LEYLA ŞAH N DAVASI ve AVRUPA NSAN HAKLARI

advertisement
LEYLA ŞAHİN DAVASI ve AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ’NİN BÜYÜK DAİRESİ’NİN
KARARI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
GENEL.
İnsanlık tarihinde en büyük devrimi gerçekleştiren Atatürk, 29 Ekim 1923’de ulus devlet temelinde
cumhuriyeti kurdu. Cumhuriyet’in karakteri ve nitelikleri 3 Mart 1924’de belli oldu. Bu tarihte
(Cumhuriyet’in ilanından 4 ay 5 gün sonra) Meclis’te üç devrim yasası kabul edildi:
- 431 sayılı ve 3 Mart 1924 tarihli,“Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmani’nin Türkiye
Cumhuriyeti Memalik-i Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun.”
Bu yasa ile, 600 yıllık mutlak monarşi ve din temellerine dayalı dinsel devlet yıkıldı. Laikleşme
yolunda kesin bir adım atıldı.
- 429 sayılı ve 3 Mart 1924 tarihli,”Şer’iye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Vekaletinin
İlgasına Dair Kanun.”
Bu yasa ile de Şer’iye ve Evkaf (Vakıflar Vekaleti) kaldırıldı,”muamelat-ı nas”la (insanlar arası
hukuki ilişkiler) ilgili konularda kural koyma ve yürütme yetkilerinin TBMM ve Hükümet’te olduğu
vurgulandı,inanç ve ibadet işlerinin yürütülmesi için bir Diyanet İşleri Reisliği kuruldu, evkaf işleri de bir
genel müdürlük olarak Başbakanlığa bağlandı. Böylelikle, laiklik yönünde geniş bir adım daha atılmış
oldu.
- 430 sayılı ve 3 Mart 1924 tarihli “Tevhid-i Tedrisat Kanunu.”
Öğretimi tekleştiren bu yasa ile bütün eğitim kurumları Maarif Vekaleti’ne bağlandı. Bu yasa çağdaş
uygarlık düzeyine geçişin temel direğidir.Çünkü 3 Mart 1924’den önce, referansları değişik ve birbiriyle
çelişen üç ayrı öğretim veren okul sistemi vardı:
Birincisi, dini eğitim veren mahalle mektepleriydi. Burada Kuran okunur ve ezberlenirdi. Ana kaynak
Kuran’dı.
İkincisi, yabancıların kontrolündeki misyoner okullarıydı. Sadece İstanbul’da 80’den fazla misyoner
okulu vardı.
Üçüncüsü ise,Osmanlı’nın Avrupa devletleri karşısında yenilgiye uğramasından sonra kurduğu
pozitif bilime dayalı askeri okullardı.
İşte laik düzenin geleceğinin güvence altına alınabilmesinin tek sigortası olarak eğitimi gören
Atatürk, bu karmaşık sistemi yıkıp, eğitimin tekliğini sağlayarak ve eğitimi akla ve bilime dayandırarak
en büyük devrimi yapmış oluyordu. Çünkü, laik düzenin korunabilmesi için, eğitimin laik olması baş
koşuldur. Bu nedenle eğitim tektir, Tevhid-i Tedrisat Yasası bir devrim yasasıdır. Nitekim, gerek 1960,
gerekse 1982 Anayasası tarafından Tevhid-i Tedrisat Yasası, devrim yasalarının en başında sayılıp,
“Anayasa’ya aykırılığının öne sürülmesi,hatta “yorumlanması” bile yasaklanarak güvence altına
alınmıştır.
Ama ne yazık ki, bu anayasal güvenceye karşın 1950’lerden itibaren, kimi aymaz aydınlarımızın da
yardımıyla, Tevhid-i Tedrisat tamlaması, “Eğitimin Birleştirilmesi” veya “Eğitimin Birliği” şeklinde güya
Türkçeleştirilerek, (Tevhid sözcüğünün hem “teklik”, hem de “birleştirerek tekleştirme” anlamına
gelmesinden faydalanılarak) “Atatürk’ün zaten medreselere karşı olmadığı,sadece mektep ve
medreselerle, kurulacak okulları birleştirmeyi, yani bir çatı altında toplamayı amaçladığı” öne
sürülerek, laik eğitim hızla yozlaştırılmıştır.
Bu gün de, kız öğrencilerin okullara türbanla girmesinin yasaklanması, devrim yasalarına karşı olan
çevreler tarafından, laik eğitime karşı sürdürülen savaşımın odağı haline getirilmiştir. Onlara göre
türban, inanç özgürlüğü ile ilgili bir insan hakkıdır. Bu nedenle “kız öğrencilerin okullara türbanla
girmelerinin yasaklanması, bir demokratik hakkın çiğnenmesi” olarak değerlendirilmekte ve “Laik
Cumhuriyet’in, türbanı yasaklamakla bir demokrasi suçu işlediği”öne sürülmekte, şeriat devletinin
siyasal bir simgesi olarak toplumsal yaşantımıza sokulan türban, insan hakları ve demokrasi adına
savunulmaktadır. Amaç bellidir: Atatürkçülük’ten sapmak ve din devletine giden yola bir parke taşı
daha döşemek…
1
Söz konusu davanın açılma nedenini daha iyi görebilmek için, laiklik ve dini kıyafetlerle ilgili
yasalara ve yüksek öğrenimdeki kılık kıyafetle ilgili çıkarılmış genelge, kanun ve verilmiş mahkeme
kararlarına kısaca göz atalım:
LAİKLİK ve DİNİ KIYAFETLERLE İLGİLİ YASALAR:
Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte kamu ve din alanları bir dizi reform ile birbirinden ayrıldı. Bu kapsamda;
- 3 Mart 1924’de Devrim Yasaları kabul edildi.
- 10 Nisan 1928’de Anayasa’dan, “Devletin dini İslam’dır” ibaresi çıkarıldı.
- 17 Şubat 1926’da kabul edilen Medeni Kanun ve 5 Aralık 1934’de 1924 Anayasası’nın 10’ncu
maddesinin
değiştirilmesi ile, kadınlar sosyal ve siyasal alanda erkeklerle eşit haklara sahip oldular,
- 5 Şubat 1937’de Anayasa’ya laiklik ilkesi dahil edildi.
- Toplumda din ve mezhep nedeniyle bir ayrımcılığa meydan vermeyen ve tüm vatandaşların
eşitliğini güvence altına alan din dışı bir alan yaratmak maksatlarıyla, kıyafette çağdaşlaşmayı
hedefleyen 671 sayılı “Şapka İktisatı Hakkında Kanun” 28 Kasım 1925’de ,
- İlgili inançlar arasında fark gözetmeksizin dini kıyafetlerin mabet ve ayinler haricinde giyilmesini
yasaklayan 2596 sayılı “Bazı Kisvelerin Giyilmeyeceğine Dair Kanun” 3Aralık 1934’de kabul edildi.
(1) (AİHM’nin söz konusu dava ile ilgili olarak Türkiye lehine verdiği kararlarda, bu iki kanuna
göndermede bulunulmuştur.)
YÜKSEK ÖĞRENİMDEKİ KILIK KIYAFETLE İLGİLİ OLARAK ÇIKARILMIŞ GENELGE, KANUN
ve VERİLMİŞ MAHKEME KARARLARI:
20 Aralık 1982’de, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK), bir genelge ile, dershanelerde türban takılmasını
yasakladı.
Danıştay, 13 Aralık 1984 tarihli kararında, söz konusu genelgenin yasal olduğuna karar verdi.
Kararda, “Başörtüsü (türban) takmak, Cumhuriyet’in temel ilkelerine ve kadın özgürlüklerine
aykırı bir sembol görüntüsü vermeye başlayan bir sürecin bir parçasıdır” diyerek ilk
tanımlamasını koydu.
10 Aralık 1988’de 2547 sayılı Yüksek Öğretim Yasası yürürlüğe girdi. Yasanın geçici 16’ncı maddesi,
“Yüksek öğretim kurumlarının, dershane, laboratuar, klinik, poliklinik ve koridorlarında çağdaş
kıyafet ve görünümde bulunmak zorunluluktur. Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü
veya türbanla kapatılması serbesttir” diyerek, türbana serbestlik getirdi.
Anayasa Mahkemesi, 7 Mart 1989 tarihli kararında söz konusu yasanın 16’ncı maddesini,
Anayasa’nın 2’nci maddesindeki “laiklik”, 10’ncu maddesindeki “kanun önünde eşitlik” ve 174’ncü
maddesindeki “cinslerin eşitliği” ilkelerine aykırı bularak iptal etti. Kararda belirtilen hususlar özet
olarak aşağıda verilmektedir:
- Herkes dilediği şekilde giyinme özgürlüğüne sahiptir.
- Herkes sosyal değerlere ve geleneklere de saygı göstermek zorundadır.
- Ancak bir dine gönderme yapılarak, kişilerin belirli bir şekle göre giyinmeye zorlanması ve
başörtüsü takmanın zorunlu bir dini görev haline getirilmesi, başörtüsü takmayı reddedenlerin giyimleri
nedeniyle dine karşı veya dinsiz oldukları kabulünü ortaya çıkarır. Bu durum dini vecibelerini yerine
getiren ve getirmeyen Müslümanlar ile inanmayanlar ve başörtüsü takmayı reddedenler arasında
ayrımcılığa neden olur.
- Dini bir simgeye yasal bir tanıma sağlanması, devlet eğitiminin tarafsız olması ilkesi ile bağdaşmaz.
Böyle bir durumda değişik din ve inanca sahip öğrenciler arasında uyuşmazlık çıkar ve bundan devlet
sorumlu olur.
Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına karşın, siyasilerin takıyyesi sonucu, 25 Ekim 1990’da, TBMM
tarafından bu kez 2547 sayılı yasanın geçici 17’nci maddesi kabul edildi. Maddeye göre;
“Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile, yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafet
serbest”olacaktı.
2
Bu yasa maddesi de, Anayasa Mahkemesi’nin 9 Nisan 1991 tarihli kararı ile iptal edildi. Kararın en
önemli, can alıcı noktası aşağıda verilmektedir:
“Yüksek öğretim kurumlarında boyun ve saçın dinsel amaçlarla kapatılması, laiklik ve eşitlik
ilkelerine aykırıdır. Bu şartlar altında, giyim özgürlüğü, dinsel amaçlı giyinme veya başörtüsü,
peçe ile boynu ve saçları örtme ile alakalı değildir. 7 Mart 1989 tarihli karar, bir kimsenin saçları
ve boynunu başörtüsü ile kapatmasının anayasaya kesinlikle ve öncelikle aykırı olacağı
sonucuna varmıştır. Sonuç olarak 17’nci maddedeki ,yürürlükteki kanunlara aykırı olmayacak
şekilde giyinme şartı, bir kimsenin, boynunu ve saçını başörtüsüyle kapatması eylemini bu
özgürlük dışında bırakmaktadır.”
Siyasilerin sürgit uyguladıkları bu taktiklerin Anayasa Mahkemesi tarafından durdurulması
kararlarına, AİHM’de göndermede bulunacaktır..
Türbanın siyasal bir simge ve amacının laik devleti ortadan kaldırmak olduğunu yasal dayanaklarıyla
belirttikten sonra, şimdi, yasal mevzuatı bilerek ve isteyerek, (davacının, devrim yasalarını bilmemesi
(!) kabul edilebilir..Ancak vekilleri için bunu söylemek herhalde olanaksızdır.) ısrarla çiğneyerek, türban
takmakta direnen ve bunun sonucunda sınavlara alınmayan davacının 7 yıldan fazla süren hukuk
savaşımını(!) ve sonucunu inceleyebiliriz.
LEYLA ŞAHİN’İN HİKAYESİ:
1973 doğumlu Leyla Şahin, Uludağ Üniversitesi beşinci sınıf öğrencisi iken, 26 Ağustos 1997’de
yatay geçiş yaparak, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne kaydoldu. Bu tarihten itibaren
türban takmaya ve okula türbanla gitmeye başladı. (Leyla Şahin’in ilk dört yıl türban takmadığı, 29
Haziran 2004 tarihli AİHM kararında belirtilmektedir.)
İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü 23 Şubat 1998’de bir genelge yayımlayarak, bayan öğrencilerin
(yabancı bayan öğrenciler dahil) başları bağlı olarak (sıkmabaş, türban) ders, staj ve uygulamalara
alınmayacağını bildirdi.
Genelgeden sonra türbanlı Leyla Şahin, gerekli uyarılara uymadığı için sınavlara alınmadı. Şahin 29
Temmuz 1998’de, bu genelgenin iptali için İstanbul Bölge İdare Mahkemesi’nde dava açtı.
Mahkeme, 19 Mart 1999 tarihli kararı ile, Şahin’in davasını yasal bulmadı ve reddetti. Mahkeme
kararında, “Söz konusu düzenleyici yetkinin, ilgili kanunlara, Anayasa Mahkemesi’nin ve
Danıştay’ın kararlarına uygun olarak kullanılmış olduğunu” belirtti ve bu mahkemelerin yerleşmiş
içtihatlarına atfen, “ne dava konusu genelgenin ne de bireysel önlemlerin hukuk dışı olarak
değerlendirilemeyeceğini” belitti.
Bu karar üzerine Şahin’in avukatları, bu kararın iptali için Danıştay’da dava açtılar. Danıştay, 19
Nisan 2001’de bu temyiz başvurusunu reddetti.
İç hukuk yolları bu şekilde tükenince, Şahin ve avukatları, “Yüksek öğretimde İslami başörtüsü
takılmasına getirilen yasağın din özgürlüğü ve özellikle de kişinin dinini açıklama hakkına
yapılan haksız bir müdahale olduğu" gerekçesiyle AİHM’de dava açtılar.
AİHM, 29 Haziran 2004’de, “Üniversiteye girmeden önce, türbanla öğretim yapamayacağını
bildiği halde, okula türbanla gitme ısrarının, kendi dini değerlerini başkalarına dayatma
anlamına geldiği” sonucuna vararak, Leyla Şahin’in aleyhine karar verdi.
AİHM’nin gerek Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına, gerekse laiklik ve devrim yasalarına da
göndermede bulunduğu bu kararının önemli kısımları aşağıda verilmektedir: (2)
- “Laiklik aynı zamanda bireyi dış baskılardan korur. Bu nedenle,kişinin dinini ifşa etme hakkına
kısıtlamalar getirilebilir.”
- “Bu türlü bir laiklik kavramı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin temelini oluşturan değerlerle
uyumludur.”
3
- “AİHM, bu ilkenin desteklenmesinin Türkiye’de demokrasinin korunması için gerekli olduğunu kabul
eder.”
- “AİHM, Anayasa Mahkemesi’nin, Türkiye bağlamında türban sorununu değerlendirmesinde,
“zorunlu bir dini vecibe gibi takdim edilen veya algılanan böylesi bir simgeyi takmanın, onu
takmamayı seçenler üzerinde etki yaratacağı” hükmünü kabul eder.”
Leyla Şahin’in avukatları AİHM’nin bu kararına karşı, AİHM’nin kararlarını bozma yetkisine sahip
olan Büyük Daire’ye (Grand Chamber) başvurdular. 7 yargıcın verdiği 29 Haziran 2004 tarihli karar, bu
kez 17 yargıçtan olşan Büyük Daire tarafından incelendi. Büyük Daire 10 Kasım 2005’de kararını
açıkladı. Leyla Şahin’in itirazını geçersiz buldu. Büyük Daire, “gerek Türk mahkemelerinin, gerekse
AİHM’nin 29 Haziran 2004 tarihli kararlarının, Avrupa Birliği Sözleşmesi tarafından güvenceye
alınmış Temel Hak ve Özgürlüklere aykırı olmadığını” karar altına aldı. Böylece, AİHM, Türkiye’de
türbanla ilgili yargı kararı ve idari uygulamaların insan haklarına aykırı olmadığını bir kez daha belitmiş
oldu. Kararın özeti aşağıda verilmektedir: (3)
- “Karar, eşitliğin,hukuk devletinin ve demokrasinin teminatı ve garantisi olan laikliği korumayı
amaçlamaktadır. Bu amaç hukuka uygun ve meşrudur.”
- “Davacı Leyla Şahin, eğitim görme hakkından, önceden bildiği kurallara karşın kendi kurallarını
dayattığı için mahrum kalmıştır.”
- “Türban yasağı ile, davacının eğitim görme hakkından daha ön plana geçen bir değer korunmuş,
kimilerinin kendi dini değerleriyle, başkalarını baskı altına alma durumu engellenmiştir.”
- “Türban yasağı, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi tarafından, laik sistemi koruma gibi çok önemli
bir değeri savunma kaygısıyla alınmıştır. Bu nedenle de, İslami başörtüsü yasağının, hukuka ve
yasalara uygun kararlara dayandığı ve demokratik hukuk devleti ilkelerine aykırı bulunmadığı
sonucuna varılmıştır.”
SONUÇ.
Türkiye’nin siyasal yaşamını özellikle son 25 senede işgal eden “türban davası” hukuken bitmiştir.
Çünkü;
- AİHM’nin verdiği karar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlal edilmediğini, Türk Anayasa
Mahkemesi kararlarının demokrasi ve insan haklarına uygun olduğunu belirten bir karardır.
- AİHM’de, “bilirkişiye sorma kuralı” yoktur. AİHM bu güne kadar sadece Türkiye için değil, diğer
Avrupa ülkeleri için de verdiği kararların hiçbirinde bilirkişiye gitmemiştir. (4) AİHM,şikayetçi olunan
ülkenin Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemelerinin verdiği kararların demokrasi ilkelerine ve
Avrupa Sözleşmesi’nin koyduğu genel kurallara uygun olup olmadığına bakarak karar vermektedir.
- TBMM yeni bir yasa çıkararak üniversite öğretiminde türbanı serbest bırakabilir. Ancak konu
Anayasa Mahkemesi’ne gider. Anayasa Mahkemesi bu konuda daha önce iki kez iptal kararı almıştır.
Şimdi AİHM tarafından onanmış bu kararlarla Anayasa Mahkememiz güçlenmiştir. Meclis’in çıkaracağı
böyle bir yasayı derhal iptal eder.
- TBMM, Anayasa Mahkemesi’ni kaldıracak ya da gücünü elinden alacak bir yasa çıkarabilir. Ancak
böyle bir yasa çıkarırsa, çağdaş demokrasiyi iptal eden bir duruma düşer.(5)
Türban davası hukuken bitmekle beraber, siyasal söylemlere bakarak, daha uzun bir süre siyasal
yaşamımızı etkilemeye devam edeceğini söyleyebiliriz. Zira din ile devlet arasındaki mücadele sona
ermemiştir. Siyasal İslam , devletimizin düzenini şeriat düzenine döndürmek istemektedir. Türban
dinsel bir kimliğin, tarikatların simgesi haline gelmiştir. Ülkemizin bunca olumsuz koşullar içinde
bulunduğu, Lozan’ın ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir sırada, işin gücün bırakılıp, topluma türbanın
dayatılması, toplumsal gerginliğe yol açmaktadır. Türban bir baskı simgesidir. Kadın-erkek eşitliğini
bozmaktadır. Karma yaşamı ve kamu düzenini tehdit etmektedir ve din ayrımcılığına yol açmaktadır.
Bu yüzden, aydınlık için karşı çıkmak baş koşuldur. Aksi takdirde olacakları Büyük Kurtarıcı,
Cumhuriyet’in Kurucusu , Eşiz İnsan Atatürk 80 sene önce belirtmiştir:
“..Medeniyetin coşkun seli karşısında dayanmak boşunadır. Ve o,düşüncesizler ve
uymayanlar hakkında acımasızdır. Dağları delen, gökyüzünde dolaşan, gözle görünmeyen
4
parçacıklardan, yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen medeniyetin gücü ve
yüceliği karşısında ortaçağ düşünceleri ile, ilkel uydurmalarla yürümeye çalışan milletler, yok
olmaya veya hiç olmazsa esir ve aşağılanmaya mahkumdurlar.” (6)
Tayfun UZUN
tayfun@uzun.us
KAYNAKÇA ve DİPNOTLAR:
(1) Alev COŞKUN. Atatürk ve Aydınlanma Devrimi, 11 Kasım 2005, Cumhuriyet Gazetesi.
(2) Alev Coşkun, 19 Kasım 2005, Cumhuriyet Gazetesi.
(3) Alev Coşkun, 19 Kasım 2005, Cumhuriyet Gazetesi.
(4) AİHM’nin kararından memnun olmayanlar, AİHM’nin konu ile ilgili olarak “ulema”dan bilirkişi talep
etmemesini eleştirdiler. Daha sonra ulema sözünün bilim adamı anlamında kullanıldığını bildirdiler.
Bilindiği gibi, ulema, Arapça “alim” sözcüğünün çoğuludur. Alim sözcüğünün dilimizdeki karşılığı
her ne kadar “bilim adamı” ise de, ulema sözcüğü, İslamiyet’te “Kuran’ı ve hadisleri iyi bilen
Müslüman din bilgini” anlamındadır. Bu nedenle ulema yalnız din adamı değil, aynı zamanda
“şeriat hukukçusu”dur.
(5) Alev Coşkun, 19 Kasım 2005, Cumhuriyet Gazetesi.
(6) Atatürk’ün 27 Ağustos 1925 günü İnebolu Türk Ocağı’nda söylediği tarihi şapka
nutkundan..(Kaynak: Ertuğrul Zekai Ökte, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Yurt İçi Gezileri, Cilt1.Tarihi Araştırmalar Vakfı İstanbul Araştırma Merkezi. İstanbul, 2000.)
5
Download