Başyazı Dünyada Ekonomi

advertisement
Başyazı
Garanti Bankası ve Kobi'ler...
Ergun Özen
Bundan tam 2 sene önce yine bu köşede, ekonomimiz henüz çalkantılı dönemden çıkmamışken,
"Bankacılık Sorumluluğu" başlığıyla bir yazı yazmıştım. Garanti Bankası olarak, o gün içinde
bulunduğumuz zor günlerden ancak birbirimize destek olarak çıkabileceğimizi, üzerimize düşen
sorumluluğun da bilinciyle, inisiyatifi ele aldığımızı belirtmiştim.
Türkiye'nin ekonomik alanda yaşadığı sorunlara en kalıcı çözüm yollarından birinin, çağdaş üretim ve
yönetim araçlarıyla donanmış KOBİ'ler olduğu inancıyla bir dizi eylem planı başlatmıştık. Ticaret ve
Sanayi Odaları'yla yaptığımız özel anlaşmalar ve Anadolu Sohbetleri'yle ulaştığımız onbinlerce
KOBİ'nin takdirlerini kazandık...
O günlerden bugüne ekonomimizde çok olumlu değişimler yaşandı. Türk ekonomisinin bel kemiği
KOBİ'lerimiz hak ettiği değeri ve desteği görmeye başladı. Sektörde öncülüğünü yaptığımız
çalışmaların başka kurumlarca da benimsenip geliştirilmesinden gurur duyuyoruz.
KOBİ'ler Garanti Bankası için her zaman çok farklı bir anlam ifade etti, ediyor ve edecek. Bugün
geldiğimiz noktada, kurum olarak KOBİ'lerle ilişkimizi yalnızca finansal değil kültürel açıdan da
zenginleştirmek için özel fırsatlar yaratmaya çalışıyoruz. Bu ay Osmanlı Bankası Müzesi 'nde
başlayan "Lonca'dan KOBİ'ye: Esnaf ve Sanatkârın Dünü" sergisi de böyle bir arayışın ürünü.
Tasarımını Bülent Erkmen'in yaptığı sergi, Prof. Dr. Zafer Toprak'ın metinleri ve Fotoğraf Tarihçisi
Engin Özendes'in koleksiyonundaki 52 fotoğrafla, KOBİ'lerin zaman tünelindeki yansımalarını bir
araya getiriyor.
Sergi, geçmişi ahiliğe ve loncalara kadar uzanan günümüzün KOBİ'lerinin Türk ekonomisindeki yerini
ve katettiği mesafeyi değerlendirmek açısından önem taşıyor. Türk girişimcisi, daha 1 yüzyıl öncesinin
Türkiye'sinde, ağırlıklı olarak bedensel çalışmaya dayanan bir sistemi, bugün en ileri teknolojilerin
kullanıldığı, dünyayla rekabet eden bir sisteme başarıyla dönüştürmeyi başarmış. Sergiyi gezerken bu
kıyaslamayı çok net yapabiliyorsunuz. Sanatseverlerin yanı sıra, KOBİ sahibi ve yöneticilerinin de
sergiden farklı tatlar alacağını ümit ediyorum.
Garanti Bankası'nın müşterisini dinleyen, çözüm üreten ve değer katan kimliğine eklenen bu yaratıcı
çalışmada emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.
Dünyada Ekonomi
DÜNYADA EKONOMİ: Çin ve Dünya Çelik Sektörü
Hazırlayan: Didem Akyel, Finansal Kurumlar - Kredi Analiz, Araştırma ve Yurtdışı Koordinasyon
Yetkilisi
Geçtiğimiz ay Çin hükümetinin ekonomiyi soğutma tedbirleri kapsamında temel metal ithalatını
azaltacağı yönündeki açıklamaları sonucu uluslararası çelik ve aliminyum şirketlerinin olumsuz
etkilendiğine tanık olduk. Dünya çelik talebindeki yıllık artışın %75'ini oluşturan Çin, geçtiğimiz yıl
dünya çelik fiyatlarının artmasında da önemli rol oynamıştı.
Çin otoritelerinin gittikçe daha sıkı politikalar uygulamasının arkasındaki sebepleri ve bunun yabancı
üreticilere etkilerini daha iyi anlayabilmek için Çin ekonomisinin mevcut durumunu ve ekonomideki
aşırı ısınmayı yaratan faktörleri kısaca gözden geçirmekte fayda var.
Büyümeyi desteklemek yerine dizginlemeye çalışmak...
Çin hükümetinin 2004 yılı büyüme hedefini %7 olarak belirlemesine karşılık şu an için yılsonu
beklentisi %9.5 civarında. İlk çeyrekte sabit değer yatırımlarında geçen yıla oranla %43, gayrimenkul
yatırımlarında ise %41 artış görüldü. Özellikle fabrika yatırımlarındaki hareketliliğin etkisiyle Çin
ekonomisi 2004'ün ilk üç ayında %9.7 büyüdü (hatırlarsak 2003 dördüncü çeyrek büyümesi yine %9.9
seviyelerindeydi).
2004'ün ilk çeyreğinde sanayi üretiminin geçen yıl aynı döneme oranla %17 artış göstermesi tüm
önlemlere rağmen özellikle yatırım tarafındaki büyümenin gücünü koruduğunu gösteriyor. Bu durum
enflasyonist baskılar açısından da değerlendirilmeli; nitekim Çin'in enflasyon verilerindeki yükseliş
dikkat çekici. İlk çeyrek itibariyle hammadde ve enerji fiyatları %8.3 artmakla birlikte yükselen
maliyetler tüketici fiyatlarına yansımadı ve TÜFE'de %3'lük bir artış kaydedildi. Öte yandan
yılsonunda enflasyonun %6'lara ulaşması beklenmekte ki bu Çin için oldukça yüksek bir rakam.
Yatırımların yüksek seviyede olduğu Çin'de son dönemlerde tüketimin de canlanması dikkat çekici.
Mart 2004 itibariyle kırsal kesim gelirlerinde geçen yıla göre %12 artış kaydedilirken şehirlerdeki
gelirlerin %13 arttığı açıklandı. Perakende satışlarda ise %11 civarı bir artış görülmekte. Bu veriler
doğrultusunda tüketimin önümüzdeki dönemlerde de güçlü seviyelerde seyretmesi bekleniyor. Bu
trendi destekleyen başlıca faktörler şehirleşme sürecinin devam etmesi, orta sınıfın büyümesi, tüketici
finansmanının hareketlenmesi ve sosyal güvenlik sistemlerinin kurulması olarak sıralanabilir.
Dış ticaret verileri ihracat ve ithalattaki artışın devam ettiğini gösterirken, Mart 2004'te Çin arka
arkaya üçüncü ayda da dış ticaret açığı verdi ($18 milyar). Bunun sebebi yurtiçi taleple birlikte emtia
fiyatlarının da artması olarak açıklanabilir. Buna karşılık dış ticaret açığının önümüzdeki aylarda da
süreceği beklentisinin Yuan üzerindeki yukarı doğru baskıyı az da olsa hafifletmek gibi Çin açısından
olumlu bir etkisi de bulunuyor.
Yatırım fazlası olan sektörler ve çelik seköründeki uygulamalar...
Ekonominin fazla ısınması nedeniyle son günlerde alınan
önlemlerden biri de bankaların kredilerini kısmaya yönlendirilmeleri
oldu. Bu uygulama ile özellikle fazla yatırım yapılan otomotiv, çelik,
aliminyum, çimento ve gayrimenkul gibi sektörlerdeki yatırımların
durdurulması veya yavaşlatılması hedeflenmekte. Çin'in ekonomiyi
soğutma çabaları bunlarla da sınırlı kalmıyor. Çin Merkez Bankası,
Eylül 2003'ten itibaren büyümeyi destekleyen politikaları bırakıp
büyümeyi dizginlemeye yönelik uygulamalara geçti. Eylül'de
bankaların Merkez Bankası nezdinde tutmak zorunda olduğu mevduat karşılık oranı %6'dan %7'ye
çıkarıldı, Nisan sonunda ise piyasadaki likiditeyi daha da azaltmak için bu oran %7'den %7.5'e
yükseltildi. Bu önlemlere rağmen yatırımlardaki artışın önü kesilemezse, sözkonusu oranın %8'lere de
çıkarılabileceği öne sürülmekte.
Hükümetin fazla yatırım yapılan bazı sektörlere yatırımı kısmak amacıyla uyguladığı yöntemlerden
biri de yeni çelik tesislerine yatırım yapmak isteyen yatırımcıların toplam maliyetin %40'ını
başlangıçta kendi kaynaklarından karşılamaları (bu oran eskiden %25 idi) zorunluluğunun getirilmesi.
Ancak çelik sektöründeki fazla kapasiteyi dizginlemeye yönelik bu olumlu gelişmelere rağmen, Çin'in
çelik üretiminin dünya çapında bir çelik fazlası yaratma olasılığı devam ediyor. 2000'den beri Çin
çelik üretimi ikiye katlandı ve aralarında Jinan ve Baoshan gibi büyük firmaların bulunduğu yerli
demir-çelik şirketleri yakın zamanda kapasitelerini artıracaklarını duyurdular. Bir de buna Çin
hükümetinin altyapı ve endüstriyel inşaat projelerini kısma politikası eklendiğinde, Çin'in artan
üretimini ihracata yönlendirerek yabancı üreticiler için bir tehdit unsuru oluşturabileceği görülmekte.
Çin çelik sektörünün geleceği ve beklentiler...
Geçtiğimiz hafta Çin Çelik Sanayi Birliği tarafından açıklanan verilere göre sektördeki yatırım ve
kapasite artışlarının etkisiyle 2004 ilk çeyrekte çelik üretimi geçen yıla göre %71 artarken satışlar %72
arttı. Bunun yanı sıra sektörün karı da %126 artış gösterdi.
Dünya çelik üretiminin 61 milyon tonu, yani yaklaşık %25'i Çin'den geliyor. Hükümetin sıkılaştırma
politikaları dahilinde dikkatli davranan Çinli çelik alıcıları stoklarını azaltırken, çelik üreticilerin
stoklarının ise arttığı görülüyor.
Çelik sektörüne yatırım 2002'de 70 milyar RMB iken (yaklaşık 8.5 milyar $), 2003'te 133 milyar
RMB'yi (16 milyar $) geçti. 2002'de 210 milyon ton olan Çin'in toplam çelik talebinin 2005'te 250
milyon tona, 2010'da ise 310 milyon tona ulaşması beklenmekte. Buna karşılık toplam üretim
kapasitesinin ise 2006'ya kadar 350-400 milyon ton arasında olacağı tahmin ediliyor. Bu şartlar
altında, geçen yıl 37 milyon ton çelik ithal eden Çin'in bir yıl gibi kısa bir süre içerisinde net ihracatçı
konumuna gelmesi olası. Yüksek kaliteli çelik ithalatına ise önümüzdeki 2-3 yıl boyunca devam
edilmesi beklenebilir.
Sonuç olarak; Çin talebindeki değişimlerin bir çok üründe olduğu gibi çelikte de dünya dengelerini
etkileme gücü oldukça açık. Bu nedenle çelik üreticileri için ciddi bir ihracat pazarı olan Çin'in metal
ithalatına sınırlama getirmesi bazı çevrelerde endişe yarattı. Ancak ekonomisini dizginlemeye çalışan
ve fazla ısınan sektörlerin ileride ciddi sorunlarla karşılaşmasını engellemeyi hedefleyen Çin'in
özellikle çelik, aliminyum, çimento ve gayrimenkul gibi sektörlerde uygulamaya başladığı tedbirlerin
olumlu etkileri göz ardı edilmemeli. Her ne kadar artan üretim kapasitesi ve zorunlu olarak azalan
inşaat yatırımları Çin için önümüzdeki yıllarda çelik ihracatı potansiyeli yaratsa da, gerek yüksek
kaliteli çelik için bu ülkenin halen bir pazar olmaya devam etmesi, gerekse çelik sektörü gibi
ekonominin diğer alanlarının da kontrol altına alınmaya başlanması uzun vadede global üreticiler için
olumlu gelişmelerdir.
Dünyada Bankacılık
HİNDİSTAN BANKACILIK SEKTÖRÜNDE YAŞANAN SON
GELİŞMELER
Yazan : Emre KOZLU – Finansal Kurumlar, Kredi Analiz, Araştırma ve
Yurtdışı Koordinasyon
Bu ayki yazımızda, 2003 yılında yabancı para kredi notu Moody's tarafından iki
kez artırılarak yatırım notu seviyesine yükseltilen Hindistan'ın bankacılık
sektörünü mercek altına alacağız. Asya'daki gelişmekte olan ekonomiler
arasında önemli bir yeri olan Hindistan'ın 31 Mart 2004'te sona eren mali yılı %
8 civarında bir ekonomik büyüme ile tamamladığı tahmin edilmekte olup,
ekonomik gelişimin bankacılık sektörüne ne şekilde yansıdığını incelemek
önem arz etmektedir.
Genel görünüş...
Bankacılık sektörü kamu bankaları tarafından domine edilen Hindistan'da 93
ticari banka faaliyet göstermektedir. Toplam sayısı 27 olan kamu bankalarının aktif büyüklüğüne göre
sektördeki payı %76 gibi yüksek bir seviyededir. 30 özel bankanın toplam payı %17 iken, 36 adet
yabancı bankanın payı ise ancak %7 seviyesindedir. Ancak, özel ve yabancı bankaların sektördeki
ağırlıklarının artış trendinde olması da dikkat çekmektedir. Bu bankaların özellikle gelişmiş bankacılık
ürünleri, teknoloji ve altyapı açısından kamu bankalarının çok ilerisinde olması, rekabetin artmasına
sebep olmakta ve bu da sektörün geneline olumlu yansımaktadır.
Bireysel kredilerdeki artış trendi...
Sektörde son yıllarda kurumsal kredilerde yaşanan durgunluğun tersine bireysel kredilerde önemli bir
artış görülmüştür. Toplam bireysel krediler portföyünün son 5 yılda %200'den fazla büyüdüğü tahmin
edilmektedir. Toplam krediler içindeki payı %25 civarında olan bireysel kredilerin önemli kısmını geri
dönmeme oranı oldukça düşük olan konut kredileri oluşturmaktadır. Tüketici kredilerindeki bu artış,
hem daha yüksek kârlılık sağlaması, hem de risk portföyünün çeşitlendirilmesine yardımcı olması
açılarından bankalar tarafından da tercih edilen bir gelişmedir. Bu alanda potansiyelin daha da yüksek
olması nedeniyle, kamu bankaları, pazar paylarını artırabilmek adına kredi kartı ve ATM alanında
yatırımlar yapmaktadırlar.
Denetleme alanında son reformlar...
Denetimin artırılmasına yönelik olarak Hindistan Merkez Bankası'nın son yıllarda uygulamaya
koyduğu yeni kurallar, uluslararası standartlarla aradaki farkın azalmasına yardımcı olmuştur. Birkaç
örnek vermek gerekirse;
2000 yılında minimum sermaye yeterlilik oranının %8'den %9'a çıkarıldığı sektörde bu oran 2003
mali yılsonu itibariyle %12,6 olarak gerçekleşmiştir.
Ocak 2002'de bankalara, ilerleyen 5 yıl içinde, alım-satım amaçlı ve satılmaya hazır menkul
portföyleri toplamının minimum %5'i kadar ek karşılık oluşturmaları zorunluluğu getirilmiştir.
Mart 2003'den itibaren ise bankalara iştiraklerini de içeren konsolide bilançolarını sunma
zorunluluğu getirilmiştir.
Kredileri sorunlu kredi olarak sınıflandırmak için vadesi üzerinden geçmesi gereken süre, Mart
2004'ten itibaren geçerli olmak üzere, 180 günden uluslararası standart olan 90 güne düşürülmüştür.
Bunların dışında uygulamaya konulan daha birçok yenilik söz konusu olup, tüm bunlar sektörün
şeffaflığının artmasına yardımcı olmaktadır.
Kârlılık performansı...
Bankaların kârlılık performansları 2001 yılından beri artmakta, fakat artışın önemli bir kısmı, düşen
faiz ortamında gerçekleşen hazine gelirlerinden kaynaklanmaktadır. Faiz dışı gelirlerin toplam gelirler
içindeki payı yabancı ve özel bankalarda kamu bankalarına kıyasla daha yüksektir. Zira, kamu
bankalarının ellerinde yüksek miktarda hazine kağıdı bulunmaktadır.
Hindistan, bankacılık sektörünün elindeki devlet borçlanma kağıtlarının toplam aktifler içindeki payı
en yüksek ülkelerden biridir. Bu durum, faizler düşüş trendinde olduğu dönemde sektörün kârlılığını
olumlu yönde etkilese de bankaların orta ve uzun vadede kârlılık performanslarını koruyabilmeleri için
katma değeri yüksek bankacılık ürünlerine yönelmeleri gerektiği de bir gerçektir. Bu doğrultuda,
özellikle yabancı ve özel bankaların nakit yönetimi, sigorta, yatırım fonları, danışmanlık ve yatırım
bankacılığı konularında hizmet sunuyor olmaları hem bu bankaların kârlılık performanslarının
sürekliliği, hem de devlet bankalarına örnek teşkil etmesi açılarından önemlidir.
Sektörün zayıf yönleri...
Tüm bu değişimlere rağmen mali sektörde bazı sorunların devam ettiğini de belirtmek gerekmektedir.
Bunlar içinde belki de en önemlisi, özellikle kamu bankaları için söz konusu olan yüksek sorunlu kredi
oranlarıdır. Kamu bankalarının kredi portföylerinin %40'ını devlet tarafından önceliklendirilmiş
sektörlere verme zorunluluğu bu oranın yüksek seviyede seyretmesine neden olmuştur. Ülkedeki
hukuk sisteminin sorunlu kredilerin tahsilini yeteri düzeyde hızlandıramaması da problemlerin
çözümünü yavaşlatmaktadır. Yeni çıkarılan bir kanun, bankalara teminatlandırılmış alacaklarıyla ilgili
teminatları mahkeme kararı olmadan tahsil etme hakkı vermektedir. Yine aynı kanunun bir parçası
olarak bankalar sorunlu kredilerini kurulacak olan varlık yönetimi şirketlerine satabileceklerdir.
Sonuç olarak, Hindistan bankacılık sektöründe son yıllarda önemli gelişmeler yaşanmakla birlikte, bu
gelişmelerin etkisi sektöre henüz tam olarak yansımamıştır. Ancak, orta ve uzun vadede sözkonusu
değişimlerin finansal piyasalar üzerindeki etkisinin olumlu yönde olacağı tahmin edilmektedir.
İç Ekonomi
Hazine'nin Faizi Yükseldi
Kıbrıs belirsizliğinin ardından gelişmekte olan piyasalardan çıkış yapan yabancıların bono satıp döviz
alımıyla yükselen tansiyon Hazine'nin borçlanma maliyetlerini de yükseltti. 5.6 katrilyon liralık
itfasını karşılamak için ihale düzenleyen Hazine istediği tutarda borçlanabilmek için faiz oranlarını
yükseltmek zorunda kaldı. Hazine 525 gün vadeli ve 210 gün vadeli ihalelerinde 2.9 katrilyon lira
borçlanırken, kamu ve piyasa yapıcılarına ihale öncesi yaptığı satışla toplam 3.7 katrilyon borçlandı.
Hazine'nin yaptığı toplam borçlanma ise 5.5 katrilyona ulaştı. Hazine'nin 210 günlük 24 Kasım 2004
vadeli bono ihalesine 1.11 katrilyon liralık teklif geldi. Yüzde 24.9 bileşik faizle net 831.1 katrilyon
borçlanan Hazine kamu ve piyasa yapıcısı bankalara da 236.9 trilyonluk satış yaptı. Hazine en son 6
Nisan'da aynı vadeye ihale açmış ve yüzde 23.31 faiz oranıyla 1.7 katrilyon lira borçlanmıştı. Buna
göre Hazine'nin faizi 0.88 puan yükselmiş oldu.
525 gün vadeli TL cinsi iskontolu tahvil ihalesine ise 3.41 katrilyon liralık teklif gelirken, Hazine
yüzde 23.72 yıllık ortalama bileşik faizle net 2.33 katrilyon lira borçlandı. İhale öncesinde kamu ve
piyasa yapıcı bankalara ise 573.3 trilyon liralık satış yapıldı. Bu iki ihalede, toplam 3 katrilyon 674.4
trilyonluk satış yapıldı. İki yıl vadeli tahvil ihalesinde toplam 1.86 katrilyon liralık satışla birlikte iki
günlük toplam borçlanma 5 katrilyon 536 trilyon liraya ulaştı.
Merkez Bankası Para Politikası Raporu
Merkez Bankası, önümüzdeki dönemde özel tüketim harcamalarındaki gelişmelerin, enflasyondaki
düşüş sürecine 2003 yılındaki kadar destek vermeyeceğinin, hatta talep kaynaklı enflasyonist baskı
yaratacağının düşünüldüğünü bildirdi. Merkez Bankası tarafından hazırlanan Para Politikası Raporu
yayımlandı. Rapora göre, kriz sonrasında oldukça düşük düzeyde seyreden özel tüketim
harcamalarının, 2000 yılındaki seviyesini ancak 2003 yılının son çeyreğinde yakalayabilmiş olması,
halihazırda tüketim harcamalarının milli gelire oranının düşük seviyelerde bulunması, 2004 yılında da
belirgin bir talep kaynaklı enflasyonist baskı gözlenmeyeceğine işaret ediyor.
Gerek istihdamın oldukça düşük düzeylerde olması, gerekse ekonominin içinde bulunduğu yapısal
değişim süreci ve uygulanan gelirler politikasının, tüketim üzerinde sınırlayıcı bir etki yarattığı
belirtilen raporda, şöyle denildi: "2004 yılında kamu kesiminde yapılan maaş ve ücret artışları, reel
olarak oldukça sınırlı bir yükseliş öngörmektedir. Özel sektörün de kamu kesiminde yapılan ücret
artışlarını dikkate aldığı düşünüldüğünde, 2004 yılında kısıtlı bir reel gelir artışının olacağı ve bunun
da tüketim harcamalarındaki artışı sınırlayıcı bir etki yaratacağı düşünülmektedir."
Sürdürülmekte olan yapısal reformlar ve enflasyonun düşüş sürecinde olması nedeniyle, reel
sektördeki rekabetçi yapının kuvvetlenmekte olduğu ve dolayısıyla kar marjlarının daraldığı ifade
edilen raporda, bununla birlikte reel faizlerin gerilemesi ve Türk Lirasının değer kazanmasının da
tasarrufların reel olarak değer kaybetmesine neden olduğu kaydedildi. Bu durumun, önümüzdeki
dönemde servetlerdeki reel kaybı telafi etmek için yeniden tasarrufa yönelmeyi teşvik edecek bir olgu
olduğu belirtilen raporda, şöyle denildi: "Reel faizlerdeki gerileme, diğer taraftan tüketici kredilerinin
artmasına yol açmıştır. Ancak içinde bulunduğumuz dönemde kredilerdeki artış, önümüzdeki
dönemlerde kredi geri ödemelerinin artmasını gerektireceğinden, gelirler ve dolayısıyla harcamalar
üzerinde kısıt oluşturacaktır."
2004 yılında da, kamu kesiminin daha verimli ve sağlıklı bir yapıya kavuşturulması amacıyla,
uygulanmakta olan sıkı maliye politikalarına devam edeceği belirtilen raporda, bu nedenle 2004
yılında kamu harcamalarının artış hızının oldukça düşük olmasının beklendiği ifade edildi. Tüketim ve
yatırım harcamalarının 2004 yılında sırasıyla yüzde 2.8 ve yüzde 5.9 oranlarında artacağının
öngörüldüğü kaydedilen rapora göre, 2004 yılında iç talepte enflasyon hedefini tehlikeye sokacak bir
gelişme olması beklenmiyor. Buna karşın üretim artışlarının ihracata yönelik olarak devam edeceği,
ayrıca bu yıl üretime ilişkin öngörülerin enflasyonun olumlu seyrine katkı yapmaya devam edeceği
düşünülüyor.
Raporda, kurlarla ilgili ise şu görüşlere yer verildi: "2004 yılı içersinde gerek Avrupa Birliğine adaylık
süreci ile ilgili gelişmeler gerekse ABD Merkez Bankası'nın faiz artırımına dair beklentiler
doğrultusunda, dönem dönem dışsal faktörlerden kaynaklanan dalgalanmaların oluşabileceği
öngörülmektedir. Ancak yapısal reformların hayata geçirileceği ve kamu kesimindeki mali disiplinin
devamlılığın sağlanacağı varsayımı altında, döviz kurlarının üzerinde uzun süreli ve kalıcı bir baskı
oluşmayacağı düşünülmektedir."
Ağır kış koşulları nedeniyle, özellikle Şubat ve Mart aylarında artan ham petrol stokunun, ham petrol
fiyatlarında gözlenen artış eğilimini yılın ikinci çeyreğinde sınırlayabileceğinin düşünüldüğü
kaydedilen raporda, ayrıca Irak'taki belirsizliğin 2004 yılı ikinci yarısında sona ermesi ve Irak ham
petrol üretiminin savaş öncesi düzeye yükselmesi durumunda, ham petrol fiyatları üzerinde aşağı
yönlü bir baskının oluşabileceği belirtildi. Raporda, şöyle denildi: "Ancak 2004 yılının ilk
çeyreğindeki yüksek oranlı asgari ücret artışları ve 2003 yılı gelir gerçekleşmelerine bağlı 2004 yılı
gelir tahminlerinde ortaya çıkan sapmalardan doğan finansman açığının kapatılabilmesi için, akaryakıt
fiyat artışlarına gereksinim duyulma olasılığı, mali uyumun kalitesin fiyat istikrarı açısından önemini
bir kez daha ortaya çıkarmaktadır. Zira artışların 2004 yılının geri kalan döneminde de devam etmesi
durumunda, ilerleyen aylarda enflasyon üzerinde genel olarak maliyet baskılar oluşabilecektir."
Raporda, dünya demir ve çelik fiyatlarının yüksek seviyelerde seyretme olasılığının, 2004 yılı
enflasyon hedefi açısından maliyet yönlü bir baskı oluşturmakla birlikte, sanayi sektöründeki yüksek
verimlilik ve düşük işçilik maliyetlerinin bu baskıyı telafi edebileceğinin düşünüldüğü belirtildi.
Dalgalı Kur Rejimine Devam
Dalgalı kur rejimine 2004 yılında da devam edileceğinin ifade edildiği rapor uyarınca, dalgalı kur
politikasının döviz kuru- enflasyon ilişkisinde yapısal bir değişime yol açtığı düşünülüyor. Önemli
olanın kamu fiyat ayarlamaları ve ek vergilerle gelir artırmak yerine, harcamaların kısılması yönünde
politikaların geliştirilmesi olduğu ifade edilen raporda, aksi takdirde mali disiplini sağlamaya yönelik
alınan tedbirlerin enflasyon hedefini tehlikeye sokabilecek sonuçlarının olabileceği üzerinde duruldu.
2004 yılının kalan bölümünün, ilk çeyrek kadar olmasa da enflasyon açısından genelde olumlu bir
görünüm sergilediği belirtilen raporda, gerek kısa vadede gerekse orta ve uzun vadede bazı önemli
risklerin olduğu kaydedildi.
İçinde bulunulan dönemde en büyük riskin rehavete kapılma riski olduğu vurgulanan raporda, şöyle
denildi: "Uluslararası finansal piyasalarda ortaya çıkabilecek farklı eğilimler veya dışsal şoklar sonucu
portföy tercihlerindeki yön değişimlerinin döviz kurlarında öngörülemeyen hareketlere yol açabileceği
ve bunun da yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı enflasyon üzerinde bir risk oluşturabileceği her
dönemde göz ardı edilmemesi gereken bir durumdur. ABD Merkez Bankasının önümüzdeki aylarda
faiz artırımına gidebileceği yönünde sinyaller vermesi global likidite eğilimlerinde farklılaşmaya yol
açarak gelişmekte olan ülkelerin finansal piyasalarındaki dalgalanmaları artırmaktadır." Faiz
artırımının hangi seviyeye kadar ve ne hızla gerçekleşeceğine dair belirsizliklerin söz konusu
dalgalanmaların devam edebileceğine işaret ettiği ifade edilen raporda, "ancak burada altı çizilmesi
gereken nokta, dalgalı kur rejimi altında bu tarz hareketlerin olağan görülmesi gerektiğidir. Parasal ve
mali disiplin devam ettikçe ve ekonomik yapısal reformlarla güçlendirildikçe söz konusu şokların
olumsuz etkilerinin geçici olmaya mahkum olduğudur" denildi.
Tüketici Kredileri Yakın Takipte
Raporda, "tüketici kredilerindeki hızlı artış, iç talep ve enflasyon ve cari işlemler açığı açısından,
mevcut koşullarda bir risk unsuru olarak görülmemesine rağmen yakından takip edilecektir" denildi.
Merkez Bankası, rekabeti geliştirmeyi ve verimliliği artırmayı hedefleyen yapısal reformların ise
"kamuda verimlilik artırıcı önlemler, özel sektörün ekonomideki rolünün artırılması, yatırım ortamının
iyileştirilmesi ve mali sektör düzenlemelerini" içerdiğini bildirdi.
Türkiye ekonomisinin yaşadığı süreç içerisinde, enflasyon dinamiklerinde meydana gelen değişimin
de ele alındığı raporda, döviz kuru rejiminin değişimiyle, kura endeksleme davranışının gücünü
kaybettiği, ancak döviz kurunun maliyetler ve ithal fiyatlar yoluyla enflasyon üzerinde etkili olmaya
devam ettiği belirtildi. Rapora göre, borçlanmanın sürdürülebilirliğine dair kaygıların azalması ve
kamu fiyatlarının enflasyon hedefleri ile uyumlu oranda
artırılması sonucu, kamu kesiminin enflasyon üzerindeki baskısı zayıfladı, ancak bu durumun
devamını sağlayacak düzenlemeler tam anlamıyla gerçekleştirilemedi. Enflasyonla mücadelede
tarihsel anlamda önemli bir başarı sağlanması nedeniyle, geçmiş enflasyona göre karar alma davranışı
değişmeye başladığı ve hedeflenen enflasyonun bekleyişlerin oluşmasında etkili oldu. Fiyatlama
davranışları daha rasyonel hale gelirken, özellikle iç talebin geçmişe kıyasla enflasyonu belirlemedeki
etkisinin artmaya başladığı görüldü. Raporda, şöyle denildi: "Burada unutulmaması gereken,
ekonomik birimlerin enflasyon hafızasının hala çok güçlü olduğu ve herhangi bir olumsuzluk
algıladıklarında tekrar eski davranış biçimine dönme eğiliminde olabilecekleridir. Dolayısıyla,
enflasyon dinamiklerindeki olumlu değişimin kalıcı olabilmesi, sağlanan istikrarın orta ve uzun
döneme taşınabilmesi ile mümkün olacaktır. Bunun da yolu kalıcı yapısal reformlardan geçmektedir."
Tekstilin Çin Faturası
İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri (İTKİB) 2005'te kotaların kalkmasıyla dünya
ticaret dengelerinin nasıl olacağı hakkında bir çalışma hazırladı. Kadir Has Üniversitesi'nden Yrd.
Doç. Dr. Mehmet Hüseyin Bilgin, araştırma görevlisi Hakan Danış ve İstanbul Üniversitesi'nden Yrd.
Doç. Dr. Gökhan Karabulut tarafından hazırlanan 'Türk Hazır Giyim Sektöründe Rekabet Gücü
Analizi ve Rekabet Gücünü Artırıcı Politika Önerileri' başlıklı çalışmada hazır giyimde Türkiye'nin
rekabet gücü analiz edilirken, 2005 sonrası izlenmesi gereken politikalar masaya yatırıldı. Önlemlerin
alınmaması durumunda Türkiye'nin ciddi pazar kaybına uğrayacağı belirtilen çalışmada can alıcı
örneklere yer verildi. Daha önce ABD bornoz pazarında Türkiye'nin yüzde 33 olan pazar payının,
bornoz kotasının kalkmasıyla yüzde 18'e düştüğü belirtilirken, Çin'in kota öncesi olan yüzde 3.5 olan
payının yüzde 25'e ulaştığına dikkat çekildi. AB'nin yaptığı bir çalışmada ise kotaların kalkmasıyla
Türkiye'deki tekstil üretiminde yüzde 23, ihracatta yüzde 33'e varan düşüşler yaşanacağı gözler önüne
serildi.
Kitabın tanıtım toplantısında konuşan İHKİB Başkanı Süleyman Orakçıoğlu şunları söyledi: "Bu
çelişkiyi anlamak, anlatmak imkânsız. Rekabet gücüne ihtiyacımız var. Maliyetlerimizi hiç değilse
dünya standartlarına çekin diyorum. Ama bizi kaleye geçirmişler, ellerimizi kullanmayı yasaklamışlar,
sonra da 'Gol yemeyin, kazanmaya ihtiyacımız var' deniyor. Ellerimizi kullanabilsek sektör olarak
üstünlüğümüzü ispat edecek kalite ve kapasiteye sahibiz. 2 milyondan fazla insanı istihdam eden bir
sektör, dünyanın en yüksek istihdam vergisini ödüyor."
Kota uzatımına destek
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Avrupa Birliği (AB) Komisyonu'nun Çin tehdidi konusunda
bilgilendirildiği ve kotaların uzatılması talebini içeren İstanbul Deklarasyonu'na imza atan ülkelerin
sayısının 33'e kadar ulaştığını belirten Orakçıoğlu, "2005'de dış ticaret kotalarının kaldırılması dünya
ticaretine tamiri zor hasarlar verecektir. Söz konusu gerçeğin DTÖ'ye de en kısa sürede açıklanması
gerekiyor" diye konuştu.
Rekabetin Yolu Marka Olabilmek
İTKİB tarafından hazırlatılan 'Türk Hazır Giyim Sektöründe Rekabet Gücü Analizi ve Rekabet
Gücünü Artırıcı Politika Önerileri isimli çalışmada, Türkiye gibi sermayenin pahalı, işgücü
maliyetlerinin ise giderek arttığı ülkelerde rekabetin en önemli yolunun moda ve marka yaratmaya
yönelik olduğu belirtildi. İtalya'nın tekstil sektöründe en pahalı işgücüne sahip olmasına rağmen hazır
giyimde söz sahibi olduğu hatırlatılarak, bu başarıda pazarlama ve verimliliği artırıcı organizasyon
yapılarının önemli olduğu ifade edildi. Türkiye'ye İtalya ve İspanya'nın stratejisi önerildi.
Tekstilcilerin hazırlattığı çalışmada İhracatın finansmanında büyük rol oynayan Eximbank'ın piyasa
yapıcı konuma kavuşturulmasının önemi vurgulandı. Kredi tahsisinde, firmaların bankaları
kendilerinin seçmelerine olanak tanınması, yerli hammadde girdisi yüzde 50 ve üzerinde olanlara
teşvik anlamında kredilerde öncelik verilmesi ve yerli hammadde girdileri yüzde 90'ın üzerinde
olanların kredi faizlerinin düşük tutulması gerektiğine dikkat çekildi. SSK primlerinin, gelir vergisi,
geçici vergi veya KDV'den mahsup edilecek şekilde sübvanse edilmesi gerektiği de ifade edildi.
DB: "IMF'ye Hayır" Sürpriz Olur
Dünya Bankası Başkanı James Wolfensohn, IMF'den gelecek ciddi bir fon olduğunu ifade ederken,
"açıkçası eğer hükümet buna rağmen IMF ile devam etmeme kararı alırsa çok şaşırırım" dedi.
Wolfensohn, Yabancı Sermaye Derneği'nin (YASED) "Insight Yased" adlı dergisinin Nisan sayısına
verdiği demeçte Türkiye'ye yapıcı bir destek vermek istediklerini, IMF olsa da olmasa da destek
vermeyi düşündüklerini kaydetti. Wolfensohn, gelecek 3 yıl içinde Türkiye'ye 4.5 milyar dolarlık bir
destek vereceklerini hatırlatırken, şartlar yerine getirildiğinde bu yıl içinde 1.5 milyar dolarlık destek
vereceklerini Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a söylediğini ifade etti.
Bankacılık Sistemine Reform
Türkiye'nin reform programının başında olduğunu anlatan Wolfensohn, şunları kaydetti: "Bankacılık
sisteminin biraz daha temizlenmeye ihtiyacı var. Daha fazla reform yapılması, özellikle gümrük
vergileri ve bürokrasi alanında gerekli yasal sistemin daha da hızlandırılması gerekiyor. Dolayısıyla
Dünya Bankası'nın dayattığı bir şey değil bu. AB ile müzakereler yaklaştığı dönemde, AB'deki
uygulamalara eşit düzeyde bir uygulamanın burada oluşturulması gerekecek. Dolayısıyla hükümet
bunun farkında. Ülkenin yararına olacağını da biliyor. Uygulamaya ihtiyaç var." Yatırıma açık olması
istenen her ülkede, yasal sistemin, mali sistemin işler hale gelmesi, yolsuzlukla mücadelenin önemine
dikkati çeken Wolfensohn, faiz oranlarının indiğini, çok daha dinamik bir ortam yaratıldığını, bütün bu
unsurların yatırım çekmek için gerekli olduğunu belirtti. Öte yandan sade vatandaşın enflasyonun
düşüşünden faydalanacağını anlatan Wolfensohn, gelecek 1-2 yıl içinde insanların kendilerini biraz
daha rahat hissedeceklerini kaydetti.
Stiglitz Değerli TL İçin Uyardı
Uluslararası Para Fonu'na yönelik eleştirileriyle öne çıkan, Nobel ödüllü Dünya Bankası eski baş
ekonomisti Joseph Stiglitz, Türkiye'deki ekonomik göstergelerde gözlenen iyileşmeye karşılık,
ekonomik büyüme konusunda döviz kurlarının endişe yarattığını söyledi. Stiglitz, İstanbul'da
düzenlenen "Küreselleşme ve Düşkırıklıkları" başlıklı konferansta, Türk ekonomisinin inişli çıkışlı
olduğunu belirtirken, "Para birimi çok değerli, bu büyümeyi zorlaştırır. Bu kur hayli yüksek" dedi.
1997'ye kadar ABD Başkanı Bill Clinton'ın Ekonomi Danışmanları Konseyi Üyesi, 2000'e kadar ise
Dünya Bankası'nın baş ekonomisti görevini üstlenen Stiglitz, son kitabı "The Roaring Nineties Dünyanın En Parlak 10 Yılının Hikayesi" adlı kitabının tanıtımı amacıyla Türkiye'de temaslarda
bulundu. Stiglitz, verdiği konferansta "Açıkçası son iki-üç yıldır ekonomik çerçevede bazı önemli
değişiklikler oldu. Bankalar daha iyi durumda, kurallar daha iyi. Faizler daha iyi ama öte yandan
önemli değişkenlerden biri ve ekonomik büyüme için önemli olan döviz kurları endişe yaratıyor" dedi.
Stiglitz, "Yüksek döviz kurunun tıpkı AB'nin büyümesini durağanlaştırdığı gibi burada da endişe söz
konusu, çünkü onlarda da döviz kuru yüksek" dedi.
CNBC-e'nin sorularını yanıtlayan Stiglitz, büyüme istihdam ve fiyat istikrarını gözeten merkez
bankası politikalarının çok daha doğru olacağını ifade ederken, "Yalnızca fiyat istikrarını gözetmek
doğru değil" dedi. Uluslararası Para Fonu'yla ilişkileri de değerlendiren Stiglitz, "IMF ile sürekli
birlikteliğin en önemli sorunlarından biri, IMF'nin Her şeyden fazla enflasyonu önemsemesi" diyerek,
enflasyon merkezli politikaları eleştirdi. Ülkeler hep doğru politikaları da seçse, kısa vadeli spekülatif
sermayenin çıkışını engellenemeyebilir" diyen Stiglitz, piyasalarda dengelerin hızla değişebileceğini
vurguladı.
Sosyal Güvenlik Özelleştirilmemeli
Sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmemesi gerektiğini ifade eden Stiglitz, "IMF sosyal güvenlik
sisteminin özelleştirilmesini öneriyor ve bu ülkeleri riske sokuyor. Sosyal güvenlik sisteminin
özelleştirilmesi yaşlıların yoksulluk düzeyini artıracaktır" şeklinde konuştu. Stiglitz, uluslararası
kuruluşların sadece piyasa mekanizmalarını önemsediğini, toplumların sosyal yanlarının ikinci plana
itildiğini ve bunun dengesizlik yarattığını kaydetti. Stiglitz, "Örneğin, biz ABD'de piyasaların sınırlı
olduğunu anlıyoruz ve sosyal kontratların önemli olduğunu biliyoruz. Ama dünyanın diğer ülkelerinde
sınırsız kapitalizm uygulamaya çalışıyoruz. Bu çok büyük bir dengesizlik yaratıyor. Sosyal adalet
maalesef ABD sınırlarından dışarı çıkamıyor" dedi.
IMF'ye seçim yapılmadan başkan atanmasının anti demokratik bir uygulama olduğunu belirten
Stiglitz, IMF'ye gelişmekte olan ülkelerin koşullarını bilen ve anlayan başkanların getirilmesi
gerektiğine işaret etti. Ayrıca, IMF'yi şeffaflığının yeterli olmadığı konusunda da eleştiren Stiglitz,
"IMF'nin kararlarını aldıktan sonra öğreniyorsunuz. Daha önceden bu kararlara götüren yolu
bilmiyorsunuz. Oysa, vatandaşlar finans kurumlarının aldıkları kararları bilme hakkına sahip olmalı"
şeklinde konuştu. Bugün gelinen noktanın 15 sene öncesine göre yine de daha iyi olduğunu söyleyen
Stiglitz, bu gelişmeyi şöyle açıkladı: "Bugün en azından sorunların neler olduğu, dengesizliklerin
neden kaynaklandığı görülmeye başlandı. Daha önce yapılan uluslararası ekonomik anlaşmaların
gelişmekte olan ülkelerin aleyhine olduğu görüldü ve artık gelişmekte olan ülkeler bu tür politikaları
kabul etmedikleri konusunda ses çıkarmaya başladılar. IMF artık kısmen de olsa, başarısızlıklarını
kabul etmeye başladı. Gelişmekte olan ülkeler artık daha adil bir sistem istiyorlar. Uruguay Roundu
gibi ticaret anlaşmaları istemiyorlar. Artık ABD Başkanı George W. Bush yönetiminin tek yanlı
politikalarından dünya rahatsız olmaya başladı. Kısaca, en azından görünüşte bardağın yarısı dolu.
Ancak, unutmamalıyız ki diğer yarısı da hala boş."
Satın Alma Gücü Yüzde 5.2 Arttı
IMF, Türkiye'de satın alma gücü paritesine (SAGP) göre kişi başına milli gelirin geçen yıl 338 dolar
artarak 6 bin 882 dolara çıktığını açıkladı. IMF'nin Dünya Ekonomik Görünüm raporuna göre, gayri
safi yurt içi hasıla (GSYİH) geçen yıl yüzde 28.9 artarak 358.7 katrilyona ulaştı. 2003'te cari fiyatlarla
5 milyar 346.2 milyon olan kişi başına GSYİH, SAGP'ye göre 6 bin 882.4 dolara denk geldi. SAGP'ye
göre kişi başına milli gelir, halkın gerçek alım gücünü gösteriyor. Bu hesapla kişi başına milli gelir,
geçen yıl 2002'ye göre yüzde 5.2 yani 338 dolar arttı. Türkiye, geçen yıl SAGP'ye göre kişi başına
milli gelir düzeyiyle 179 ülke içinde 73'üncü sıradaki yerini korudu. Türkiye'de SAGP bazlı kişi
başına GSYİH'nın bu yıl 313 dolar artarak 7 bin 195 dolara, 2005'te de 366 dolar artarak 7 bin 561
dolara kadar çıkması bekleniyor.
Nisan Enflasyon Tahmini % 1.3
Ekonomik göstergelerde cari açığa yönelik endişeler artmasına karşılık, enflasyonun düşüş eğilimini
sürdürmesi bekleniyor. CNBC-e'nin 23 banka ve aracı kurum ekonomisti arasında yaptığı ankete göre,
Toptan Eşya Fiyatları Endeksi'nin Nisan ayında yüzde 1.3, Tüketici Fiyatları Endeksi'nin yüzde 1.4
artış göstermesi bekleniyor.Anket sonuçlarına göre, çekirdek enflasyon olarak da bilinen özel imalat
sanayi fiyat artışı tahmini ise binde 9 düzeyinde yoğunlaşıyor. Katılımcıların yıl sonu enflasyon
oranıyla ilgili tahminlerinin ortalaması ise TÜFE'de yüzde 11.2, TEFE'de yüzde 12 olarak belirlendi.
Ankette, yıl sonu dolar kuru beklentileri de 1 milyon 489 bin 545 lira düzeyinde yoğunlaşıyor. Mart
ayında TÜFE yüzde 0.89 artarken, TEFE'deki artış yüzde 2.1 düzeyinde gerçekleşmişti.
Ekonomi Haberleri
K. Strateji, İş Geliştirme
Nisan Ayında Yıllık Enflasyon Trendini Korudu...
Mayıs Enflasyonu, Dezenflasyon Programı Açısından Kritik Önemde...
DİE'nin Nisan ayı enflasyon rakamlarına göre TEFE %2.65, TÜFE ise %0.59 oranlarında arttı.
Enflasyon Nisan ayında toptan eşya fiyatlarıyla %8.91'e çıkarken, tüketici fiyatlarıyla %10.18'e
geriledi. Çekirdek enflasyon olarak adlandırılan özel sektör imalat sanayinde fiyat artışı Nisan ayında
%1.5 düzeyinde gerçekleşirken, Kamu İmalat Sanayi fiyatlarındaki artış %0.4 oldu. Nisan ayında
%6.9 seviyesinde gerçekleşen tarım fiyatları piyasadaki beklentiler açısından sürpriz oldu. Tarım
fiyatlarında meydana gelen %6.9'luk artış, %2.65'lik Nisan TEFE enflasyonunun 1.5 puanını
oluşturdu. Tüketici fiyatlarında ise özellikle giyimdeki mevsimsel fiyat artışının %4.8 ile son beş yıllık
ortalamasının yaklaşık %40'ı düzeyinde gerçekleşmesi, TÜFE endeksindeki artışın %0.59 seviyesinde
kalmasını sağladı.
Enflasyon son iki aydır ciddi bir test sürecinden geçiyor.
İlk olarak, Mart ayında kamu imalat sanayinde mini şok diyebileceğimiz bir fiyat artışı gerçekleşti.
Döviz kurunun stabil kaldığı Mart ayında, Kamu İmalat Sanayi fiyatlarında gerçekleşen %4.1'lik artışa
karşılık, Özel İmalat Sanayi (ÖİS) fiyatlarında sadece %0.7'lik bir artış gerçekleşmişti.
Mart-Nisan dönemi itibarı ile bakıldığında ise Kamu İmalat Sanayi fiyatlarındaki artışın kümülatif
%4.5 seviyesinde gerçekleşmesine rağmen, ÖİS fiyatlarındaki birikimli artış sadece %2.2 seviyesinde
kaldı (Nisan ayında maliyetler üzerinde önemli etkiye sahip olan döviz kurunda ani bir sıçrama
yaşandı, ancak söz konusu sıçrama 20 Nisan'dan sonra gerçekleştiği için daha çok Mayıs enflasyonu
üzerinde belirleyici olacak) . Bu gelişmeler, ÖİS'inde kamudaki fiyat ayarlamalarına olan duyarlılığın
zayıfladığını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, ÖİS'inde kamu fiyatlarına endeksleme alışkanlığının
zayıfladığı, Mart ve Nisan enflasyonları ile teyit edilmiş oldu. Buna ek olarak, kamu zamlarının
enflasyon beklentileri üzerindeki menfi etkisinin de önemli ölçüde azaldığını söylemek mümkün. Bu
noktada, ÖİS'nin girdi ve hammadde temininde, son iki yıldır, uluslararası piyasalara yönelmesi etkili
olmuştur (Detay için lütfen Mart enflasyon raporuna bakınız).
Son iki yılda (1) enflasyon hedefinde ulaşılan başarı, (2) enflasyon bekleyişlerindeki iyileşme ve (3)
yıllık enflasyon oranında devam eden düşüş trendi, döviz kurunun fiyatlar üzerindeki etkisini azalttı.
Örneğin, olumsuz dış koşullara (Çin'in büyümede frene basması, ABD'de artışa geçen enflasyon ve
kuvvetlenen faiz artırım baskıları) ve kur seviyesinde yaşanan hızlanmaya rağmen, piyasanın
yılsonuna ilişkin enflasyon beklentileri %11.4 seviyesine gerilemiş durumdadır. Yaptığımız
çalışmalar, döviz kurundaki artışın enflasyona yansımasının takip eden üçüncü ayda belirginlik
kazandığına işaret etmektedir. 2001 öncesinde ise döviz kurundaki sıçramalar, ÖİS fiyatlarını aynı ay
içersinde artırmakta idi. Kaldı ki, üç aylık zaman periyodu, ekonomi politikası uygulayıcılarına olası
kur artışları karşısında aksiyon alma şansı da vermektedir. İstatistiksel bazda bakıldığında ise,
ekonominin iç dinamiklerinde köklü değişikliklere yol açacak bir dış şok ile karşılaşılmadığı sürece,
enflasyonun, döviz kurundaki %10-12'lik bir artışı absorbe edecek yapıya kavuşmuş olduğu
gözlenmektedir.
Daha önemlisi, enflasyondaki volatilite hafızası (enflasyonist atalet) zayıflamış durumdadır. Yani,
artık cari dönemdeki volatilitenin geçmiş volatilite seviyeleri ile olan koralasyonu azalmıştır.
Dolayısıyla, son iki yılda enflasyon (TÜFE) veri setindeki değişim, enflasyon dinamiklerine dışarıdan
verilecek bir şokun, zaman içinde etkisini tamamen yitirdiğini ortaya koymaktadır. 2001 öncesinde ise
enflasyon dış şoka maruz kaldığında hep bir üst platforma çıkıyor; yani şokun etkisi artarak bir sonraki
dönemlere taşınıyordu. Özetle, Nisan 04 sonu itibarı ile yaptığımız çalışmalar, 2001 öncesinde geçmiş
şokları hafızada tutan TÜFE endeksinin, geçmiş şokları kademeli olarak unutan bir davranış
sergilemeye başladığını göstermektedir.
Ayrıca, enflasyonda "bir sonraki döneme geçişme eğiliminin" ve "ataletin" zayıfladığı gözlenmektedir.
Yaptığımız analizler, baz senaryo devam ettiği takdirde, şok dönemlerinde enflasyonun (TÜFE)
tahmin edilemeyecek sıçramalar göstermeyeceğini ortaya koymaktadır. Ayrıca, 2002-2004 arasındaki
enflasyon serisi, önceki yıllar ile kıyaslandığında, TÜFE'nin aylık bazda daha düşük olasılıklarla
artışlar sergileyebileceğini de göstermektedir.
3 Haziran'da açıklanacak Mayıs enflasyon verileri, enflasyondaki bu yapının dayanıklılık gösterip
göstermeyeceği açısından kritik önemdedir. Zira, döviz kuru 20 Nisan'dan sonra hızlı bir artış trendine
girdiğinden, büyük ölçüde Mayıs ayı enflasyonuna yansıyacak ve bu da bizim, bir şok döneminde
enflasyonun nasıl bir davranış sergilediğini net bir şekilde görmemizi sağlayacak. Bu noktada, döviz
kurunun nasıl bir eğilim sergilediği önem arz etmektedir.
Ekonominin program hedefleri ile uyumlu bir görüntü çizdiği baz senaryosunda, döviz kuruna ilişkin
simulasyonlar (Geometric Brownian Motion altında, 25 Nisan-31 Aralık 04 dönemi %1'lik dilimlere
ayrılarak 200 civarında simulasyon yapıldı), yılın kalan döneminde US$/TL kurunun TL 1,450,000 TL 1,500,000 arasında kümülendiğini göstermektedir. Normal dağılıma yakın bir dağılım gösteren
döviz kuru, serinin ortalamadan (TL 1,475,000) düşük olduğu dönemlerde ortalamaya nispeten daha
hızlı bir şekilde yaklaşmaktadır. Ortalamadan daha yüksek kur seviyelerinde ise döviz kurunun artış
eğilimi zayıflamaktadır. Yılın kalan dönemi için baz senaryosuna şok verildiğinde ise döviz kurunun
(US$/TL) TL 1,600,000-1,650,000 bandına doğru tırmandığı gözleniyor. 200 simulasyonun bize
gösterdiği "uç senaryolarda" ise döviz kurunun TL 1,675,000 ile TL 1,725,000 arasında değer
alabildiği görülmektedir. Ancak, döviz kuru, baz senaryosunda, TL 1,700,000-1,725,000 seviyelerine
çok ender ulaşmaktadır. Öte yandan, "dağılımın uç noktalarında (aşırı stres dönemlerinde)", döviz
kurundaki ivmelenme, geçtiğimiz yıllara kıyasla zayıf bir görüntü çizmektedir. Yani, döviz kuru stres
dönemlerinde tahmin edilemeyecek oranlarda sıçramalar gösterecek bir karakteristiğe bugün itibarı ile
sahip değildir .
Buraya kadarki analizlerimiz, enflasyonun içsel dinamiklerinin dezenflasyon lehine bir değişime
uğradığını göstermektedir. Dezenflasyonist kazanımların devamı ise "beklentilere" bağlıdır. Zira,
kritik nokta, enflasyonun volatilite hafızasındaki iyileşmenin korunup korunamayacağıdır. Bu da
beklentilerle sıkı sıkıya ilişkilidir. Beklentileri ve dolayısıyla enflasyonun içsel dinamiklerindeki bu
yapısal değişimi etkileyecek faktörler mevcuttur. TCMB de faiz indirme politikasını, söz konusu
faktörlerin enflasyonun içsel dinamiklerine olası olumsuz yansımalarını minimuma indirecek şekilde
sürdürmektedir. Bu nedenle, TCMB faiz politikasını, O/N faizlerin aşağı yönlü trendini koruyacak ve
potansiyel şoklar karşısında yatırımcıları TL'de tutabilecek bir "reel faiz oranını" garanti edecek
şekilde yönetmektedir. Bu noktada, para politikasının karşılaşabileceği riskler ise; (1) mali
konsolidasyonda olası bir zayıflama, (2) cari denge açığında beklenmeyen seviyeler ( örneğin
GSMH'nın %4'ü ve üzeri; ayrıca ilk üç ay itibarı ile US$ 3.7 milyarlık cari açık kesinleşti gibi... Cari
açığın Mayıs aonunda US$ 5 milyara yaklaşma ihtimali mevcut...), (3) ekonomideki kuvvetli likidite
genişlemesinin sürmesi ve geniş tanımlı para stokundaki hızlı büyümenin engellenememesi,
(4)tüketici ve kredi kartlarındaki mevcut patlamanın devam etmesi, (5) ABD' de yükselen enflasyon ve
FED'nin faiz artırımında agresif tutum sergilemesi gibi.
Mevcut riskler TCMB'yi, faiz politikasında çok daha ihtiyatlı olmaya sevk etmektedir. Bu koşullarda,
TCMB faiz indirimini en azından turizm gelirlerinin kuvvetleneceği yaz ortalarına kadar durdurmuş
görünmektedir. Zira, fiyat istikrarının henüz kalıcı bir şekilde yakalanamadığı bir ortamda, söz konusu
riskler faiz politikası ile yönetilebilir olmaktan çıkarsa, enflasyonun içsel dinamiklerinde zafiyet
yaşanabilir. Bu noktada, Mayıs enflasyonunun önemi daha da artmaktadır. Eğer, Mayıs ayında, döviz
kurundan enflasyona kuvvetli bir geçişme olursa, TCMB'nin faiz indirme politikasını üçüncü çeyreğin
sonuna kadar dondurması kaçınılmaz olabilir. Bu ortamda, yıl sonunda O/N faizin %20'nin altına
gerilemesi de pek mümkün görünmemektedir.
Değişen dış dinamikler, cari işlemler açığının ekonomik istikrar üzerindeki önemini artırıyor...
2004 yılı Ocak ayı cari işlemler açığının yüksek çıkması, genel denge açısından cari işlemler açığının
2004 yılında takip edilmesi gereken önemli bir makro değişken olacağını gösterdi. 2004 yılının ilk
ayında cari işlemler dengesi bir önceki yıla göre %314'lük artışla US$ 783 milyon seviyesinde
gerçekleşti. Böylece geçtiğimiz 12 aylık cari işlemler açığı US$ 7,203 milyona ulaştı. US$ 7.2
milyarlık seviye, 2001 krizi sonrasında Mart 2001'deki US$ 8,023 milyondan sonra gerçekleşmiş en
yüksek seviye oldu. Her ne kadar Ocak ayı seviyesi son 33 aydır ulaşılan en yüksek rakamı gösterse de
Cari İşlemler Açığı'nın GSYİH'ya oranı 2001 yılının yaklaşık 1.5 puan altında bulunuyor. (2001 yılı
Mart ayı itibariyle Cari İşlemler Açığı/GSYİH oranı %4.2 seviyesindeydi.)
TCMB'nin açıkladığı ödemeler dengesi hesaplamalarında yapılan değişikliklerle birlikte 2003 yılı cari
işlemler açığı US$ 6.8 milyardan US$ 6.6 milyara düştü. TCMB'nin "İşçi Gelirleri" ile "Turizm
Gelirleri" arasında yaptığı sınıflama değişikliği ile 2003 yılı turizm gelirleri US$ 3.5 milyar artışla
US$ 9.7 milyardan US$ 13.2 milyara yükseldi. TCMB ayrıca "Navlun gelir ve gideri", "inşaat, diğer
ticari ve diğer hizmetler" kalemleri hesaplama yöntemlerinde de değişiklikler yaptı. Bu değişiklikler
sonucunda, 2003 yılında kaynağı bilinmeyen döviz girişleri (Net Hata Noksan) US$ 112 milyonluk
azalma ile US$ 5.1 milyar seviyesine geriledi. Revizyon neticesinde cari işlemler açığı, US$ 200
milyon azaldı. Cari açığın GSYİH'ya oranı da binde 1 puanlık düşüşle %2.7'ye geriledi.
2004 yılı Ocak ayında bavul ticareti dahil toplam ihracat geliri %27'lik artışla US$ 3.7 milyardan US$
4.7 milyara yükseldi. Yılın ilk ayında ithalat (CIF) harcamaları ise %35 oranında artarak US$ 5.6
milyara ulaştı. Böylece dış ticaret açığı %109 oranında büyüdü ve US$ 906 milyon oldu. Cari
işlemlerin dış ticaretten kaynaklanan açığı, hizmetler dengesinde döviz fazlasının %43'lük artışla US$
395 milyon olarak gerçekleşmesi neticesinde daraldı. Hizmetler dengesindeki iyileşmede en büyük
katkı geçtiğimiz yılın aynı ayına göre %60 oranında artan turizm gelirlerinden geldi. Turizm gelirleri
US$ 602 milyona çıkarken, net turizm gelirleri %61 oranında artışla US$ 432 milyona yükseldi.
Turizmden elde edilen gelirin hizmetler içerisindeki payı, TCMB'nin turizm hesaplamasında yaptığı
değişiklik dolayısıyla yükseldi.
Cari işlemler kapsamında yeralan yatırım dengesinde gerçekleşen US$ 451 milyonluk açık (geçen yıla
göre %83 oranında artış) cari işlemler dengesine olumsuz yansıdı. 2004 yılının ilk ayında yatırım
gelirleri (yabancı sermayeli şirketlerin kar payları+faiz gelirleri+portföy yatırım gelirleri) US$ 271
milyon olurken; giderler US$ 722 milyona yükseldi. Ocak ayında cari işlemlere olumsuz olarak
yansıyan diğer bir gelişme de cari transferlerin %17 oranında düşerek US$ 179 milyon olarak
gerçekleşmesiydi. Bu dönemde işçi gelirlerinin %50 artmasına rağmen resmi transferlerin %80
oranında azalması etkili oldu. (TCMB'nin işçi gelirleri sınıflamasını değiştirmesi nedeniyle,
transferlerin cari işlemlere katkısı azalmış bulunuyor.)
Cari işlemler açığının oluşmasında en fazla etkisi olan dış ticaret açığı, Türkiye'nin ödemeler dengesi
dinamikleri açısından oldukça önemlidir. Şubat ayında beklentilerin oldukça üzerinde gerçekleşen dış
ticaret açığı (geçen yıla göre %99.9 oranında artış) cari işlemler açığının artmaya devam edeceğini
gösteriyor. Ayrıca Mart ayı konsolide bütçe "ithalde alınan KDV" gerçekleşmelerine dayanarak
tahmin edilen ithalat hacminin US$ 7.5-8 milyar aralığında gerçekleşmesi beklenmektedir. Söz konusu
ayda TİM'in ilan ettiği ihracat rakamlarının da yüksek olmasına rağmen dış ticaret açığının US$ 2.5
milyar seviyelerinde oluşacağı tahmin edilmektedir. Yılın ilk çeyreğinde ithalat hacmindeki yüksek
artışın cari işlemlerin ticaret tarafında baskı yaratması kaçınılmazdır. Ancak turizmin öncü verileri
2004 yılında turizmde rekor sayılara ulaşılacağına işaret etmektedir. Dolayısıyla cari işlemler açığının
genel denge üzerindeki etkisi önümüzdeki aylarda dış ticaret rakamlarına ve turizm performansına
bağlı görünmektedir. Son verilerden hareketle (eğer mevcut makro ortam devam ederse) dış ticaret
açığı, 2004 sonunda US$ 27-29 milyar, cari denge açığı ise US$ 10 milyar dolayında (turizmdeki
performansa bağlı olarak) gerçekleşecek.
Ödemeler Dengesi'nin sermaye hareketleri tarafında ise geçen yıla göre %75 oranında bir artışla US$
1,988 milyonluk sermaye girişinin gerçekleştiği görüldü. Sermaye hareketleri içinde doğrudan
yatırımların payı, 2003 yılında olduğu gibi 2004 yılının ilk ayında da düşük kalmaya devam etti.
Doğrudan yabancı sermaye girişlerinde "sürdürülebilir kar" potansiyeli oldukça önemlidir.
Sürdürülebilir karlılık için de enflasyon-fiyat istikrarı, ucuz iş gücü ve düşük operasyonel faaliyet
gerekli koşullardır. Türkiye'nin kalıcı istikrarı sağlaması ile birlikte doğrudan yabancı yatırımın
artması beklenmektedir. Portföy yatırımları tarafında ise kamunun Eurobond satışı ile sağladığı para
girişi US$ 1.5 milyarlık katkı sağladı. Böylece nette potföy yatırımları US$ 1,411 milyonluk sermaye
girişi ile toplam sermaye akımının %71'ini oluşturdu. Net Hata Noksan tarafında ise 2004 yılının ilk
ayında US$ 1.2 milyarlık kaynağı bilinmeyen sermaye çıkışı oldu. Geçtiğimiz yıl TCMB, US$ 5.1
milyarlık sermaye girişini açıklayamamıştı. 2004 yılının ilk ayında US$ 1.2 milyarlık kaynağı
bilinmeyen sermaye çıkışı ve US$ 783 milyonluk cari açık rakamına rağmen, Hazine Eurobond ihracı
sayesinde resmi rezervlerde US$ 192 milyonluk artış oldu.
Geçtiğimiz yıl dünya ekonomisinde, Türkiye ekonomisi ödemeler dengesi dinamikleri açısından
olumlu gelişmeler yaşandı. Gelişmiş ülkelerde faiz oranlarının tarihi rekor seviyelere düşmesi, gelişen
ülke ekonomilerine olan sermaye akımının devam etmesini sağladı. Türkiye'de de TL'nin yabancı
paralar karşısında değer kazanmasının da etkisiyle oluşan dış ticaret açığına rağmen, kuvvetli sermaye
akışı ve ters para ikamesi sayesinde döviz rezervinde azalma olmadan ödemeler dengesinin korunması
başarıldı. 2004 yılında ise FED'in olası faiz artırım/artırımlarının sermaye akışını yavaşlatabileceği
tahmin ediliyor. Dolayısıyla sermaye girişlerinin ivmesinin yavaşlaması, cari işlemler açığının artmaya
devam ettiği ve yüklü dış borç servisinin gerçekleştirileceği bu dönemde istikrarlı bir ekonomik
büyümenin önünde bir sorun olacak gibi görünüyor. Ayrıca son dönemde TL'de meydana gelen değer
kaybı, dış ticaret açığında bir düzelme sağlayacak şekilde görünmüyor. Zira son değer kaybına rağmen
TL'nin reel efektif değeri, 2003 sonundaki seviyesine gelmiş oldu.
Kültür Sanat
Tarantino'dan Seriye Devam: "Kill Bill Volume 2"
Tek bir film için yola çıkılan projenin, Quentin Tarantino tarafından, daha önce rastlanılmamış bir
cesaretle 2 ayrı film olarak vizyona çıkacak bir hale getirilmesiyle, hem filmin süresi sinema
seyircilerini yormayacak bir uzunlukta kaldı hem de Tarantino, filminden hiçbir sahneyi feda etmemiş
oldu. "Rezervuar Köpekleri" ve "Ucuz Roman" gibi kült filmleriyle tanınan ABD'li yönetmen Quentin
Tarantino'nun dördüncü filmi "Kill Bill"in ikinci bölümü merakları gideriyor.
"Kill Bill: Volume 2", 16 Nisan'da Amerika Birleşik Devletleri'nde gösterime
girmişti.
"Kill Bill Volume 2"de Uma Thurman'ın canlandırdığı Gelin, düğün töreninde
(düğün provası) kendisini ölüme terk edenlerden intikam almaya kaldığı
yerden devam ediyor. Gelin, geriye kalan 3 can düşmanının peşine düşerken,
ilk filmdeki belirsizlikler de birer birer aydınlanıyor. Quentin Tarantino, "Kill
Bill Volume 2"nin devam filmi olmasına karşın, farklı tarzı ve kurgusuyla,
aynı zamanda ayrı bir film olduğunu söylüyor. Tarantino'nun şiddetin dozunu
azalttığı "Kill Bill Bölüm 2", uzun diyalog sahneleriyle de, birincisinden
ayrılıyor. Sıra dışı yönetmenin, bunun "Kill Bill"in son bölümü olduğunu
düşünenler için de bir sürprizi var. Ünlü yönetmen "Kill Bill"in üçüncü
bölümünü de çekmeyi düşünüyor. Tarantino üçüncü bölümde, bu kez Gelin'in
öldürdüğü Vivica Fox'un küçük kızı Nikki'yi intikam meleği yapmayı planlıyor.
Tarantino ismi günümüz sineması için o kadar önemli ki filmin ABD'deki satış cümlesi sadece
"Tarantino'nun dördüncü filmi". "Kill Bill Volume 1"in ardından "Kill Bill Volume 2", 2004
sezonunun en çok beklenen yapımlarından. "Reservoir Dogs" ve "Pulp Fiction" gibi bu filmin de
senaryosu yönetmenin kendisine ait. "Pulp Fiction"da hikaye akışını izlemeyen bir kurguyu seçen
Tarantino, bu son filminde de hikayesini bölümler şeklinde anlatmayı seçmiş. "Kill Bill" bir roman
gibi bir çok ayrı bölümden oluşuyor. Üç saati bulan yapımı ikiye bölmek de bu şekilde daha kolay
olmuş. "Kill Bill Volume 2", birinci filmin kaldığı yerden devam ediyor. Bu romanımsı yapı filmin
adına bile yansıyor. İki bölümde salonlara gelen filmin ikinci kısmı "Volume 2".
Carradine'dan Yönetmene Teşekkür
"Kill Bill" serisinde 'Bill' rolünü üstlenen Carradine, yönetmene kendine parlama fırsatı verdiği için
teşekkür etti. Tarantino'nun oyuncu keşfetmekte ve onlara rol vermekte başarılı olduğunu vurgulayan
Carradine, "Quentin, oyuncuları alıp endüstrinin merkezine çekmekte usta. Onunla çalışan oyuncu
gözde oluyor" dedi. Quentin Tarantino'nun çalıştığı oyuncuları değiştirerek yol gösterdiğini anlatan
Carradine, "Beni de değiştirdi. Önüme koyduğum bazı sınırları aşmamı sağladı. Ufkumu açtı ve çok
iyi bir çalışma sergiledik. Ona teşekkür ediyorum" dedi. "Kill Bill" filminin ilkinde hiç görünmeyen ve
David Carradine'ın canlandırdığı çete lideri 'Bill' karakteri, "Kill Bill: Volume 2"de seyirci karşısına
çıkıyor.
Platform'a Avrupa'dan Özel Ödül
Ödül, Platform'a, Türkiye'nin dünya güncel sanat haritasında yer almasındaki katkıları ve bu konuda
oynadığı önemli rol nedeniyle verildi. Platform'un yöneticisi Vasıf Kortun, 24 Nisan Cumartesi günü
Amsterdam'ın eski ünlü borsa binası Beurs van Berlage'de gerçekleştirilen 50. yıl kutlama gecesinde
ödülü aldı. Aralarında, sanat ve politika dünyasından birçok önemli ismin bulunduğu yaklaşık 300
davetlinin katıldığı gecede, Hollanda Prensesi Margriet, eski Fransız Kültür Bakanı Jack Lang ve ECF
Başkanı birer konuşma yaptı.
Referans Noktası
Vasıf Kortun ödülü alırken, Platform'un sadece sergi düzenleyen bir galeri olmadığını, aynı zamanda
Türkiye ve bölgeden sanatçıların uluslararası projelerle kaynaşmasına olanak tanıdığını söyledi.
Zengin arşiv ve kütüphanesiyle sanatçılara, öğrencilere ve araştırmacılara eşsiz kaynak sunan
Platform'un, güncel sanat alanında bir referans noktası oluşturduğunu belirtti. Kortun, Platfrom'un
başarısındaki en önemli unsurlardan birinin, Garanti Bankası'nın profesyonel bilgiye saygı duyarak
kuruma özerklik tanıması olduğunu söyledi. İstanbul izleyicisini güncel sanatla buluşturan sergi
mekanı ve araştırma merkezi Platform, genç kuşakların kültürle ilişkisinde uluslararası bir düzeyi
tutturmayı ve değişen dünyayı daha iyi anlamlandırmaya yardımcı olacak bir ortam sağlamayı
amaçlıyor.
Avrupa Kültür Vakfı (ECF-European Cultural Foundation) Avrupa'nın ekonomik, teknik ve resmi
entegrasyon sürecine kültürel ve insani bir boyut kazandırmak amacıyla, Robert Schuman ve İsveçli
filozof Denis de Rougemont tarafından 1954 yılında Cenevre'de kuruldu. Senelik bütçesi 4 milyon
Euro olan vakfın merkezi, 1960 yılından bu yana Amsterdam'da bulunuyor. Kendine özgü, hiçbir
ülkeyle bağlantısı olmayan, bağımsız bir kurum niteliğindeki ECF, sağladığı fon ve ödeneklerin yanı
sıra kendi yürüttüğü projelerle, 50 yıldır Avrupa'daki kültürel diyaloğu, sanat, eğitim ve medya
alanındaki sınır ötesi etkinlikleri teşvik ediyor ve destekliyor. Vakıf, Tempus ve Erasmus gibi
uluslararası değişim programlarıyla bugüne kadar 1 milyonun üzerinde öğrenciye ve genç
araştırmacıya katkıda bulundu. Avrupa'daki yüzlerce sanatçının işlerinin, diğer ülkelerde
gösterilmesini ve binlerce gencin sanatsal projelerde rol almalarını sağladı. Avrupa'nın kültür
politikasında büyük rol oynayan ECF'nin, önemli Avrupalı politikacılar ve kültür sanat adamlarıyla
arasında güçlü bir bağ bulunuyor.
Yönetmen Jose Giovanni Öldü
Giovanni'nin, geçirdiği beyin kanamasının ardından tedavi gördüğü Lozan'daki klinikte yaşamını
yitirdiği bildirildi. Odunculuk, dalgıçlık, maden işçiliği, dağ rehberliği yapan ve İkinci Dünya Savaşı
sırasında Fransız direnişine katılan Giovanni, savaştan sonra bir suç çetesiyle bağlantısı olduğu
suçlamalarıyla karşı karşıya kalarak, ölüm cezasına çarptırılmıştı. Affedilerek serbest kalmasından
sonra 1950'lerin sonlarında sinema kariyerine başlayan Giovanni, Paris'teki hapishaneden kaçma
girişimini anlattığı "Delik" adlı romanını senaryolaştırdı. Romanla aynı adı taşıyan film, yönetmen
Jacques Baker tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Yönetmenliğe ise 1970'lerin başında başlayan
Giovanni, 2001'de sona eren yönetmenlik kariyeri boyunca 20 film çekti.
Polanski 'Oliver Twist'i Buldu
Polanski, Charles Dickens'ın ölümsüz romanı "Oliver Twist"in kahramanı Oliver gibi, Londra'nın
doğu yakasına özgü anlaşılması zor şivesiyle konuşan bir çocuk oyuncu bulmak için Londra'daki
oyunculuk okullarında başlattığı araştırma sonucu 30 aday belirlediğini, Prag'da yapılan bir deneme
çekiminden sonra ise Oliver Twist'i oynayacak oyuncunun seçildiğini söyledi. Çekimleri 12
Temmuz'da başlayacak filmde, 10 yaşındaki Barney Clarke, Oliver Twist'i oynayacak. Ünlü aktör Ben
Kingsley ise çocuklara hırsızlık yaptıran kötü karakter Fagin'i canlandıracak. David Lean'in 1948
yılında çektiği "Oliver Twist" filmini, bir çocuk olarak izleyip çok sevdiğini belirten Polanski, "Oliver
Twist'in tekrar ortaya çıkma zamanı gelmişti. Bu filmi çocuklar, özellikle de kendi çocuklarım için
çekiyorum" dedi. 1977'de ABD'de hakkında açılan bir davada tutuklanma kararı bulunduğu için ödül
törenine katılamayan Polanski, Oscar Ödülü'nü, ünlü oyuncu Harrison Ford'un kendisi için sakladığını
söyledi.
Ödüllü Fotoğrafçı Mary Ellen Mark İstanbul'da
"World Press Photo 2004 Ödülleri" sergisi için İstanbul'a gelen Mark, 1965 yılında da, bir bursla
Türkiye'ye geldiğini hatırlattı. "Kişisel işlerini yapabilme konusunda ilk fırsatı tanıdığı için Türkiye'ye
çok şey borçlu olduğunu" vurgulayan Mark, İstanbul'u ve özellikle İstiklal Caddesi'ni çok değişmiş
bulduğunu bildirdi. Bugüne kadar çoğu 'basın fotoğrafçılığı' dalında olmak üzere toplam 57 ödül
kazanan ve dünya çapında 92 kişisel sergi açan Mark, "40 yıldan sonra Ara Güler ile tekrar karşılaşma
nezaketine eriştim. Çok güzel" dedi.
World Press Photo yetkilisi Evelien Kunst, World Press Photo'nun Hollanda'da 1955'te kurulmuş
bağımsız ve kâr amacı gütmeyen bir vakıf olduğunu söyledi. Kuruluşun ana amacının, profesyonel
basın fotoğrafçılarının çalışmalarını desteklemek ve bu çalışmaların uluslararası alanda tanınmasına
katkıda bulunmak olduğunu dile getiren Kunst, bu nedenle her yıl dünyanın en büyük ve en prestijli
basın fotoğrafı yarışmasının düzenlendiğini bildirdi. Bu yarışmanın derece alan fotoğraflarından
oluşan serginin, her yıl 40 ülkeyi gezerek 1 milyonu aşkın insanla buluştuğunu anlatan Kunst, derece
alan fotoğrafların 7 dilde basılan bir kitapta toplandığını da kaydetti. Kunst, bu yıl yarışmaya 124
ülkeden 4.000'i aşkın fotoğrafçı ile 63.000'den fazla fotoğrafın katıldığını sözlerine ekledi.
Sergi 29 Mayıs'a Kadar Gezilebilecek
Sergi, 29 Nisan'daki resmi açılışının ardından, 29 Mayıs 2004'e kadar Cemal Reşit Rey Konser Salonu
üst fuayesinde fotoğraf severlerle buluşacak. TNT Express ile Canon'un sponsorluğunda gerçekleşen
ve her yıl tekrarlanan dünyanın en önemli basın fotoğrafı yarışmasını kazanan fotoğraflardan oluşan
sergi, dünya çapında yaklaşık 80 ayrı sergi mekanını dolaşıyor. Bu yılki sergide, 10 ayrı kategoride
dereceye giren 23 farklı ülkeden 62 fotoğrafçının 300'e yakın eseri paneller hâlinde yer alıyor.
Bugüne kadar çoğu basın fotoğrafçılığı dalında olmak üzere toplam 57 ödül kazanan ve dünya çapında
92 kişisel sergi açan Mary Ellen Mark, dünyanın en ünlü gazete, dergi ve ajanslarına fotoğraf veriyor.
30 yıldır tüm dünyayı dolaşarak kendi deyimiyle dünyayı tercüme eden Mark, fotoğraf çalışmalarını
gerçekleştirmek için çok ilginç hayat hikayelerine de tanıklık etti. 1976 yılında bir aydan fazla bir süre
kadınlar koğuşunda kadınlarla birlikte yaşadı ve farklı hayatları keşfetme isteğiyle uzun süre
Hindistan'da çalışmalar yaptı.
Beyazperdenin İdeal Aşıkları: Hepburn ve Tracy
Raymond Chandler'ın aynı adlı ünlü polisiye romanından uyarlanan "The Big Sleep" (Büyük Uyku)
Bacall ve Bogart'ın uyumlu kimyalarını en iyi yansıttığı filmlerden biri. Gerçek yaşamlarında da
büyük aşk yaşayan iki ünlü oyuncu, Katharine Hepburn ve Spencer Tracy, İngiltere'deki Royal Society
of Chemistry'nin yürüttüğü çalışmaya göre beyazperdenin 'kimyası en çok tutan' çifti oldu. Kimyası
hiç tutmayan beyazperde çiftlerinin en çarpıcı örneği ise "The Prince and the Showgirl" filmiyle
Marilyn Monroe ve Laurence Olivier. Royal Society of Chemistry'nin sözcüsü, Katharine Hepburn'ün
ateşli kişiliği ile Spencer Tracy'nin samimi ve girişken yapısının birbirini tamamladığını bunun da
sinema izleyicisi üzerinde olumlu etki yarattığını söyledi. Hepburn ile Tracy'nin olağanüstü
kimyalarını beyazperdede yansıttığı en iyi iki film "Adam's Rib" ve "Gues Who's Coming to Dinner."
Sıralamada, Hepburn ve Tracy'yi, gerçek yaşamda da bir süre evli kalan Elizabeth Taylor ile Richard
Burton izliyor. Bu çiftin 'uyumlu kimyalarının' beyazperdeye en çok yansıdığı filmler de "Kleopatra"
ve "Who's Afraid of Virginia Woolf." Humphrey Bogart ile Lauren Bacall da "The Big Sleep" (Büyük
Uyku) ve "Key Largo" filmleriyle üçüncü sırada yeralıyor. Bacall, Bogart'ın 1957 yılındaki ölümüne
kadar aktörle evliydi. İlk üç sıradaki çiftlerin ortak özelliği, hepsinin gerçek yaşamda da birbirlerine
aşık olması.
Royal Society of Chemistry'nin araştırmasına göre beyazperdedeki bazı erkek oyuncular da bu
'etkileyici kimyayı' yakalayabiliyor. Ancak buna örnek olabilecek kadın ikililer yok. Kimyası tutan
'erkek ikililere' en iyi örneklerden biri "Lethal Weapon" (Ölümcül Silah) serisindeki Mel Gibson ve
Danny Glover. "Butch Cassidy ve Sundance Kid" ile "The Sting" filmlerinde Robert Redford ve Paul
Newmann'ın yarattığı kimya da seyirci üzerinde etkili. Artık her ikisi de hayatta olmasa da Jack
Lemmon ve Walter Matthau'da beyazperdeden 'elektrik yaymayı' başarabilen ikililerden. Çalışma
sonuçlarına göre, bazı çiftlerin kimyası asla birbirini tutmuyor, bu da izleyici üzerinde olumsuz etki
yapıyor. "Dört Nikah Bir Cenaze" filmindeki Hugh Grant ile Andie McDowell ve "Entrampent"teki
Sean Connery ile Catherine Zeta Jones kimyası tutmayan çiftlerden.
Garanti’den Kültür Sanat
Platform'da bu ayın programı...
Garanti Galeri'de bu ayın programı...
Osmanlı Bankası'nın Bankalar Caddesi'ndeki eski genel müdürlük binasında
kurulan Osmanlı Bankası Müzesi, 19 Aralık 2002'de açıldı. Bankanın zengin
arşivinden yararlanılarak, binada bulunan kasa dairelerinin içinde ve
etrafında düzenlenen müze, Osmanlı İmparatorluğu'nun merkez bankası,
emisyon bankası ve hazinedarı olarak görev yapan Osmanlı Bankası'nın ve
dönemin tarihine ışık tutuyor.
Dünyanın sayılı finans tarihi müzeleri arasında yerini almayı hedefleyen müzenin kuruluş çalışmaları
Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi tarafından yürütüldü. Müzenin projesi, Tarihbilimci
Prof. Dr. Edhem Eldem, Mimar Prof. Dr. İhsan Bilgin ve Tasarımcı Bülent Erkmen'den oluşan ekibin
koordinasyonunda 9 ay gibi kısa bir sürede hayata geçirildi.
Her gün 10:00-18:00 saatleri arasında ziyaret edilebilen müzeye giriş, öğrenci, öğretmen ve 65 yaş
üzeri ziyaretçileri için 1 YTL diğer ziyaretçiler için ise 3 YTL'dir. www.obmuze.com
Portre
Misha fotoğrafı tanımlama işine bir soru ile başlıyor: "Ben var olan bir şeyi mi çekiyorum, yoksa
kendi dünyamı yaratarak gerçek ama var olmayan bir ürün mü çıkartıyorum?"
Misha Gordin
Sanatçı 1946 yılında, İkinci Dünya savaşının bitiminden tam bir yıl sonra, o zamanlar Sovyet
toprakları içerisinde olan Latvia'daki Riga şehrinde dünyaya geldi. Latvia'da Rusça konuşan bir
topluluk içinde Rus kültürü ile geçti çocukluğu. Teknik liseden Uçuş Mühendisi olarak mezun olan
Misha, ileriki hayatında bu işle hiç uğraşmayacaktı. Riga Motion Studio'da özel efektler yapım
yardımcısı olarak işe başladığında 20 yaşındaydı. Sanattan tamamen uzakta, sadece resmi kültür olan
Sosyal Gerçekler ile ilgilenmesi istense de, Misha bundan çok uzaktaydı.
Bu yaşlarda fotoğraf çekmeye başlayan sanatçı belgesel ve portre çalışmalarına yöneldi. Fakat çok
kısa zamanda bunun kendi stili olmadığını fark etti. O kendi kişisel vizyonunu ortaya koymak ve
yansıtmak istiyordu. Fotoğraf makinesini kutusuna koyup dolaba kaldırdı ve Dostoyevski, Bulgakov,
Tarkovski okumaya başladı. Amacı, kendi kişisel duygu ve düşüncelerini fotoğraf ile anlatmanın
yollarını bulmaktı. Kavramsal fotoğraf ile tanışmasından sonra hep insan figürleri ile çalıştı. Her
yarattığı biçim belirgin bir insan şekli idi ve tüm bu biçim arayışları kendi kişisel değişimi ve kendi
hayati ile görüşlerini yansıtıyordu. Bir süre sonra "Kavramları" fotoğraflamak istediğine karar verdi.
1972'de ilk fotoğrafı "Confession"ı yarattı ve bu fotoğrafı yaparken kullandığı yöntem ve yaklaşım
daha sonraki fotoğraf yaşamına hep yansıdı. 1974 yılında Amerika'ya göç ederek çalışmalarına burada
devam etti.
Sanatçının fotoğrafa bakışını biraz da kendi ağzından anlamaya çalışalım. Misha fotoğrafı tanımlama
işine bir soru ile başlıyor: "Fotoğraf makinemi var olan dış dünyaya mı döndürüyorum, yoksa içime,
yani ruhuma mı döndürüyorum? Ben var olan bir şeyi mi çekiyorum, yoksa kendi dünyamı yaratarak
gerçek ama var olmayan bir ürün mü çıkartıyorum?"
Bu iki karşıt yaklaşımının sonunda sanatçı fotoğrafı şöyle tanımlıyor. "Fotoğraf, sanatsal anlatımın
biçimsel olarak yüksek bir tarzıdır, ki bu onun resim, şiir ve heykel sanatları arasında yer almasını
sağlar. Fotoğraf özel bir sezgisel yaratıcılık yeteneğini işin içinde kullanır. Kişisel kavramların
tercümesini fotoğraf lisanına yansıtmak, temel sorulara cevap bulmak için kullanılabilir: doğum, ölüm
ve yaşam gibi. Bir düşünce, kanı, fikir yaratmak ve onu fotoğrafa dönüştürmek kavramsal fotoğrafın
esas işlevidir."
Bir çok alanda yüksek teknoloji kullanılan bu dünyada fotoğrafın gerçekliğine hala inanabilir miyiz ve
önemli mi acaba? Bu soruya Misha, "Evet benim için çok önemli" diye cevap verir. "Bunca yıldır
kavramsal görüntüler ve imgeler yaratırken olabildiğince gerçek olmalarına çalıştım. Bu çalışmalarda
tekniğimde ilerledikçe, görüş açım da genişledi. Fakat işin en önemli parçası bu değil. Güçsüz,
yetersiz, iyi tarif edilmemiş, fakir bir kavram sonuçta fakir bir fotoğraf çıkartır. Demek ki güçlü bir
fotoğrafın ana ve temel malzemesi kavramdır. Bir kavram yaratmak ve onu bir ürün haline getirmek,
kavramsal fotoğrafın iki temel taşıdır. Fotoğraftaki imgelerle oynamak yeni bir düşünce değildir.
Bilinçaltımıza şöyle bir kanı hakimdir; kamera tarafından ne görüntülendi ise gerçek olmak
zorundadır. Kavramsal fotoğrafın gerçek gücü burada ortaya çıkar, değiştirilmiş gerçek, izleyen
tarafından eğer varmışçasına algılanabiliyorsa, fotoğrafın başarısı o oranda yüksektir. Dijital fotoğrafa
ilk başladığımda geleneksel fotoğraf teknikleri ile pek de fazla farkı olmadığını gördüm. İkisinde de
parlak ve karanlık noktalar vardı. Bu aşamada dijital fotoğrafa geçmeye hiç bir sebep bulmuyorum.
Hala özgün ve pırıl pırıl parlayan sonucu ve o sonuca ulaşırkenki laboratuar çalışmalarını tercih
ediyorum. Ama yine de, inanıyorum ki, dijital fotoğrafın geleneksel fotoğrafın yerine geçmesi ve
kavramsal fotoğrafın, fotoğraf sanatı içersinde hak ettiği yeri alabilmesi sadece zamana bağlıdır.
İnanmak istiyorum ki, bundan yıllar sonra, yeni yeni sanatçılar fotoğraf lisanını geliştirecekler ve onun
eşsiz gücünü ileriye taşıyacaklardır"
Özel Sergileri
Everson Museum of Arts, Syracuse, NY
Detroit Institute of Arts, Detroit, MI
Museum of Photographic Arts, San Diego, CA
North Dakota Museum of Art, Grand Forks, ND
Cedar Rapids Museum of Art, Cedar Rapids, IA
Dennos Museum Center, Traverse City, MI
Bemis Center for Contemporary Art, Omaha, NE
Fotograf Koleksiyonları
Art Institute of Chicago, Chicago, IL
National Museum of Modern Art, Kyoto, Japan
International Museum of Photography, Rochester, NY
Georges Pompidou Centre, Paris, France
Toledo Museum of Arts, Toledo, OH
Everson Museum of Art, Syracuse, NY
Museum of Contemporary Photography, Chicago, IL
Dennos Museum Center, Northwestern Michigan College, MI
Krannert Art Museum, University of Illinois, IL
Ödülleri
National Endowment for the Arts, Visual Artist Grant
Minnesota State Arts Board, Photography Fellowship
Michigan Council for the Arts, Creative Artist Grant
Michigan Arts Award, Art Foundation of Michigan
FIAP Gold Medal, 18 Salon International d'Art Photographique, Reims, France
Niepce Medal, Salon International d'Art Photographique, Denain, France
PSA Gold Medal, 22 International Salon of Photography, Bordeaux, France
Bir Konu Bir Konuk
"Pessoa kelimesi Portekizce 'kişi' anlamında olup, Romalı oyuncuların maskesi
olan 'persona'dan gelmektedir. Maske, hayali kişi, hiç kimse, yani Pessoa.
Onun öyküsü, günlük hayatının gerçek dışılığı ile hayalinin gerçekliği
arasındaki gidip gelmelere indirgenebilir. Bu hayaller, yarattığı şairlerdir.
Gerçek Pessoa hep bir başkasıdır."
Yazılmamış Bir Romanın Kahramanı: Fernando Pessoa
Portekizli şair Fernando Pessoa, yalnız yazdıklarıyla değil, kendi deyimiyle
'başlı başına bir edebiyat olma' isteğiyle yer etti dünya edebiyatında. 13
Haziran 1888'de Lizbon'da doğan Pessoa, 1896'dan 1905'e kadar, üvey
babasının konsolos olarak görev yaptığı Güney Afrika'da yaşadı. Portekiz'e
dönmesinden sonra, öldüğü 30 Kasım 1935'e dek, Lizbon'dan ayrılmadı.
Öldüğünde, pek tanınmayan bir şair, ama Portekiz modernizmine damgasını
vurmuş bir kişilikti. Sağlığında çeşitli dergilerde yazdığı yazılar ve birkaç
kitaptan başka yapıtı yayınlanmadı. Ölümünden uzunca bir süre sonra ailesi tarafından Portekiz
devletine satılan Pessoa belgelerinin (yazı, mektup ve kendi elinden çıkmış tüm yazılı belgeler) sayısı
ise 27.543 idi. Ölümünden sonra basılan onlarca cilt, günümüz Portekiz edebiyatına Pessoa'nın
varlığını canlı bir hayalet gibi taşımaya devam ediyor.
Pessoa, yapıtlarını kendi adının dışında yarattığı çeşitli kimliklerin adlarıyla
da imzaladı. Örneğin Ricardo Reis, Alvaro de Campos, Alberto Caeiro, Pero
Botelho, Bernardo Soares, Alexandre Search. Liste çok daha uzun aslında.
Bu adların her birinin ardında bir yaşam öyküsü, bir edebiyat duruşu, bir
yazım tarzı yatar. Pessoa bunların nasıl ortaya çıktığını çeşitli yazılarında ve
mektuplarında anlatır. Alberto Caeiro için, "bir gün, içimde 'ustam' doğdu,"
der. Pessoa'nın bütün öbür kimliklerinin de ustası olan Caeiro, eğitimli
değildir, saf bir dille pastoral şiirler kaleme alır. Alvaro de Campos fütürist
bir mühendistir. Lizbon'da çalışan basit bir memur olan Bernardo Soares,
usul bir ırmak gibi akan, geçtiği yerleri sessizce kemiren "Huzursuzluğun
Kitabı"nın yazarıdır. Ricardo Reis, Alberto Caeiro'nun öğrencisidir. 1887'de
doğmuştur; ufak tefek, kara kuru bir adamdır, mesleği doktorluktur. Politik
anlamda kralcıdır, şiirdeki duruşuyla ise bir neopagandır: Klasik Yunan tarzında, alkaios ve sappho
dizeleriyle şiirler yazar. Portekiz'de krallığın ortadan kalkmasından sonra, 1919'da Brezilya'ya göç
eder, bir daha da sesi çıkmaz. Pessoa'nın ifadesiyle, "herhalde orada ölüp kalmıştır." Yaşama ve sevme
oyunu oynar Ricardo Reis. Şiirlerinde üç kadının adı geçer: Neera, Cloe ve Lidia. Ve der ki, "bilgedir
dünyayı seyretmekle yetinen."
Bu kimliklerden hiçbiri Pessoa olmadığı gibi, Pessoa'nın parçaları da değildir. Bilinçaltının
derinliklerinden fırlayan bu yaşam dilimleri, "ben yazılmamış bir romanın kahramanıyım" diyen
Pessoa'nın kendini çoğaltışı, kendini azaltışı, dünyaya farklı pencerelerden bakarak dünyanın kendisi
olma isteğinin tezahürüdür. Pessoa, onlarla Lizbon sokaklarında karşılaşır, yapıtlarının eline nasıl
geçtiğine dair hikâyeler söyler. Pessoa, Avrupa tarafından da geç keşfedilmiştir. Tabucchi'nin
"Fernando Pessoa'nın Son Üç Günü" adlı yapıtında, Pessoa'nın kendi yarattığı kimlikler, yine ölüm
döşeğindeki Pessoa'yı ziyarete gelirler.
Pessoa, "Huzursuzluk Kitabı"nda "Bir yabancı gibi kaybolacağım sislerde" derken, içine kapanık,
uzun ve karmaşık bir tarihi yazdığının farkındaydı kuşkusuz. Bu 'gizli tarihi' anlamak ve açıklamak
için girişilen en başarılı tanımlama Octavio Paz'a aittir: "Pessoa'nın bütün eserleri; yitik kimliğin
aranışı." Kaybolan ben'i arama, onu, Gide, Joyce, Musil'den beri kabul gören modern şairlerin 'ben'i
arama çabaları sırasında karşılaştıkları tematik ve formel problemlerin bağlı olduğu alana fırlatmıştır.
Ama Pessoa'yı diğer modern şairlerden ayıran bir özelliği var ki, bu Pessoa'nın 'ben'i arama çabalarını
farklı benlerle yapmasıdır. Pessoa bir tinin böldüğü kişileri, o tini
bulmak için harekete geçirir. Böyle başlar Pessoa serüveni. Bu nedenle
sadece kronolojik bir çalışma onu anlamaya yetmez. Eserlerini
okuyarak da kavrayamayız onu. Özel yaşantısındaki ayrıntılar onu ele
vermezler. Yaşadığı dönemin siyasi ve felsefi akımları ise yetersiz
kalır.
Rüstem Aslan'ın bu doğrultuda yaptığı çalışmalar ve Adnan Özer'in bu
çalışmalara yaptığı katkılar, "Fernando Pessoa: 20. Yüzyılın Yalnızı" adlı kitapta buluşmuş
kitapseverlerle. Kitap, ayrıntılı bir kronolojiye yer vermesinin yanı sıra, Pessoa'nın felsefi, siyasi ve
poetik boyutlarına yöneliyor. Titizlikle yaptıkları çalışmanın her aşamasında bir başka Pessoa, bir
başka şair, bir başka yalnız ve münzeviyle karşı karşıya geliyor okuyucu. "Pessoa, görkemli bir kültür
ve poetika höyüğü gibiydi," diyor Rüstem Aslan. "Parçaları bir araya getirmek imkânsız gibi
görünüyordu. Rekonstrüksiyon gibi genel bir değerlendirmenin imkânsızlığı, önümüzdeki sonuçtu
sanki." Bu nedenle de çalışmanın yalnızca dekonstrüksiyon olarak değerlendirilmesi gerektiğini
söylüyor. Bu noktada Octavio Paz'ın "Fernando Pessoa: Kendisine Yabancı" adlı denemesi yazarlara
kaynak olmuş. Kitapta da yer verilen deneme, Pessoa'yı dönemin siyasi ve edebi konjonktüründe bir
bütün olarak değerlendirerek, Pessoa ve gölgesini üst üste koymaya çalışıyor. Paz'ın denemesi, kısa
yoldan fikir edinmek isteyenler için az rastlanır yoğunlukta bir metin olma özelliği taşıyor.
Diplomat, denemeci ve Brezilya edebiyatı eleştirmeni Jose Guilherme Merquir'ın "Tulane Konferansı"
başlıklı konuşması da bu kitabın temel metinlerinden biri. Pessoa üzerine verilen en geniş
konferanslardan biri olan Tulane Konferansı, bu çalışmaya akademik bir boyut katıyor.
Dalgın ve ötesiz berisiz
Ve de tanımaksızın
Yüzüyorum ölü denizinde
Kendi varlığımın.
Suyu hissettiğimden
Hissediyorum sıkıntıyı...
Görüyorum seni, ey çalkantı,
Hayat-huzursuzluk...
Bana has yelkenler ki...
Çark etmiş dümeni...
İnsan sureti gibi soğuk
Yıldızlı bir gökyüzü.
Gökyüzüyüm ben, rüzgârım...
Gemiyim ve denizim...
Hissediyorum ki ben değilim...
Yadsımak isterim onu.
Fernando Pessoa (Fragmanlar)
Türkçesi: Adnan Özer
Download