ama etkisöz edimini kavrayamaz. Onu da kavrayabilmesi, söyleyen ve dinleyen
kişilerle ilgili fazladan birtakım bilgilere sahip olmasına bağlıdır. Bunun içindir ki, kişi
bulunduğu edimsöz edimiyle muhatabında belli bir duygu, belli bir düşünce, ya da belli bir
davranış şekli yaratmak istese, muhatabı da onun bu isteğini anlasa bile amacına
ulaşamayabilir: muhatabında bir tiksinme duygusu ya da masanın temiz olmadığı düşüncesi
yaratmaya, veya muhatabının masadan uzaklaşmasını sağlamayı amaçlasa, muhatabı da onun
bu niyetinin farkına varsa bile, muhatabında bir tiksinme duygusu, masanın temiz olmadığı
düşüncesi oluşmayabilir, muhatabı masadan uzaklaşmayabilir. Bunun tam tersi de doğrudur:
kişi bütün bunları amaçlamasa bile, muhatabı onun böyle bir amacı olduğu düşüncesine
kapılıp tiksinti duygusu duyabilir, masanın temiz olmadığı düşüncesine varabilir, ya da
masadan hızla uzaklaşabilir. Hatta, kişinin böyle bir amacı olmasa, muhatabı da onun böyle
bir amacı olmadığı bilse bile onda böyle bir duygu, böyle bir düşünce, böyle bir davranış şekli
ortaya çıkabilir.
117
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
Bütün bunlardan anlaşılabileceği gibi, söz edimleri kuramı açısından bu üç edimden
edimsöz edimi, toplam söz ediminin tam merkezinde yer alır: kuram bir söz ediminde bulunan
kişiyi, belirli bir önermeyi belirli bir edimsöz gücüyle dillendiren kişi olarak görür ve kişinin
bir önermeyi dillendirirken yerine getirdiği edimin hangisi olduğunu ve kişinin o edimi
gerçekten yerine getirmiş sayılıp sayılamayacağını, başka bir deyişle edimin başarılı ve
kusursuz bir şekilde yerine getirilip getirilmediğini belirleyen faktörleri edimsöz gücünün
yedi bileşeni olarak belirler. Kurama göre bunlar da edimsöz ereği, edimsöz ereğinin şiddet
derecesi, edimsöz ereğine ulaşma yolu, önerme içeriği koşulları, hazırlayıcı koşullar, içtenlik
koşulu ve içtenlik koşulunun şiddet derecesidir.
Kuramın edimsöz gücünün ana bileşeni olarak değerlendirdiği edimsöz ereği, yerine
getirilen edimsöz ediminde içkin olan erek ya da amacı anlatır. Örneğin bildirme ediminin
amacı, dünyayı betimlemek; söz vermenin, söz veren kişiye bir şey yapma sorumluluğu
yüklemek; emir vermenin amacı, muhataba bir şey yaptırmaya çalışmak; teşekkür etmenin
amacı, teşekkür eden kişinin, muhatabının kendisi için yaptığı bir şeyden dolayı duyduğu
şükran duygusu dışavurmak; aforoz etmenin amacı muhatabı içerisinde yer aldığı din
kurumundan dışlamaktır.
Edimsöz ereği aynı olan bazı edimler o ereğe farklı şiddet dereceleriyle ulaşır. Söz
gelişi muhataba bir şey yapmasını emretmenin de rica etmenin de ereği aynıdır: muhataba bir
şey yaptırmaya çalışmak. Fakat emir veren kişinin muhatabına bir şey yaptırma çabası, rica
edenin muhatabına bir şey yaptırma çabasından daha güçlüdür. Bunun gibi muhatabına bir şey
yapmaya yemin eden kişi de, muhatabına bir şey yapma sözü veren kişi de bir şey yapma
sorumluluğu üstlenir, ama yemin edenin üstlendiği sorumluluk, söz verinin üstlendiği
sorumluluktan daha güçlüdür.
Kimi edimsöz edimleri, edimsöz ereğine ulaşmak için özel bir yolun kullanılmasını
ya da özel birtakım koşulların varlığını gerekli kılar. Örneğin, emir vermek ile rica etmenin
ereği aynıdır, fakat emir vermek söz konusu olduğunda kişi bu ereğe muhatabı üzerindeki
otoritesini kullanarak ulaşır. Aynı şekilde, tanıklık etmek ile bildirmenin edimsöz erekleri
dünyayı betimlemektir, ama tanıklık eden kişi bildiren kişiden farklı olarak, bu betimlemeyi
tanıklığına dayanarak yapar. Kimi durumlarda edimsöz ereğine ulaşma yolu, edimsöz ereğinin
şiddet derecesini etkiler: örneğin kişinin muhatabına onun üzerindeki otoritesini kullanarak
bir şey yaptırmaya çalışması onun bu çabasının gücünü de arttırır.
118
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
Çoğu durumda yerine getirilen edimin edimsöz gücü, o edimde bulunulurken dile
getirilen önermenin içeriğiyle ilgili birtakım koşullar dayatır. Örneğin söz vermek, kişinin
kendisinin gelecekte bir eylemde bulunacağı yollu bir önerme dile getirmesini zorunlu kılar;
buna karşılık muhatabının ya da üçüncü bir kişinin gelecekte bir şey yapacağı, ya da
kendisinin geçmişte bir şey yapmış olduğu yollu önermeler dile getirmesini yasaklar. Benzer
şekilde kişi bir konuda teşekkür ediyorsa, teşekkürüne konu olan şeyi dile getiren önermenin
muhatabının yaptığı (yapacağı, yapıyor olduğu) bir şeyi dile getirmesini gerektirir.
Her edimsöz edimi birtakım varsayımlar içerir. Örneğin söz verme ediminde, kişi
yapmaya söz verdiği şeyin muhatabının yararına olduğunu, muhatabının bu şeyin yapılmasını
kendisinden beklediğini, kişinin kendisinin söz verdiği şeyi yapabilecek durumda olduğunu
varsayar. Teşekkür etmek de, kişinin teşekkürüne konu olan şeyin kendisine yarayan bir şey
olduğunu varsayar. Bu varsayımların birçoğunu edimsöz ereği belirler. Bunun için, edimsöz
ereği aynı olan bütün edimsöz edimlerinin ortak bir ya da bir dizi varsayımı vardır. Örneğin
edimsöz ereği dinleyen kişiye bir şey yaptırmak olan bütün edimsöz edimlerinin (yani emir
vermek, rica etmek, yalvarmak gibi edimlerin tamamı), bir hazırlayıcı koşul olarak, kişinin
muhatabının ondan yapılması istenen şeyi yapabilecek durumda olduğunu varsaymasını
gerektirir. Fakat varsayımların kimilerini edimsöz ereğine ulaşma yolu belirlediğinden, kimi
varsayımlar da ancak belli edimsöz edimlerinde karşımıza çıkar. Örneğin emir vermek ile rica
etmek, yukarıdaki varsayımı gerekli kılar; ancak emir ricadan farklı olarak, aynı edimsöz
ereğine kendine özgü bir ulaşma yoluyla ulaşılmayı gerektirdiğinden, yani kişinin muhatabına
onun üzerindeki otoritesini kullanarak bir şey yaptırmaya çalışmayı gerektirdiği için, konuşan
kişinin dinleyen kişi üzerinde bir otoritesi olmasını da gerekli kılar. Dolayısıyla, ancak bu
varsayımın doğru olması durumunda kişi muhatabına başarılı ve kusursuz bir biçimde emir
vermiş sayılır.
Kişi, içeriği dile getirmiş olduğu önerme olan belli bir edimsöz ediminde bulunduğu
her durumda, bir de içeriği dile getirmiş olduğu o önerme olan bir duygusunu dışavurur.
Örneğin önerme içeriği kitabı masanın üzerine koymak olan bir söz verme ediminde bulunan,
yani kitabı masanın üzerine koyma sözü veren kişi, aynı zamanda da kitabı masanın üzerine
koyma niyetini; kitabın masanın üzerine koyulması emrini veren kişi, aynı zamanda da kitabın
masanın üzerine konulması isteğini, kitabın masanın üzerinde olduğunu bildiren kişi aynı
zamanda da kitabın masanın üzerinde olduğu inancını dışavurur. Elbette kişi söz verdiği şeyi
yapma niyeti olmadığı halde o şeyi yapma sözü verebilir, emir verdiği şeyin yapılmasını
istemediği halde o şeyin yapılmasını emredebilir, önerme olarak dile getirdiği şeyin olduğuna
119
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
inanmadığı halde o şeyin olduğunu bildirebilir. Ancak bütün bu durumlarda, kişinin edimi
içten bir edim olmaz. Yani kişi yapma niyeti olmadığı halde söz vermiş, yapılmasını
istemediği halde emir vermiş, olduğuna inanmadığı halde bildirmiş sayılır.
Aynı edimsöz ereğine farklı şiddet dereceleriyle ulaşılabileceği gibi aynı ruhsal
durum da farklı şiddet dereceleriyle dışavurulabilir. Örneğin rica eden de yalvaran da bir şey
yapılması isteğini dışavurur. Ancak rica edilirken dışavurulan isteğin gücü ile yalvarırken
dışavurulan isteğin gücü aynı değildir: yalvaran kişinin dışavurduğu istek, rica eden kişinin
dışavurduğu istekten daha güçlüdür. Çoğu zaman içtenlik koşulunun şiddet derecesi ile
edimsöz ereğinin şiddet derecesi birlikte değişir. Örneğin rica etmek ile yalvarmak söz konusu
olduğunda durum budur. Çünkü içtenlik koşulunun şiddet derecesinin artması onun edimsöz
ereğinin şiddet derecesini de arttırır. Ama kimi durumlarda da bu iki şiddet derecesi birlikte
değişmez. Örneğin emir vermenin edimsöz ereğinin şiddet derecesi, rica etmeninkinden daha
büyüktür; ama içtenlik koşulunun şiddet derecesinin ricanınkinden daha büyük olması zorunlu
değildir. Çünkü emrin edimsöz ereğinin şiddet derecesinin yüksek olması, bu edimin edimsöz
ereğine ulaşma yolundan kaynaklanmaktadır: emrin edimsöz ereğinin şiddet derecesi
yüksektir, çünkü emir veren dinleyen kişiye, onun üzerindeki otoritesini kullanarak bir şey
yaptırmaya çalışır.
Kurama göre, bütün bunların dışında, kimi edimsöz edimleri, edimsöz erekleri
gereği, o edimsöz ediminde bulunulurken dile getirilen önermeyi dünyaya uydurmayı, kimi
edimsöz edimleri de dünyayı o edimsöz edimi yerine getirilirken dile getirilen önermeye
uydurmayı zorunlu kılar. Örneğin bildirmek önermeyi dünyaya uydurmayı, söz vermek ile
emretmek ise dünyayı önermeye uydurmayı zorunlu kılar. Kuram, elindeki listeyle alış veriş
yapan biri ile onu izleyerek aldıklarını listeleyen bir başka biri örneği üzerinden bu iki farklı
uydurma doğrultusunu şöyle açıklıyor:
Karısının verdiği, üzerinde “fasulye, yağ, salam, ekmek” yazılı bir alış veriş listesiyle
süpermarkete giren bir adam ve bu adam listede yazılanları sepetine ata ata raflar arasında
dolaşırken onun her aldığını bir kağıda yaza yaza adamı izleyen bir dedektif düşünelim. Dışarı
çıktıklarında her ikisinin de elinde aynı liste olacaktır. Fakat bu iki listenin işlevleri çok
farklıdır. Alış veriş yapan adamın elindeki listenin amacı, deyim yerindeyse, dünyayı elindeki
listeye uydurmaktır: eylemlerini listeye uygun olarak yapar. Buna karşılık dedektifin elindeki
listenin amacı listeyi dünyaya uydurmaktır: listeyi alış veriş yapan adamın eylemlerine
uydurduğu söylenebilir. Aralarındaki fark, her iki durumda bir hata yapıldığında olup bitene
bakarak daha iyi anlaşılabilir. Söz gelişi, dedektifin eve gittiğinde, birden, adamın salam
120
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
yerine kuşbaşı et aldığını fark ettiğini düşünelim. Bu durumda onun yapacağı tek şey, elindeki
listede yer alan ‘salam’ sözcüğünü çizip yerine ‘kuşbaşı et’ yazmak olacaktır. Ama eve
gidince salam yerine kuşbaşı et aldığı fark edildiğinde, adamın bu hatayı aynı yolla
düzeltmesi olanaklı değildir.
Bu örnekte, eldeki listeler dile getirilen önermeye, adam ile dedektifin yaptıkları ise
edimsöz edimine karşılık gelmektedir. Burada nasıl yapılan işlerin niteliği eldeki listede
yazılanlarla markette bulunan mallar arasındaki ilişkinin yönünü belirliyorsa, tıpkı bunun gibi,
yerine getirilen edimsöz edimleri de, dile getirilen önerme ile dünya arasındaki ilişkinin
yönünü belirler. Kurama göre, bildirmek ve onun gibi edimsöz ereği dünyayı betimlemek olan
edimlerde önerme dünyaya, söz vermek gibi edimsöz ereği kişiye gelecekte bir şey yapma
sorumluluğu yükleyen edimlerle emretmek gibi edimsöz ereği muhataba bir şey yaptırmaya
çalışmak olan edimlerde ise dünya önermeye uydurulur. Teşekkür etmek gibi ereği kişinin
içinde bulunduğu belirli bir duygu ya da zihin durumunu dışavurmak olan edimlerin bir
uydurma doğrultusu yoktur: ne önerme dünyaya (dış dünyaya) uydurulur ne de dünya (dış
dünya) önermeye uydurulur (kuram açıkça söylemez ama, önermenin kişinin iç dünyasına
uydurulduğu söylenebilir). Aforoz etmek gibi ereği dünyada bir değişiklik yaratmak olan
edimlerin ise iki yönlü bir uydurma doğrultusu vardır: dünyada önerme doğrultusunda yeni
bir durum yaratılıp önerme yaratılan bu yeni duruma uydurulur.
IV. Kuram bir söz edimi olarak yargı ediminin yapısıyla ilgili ayrıntılı bir
çözümleme sunmaz. Bu bağlamda yaptığı şey, edimsöz edimlerini sınıflandırmaktır. Ama bu
sınıflandırma sırasında bir yargıcın bir yargı kararı dile getirirken yerine getirdiği edimin
yapısıyla ilgili birtakım önemli ipuçları sunar bize.
Kuramın yaratıcısı Austin, Söylemek ve Yapmak’ın (2009) “Edimsöz Sınıfları”
başlıklı son bölümünde (s. 160-174) bir önerme dile getirmek suretiyle yerine getirilebilecek
edimsöz edimlerinin sayısının binlerle ifade edilebileceğini belirtir. Ona göre, bir dilin söz
varlığında yer alan ve bu tür edimleri adlandıran fiillerin sayısı bunun kanıtıdır. Ancak bu sayı
ne kadar çok olursa olsun onları beş sınıfa ayırmak mümkündür. O yaptığı sınıflandırmadan
hiç memnun değildir, ama yine de sınıflandırmasının edimsöz edimlerinin kaba bir fotoğrafını
çıkardığını belirttikten sonra bu edimleri kulağa “itici” geleceğini söylediği şu beş başlık
altında toplar: (1) hüküm-belirticiler, (2) erk-belirticiler, (3) sorumluluk-yükleyiciler, (4)
davranış belirticiler ve (5) serimleyiciler. Bunlardan birincisi, yani hüküm-belirticiler, farklı
nedenlerle hakkında emin olunması zor olan bir şeyle ilgili bir karar vermeyi içerir. Bu verilen
kararın kesin olması gerekli değildir: bu bir tahmin, bir kanaat, bir değer takdiri vb olabilir.
121
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
İkincisi, yani erk-belirticiler, bir gücün, bir hakkın, ya da bir nüfuzun kullanılmasını içerir:
atama yapmak, oy vermek, emretmek, ısrar etmek, tavsiyede bulunmak, uyarmak bu sınıfa
giren örneklerdir. Üçüncüsünün, yani sorumluluk-yükleyicilerin en tipik örneği söz vermek,
ya da başka türlü taahhütlerdir; size bir şey yapma sorumluluğu yüklerler, ama ayrıca niyet
beyan ya da ilanlarını da içine alır. Austin’in çok karmaşık olduğunu belirttiği dördüncü sınıf,
yani davranış-belirticiler tutumlarla ve toplumsal davranışla ilişkilidir. Örneğin, özür dilemek,
tebrik etmek, övmek, taziyede bulunmak, ilenmek, meydan okumak bu guruba girer.
Austin’in tanımlamakta zorlandığını söylediği beşincisi, yani serimleyiciler, ona göre,
kullandığımız tümcelerin bir uslamlamanın ya da konuşmanın akışı içinde nasıl bir yere
oturduğunu, sözleri nasıl kullanmakta olduğumuzu belirginleştirirler, ya da daha genel bir
ifadeyle açıklayıcı bir işlev görürler. Örneğin, yanıt vermek, savunmak bu sınıfa girer.
Austin, “bir jürinin, bir yargıcın, ya da bir hakemin bir hüküm vermesi” edimini, bu
edimsöz edimleri sınıflamasında hüküm-belirticilerin tipik bir örneği sayar. Ancak onun bu
sınıflamasında hiçbir sınıf homojen değildir: her edimsöz, deyim yerindeyse ana karakteri
bakımından belli bir edimsöz sınıfının üyesidir, ama onun diğer sınıflarla da bağlantıları
vardır. Bu yüzden Austin’in gözünde yargı edimi, ana karakteri bakımından bir hükümbelirtici olan, ama ayrıca diğer sınıflarla da bağlantıları olan bir edimdir. Austin’e göre
hüküm-belirticiler sınıfına giren edimlerde kanıtlara ya da birtakım gerekçelere dayanarak
değerler ve olgularla ilgili resmi ya da gayri resmi kararlar verilir. Bu edimler yasama ve
yürütme tarafından yerine getirilen erk-belirtici edimlerden ayrıdır, ama bazı hüküm-belirtici
edimler, örneğin bir jüri ya da bir yargıç tarafından yerine getirilen bir edim olarak yargı
edimi aynı zamanda bir erk-belirtici niteliğindedir: resmi bir görevlendirmeye dayanılarak
yerine getirilir ve fiili bir durum yaratır. Dahası, hüküm-belirtici edimlerin erk-belirtici bir
yönü olduğu gibi sorumluluk-yükleyici bir yönü de vardır: hüküm-belirticiler, böyle bir
edimde bulunan kişiye, hem verdiği hükmün tutarlı olması için gerekli olan, ya da verdiği
hükme dayanak olan eylemlerin hem de verdiği hükmün sonuçları olabilecek, ya da verdiği
hükümlü ilgili olabilecek eylemlerin sorumluluğunu yükler: söz gelişi tazminata hükmeden
bir yargıç, tazminat hükmünü gerekçelendirme sorumluluğunu üstlendiği gibi o tazminatı
belirleme sorumluluğunu da üstlenir. Austin’e göre, ayrıca, bazı davranış-belirticilerde
hüküm-belirtici bir yön bulunabilir: söz gelişi tebrik etmek bir değer ya da kişinin karakteriyle
ilgili bir hüküm vermeyi içerebilir; bazı serimleyeci edimlerde bulunan kişi, bir bakıma
hüküm-belirtici bir edimde de bulunmuş sayılabilir: söz gelişi söylenen bir söze ilişkin her
yorum, bir bakıma o söz hakkında bir hüküm de belirtir.
122
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
IV. Austin’inin ardından kuramı gözden geçiren Searle, hocasının yaptığı edimsöz
edimleri sınıflamasında birtakım sorunlar görür ve yeni bir edimsöz edimleri sınıflaması
yapar. Ona göre Austin’in sınıflamasında altı önemli sorun vardır: (1) Austin bir şey
söylemek suretiyle yerine getirdiğimiz edimlerle, yani edimsöz edimleriyle bu edimlerin
adlarını, yani edimsöz fiillerini birbirine karıştırmakta ve edimsöz edimlerinden çok edimsöz
fiillerini sınıflandırmaktadır. (2) Dikkate aldığı fiillerin hepsi edimsöz fiili değildir. (3)
Sınıflar arasında çok fazla kesişme bulunmaktadır. (4) Sınıfları oluşturan fiiller homojen
değildir. (5) Sınıfları oluşturan fiillerin birçoğu sınıfın tanımına uygun değil. (6) En önemlisi,
tutarlı bir sınıflama ilkesi bulunmamaktadır. Bu nedenlerle de edimsöz gücünün yukarıda
sayılan yedi bileşeninden edimsöz ereği ve içtenlik koşuluyla birlikte uydurma doğrultusunu
da temele alarak edimsöz edimlerini (1) kesinleyiciler, (2) yönelticiler, (3) yükleyiciler, (4)
dışavurucular ve (5) beyanlar diye beş ana sınıfa ayırır.
Onun Austin’inkine oranla çok daha homojen bir yapısı olan bu sınıflamasına göre,
kesinleyici edimsöz edimlerinin ereği, bir şeyin söylendiği gibi olduğu, başka bir deyişle, dile
getirilen önermenin doğru olduğu konusunda konuşan kişiyi, değişik ölçülerde, yükümlülük
altına sokmaktır. Bu tür edimlerde önerme dünyaya uydurulur, ya da daha açık bir deyişle bu
tür edimlerde önermenin dünyaya uygun olması beklenir ve kişi, söylenen şeyin söylendiği
gibi olduğu içerikli bir inancını da dışavurmuş sayılır. Örneğin, ileri sürmek, iddia etmek,
bildirmek, yadsımak, öndeyide bulunmak böyle edimlerdir.
Yöneltici edimlerin ereği, muhataba bir şey yaptırmaya çalışmaktır. Bu edimlerde
dünya dile getirilen önermeye uydurulur. Dolayısıyla, beklenen şey, bir süre sonra muhatap
tarafından dünyada dile getirilen önerme doğrultusunda bir değişiklik yaratılmasıdır. Bu tür
bir edimde bulunan kişi, içeriği dile getirdiği önerme olan bir isteğini dışavurur. Örneğin,
sormak, buyurmak, emretmek bu sınıfa girmektedir.
Searle, Austin’in sorumluluk-yükleyici tanımına karşı çıkmaz. Dolayısıyla ona göre,
yükleyici edimsözler, ereği kişiyi gelecekte bir şey yapma konusunda bir yükümlülük altına
sokmak olan edimlerdir. Böyle bir edimde bulunan kişi bir niyetini dışavurur. Söz ile dünya
arasındaki ilişkiye gelince, bu edimlerde de yöneltici edimlerde olduğu gibi dünya dile
getirilen önermeye uydurulur. Ancak, bu kez, dünyada önerme doğrultusunda bir değişiklik
yaratması beklenen muhatap değil, edimde bulunan, yani konuşan kişidir. Söz vermek, tehdit
etmek, bir şey yapmaya yemin etmek, bir şey yapmayı reddetmek böyle edimlerdir.
123
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
Dışavurucular, ereği, edimin önerme içeriğiyle ilgili olarak konuşan kişinin içinde
bulunduğu ruhsal bir durumu dışavurmak olan edimlerdir. Örneğin teşekkür etmek, tebrik
etmek, özür dilemek bu türe girer. Bu tür edimlerde dışavurulan ruhsal durumlar çeşitlidir.
Söz gelişi kişi, teşekkür etmede, dile getirdiği önermenin gösterdiği olgu ya da durum
karşısında duyduğu şükran duygusunu; tebrik etmede, sevincini; özür dilemede, üzüntüsünü
dışavurur. Böyle edimsözlerin uydurma doğrultusu yoktur: Önerme (dış) dünyaya
uydurulmadığı gibi (dış) dünya da önermeye uydurulmaz.
Son edimsöz edimi türü olan beyanların ereği dünyada yeni bir olgu ya da durum
yaratmaktır. Kişinin ilgili önermeyi söylemesi, o önermenin dile getirdiği olgu ya da duruma
gerçeklik kazandırır. Başarılı ve kusursuz bir biçimde bu edimde bulunulması, dile getirilen
önermeyi dünyaya uygun hale getirir. Dolayısıyla beyanların iki yönlü bir uydurma
doğrultusu vardır. Onlarda dışavurulan ruhsal duruma gelince, bütün bu tür edimlerde kişi bir
isteğini ve bir inancını dışavurur: bir beyanda bulunan kişi, bu beyanda bulunurken dile
getirdiği önermenin anlattığı olgu ya da durumun olması isteğini ve o olgu ya da durumu
yarattığı inancını dışavurur.
Austin gibi Searle’ün de yargı edimiyle ilgili özel bir çözümlemesi yoktur ve
yalnızca bazı özel yargı edimlerini bu beş tür edimden sonuncusunu açıklarken verdiği
örnekler arasında sayar ve beyan sınıfına giren edimlerin, tıpkı birtakım bedensel hareketlerde
bulunarak başlattığımız bir nedensellik zinciri sonucu dünyada bir değişiklik yarattığımız
edimlerimiz gibi, dünyada bilerek ve isteyerek eylemlerimiz aracılığıyla bir değişiklik
yarattığımız edimlerden olduğunu belirtir. 10 Evet, dünyada eylemlerimizle bilerek ve
isteyerek bir değişiklik yaratabilmek için çoğu durumda bedensel hareketlerimizin bir
nedensellik zincirini harekete geçirmesi gerekir. Örneğin tahtaya çivi çakmaya ya da arabayı
çalıştırmaya çalıştığımda belli birtakım bedensel hareketlerim (söz gelişi elimde bir çekici
tutarak kolumu havaya kaldırmam, anahtar kontağa yerleştirip bileğimi saat yönünde
döndürmem) sonucunda niyetlendiğim etkiler ortaya çıkar: çivi tahtaya girer, araba çalışır.
Beyan sınıfına giren edimler de tıpkı bunlar gibi belli birtakım bedensel hareketlerde
bulunmak (ağzımızı açıp birtakım sesler çıkarmak) suretiyle bilerek ve isteyerek dünyada bir
değişiklik meydana getirdiğimiz edimlerdir, ama beyanlarda, gerçekleştirdiğimiz bedensel
hareketlerle o hareketlerin bir sonucu olarak ortaya çıkmasını istediğimiz etkiler arasında
fiziksel bir nedensellik zinciri söz konusu değildir. Örneğin bir toplantının ertelenmiş, iki
10
Bir edimsöz sınıfı olarak beyan edimleri konusunda daha fazlası için özellikle bkz Searle, 1989, s. 547-50;
ayrıca bkz Searle, 2011, s. 21-58, 1978b, s. 27-58) ve Searle ve Vanderveken, 1985, s. 56-58, 61.
124
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
kişinin karı koca ilan edilmiş, ya da savaş açılmış olması için birinin çıkıp, sırasıyla, “Toplantı
ertelendi”, “Sizi karı koca ilan ediyorum”, “Savaş ilan edilmiştir” demesi tek başına yeterlidir.
Elbette bu tümceler her söylendiğinde, dünyada, dile getirilen önermenin ifade ettiği
niyetlenilen durumlar meydana gelmez. Söz gelişi bu tümceler uygun olmayan kişilerce
söylendiğinde dile getirilen önermenin ifade ettiği amaçlanan durum meydana gelmez:
toplantı sırasında toplantıya katılan birinin toplantının ertelenmesi durumunu yaratmak
amacıyla “Toplantı ertelendi” demesi toplantının ertelenmesi sonucunu yaratmaz da toplantıyı
yöneten kişinin demesi yaratır. Nikâh törenine katılan herhangi birinin “Sizi karı koca ilan
ediyorum” demesi ilgili iki kişinin karı koca ilan edilmesi sonucunu yaratmaz da nikâh
memurunun demesi yaratır. Ya da bir vatandaşın “Savaş ilan edilmiştir” demesi bir devletle
savaş hali durumu yaratmaz ama devlet başkanının ya da meclisin demesi yaratır.
Searle bu beyan edimlerinde belirli kişilerin, yani toplantıyı yöneten kişinin, nikah
memurunun, devlet başkanının bir önerme söyleyip o önermenin dile getirdiği durumu
meydana getirebilmesini, buna karşılık diğerlerinin meydana getirememesini, beyan
edimlerinin şu dört özelliğiyle açıklar. Ona göre bu beyan edimleri,
(1) dil-dışı bir kurumun varlığını,
(2) edimde bulunan kişinin ve muhatabının bu dil-dışı kurum içerisinde bir yerlerinin
olmasını,
(3) doğal dile ait belli tümcelerin düz anlamlarıyla söylenmesini (biçimselliğin çok
önemli sayıldığı durumlarda kişinin mutlaka ve mutlaka belli birtakım sözleri söylemesi
beklenir, ancak biçimselliğin önemli sayılmadığı durumlarda bu gerekli sayılmayabilir) ilgili
dil-dışı kurum çerçevesinde belli birtakım beyan edimlerinde bulunmak sayan özel bir
uylaşımı,
(4) edimde bulunan kişinin, kendisi tarafından söylenmesi halinde beyan
gücü
taşıyan ilgili tümceleri, tümcede dile getirilen önermeye karşılık gelen durumu yaratma
niyetiyle söylemesini
gerekli kılarlar. Çivi çakmak ile toplantı ertelemek arasındaki farkı yaratan işte tam da budur:
toplantıyı ertelemede arzulanan değişikliğin meydana gelmesini sağlayan şey, varsayılan dildışı kurumca yetkilendirilen ve bu yetkisi muhataplarınca da tanınan kişinin varsayılan dildışı kurumun belirlediği ya da kabul edebileceği uygun sözleri o sözlerin ifade ettiği durumu
meydana getirme niyetiyle söylemesidir. Searle’e göre bu niyetin dışavurulmuş sayılması için
de, ilgili tümcenin, yetkisi muhatapça da tanınan kişi tarafından söylenmiş olması yeterlidir.
125
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
Çivi çakma ya da arabayı çalıştırma edimlerinde yapıldığı gibi ilgili tümcenin başlattığı bir
nedenler zinciri aramak gerekmez.
Ancak Searle bütün beyanların, toplantı erteleme, karı koca ilan etme ve savaş ilan
etme gibi olmadığını da vurgular. Her şeyden önce beyanların dil-dışı bir kurumun varlığını
gerektirdiği iddiasının geçerli olmadığı beyanlar vardır: doğaüstü beyanlar. Yani Tanrının
“Işık olsun!” diyerek yerine getirdiği beyan edimleri. Ayrıca masallar da cadıların,
büyücülerin gerçekleştirdiği benzer bayan edimleriyle doludur. Biz insanların beyanları bu tür
beyanlardan değildir. Evet, insanların da sözleriyle dünyada birtakım değişiklikler yaratma
gücü vardır, ama onlara bu gücü veren birtakım doğaüstü güçler değil, yine onların ürünü olan
anlaşmalar ve yine onların meydana getirdiği toplumsal kurumlardır. Burada sözü edilen dildışı kurumlar da işte bu toplumsal kurumlardan başkası değildir. Biz insanlar ancak
yaptığımız anlaşmaların ve oluşturduğumuz toplumsal kurumların izin verdiği beyan
edimlerinde bulunabiliriz.
Searle, insanlarca gerçekleştirilen ve dil-dışı bir kurumun varlığını gerektiren
beyanları da bir bütün olarak değerlendirmez. Onları da dilsel ve dil-dışı olarak yeniden ikiye
ayırır. Dilsel olduğunu belirttiği beyanlar, yine bütün beyanlar gibi söylediğimiz tümcenin
ifade ettiği durumu yarattığımız edimlerdir: daha açık bir deyişle, bir şey söylemek suretiyle
bir şey yaptığımız edimler, yani edimsöz edimleridir. “Söz veriyorum, gelip seni göreceğim”,
“Odadan çıkmanı emrediyorum”, “Yağmur yağdığını bildiriyorum” gibi edimsöz edimleri söz
konusu olduğunda da bu edimlerde bulunan kişi dünyada söylediği tümcenin ifade ettiği
durumu yaratır. Ayrıca bir edimsöz edimi şeklinde bir dil ediminde bulunarak yaratılan
olguların kendileri de (yani söz verme, emir verme, bildirme olguları da) dilsel olgulardır.
Ama bir de yine birer edimsöz edimi olan ve burada örnekleri verilen toplantıyı erteleme, karı
koca ilan etme, savaş açma gibi beyan edimleri vardır ki, bunlarda bir şey söylemek suretiyle
yaratılan olgular dilsel değil, dil-dışıdırlar. Biraz daha farklı bir şekilde açıklamak gerekirse,
dilsel beyanlar da dil-dışı beyanlar da birer söz edimidirler ve dolayısıyla bu anlamda
dilseldirler. Birer beyan olarak her ikisinde de edimsöz ereği, dünyada, söylenen söze karşılık
gelen yeni bir durum yaratmaktır. Ama kimi zaman bu olguların kendileri söz vermek,
bildirimde bulunmak, emretmek gibi söz edimleri olur. Searle bunları “dilsel beyanlar” olarak
adlandırır. Kimi zaman da yaratılan yeni olgular bir başka söz edimi olmazlar; “savaş, evlilik,
erteleme, mülk devri vb.” gibi dil-dışı olgular 11 olurlar. Searle bunlara da “dil-dışı beyanlar”
11
Searle, “kurumsal olgular” olarak da adlandırdığı ve toplumsal gerçekliği oluşturduğunu belirttiği bu tür
olguların yapısını ve onların fizik dünyanın “kaba olguları” ile insan zihninin “zihinsel olguları”yla ilişkisini
126
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
der. Searle, birtakım özel yargı edimlerini de işte bu dil-dışı beyanlara verdiği örnekler
arasında sayar.
V. Austin ile Searle’ün bir söz edimi olarak yargı ediminin yapısı konusunda, yargı
ediminin ait olduğu söz edimi sınıfı dolayımıyla söylediklerinin yeterli olduklarını elbette
söyleyemeyiz. Ancak bu söyledikleri arasında yargı edimiyle ilgili son derece önemli iki
saptamanın bulunduğunu da kabul etmek gerekir. Austin’in yaptığı birinci saptamaya göre,
söyleyerek ve/veya yazarak bir yargı kararı dile getiren her yargıç (ya da mahkeme) aslında
tek bir edimde değil bir dizi edimde bulunur. Searle’ün yaptığı çok daha önemli ikinci
saptamaya göreyse, verilen bir kararın bir yargı kararı sayılabilmesi ve o kararı dile getiren
kişinin bir yargı ediminde bulunmuş sayılabilmesi için, o kararın, bir söz edimi olarak yargı
ediminin varsaydığı dil-dışı kurumca yetkilendirilmiş ve o yetkisi muhataplarınca da tanınan
bir kişi tarafından, o dil-dışı kurumun belirlediği uygun sözlerle, o sözlerin ifade ettiği
durumu, yeni bir dil-dışı olgu olarak dünyada meydana getirme niyetiyle verilmiş bir karar
olması gerekmektedir.
Gerçekten de onların bu saptamalarını temele alıp bir söz edimi olarak yargı
ediminin değişik yönleriyle ilgili ayrıntılı, ayrıntılı olduğu kadar da çarpıcı çözümlemeler
sunan hukuk kuramcıları ve felsefecileri vardır. 12 Carlos L. Bernal’ın, söz edimleri kuramı ve
onun hukuk felsefesi ile hukuk kuramındaki bu yansımalarından yola çıkarak New York
Temyiz Mahkemesinin 8 Ekim 1889 tarihinde Palmer hakkında verdiği (ve hukuk
literatüründe sık sık örnek olarak kullanılan) yargı kararı üzerinden yaptığı çözümleme
(Bernal 2007) tam da böyle bir çözümlemedir. O bu çözümlemesine, bir yargıcın (ya da
mahkemenin) bir karar verdiğinde her şeyden önce o kararı ve gerekçelerini söylemek
ve/veya yazmak suretiyle bir düzsöz ediminde bulunduğuna, bunu yapmak suretiyle de bir
dizi edimsöz ediminden oluşan bir yargı edimi gerçekleştirdiğine dikkat çekip bunların
hangileri olduğunu sorarak başlıyor. Arkasından da sırasıyla Palmer davasına konu olan olayı
ve New Yok Temyiz Mahkemesinin verdiği yargı kararını bize özetliyor (s. 4-5). Sonra bu
mahkeme kararının mantıksal yapısını Serimliyor (s. 5-9). En sonunda da mahkeme yargıcının
söz konusu yargı kararını verirken gerçekleştirdiği söz edimlerini, daha doğru bir ifadeyle
edimsöz edimleri dizisi ortaya koyuyor (s. 16-24).
The Construction of Social Reality (Londra: Penguin Books, 1995) ve Making the Social World: The Structure
of Human Civilization (Oxford: Oxford University Press, 2010) başlıklı çalışmalarında ayrıntılı olarak
inceliyor. Bu iki kitabında geliştirdiği “Toplum Ontolojisi” kuramının kısa ve özlü bir anlatımı için bkz.: Searle
2008 ve Searle 2012.
12
Mart 2009 (Cilt 41, Sayı 3) tarihli Journal of Pragmatics’te açılan “Speech Acts in Legal Language” başlıklı
özel dosya bu literatürün önemli bir bölümüne ulaşmak için iyi bir başlangıç olabilir.
127
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
VI. Bernal’in çözümlemesine konu yaptığı Palmer davasında olay şudur: 13 Ağustos
1880’de Francis B. Palmer vasiyetnamesini hazırlar ve mülklerinin küçük bir bölümünü iki
kızına, büyük bir bölümünü de torunu Elmer E. Palmer’a bırakır. Palmer vasiyetname
hükümlerinin kendisi lehine olduğunu bilmektedir. Ama büyükbabasının vasiyetnamesindeki
onun lehine olan söz konusu hükümleri değiştirmek istediğini de bilmektedir. Palmer
büyükbabasının mülklerinin büyük bir bölümünün doğrudan zilyetliğini elde etmek için bir
plan yapar ve büyükbabasını öldürür. Sonra yakalanıp ikinci dereceden cinayetle suçlanır ve
mahkum olur. New York Temyiz Mahkemesindeki dava başladığında yerel mahkemenin
verdiği ceza doğrultusunda ıslahevinde bulunmaktadır. Ama o bütün bunlara rağmen
büyükbabasının mülkleri üzerinde vasiyetnameden doğan miras hakkının yasal olarak
onaylanmasını istemektedir.
New York Temyiz Mahkemesinin bu davada yanıtını aradığı soru Palmer’in söz
konusu mülkler üzerinde hakkı olup olmadığıdır ve bu sorunun yanıtını verirken üç adımlık
bir muhakemede bulunur. İlk adımda, yasanın bu davayla ilgili nasıl bir çözüm sunduğunu
belirlemeye çalışır. Mahkeme, vasiyet düzenleme, vasiyetlerin kanıt değeri, vasiyetlerin
sonuçları ve malların intikali ile ilgili yasaların dar yorumunun, vasiyet yürürlükte olduğu ve
değiştirilmediği için mülklerin katile verilmesini emrettiğini teslim eder. Yasa, vasiyet
sahibinin varis tarafından öldürülmesi durumunda varisin kendisine bırakılan mirası alma
hakkını kaybettiğini belirten istisnai bir durum tarif etmemektedir. Fakat Mahkeme böyle bir
çözümün yerinde olmadığını kanaatindedir. Bunun için de mevcut hukuk sistemi çerçevesinde
başka bir yorumda bulunur. Denir ki, yasaların amacı, 13 yasa yapıcının niyeti, 14 akılcı
yorum, 15 örfi hukukunun ilkesi 16 ya da genel kural şudur: “Hiç kimsenin sahtekarlık yaparak
çıkar elde etmesine, yasaya aykırı fiilde bulunarak üstünlük kazanmasına, ya da cinayet
işleyerek mal edinmesine izin verilemez” ve bu ilke daha önce New York Mutual Life
Sigorta Şirketi’nin Armstrog aleyhine açtığı davasında kullanılmıştır. Buna göre varılan
Bernal’in, yargı kararının gerekçe bölümünden yaptığı tespite göre bu amaç şudur: “vasiyet sahiplerinin,
ölümleri halinde, mal ve mülklerini istediklerine armağan olarak dağıtmasını ve yasal bir şekilde ifade ettikleri
son arzularının gerçekleşmesini sağlamak” (2007, s. 4, dn.9).
14
Bernal’in, yargı kararının gerekçe bölümünden yaptığı tespite göre bu niyet şudur: “Bir vasiyet yoluyla
kendisine bir mal mülk bağışında bulunulan kişi, o mal mülke sahip olmalıdır. Ama yasa yapıcının niyeti,
vasiyette kendisine bağışta bulunulan kişinin, vasiyetin yürürlüğe girmesi için vasiyet sahibini öldürmesi
halinde de vasiyetten yararlanmasını sağlamak olamaz” (2007, s. 4. dn.10).
15
Bernal’in tespitine göre, akılcı ya da makul bir yorum, yasa yapıcıların bir yasanın uygulanabileceği her bir
durumu hesaplamasının imkansız olduğunu, makul olmayan sonuçların ortaya çıkmaması için Mahkemenin
yasının lafzını daraltıp genişletme hakkı olduğunu onaylar. Bizim davamızda Mahkeme malların miras
kalmasıyla konusundaki istisnai durumları, varisin vasiyet sahibini öldürdüğü durumlar da içinde alacak
biçimde genişletmiştir (2007, s. 4. dn.11).
16
Bernal buraya, bir hukuk sisteminin yalnızca yasalardan oluşmadığı, örf, adet ve teamülleri de bir ilke ya da
genel kural olarak içinde barındırdığının bilindiği dipnotunu düşer (2007, s. 4. dn.12
13
128
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
hüküm: eğer varis vasiyet sahibini öldürmüşse, kendisine vasiyet edilen mallar üzerinde asla
bir hakkı olamaz.
İkinci adımda Mahkeme Palmer’in vasiyet bırakan kişiyi, yani büyükbabasını
öldürdüğünün doğruluğunu kabul eder. Mahkeme, en sonunda da, bu gerekçelerle,
muhakemesinin üçüncü adımında, Palmer’in kendisine vasiyet edilen mülklerden hiçbirine
varis olarak sahip olamayacağı kararına varır.
VII. Bernal, yargı kararlarının, biri büyük öteki küçük olmak üzere iki öncül
önermesiyle, bu iki öncül önermesinden çıkan bir sonuç önermesinden oluştuğu ve
(1)(x)(Kx → HSx)
(2)Ka
(3)HSa
MP (1,2)
şeklinde genel bir mantıksal yapıya sahip olduğu saptamasından yola çıkarak Palmer
davasında New York Temyiz Mahkemesinin verdiği yargı kararının genel bir kuralı ifade
eden büyük öncülünü, “yargıç, vasiyet yoluyla kendisine miras olarak bir mülk bırakan kişiyi
öldürmüş olan (Ö) bir mirasçıya (x), o vasiyet yoluyla ona verilen mirası vermeme (~V)
hukuki sonucuna hükmetme yetkisine sahiptir ve böyle biri için bu hukuki sonuca
hükmetmelidir” olarak belirler ve bu genel kuralı (x)(Öx → ~Vx) mantık tümcesiyle ifade
eder. Fakat Mahkemenin resmi karar metninde birebir yer alan bir ifade değildir bu. Bernal bu
genel kuralı, resmi karar metninde yer alan “bir kişi, öldürmüş olduğu atadan ya da
hayırseverden miras ya da vasiyet yoluyla mal edinemez” tümcesinden şu iki adımın sonunda
çıkarır:
(i) Mahkemenin resmi karar metninde yer alan bu tümceyi, içeriğinde herhangi bir
değişik yaratmadan, “bir mirasçı vasiyet sahibini (bir atayı ya da hayırseveri) öldürmüşse,
miras ya da vasiyet yoluyla kendisine devredilen mal ona verilmez” tümcesine çevrilebilir.
(ii) Bu son ifade de ve devlet ve hukuk kurumları (bu iki dil-dışı kurum) dikkate
alınarak yorumlandığında, “devletin yasaları, yargıca (ya da mahkemeye), vasiyet yoluyla
kendisine miras bırakan kişiyi (atayı ya da hayır sahibini) öldüren mirasçıya, vasiyet yoluyla
kendisine bırakılan mirası vermeme yetkisi vermiştir, bir yargıç da böyle bir durumda bu
yetkisini kullanmalıdır” şeklini alır.
129
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
Palmer davasında Mahkemenin verdiği kararın ikinci öncülü, kanıtlara göre
Palmer’in (p) vasiyet sahibini öldürdüğü (Ö) şeklindedir ve Bernal bunu da Öp şeklinde bir
mantık tümcesiyle ifade eder. Mahkemenin resmi karar metninde ise bu küçük öncül “Bu kişi
(Palmer), vasiyetteki hükümlerin kendi yararına olduğunu biliyordu ve o hükümleri
değiştirme niyetini açık etmiş olan büyükbabasının bunu yapmasını önlemek ve vasiyette ona
tanınan haklardan hemen yararlanmak ve malların doğrudan zilyetliğini elde etmek için
büyükbabasını taammüden zehirleyerek öldürdü.” sözleriyle ifade edilmektedir.
Bernal’in mantıksal çözümlemesine göre, sonuç önermesi, yani mülklerin Palmer’e
verilmemesi gerektiği (~V) sonucu, bu iki öncülden modus ponens yoluyla çıkarılmaktadır.
Bu sonuç önermesi de Mahkemenin resmi karar metninde birebir ifadesini bulan bir önerme
değildir ama Bernal onun da resmi karar metninin şu sözlerin yer aldığı hüküm bölümünden
çıkarsanabileceğini belirtir: “Vasiyetnamenin ve vasiyetnamede belirtilen Palmer’e vasiyet
edilen mülkün mülkiyet hakkının Palmer’e aktarılması işleminin hükümsüz ilan edilmesine ve
büyükbabayı öldürme suçu nedeniyle Palmer’in büyükbaba tarafından ona bırakılan mülk
üzerindeki her türlü hak ve menfaatten mahrum bırakılmasına”. Bernal MHGp (Palmer’in
mülkiyet hakkı geçersiz) mantık tümcesiyle ifade ettiği bu hüküm bölümü ve yasaların
belirlediği çerçeve içerisinde yer alan kimi öğeler kullanılarak ~V mantık tümcesinde
ifadesini bulan Mahkemenin vasiyetle kendisine bırakılan mülkün Palmer’e vermemesi
gerektiği sonucunun çıkarsanabileceğini belirtir. Ona göre, vasiyetnamenin ve vasiyetnamede
belirtilen Palmer’e vasiyet edilen mülkün mülkiyet hakkının ona geçme işleminin hükümsüz
ilan edilmesi, Mahkemenin mülkü Palmer’e vermeme yükümlülüğünü yerine getirme yoludur.
Dolayısıyla, bu davada Mahkeme yalnızca söz konusu mülkün Palmer’e verilmemesi
gerektiği sonucuna ulaşmamış, aynı zamanda vasiyetnamenin ve vasiyetnamede belirtilen,
Palmer’e vasiyet edilen mülkün mülkiyet hakkının ona geçme işlemini hükümsüz ilan etmek
suretiyle de söz konusu mülkü ona vermeme işlemini de gerçekleştirmiştir. Bernal, bütün
bunlardan sonra Palmer davasında Mahkemece verilen yargı kararının mantısal yapısını şöyle
çıkarır:
(1)(x)(Öx → ~Vx)
(2)Öp
(3)~Vp
MP (1,2)
(4)(x)(~Vx → MHGx)
(5)MHGp
MP (4,3)
130
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
Bernal, mantıksal yapısını bu şekilde verdiği yargı kararında 4 öncülünün 5
sonucunu desteklemek için bulunduğunu belirtir. Bu 4 öncülü “bir mülkü mirasçıya vermek
istemeyen bir yargıcın, o kişiye o mülkün vasiyet edildiği vasiyetnameyi ve o
vasiyetnamedeki mülkiyet hakkı devri işleminin geçersiz ilan etmesi gerekir” şeklindeki
hukuk kuralını dile getirmektedir. Bu muhakemede 5 sonucu 4 ve 3 öncüllerinden yine modus
ponens gereği çıkmakta, Mahkemenin Palmer davasında vasiyetin hükümsüz olduğunu ilan
etmek zorunda olduğunu söylemekte ve New York Temyiz Mahkemesinin Palmer’a mülkiyet
devri vasiyetinin hükümsüzlüğünü fiilen ilan eden hüküm bölümü için dayanak
oluşturmaktadır. 3, 5 ve 5 önermeleri Mahkemenin resmi karar metninde örtük olarak
bulunmaktadır. Hüküm bölümünde birebir yer almamaktadırlar ama 1 ve 2 önermeleriyle
hüküm bölümünde söylenen sözlerden modus ponens yoluyla çıkarsanabilmektedirler.
VIII. Bernal’in yaptığı mantıksal çözümleme, yargı ediminin bir mantık işlemi (yani
bir muhakeme, bir akılyürütme) gerektirdiğini ve bu işlemin modus ponens yasasının
yönettiği bir işlem olduğunu bize açıkça gösteriyor. Ayrıca bir söz edimi olarak yargı
ediminin başarılı ve kusursuz bir biçimde için yerine getirilmesi için gerekli bir dizi düzsöz
edimi olduğunu, bunların da iki öncül ve bir sonuç önermesi olmak üzere en az üç önermenin
dile getirilmesini içerdiğini her türlü tartışmadan uzak bir şekilde söylüyor. Palmer davasında
olduğu gibi resmi karar metinlerinde bu önermelerin üçten fazla olması, kimilerinin örtük bir
biçimde resmi karar metninde bulunması da elbette mümkündür.
Fakat bu mantıksal çözümlemenin, bir söz edimi, daha doğru bir ifadeyle bir şey
söylemek suretiyle gerçekleştirilen bir edimsöz edimi olarak yargı ediminin yapısını aynı
açıklıkla gözler önüne serdiğini söylemek pek mümkün görünmüyor. Dilin bildirme işlevini,
ya da Searle’ün edimsöz edimleri sınıflandırmasından yola çıkarak söylemek gerekirse
edimsöz gücü kesinleme olan tümceleri temele alan mantığın tek boyutlu dili, bize, söz
konusu önermeleri resmi karar metninde açık ya da örtük bir şekilde dile getiren bir yargıcın
(ya da mahkemenin) yaptığı şeyin, en temelde, dünyayı betimlemek olduğunu söyler. Elbette,
resmi karar metninde bu önermeleri dile getiren bir yargıcın ya da bir mahkemenin, en
azından bu önermelerin kimilerini dile getirirken edimsöz ereği dünyayı betimlemek olan bir
edimde, yani bir kesinleme ediminde bulunmadığını söylemek mümkün görünmüyor. Ama
yargı kararında bu önermeleri dile getiren bir yargıcın ya da bir mahkemenin her seferinde
yalnızca kesinleme ediminde bulunduğunu söylemek de o derece mümkün görünmüyor.
Nitekim Bernal de, yaptığı mantıksal çözümlemeden yola çıkarak, New York Temyiz
Mahkemesinin yargı kararında açık ya da örtük bir biçimde dile getirilen
131
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
(1)(x)(Öx → ~Vx)
(2)Öp
(3)~Vp
(4)(x)(~Vx → MHGx)
(5)MHGp
önermelerinin kesinleme gücünde söylendiklerini onaylıyor ama hemen arkasında da bu
önermeler dile getirildiğinde yerine getirilen edimlerin sadece kesinleme olduklarının doğru
olmadığını belirtip ve bunu akılyürütmenin büyük ve küçük öncülleri ile sonuç önermesi (1, 2
ve 3-5 önermeleri) üzerinden çok açık bir biçimde gösteriyor:
Mahkeme 3-5 önermelerinin karşılığı olan “vasiyetnamenin ve vasiyetnamede
belirtilen Palmer’e vasiyet edilen mülkün mülkiyet hakkının Palmer’e aktarılması işleminin
hükümsüz ilan edilmesine ve büyükbabayı öldürme suçu nedeniyle Palmer’in büyükbaba
tarafından ona bırakılan mülk üzerindeki her türlü hak ve menfaatten mahrum bırakılmasına”
sözlerini söylerken 1 önermesinde belirtilen hukuki sonuca hükmedildiği kesinlemesinde
bulunur, ama bu hukuki sonuca da ilgili mülkülerin Palmer’e devreden vasiyeti geçersiz
olduğunu beyan ederek hükmeder. Vasiyetin geçersiz olduğunun beyan edilmesi ediminin de
iki boyutu vardır: Palmer’in ve ilgili mülklerin yasal statüleriyle ilgili bir bilgi verilmekle
kalmaz, Palmer’in ve o mülklerin bu bilgi verilene kadar tartışmalı olan yasal statülerini
belirlemek suretiyle dünyada yeni bir hukuki durum, yani bir hukuk olgusu yaratılır. Palmer
Davasında bu yeni hukuk olgusu, hukuk sistemi tarafından Palmer’in ilgili mülkler üzerideki
haklarının tanınmadığı, bununla bağlantılı olarak da aynı hukuk sistemi tarafından davacının o
mülkler üzerindeki haklarının tanındığıdır. Başka tür davalarda da yargıçlar ya da
mahkemeler benzer edimlerde bulunurlar. Ceza hukuku davalarında yargıç, söz gelişi, bir
cürüm nedeniyle hakkında dava açılan kişiyi suçlu ilan ederek dünyada onunla ilgili yeni bir
durum yaratır. Sözleşme hukuku ya da borçlar hukuku davalarında da yargıç, söz gelişi
taraflar arasında hukuki ilişkinin şeklini belirlemek ve buna bağlı olarak taraflardan birinin
diğerine verdiği zararın tazminine karar vermek suretiyle dünyada bu belirleme ve karardan
önce mevcut olmayan yeni bir durum yaratır.
Ayrıca, Mahkeme, 1 önermesini söylerken bu (x)(Öx → ~Vx) önermesinde ifadesini
bulan kuralın genel bir hukuk kuralı olduğu iddiasında bulunmak gibi bir kesinleme ediminde
bulunmanın yanında, bu kuralın hukuk kaynaklarında yer alan bir ya da bir dizi önermenin
mümkün en uygun yorumu olduğu iddiasında da bulunur. Çünkü yargıç akılyürütmesinin
132
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
büyük öncülünü oluşturan 1 önermesini anayasa, yasalar ve diğer ilgili hukuk kaynaklarında
bulunan bir ya da bir dizi önermeyi yorumlayarak elde eder. Örneğin Palmer davasında New
York Temyiz Mahkemesi, hukuk kaynaklarının, 1 önermesi olarak alınabilecek iki farklı
yorumundan söz eder ve onları tartışır. Bu yorumlardan birincisine göre 1 önermesi olarak
alınması en uygun kural (x)(Öx → Vx) mantık tümcesine karşılık gelen ve yargıcın söz
konusu mülklerin zilyetliğini Palmer’e devretmesi gerektiğini söyleyen kuraldır. Resmi yargı
kararı metninde “Şurası açıktır ki, vasiyet düzenleme, vasiyetlerin kanıt değeri, vasiyetlerin
sonuçları ve malların intikali ile ilgili yasalar dar anlamıyla yorumlanır ve o yasaların
zorlayıcılığı sonuçları hiçbir şekilde ve hiçbir koşul altında değiştirilemez diye kabul edilirse,
bu zilyetlik katile verilmelidir” tümcesinde ifadesini bulan işte bu yorumdur.
Ancak
Mahkeme, yasaların amacı, yasa yapıcının niyeti, akılcı yorum ilkelerini, örfi hukukunun
genel kurallarını dikkate alarak bu yorumun değil, “Hiç kimsenin sahtekarlık yaparak çıkar
elde etmesine, yasaya aykırı filde bulunarak üstünlük kazanmasına, ya da cinayet işleyerek
mal edinmesine izin verilemez” yorumunun en uygun yorum olduğu kanaatindedir. Bu
nedenle de “bir kişi, öldürmüş olduğu atadan ya da hayırseverden miras ya da vasiyet yoluyla
mal edinemez” sözlerinde ifadesini bulan (x)(Öx → ~Vx) kuralını 1 önermesi olarak kullanır.
Dolayısıyla Palmer davasında Mahkeme, başka birçok dava gibi, daha önce hukuk sisteminde
var olmayan bir hukuk kuralını hukuk sistemine sokarak gelecekteki benzer davalar için
emsal olacak bir yargı kararı vermiştir.
Mahkeme resmi yargı kararı metninde yer alan “Bu kişi (Palmer), vasiyetteki
hükümlerin kendi yararına olduğunu biliyordu ve o hükümleri değiştirme niyetini açık etmiş
olan büyükbabasının bunu yapmasını önlemek ve vasiyette ona tanınan haklardan hemen
yararlanmak ve malların doğrudan zilyetliğini elde etmek için büyükbabasını taammüden
zehirleyerek öldürdü” sözlerinde ifadesi bulan 2 önermesini, yani Öp önermesini söylerken
de, elbette yine bir kesinlemede bulunmakta ve Palmer’in 1 önermesinde belirtilen Ö fiilini
gerçekleştirmiş olduğu yollu bir saptama yapmaktadır. Olguyu saptama görevi yasalarla
yargıca, mahkemeye, ya da jüriye verilmiş olabilir, ama bu görevi yerine getiren her kim ya
da her ne heyet olursa olsun, o kişi ya da heyet Öp önermesini söylerken olgu saptaması gibi
bir kesinleme ediminden bulunmaktan daha fazlasını yapar: o kişi ya da heyet, kendisine
yasalarla verilen olgu saptama yetkisini kullanarak gelecekteki yargı kararlarında bir emsal
oluşturacak yeni bir “kurumsal olgu”, yani yeni bir hukuk olgusu yaratır. Biraz daha açarak
söylemek gerekirse, birinin başka birinin hayatının sonlanmasıyla sonuçlanan bir eylemde
bulunması, dünyada meydana gelebilecek “doğal” olgulardandır. Bunun hukukta birtakım
133
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
sonuçlar yaratacak bir olgu, yani “kurumsal” bir olgu haline gelmesi, daha açık bir deyişle bir
cinayet eylemi haline gelmesi için, bir yargıcın (mahkemenin ya da jürinin), onun hukuk
kaynaklarında yasadışı olarak tanımlanan belirli birtakım eylemlerden biri, yani bir cinayet
olduğu ve onu, yani cinayeti gerçekleştirenin a kişisi olduğunun kanıtlarla sabit olduğu
kesinlemelerinde bulunmasına bağlıdır. Yargıç tarafından cinayet olduğu söylenmeyen hiçbir
ölüme-yol-açıcı eylem cinayet olmaz, yargıç tarafından yasalara aykırı bir biçimde ölüme-yolaçıcı eylemde bulunduğu söylenmeyen hiçbir kimse katil olmaz. “a kişinin, yasaların cinayet
olarak tanımladığı şekilde b kişisinin hayatının sonlanmasına yol açtı” sözlerinin, a kişisinin
hapsedilmesi, belli birtakım haklardan mahrum bırakılması gibi birtakım hukuki sonuçlar
yaratması, o sözlerin bir yargıç tarafından söylenmesine bağlıdır. Palmer davasına gelince, bu
davada Mahkeme, resmi yargı kararında, Palmer’in büyükbabasını öldürerek cinayet işlemiş
olduğu olgusunu, onun suçlu bulunarak hapse mahkum edildiği önceki ceza yargılamasında
kanıtlanmış bir olgu olarak almıştır. Bunun için resmi karar metninde onun bu eyleminin
yalnızca miras hukuku bakımından yarattığı sonuçları dile getirmiştir.
IX. Bernal’in belirttiği gibi, yargı kararlarının mantıksal yapısı konusunda yapılan
çözümlemenin, bir yargı kararı dile getirmek suretiyle yerine getirilen bir yargı ediminin
çoklu yapısını ve bu çoklu yapının içerdiği edimler dizisini bize göstermekte yetersiz olduğu
tartışma götürmez; ama onun, bu edimler dizisini ortaya çıkarmak üzere söz edimleri
kuramından yola çıkarak yapılacak yeni bir çözümleme için bize sağlam bir başlangıç noktası
sunduğunu da kabul etmek gerekir.
Bir söz edimi olarak bir yargı ediminde bulunan her yargıcın (ya da mahkemenin),
başarılı ve kusursuz bir yargı ediminde bulunmanın koşullarının yerine gelmiş olması şartıyla,
her şeyden önce, yargı kararlarının büyük ve küçük öncülleriyle sonuç önermesinde
ifadelerini bulan en az üç düzsöz ediminde bulunması gerekir. Bernal de çalışmasının son
bölümünde bu noktayı kendisine çıkış noktası alıyor ve yargı ediminin başarılı ve kusursuz
olması için gerekli koşullardan başlayarak bize yargı ediminin bir söz edimi olarak aşağıdaki
ayrıntılı çözümlemesini sunuyor.
Ona göre, yargı ediminin başarılı ve kusursuz olması için en azıından iki genel
koşulu sağlaması zorunludur. İlki yargıcın (ya da mahkemenin) yetkisiyle ilgilidir: Yargıcın
(ya da mahkemenin) karar vermek için hukuki bir gücünün ya da hukuki görevinin olması
gerekir. Daha somut bir şekilde ifade etmek gerekirse, hukuk sisteminin bir kuralının yargıca
(ya da mahkemenin) bu görevi vermesi gerekir. Ayrıca da bu kural geçerli olmalıdır; yani söz
konusu kuralın, geçerli normlardan (kurallardan, ilkelerden) oluşan hiyerarşik bir yapı olarak
134
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
bir hukuk sisteminin kurumsal çerçevesi içerisinde yer alması gerekir. Yargıca yetki veren
kural, ancak bu kurumsal çerçevede, yargıcın (ya da mahkemenin) verdiği kararın bir yargı
kararı sayılmasını sağlayabilir. Kararı veren, ilgili davayı çözmek için bir yargı kararında
bulunma özel yetkisine sahip değilse gerçekleştirdiği yargı edimi, başarılı ve kusursuz bir
yargı edimi sayılamaz: verdiği karar herhangi bir hukuki sonuç yaratmaz.
İkinci koşul, yargı kararlarının biçimi ve ortamıyla ilgilidir. Yargıç (ya da mahkeme)
kararını duruşmada vermelidir. Duruşmada da hukukun belirlediği şekil şartları yerine
getirilmiş olmalıdır ve duruşmada verilen yargı kararı da aynı şekilde belli şekil şartlarını
yerine getirmelidir. Yargılamadaki ya da karardaki ciddi usul hataları yargı kararını geçersiz
kılabilir. Söz gelişi, Palmer davasında, kararın geçerliliği, New York Temyiz Mahkemesinin
bu davaya bakıp karar vermeye yetkili olmasına, verdiği hükmün bir temyiz için gerekli bütün
hukuki formalitelerin yerine getirildiği bir mahkeme sürecinin sonunda yer almış olmasına
dayanır. Yargı edimini gerçekleştirirken dile getirilen büyük ve küçük öncüllerle sonuç
önermesiyle yerine getirilen edimsöz edimlerine gelince, Bernal yine New York Temyiz
Mahkemesinin Palmer davasındaki resmi karar metninden yola çıkarak onları da bize şöyle
sunuyor:
X. Bernal, Mahkeme resmi karar metninde akılyürütmesinin büyük öncülü olan
(x)(Öx → ~Vx) önermesini GHK gibi genel bir hukuk kuralı olarak dile getirmek suretiyle en
azından şu dört edimde bulunduğunu belirtiyor. Birinci olarak, o GHK kuralının, hukuk
kaynaklarının mevcut bir davada başvurulabilecek en uygun yorumu olduğu kesinlemesinde
bulunur. İkinci olarak, bu GHK kuralı en azından eldeki hukuk sisteminde mevcut olmayan
bir kural olduğu için, yeni bir hukuk kuralı yaratır. Üçüncü olarak yarattığı bu yeni hukuk
kuralını gelecekteki davalar için bir emsal kılar. Dördüncü olarak da, onu davayı çözerken
büyük öncül olarak kullanır. Bu dört edim ise, Searle’ün edimsöz güçleri sınıflamasına göre
biri kesinleyici ikisi beyan sınıfına giren üç edimsöz gücüne karşılık gelmektedir.
Bernal’e göre kesinleyici olan, özel bir tür kesinleyicidir: 1 önermesi olarak GHK
gibi genel bir hukuk kuralı dile getiren yargıç, bu kuralın mevcut dava açısından hukuk
kaynaklarının en uygun yorumu olduğunu söylerken, içerisinde yaşadığı dünyanın normatif
bölümüyle ilgili bir betimleme yapar. Daha açık bir deyişle, dile getirdiği genel kuralın geçerli
olduğu hukuk sistemini betimler. Nitekim, Palmer davasının kararında da New York Temyiz
Mahkemesi yasaların amacı, yasa yapıcının niyeti, akılcı yorum ilkesi, örfi hukukun genel
ilkeleri hakkında birtakım temellendirmeler ortaya atarak “Hiç kimsenin sahtekarlık yaparak
çıkar elde etmesine, yasaya aykırı fiilde bulunarak üstünlük kazanmasına, ya da cinayet
135
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
işleyerek mal edinmesine izin verilemez” demekte; bunu da “bir kişi, öldürmüş olduğu atadan
ya da hayırseverden miras ya da vasiyet yoluyla mal edinemez” kuralının ((x)(Öx → ~Vx)
önermesinin), Palmer davası gibi davalar için en uygun hukuk yorumu olduğunu savını
temellendirmek için kullanmaktadır. Bu temellendirme hukuk alanının, daha başka bir
deyişle, hukuk uygulamalarının bir betimini gerektirir. Yasalar, yasa yapıcıların niyeti, yorum
yöntemleri ve örfi hukukun genel ilkeleri de bu hukuk uygulamalarının parçalarıdırlar.
Bernal dünyanın normatif olan bölgesinin bu betiminin bir değer boyutunun da
oluğuna dikkat çeker. Ona göre, yargıç 1 öncülünü mevcut davayı çözecek yasaların ve öteki
hukuk kaynaklarının en uygun yorumu olarak ortaya atarken bunu yine o yasalara ve o öteki
hukuk kaynaklarına dayanarak yapar. Bunlar yargıcın ortaya attığı yorumun, yargı kararında
açıkça yer dile getirdiği nesnel dayanaklarıdır. Ama yorumunun bir de öznel bir dayanağı
daha vardır: yasaların temeli olan moral değerler hakkındaki kendi kişisel görüşleri. Bunun
için 1 öncülünü dile getiren yargıç, gerisinde moral bir değerlendirme yatan bir kesinlemede
bulunur.
Mahkemenin 1 önermesini dile getirmek suretiyle gerçekleştirdiği bu birinci edimin
edimsöz ereğini dünyanın normatif olan bölümünü betimlemek olarak belirleyen Bernal, bu
edimin “hazırlayıcı koşulunu” Mahkemenin (x)(Öx → ~Vx) olduğu konusunda birtakım
gerekçelere sahip olması; “önerme içeriği koşulunu” (x)(Öx → ~Vx) önermesinin mevcut
dava açısından hukuk kaynaklarının en uygun yorum olması; “içtenlik koşulunu” ise
Mahkemenin (x)(Öx → ~Vx) yorumunun uygun olduğuna inanması olarak belirler. 17 Edimin
uydurma doğrultusu dünyadan-sözedir: yargı kararının gerekçe bölümünde dile getirilen
önermeler dünyaya, daha doğrusu dünyanın normatif olan bölümüne uydurulur. Bu kesinleme
ediminde niyet edilen etkisöz etkisine, yani bu edimle muhataplarda yaratılmak istenen duygu
ya da düşünceye gelince, o da davanın bütün taraflarında, bütün hukukçularda ve bütün bir
17
Bernal bu son koşulla ilgili olarak ortada bir uygunluk ölçütü sorunu olduğuna da dikkat çekiyor: (x)(Öx →
⌐Vx) şeklindeki genel hukuk kuralının dayanılan hukuk kaynakları çerçevesinde uygun yorum olması yeterli
midir, yoksa bu genel kuralın ayrıca adalete de uygun olması gerekli değil midir? Söz edimleri kuramı,
içtenlik koşulunu, yargıcın ya da mahkemenin yargı kararında büyük öncül olarak dile getirdiği genel hukuk
kuralının mevcut hukuk kaynakları çerçevesinde uygun yorum olduğuna inanması olarak belirlemektedir. Ama
bu kesinleme ediminin başarılı ve kusursuz bir edim olması için yargıcın ya da mahkemenin, ayrıca, en uygun
yorum olarak ortaya attığı genel kuralın adalete uygun olduğuna da inanması gerekmez mi? Bir yargıç ya da
mahkemenin yargı kararına dayanak yaptığı genel bir hukuk kuralının mevcut hukuk kaynaklarına uygun
olduğuna ama adalete uygun olmadığına inanması halinde başarılı bir yargı ediminde bulunmuş olduğunu
söylemek mümkün müdür? Bernal, hukuk ile adalet kavramları arasında zorunlu bir bağ görüp görmemeye
bağlı olarak bu sorulara hem olumlu hem olumsuz bir yanıt verilebileceğini belirtiyor: böyle bir bağın olmadığı
görüşünü savunan söz gelişi pozitivist bir hukukçu ilkine gerekli olmadığı, ikincisine ise mümkün olduğu
yanıtını verirken; böyle bir bağın olduğu görüşünde olan bir başka hukukçu onun tam tersi yanıtlar verecektir.
Bkz Bernal, 2007, s. 18-19.
136
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
toplumda, (x)(Öx → ~Vx) şeklindeki genel kuralın, mevcut davada hukuk kaynaklarının en
uygun yorumu olduğu inancı ya da düşüncesi yaratmaktır.
Bernal’in, Mahkemenin 1 öncülünü dile getirdiğinde, Searle’ün edimsöz güçleri
sınıflamasına göre gerçekleştirdiğini belirttiği beyan gücündeki iki edimsöz edimine gelince,
ona göre Mahkeme bunlardan birincisinde (x)(Öx → ~Vx) önermesinde ifadesini bulan genel
bir hukuk kuralı yaratır. Bir beyan edimi olarak bu edimin edimsöz ereği, dile getirilen
önermenin, (New York Temiz Mahkemesinin gerçekleştirdiği yargı edimi örneğinde (x)(Öx
→ ~Vx) önermesinin) ifade ettiği dil-dışı, ya da Searle’ün diğer bir adlandırmasıyla
“kurumsal” olguyu yaratmaktır. Mahkeme böylece mevcut hukuk sisteminde bir değişiklik
yaparak ona (x)(Öx → ~Vx) önermesinde ifadesini bulan yeni bir hukuk kuralı ekler.
Mahkemenin kendisini dile getirdiği anda mevcut hukuk sisteminde varlık göstermeye
başlayan genel bir hukuk kuralıdır bu. Böyle bir ekleme yapmak suretiyle de Mahkeme
mevcut hukuk sistemine eklediği o yeni hukuk kurulanı gelecekteki davalar için bir emsal
olarak ortaya koyar ve Palmer davasında ona büyük öncül olarak başvurur.
Bernal’e göre, Mahkemenin 1 öncülünü dile getirmek suretiyle gerçekleştirmiş
olduğu beyan gücündeki ikinci edim, işte kendi yaratmış olduğu genel hukuk kuralına Palmer
davasında başvurması edimidir. Bunu yapmakla da Palmer davasının (x)(Öx → ~Vx)
önermesinde ifadesini bulan genel hukuk kuralı çerçevesinde karara bağlanmış olması
şeklinde başka bir kurumsal olgu yaratmış olur.
Beyan gücündeki bu iki edimin uydurma doğrultusu sözden-dünyayadır. Daha açık
bir deyişle, sözden dünyanın normatif bölümüedir: her iki edim yoluyla da dünyanın normatif
olan bölümü, ona (x)(Öx → ~Vx) önermesinde ifadesini bulan ve her ikisi de birer hukuk
olgusu olan iki yeni kurumsal olgu eklenerek (x)(Öx → ~Vx) önermesine uydurulur.
XI. Bernal’e göre, Mahkemenin yürüttüğü akılyürütmede küçük öncül olarak aldığı
Öp önermesi (2 önermesi) bir olgu bildirimidir ve Mahkeme bu önermeyi dile getirilmek
suretiyle her şeyden önce, kanıtlara göre (x)(Öx → ~Vx) önermesinin ön-bileşeninde ifadesini
bulan olgunun meydana gelmiş olduğu yollu bir olgu bildirimde bulunur: kanıtlara göre
Palmer (p) vasiyette bulunan kişiyi önceden planlayarak öldürmüştür (Ö). Elbette New York
Temyiz Mahkemesi, bir üst mahkeme olduğu için Öp iddiasında bulunmak gibi bir olgu
bildiriminde bulunurken, kanıtlarla ilgili doğrudan bir değerlendirme yapmamış, Palmer’in
daha önce yargılandığı ceza hukuku davasında kendisine “olgu-bulucu” işlevi verilmiş olan
jürinin eldeki kanıtlar ışığında yapmış olduğu Öp şeklindeki olgu saptamasını olduğu gibi
almıştır. Ancak mahkeme bunu yapmakla, yani yetkilendirilmiş bir jürinin olgu saptamasını
137
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
kendi yargı kararında yinelemekle bir kez daha aynı olgu saptamasında bulunmuş olmaz
yalnızca, bunun yanı sıra hem (tıpkı kendisinden önce jürinin de yaptığı gibi) Öp önermesinde
ifadesini bulan kurumsal bir olgu da yaratır, hem de Öp önermesini akılyürütmesinin küçük
öncülü yapar.
Bernal, Mahkemenin yargı kararında küçük öncül Öp önermesini dile getirmek
suretiyle yaptığı bu üç şeyin, büyük öncül (x)(Öx → ~Vx) önermesini dile getirdiğinde olduğu
gibi biri kesinleme, diğer ikisi beyan sınıfına giren üç farklı edimsöz gücüne karşılık geldiği
düşüncesindedir. İlki gözleme dayalı bir kesinleme edimidir: Mahkeme Öp önermesini dile
getirirken, yani p kişisinin (x)(Öx → ~Vx) önermesinde ifadesini bulan genel hukuk kuralında
tarif edilen Ö fiilini gerçekleştirmiş olduğunu söylerken aslında dünyada meydana gelen bir
olayı betimlemektedir. Ancak bu, doğrudan tanıklığa dayalı olmadığı için Mahkemece yapılan
dolaylı bir betimlemedir. Dolayısıyla Mahkeme p kişisinin bir fiilde bulunduğunu ve bu fiilin
büyük öncülün ön-bileşeninde ifadesini bulan Ö fiiline karşılık geldiğini dolaylı bir şekilde
kesinlemektedir. Ancak bu kesinlemede de, tıpkı (x)(Öx → ~Vx) içerikli önceki kesinlemede
olduğu gibi, bir değer boyutu bulunmaktadır: Mahkeme kanıtların gösterdiği şeyi
betimlemekle kalmamakta, ayrıca bir de o kanıtların ilgili fiille bağlantıları ve
güvenilirlikleriyle ilgili normatif ölçütlere dayalı bir değerlendirmede bulunmaktadır.
Bu kesinleme sınıfına giren bu edimsöz ediminin hazırlayıcı koşulu, Mahkemenin
Öp olduğuna birtakım gerekçelerinin olduğudur. İçtenlik koşulu, en az iki tanedir. Birincisi,
mevcut kanıtlar ışığında sanığın suçlu olduğunu kabul etmekte Mahkemenin kendisinin haklı
olduğuna inanmasıdır. Ama bu yeterli değildir, ikinci olarak, Mahkemenin bir de failin
gerçekten de suçlu olduğuna inanması, yani sanığın gerçekten de işlediği bir fiilinin olduğuna
ve bu fiilin gerçekten de büyük öncülün ifade ettiği genel hukuk kuralında ön-bileşeninde
belirtilen fiilin bir örneği olduğuna inanması gerekir. Çünkü Mahkemenin bir yandan Öp
kesinlemesinde bulunması, bir yandan da p kişisinin Ö fiilinin, büyük öncülün ön-bileşeninde
belirtilen fiilin bir örneği olduğuna inanmadığını söylemesi durumunda ortaya şöyle bir
paradoks çıkacaktır: Öp olduğu kanıtlandı, ama Öp önermesi yanlış, çünkü Ö aslında
meydana gelmedi, ya da çünkü Ö büyük öncülün ön-bileşeninde belirtilen fiilin bir örneği
değil.
Öp demek suretiyle yerine getirilen kesinleme ediminin uydurma doğrultusuna
gelince, bu edimin uydurma doğrultusu dünyadan-sözedir: dile getirilen önerme dünyaya
uydurulur. Çünkü bu edimin ereği, küçük öncül olarak dile getirilen önermeyle, dünyanın
mevcut kanıtlara uygun bir betimini yapmaktır. Bu edimde niyet edilen etkisöz etkisi ise,
138
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
yargılamadaki bütün taraflarda, bütün hukukçularda ve toplumun geri kalan bölümünde,
kanıtlara göre Ö fiilinin gerçekten meydana geldiği ve bu fiilin büyük öncülde ifadesini bulan
genel hukuk kuralında belirtilen fiilin bir örneği olduğu inancının ya da düşüncesinin
oluşmasını sağlamaktır.
Bernal’e göre, Mahkeme, tıpkı büyük öncülü oluşturan (x)(Öx → ~Vx) önermesini
dile getirdiğinde olduğu gibi, küçük öncülü oluşturan Öp önermesini dile getirdiğinde de, ikisi
de beyan gücünde olan iki edimsöz ediminde daha bulunur: Öp önermesinin ifade ettiği yeni
bir kurumsal olgu yaratır ve mevcut davayı Öp küçük önermesi temelinde hükme bağlamak
gibi bir başka kurumsal olgu daha yaratır. Bunlardan ilkinde edimsöz ereği, dünyada, dile
getirilen önermenin ifade ettiği durumu yaratmaktır. Burada Mahkeme, bir olgu-bulucu
işleviyle, mevcut hukuk sisteminde bir düzenleme yaparak o hukuk sisteminin resmen tanıdığı
olgular kümesine yeni bir olgu daha ekler ve failin yasal statüsünü değiştirir. Küçük öncülü
dile getirdiği andan itibaren önermede belirtilen fiil hukuk sistemi tarafından resmen faile
yüklenir ve onun bu fiilinin büyük öncülün ifade ettiği genel hukuk kuralında belirtilen fiilin
bir örneği olduğu resmen ilan olunur. Mahkeme, yetkisini kullanarak, failin fiilinin
gerçekleştiğini ve onun bu fiilinin genel kuralın belirttiği fiile uygun düştüğünü ilan eder.
Bunu yapmakla da faile yöneltilen suçlama kurumsal bir olgu haline gelir: eylemiyle
büyükbabasının ölümüne yol açan Palmer, bir cinayet işlemiş olur. Bernal, kurumsal olguların
bir tür “hukuk sertifikaları” olduğunu; fizik olguların, ancak ve ancak hukuk kaynaklarının
belirlediği şekil şartları yerine getirilerek gerçekleştirilen bir yargılama sürecinin sonunda
verilen böyle “hukuk sertifikaları”yla kurumsal olgular haline geldiğinin altını çizer. Bernal’e
göre, bütün bunlar ayrıca, Öp önermesini dile getirmek suretiyle gerçekleştirilen beyan
ediminin neden gelecek davalar için bir emsal gücünde olduğunu; Mahkemenin mevcut
davayı çözmek için neden bu Öp önermesini kullanmak zorunda olduğunu da açıklamaktadır.
Mahkemenin, p kişisinin Ö fiilini gerçekleştirmiş olması kurumsal olgusunu yarattığı
bu beyan edimi ile bu p kişisinin yargılandığı davanın bu Öp kurumsal olgusu temelinde
hükme bağlanmış olması kurumsal olgusunu yarattığı ikinci beyan ediminin uydurma
doğrultuları, sözden-dünyayadır: dünya, dile getirilen önermeye uygun hale getirilir. İlkinde
dünyaya (mevcut hukuk sistemine) Öp önermesinin ifade ettiği yeni bir kurumsal olgu
eklenmekte, ikincisinde ise dünyaya (mevcut hukuk sistemine) bir davanın bu Öp kurumsal
olgusu temele alınarak çözülmüş olması gibi bir başka kurumsal olgu daha eklenmektedir.
139
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
XII. Bernal’e göre, Mahkeme, yargı kararında “vasiyetnamenin ve vasiyetnamede
belirtilen Palmer’e vasiyet edilen mülkün mülkiyet hakkının Palmer’e aktarılması işleminin
hükümsüz ilan edilmesine ve büyükbabayı öldürme suçu nedeniyle Palmer’in büyükbaba
tarafından ona bırakılan mülk üzerindeki her türlü hak ve menfaatten mahrum bırakılmasına”
sözlerinde örtük olar ifadesini bulan ~Vp, (x)(~Vx → MHGx), MHGp önermelerini dile
getirmek suretiyle de iki şey birden yapmaktadır: birtakım yeni hukuki durumlar yaratır, yani
tarafların yasal statülerini, ya da tarafların hukuki ilişkilerini yeniden belirler. İkinci olarak da
belli birtakım yetkililere taraflara yönelik olarak belli birtakım işler buyurur. Palmer davası
çerçevesinde daha açık bir biçimde dile getirmek gerekirse, Mahkeme ~Vp, (x)(~Vx →
MHGx), MHGp önermelerinde ifadesini bulan, vasiyetnamede Palmer’e bırakılan mülklerin
Palmer’e verilmeyerek vasiyetin ve Palmer’in o vasiyetten doğan mülkiyet hakkının geçersiz
ilan edilmesi hukuki sonuçlarına hükmetmektedir. Bu hükümle de bir yandan ilgili mülklerin
zilyetliğiyle ilgili yeni bir hukuki durum yaratırken bir yandan da vasiyeti yürütmekle yetkili
olanlara vasiyeti yürütmeme emri vermektedir. Tıpkı ceza hukuku davalarında sanığı suçlu
bulup hapse mahkûm eden bir mahkemenin ya da yargıcın, bu mahkûmiyet kararıyla, aynı
zamanda, yasaların yetkili kıldığı kişilere, hapse mahkûm edilen kişiyi cezaevine koymaları
emri vermiş olması ve söz konusu kişiyle ilgili yeni bir hukuki statü yaratmış olması gibi.
Tıpkı sözleşme hukuku davalarında taraflardan birinin uğradığı zararın tazminine hükmeden
bir mahkemenin ya da yargıcın, bu kararıyla, aynı zamanda, yine yasaların yetkili kıldığı
kişilere bu zararın tazmininin sağlanması emri vermiş olması ve söz gelişi zararın tazmini
amacıyla zarara uğratan kişinin mal ve mülkleriyle ilgili yine bir hukuki durum yaratmış
olması gibi.
Bernal, Mahkemenin resmi karar metninde sonuç önermesini dile getirmek suretiyle
yaptığı bu iki şeyin, iki farklı edimsöz gücüne karşılık geldiği görüşündedir. Bunlardan ilki
beyan gücündedir: Mahkeme Mahkeme ~Vp, (x)(~Vx → MHGx), MHGp önermelerini dile
getirmek suretiyle, bu önermelerin ifade ettiği ve her biri kurumsal bir olgu olan yeni hukuki
durumlar yaratmaktadır: Palmer’in vasiyetten doğan mülkiyet hakkının geçersiz olması ve
buna bağlı olarak vasiyetnamede ona bırakılan mülklerin Palmer’e verilmemesi durumlarını
meydana çıkarmaktadır.
Mahkemenin aynı önermeleri dile getirmek suretiyle yerine getirmiş olduğu ikinci
edim ise, bir emir olmasının da göstermiş olduğu gibi, yöneltici sınıfına girmektedir. Bu
edimin, verilen emrin muhataplarına, Palmer hakkında verilen yaptırımları uygulama
sorumluluğu yükler. ~Vp, (x)(~Vx → MHGx), MHGp önermelerinin, onların dile getirildikleri
140
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
an itibarıyla henüz uygulanmamış olan, dolayısıyla o andan sonra uygulanacak olan birtakım
fiilleri ifade ediyor olmaları, bu edimin önerme içeriği koşuludur. Edimin hazırlayıcı koşulu,
Mahkemenin verdiği yaptırım kararını uygulama emrini verdiği ilgili kişinin hem fiilen hem
de hukuken bu yaptırımı uygulama gücüne sahip olması, Mahkemenin de böyle olduğunu
varsayıyor olmasıdır. Edimin içtenlik koşulu, Mahkemenin karar verdiği yaptırımların
gerçekten de faile uygulanması isteği ya da arzusunda olmasıdır. Edimin uydurma
doğrultusuna gelince, sözden-dünyayadır, yani ~Vp, (x)(~Vx → MHGx), MHGp
önermelerinin ifade ettiği yaptırımlar uygulanmak suretiyle dünya dile getirilen bu önermelere
uydurulmaya çalışılır.
Bernal, bunlara ilave olarak, kimi durumlarda, örneğin ceza ve sözleşme hukuku
davalarında ~Vp, (x)(~Vx → MHGx), MHGp önermelerini söylemek suretiyle, mahkeme ya
da yargıcın faille ilgili olumsuz bir duygusunu da dışavurduğu, dolayısıyla Searle’ün
dışavurucu dediği türden bir edimde daha bulunduğunun düşünülebileceğini ileri sürmektedir:
Ceza hukuku davalarında karar bir ayıplama ya da kınamayı da içerir ve bu ayıplama ya da
kınama da, edimin etkisöz etkisi olarak kabul edilebilecek, bir pişmanlık ya da utanma
duygusu duymasını sağlayıp failin “düzelmesini” sağlamanın bir ilk adımı olarak kabul
edilebilir.
IX.
Austin
ile
Searle’ün
söz
edimleri
kuramı
çerçevesinde
yargıçların
gerçekleştirdikleri yargı edimi konusunda, bu edimin içerisinde yer aldığı edimsöz sınıfı
üzerinden bize söyledikleri çok genel olabilir. Bernal’in söz edimleri kuramından yola çıkarak
yargıçların yerine getirdikleri yargı edimi konusunda bize sunduğu yukarıdaki ayrıntılı
çözümleme birtakım düzeltmeler isteyebilir. Ama bu ikisi, insanın hukuk, siyaset, etik, estetik
ve zanaat alanlarında yapıp-ettiklerini genel bir ilkenin terazisinde tartma edimi olarak yargı
ediminin genel yapısı hakkında bize çarpıcı bir model sunuyor.
Bu modele göre 18 yargı edimi, bir şeyler söylemek suretiyle yerine getirilen bir dil
edimi anlamında bir söz edimi, ya da daha teknik ifadesiyle bir edimsöz edimidir: bir insanın
yapıp-ettiklerini genel bir ilkenin terazisinde tartmak isteyen biri, bunu birtakım şeyler
18
Bernal yargı ediminde bulunan yargıçların, bu edimde bulunarak muhataplarında belli birtakım duygu,
düşünce ya da davranış şekli yaratmayı da amaçladığını varsayarak, yargı ediminin altında yer alan edimlerden
bazılarının (aşağıdaki 1a, 2a ve 3a edimlerinin) bir sonucu olarak muhataplarda ortaya çıkarılmak istenen
duygu, düşünce ya da davranış şekillerine de çözümlemesinde yer veriyor. Yukarıda III. bölümde belirtildiği
üzere, söz edimleri kuramı, muhatabın duygu, düşünce ve davranışlarını etkileme edimininin, ya da kuramın
tercih ettiği adlandırmayla “etkisöz edimi”nin dilin sözdizim, anlam ve kulanım kurallarının dışında bir işleyişe
sahip olduğunu savunur ve bu nedenle de onun düzsöz ve edimsöz edimlerinin olduğu anlamda dilsel bir edim
olmadığını söyler. Bunun için, Bernal’in çözümlemesinin bir parçası olan etkisöz edimi, hukuk, siyaset, etik,
estetik ve zanaat alanlarında karşımıza çıkan yargı ediminin genel bir dilsel çözümlemesini sunmayı amaçlayan
bu yazıda hesaba katılmadı.
141
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
söylemeden, yani bir dizi düzsöz ediminde bulunmadan yapamaz. Fakat birtakım şeyler
söylemek de tek başına yeterli değildir: biri, ancak ve ancak bulunduğu özel yargı ediminin
varlığını gerekli kıldığı “kurum”un belirlediği belli birtakım koşulların yerine gelmiş olması
şartıyla, birtakım şeyler söylerken o özel yargı ediminde bulunmuş sayılabilir. Başarılı ve
kusursuz bir yargı edimi ise şu üç şeyi dile getirmeyi gerektirir:
(1)
x gibi herhangi birinin yapıp-etmiş olduğu şeyin, terazisinde tartılacağı, K
koşullarını karşılayan bir şey yapıp-etmesi halinde x’in yapıp-ettiği o şeyle ilgili olarak S
sonucuna hükmedilmesi gerektiğini söyleyen Gİ gibi genel bir ilke;
(2)
a gibi belirli birinin Gİ genel ilkesinde sözü edilen K koşullarını karşılayan
bir şey yapıp-etmiş olduğunu;
(3)
a gibi o belirli birinin Gİ genel ilkesinde sözü edilen K koşullarını
karşılayan bir şey yapıp-etmiş olmasının bir neticesi olarak S sonucuna hükmedilmiş olduğu.
Bunlar yargı ediminde bulunan kişinin gerçekleştirmesi gereken düzsöz edimleridir.
Bu kişi, bulunduğu özel yargı ediminin varlığını gerekli kıldığı “kurumun” belirlediği
koşullarda bu üç düzsöz ediminde bulunmak suretiyle, Bernal’in saptamasıyla
(1)(x)(Kx → Sx)
(2)Ka
(3)Sa
MP (1,2)
şeklinde bir çıkarım gerçekleştirerek yerine getirdiği o özel yargı ediminin oluşturucuları olan
şu edimsöz edimlerinde bulunur:
(1) (x)(Kx → Sx) genel ilkesini dile getirirken, edimsöz gücü kesinleme olan bir,
edimsöz gücü beyan olan iki söz ediminde bulunur:
(1a) (x)(Kx → Sx) olduğu yollu bir kesinleme ediminde bulunur.
(1b) Bulunduğu özel yargı ediminin varlığını gerekli kıldığı kurum çerçevesinde
(x)(Kx → Sx) önermesine karşılık gelen yeni bir kurumsal olgu yatır.
(1c) (x)(Kx → Sx) önermesinin ifade ettiği genel ilkeyi, çıkarımının büyük öncülü
yapar.
(2) Ka önermesini dile getirirken, yine edimsöz gücü kesinleme olan bir, edimsöz
gücü beyan olan iki söz ediminde bulunur:
(2a) Ka olduğu yollu bir kesinlemede bulunur.
142
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
(2b) Bulunduğu özel yargı ediminin varlığını gerekli kıldığı kurum çerçevesinde Ka
önermesine karşılık gelen yeni bir kurumsal olgu yaratır.
(2c) Ka önermesinde ifadesini bulan olgu bildirimini, çıkarımının küçük öncülü
yapar.
(3) Sa önermesini dile getirirken, edimsöz güçleri beyan ve yöneltici olan iki söz
ediminde bulunur:
(3a) Bulunduğu özel yargı ediminin varlığını gerekli kıldığı kurum çerçevesinde Sa
önermesine karşılık gelen yeni bir kurumsal olgu yaratır.
(3b) Belli birtakım üçüncü kişilere ya da bireylere bu Sa önermesinin ifade ettiği
kurumsal olgunun gerektirdiği belli birtakım işleri yapma sorumluluğu yükler.
Elbette, söz edimleri kuramından ve bu kuramdan yola çıkan bir hukuk kuramcısının
kendi alanında gerçekleştirilen yargı edimlerinin yapısıyla ilgili çözümlemenin bize sunduğu
şey, yalnızca bir model: her model gibi, modeli olduğu şeyin, yani genel yargı ediminin dış
sınırını veriyor, bu sınırın içerisinde yer alan özel yargı edimleriyle ilgili özel ayrıntılar
vermiyor. Dolayısıyla bu modelin, hukuka, siyasete, etiğe, estetiğe ve zanaata özgü yargı
edimlerinin ortak noktasını sorgulamak isteyenlere şunları söylediği ileri sürülebilir:
Yargı edimi, bir insanın yapıp-ettiklerini genel bir ilkenin terazisinde tartma edimidir
ve ancak bir dizi önerme dile getirmek suretiyle gerçekleştirilebilir. Bir yargı
ediminde bulunmak üzere birtakım önermeler dile getiren kişi ise o önermeleri dile
getirirken edimsöz gücü aynı içeriği farklı olan bir dizi söz edimiyle içeriği aynı
edimsöz gücü farklı olan başka bir dizi söz ediminde bulunur. Başarılı ve kusursuz
bir biçimde bir yargı ediminde bulunan birinin, hangi söz edimlerinde bulunduğunu
mu soruşturmak istiyorsun? Önce o kişinin başarılı ve kusursuz bir yargı ediminde
bulunmak için dile getirmesi gereken önermelerin hangileri olduğunu, sonra da bu
önermeleri dile getirmek suretiyle gerçekleştirdiği edimlerin hangileri olduğunu
sorgula!
Bu modelin, her model gibi, modeli olduğu şeyin, yani yargı ediminin dış sınırını
vermesi, bu sınırın içerisinde yer alan özel yargı edimleri konusunda özel
ayrıntılar
vermemesi bir zayıflık olarak görülebilir. Ama modelin, özel yargı edimlerinin özel
ayrıntılarını soruşturmak isteyenlere, o ayrıntılara ulaşmak için bir yönerge sunmak gibi güçlü
bir yanı da var. Bize diyor ki:
Her özel yargı edimi özel bir “kurum”un varlığını gerekli kılar ve ancak o özel
“kurum”un çizdiği sınırlar içerisinde gerçekleştirilebilir: Söz gelişi, bir bireyin bir
başka bireye ettiğini hukukun ilkelerinin terazisinde tartmak, yani hukuk alanında bir
yargı ediminde bulunmak, ancak ve ancak, hukuk kaynaklarında kendisini gösteren
bir hukuk sisteminin çizdiği sınırlar içerisinde gerçekleştirilebilir. Bir yargıcın
143
BİR SÖZ EDİMİ OLARAK YARGI EDİMİ
başarılı ve kusursuz bir yargı ediminde bulunması, tarttığı fiili de o fiili tartarken
kullandığı genel ilkeyi de tartımının sonunda ulaştığı sonucu da hukuk sisteminin
içinden dile getirmesine bağlıdır. Bu nedenle, siyaset alanında başarılı ve kusursuz
bir yargı ediminde bulunmanın varlığını gerekli kıldığı kurumu mu arıyorsun? Bir
bireyin iktidar karşısında ettiği bir şeyi siyasetin ilkelerinin terazinde başarılı ve
kusursuz bir biçimde tartmak isteyen birinin, tarttığı fiili, o fiili tartarken başvurduğu
genel ilkeyi, ve tartımının sonunda vardığı sonucu bildirirken dilinin içerisinde
kalmaya özen göstermek zorunda olduğu kaynakların hangileri olduğunu 19 sorgula!
Etik alanında başarılı ve kusursuz bir yargı ediminde bulunmanın varlığını gerekli
kıldığı kurumu mu arıyorsun? Bir kişinin bir başka kişiye ettiği bir şeyi etiğin
ilkelerinin terazinde başarılı ve kusursuz bir biçimde tartmak isteyen birinin, tarttığı
eylemi, o eylemi tartarken başvurduğu genel ilkeyi, ve tartımının sonunda vardığı
sonucu bildirirken dilinin içerisinde kalmaya özen göstermek zorunda olduğu
kaynakların hangileri olduğunu 20 sorgula! Estetik alanında başarılı ve kusursuz bir
yargı ediminde bulunmanın varlığını gerekli kıldığı kurumu mu arıyorsun? Bir
kişinin yarattığı bir yapıtı estetiğin ilkelerinin terazisinde başarılı ve kusursuz bir
biçimde tartmak isteyen birinin, tarttığı yapıtı, o yapıtı tartarken başvurduğu genel
ilkeyi, ve tartımının sonunda vardığı sonucu bildirirken dilinin içerisinde kalmaya
özen göstermek zorunda olduğu kaynakların hangileri olduğunu 21 sorgula! Zanaat
alanında başarılı ve kusursuz bir yargı ediminde bulunmanın varlığını gerekli kıldığı
kurumu mu arıyorsun? Bir kişinin meydana getirip başkalarının kullanımına
sunduğu bir ürünü zanaatın ilkelerinin terazisinde başarılı ve kusursuz bir biçimde
tartmak isteyen birinin, tarttığı ürünü, o ürünü tartarken başvurduğu genel ilkeyi, ve
tartımının sonunda vardığı sonucu bildirirken dilinin içerisinde kalmaya özen
göstermek zorunda olduğu kaynakların hangileri olduğunu 22 sorgula!
Ayrıntılı bir irdeleme ve temellendirme istiyor ama siyaset alanında bir yargı ediminde bulunulduğunda,
tartımda dilinin içerisinde kalınmaya özen gösterilmesi gereken kaynakların siyaset kuramları ve siyaset
felsefesi külliyatı olduğu söylenebilir.
20
Yine ayrıntılı bir irdeleme ve temellendirme istiyor ama etik alanında, tartımda dilinin içerisinde kalınmaya
özen gösterilmesi gereken kaynakların etik kuramları ve etik külliyatı olduğu söylenebilir.
21
Bu kaynakların da, benzer şekilde, sanat kuramları ve sanat felsefesi külliyatı olduğu söylenebilir.
22
Bu kaynakların ise gelenek ve yaşamın bizzat kendisi olduğu söylenebilir.
19
144
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
AYSEVER, R. L.
KAYNAKÇA
Austin, J. L. (1962). How to Do Things with Words. Oxford: Oxford University Press.
Türkçesi (2009) Söylemek ve Yapmak, R. L. Aysever, İstanbul: Metis Yayınevi.
Aysever, R. L. (2000). Dil Felsefesi, Söz Edimleri Kuramı ve John R. Searle. Searle 2000
içinde, 7-72.
Aysever, R. L. (2009). “Söylemek ve Yapmak’a Sunuş”. Austin 2009 içinde, 9-32.
Bernal, C. J. (2007). A Speech Acts Analysis of Judicial Decisions. European Journal of
Legal Studies, 2(1) 1-24. Erişim: http://www.ejls.eu/2/34UK.pdf
Searle, J. R. (1968). Austin on Locutionary and Illocutionary Acts. Philosophical Review, 77
(4) 405-424.
Searle, J. R. (1969). Speech Acts. Cambridge: Cambridge University Press. Türkçesi (2000),
R. L. Aysever (Çev.), Söz Edimleri. Ankara: Ayraç Yayınları.
Searle, J. R. (1978a). Expression and Meaning. Cambridge: Cambridge University Press.
Türkçesi (2011), Söylemek ve Anlatmaya Çalışmak, R. L. Aysever (Çev.), Ankara:
BilgeSu Yayınları.
Searle, J. R. (1978b). Mind and Language. W. L. Megav (Ed.), Prospects of Man:
Communication, Toronto: York University Press, 27-58.
Searle, J. R. (1989). How Performatives Work?” Linguistics and Philosophy, 12(5) 535-558.
Searle, J. R. (1995). The Construction of Social Reality. Londra: Penguin Books.
Searle, J. R. (2008). Language and Social Ontology. Theory and Society, 37(5) 443-459.
Searle, J. R. (2010). Making the Social World: The Structure of Human Civilization. Oxford:
Oxford University Press.
Searle, J. R. (2012). Human Social Reality and Language. Phenomenology and Mind, No.2.
26-39.
Searle, J. R., Vanderveken, D. (1985). Foundations of Illocutionary Logic. (Cambridge:
Cambridge University Press.
TDK Büyük Türkçe Sözlük (2012). Erişim: http://tdkterim.gov.tr/bts/
Tuğlacı, P. (1971-1974). Okyanus Türkçe Sözlük (3 Cilt). İstanbul: Sermet Matbaası.
145
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
146
OSMONOV, O. C.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Çev.Vefa KURBAN
Dokuz Eylül Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Dergisi
Cilt: 2 Sayı: 3 2013
ESKİ KIRGIZLAR
O. C. OSMONOV
Çev. Vefa KURBAN *
Çin tarihçisi Sima Tsyan (M.Ö.145-86) “Şı-Tszi” (Tarih Risalesi, M.Ö 1.yy )
çalışmasında milattan önce 201 yılında Hun hükümdarı Mete Han’ın kuzey ve kuzey batı
komşularının topraklarını fethetmek için harekât düzenlediğini yazmaktadır. O, bu harekâtı
sırasında bazı bağımsız kabileleri ‘Gyangunlar veya Tszsıyangunlar, Dinlinler, Sinliler ve
Kyuşeleri (Kıpçak) kendisine tabi kılmıştır. Bilim adamlarının ispatladıkları gibi Çinliler eski
Kırgızlar’ı,
Gyangunlar
veya
Syangunlar
(Gegun,
Tsıgu,
Kıgu,
Cigu
)
olarak
adlandırmışlardır. Bu bilgiler Kırgız etnoniminin kullanımına dair ilk bilgiler olup tarih ilmi
ve Kırgızistan tarihi açısından çok büyük önem arz etmektedir. Bu bilgiler doğrultusunda
Kırgızların uzun zaman önce, 3.yüzyılda kendilerine ait teşekküllerinin olduğu söylenebilir.
Böylece, Kırgız etnonimi Türk kökenli halklar arasında en kadim etnonimdir. Türkmen,
Özbek, Kazak, Uygur ve Başkurt gibi Türk etnonimleri de çok geç tarihlerde ortaya çıkmıştır.
Tszsiyangunlar, Çinliler’in Kırgızlar’a verdiği addır. Bu kelime “Demir Halk” olarak tercüme
edilmektedir. Çin tarih risalelerinde Kırgızlar’ın yaşadıkları toplumda bakır, demir ve altın
yer almaktadır. Kırgızlar, özellikle meteorit
(Gök taşı, Yıldız taşı) demirine ilgi
göstermişlerdi. Nitekim bu maddeden çok sağlam silahlar yapılmaktaydı. Çin tarih
kaynaklarına göre, Kırgızlar bu silahların hazırlandığı maddenin nasıl işlendiğini bir sır olarak
saklamışlardır. Gök demiri “Tszyıaşıa’’ dır. (Tszyasıa Zelyazo – “o” harfi hayret etmek,
hayrete düşmek anlamındadır.) Buna dayanarak, Çinliler Kırgızları “Tszyangunlar” yani
demir halk olarak adlandırmışlardır.
Türkmenler Kangılı boyuna aittirler. Etnik anlamda Türkmen kelimesi 8.yy’dan
itibaren kullanılmaya başlamıştır. Bazı araştırmacılara göre, Türkmen etnonimi Turuk, Türk
etnonimine aittir. Bilindiği üzere, Türkmen Oğuzlar 9-11.yy’dan itibaren bugünkü
Türkmenistan ve civar bölgelere büyük topluluklar halinde göç etmişlerdir.
*
Yrd. Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı
Başkanı. vefa.kurban@deu.edu.tr
147
ESKİ KIRGIZLAR
Özbekler bağımsız bir halk olarak; Karahanlılar 10. yy-13.yy başları ve Timurlular
14.yy ikinci yarısı-15.yy sonu dönemlerinde teşekkül bulmuşlardır. 15-16. yüzyılda Altın
Orda Devleti’nin doğu bölgelerinde yaşayan göçebe kabileler Özbek Han’ın şerefine
kendilerini Özbek olarak adlandırmışlardır. Göçebe Özbekler, Şeybani Han ordusunun
çekirdeğini oluşturmuştur. Şeybani Han, Timur torunlarının hâkimiyetine el koymuştur.
Kazakların ataları ise Kıpçaklar’dır. Rus ülkesinde Kıpçaklar’ı ‘Polovets’ olarak
adlandırmışlardır. Kıpçaklar saçlarını yulaf renginde boyattıkları için, Ruslar tarafından böyle
adlandırılmışlardır. Şüphesiz ki, Polovetsler’in kazak etnik kimliğine nasıl dönüştüğünü
anlamak zor olacaktır. Fakat burada dikkate alınması gereken bir husus Kazaklar’ın genetik
olarak kökenlerinin Moğol boylarından, özellikle Kareiyler’den gelmesidir.
Kırgız etnonimi ile ilgili tartımalar uzun yıllardır bilim çevrelerinde devam
etmektedir. Bununla birlikte, bu terimin deşifre olmasının anahtarı Türk dili içersinde
yatmaktadır. Burada dikkate alınması gereken bir husus da etnonimin anlamının
yorumlanmasındaki halk dili ve bilimsel dilin birbirinden farklılık göstermesindedir.
Halkın hafızasında tarihi olaylar ve değerlendirmeler tarihi folklorculuğun,
masalların, namelerin içeriğinde yer almakta kendine özgü bir şekilde yansımaktadır. Halkın
“Kırgız” kelimesini açıklama çabalarını daha çok efsanelerde görmekteyiz. Halk efsanelerine
göre, Kırgız kırk+kız yani, kırk kızın torunları şeklinde açıklanmaktadır. Başka açıklamalarda
ise kırk+oğuz yani kır oğuzları anlamında yorumlanmaktadır. Kırgız etnoniminin 16.yy
çalışmalarında, bu şekilde halk yorumuyla açıklandığı görülmektedir. 16.yy Yuan Şi (Yuan
Hanedanın Tarihi) risalesinde Kırgızlar, kırk Çin kızının ve kuzey bölgedeki Us halkının
oluşturduğu birliğin torunları olarak tanımlanmaktadırlar. Seyfettin Ahsıkent’in aktardığı
efsaneye göre, Sultan Sencer Doğu Fergane’ye saldırdığında (12.yy) kırk “Üzgen Oğuzu”
Hocend’e (kuzey Tacikistan) kaçmış ve orada iskân etmişlerdir. Ve böylece onlardan da
Kırgızlar türemişlerdir. Başka bir efsaneye göre, kırk kız Fergane dağlarında otuz gençle
karşılaşmış ve böylece Kırgız boyu ortaya çıkmıştır. Kırgız halkı içersindeki aşiret ve boylar
kendi adlarını da değişik şekillerde yorumlamışlar. Mesela, Kırgız boyu olan Bugulara göre,
onların soyu güzel bir geyikten gelmektedir. Bağış boyuna göre onların kökeni siyah
geyikten, Sarı Bağış boyuna göre, ormanlar sahibi olan sarı geyikten gelmektedir. Kendi
kökenlerinin beyaz parstan geldiğini söyleyenler de vardı. Bu efsaneler kökenimizin totemik
algılamaları ve bu algılamaların sonraki kuşaklara aktarılmasından kaynaklanmaktadır.
Kırgızların menşeine dair çok kıymetli kaynaklar Kırgız Sözlü Şecereleri – Sanjirleri’dir. Bu
148
OSMONOV, O. C.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Çev.Vefa KURBAN
kaynaklara göre, Türklerin mitolojik olarak atası kurttur. Onun 4 oğlu olmuş, büyük oğlu
Nodulu-Şat eski Türk hanedanı Aşen’in kurucusudur. Diğer oğlu Afu ve Gan nehirleri
arasındaki bölgeyi Tsyigu (Kırgız) Bölgesi’ni yönetmiştir. Ünlü tarihçi Türk dili halkların
tarihi alanında önemli bilim adamlarından biri olan Hive Hanı, Muhammed Ebül Gazi Batır
Han (1603-1664) Eski Türklerin Şeceresi adlı çalışmasında Kırgızlar’ın Oğuz Han’ın
torunları olduğundan bahseder, farklı bir değişle, Kırgızların eski Türkler’in ataları olduğunu
vurgular.
Moğol boyu olan Duglatlar’ın tarihçisi Mirza Muhammed Haydar’ın (16.yy) “Tarih-i
Raşidi” ve Seyfettin Ahsikent’in (16.yy) “Mecmuat-Tevarih” eserinde, ayrıca Hudayar Han’ın
19.yy da yazılmış olan “Neseb-Name” olarak bilinen çalışmasında eski Kırgızların soylarına
dair bilgiler yer almaktadır. Bu bilgiler Kırgızların jeneolojik kökenlerine dair öykülere
dayanmaktadır. (Tüm bu çalışmalar, Kırgızistan Cumhuriyet’i Milli Bilimler Akademisi el
yazması bölümlerinde korunmaktadır).
Bu kaynaklarda Âdem Peygamber’den Nuh Peygamber’e kadar olan dönem
belirtilmemiştir. Öykülerde Büyük Tufan sonrası doğmuş olan Nuh Peygamber’in oğulları
(Ham, Sam, Yafes) tarihinden Oğuz Han’a kadar olan dönemden bahsedilmektedir. Oğuz Han
Türk Ata’nın soyundandır. Oğuz Han’ın büyük hanımından 6 çocuğu vardır: Gün Han, Ay
Han, Yıldız Han, Kök Han, Dağ Han, Deniz Han. Bunlarında her birinin 4 çocuğu vardır. Dağ
Han’ın oğulları Kırgız Han, Salır İmar, Aleyuntali’dir. Bunun dışında Oğuz Han’ın küçük
hanımından da oğulları ve kızları vardır. “Neseb-Name”de “Kırgız Hanedanının Şeceresi”
bölümünde Kırgızların eski vatanının Ankamuran, Salamkar sahilinde yerleştiğinden
bahsedilmektedir. Burada Cengiz Han ve Kırgızlar’ın aynı soydan, geldiği yani Oğuz Han’ın
torunu ve Dağ Han’ın oğlundan geldiğinden bahsedilmektedir. “Nuh Peygamber’den Kırgız
Han’a kadarki dönem” başlıklı bölümde şu satırlar yer almaktadır.
“Nuh Peygamber aleyhisselam’dan oğlu Yafes aleyhisselam, ondan Türk Han, daha
sonra İlçi Han, ondan Deloku Han, ondan Kuyuk Han, ondan Alança Han, ondan Moğol Han,
ondan Oğuz Han, ondan Dağ Han ve ondan Kırgız Han gelmektedir.
Kırgız Etnoniminin Menşeine Dair Bilimsel Hipotezler
Bilim adamları Kırgız kelimesini parçalarına ayırarak lengüistik ve onomastik
yöntemlerle araştırarak çok değişik yorumlarda bulunmaktadırlar. Bunlardan bazılarına
örnekler verebiliriz.
149
ESKİ KIRGIZLAR
1. Kırk + yus, kırk jüs (Kırk yüz). V.Radlov
2. Kırk + er, (Kırk kişi). Ahmet Togan
3. Kırk + kız, (Siyah saçlı halk). D.Aytmuradov
4. Kırk+ guu, (Kırklar). K. Petrov
5. Kırk + oğuz, (Kırk oğuzlar daha doğrusu güney veya batı oğuzlar). N. Baskakov
6. Kırgın-kırgıt-kırgız, (Açık yüzlü mavi gözlü halk). A.Kononov
7. Kırgız- kırıl kız, (Yenilmez istikrarlı). A.Omurkulov
8. Kırkuğuz, (Kırk uğuz, Uğuz hanın Torunları). Manas Destanının (Jaisan
versiyonu)
9. Kırkgıc- Kırgız,(Savaşçı, akımcı). Akay Kine
Bilim adamlarının çoğunluğu Yenisey Kırgızları’nın dış görünüşlerini temel alarak
Kırgız etnoniminin eski bir Türk kelimesi olan kırk-kırmızı ve “Iz” (boy aşiret) kelimesinde
türediğini ve tam olarak kırmızı başlı(yüzlü veya saçlı)halk olarak tanımaktadırlar. Etnonimin
incelenmesi sırasında bilim adamları “gız”, “guz”, “gar”, “gaz”, “ar”, “aş”, “as” ( Oğuz,
Gagaoğuz, Uygur, Bulgar, Çuvaş) vs. bileşenlerin, değişik Türk dilli halkların adlarındaki
benzerlik üzerinde durmaktadırlar. Yenisey nehrinden Ural’a kadar geniş bir arazide yaşamış
olan Orta Çağ dönemi göçebelerde “Kırgız” adının geniş bir şekilde yayılması onların bu adın
“Türkî” adı gibi eskiden “cesur ve savaşçı” insanlar anlamına geldiği üzerinde düşünmek
gerekiyor.
Bu
yüzden
göçebe
aşiretlerin
birçoğunun
kendilerini
“Kırgız”
olarak
adlandırmaları doğaldır.
Bir zamanlar tüm Asya’da yaşamış olan göçebeler Kırgız olarak adlandırılmıştır.
Orta Çağda yaşamış olan şair Nizami “İskender-name” adlı eserinde, ondan çok daha sonra
büyük Rus şairi A.S.Puşkin “Yüzbaşının Kızı” adlı eserinde Ural nehrinden doğuya doğru
tüm halkları Kırgız olarak adlandırmıştır. Büyük Rus tarihçisi N.M Karamzin “Rus devletinin
tarihi” adlı eserinde aşağıdakileri yazmaktadır.
İskitler değişik adlarla adlandırılmışlardır. Kırgızlar ve ya karmıklar gibi
yaşamışlardır. Özgürlüklerini her şeyden çok severlerdi. Daha sonra Karamzin
Peçenekler ile ilgili şunları yazmaktadır. Göçebe yaşayan, hayvancılıkla uğraşan
bugünkü Kalmık veya Kırgızlara benzer bir halktır. Onlar Ruslara Asya atları,
koyunlar ve öküzler satarlar. Karamzin 16.yy Alman diplomatlarından
Herbertshtain’in Tatarlarla ilgili yazısını şu şekilde aktarmaktadır. Onların
şekillerinden gerçek Moğolları, bugünkü Kalmık ve Kırgızları görmekteyiz.
Bu gelenekler Batı Avrupa yazarları tarafından da geniş bir şekilde kullanılmıştır.
Böylece Kırgız etnonimi bağımsız bir soy veya boy ittifakı olarak ortaya çıkmış ve daha sonra
Avrupalılar tarafından Orta Asya’nın birçok halkı için kullanılmıştır.
150
OSMONOV, O. C.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Çev.Vefa KURBAN
Kırgızların Eski Vatanı
Yazılı eski tarih kaynaklarında M.Ö 3.yy’dan itibaren Kırgızların soyuna dair çok
değişik görüşler vardır.
Sım Tszyan’ın çalışmasında Kırgızlardan bahsedilmektedir ve onların yerleşim
yerleri hakkında bilgi verilmemektedir. Bazılarına göre, Kırgızların vatanı Yenisey, bazılarına
göre bugünkü Kuzeybatı Moğolistan’daki Hırkız Nur (Kırgız gölü) bölgesidir. Sonuncu tez
uzun yıllar en çok kabul gören tezdir. Han Şu (Han Hanedanın Tarihi) risalesinden eski Çin
tarihçisi Ban Gu (M.S 1.yüzyıl) şöyle yazmaktadır:
“Hun hükümdarının karargâhı
Kırgızlardan doğuda yedi yüz Li (1li=500m) mesafededir”. Bu verilere dayanarak arkeoloji
uzmanı olan Prof. Y.Gudyakov, Sinoloji uzmanı L.A. Borovkova ve günümüzdeki Kırgız
tarihçileri onların vatanını M.Ö 1.yy’da Doğu Tenir Too (Tenir Dağ- bugünkü Manas Kara
Şaar (Doğu Türkistan’daki) ayrıca Borov-Horo Kuzey dağlık bölgesidir. Kırgızların eski
komşuları Hun, Usun, Dinlin gibi Türk halkları, ayrıca Doğu Türkistan’ın Hint-Avrupa
grubuna ait halklardır (Yuenşiler veya Toharlar).
Kırgızların atalarının iskân yerleri verimli ve zengin topraklara sahipti. Burada
göçebeler hayvancılık çiftçilik ve zanaat (marangoz, derici, demirci, iplikçi vs.) ayrıca av
ürünleri, savaş sanatı ve diğer faaliyetlerle uğraşmışlardır. M.Ö 1.yy ortalarında Hun
hükümdarı Cici kendi ordusunu savaşçı Kırgızlar sayesinde daha da iyileştirdi ve bugünkü
Yenisey Minosin Bölgesinde yaşayan hakları kendilerine tabii etti. O dönemde Kırgızların
çekirdek toplumu yeni vatanlarına iskân ettiler. Hunlar Yenisey’de çok kalmadılar ve
bugünkü Talas vadisine saldırdılar. M.Ö. 36 yılında Çinliler Hunları yendiler. Cici esir alındı
ve idam edildi. Böylece, Kırgızların yeni vatanı olan Yenisey’e göç etmelerini bir kısım bilim
adamı Hunların politikasıyla ilişkilendirirken, bir kısmı da neden ve zaman bazen de değişik
tezler öne sürmekteydi.
Rus şarkiyatçısı N.Aristov’un yazdığına göre, değişik tarihi etnografik ve diğer
veriler eski dönemlerden 18.yy’a dek Yenisey’de aynı isim, aynı dil, dış görünüş ve
gelenekleriyle Tiyan-Şan Kırgızlarına benzeyen halkların olması şunu ispatlamaktadır: Bir
zamanlar Yenisey’de ve Tiyan-Şan’da Kırgızlar yaşamıştır ve daha sonradan M.Ö 3.yy da iki
yere parçalanmışlardır. Bunlardan bir kısmı 18.yy’e dek Yenisey’de yaşarken diğer kısmı da
güneyde Batı Tiyan-Şan’da kalmışlar ve Çinliler tarafından Us’un olarak adlandırılmışlar.
Yani, N.Aristov’a göre, Yenisey ve Tiyan-Şan Kırgızları aynı halktır. Onlar Yenisey’de
151
ESKİ KIRGIZLAR
Tiyan-Şan’a kadar olan alanda yaşamışlardır. N.Aristov’un bu tezi dikkate alınması gereken
ciddi bir tezdir.
Eski Kırgızların Hun İmparatorluğu Tarafından Mağlup Edilmesi
Hun İmparatoru Mete’nin Kırgızları ne zaman egemenliği altına aldığını söylemek
ve o dönemde onların herhangi bir devlet olup olmadığını söylemek çok zordur. Hatta böyle
bir devleti varlığı söz konusu olmasa ve Kırgızların M.Ö 3. yy.da Hun devletinin egemenliği
altına girdiğini kabul etmiş olsak bile, şu tezi hiç tereddüt etmeden ileri sürebiliriz: onların
gelişimi ilk göçebe uygarlığı devletinin doğrudan ve aktif etkisi altında gelişmiştir.
Hun İmparatorluğunun egemenliği altında değişik birkaç eski Türk halkının kültür,
gelenek ve örflerinin karşılıklı şekilde kaynaştığı ve yeni bir dil alanının meydana geldiği
söylenebilir.
Kırgızlar
Hunlardan
siyasi
deneyim
ve
askeri
yönetim
tecrübesini
kazanmışlardır. Ortaçağ’da Kırgızlar eski gelenek icabı 3 gruba ayrılıyordu : “Sağ” ve “sol”
kanat ve
“içkilik”. Hunların siyasi egemenliği altına girmiş olan Kırgızlar Çin
İmparatorluğuna karsı Hunlar tarafında savaşa katılmışlardır. Bu husus şöyle bir ihtimalin çok
dikkatle incelenmesini gerekmektedir: Hunların Merkezi Asya’daki döneminde Kırgızların
tarihi kahramanlık destanlarının ortaya çıktığı söylenebilir.
Kırgızlar M.Ö 1.Yüzyılın İlk Yarısında
M.Ö. 99 yılında Tszyuydıheu’nun Hükümdarlığı döneminde Çin orduları Hunlara
saldırdı. Fakat bu savaşta yenildiler. Ünlü Çin savaş komutanı Li Li esir alındı. O, Hunlara
hizmet etmeye razı oldu. Nitekim Çin’de onu idam cezası bekliyordu. Tszyuydıheu kızını Li
Li ile evlendirdi ve ona Batı kolunun Cjuki Bey unvanını vererek Yenisey Kırgızlarının
yaşadığı bölgeye yönetici olarak atadı. Li Li’nin Hun eşinden olan çocukları büyük Kırgız
devletinin temelini attılar. Onlar 840 yılında Uygur Kağanlığını yendiler. Kırgızların bu
hâkimiyeti Cengiz Han saldırılarına kadar devam etti.
M.Ö. 90 yılında Li Li’nin komutasındaki Kırgız birlikleri güçlü Hun birliklerinin
katılımıyla Hingan yakınındaki Yanjan Dağlarında Çin Ordularıyla savaşa girdiler. Hunlar
tarafından Kırgızların yanı sıra Dinlin ve Tufanlar da savaşmışlardır. Bu müttefik birlikler
Han İmparatorluğu ordusunu yendiler. Çin yayılmacılığına karşı yapılmış olan bu özgürlük
savaşı ünlü Kırgız kahramanlık destanı olan “Manas” destanında da geçmektedir. Burada Çin
kökenli Almanbet’in Kırgızlara ve Türklere samimi bir şekilde hizmet ettiğinden
bahsedilmektedir. Bu motiflerle Li Li ile ilgili gerçek tarihi olaylar arasında ilginç bir
benzerlik vardır. Kırgızlar milat öncesi 60’lı yıllara kadar Hunların çok güvenilir tebaası
152
OSMONOV, O. C.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Çev.Vefa KURBAN
olarak bilinmektedir. Hun hükümdarı Kırgızların yönetimi için bölge yöneticisi atardı. M.Ö.
71 yılında Us’un Dinlin ve Uhuanlıların Hunlara karşı isyanı sırasında Kırgızlar Hunların
yanında yer almışlardır. Bunun dışında Hun devlet sisteminin organik bir bileşimi olarak
Kırgızlar onların politikalarını her bir şekilde uyguluyorlardı.
İlk Bağımsız Kırgız Devleti
Kırgızlar, Hun devletinin merkezi hâkimiyetinin zayıflaması ve siyasi dağınıklık
sürecinden yararlanarak M.Ö. 56 yılında özgürlüklerini ve siyasi bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Onların hâkimiyeti Doğu Tenir - Too dağın kuzey kısmında - Boro-Horo Dağlarıyla Dzsiotin
Elisun Çölü arasındaki alanda geçerliydi.
Bu dönemden itibaren kaynaklarda ilk kez Kırgız krallığından bahsedilmektedir.
Eski Çin tarihçisi Ban Gu Kırgız boylarının ittifakını “ho”- “krallık” olarak adlandırmıştır.
Küçük Kırgız hükümdarlığının bulunduğu alanın coğrafi özelliği onlara birkaç yıl içinde
Hunların etki alanından uzak kalmalarına ve Kırgız devletinin meydana gelmesine olanak
sunmuştur. Sadece M.Ö. 49 yılında kuzey Hunlarının hükümdarı Cici bugünkü Manas şehri
civarındaki Utszı Krallığını, daha sonra Kırgız krallığını ve kuzey komsularını, yani Dinlinleri
yendi. Cici birkaç yıl Kırgız topraklarında kaldıktan sonra batıya doğru harekât etti ve burada
Kangün Krallığıyla bir barış antlaşması yaptı. Bazı araştırmacılara göre, M.Ö. 48 -42
yıllarında ayrı ayrı Kırgız birlikleri bu savaşlara katılmış ve Talas vadisine kadar gelmişlerdir.
M.Ö. I -V. yy’da Kırgızlar
Bu dönemde Kırgızlar Tenir -Too Dağ bölgesinde iskân etmişlerdir. Çin
Tarihçilerine göre, Kırgızlar Türk kavimlerinden olan Tele(telesler) ile komşuydu. Akdağ
yakınındaki kuzey Yansin (Kara Şaar)’da yaşıyorlardı. Dinlin ve Hunların bir kısmı ise
Kırgızlar tarafından asimile edilmişlerdir. 5.yyda Kırgızlar Teles gibi Kuzey Çin’den saldıran
Juan Juanlara (yani Avarlar) karşı savaşmışlardır. Fakat sonunda yenilmişlerdir. Kırgızların
Türk kabilelerinden olan Aşenlerle etnik yakınlığına ilişkin Çin kaynaklarında yer alan
efsanelere göre, Kırgızlar tüm Türklerin mitolojik anasından Kurt, Pars, Meral ve diğer kutsal
Kırgız totemlerinden türemişlerdir. Diğer Türkler gibi Kırgızlarda Göktanrı – Tengri, ayrıca
yer Su, Çoban Yıldızı, Ay ve Ateşe İbadet etmişlerdir. Böylece uzun tarihi gelişim döneminde
Kırgızlar sadece Orta Asya’nın Türk topluluklarıyla doğal kaynaşma sürecinde yetinmemiş,
kendileri de diğer Türk olmayan hakları asimile etmişlerdir.
153
ESKİ KIRGIZLAR
“Süyün Tarihine İlişkin Belgeler”, Sayı: II 1973 y. Doğu yazarları
Kırgızlarla ilgili. Hazırlayan ve Yorumlayan O.Karayeva, Bişkek 1994
“Us’un ordusunun sayıca çok olduğunu görünce ve gönderdiği elçi geri
gelmeyince Cici Us’a saldırdı. Cici bunun ardından ordularını batıya gönderdi,
Tszyangun’u yendi, kuzeyde ise Dinlinlileri teslim olmaya mecbur etti. Cici böylece 3
topluluk üzerinde hâkimiyet kurdu. O Us’lar üzerine defalarca ordular göndermiş ve
defalarca galip gelmiştir. Hükümdar karargâhından 7000 li mesafede ve Cieşi
hükümdarlığının kuzeyine 5000 li mesafede yer almıştır. Orada Cici hayatta kaldı.”
N.Y.Bicurin “Eski Çağlarda Orta Asya’da Yaşamış Haklara İlişkin Bilgiler
Mecmuası” birinci cilt. Moskova-Leningrad 1950
“Hakyanslar- Hakaslar(Kırgızlar) Hakas Gyangun’ların eski devletidir. O
Hami’den batıda Haraşar’dan kuzeye Akdağlar boyunca yerleşmiştir. Bu devletin
başka bir ismi de Gyuyvu ve Gyegu’dur. Ahalisi Dinlinlerle karışmışlardır. Hakas
hükümdarlığı bir zamanlar batı sınırındaydı. Çin komutanı Li Li’yi yenerek Batı
Çuki hükümdarlığını tesis ettiler. Diğer Çin hükümdarını Dinlinlerin hükümdarı
olarak atadılar. Sonunda hükümdar Cici Gyangu’nu yenerek burayı hâkimiyeti
altına aldı: doğu hükümdarlığı ortasında 7000’li Batıda Çeşi’den 5000 li batıda.
Buna göre de bu ülkenin hükümdarları olarak yanlışlıkla Hagas yerine Gyuyvu ve
Gyegusi de adlandırmışlardır.
Büyük Türk Kağanlığı
I.binyılının ikinci yarısında güney Sibirya, Kazakistan Orta ve Merkezi Asya’da
erken feodalite döneminde Türk devletleri meydana geldi. Bu dönem bu yüzden “Eski Türk
Dönemi” olarak adlandırılabilir (VI-XII. yy).
VI. yy’ın ortalarında Merkezi Asya’da ilk Türk devleti kuruldu. Bu devlet, yani Türk
Kağanlığı Kırgızistan tarihi için de büyük önem taşımaktadır. Bu devlet yaklaşık 200 sene
(552-745) devam etmiştir. Türk “Turkut” (Çin transkripsiyon Tutsızi) etnonimleri ilk defa 546
yılında Çin yazılı kaynaklarında geçmektedir. Sogdlar, Persler ve Bizanslılar bozkırın yeni
fatihlerini bu adla adlandırıyorlardı. Runik metinlerde bu adın anlamı “kuvvetli”, “dayanıklı”
“eğilmez” olarak geçmektedir. Diğer taraftan, bu terim etnik olmaktan öte sosyal anlam içeren
bir terimdir. Nitekim başlangıçta bu ad altında sadece askeri aristokrasi tanımlanmıştır.
Zamanla bu ad sadece askeri aristokrasi değil, onun egemenliği altında olan halkı da kapsama
içine almıştır. Türk boyları IV-V. yy.da Hunların içinde meydana gelmiştir. Onlar Asena’dan
(Dişi Kurt) türediklerine inanıyorlardı. Asena kelimesi İran etimolojisinde koyu lacivert
anlamına gelmektedir. V.yy ortalarında Türkler Juan Juanların (Avar) Kağanlığının
egemenliği altındaydılar. Avarlar o dönemde Merkezi Asya’nın tümüne egemendiler. Başlıca
iskân yerleri Altaylardı. Burada Türkler zengin madenler bularak demir üretiyorlardı. Bu
madenlerin miktarı o kadar fazlaydı ki, onlar Juan Juanlara vergi ödüyorlardı. Bununla
154
OSMONOV, O. C.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Çev.Vefa KURBAN
birlikte Türklerin önderleri olan Asan-Şad Tuu ve Bumin Kağan kendilerinde bulunan doğal
zenginlikleri verimli bir şekilde kullanarak bağımsızlıklarına kavuşmaya çalışıyorlardı.
İmalathanelerde silah demir zırhlar, atlar için zırh üretiyorlardı. Çok iyi eğitilmiş ve
silahlanmış düzenli ordu kurarak Türkler 100 seneden fazla tüm Altan kabilelerini
egemenlikleri altına aldılar. 546 yılında Bumin sayıca çok olan ve Cungarya’da yaşayan Tele
(Tegreg) halkını yenerek topraklarını işgal etti. Bu sayede Türkler Juan Juanlara vergi
vermeyi durdurdular. Ayrıca Merkezi Asya bölgesinde egemenlik yarışına girdiler. Juan
Juanlarla çatışmak için sebep arayan Bumin Juan Kağanı Anahuan’dan (520-552) kızını
kendisine vermesini istedi. Kendi kudret ve hâkimiyetine güvenen Kağan gülerek aşağılayıcı
bir tarzda Bumin’in talebini geri cevirdi. Bundan iyi savaş nedeni olamazdı. 552’de Türkler
Juan Juanlara saldırdılar ve onları yenilgiye uğrattılar. Anahuan çaresiz kalarak intihar etti.
Galip gelmiş olan Bumin Juan Juanların en üst unvanını aldı: İlig Kağan (Büyük Kağan).
Böylece, Merkezi Asya’da Büyük Türk Kağanlığı (552-653) ortaya çıktı. Kağanın karargâhı
Orhan nehri üzerinde (Kuzey Moğolistan) yerleşmiştir. O dönemden itibaren burası yeni
devletin idari ve siyasi merkezine dönüştü. Asenalar (Aşena) büyük Türk hanedanın kurucusu
olan Bumin Kağan 553’de vefat etti. Göçebe geleneklerine uygun olarak hâkimiyet İstemi
Kağan’a geçti. İstemi Kağan Bumin hayattayken Dokuz Oklar kabilesinin topraklarını Yediçay vadisinde merkezi batı Tenir-Toğ bölgesine (Tegri dağa) kadar olan alanı
fethetmiştir. Bu gelişmeden sonra İstemi Kağan Dokuz Oklar Kağanı adını almıştır. Ama
gerçekte ise ülkenin sadece batı kısmını yönetiyordu. Bumin kabilesinden olanlar ve devletin
doğu bölgesini yönetenler formalite icabı Kağanın hâkimiyeti altındaydı. Fakat dış politikada
serbestiler ve kendi çıkarları doğrultusunda politika izliyorlardı. Şöyle ki, İlik Kağan Muhan
553-572 Güney Sibirya ve Kuzey Çin’in fethi ile uğraşırken Dokuz Oklar Kağanı İstemi Orta
Asya’nın verimli topraklarını ve Kazakistan bozkırlarını işgal etmek istiyordu. Aynı dönemde
Orta Asya’da Eftalitler egemendiler. 5.yy ikinci yarısından başlayarak Eftalitlere İranlılar da
vergi ödemeye başladılar. Bu yüzden İran yöneticileri İstemi Kağan’la sıkı ilişki kurarak
Eftalitlerden kurtulmayı düşünüyorlardı. 555 yılında onlar kendi aralarında ittifak kurdular.
İran Şahı Husrev Anişirvan (531-579) İstemi Kağan’ın kızıyla evlendi. Müttefikler Eftalitlerle
savaş hazırlığına başladılar. Arka cephenin güvenliğini sağlamak için devamlı düşmanlık
yaptıkları Varhonitler (yalancı Avarlar)a saldırdılar. Varhonitler Aral Denizi sahillerinde
göçebe halinde yaşıyorlardı. Sonunda onları Volga nehrinin diğer sahiline sıkıştırdılar. 563567 yıllarında batıdan İran, kuzeyden ise Türk atlıları Eftalitlere saldırdılar. Eftalitler
yenilgiye uğradılar ve toprakları Amuderya nehri sınır olmakla galipler arasında paylaştırıldı.
Orta Asya toprakları haricinde Dokuz Oklar Kağanı İstemi, Eftalitlerin hükümdarı unvanını
155
ESKİ KIRGIZLAR
da aldı. Kağanın geçici başkenti Tenir-Tog oldu. Bu şehrin coğrafi konumu ticaretin gelişmesi
ve diğer ülkelere kervan ve elçiler göndermesi açısından çok elverişliydi.
Eftalitlerin mağlup edilmesi üzerine Türk - İran ilişkileri gerginleşti. Bir damat
olarak Şah Husrev Anuşirvan konumu itibariyle Kağan’dan aşağıda durmalı ve ona tabi
olmalıydı.
Fakat buna karşı geldi. Bunun dışında İstemi Kağan daha önceleri İran’ın
Eftalitlere ödediği verginin Türklerin hazinesine ödenmesini istiyordu. İran bu şartları kabul
etmedi. Şah ve Kağan arasındaki siyasi çatışmanın diğer nedenleri de vardı. Bunlar ekonomik
çıkarlara dayalı nedenlerdir: örneğin büyük ipek yolunda ticaret üzerinde denetim, ayrıca bu
ticaretten büyük gelir elde etmek.
Çatışmanın kısa sürede durdurulması gerekiyordu. Türkler İran’a bir biri ardınca iki
elçi gönderdiler. Husrev Anuşirvan elçilerin taleplerini yanıtsız bıraktı. İkinci elçinin İran’da
ölümü ilişkileri daha da kötüleştirdi. İranlılara göre elçinin ölümü aşırı sıcak iklimden
olmuştur. Fakat bu iddialar İstemi Kağanı tatmin etmedi ve eski müttefikler arasında
ilişkilerde nihai kırılmalar meydana geldi. İran Batı Türklere karşı savaş hazırlıklarına
başladı. İran’ın yenilgisini Sogd tacirleri de istiyorlardı. Sogd Çarı Maniah İstemi Kağan’a
eskiden düşman olan Bizans’la bir ittifak kurmasını önerdi. Tenir-Tog gelen Maniah Türk
elçilerine başkanlık ederek uzak seyahate çıktı. İran’a girmeden Hazar Denizi’nin kuzeyi ile
Kafkaslardan geçerek 568 yılında Konstantinapol’e vardılar. İkinci Justinian elçileri saygı ile
karşıladı. Müttefikliğe razı olduğunun bir göstergesi olarak Bizans elçileri de komutan
Zemarh Başkanlığında Kağanlığa seyahat ettiler. Bizans elçileri Maniah’ın gitti yolu takip
ederek Talas ve Çuy vadisine vardılar. Buralar o zamanlar Sogdların topraklarıydı. Buradan
Zemarh'ı Ak dağ ve Tenir-Toğ Dağları arasında yerleşmiş olan Kağan karargâhına getirdiler.
Karşılıklı yardımlaşma antlaşması imzalandıktan sonra İran’a saldırdılar. Bundan
sonraki olaylarla ilgili gelişmelerde tarihi kaynaklarda birbirine zıt bilgiler yer almaktadır.
Türkler Curcan Eyaletini ele geçirdiler. Fakat bu eylem Bizans tarafından desteklenmedi.
Bunun dışında Husrev Şah iki cephede savaşmaktan korkarak bir an önce İstemi ile barış
istedi. 571 tarihli barış antlaşması gereğince İran daha önce Eftalitlere ödediği vergiyi Kağana
ödemeye razı oldu. İpek ticareti ile ilgili sorun da çözülmüş oldu. Türklerle barış antlaşması
imzalayan İran, Bizans ve Mezopotamya’yı ağır yenilgiye uğratma fırsatı kazandı.
Konstantinopol’ün birkaç defa Türklerle ittifak kurma girişimleri herhangi bir sonuç vermedi.
576 yılında Türk hükümdarı Turksanf yeteri kadar güç toplayarak Karadeniz sahilleri
boyunca Bizans’a saldırdı ve Boğaza hâkim oldu 570 yılında Türkler Kırım’a saldırdılar ve
156
OSMONOV, O. C.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Çev.Vefa KURBAN
Hersones’i kuşatma altına aldılar. Böylece, merkezi önceden olduğu gibi Tenir-Tog’da
yerleşmiş olan Türk Kağanlığı Avrasya’nın kudretli devletine dönüştü. İsteminin önderliğinde
dış politikada çok önemli gelişmeler elde edilmişti. Fakat bu başarılar daha sonra devam
ettirilemedi. 575’de halklar ve komutanlar arasında saygınlığı olan İstemi öldü. Kağanlık
içinde hâkimiyeti sahiplenmek için iç savaşlar patlak verdi. Taspar Kağanın 572-581
ölümünden sonra hâkimiyet dört kardeş arasında paylaşıldı. Oysa Taspar Kağan sert yönetimi
sayesinde birçok beylikten oluşan bu devleti bölünmekten korumuştu. Kardeşler arasındaki
taht kavgası, diğer 3 kardeşin ölmesiyle sona erdi. 587 yılında İstemi’nin tahtına Darduboke
Kağan oturdu. Buna rağmen yine Kağan unvanı uğruna savaşlar devam etmiştir. İç savaşlar
Türk Kağanlığını iyice zayıflattı. Dış politikada pozisyon değiştirmesine neden oldu. Bu
dönemde parçalanmış olan ve Türklere vergi ödeyen Çin Su hanedanın yönetiminde (581618) birleşebildi. İran 588’de Herat yakınındaki savaşta Türkleri ağır yenilgiye uğrattı. 590
yılında Bizans Boğazları Türklerden geri aldı. 603 yılında Dordu Boke Kağan’ın ölmesiyle
Türk devleti iki kağanlığa ayrıldı: Batı ve Doğu. Kırgızistan tarihinin bundan sonraki dönemi
batı Türk tarihi ile ilişkilidir.
Batı Türk Kağanlığı (603-704)
Halkların ve boyların Avrasya Türk devletinde birbiriyle kaynaşmaları Kırgızistan
nüfusunun Türkleşmesine sebep oldu. Yerel halk gelmeler tarafından asimile edildi. Onların
dış görünüşünde Moğol çizgileri oluşmaya başladı. Sogd dilinde konuşan (İran dil grubu)
halkın dilinde Türk ifadeleri daha fazla yer almaya başladı. 7. yy’da Batı Türk Kağanlığı
Dokuz Oklar olarak biliniyordu. Asena (Aşin) Türk Kağanlığından olan yöneticiler resmi
olarak Cabgu Kağan veya Dokuz Oklar halkının Kağanı unvanı taşıyordu. Devletin adı ve
hükümdarların
resmi
unvanları
ülkede
Dokuz
Oklar
halkının
egemen
olduğunu
göstermektedir. Nitekim bu halk Merkezi Asya’dan gelme Türkler değildi. Halk iki büyük
kısımdan oluşuyordu. Nurşibi Konfederasyonuna 5 kabile dâhildi. Bunlar Sırderya sahilinden
Çuy Nehrine kadar uzayan arazide yaşıyorlardı. Diğer 5 kabile Dulu adı altında bir araya
gelerek Çuy nehrinden Altay’a kadarki arazide yaşıyordu. Batı Türk Kağanlığı’na Doğu
Türkistan, Orta Asya’nın verimli toprakları, Aral’ın geniş bozkırı ve Kuzey Kafkasya dâhildi.
Devletin önce siyasi merkezi Minbulak (Talas Vadisi) idi. 618 yılından itibaren ise Suyap
kenti merkez oldu. (Akbeşin Şehrinin Harabeleri, bugünkü Tokmak yakınlarında
bulunmaktadır.)
157
ESKİ KIRGIZLAR
Ton Cabgu Kağan (618-630) iktidara geldikten sonra Batı Türk Kağanlığı’nda boylar
arası savaşlar son buldu. O dönemde yaşayanların yaptığı değerlendirmeye bakıldığında Ton
Cabgu Kağan’ın yetenekli bir politikacı ve askeri komutan olduğu anlaşılmaktadır. Çin
kaynaklarına göre, yetenekli politikacı ve cesur askerdi. Hâkimiyetine güvenen Ton Cabgu
Kağan İran karşıtı politika yürütüyordu. Birkaç defa Tohristanı İran'dan almış, Afganistan’a
ve Hindistan’ın kuzeyine hâkim olmuştur. Bizans İmparatoru İrakli ile ittifak anlaşması
sayesinde İran’ın Kafkaslardaki bölgelerine saldırmış, Derbent, Tiflis ve Partav’ı ele
geçirmiştir. Ton Cabgu Kağan muhtemel sonuçlarını anlasa da çok önemli idari ve politik
reformlar gerçekleştirmiştir. Orta Asya ve Doğu Türkistan’daki göçebe aristokrasinin yerleşik
feodalitenin haklarını eşitlemiştir. Onun döneminde eyalet valileri görevleri ihdas edilmiştir.
“Tutuk” olarak adlanan bu yetkililer bölgesel yönetici olup vergi topluyorlardı. Fakat bu
reformlar sonuna kadar gerçekleştirilemedi. Ton Cabgu Kağan bir bozkır feodali tarafından
haince öldürüldü. Bu olay Aşin hanedanının Dokuz Oklar halkı ve Orta Asya ve Doğu
Türkistan’ın kabileleri arasındaki saygınlığını iyice yaraladı. Ton Kağan’ın çabaları ile
oluşturulmuş olan hâkimiyet yavaş yavaş dağılmaya başladı. Yine kabileler arasında
hâkimiyet uğruna savaşlar çıktı. Birbirinin ardınca hükümdarlar değişti. Dokuz Oklar halkının
kabile reisleri İşbara Elteriş Şir Kağanı (634-639) reformlar yapmaya ve Dulu ve Nuşubi
kabilelerine özerklik ve bağımsızlık vererek konfederasyona geri dönmelerini istediler.
Kabileler arasındaki ayrışmalar ve çatışmalar dış tehditlere rağmen daha da derinleşti. 7.yy
sonunda Çin’de İmparator Thaizun Tan Hanedanı (618-907) kuvvetlendi. O dış politikada
saldırgan bir tutum izliyordu. Şöyle ki hâkim hanedan çok eskiden beri büyük İpekyolu’nda
egemen olma planlarını işleyip hazırlamıştır. 630 yılında Tokuz Oğuz göçebe boyları ile
ittifaka giren Çin ordusu Doğu Türk Kağanlığı’na saldırarak onu hâkimiyeti altına aldı. Türk
önderler arasındaki çatışma ortamından yararlanan Taitszun Turfan vadesinde yerleşik
Goaçan devletini ele geçirmek amacıyla onların ordularını kullanabildi. Devletin çok elverişli
coğrafi konumda bulunması onun Doğu Türkistan Kağanlığına düzenli saldırılar yapmasına
fırsat sunuyordu. Uzun yıllar Batı Türkleri Doğu Türkistan halkları ile düşman saldırılarına
karşı koyabildi. Her defasında taraflardan biri kazanıyordu. Sonunda 656 yılında Çin
komutanı Sudiinfan İli nehri civarındaki savaşta İşbar Kağan’ın ordularını yendi. Türk
birlikleri Çuy vadisine geri çekildiler. Fakat düşman orduları sonuna kadar ilerlediler. İşbar
Kağan tamimiyle yenilgiye uğradı ve esir alındı, 2 yıl sonra da idam edildi. Tenir-Tog’un
işgal edilmiş olan topraklarını yönetmek imparator için neredeyse başaramadığı bir şeydi. Bu
yüzden Dokuz Oklar halkının başına Aşin hanedanın batı kolundan birini oturttu. Fakat kukla
158
OSMONOV, O. C.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Çev.Vefa KURBAN
yönetici halkın desteğinden ve saygısından yoksundu. Her geçen yıl Kağanlık eski kudretini
kaybetmeye devam ediyordu. 704 yılında Kulan şehrinde Türgeşler sonuncu 23. Aşin
Kağanını öldürdüler. Böylece Batı Türk Kağanlığı dönemi kapandı.
Türgeş Kağanlığı (704-766)
Değişik olaylar Tenir-Tog ve Yediçay halklarının gelişimini engelleyemedi. 8. yy
başında Batı Türk Kağanlığı’nın harabeleri üzerinde Türgeş devleti yükseldi. Türgeşler
Dokuz Oklar halkından Dulu kabilesi ile ittifaka girdi ve İli ve Çuy nehirleri arasındaki
vadide iskân ettiler. Türgeşler iki boya ayrılıyorlardı: Sarı Türgeşler ve Kara Türgeşler.
Bunların yöneticileri bir biriyle sürekli kavga halindeydi. Hâkim hanedanın kurucusu Uç-elig
Kağan (704-706) oldu. Üç-Elig Kağan Sarı Türgeşlerdendi. Suyap şehrindeydi. Sırderya
nehrinin orta akarında yukarı Yırtış nehrine kadar olan araziler Türgeşlerin egemenliği altına
girmişlerdi. Kağan topraklarını 20 bölgeye ayırdı. Her bir bölge gerektiğinde 7000 asker
verecekti. Türgeşlerin hâkimiyeti Doğu Türkistan’a da yayıldı. Üç Elig Kağanın ölümünden
sonra Sakal Kağan (706-711) döneminde devletin durumu çok kötüydü. Ülkeyi Tan
İmparatorluğu’nun silahlı kuvvetleri tehdit ediyordu. Batıda Türkler kendi Kağanlığını
yeniden kalkındırmak için harekete geçebilirlerdi. Güneybatıda Arap işgali tehdidi vardı.
Bağımsızlığını korumak için Sakal Kağan olağanüstü caba gösteriyordu. 709 yılında Doğu
Türkistan’ın Çin denetimi altında bulunan Ansi eyaletine saldırdı ve Çin ordusunu ağır
yenilgiye uğratarak bölge hükümdarını cezalandırdı. Daha sonra Türgeşler silahlı güçlerini
Orta Asya’ya yönelttiler. Burada Sogdlarla birlikte Buhara civarında Arap Emiri, Kuteyb İbni
Müslim’in ordularını kuşattı. Kuteyb müttefikler arasındaki görüş ayrılıklarından yararlanarak
bu durumdan çıkabildi. Fakat Türgeşler için esas tehlike önce olduğu gibi, yine de Doğu Türk
Kağanlığı’ndan gelmekteydi. Bu devlet Kapağan Kağanın (691-716) döneminde eski
kudretini yeniden canlandırabildi. Türk komutanlar Kağanın oluşturduğu büyük ve güçlü
orduya güvenerek Bumin Kağan ve İstemi Kağan dönemindeki sınırları yeniden çizmeye
kalkıştılar. Bu planların gerçekleşmesi önündeki en büyük engel 710 yılında kurulmuş olan
güçlü koalisyon idi. Bu koalisyona Çin Tan İmparatorluğu, Kırgız Kağanlığı ve TenirTog’daki Türgeş Kağanlığı dâhildi. Türklere karşı oluşturulmuş olan bu koalisyon Barsbeg’in
aktif diplomatik faaliyeti sonucunda ortaya çıkmıştır. Müttefikler 711 yılında Doğu Türklere
karşı saldırı planlamışlardı. Fakat Kapan Kağan olayları yöneterek hileli bir manevra yaptı,
Tan İmparatoru ile anlaşma yaparak Çin’i koalisyondan çıkardı ve tarafsız duruma getirdi.
Daha sonra Doğu Türkleri sert kış koşullarına rağmen Sayan nehrini geçerek Yenisey
Kırgızlarına saldırdılar ve onları yendiler. Değişen durumda hızlı hareket eden Kapağan
159
ESKİ KIRGIZLAR
Altay’ın gizli yollarıyla ordusunu Yırtış Nehrinin diğer sahiline gönderdi. Bolucu yakınında
Türkler Türgeşlerin kalabalık ordusunu hezimete uğrattı. Sakal Kağan esir alındı ve asıldı.
Türgeş hâkimiyeti geçici olarak İkinci Doğu Türk Kağanlığına verildi. 712 yılında Kapağan
orduları 720 binlik Çin ordusunu Mançurya’da yenilgiye uğrattılar. Bu zafer Türklerin askeri
kuvvetinin zirve noktasıydı. 726 yılında Kapağan öldürüldü. Onun yerine yeğeni Bilge Kağan
oturdu (726-734). 20 yıllık iktidarı döneminde Bilge Kağan Yenisey sahillerinden Orta
Asya’ya kadar uzayan alanda düzenli askeri seferlerde bulundu. Çin’in etkisiyle Bilge Kağan
büyük bir mabet yaptırdı. Önünde yabancı elçilerin büstleri dikildi.
Bu dönemde artık Türgeşler bağımsızlardı. Hükümdarları Kara Türgeşlerden
Çabışçorsuluk (716-738) idi. Yeni Kağan başarılı bir diplomattı. 717 yılında Çin’e seyahat etti
ve burada çok iyi karşılandı. Daha sonra da Sulug kendisine tehdit oluşturan hükümdar
aileleriyle başarılı evlilikler yaptı. Aşin Hanedanının batı kolundan bir kızla evlendi. İkinci
karısı Bilge Kağan’ın kızıydı. Üçüncü ise Tibet hükümdarının kızıydı. Kızlarından birisini
Bilge Kağan’ın oğlu ile evlendirdi. Doğudaki diplomatik başarılar Türgeşlerin Batıya doğru
askeri seferlerini hızlandırdı. Bağdat halifesinin Horasan valisi Türklerin Türgeşleri
yenmesinden faydalanarak, bazı bölgeleri işgal etti (Sogd, Harezm, Toharistan’ın bir kısmı).
Çabışçorsuluk Kağan 720 yılından başlayarak Araplara karşı birkaç sefer düzenledi. Savaşlar
sırasında Araplara karşı bir koalisyon düzenlendi. Koalisyona Fergane, Çaç (Taşkent vadisi)
Türgeş Kağanlığı dâhildi. Sogd halkının Araplara karşı sık sık ayaklanmaları koalisyonun
başarılarını daha da arttırdı. Birkaç defa yenilgiye uğramış olan Araplar Sogd’dan geri
çekilmek zorunda kaldılar. Fakat yenilgiyi kabullenmeyerek, “gazavat” ettiler (kâfirlere karşı
kutsal savaş). 729 yılında Arap orduları Amuderya civarında toplanarak Buhara’ya saldırdılar.
Sogd Kralı Gurek de kendi ordusuyla onlara katıldı. Çabışcorsulug Kağan’ın önderliğinde
Türgeş, Fergane ve Çaç birleşik kuvvetleri işgallere karsı koydular. Savaş sırasında Sogd
orduları beklenmedik bir şekilde Kağan tarafına geçtiler. Orta Asya taraftarlarının desteği ile
müttefiklerin çabasıyla uzun süren kuşatma sonrasında Araplar şehirden çıkarıldılar. İşgal
edilmiş olan topraklarda Araplar kendi dinlerini zor kullanarak yayıyorlardı. Çabışcorsulug
İslam’ı kabul etmeyi önerdi. Fakat Türgeşler bunu kabul etmediler. Başarısızlığa uğraşmış
olan Bağdat Halifesi Orta Asya’ya yeni bir vali atadı ve güçlü askeri destek sağladı. İlk
başlarda vali başarılar sergilerken 721 yılında büyük bir yenilgiye uğradı. Bundan sonra 734735 yılına kadar Araplar Sogd’u İşgal etmeye kalkışmadılar.734 yılında ünlü Arap komutanı
Haris İbni Sürec Emevilerin yönetiminden hoşnut olmadığı için Orta Asya devletleri
koalisyonuna katıldı. Bunun dışında Haris önemli bir siyasi adım attı. O Çabırcosulug
160
OSMONOV, O. C.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Çev.Vefa KURBAN
Kağan’dan sığınma hakkı istedi. Kağan Halis’e kendine bağımlı bir yetkili olarak Farab
kentinden vergi toplamak hakkı tanıdı. Haris İbni Sürec Huddal hükümdarı (Güney
Tacikistan) ve Toharistan Karluklarıyla bir araya gelerek Araplara saldırdıysa da yenildi.
Huddal halkının Haris’e yardım ettiği gerekçesiyle Araplar onları cezalandırmak için
üzerlerine ordu gönderdi. Huddallılar Kağandan yardım istediler. Çabuşarsulug’un
önderliğinde Türgeşler Çuy vadisinden yola çıkarak 17 gün sonra Huddal’a vardılar. Gergin
geçen savaşta Türgeşler Arapları yendiler. Araplar Horasan’a doğru geri çekildiler. Mağlup
edilmiş ve dağıtılmış olan Arap birliklerinin artık çok büyük tehlike arz etmediklerini düşünen
Kağan 737 yılında onları takip ederek yeniden saldırdı. Fakat Araplar hızlı bir şekilde
toparlanarak Türgeşleri ağır yenilgiye uğrattılar. Esir düşmekten zor kurtulan Kağan
ordusunun kalıntılarıyla birlikte Çuy vadisine geri döndü. Türgeş aristokrasisi bu olaydan
dolayı Sulug Kağanı suçladı. Tüm bu olaylar Sulug Kağanın hayatına mal oldu. Kağan felç
geçirdi ve 738 yılında öldü. Kağanın ölümüyle Sarı Türgeşler ve Kara Türgeşler arasında taht
kavgası ortaya çıktı ve bu kavga devleti iyice zayıflattı. Rakipler bu durumdan hızlıca
yararlandılar. 8.yüzyılın ortalarında Kağanlık Karluklar devleti tarafından işgal edildi.
Karluk Devleti
Türgeş Kağanlığından sonra Karluk devleti ortaya çıktı. “Karluk Budun” (Karluk
halkı) veya üç Karluk olarak bilinen bu eski Türk göçebe ittifakının sınırları Moğol
Altayın’dan Balhaş gölüne kadar, ayrıca Tarbagatay dağlarında güneye ve kuzeye kadar
uzuyordu. Karluklar uzun süre Yenisey Kırgızlarıyla sıkı ilişkiler içinde bulunmuşlardı.
Karluk Birliği 3 büyük Türk kabilesinden oluşuyordu: Bulak, Çigil ve Taşlık. Kaynaklara
göre, başlangıçta Karluk Birliği ülkesi ve siyasi bütünlüğü açısından çok dağınıktı.
Karlukların bir kısmı 6.yy’ın ikinci yarısında ve 7. yüzyılda Toharistan’ın bazı bölgelerini
hâkimiyetleri altında bulunduruyorlardı. Onların yöneticileri Cabgu unvanı taşıyorlardı. Önce
Batı Türklerinin daha sonra Türgeş kağanlarının yönetimindeydi. Toharistan Karlukları Arap
işgallerine karşı önemli rol almışlardı. Karlukların diğer bir kısmı Doğuda Moğol bozkırında
yerleşmişlerdir. Tarbagatay Karlukları güçlü orduya sahiptiler. Doğu ve Batı Türk Kağanları
arasındaki topraklarda bulunmaları onların güçlerini bir anlamda dengede tutuyordu. Nitekim
bazen doğu bazen de batının işgalinde oluyordu. Bu hareketli ve mağlup edilmez halkla ilgili
kaynakların verdiği bilgiye göre, 8.yy ilk çeyreğinde 3 kez Doğu Türk Kağanı’na karşı
ayaklandıkları bilinmektedir. Karluklar ikinci Türk Kağanlığı’nın düşüşüne neden olmuş,
büyük siyasi olayların içerisinde aktif rol almışlardır. 744 yılında Basmıl, Uygur ve Karluk
161
ESKİ KIRGIZLAR
birleşik güçleri ikinci Türk Kağanlığı’nı yenilgiye uğrattılar. Yeni bozkır devleti meydana
çıktı: Eletmiş Bilge Kağan önderliğinde Uygur Kağanlığı.
Uygur kelimesi eski Türkçede “organize” anlamında kullanılmaktaydı. Bu etnik
toplulukta 19 kabile birliği yer almaktaydı. Bunlar arasında Yağlakar boyu başlıca rol
oynuyordu. Doğu Türklerini yendikten sonra “Tokuz Oğuz” kabilleri ile kudretli bir ittifak
tesis eden Uygurlar kendi hâkimiyetlerini Altay’dan Mançurya’ya kadar genişlettiler.
Karlukların önderi Cabgu unvanı alarak önceki müttefiklerin hâkimiyeti altına girdi. Bu
durum bağımsızlık isteyen Karlukların itirazına neden oldu ve yeni çatışmalar meydana
getirdi. 746 yılında Uygurlar tarafından sıkıştırılan Karluklar Yediçay’a göç etmek zorunda
kaldılar. Burada siyasi durum çok zordu. Türgeş Kağanlığı aristokrasisi arasındaki çatışmalar
hâkimiyeti fiilen felç etmişti. Tan Hanedanlığının Doğu Türkistan’daki yerel yöneticileri bu
durumdan faydalandılar. 748 yılında Çin ordusu Çuy vadisine saldırdı, Suyap şehrine
saldırarak bu şehri yıktı. Bir yıl sonra Çaça (Taşkent) hâkimi tutuklanarak asıldı. Karluklar
Çinlilere bu durumda yardım ediyorlardı. Bölgede kendi çıkarlarını gözeten Araplar Orta
Asya devletlerine müdahale eden düşman devletlerin burada hâkimiyet kurmalarına sessiz
kalamazdı. Araplar Ziyat İbni Salih’in komutanlığında Çinlilere karşı savaş başlattılar.
Arapların geldiğini haber alan Çinli komutan Gau Sanji Suyap’tan yüz binlik orduyla Çinlileri
karşılamaya gitti. 751 yılı Temmuz ayında Talas vadisindeki Atlah şehrinde iki ordu
karşılaştı. 4 gün boyunca ordular onları ayıran nehrin kıyısına geçerek savaşı başlatmadılar.
Beşinci gün Karlukların süvari birlikleri Çinlilere arkadan saldırdılar. Bu durumda Araplar
harekete geçtiler. İki taraftan sıkışan Çin ordusu dayanamadı ve Talas nehrinin dar vadilerinin
birisine sığındılar. Orta Çağ tarihçilerinden İbn Esir’in yazdığına göre, Atlah’da Çinliler
büyük hezimete uğramışlardır. 50 bin Çinli öldürülmüş, 20 bin Çinli esir alınmıştır. Bu zafer
Türk halkları için önemli bir zaferdir: Çinliler Orta Asya sınırlarının dışına atılmıştır. Bu
yenilgi sonrası 1000 yıl boyunca Çin orduları Orta Asya sınırlarına yaklaşamadılar. Çinlilerin
yenilmesi ve Arap Türk ordularının zaferi bölgede İslam’ın yayılması için ortam oluşturdu.
Yediçay ve Yenisey Kırgızlarının Karluklarla siyasi birliği ve onların Arap Hilafetiyle
karşılıklı ilişkileri konusuyla ilgili V.Barthold ve A.Bernigsch’in eserlerinde bilgi
verilmektedir. Çin ordularının yenilgiye uğratılmasında önemli rol oynamış olan Karluklar
Yediçay’daki konumlarını güçlendirdiler. Fakat Karluk liderlerine siyasi üstünlük sağlamak
için mücadele etmek zorunda kaldılar. Karluklara göre, Bozkır alanına sahip olma planlarının
gerçekleştirilmesi önündeki en büyük engel Uygur Kağanlığıydı. 751 yılında Karluklar Uygur
karşıtı bir koalisyon oluşturmayı başardılar. Bu koalisyona Karlukların yanı sıra Türkler,
162
OSMONOV, O. C.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Çev.Vefa KURBAN
Kırgızlar ve Cig kabileleri dâhildi. Fakat müttefikler ortak bir eylem planı yapamadılar.
Koalisyonun niyetinden haberdar olan Bilge Kağan olağanüstü bir askeri strateji geliştirdi:
Düşmanların niyetlerini anlayarak onları tek tek yendi. Karluklar kırk sene önce Türgeşler
gibi Yırtış nehrinin sol sahilinde Bolucu adlı yerde yenilgiye uğradılar. Bir sene sonra
Karluklar Türgeş ve Basmıllarla ittifak oluşturarak bozkırın derinliklerine ilerleyerek Uygur
Kağanlığının başkentine Ötüken’e vardılar. Uygurlar tekrar bunları yendiler. Bundan sonra da
Karluklar birkaç defa saldırsa da her defasında büyük yenilgiye uğramışlardır. Eş zamanlı
olarak Karluk yöneticileri Yediçay’da siyasi üstünlük mücadelesine devam ediyorlardı. Oğuz
Kağanla ilgili efsane ve öykülerde Issık-Kul ve Talas vadisinin Oğuzların toprağı olduğuna
dair bilgiler yer almaktadır. Bu mücadele geçici başarılarla ve kesintilerle birlikte yaklaşık 20
yıl devam etmiştir. Savaş sonunda Karlukların zaferi ile sonuçlanmıştır. Karluklar 766’da
Suyap ve Taraz şehirlerini işgal ettiler. Oğuzların büyük bir kısmı Yediçay’ı terk ederek Aral
sahillerine göç ederek burada kendi devletlerini kurdular.
Yediçay ve Tenir-Tog’da hâkimiyetlerini kuran Karluklar Tibetlilerle ittifaka girerek
Doğu Türkistan ve Cüngarya’da Uygurlara karşı savaştılar. Başlangıçta başarılar kazanan
müttefikler 791 yılında, daha sonra 812 yılında Uygurlar tarafından ağır yenilgiye uğratıldılar.
Sonunda Karluk Cabgusu Uygur Kağanı’nın hâkimiyetini tanımak zorunda kaldı. Karlukların
zayıflamasından yararlanan Araplar 812 yılında onlara karşı savaş başlattılar. Otrar nehri
yakınında Cabgu ailesi esir alındı. Cabgunun kendisi Yırtış’taki Kimaklara kaçtı.
9.yy’ın ortalarında Orta ve Merkezi Asya önemli siyasi gelişmelere sahne oldu. Bu
gelişmeler Karluk devletinin kaderini doğrudan etkileyen gelişmelerdir. Orta Asya haklarının
işgalcileriyle yaptığı savaşların doğurduğu ortamdan faydalanan Samaniler Hanedanlığı için
elverişli koşullar meydana gelmiştir. Merkezi Asya’da 20 yıl devam eden savaşlar sonrası
Yenisey Kırgızları Uygur Kağanlığı’nı 840 yılında yıktılar. Sadece çok az sayıda Uygur
Turfan’da ve Gancjou bölgesinde iki küçük devlet kurabildiler. Bu durumdan faydalanan
Karluk Cabgusu Bilge Kul Kadir Han kendi devletinin otoritesini yükseltti. Kırgızların
Kağanı kendi başkentini Ötüken’e taşımadı. Hunlar döneminde burası göçebelerin üst düzey
yöneticilerin başkenti olarak bilinmekteydi. Bu Kağan’ın bozkırda yüksek hâkimiyet
iddiasında bulunmadığı anlamına gelmekteydi. 840 yılında Bilge Kul Kağan “Kağan”
unvanını aldı ve bölgenin göçebe halklarına karşı iddialarını açık bir şekilde dile getirdi.
Şüphesiz, bu eylem tüm Orta ve Merkezi Asya haklarının o anda Karlukların yönetimi altına
girdikleri anlamına gelmemekteydi. O dönemde gerçek güç ve hâkimiyet Yenisey
Kırgızlarının elindeydi. 840 yılında Samanilerin Semerkant valisi Nuh İbni Asad “kâfir”
163
ESKİ KIRGIZLAR
Türklere karşı dini savaşı başlattı. O İsficab Şehrini işgal etti (bugünkü Şımkent yakınında) ve
orada kendisine saray inşa etti. 893 yılında Samanilerden İsmail İbni Ahmet Karlukların
üzerine yürüdü ve Taraz şehrini kuşattı. Kağan Oğul Çak Kadir Han uzun süre kuşatma
altında kaldı ve sonunda şehri teslim etmek zorunda kaldı. Bu olaylar sonucunda tüm Talas ve
Çuy vadisinin bir kısmı Merg şehrine kadar İsmail’in hâkimiyeti altına girdi. Bu gelişme
Samanilerin iki önemli amacının gerçekleşmesine yardımcı oldu: Bölgede kâfirler arasında
İslam'ı yaymak ve Şelçi’de (Talas nehrinin yukarısı) zengin gümüş yataklarına sahip olmak.
Oğul Çak Kadir Han kendi karargâhını Kaşgar’a taşıdı ve Samanilerin doğuya doğru
ilerlemesini engelledi.
Bir yüzyıl boyunca Tenir-Tog, Yediçay ve Doğu Türkistan Karlukları
arasında Karahanlılar Hanedanlığı birleşme süreci devam etti. Ve bu güç sayesinde
Karahanlılar Samanileri kovarak tüm Orta Asya’yı egemenliği altına aldı. Bilimsel
hipotezlerden birisi de Kırgızların Saruu kabilesinin o dönemdeki güçlü Karluk
kabilesinden kalmış olmasıdır.
164
OSMONOV, O. C.
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ 2/3 (2013)
Çev.Vefa KURBAN
KAYNAKÇA
Anvar Baytur, Kırgız Tarihinin Leksiyaları, 1. Kitap, Bişkek, 1992
Aristov N.A., Usuni i Kırgızı ili Kara-Kırgızı: Ocjerki İstorii i Bıta Naseleniya Zapadnogo
Tyan-Şana i İssledovaniya po Ego İstoricheskoy Geografii, Bişkek, 2001
Baktıgulov C.S., Ploskih V.M., Mokrınin V.P.Kırgız Elinin Tarihi, Oçerkter.// El agartuu1990-1991
Barthold V.V.İzbrannıe Trudı po İstorii Kırgızov i Kırgızstana, Bişkek, 1996
Bernshtam A.N.İzbrannıe Trudı po Arkeologii i İstorii Kırgızov i Kırgızstana cilt-1, 1997,
cilt-2, 1998
Biçurin N.Y.,Sobranie svedeniy o Narodah, obitavşih v Sredney Azii v Drevnie Vremena,
Moskova-Leningrad cilt-1,1950, cilt-2,1953
Butanayev V.Y., Hudyakov Y.S.İstoriya Eniseyskih Kırgızov, Abakan, 2000
Chorotegin T., Ömürbektegin T. Junnu Doorundağı Babalarımız/ Kırgızlar: Sanjıra, Tarih,
Muras, Önör/Tüz. K.Jusupov.-3 kitap, -5., 1995
Chorotegin T.K. Etnicheskie Situasii v Tyurkskih Regionah Sentralnoy Azii Domongolskogo
Vremeni, Bişkek, 1995
Chorotegin T.K. Moldokasımov K.S. Kırgızdardın Jana Kırgızstandın Kısa Tarihi, Bişkek,
2000
Cumanaliyev T. Hrestomatiya po Drevney i Srednevekovoy İstorii Kırgızstana ( M.Ö. VII,
XIII yüzyıl başları) Ders Kitabı, cilt-1, Bişkek, 2007
Gumilyov L.N., Drevnie Turki, Moskova, 1993
Gumilyov L.N., Hunnı, Moskova, 1960, 1993
Hrestomatiya po İstorii Kırgızstana (s drevnosti do XX. vv) SSost. B.A.Voropaeva, Bişkek,
1997
Hudyakov Y.S.Kırgızı na Prostorah Azii, Bişkek, 1995
Jakşılıkov A.Estutum, Bişkek, 2004
Kırgız SSC Tarihi, 1. Cilt, Frunze, 1973
Maanayev E., Eraliyev Z., Esen Ulu Kılıç. Kırgızı v Drevnosti i Srednevekovye. Bişkek, 1997
Mokeev A. K Voprosu ob Etniçeskih svyazyah Kırgızov i Karlukov// “Manas” Üniversitesi,
Koomduk İlimler Dergisi, Bişkek, 2001
Omurzakov S.İstoriya Kırgızov i Kırgızstana. Ders Kitabı, Bişkek, 2001
165
ESKİ KIRGIZLAR
Osmonov Ö.J.Asankanov A.A. Kırgızıstan Tarihi, (En bayırkı doordon azırkı Mezgilge
Çeyin). Jogorku, okuu jayları için okuu kitabı, Bişkek, 2001, toluktalıp 2. Bas.
Bişkek, 2003
Ömürkolov A.Askak Börünün Armanı, Tarihi Roman, Bişkek, 1998
Ömürkul Kara Ulu Eski Türk Tarihi, Bişkek, 1994
Petrov K.İ. Oçerki Sotsialno-ekonomicheskoy İstorii Kırgızstana. VI-VIII yy. Frunze, 1981
Problemı Politogeneza Kırgızskoy Gosudarstvennosti, Bişkek, 2003
Tukembayev Ç.A.Kolıbel Ariyskoy Rası, Bişkek, 2011
Vladimir, Metropolit Bişkekskiy i Sredneaziatskiy. Zemlya Potomkov Patriarha Turka.,
Bişkek, 2002
166
Download