Müslüman kişiliği, sıradışı üslubu ama hepsinden evvel yorulmaz bir dava adamı olması hasebiyle siyaset arenasında alışılmışın dışında bir soluk, İslam aleminde sevilen bir lider olmayı başarmış ender şahsiyetlerden biriydi AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ ŞUBAT 2013 | yıl 19 | nr./sayı 218 Necmettin Erbakan. s. 30 20 Yıldır Dinmeyen Sızı BOSNA Bremen’deki Müslümanlara Fransa’nın Son ‘‘Özgürleştirme’’ Kurumsal Haklar Operasyonu: Mali Bosna’yı Savunmak ... İslam’ın Resmi Din Olarak Tanınması mıydı? s. 8 Bosna ordusunun emekli generali Divyak ile Bosna’yı konuştuk s. 20 Suriye konusunda çekimser kalan Fransa Mali‘ye askeri operasyon düzenledi s. 40 Şerefti Hac Umre 2013 “Hac ve umre yapanlar Allah’ın misafirleridir.” Hadis-i Şerif IGMG Hadsch-Umra & Reisen GmbH Boschstr. 61-65 | D-50171 Kerpen T +49 2237 9746-0 | F +49 2237 656319 info@igmghacumre.com | igmghacumre.com / IgmgHacUmra /IgmgHacUmre Türkiye Temsilciliği | Hennes Tour T +90 332 3515055 | info@hennestour.com Selamların en güzeli ile Kuşatmanın Kaldırılışının 20. Yılında Bosna ve Erbakan Hoca A klımıza geldiğinde gözlerimizin yaşardığı ender mekanlardan biridir Bosna, belki de başlıcasıdır. Uzun süredir görülmemiş bir kardeşin hayali gibidir gözlerde, ve kokusu hatırlandıkça burunlarımızı sızlatır. Ne kadar uzak olsalar, ne kadar yabancı kalsalar unutulmazlar Bosnalı, Boşnak karındaşlar. Nasıl unutsunlar, aynı karnı, yani İslam’ı kendilerine vatan edinmiş ümmetin çocukları birbirlerini, dinin bizi karındaş kıldığını, kardeş kıldığını biz unutsak da, bize hatırlatan bunca şey yaşanırken... Biz zaman zaman unutsak da, kardeşlerimizi ve kardeşliğimizi bize hatırlacak gelişmeler hep yaşanacaktır, dün olduğu gibi bugün de, yarın olduğunda da... Bizler de Bosna kuşatmasının kaldırılışının 20. yılını vesile kıldık kendimize Bosna’yı ve Bosnalı kardeşlerimizi hatırlatmak için, dosyamızın en özgün bölümü Bosna için savaşmış Sırp asıllı bir general ile, emekli tuğgeneral Yovan Divyak ile yaptığımız söyleşi oldu. General Divyak Bosna için savaşmış olmaktan ne kadar mutluluk duyuyorsa, bugünkü durumdan ve bölünmüşlükten de o kadar üzüntü duyduğunu ifade etti, sorularımıza verdiği içten yanıtlar arasında. Ömer Öksüz Bosna’nın dününü, kardeşliğimizin tarihini ve bugünkü durumu yazdı. Ve bizler gibi Bosna’yı unutmayan, unutamayan bir muhabirin romanını, Barbara Demick’in Bosna savaşına dair yazdıklarını Fatma Çamur kısa yazısına konu kıldı. Bizler için unutulmaması gereken bir diğer tarih, Erbakan hocamızın ölüm tarihiydi. Yakın dönem Türk siyaset tarihinin, hatta tüm İslam dünyasının gördüğü en büyük ve nevi şahsına münhasır liderlerinden biri olan hocamız aramızdan ayrılalı tam iki yıl olacaktı, tarihler 27 Şubat’ı gösterdiğinde. Samimiyetinin kuşatıcılığıyla saçtığı tohumlar her köşe başında yeni bir fidanın yeşermesine vesile olmaya devam ederken ve bugünün Türkiye’sini yeni ufuklara taşırken, onu ve mücadelesinin öncülüğünü unutamazdık ve unutmadık. Aziz hatırasını bir kez dah hayırla yad ediyoruz. Geçtiğimiz günlerde gündemi meşgul eden konuların başlıcalarından bir diğeri de Bremen’de imzalanan anlaşma oldu. Bremen Eyaleti ve İslam cemaatleri arasında imzalanan anlaşma İslami kuruluşların konumunu güçlendirmesinin yanı sıra, Müslümanların genel olarak anayasa ve yasalarla korunmuş haklarını da somutlaştırdı, ayrıca Müslümanların günlük yaşamlarında sık sık karşılaştıkları bazı sorunlarla ilgili çözümler sunmuş oldu. Hristiyan ve Musevi dini cemaatlerinin anlaşmalarına oranla çok daha kısıtlı olsa da, İslami cemaatlerin diğer dini cemaatlerle eşit bir statü kazanması yolunda alınan önemli bir mesafe oldu bu anlaşma ve nihayet, İslami cemaatlerin dini cemaat vasfı Bremen eyaletince de kabullenilmiş oldu. Aynı gelişmelerin Müslüman nüfusa sahip diğer eyaletlerde de yaşanması ortak çabamız. Bu sonuçların alınabilmesinin ise ancak Müslümanların bu süreçlere gereken ilgiyi göstermesiyle mümkün olacağının farkındayız. Bir dahaki sayımızda buluşmak üzere, kalbî selamlarımla... » Mustafa Yeneroğlu İçindekiler 20 Gündem D O S YA 8 Bremen’deki Müslüman- Bosna’yı Savunmak Şerefti lara Kurumsal Haklar Bremen Eyaleti ve İslam Cemaatleri arasında imzalanan anlaşma İslami kuruluşların konumunu güçlendirmesinin yanı sıra, Müslümanların genel olarak anayasa ve yasalarla korunmuş haklarını da somutlaştırıyor, ayrıca Müslümanların günlük yaşamlarında sık sık karşılaştıkları bazı sorunlarla ilgili çözümler sunuyor. Gündem/YORUM 10 ... İslam’ın Resmi Din Emekli tuğgeneral Yovan Divyak Bosna-Hersek Ordusu’nun önde gelen generallerinden biriydi, bugün ise ‘‘Bosna’yı Eğitim Kurtaracak Vakfı’’nın kurucusu olarak Bosna halkına hizmet etmeyi sürdürüyor, gerçek bir hayırsever olan, Bosna ordusunun Sırp asıllı emekli generali Divyak ile Bosna’yı konuştuk. Olarak Tanınması mıydı? 26 G ÜNDEM 12 Kavram Kargaşası D O S YA Kavram karmaşasına yol açan, çarpık bakışı besleyen temel unsur, İslam’a ilişkin beyanların herhangi bir ampirik temelinin bulunmamasıdır. Yaygın kanaatler oluşturulurken, ispat edilmek istenen eğilime işaret etmek için tek bir olay yeterli olmaktadır. D O S YA 16 Küçük Bir Ülke’nin Büyük Bosna: Gözyaşları Kurumayan Ülke Barbara Demick’in Saraybosna’nın Gülleri Kitabının Hatırlattıkları 30 D O S YA Ö Z E L Tarihi Kuşatmanın Kaldırılışının 20. Yılında Bosna Bir Dava Adamı: Necmettin Erbakan Yolsuzluk, milliyetçilik, ağır bürokrasi, fakat hepsinin de ötesinde yaşanan savaş ve onunla beslenen nefretler, Bosna’yı daha uzun yıllar meşgul edeceğe benzemektedir. Müslüman kişiliği, sıradışı üslubu ama hepsinden evvel yorulmaz bir dava adamı olması hasebiyle siyaset arenasında alışılmışın dışında bir soluk, İslam aleminde sevilen bir lider olmayı başarmış ender şahsiyetlerden biriydi Necmettin Erbakan. İslam Toplumu Milli Görüş Aylık Yayın Organı ŞUBAT 2013 yıl/JG.: 19 nr./sayı 218 Boschstr. 61-65, D-50171 Kerpen, Deutschland | Tel.: + 49 2237 656-0 • Fax: +49 2237 656-555 www.igmg.org | E-Mail: dergi@igmg.de | Herausgeber / Yayıncı: IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî Görüş e.V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) adına Kurumsal İletişim Başkanlığı | Vertreten durch den Vorstand: Kemal Ergün, Vorsitzender; Oğuz Üçüncü, Generalsekretär; Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender | Chefredakteur / Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa Yeneroğlu (V.i.S.d.P) | Editor / Editör: Ahmet Faruk Çağlar | Redaktion / Redaksiyon: İlhan Bilgü, Fatma Çamur, Rahime Söylemez, İlknur Küçük, Ali Mete | Design / Tasarım, Druck / Baskı: 99names communication GmbH | Titelbild / Kapak 36 D O S YA Ö Z E L İslam Dünyasının Hocası Erbakan’ın Mücadelesi Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük değerlerden biri olan Erbakan gerek örnek kişiliği ve yaşayışıyla, gerekse “uslanmaz” bir optimist ve yorulmaz bir dava adamı olması hasebiyle milyonlarca insana, bilhassa gençlere manevi bir güç ve esin kaynağı oldu. 40 DÜN Y A Fransa’nın Son ‘‘Özgürleştirme’’ Operasyonu: Mali Suriye konusunda çekimser kalan Fransa Mali‘ye askeri operasyon düzenledi 42 DÜN Y A Patani’de Barış Olur mu? Tayland’ın güney eyaletlerinin, 1909 yılında İngiltere ile yapılan bir anlaşma sonrasında Tayland’da bırakılması ile başlayan Patani problemi, Tay Krallığı’nın ulusal bir Tay kimliği oluşturmak için yürüttüğü kültürel baskı politikası ile zirveye ulaştı... TARİH 46 Prusya’dan Alman İmparatorluğu’na: Osmanlı ile İlişkiler Almanya’nın Osmanlı’ya sınırı olmaması ve o dönem itibariyle Osmanlı topraklarında yayılma hedefinin olmadığı düşünüldüğünde ve diğer yandan Almanya için de Osmanlı Devleti’nin, Avusturya ve Rusya gibi düşmanlarına karşı önemli bir güç olmasının, iki devleti tabii birer müttefik haline getirdiği söylenebilir. TARİH 51 Dschihad ‘‘made in Germany’’Bir Alman Diplomatın Cihad Seferberliği Bugün bağlamından koparılarak kullanılan ve geniş halk kitlelerinin bilinçaltına olası tüm olumsuz çağrışımlarıyla zerkedilen cihad ve İslamcılık gibi mevhum ve olgular egemen güçlerin çıkarlarına hizmet ettiğinde dost ve sevimli kavramlar olarak da kullanılabilmiştir. PORTRE 56 Fatma Seher Erden Kurtuluş Savaşı’ndan Bir Kadın Subayın Portresi 3 Önsöz 4 İçindekiler, Künye 6 Gündemden Kısa Kısa 58 Kitap Tanıtımı resmi: jackmalipan, istockphoto | Im Auftrag der IGMG durch 99names communication GmbH erstellt. IGMG adına, 99names communication GmbH tarafından hazırlanmıştır. Merheimer Str. 229, D-50733 Köln • Tel.: +49 221 942240-20 | Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die ­Autoren, nicht die IGMG. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. | Auflage / Tiraj: 14.800 | Anzeigenservice / İlan Servisi: Tel.: +49 221 942240-0 | Fax: 0221 942240-119 • E-Mail: tanitma@igmg.de | Abonnement / Abonelik: IGMG Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Mitgliederbetreung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen | Tel.: +49 2237 656-0 | Fax: +49 2237 656 555 | E-Mail: mitglied@igmg.de | Jahresabonnement / Yıllık abone ücreti: 40,-EURO | Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. / IGMG Genel Merkez Üyelerine ücretsizdir. | Bankverbindung/Hesap No: Bank Austria: IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01 SWIFT: BKAUATWW Gündem flickr.com, ECtHR Project Gündemden kısa kısa 6 Başörtüsü Yasağı Tekrar Tartışılmalı Bir Yılda 108 Saldırı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, ‘‘Herhangi bir tehlikeye yol açmadıkça veya ilgili meslek bunu zorunlu kılmadıkça işyerlerinde Hristiyan haçı, Davut yıldızı veya İslamî başörtüsü takınılması serbesttir.’’ kararı uzmanlar tarafından ayrımcılığa karşı ve din özgürlüğü lehine önemli bir mesaj olarak değerlendirdi. Almanya’da büyümüş ve buranın yerlisi olmuş binlerce genç ve eğitimli Müslüman bayanın başörtüsü nedeniyle iş hayatından saf dışı bırakılarak sosyal hayatın dışına itildiğini belirten uzmanlar, Strazburg’da verilen mahkeme kararının emsal teşkil etmesi gerektiğini vurguladılar. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun raporuna göre, geçen yıl Avrupa’da 108 ırkçı saldırı yaşandı. 67 olayla Almanya ilk sırada yer aldı. Komisyon Başkanı Ayhan Sefer Üstün’ün verdiği bilgilere göre, 2012 yılında Avrupa ülkelerinde yaşanan ırkçı saldırılar sıralamasında 13 olayla Hollanda ikinci, 4’er olayla da Belçika ve Ukrayna üçüncü sırada yer alıyor. Suç türleri açısından ise 38 olayla saldırı ilk sırada yer alırken bunu 15 olayla kundaklama izliyor. Suç türleri sıralamasında da tehdit mektubu üçüncü sırada yer alırken kalan 36 olayı ise ırkçı gösteri, Kur’an yakma gibi olaylar oluşturuyor. Üstün ayrıca, ‘‘Irkçılık Batı’nın temel sorunu ve Avrupa’nın tamamında mücadele edilmesi gereken bir konu.’’ açıklamasında bulundu. P e rsp e k t İ f • S ay ı 218 • ŞU B AT 2013 flickr.com, James F Clay (CC BY-NC 2.0) Schleswig-Holstein da Müslümanlarla Devlet Anlaşması İmzalamak İstiyor Hamburg ve Bremen’den sonra, şimdi de Schleswig-Holstein Eyaleti Müslümanlarla bir devlet anlaşması imzalamak istiyor. 2012 yılının Ağustos ayında başlayan ve Aralık ayında çeşitli İslami kurumlarla yapılan görüşmelerle devam eden sürecin halihazırda başladığı belirtilirken, resmi müzakerelerin de kısa bir süre içerisinde başlaması bekleniyor. Ayrıca Schleswig-Holstein’daki olası anlaşmaya Hamburg ve Bremen eyaletlerinde imzalanan anlaşmanın örneklik teşkil etmesi bekleniyor. Resmi verilere göre SchleswigHolstein Almanya’da yaşayan Müslümanların yüzde 2,1’ine ev sahipliği yapıyor. Bu oran ise Almanya çapındaki en yüksek Müslüman oranı olma vasfını taşıyor. Kuzey Ren-Vestfalya’da Her Sekiz Öğrenciden Biri Müslüman Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti’ndeki Müslüman öğrenci sayısı geçtiğimiz 15 yıl içinde 75.000’den 274.000’e yükseldi. Bilindiği gibi, Ruhr bölgesinin bazı kısımlarındaki öğrenciler arasında da Müslümanlar en kalabalık dini grubu oluşturuyordu. Resmi rakamlara göre, 2006/2007 öğretim yılından beri Müslüman öğrenci oranındaki artış yıllık olarak yaklaşık yüzde 2,3 seviyesinde bulunuyor. 2011/2012 öğretim yılında yüzde 13’ünü Müslüman öğrencilerin oluşturduğu öğrencilerin yüzde 41’i katoliklerden oluşurken, yüzde 29’u ise protestanlardan oluşuyor. Müslüman öğrencilerin (Duisburg ya da Gelsenkirchen gibi) bazı şehirlerdeki oranı ise yüzde 32’yi buluyor. Son araştırmalara göre, Almanya çapında her sekiz öğrenciden birinin Müslüman olduğu belirtiliyor. ŞU B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp e k t İ f 7 Bremen Belediye Binası Gündem » ENES BİLGİLİ Bremen’deki Müslümanlara Kurumsal Haklar 8 P e rsp r s p e k t İ f • S ay ı 218 • ŞŞU U B AT 2013 flickr.com, _tom_ (CC BY-NC-SA 2.0) sebilgili@gmail.com Bremen Eyaleti ve İslam Cemaatleri arasında imzalanan anlaşma İslami kuruluşların konumunu güçlendirmesinin yanı sıra, Müslümanların genel olarak anayasa ve yasalarla korunmuş haklarını da somutlaştırıyor, ayrıca Müslümanların günlük yaşamlarında sık sık karşılaştıkları bazı sorunlarla ilgili çözümler sunuyor. B remen Eyaleti ve İslam Cemaatleri arasında 2009 yılının Ağustos ayından bu yana süren müzakereler sonucunda Müslümanların eyaletteki statüsünü güçlendiren bir devlet anlaşması imzalandı. Böylece Hamburg eyaletinden sonra, Müslümanlara kurumsal haklar tanıyan anlaşmayı imzalayan ikinci eyalet Bremen oldu. Törende İslami kuruluşlar adına IGMG camilerinin de üye olduğu Bremen İslam Şurası Başkanı Mustafa Yavuz ile birlikte DİTİB Eyalet Birliği ve İslam Kültür Merkezleri temsilcisi anlaşmaya imza attı. Anlaşma 24 Ocak günü eyalet meclisinde yapılan oylama neticesinde kabul edilerek yürürlüğe girdi. Bremen’de yaşayan Müslümanlar anlaşmanın üç yıl sonra da olsa, sonuçlandırılmasından ve uzlaşmacı üsluptan memnun. Zira anlaşma İslami kuruluşların konumunu güçlendirmesinin yanı sıra, Müslümanların genel olarak anayasa ve yasalarla korunmuş haklarını da somutlaştırıyor, ayrıca Müslümanların günlük yaşamlarında sık sık karşılaştıkları bazı sorunlarla ilgili çözümler sunuyor. Bu çerçevede, örneğin; Müslüman çalışanlar ve öğrenciler Kurban ve Ramazan bayramlarının ilk günlerinde izin kullanabilecekler. Bunun yanı sıra kamu kuruluşlarında, cezaevleri ve hastanelerde Müslümanların ibadetlerini yerine getirebilmeleri için olanakların oluşturulması sağlanacak, dini rehberlik görevi de İslam cemaatleri tarafından yerine getirilebilecek. Ayrıca kamuya ait mezarlıklarda Müslümanların cenazelerinin İslami usüllere göre defnedilmesi güvence altına alınarak ihtiyaca göre yer gösterilecek. Anayasa tarafından da güvence altına alınmış olmasına rağmen birçok belediye tara- fından engellenen kubbe ve minareli cami yapımına engel çıkarılmayacak. En önemlisi ise, İslami kuruluşların dini cemaat vasfı bundan sonra kamu idaresi tarafından sorunsallaştırılamayacak. Buna göre cemaatlerin anayasa tarafından koruma altına alınmış kimliklerinin reddedilmeyeceği, devlet protokolünde gözardı edilmeyeceği ve bunun gereği olarak da toplumsal temsil kurumlarda temsil edilmeleri için çaba sarfedileceği kayda alınıp bazı harçlardan muaf tutulacağı da belirlenmiş oldu. Anlaşma Müslümanlara bazı kolaylıklar sağlarken, Hristiyan ve Musevi dini cemaatleriyle yapılan anlaşmaların aksine bazı ek düzenlemeleri de kapsıyor. Buna göre, uyum içinde bir yaşam sürdürebilmek için hangi değerlerin önemli olduğunun altı çizilerek, İslami cemaatler Almanya’nın anayasal düzenine, demokratik sistemine saygı göstermek, farklı dinlere karşı hoşgörülü olmak ve kadın erkek eşitliğine sahip çıkmakla yükümlü tutuluyor. Hristiyan ve Musevi cemaatlerle yapılan sözleşmede olmayan bu maddeler ise, İslami cemaatlerle ilgili önyargıların sürdürüldüğünü belgeliyor. Anlaşmanın başta din dersiyle ilgili çoğulcu toplum gerçeklerine uygun bir düzenleme içermemesi, diğer dini cemaatlere kendileriyle yapılan anlaşmada tanınan maddi desteklerin İslami cemaatlere sağlanmaması, özel kabristan oluşturulması imkanının tanınmaması ve kurumlarda temsil hususunun somutlaştırılmamış olması gibi birçok eksiklik barındırmasına rağmen önemli bir adım olarak değerlendiriliyor. IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü de yaptığı açıklamada; anlaşmanın, İslami cemaatlerin kamu hukuku tüzel kişiliğine sahip diğer dini cemaatlerle eşit bir statü kazanma yolunda alınan bir mesafe olarak görülmesi gerektiğini belirterek memnuniyetini ifade etti. Üçüncü ayrıca şunları ekledi: ‘‘Nihayet, İslami cemaatlerin dini cemaat vasfı Bremen eyaletinde de kabullenmiş oldu. Umarız ki, diğer eyaletler de Bremen’i kendilerine örnek alarak İslami cemaatler hakkında ‘birliklerden/derneklerden’ bahsetmekten vazgeçerler.’’ Anlaşmayla birlikte Bremen ve Bremerhaven’de yaşayan yaklaşık 40 bin Müslümanın toplumun bir parçasını oluşturduğu ve İslam’ın Bremen’in ayrılmaz bir parçası olduğu eyalet Başbakanı Jens Böhrsen’ın ifadesiyle de teyid edilmiş oldu. Bremen İslam Şurası Başkanı Mustafa Yavuz ise Almanya’daki İslami kuruluşların yasal olarak sinagog ve kiliselerle aynı statüye sahip olmaları gerektiğinin altını çiziyor. Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 9 Gündem/Yorum ... İslam’ın Resmi Din Olarak Tanınması mıydı? A lmanya’nın Hamburg eyaletinin ardından Bremen’de İslami cemaatlerle eyalet arasında yapılan devlet sözleşmesi Müslümanların meselelerinin bundan sonra eyalet hükümetiyle paralel düzlemde görüşülebilmesi ve daha önemlisi kurumsal hakların elde edilmesi açısından önemli bir aşama oldu. Bu sebeple gelinen aşamayı memnuniyetle karşılayıp, destek verenleri tebrik ediyoruz. Müslümanların kurumsal (cemaat) hakları şimdiye kadar kamu idaresi ve siyaset tarafından muhatap bir adres yok gerekçesiyle ısrarla gözardı ediliyordu. Dini cemaat kuruluşlarının tesisiyle birlikte sahip oldukları kimlik ve beraberindeki doğal hakları ne federal ne de eyalet düzeyinde kabul görüyordu. Öyle ki, STK, vakıf ve enstitüler tarafından kamu kuruluşlarının fonlarından faydalanarak gerçekleştirilen panel ve sempozyumlarda bile ‘‘çatı kuruluşlarını’’ dini cemaat olarak tanımlamamak için özel itina gösteriliyordu. Bu duruma İslami kuruluşların bir kısmı dahi o kadar alışmıştı ki, bu kuruluşların temsilcileri mevcut durumun aksini savunanlara anlam vermekte zorlanıyor, kendi kimliklerinden bihaber garip yaklaşımlar sergiliyorlardı. Bu garipliklerin başında yıllarca tekrar edilen, bugün de zaman zaman duyduğumuz ‘‘İslam’ın resmi din olarak tanınması’’ talebi geliyor(du), oysa bu popüler talebin mevzuatta hiçbir karşılığı yok. Zira devletin ne Hristiyanlığı, ne Museviliği ne de İslam’ı tanıyıp tanımama gibi bir görev veya 10 P e rsp r s p e k t İ f • S ay ı 218 • ŞŞU U B AT 2013 » MUSTAFA YENEROĞLU myeneroglu@igmg.de yetkisi sözkonusu değil. Bu şartlar altında, devleti temsil eden kamu bürokrasisinin muhafazakar refleksleri, siyasi partilerin toplumsal gerçekliği hazmetmekte zorlanmaları ve oy hesaplarıyla birlikte İslami cemaatlerin de hazırlıksız olması sebebiyle tartışmanın nesnel bir zemine çekilmesi mümkün olmadı. Bundan dolayı da yıllardır kurumsal haklarla ilgili adımlar atılamadı. Bu durum bir taraftan hazırlıksız olan kamu idaresinin işine gelmiş gibi görünse de, Müslümanların toplumsal temsil kurumlarına katılımının bu şekilde engellenmiş oldu ve belki de 20 yıl öncesinden başlamış olması gereken süreç sürekli ertelendi. Bugüne kadar yaşanan engellemeler ise bundan sonra hayli zorlaşacak. Kimse çıkıp ‘‘siz dini cemaat değilsiniz, dolayısıyla kurumsal haklar talep edemezsiniz’’ diyemeyecek. Nitekim Hamburg ve Bremen anlaşmalarıyla varılan en önemli aşama, maddi hukuka göre tartışmasız olan dini cemaat vasfının teyid edilmesi oldu. Bunu tam olarak anlayabilmek için geçmişte yaşanmış kimi örnekleri hatırlatmak gerekir. Örneğin; Berlin İslam Federasyonu dini cemaat kimliği reddedildiği için 20 yıllık bir hukuk mücadelesi sonrasında Federal İdare Mahkemesi’nin nihayi kararıyla ancak din dersi verme hakkını elde etmişti, helal et kesimiyle ilgili davalarda kilise modeline takılan muhafazakar yargıçlar dini cemaat yok bahanesini yıllarca öne sürdüler, 2010 yılında federal parlamentonun bilim kurulu muhatap alınacak dini cemaat olmadığı gerekçesiyle İlahiyat fakültelerinin oluşumu ve din dersi öğretmeni yetiştirilmesi meselesinin Müslümanların da dahil edileceği danışma kurullarıyla yürütülmesini tavsiye etmişti, oysa nötralite (tarafsızlık) ilkesi gereği devlet dini cemaatlerin asli vazifesi olan bu alanlarda onların haklarına müdahale etmemeliydi. Ancak bilim kurulunun siyasi boyutları itibariyle hiç de sürpriz olmayan bu kararı sonucu dini cemaatlerin varlıkları reddedilerek anayasanın öngördüğü modeller dışında Müslümanların kurumsal hakları kısıtlanmak suretiyle süreç oldu bittiye getirildi. Yine benzer şekilde, daha birkaç ay evvel en fazla Müslümanın yaşadığı Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde Müslümanları temsilen bazı basiretsizlikler sebebiyle taraf olan İslami cemaatlerin dini cemaat olmadıkları özel bir yasayla belirlenerek kurumsal hakların verilmesi yıllar sonrasına atılmış oldu. Bu sürecin kimi İslami cemaatlerden de destek görmüş olması tüm fotoğrafın manidar bir özeti gibi. Yukarıda kısaca zikredilen bütün bu örnekler çoğaltılabilir kuşkusuz. Özetle ifade etmek gerekirse; yıllarca hukuken geçerliliği olmayan gerekçelerle Müslümanların kurumsal hakları ötelendi. Henüz 2010 yılı gibi çok erken bir tarihte, Schäuble’nin Federal İçişleri Bakanı olduğu dönemde, İslam Konferansı’nın 2. çalışma grubunda dahi İslami kuruluşları dini cemaat olarak nitelememek için bakanlık temsilcilerinin çabası hatırlanınca ve o süreçten sonra gerçekleşen gelişmeleri kuşkuyla izlemek mümkünken, yeni toplumsal şartlara adaptasyonun daha fazla ertelenemeyeceği yeni mi anlaşıldı diye de sorgulanabilir. Kurumsal hakların zamana yayılmış olarak kısıtlı bir biçimde ‘‘lütfedilmiş’’ olması kuzey eyaletlerinin güneye nisbeten daha açık ve liberal olmalarına bağlanabileceği gibi, Müslümanların bu süreçlere pek hazırlıklı olmadıkları da dikkate alınarak, devlet tarafının sürecin ilk adımını atıp çerçevesini sınırlandırmakla sürecin yön ve hızını kontrol kararlılığını ortaya koyduğu da düşünülebilir. Bütün bunlar gelinen noktanın küçümsenebileceği manasına gelmiyor. Anlaşmaların Hristiyan ve Musevi cemaatlerinin anlaşmalarına oranla çok daha kısıtlı olması ise birçok faktörle izah edilebilir. Ayrıca mevcut durumu anlamak için Almanya’nın tarihi seyir içerisinde diğer azınlıkları ‘‘eşitleme’’ sürecine de bakılmalıdır. Örneğin Musevilerin hukuki olarak eşit kabul edilmesiyle ilgili 18. yüzyılda başlayan tartışmalar günümüzdeki tartışmalara ışık tutacak niteliktedir. Prusya bürokrasinin başlattığı bu sürecin en karakteristik özelliği, hukuki eşitliğin sağlanmasının Musevi azınlığın adaptasyonu şartına bağlanmasıydı. Eşitlikle ilgili atılacak adımlar o zaman da asimilasyon olarak tanımlanan ileri düzeyde adaptasyonun oluşmasına endekslenmişti. Hukuki düzenin ve toplumsal yapının bugün için oldukça farklılaştığını da dikkate alarak, çok dinamik bir tarihi sürecin içerisinde olduğumuzu ve bu sürecin tüm tarafları karşılıklı olarak etkilemesinin kaçınılmaz olduğunu unutmamak gerekir. Fakat asıl üzerinde durulması gereken soru: Müslümanların bu süreçlere ne kadar ilgi gösterip takip ediyor olduğu ve özellikle onları temsilen süreci takip edenlerin durumu idraklarının ne seviyede olduğudur. Geleceğimizi belirleyecek olan da bu sorunun cevabı olsa gerek.... Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 11 Gündem 12 P e rsp r s p e k t İ f • S ay ı 218 • ŞŞU U B AT 2013 » ELİF YAKAÇ elif.maras@hotmail.de Kavram karmaşasına yol açan, çarpık bakışı besleyen temel unsur, İslam’a ilişkin beyanların herhangi bir ampirik temelinin bulunmamasıdır. Yaygın kanaatler oluşturulurken, ispat edilmek istenen eğilime işaret etmek için tek bir olay yeterli olmaktadır. 21. yy’da Avrupa’da yaşayan Müslümanların, düşünce ve bakış açılarının anlaşılabilmesi için ilk olarak günümüzde oldukça karmaşık ve zaman zaman yanlış kullanılan kavramları sarahate kavuşturmak başlangıçta atılması gereken en önemli adımlardan biridir. Zira kavramlar aklımızın teleskopudur. Zihnen bir olaya nüfuz edebilmek için kavramlara ihtiyaç duyarız ve ancak birtakım kavramların varlığı ve doğru kullanımı ile meseleleri gerektiği gibi anlamlandırabiliriz. Şunu da göz önünde bulundurmak gerekir; benzer terim ve kavramlar farklı kültürlerde farklı anlamlara sahip olabilir, bu ise içinden çıkılması güç sorunlara yol açar. Bu kavram kargaşası günümüzde öyle bir hal almıştır ki, belirli bir kültürde olumlu veya bambaşka anlam örgülerine sahip olan kavramlar bir başka kültürde oldukça negatif algılanabilmektedir. Esasen oldukça normal ve anlaşılır gibi görünen bu karmaşa için en büyük etkenlerden biri de, bir toplumun kendi tarihi tecrübesi ve bu tecrübeden miras kalan zihin haritalarıdır. Günümüzde bu anlam sapmasına verilebilecek önemli örneklerinden biri Müslümanların Batılı ülkelerde, daha somut olarak Avrupa’da karşılaşmak ve aşmak zorunda kaldıkları olumsuz din tasavvurudur. Bu olumsuz tasavvurun köklerini şüphesiz çok daha eski tarihlerde, özellikle Ortaçağ Avrupası’nda aramak makul gözükmektedir. Zira bu dönemde kimi din adamları yetkilerini Tanrı’dan aldıklarını iddia ederek dini keyfi birtakım uygulamalar doğrultusunda kullanmış ve din adına katliamlar gerçekleştirebilmişlerdir. Bu din adamları istediklerini dinden çıkarmış, istediklerine de cennette arsa vadedebilmiştir, bu durum ise ortaya bozuk bir din algısı çıkarmış, sonraki nesillerin, avam ya da havas tüm halkın zihninde silinmesi zor izler bırakmıştır. Dolayısıyla kısaca aktarmaya Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp ŞU rspektİf 13 Gündem çalıştığımız böylesi bir tarihi arkaplana sahip Bu bağlamda sık tekrarlanan bir başka terim/ Avrupa halklarının dine karşı önyargılı olması kavram ise ‘‘Fundamentalizm’’dir. Müslümanlar ve olumsuz bir bakış açısı geliştirmiş olması – köktencilikle karşılanabilecek bir ‘‘özelliğe’’ sahip her ne kadar kabul edilemese de- anlaşılırdır. midir? Köktenci olmak ne demektir ve bunu din Şüphesiz bu önyargılı ve klişeleşmiş bakış açılaile açıklamak mümkün müdür? Bu soruların cerı ile yanlızca Müslüman toplumlar ‘‘mücadele’’ vabını vermeden önce yine kavramın kökenine/ etmek zorunda kalmamıştır; benzeri önyargılar tarihine bakmak elzemdir. Fundamentalizm bir kimi durumlarda Hristiyan, Yahudi ve sair dinilahiyat kavramı olarak ilk defa 19. yy’da Proteslere mensup olanlar için de geçerli olmuştur. tanlar tarafından literatüre sokulmuştur. Güncel Belirtildiği gibi, bu önyargılar genelde yanlış olarak ‘‘radikal dincilik’’ anlamına gelen bu terim anlaşılan veya anlaşılmak istenen(!) kavramlar ve ilk olarak, İncil’in köklerine dönülmesi, İncil’in geçmişte yaşanan tecrübelerle alakalıdır. Konuya doğru anlaşılması ve herhangi bir değişime veya verilebilecek en yerinde örfarklı yoruma başvurmaksıneklerden biri, hiç de yabanzın hayata geçirilmesi anlacısı olmadığımız ve medyanın mında kullanılmıştır. Günüdüzenli aralıklarla (asıl anlamüzde ise herhangi bir dinin mını çarpıtarak) dile getirdiprensiplerine bağlanmak ve ği cihad kavramıdır. Cihad, hayatı bu şekilde idame ettiranlamının sürekli açıklanmamek fundamentalist/kökten sına (daha doğrusu açıklandinci olarak etiketlenmek risİslam dininde aşırı mak zorunda kalınmasına) kini taşımaktadır. Dolayısıyla rağmen, önyargılı bir şeklinMüslüman kimliğini ortaya veya ılımlı dindarlık de gündeme getirilen ve kakoyan ve dini vecibelerini gibi kavramların yeri falardaki hazır şablonlardan yerine getirmeye çalışan bir hareketle anlamlandırılmak bireyin aşırı ve kökten dinci yoktur. Kur’an-ı Kerim istenen birçok kavramdan bir olarak yaftalanması kaçınıltanesidir. Oysa aslı Arapça birçok yerde, Müminin maz olmaktadır. olan bu kavram/terim ‘‘c-h-d’’ Günümüzde, seküler topifrat ve tefritten uzak, kökünden türemiş bir sözlumların hemen hepsinde var cüktür ve esasen çabalamak, olan, ‘‘Bir Tanrı’ya inanıyor vasat bir yolu takip gayret göstermek ve zahmet olsam da bunu topluma yanetmesi gerektiğini etmek anlamlarına gelmektesıtmıyor ve dinimi pratikte dir. Yani din’de, savaştan çok uygulasam bile bunu insanvurgulamaktadır. daha sık bir şekilde ve öncelara fark ettirmiyorum…’’ likle güzel ahlakta ve hayırlı düşüncesine riayet etmeyen, bir kul olma yolunda gayretli olmak gibi bağlaminandığı dini böyle algılamayan her inançlı insan, larda kullanılmaktadır. Bu kavramın Batı dünyabilinçli olarak öteki/farklı olarak, hatta fundasının genelinde yanlış anlaşılmasının ana sebepmentalist/aşırı dinci olarak damgalanabilmektelerinden biri, kelime/kavramın Hristiyanlık’ta var dir. Buna mukabil, İslam dininde aşırı veya ılımlı olan ‘‘kutsal savaş’’ (Alm. Heiliger Krieg) deyimi ile dindarlık gibi kavramların yeri yoktur. Kur’an-ı eş tutulmasıdır. Ancak, (her ne kadar din uğruna Kerim birçok yerde, Müminin ifrat ve tefritten verilen her türlü mücadele cihad olarak adlandıuzak, vasat bir yolu takip etmesi gerektiğini vurrılmış olsa da) İslam’da kutsal olarak adlandırılan gulamaktadır. Kısa bir süre önce Norveç’te katlibir savaş yoktur, olmamıştır ve bu tamlama Haçam yapan, ‘‘Mesihi dinine’’ mensup ‘‘fundamentalı seferlerinde ortaya çıkan bir terkipten ibarettir. list’’ Breivik benzeri münferit örneklerin çıkması Zira Efendimiz (s.a.v.) de asıl cihadın nefisle olan ya da çıkabilecek olması bu görüşü/görüşleri bir mücadele olduğunu belirterek kelimenin nasıl andinin tamamına atfetmeyi haklı gösteremez. Sözlaşılması gerektiği konusuna açıklık getirmiştir. konusu birey/bireyler hangi dine mensup olursa 14 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 olsun, şahısların yaptığı hataları toplu olarak bir Peki bütün bu bilgi ve uygulamalara rağmen ve dine veya o dine mensup olan insanlara yüklemek bu bilgilere ulaşmak bu kadar kolay iken bu önliberal ve çok kültürlü olduğu iddiasındaki kesimyargılar neden hâlâ bu denli yaygındır? lerin yapabileceği en ciddi hatalardan biridir. Kanaatimiz odur ki, kişilerin ya da toplumAynı sıklıkta gündeme getirilen ve sarahaların tanımları en kolay bir öteki, bir yabancı/ te kavuşturulması gereken bir başka mesele ise düşman üzerinden yapılır. Ve mezkur ortam ve İslam’da kadın erkek eşitsizliği hakkındaki önşartlarda aranan öteki en kolay İslam ve Müsyargılardır. 7. yy’da, kadının değersiz bir eşya lümanlar olmaktadır. Batı Müslümanlar ile ilk konumunda olduğu (ki sadece doğulu toplumtemasından beri Doğu’yu ve İslam dünyasını larda değil, tüm dünyada) hiçbir hakka sahip ‘‘şehvet’’ ile ‘‘şiddet’’ arasında bir yere konumolmadığı, hatta yeni doğan kız çocuklarının diri landırma eğilimi göstermiştir. Bir diğer önemli diri gömüldüğü bir dönemde; ‘‘Aranızda en haekten, Müslümanlara dair mevcut imge/algının yırlınız hanımlarınıza iyi çoğunlukla onlar tarafındavrananlardır.’’ buyuran bir dan oluşturulmuş olmamaPeygamber’in getirdiği din sından kaynaklanmaktadır. için eşitsizlik suçlaması olMüslümanlar kendilerinin dukça anlamsızdır ve bu tarine’liğine, kim’liğine dair tahi arkaplan ile çelişmektedir. nımlar yapılırken dahi fail Dünyanın hemen her yerinde değil, münfaildir ya da öyle kadının hiçbir hakkının ololmaya icbar edilmişlerdir. Müslümanlar kenmadığı bir dönemde evlilik Onlar sürekli maruz kaldıkhakkını, boşanma hakkını, ları saldırılara cevap vermekdilerinin ne’liğine, mehir hakkını, miras hakkını ten, ne olmadıklarını ifade kim’liğine dair tanımvs. kutsal kitabında zikreden etmeye çalışmaktan, aslında bir dine bundan daha hakne olduklarını bir türlü ifade lar yapılırken dahi sız bir ithamda bulunmak edemez olmuşlardır. mümkün değildir. Bilhassa Mezkur kavram karmafail değil, münfaildir ‘‘zorunlu evlilik’’ ifadeleriyle şasına yol açan, çarpık bakışı ya da öyle olmaya gündeme getirilen, Müslübesleyen bir diğer unsur ise, man kadınlarının onayları İslam’a ilişkin beyanların hericbar edilmişlerdir. alınmaksızın, istekleri dışınhangi bir ampirik (gözlemsel/ da baskı altında evlendirildeneysel) temelinin bulundikleri iddiası (her ne kadar bu yönde münferit mamasıdır. Yaygın kanaatler oluşturulurken, ispat örnekler vuku buluyor da) İslam hukukuna ve edilmek istenen eğilime işaret etmek için tek bir mantığına son derece aykırıdır ve İslam dini kaolay yeterli olmaktadır. Bir koca, karısını dövdüdının onayı olmaksızın yapılan evliliği geçersiz ğünde veya bir baba kızını zorla evlendirdiğinkılmaktadır. Öyle ki bir kadının arzusu dışında de ilk yönelim, bu davranışı İslam’ın, dolayısıyla babası tarafından evlendirildiğini öğrenen PeyMüslümanların temel bir özelliği olarak algılagamber (s.a.v.), evlenmiş olan kadının her an maktır. İslamiyet söz konusu olduğunda, herhangi boşanabileceğini kendisine bildirmiştir. Bu örbir yargıda bulunmak için herhangi bir araştırmanek de göstermektedir ki, bazı kültürlerde âdeten ya, gözleme, ampirik bilgiye ihtiyaç duyulmamakuygulanan ‘‘zorla evlilik’’ İslam dininde katiyetle tadır. Ve bu hiç de bilinçsizce yapılmamaktadır. yasaklanmış bir davranıştır. Yapılanların ise toplumsal huzuru tehdit edici olÖrnekleri çoğaltmak kuşkusuz mümkündür, duğu açıktır, Avrupa genelinde çoğunluğu Müskendi tarihsel bağlamından, anlamından kolüman olan göçmenlerin kimi yerlerde toplumun parılarak terörist, fundementalist ile eş anlambeşte birini oluşturduğu göz önünde bulundurulı kullanılan ‘‘İslamcı’’ (Alm. İslamist) sıfatı bu lursa bu ötekileştirme çabalarının orta ve uzun minvalde zikredilebilecek bir diğer örnektir... vadede hemen herkesi huzursuz edeceği açıktır. Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 15 Dosya » Ömer Öksüz oemerr@web.de flickr.com, Michel27 (CC BY-NC 2.0) Küçük Bir Ülke’nin Büyük Tarihi Kuşatmanın Kaldırılışının 20. Yılında Bosna 16 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 Yolsuzluk, milliyetçilik, ağır bürokrasi, fakat hepsinin de ötesinde yaşanan savaş ve onunla beslenen nefretler, Bosna’yı daha uzun yıllar meşgul edeceğe benzemektedir. B osna ve Avrupa’nın ortasındaki bu küçük halkın tarihi her zaman kişisel ya da siyasi görüş, sıklıkla ise milliyetçi çıkarlar doğrultusunda çarptırılmış ve farklı şekillerde anlatılmıştır. Bugünkü algının aksine Bosna aslında çok uluslu bir devlet değildir, tek bir ırkın (Slavların) yaşadığı ancak aynı ırka mensup olsalar da farklı dinlere inanan ve bu inançların şekillendirdiği milletlerin (Boşnak, Hırvat, Sırp) bir araya geldiği, 14. yüzyıla kadar Ortodokslar (Sırplar) ile Katalokliklerin (Hırvatların) sık sık çatıştığı, daha sonraki 400 yıllık Osmanlı idaresinde ise İslam ile tanışan ve içlerindeki tüm farklılıklara rağmen uzun sürecek bir huzura kavuşan, yüz ölçümü küçük, hikayesi büyük bir ülkedir orası. Kadim Bosna’da Hırvat veya Sırp isimlendirmeleri tahmin edildiğinden çok yenidir. O coğrafyanın halkı tarihte daha çok Katolik veya Ortodoks Bosnalılar olarak bilinir. Yüzyıllar boyunca küçük ve kendi içinde bir ülke olan, herkesin aynı dili konuştuğu, ülke içinde yaşayanların Slav ırkına mensup olduğu Bosna, 90’lı yıllarda yaşadıkları ile tüm dünyada bilinirliğini arttırmış ve savaş ile anılır olmuştur. Mezkur bu üç gruba sonradan İspanya’dan kaçan ve Osmanlılar tarafından sığınma hakkı tanınan Yahudiler de katılmıştır. Tarihçiler Bosna halklarının tarihini HintAvrupa kökenli İlliryalılara dayandırırlar. Daha sonra Dalmatlar, Skordişler ve Daesilatlar da bölgede hüküm sürmüş ve Daesilatlarla süren zorlu ve uzun bir savaş sonrasında Bosna 9. yüzyılda Roma İmparatorluğu tarafından feth edilmiştir. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Bosna’nın idaresi, ülke 1200’lü yıllarda bağımsızlığını elde edene kadar çeşitli kereler el değiştirmiştir. Bağımsızlığını 260 yılı aşkın bir süre koruyan Bosna Krallığı bu süre boyunca en güçlü rakipleri olan Macarlara karşı topraklarını defaatle savunmak zorunda kalmıştır. 1230’ların sonlarına doğru ise Macarlar Bosna’yı bütünüyle ele geçirmeye çalışmışlar ve1238 yılında Bosna’nın büyük bir kısmını kontrolleri altına almışlardır. Ancak daha sonra Macarlar ülke idaresini sürdürmekte zorlanmış, ani ve hızlı bir şekilde bölgeden çekilmişlerdir. Bosna’ya ilk Osmanlı akınları ise 1386 senesinde başlar. 1463 yılında nihai olarak Osmanlı idaresi altına giren Bosna halkının bir kısmı aynı zamanda Müslümanlığı da benimserler. Müslümanlığı benimsemeyen Boşnakların dini vecibelerini yerine getirmesine izin veren Osmanlı idaresi, Bosna topraklarında inşa ettiği çeşitli yapılar ve camilerle aynı zamanda Boşnakların gelenekleri ile kültürü üzerinde de büyük etkiler bırakmıştır. Osmanlı yönetiminde ülke eyalet statüsünü almış ve Bosna eyaletine atanan ilk beylerbeyi ise Gazi Ferhad Paşa olmuştur. 1878 yılına kadar devam eden Osmanlı idaresi döneminde pek çok Boşnak, İstanbul’da, Osmanlı devlet yönetiminde önemli görevlere getirilmiştir, diğer Slav unsurlarla birlikte, Boşnakların da önemli vazifeler üstlenmeleri Osmanlı’nın çöküşüne dek devam etmiştir. Zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu’nun finansal sıkıntıları ve dışarıdan gelen baskılar Bosna’daki Osmanlı idaresinden savaşılmadan vaz geçilmesini zorunu kılmış, Bosnalılarla Osmalıların yüzyıllara şamil kader birlikteliği masa başında son bularak ülke 1918 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kontrolüne geçmiştir. Bosnalı Müslümanların ülkeyi terk etmeleri ve Osmanlı idaresi altında olan başka coğrafyalara yerleşmeleri, onların terkettiği topraklara Sırpların yerleşmesine yol açmış, bu durum da ülkenin etnik yapısının değişmesine sebebiyet vermiştir. Bu gelişmeleri müteakip Bosna 20. yy’ın başında, 26 Ekim 1918’de Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı’nın bir parçası olarak Sırbistan ile birleştirilmiştir. 1940’lı yıllara, yani ikinci Dünya Savaşı’na kadar bu krallığın bir parçası olan ülke, 1946’da Yugoslavya’yı meydana getiren altı halk cumhuriyetinden biri olmuştur. 1971’de Yugoslavya’nın efsanevi devlet başkanı Tito, Müslümanlara ulus statüsü tanımış ve Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 17 Bosna’da Müslüman kelimesi sadece bir dinin adı değil, bir milliyetin de adı olmuştur. Bu süre zarfında durulan etnik çatışmalar, 1980 yılında, Tito’nun ölümünden sonra yeniden alevlenmiştir ve 19861992 yılları arasında yaşanan kanlı iç savaşların ardından Yugoslavya parçalanmıştır. Parçalanmanın hemen ardından, 25 Haziran 1991’de Slovenya ve Hırvatistan ise bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. 1990 senesi sonlarında yapılan seçimleri kazanarak devlet başkanlığına gelen Aliya İzzet Begoviç de, Hırvatistan ve Slovenya’yı takiben, Şubat 1992’de yapılan ve Bosnalı Sırplar tarafından boykot edilen referandum kararıyla Bosna’nın bağımsızlığını ilan etmiştir. Bosna, 7 Nisan 1992’de ABD ve diğer Batılı ülkelerce de tanınmış ve 22 Mayıs 1992’de Birleşmiş Milletler’e yaptığı üyelik başvurusu kabul edilmiştir. Bu sonuçtan memnun olmayan Sırplar ise, Bosna Sırp Cumhuriyetini (Republika Srpska) ilan etmişlerdir ve kurdukları yeni devlete olabildiğince çok toprak kazandırmak için, Bosna’da etnik temizlik ve katliam girişimlerine başlamışlardır. Dönemin Sırp Demokrat Partisi Başkanı olan Radovan Karadziç ve General Ratko Mladiç’in Boşnakları acımasızca öldürürerek ülkeyi Sırplaştırmaya çalıştığı bugün hemen herkesin bildiği ve kabul ettiği tarihi gerçeklerdendir. 27 Mayıs 1992 tarihinde, kuşatma altında olan Saraybosna’da gerçekleşen ilk patlama ile savaş resmen başlamış ve savaş boyunca yapılan acımasız katliamlar birbirini takip etmiştir. Üç buçuk yıl süren savaş, binlerce insanın hayatını kaybetmesine ve yüzbinlercesinin evlerini/ülkelerini terk etmesine yol açmıştır. Sırplar bu savaş esnasında ağırlıklı 18 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 flickr.com, Michel27 (CC BY-NC 2.0) Dosya olarak Rusya tarafından askeri destek almış, Bosnaklar ise İslam ülkeleri tarafından çok sınırlı olarak desteklenmiştir. Zira Bosna’ya uygulanan silah ambargosundan dolayı birçok Müslüman ülke ve halkı desteklerini ancak çok zor şartlarda, ancak ‘‘el altından’’ mazlum Bosna halkına ulaşırabilir. Avrupa’nın ortasındaki bu kanlı savaş, 14 Eylül 1994 tarihine kadar sürmüştür. Avrupa Birliği ülkelerinin savaş başladığı andan itibaren Birleşmiş Milletler içinde askerlerini bölgeye göndermiş olmaları, Avrupa Birliği üyesi bazı devletlerce yeterli olarak görülmüştür. Birleşmiş Milletleri’nin (kimilerinie göre bilinçli) etkisizliği ise yaşananlarca defalarca kanıtlanmıştır. Yaşanan dramlara Avrupa’nın ve dünyanın egemen güçleri ne yazık ki seyirci kalmakla yetinmiştir. Örneğin Avrupa Birliği’nin lokomotifi Almanya ilk etapta anayasal sınırlamaları ve belirsizlikleri dolayısıyla askeri müdaheleye katılmamıştır, Batı Avrupa’nın en güçlü devletinin Bosna’ya yönelik politikasının en önemli kolunu insani yardımlar oluşturmuştur. Bu durum uzmanlarca, Almanya’nın askeri operasyonlara katılamamasını bir başka şekilde telafi etme çabası olarak yorumlanmıştır. Ayrıca Almanya savaş esnasında ve sonrasında 400.000 mülteci kabul ederek, Avrupa’nın en çok mülteci kabul eden ülkesi olmuştur. Bununla birlikte, siyasi tartışmalara yol açan anayasal belirsizliklerin çözülmesinin ardından dahi Almanya, bölgede yaşanan krize çözüm bulma girişimlerinde çekimser davranarak aktif rol almamıştır. 1995’de imzalanan Dayton Antlaşması ile birlikte dört yıla yakın bir süre boyunca Bosna top- raklarında süren ve onbinlerce kişinin ölümüne neden olan yüzyılın son büyük felaketlerinden biri olarak nitelenen savaş durdurulabilmiştir. Ancak bu tarihten sonra, Bosna’ya yapılan insani yardımlar ilk defa olarak kesintiye ve engellemeye uğramadan gereken yerlere ulaştırılabilmiştir. Ve bu ateşkes ve antlaşma ile birlikte, yıllarca birbirlerine karşı düşmanca tutum sergileyen tarafların birbirine karşı daha toleranslı davranmaları ve bir masaya oturmaları sağlanabilmiştir. Bu antlaşmayla Bosna’nın biri Müslüman ve Hırvatlardan, diğeri ise Bosnalı Sırplardan oluşan iki bölüme ayrılması da resmileştirilmiştir. Bu şekilde Müslümanların Bosna topraklarında tamamen bağımsız Müslüman bir Boşnak devleti kurmaları engellenmiş ve Boşnaklara yaşam hakkı ve güvencesi ancak Hristiyan Hırvatlarla bir federasyon yapmaları halinde tanınmıştır. Sonuç olarak ise, Hırvatlar ve Sırplar Boşnaklardan çok daha iyi şartlara ve çok daha fazla toprağa sahip olmuştur. Balkanlar ve dolayısıyla Bosna, Osmanlı ve Türkiye dış politikası için de hemen her zaman için önemli bir fırsat ve sorun kaynağı olmuştur. Bu önem özellikle Bosna’nın Osmanlı mirası olan kültür değerlerinden ve bölgenin Türkiye için doğu, orta ve batı Avrupa’ya geçişi konumunda oluşundan kaynaklanmaktadır. Savaş sonrası güncel durumda, ülkeye yapılan maddi yardımlar dönemi bitmiştir, mevcut durumda ülkede yeni iş sahaları oluşturulmaya çalışılmaktadır, Bosnalılar hala bir yönüyle hamileri olarak gördükleri Türkiye halkından bu konuda da destek beklemektedirler. Bununla birlikte, günümüzde Bosnalılar, devleti oluşturan Boşnak-Hırvat Federasyonu ile Bosna Sırp Cumhuriyeti politikacılarının kavgalarından bıkıp usanmış durumdadır. Zira Bosnalı Müslümanlar her iki tarafın da kendi milliyetçi gündemlerinin dışına çıkamadığını düşünmektedirler. Bunun yanı sıra Sırpların ırkçı ve yaptıklarından hiç de pişmanlık duymadıklarını gösterdikleri tutumları Boşnakları ziyadesiyle rahatsız etmektedir. Örneğin, tüm dünyanın tanıdığı Srebrenica Katliamı Sırplar için bir suç, ama asla bir katliam değildir. 29 Şubat’ta kuşatmanın kaldırılmasının 20. yılını kutlayacak olan Bosna, şu an itibariyle üçlü devlet başkanlığı konseyi tarafından yönetilmektedir. Konseyde katliamı inkar eden politikacıların yanı sıra, Bosna Silahlı Kuvvetleri’nin amaçsız bir yapı olduğunu ve Bosna Hersek’in silahsızlandırılması (demilitarize edilmesi) gerektiğini savunanlar da vardır. Bu kaos içinde ülke bir şekilde barışı ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bunun dışında Avrupa Birliği üyeliği Bosna için önemli bir hedef durumundadır. Sırbıstan ve Hırvatistan’ın Avrupa Birliği üyeliği birçok ülke tarafından desteklenirken, Bosna’ya Avrupa Birliği’nden resmi bir davet dahi henüz gelmemiştir. Bununla birlikte Bosna’nın yakın zamanda Avrupa Birliği adaylığı için başvuruda bulunması beklenmektedir. Son olarak ifade etmek gerekir ki, yolsuzluk, milliyetçilik, ağır bürokrasi, fakat hepsinin de ötesinde yaşanan savaş ve onunla beslenen nefretler, Bosna’yı daha uzun yıllar meşgul edeceğe benzemektedir. Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 19 Söyleşi Bosna’yı Savunmak Şerefti Emekli tuğgeneral Yovan Divyak Bosna-Hersek Ordusu’nun önde gelen generallerinden biriydi, bugün ise ‘‘Bosna’yı Eğitim Kurtaracak Vakfı’’nın kurucusu olarak Bosna halkına hizmet etmeyi sürdürüyor, gerçek bir hayırsever olan, Bosna ordusunun Sırp asıllı emekli generali Divyak ile Bosna’yı konuştuk. 20 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 » Anes Cunuzoviç dz_anes@yahoo.com D ivyak hakkında (bir kutucuk içinde verebiliriz): Tuğgeneral Yovan Divyak, 11 Mart 1937 tarihinde Belgrad’da doğdu. 1966 yılından beri ise Saraybosna’da yaşıyor. Belgrad’da Harp Akademisi’nden mezun oldu ve daha sonra Harp Akademisi’nde hocalık yaptı. Savaşın başladığı sırada, Yovan Divyak, Bosna Hersek Bölgesel Savunma Birlikleri’nde subaydı. Bosna Ordusu’na katılıp Bosna-Hersek Genelkurmay Başkanı Yardımcısı göreviyle tuğgeneral oldu. Birçok ödülün yanı sıra Fransa’nın en değerli devlet madalyası olan Onur Nişanı’nın da sahibidir. Konuşmalarının yer aldığı ‘‘Saraybosna, Aşkım Benim’’ adlı kitabı da Fransızca olarak yayınlanmıştır. 1994 yılında, bugün de görev aldığı ‘‘Bosna’yı Eğitim Kurtaracak Vakfı’’nı kurmuştur ve hayır çalışmalarına devam etmektedir. Perspektif: Bir generalin, daha doğrusu savaşta bulunmuş bir generalin, sizin yaptığınız gibi, savaş sonrası insani yardım çalışmalarıyla ilgilenmesi çok da alışıldık bir durum değil, en azından Balkanlar için. Ekonomik durumu kötü olan üniversite öğrencilerine burs sağladığınız ‘‘Bosna’yı Eğitim Kurtaracak Vakfı’’nın kurucususunuz, bu şekilde eğitimli ve sizin yetiştirdiğiniz genç bireyler ile ülkeyi güçlendirmeye devam ediyorsunuz. Böyle bir çalışmada bulunma kararını nasıl verdiniz? Öncelikle bize biraz vakfınızdan bahseder misiniz? Divyak: Vakfın temeli, muhtemelen, babamın öğretmen olmasına dayanmaktadır. Bir diğer sebebiyse 18 yıl boyunca askeri eğitimde bulunmuş olup eğitimin önemi hakkında uygulamalı bilgiler edinmiş olmamdır. Aynı zamanda 20 seneyi aşkın bir süre, ilk ve orta eğitimim, akademi ve subaylık öğretimim süresinde kendimi eğitim faaliyetlerine adamış olmam da kararımda etkili oldu. Vakfı, 1994 yılında, Bosna-Hersek Ordusu Genelkurmay Başkanlığı’ndaki sorumluluklarımın büyük bir bölümünden ayrıldıktan sonra kurdum. Bazı dostlarım bir şekilde savaşta büyük zarar gören Bosna’nın yeniden kalkınmasına angaje olmamı öğütledi ve böylece vakıf kuruldu. Bildiğiniz gibi, her savaşta en büyük darbeyi alanlar savaşta yetim kalmış çocuklar oluyor. Bu yüzden nasıl bir yol izlemem gerektiği ve neyle ilgilenmem gerektiği konusunda karar almam zor olmadı, ‘‘Bosna’yı Eğitim Kurtaracak Vakfı’’ bu şekilde kuruldu. İlk başta planım, henüz bitiremediğim savaş günlüğümü bitirip kitabın satışlarından, sayıları o zaman bile çok olan savaşta yetim kalmış çocuklara verilecek bursların belirli bir kısmını sağlamaktı. Vakıf 18 yıldır başarılı bir şekilde hizmet veriyor. Başlangıçta yetim ve engelli çocuklara burs veriyorduk, son yıllarda ise yetenekli çocuklara yönelik olarak da çalışıyoruz. Bu eğitim-öğretim yılında 529 çocuk vakfımızdan burs alıyor, geçen 18 yıl içerisinde yaklaşık 6000 öğrenci burslarımızdan faydalandı, kendilerine 2.000.000 Euro kadar bir kaynak tahsis ettik. Bursların yanı sıra, ‘‘Doğa ve Gençler’’, ‘‘Çocuk-İnsan Hakları’’ gibi konularda da toplumsal ve psikolojik faaliyetler yürütüyoruz. Kısacası, okullarda ve evde öğrenemeyecekleri şeyleri çocuklarımıza öğretiyoruz. Birçok okulun onarılmasına da katkıda bulunduk. Çocuklar için geziler düzenliyoruz, vakfımız aracılığıyla birçok genç 17 Avrupa ülkesini, Uruguay ve Kanada’yı ziyaret ettiler. Her ne kadar yaşanan acıları hatırlatmak istemesem de, sizin için çok hoş olmayan ama okuyucularımızın dikkatini çekeceğini düşündüğüm bir döneme değinmek istiyorum: Belgrad’da doğdunuz ama kader sizi Saraybosna’ya, Bosna- Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 21 Söyleşi Hersek’e getirdi. Saldırıdan önce yaşadığınız Saraybosna’da hayat nasıldı? Biz Avrupa’da Saraybosna halkının, ruhunun medhini duymuştuk. Nasıl bir hayat yaşanıyordu yaşadığınız şehirde, savaş öncesi nasıl bir atmosfer hakimdi ve bu atmosfer saldırı öncesi nasıl bir anda karanlığa dönüştü? 1966 yılından beri Saraybosna’da yaşıyorum. Hayatımın üçte ikisini burada geçirdim. Şehirler insanlardan oluşur, malum. Şu an eşimle yaşıyorum, eskiden çocuklar da bizimleydi. Nüfusun %99’unun Boşnak olduğu Saraybosna’nın StariGrad ilçesinde yaşıyorum ve asla başka bir halka, başka bir dine mensup olduğum için sorun yaşamadım. Komşularımı ziyaret etmediğim tek bir bayram geçirmemişimdir. Bayramlarda bizzat komşularımı ziyaret ederim, Noellerde de onlar bana gelir. Savaş öncesi, iyi bir anlayış ve uyum örneğiydi, bugün bahsedildiği gibi ortak yaşam değil, bu sözü sevmiyorum, biz uyum içinde yaşıyorduk, hepimiz birdik, birbirimizin farklı unsurlar değildik ki, bu farklı unsurların paralel olarak hayatlarını sürdürdükleri ortak bir yaşama ihtiyaç duyalım. Ne din, ne milliyet ne de dil farklılıkları yüzünden sorun yaşıyorduk. Kısacası, Balkanlar’ın kültür merkezinde müşterek bir hayat atmosferi hakimdi. Belki de bu gerçekte tam olarak doğru değildi ama biz öyle olmasını istiyorduk ve öyleymiş gibi yaşıyorduk. Bu bir şiirdi, ben öyle adlandırmayı seviyordum, Saraybosna’da yaşamak şiir gibiydi. Ne yazık ki bugün tam tersi. Saraybosna’da da, Bosna’nın tümünde olduğu gibi, nüfusun yapısında değişiklikler yaşandı. Okuyucularınız, Drina Nehri’nin çevresinde, yani Bosna’nın doğusunda, Zvornik, Foça, Vişegrad gibi şehirlerde savaş öncesi nüfusun çoğunluğunun Boşnak olduğunu bilmeliler. Bugünse sayıları %1’den çok değil, çünkü savaşta katledildiler, sürgün edildiler. Eskiden nüfusun %50’sinin Sırp, %40’ından fazlasının da Hırvat ve Boşnak olduğu, şu an ise %95, hatta belki de daha fazlasının Sırp olduğu Banya Luka’da da benzer bir durum söz konusu. Maalesef, günümüzde, savaş öncesinde nüfusun %50’sinin Boş- 22 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 nak, %30’unun Sırp ve %7’sinin Hırvat olduğu Saraybosna’da da durum aynı. Şimdi nüfusun %95’i Boşnak. Tabii, sadece Saraybosna değil, Zenitsa, Tuzla vb. şehirlere de göçü sağlayacak bir politika izlenmesi gerektiğini düşünsem de, Drina çevresi ve diğer yerlerden sürgün edilenlerin genelde Saraybosna’ya göç etmiş olduğunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Sırp siyasetçilerinin, Dayton Barış Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, o zamana kadar işgal edilmiş Saraybosna topraklarının; Grbavitsa, Ilıca, Haciçi, Vogoşça, Trnovo’nun bir kısmının Bosna-Hersek Federasyonu’na verilmesi kararı alındıktan sonra, buralarda yaşayan Sırplara orayı terk etmeleri için çağrıda bulunmuş olduklarını da bilmek gerekiyor. Bu çağrıda en çok dikkat çeken Momçilo Krajişnik olmuştur, Sırplar’ın çoğu onlara uyup Saraybosna’yı terk etti ki buna gerek yoktu, çünkü hiç kimse onları buradan kovmazdı ya da herhangi bir şekilde zarar vermezdi. Bir nokta daha var, buradan 300 metre uzaklıkta, Sırp Cumhuriyeti’ne ait, Saraybosna ile ticaret konusunda bile pek hevesli olmayan 80.000 Sırp’ın yaşadığı Doğu Saraybosna bulunuyor. Apandisi patlayan bir hastayı ameliyat olması için 15 dakikada varabilecekleri Saraybosna Klinik Merkezi yerine kilometrelerce yol gidip Banya Luka’ya götürmek onlara daha cazip geliyor (!). Dolayısıyla, Saraybosna savaş öncesi halinden çok farklı. Bir bölümü, yani merkezi, oldukça Avrupai bir hayat sürerken, çevresi müşterek bir hayat hayali kurmuyor, bölünmüş bir durumda. Saraybosna, bu merkezde başka bir ruha sahip, Saraybosna Film Festivali, Saraybosna Kışı, Jazz Festivali gibi Avrupai kültürel etkinlileri var. Ama dediğim gibi, bunlar hep şehrin merkezinde ve Bosna-Hersek dışından gelenlerle yaşanan şeyler. Maalesef, Banya Luka’dan, daha doğrusu Sırp Cumhuriyeti’nden gelen yok, Banya Luka’da Saraybosnalıların, yani Boşnakların olmadığı gibi. Şu örneği de vermek isterim: Savaş sonrasında dünyaya gelen çocuklara yönelik anketler yapıldı ve inanılmaz sonuçlar çıktı ortaya; Çocukların, başka milletlere mensup olanlara karşı duydukları nefretin, savaştan hemen sonraki döneme göre daha yoğun olduğu anlaşıldı. Söz konusu çocukların savaşı yaşamamış olduğuna özellikle değinmek istiyorum. Sonuç olarak çocukların, kendilerinden farklı olanlara karşı nefreti aşılayarak yetiştiren velilerinin baskısı altında kaldıklarını anlamış oluyoruz. Yine savaş öncesine ve savaşa dair bir soru soracağım; 1992 yılında, savaşın başlamasına ramak kala, savaşı hissetmek, öngörmek mümkün müydü? Ve sizin, Sırp asıllı bir general olarak kişisel tecrübeleriniz nasıldı? Savaş sırasında, defalarca, savaşın yaşanacağını bildiğimi söylediğim durumlar oldu. Zamanın savaş şartları öyle söylememi gerektiriyordu ama o zaman kesin olarak bilmiyordum. Bana, bir Sırp olarak Boşnakların yanında kaldın, onları koruyup Sırplara karşı savaştın dediler, hala öyle diyorlar. Bu bir propaganda. Ben Boşnaklarla kalmadım, 1984 yılında Bosna-Hersek bölgesel savunmasında bana düşen, savaşın başladığı sırada bulunduğum yerde kalmaktı. Zira, Yugoslavya’da iki savunma hattı vardı; dışarıdan gelen düşmanlara karşı savaşacak, sınırları koruyacak olan JNA (Yugoslavya Halk Ordusu) ve ülkeyi kendi içerisinde korumakla görevli bölgesel savunma birliği, yani her cumhuriyetin kendisine ait bölgesel savunması vardı, ben de Bosna-Hersek bölgesel savunmasındaydım. Ben JNA’nın sözünü dinleyip tek bir milletin, yani Sırp milletinin tarafında durup onlara katılmadım, 1984 yılında atandığım yerde kaldım. Yani, Bosna-Hersek’te bir savaş yaşanacağını sezsem de buna bir türlü inanmıyordum ya da inanmak istemiyordum. Slovenya Yugoslavya’dan ayrılınca bu bize biraz uzak geliyordu. Savaş Hırvatistan’a geldi ama bu da bize uzak geliyordu. Vukovar’da yaşananlar da uzak geliyordu, Bosna-Hersek’e gelecek gibi görünmüyordu. Arkan’ın Biyelyina’ya girmesi bile uzaktı. Savaşın Saraybosna’ya, Bosna’nın geneline sıçrayacağına inanmıyorduk. 4 Nisan 1992 tarihinde Saraybosna bombalanmaya başladığında dahi bunun kısa süreceğine inanıyorduk. Savaşın uzun Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 23 süreceğini ancak Haziran’da, Saraybosna’nın çevresindeki hatları ziyaret edip Sırp tarafının silahlanmasının ne kadar kuvvetli olduğunu gördükten sonra anladım. JNA’nın yaptığı şekilde bir savaş makinasını harekete geçirdikten sonra geri dönüşün kolay olmadığının altını çizmek isterim. O an, savaşın üç dört yıl süreceğini söyledim. Saraybosna’nın çevresine yaklaşık 100 tane tank ve taşıyıcı, 450 tane havan ve topçu sınıfı silah yerleştirilmişti. Bosna-Hersek Ordusu’nun ise Saraybosna’da yalnızca iki tankı ve 150 havanı vardı. Ne askeri sıhhiyesi, ne de lojistiği vardı. Savaş sizi ne kadar etkiledi, hayatınızı, düşünce tarzınızı, ufkunuzu, hayata bakış açınızı ne ölçüde değiştirdi? Ben savaş sırasında büyük bir ölçüde, insan olarak, asker olarak ve kişilik olarak olgunlaştım. Olgunlaştım derken, bunu belirli ve kısıtlı bir anlamda kullanıyorum, çünkü bugün bile tam olarak olgunlaştığımı düşünmüyorum. Askeri okulda, askeri taktik dersine giriyordum, ama bu sadece teorikti, savaşta hendekten hendeğe, askerden askere gidip neyi nasıl yapmaları gerektiğini söylüyordum ve savaşta asker olarak olgunlaştım. İnsan olarak, kişilik olarak da olgunlaştım, çünkü çevremdeki insanlarla aynı kaderi paylaşıyordum, aynı zamanda da müdaafaalarının sorumluluğunu taşıyordum. Her şeye rağmen 1994 yılında Bosna Hersek Ordusu’ndan uzaklaştırıldınız, bunun sebebi nedir? Sebebini, Devlet Başkanı Aliya İzzetbegoviç’in 1993 yılının aralık ayında, Bosna-Hersek Ordusu kontrölünde kalmayıp bireysel hareket etmek, istedikleriyle istedikleri şekilde savaşmak isteyen bazı birliklerle, tam olarak Muşan Topaloviç Caco’nun birliği ile görülen hesaplaşma üzerine söylediği sözleri hatırlatarak açıklayabilirim. İzzebegoviç, bir yardımcılar toplantısında, moral vermek için Saraybosna’da Sırp olmanın zor olduğunu, çünkü bize dağdan ateş edenler için hain olduklarını, Boşnakların ise onlara güvenmediğimizi söylemişti. Bu güvensizlik savaş boyunca devam etti. Bu yüzden bir kırgınlığım yoktu, çünkü bu güvensizliğin sorumlusu ben değildim ve 24 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 subayların, askerlerin ve halkın büyük bir çoğunluğunun bana saygı duyduğunu biliyordum. Kısacası, Saraybosna’yı savunmak benim için şerefti. Saldırı sırasında ve sonrasında Devlet Başkanı İzzetbegoviç ile aranız nasıldı? Ölümünde önce hastanede karşılaştınız, orada neler konuştunuz? Bosna-Hersek Ordusu’ndaki Sırplara ve bana karşı hissedilen güvensizlik İzzetbegoviç’te de vardı. Sırtımı sıvazlayan insanların çoğu arkamdan olur olmaz şeyler söylüyordu, bunlar muhtemelen İzzetbegoviç’e kadar gidiyordu, öyle bir za- manda o da tedbiri elden bırakmak istemiyordu, haklı olarak. Ama ölümünden iki hafta önce yattığı hastaneye, ziyaretine gittim. O zaman ziyaretçilerin çoğunu kabul edemiyordu, çünkü ağır hastalardandı ama herkes onu görmek istiyordu. Bu yüzden büyük ihtimalle beni de kabul etmeyeceğini düşündüm. Fakat, beni kabul etti ve geldiğim için çok mutlu oldu. Beni en çok sevindiren şey ise: ‘‘Gelmekle şeref verdin.’’ demesiydi. Bunu yaparak bir yönüyle, Bosnak-Hersek Ordusu’nda bulunan bazı insanlar aracılığıyla aramızda oluşan güvensizlik yüzünden pişmanlık duyduğunu dile getirmiş oldu. Yakın bir zamanda, Sırbistan’dan gelen tutuklama emri üzerine, Viyana’da tutuklandınız. ‘‘Özgürlüğünüz’’ için, yani Avusturya’nın sizi Sırbistan’a teslim etme kararı almaması için ve Bosna-Hersek’e özgür bir insan olarak dönmeniz için uzun süre mücadele edildi. Bütün bu yaşananlar dolayısıyla neler hissettiniz/hissediyordunuz? Bu konu kapanmak üzere. Bosna-Hersek Savcılığı bizi malum Dobrovolyaçka Olayı’ndan sonra serbest bıraktı. Fakat bunu ne Belgrad ne de Sırp Cumhuriyeti kabul ediyor. Malumunuz, Dodik beni, Eyup Ganiç’i, Styepan Klyuyiç’i Sırp Cumhuriyeti’nde bulunacak olursak tutuklatacağı yönünde tehditler savurmuştu ve hala savuruyor. Ben dün Sırp Cumhuriyeti topraklarından geçtim, şu anda da o bölgeden 300 metre uzak- lıkta bulunuyoruz, beni bir polis memuru görse başım belaya girebilirdi. Yani bu olay bizim için kapandı ama onlar için hala devam ediyor. Lahey’de de kapandı, İnterpol’ün kırmızı bülteninde de yok, ama ülkelerin dolaysız interpol ilişkilerinin sonucu olan Difüz tutuklama emirleri var ve Sırbistan’ın bu tutuklama emri üzerine ben de Avusturya’da tutuklandım. Dört gün boyunca nezarette kaldım, oradaki insanlarla iyi vakit geçirdim, yeni bir tecrübeydi. Zamanımın geri kalanını Viyana’da geçirdim, çok şey gördüm, arkadaşlarımla zaman geçirdim. Konudan haberdar pek çok insan beni ziyaret edip destek verdi. Büyük risk alıp yeniden Bosna’dan çıktığım oldu, aslında korkmamı gerektirecek bir sebep de yok, ama bu psikolojik bir işkence ve her seferinde ailemin başına gelecekleri düşünüyorum, yani sorun ben değilim, ailem... Bosna-Hersek’in şu anki durumunu nasıl yorumluyorsunuz? Her şeyden önce siyasi alandaki durumunu kastediyorum. Bildiğimiz kadarıyla, Bosna-Hersek’in varlığına tahammül etmekte zorlananların sayısı oldukça yüksek, onlarla nasıl mücadele edilebilir? Son yıllarda Bosna-Hersek’teki en büyük sorun, varsayılan düşmanlarından çok, Boşnakların kendi aralarında bölünmüş olmalarıdır. Bazı araştırmalara göre Boşnaklar, ‘‘Sosyal Demokrat Parti’’ ve ‘‘Demokrat Eylem Partisi’’, son olarak da yeni ‘‘Daha İyi Gelecek İçin İşbirliği’’ kurumu olarak kendi içlerinde bölünmüş durumdalar. Bu Bosna-Hersek için büyük bir sorun teşkil ediyor. Boşnakların bu uyuşmazlığı ve katılımsızlığı Bush’un: ‘‘Ya benimlesin ya da karşımda.’’ sözünü doğruluyor. Boşnakların kendi aralarındaki bu sorunları Sırp ve Hırvat milliyetçiler ustaca kullanıp ülkeyi tekrar bölmek için kullanmak istiyor, yeni konseptler oluşturmaya çalışıyorlar. Bugün kendisini sosyal demokrat gibi gösteren Zlatko Lagumciya, soykırımı inkar eden Dodik’le işbirliği yapıyor. En büyük sorun mevcut ayrılık ve dar görüşlü siyasettir, diğer sorunlar da ondan doğmaktadır. Vakti ayırdığınız için teşekkür ederiz. Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 25 Dosya BOSNA: GÖZYAŞLARI KURUMAYAN ÜLKE 26 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 Barbara Demick’in Saraybosna’nın Gülleri Kitabının Hatırlattıkları » FATMA ÇAMUR fatmacamur@gmail.com S avaş boyunca Saraybosna’da hayatta kalmak, dikkatli olmak veya olmamakla orantılı değildir. Nitekim 33 yaşındaki Müniba Kanınic de savaş başladığında beri endişe ve korkularından dolayı evinin dışına hiç çıkmıyordu. 23 Mayıs 1992’de çöp çıkarmak için sessizce kapısının önüne çıktığında ise yakınına atılan bir bomba bu genç Bosnalının, geleceğe dair taşıdığı bütün umutlarıyla birlikte paramparça olmasına yol açtı. Ocak 1994’de Amerikalı gazeteci Barbara Demick Balkan Savaşı’nı (anlamak ve) anlatmak için çalıştığı Philadelphia İnquirer gazetesi tarafından Saraybosna’ya gönderilmiştir. Demick Bosna’ya, Birleşik Milletler’in yardım uçağıyla Sırplar tarafından kuşatılmış Saraybosna’ya geldiğinde ise, yoğun bombardıman altında uçaktan havalimanına koşarken savaş onu henüz ayaklarını Bosna topraklarına basmadan karşıladı. Yaşadıklarının ardından Barbara Demick dünyanın seyirci kaldığı bir katliamı ve soykırımı, Saraybosna’nın Gülleri adlı kitabında anlatmaya, savaş şartlarında yaşananları o coğrafyadan çok uzaktaki okuyuculara ulaştırmaya çalıştı, hala da aynı gayeyi taşıyor... Ve kitabın her bir sayfasında Bosna Savaşı’nın soğuk ve kanlı yüzü kendini tüm çıplaklığıyla gösteriyor. Kitap esasen bir roman değil, çünkü ne herhangi bir hayali kahramanı anlatmıyor, ne de kurgusu itibariyle bir roman olma vasfı taşıyor. Ve muayyen hiçbir karakter hakkında çok fazla bilgi de edinilmiyor, kitap yalın olarak insanların nasıl yaşadıklarını, nasıl yakınlarını kaybettiklerini ve savaşa karşı nasıl bir tutum sergilediklerini anlatıyor. Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp ŞU rspektİf 27 Dosya Barbara Demick sadece bu kitabı yazmak ve Bosna Savaşı’nı yakından takip etmek için savaş boyunca hayatını Bosna’da geçirmiş ve kitabında anlattığı insanların evlerine, tüm ürkütücülüğüne rağmen hissettiklerine misafir olmuş, olmaya çalışmış. Demick kitabında özel olarak tüm Saraybosna’ya misal olabilecek bir sokak/ mahalle olan Logovina’da yaşayan insanları anlatıyor. Yazarın her sayfasında insanı duygusal olarak kuşatan kitabından edindiğimiz bilgilere göre; bu mahallede yaşayan insanların çoğu Müslüman olsa da, aralarında Sırp ve Hırvatlar da bulunuyor(muş), bu sebepten dolayı Logavina’da yaşamak veya birkaç gün zaman geçirmek tüm 28 P e rsp r s p e k t İ f • S ay ı 218 • ŞŞU U B AT 2013 Saraybosna’yı anlamak için yeterli oluyor... Demick kitabında anlatmak istediklerini ‘‘karınca perspektifi’’nden aktarıyor, yani okur kitapta ismi geçen insanlarla aynı seviyede ve yanlarında olduğunu iliklerine kadar hissedebiliyor. Savaşın neden başladığı ve neden bittiği ise kitapta anlatılmıyor, zira kitabın yazarı dahil hiç kimse olanları bütünüyle anlayamıyor, olanlara mantıklı bir izah getiremiyor. Aslında yazar için savaşın sebeplerinin hiçbir önemi de yok, o sadece o zamana kadar normal bir hayat süren insanların bir anda kendi dört duvarları arasında hapis kalmalarını dünya kamuoyuna istiyor. Bu sebepten dolayı kitapta Srebenica Katliamı veya Boşnak kadınlarının sistematik olarak tecavüze maruz kalmaları gibi savaşın acımasızlığının sembolü olmuş hadiseler yer almıyor. Yine yazara göre, Boşnaklar savaşın başladığı ilk günler ve haftalarda etrafta duyduklarını anlamıyor, belki de anlamak istemiyorlar, daha doğrusu gerçeklerle yüzleşemiyorlar. Birçok savaş tanığının anlattığı ve kitapta da yazdığı gibi Boşnaklar, birkaç kilometre ötelerinde düşen bombaları oturma odalarındaki televizyonlarından, sanki dünyanın çok uzak, başka bir coğrafyasına, örneğin Afrika’da bir şehire düşmüş gibi izliyorlar. Yıllarca birlikte yaşadıkları komşularının bir anda düşman olmalarına akıl sır erdiremiyorlar ve herkeste ‘‘bize bir şey olmaz, savaş buraya kadar gelecek değil ya?’’ düşüncesi hakim oluyor. Günler ve haftalar sonra ise savaş tüm acımasızlığıyla her alanda gösteriyordu kendini. Logavina Mahallesi’nde hasar görmemiş tek bir ev dahi kalmıyor, mahallenin Hırvat ve Sırp sakinleri yurtdışında işleri olduğu bahanesiyle mahalleden kaçıp, meçhulde karışıyor, ancak çok sonradan anlaşılıyor ki, pek çoğu gizlice, savaşmak için Sırp ve Hırvat ordularına katılıyorlar. Savaşın şiddetini arttırmaoldukları için saldırıyor ve sıyla evler yaşanılmaz hale acımasızca öldürüyor. Yazageldiğinde insanlar evlera göre, savaş esnasında carinin bodrumlarında ve miler biraz da bu sebepten sığınıklarda yaşam mücadolayı dolup taşıyor. delesi veriyorlar. Su almak Bugün ise, geçmişe nisveya çöp atmak için dışapeten İslam’a olan ilgi çok rıya çıkmanın bile ölümle daha fazla olsa da, Bosna sonuçlandığı bir ortamda halkının bazı dini konuSavaş başladıktan yaşayan çocuklar, tramlarda hala bilgisiz olduğu, sonra Boşnaklar Müsvaylarda ve okul yolunda konuyla ve mevcut şartlarla hep korkuyla hareket etilgilenenler tarafından bilüman olduklarının meye başlıyorlar. Kendileliniyor. Ve dini ve kültürel farkına varıyorlar, rini güvende hissettikleri birçok konu hakkında bilgi yegane mekan ise evlerikirliliği ülkedeki varlığıçünkü Sırplar onlara nin bodrumları oluyor. nı ne yazık ki sürdürüyor. Müslüman olduklarını Demick akıcı bir üslup Özellikle Avrupai yaşam ile insanların nasıl yavaş stiline özenen yeni nesillehatırlatarak, sadece yavaş savaş şartlarına ayak rin hayatında dinin yeri ve Müslüman oldukları uydurmaya çalıştıklarını ve belirleyiciliği üzüntü verici bu acımasız ortam içinde derecede az. için saldırıyor ve zenginliğin bile bir işe yaraYazar 20 yıl sonra Sarayacımasızca öldürüyor. madığını, lüks mobilyalarını bosna’ya geri döndüğünde kendilerini ısıtmak için, haise gözlemdiği ilk şey şu yatta kalma şanslarını biraz oluyor: İnsanlar hala yordaha sürdürmek için, düşünmeden nasıl da yaktıkgun, ama yavaş yavaş hayata adapte olmaya çalılarını anlatıyor. Zira Saraybosna’nın dört bir tarafı şıyorlar. Çocuk parklarının boş, oyun aletlerinin ormanlarla çevrili olsa da, insanlar odun için ormakırık dökük ve paslanmış olması, evlerde kurşun na gitmeye yeltendikleri takdirde öldürüleceklerive bomba izlerinin hala duruyor olması ise, savani biliyorlar. Gıdaların azalması ve Saraybosna’nın şın bu şehri belki de hiçbir zaman terk etmeyecetamamiyle bir açık hava hapishanesi dönüşmesiyle ğinin işaretleri... birlikte ise insanlar yeni beslenme şekilleri ve yeYazara göre, savaştan önce insanların uyrukmek türleri keşfediyor ve Demick kitabına bu ‘‘savaş ları ve dinleri önemli değildi, insanların dış göyemekleri’’nin tariflerine de yer veriyor. rünüşünden de uyrukları belli olmuyordu. Hatta Yazar, dört yıl içinde 11 bin insanın katledilbir Sırp bir Boşnak ile rahatlıkla evlenebiliyordu, mesine sebebiyet veren savaşın, 20.yy’ın sonunda, ama savaştan sonra kitabın gizli kahramanlarının henüz 20 yıl önce Avrupa’nın göbeğinde gerçekleşda anlattığı gibi artık herkes birbirine yabancı, belmesinin ve dünyanın gözü önünde soykırım yapılki de düşman gibi bakıyor. Bu ayrımcılık kendini masının, aslında tüm insanlık ve medeniyet açısındevlet işlerinde de her zaman için belli ediyor. dan bir yenilgi olduğunun altını özellikle çiziyor. Barbara Demick’in Saraybosna’nın Gülleri kiKitapta açıkça değinilen ve Müslümanları yatabı bir hikaye anlatır gibi değil, ama bir tarih kikından ilgilendiren bir başka mesele ise, Boşnaktabının kuruluğuyla da yazılmamış, ikisi arasında ların dine karşı duydukları ilgisizlik ve çoğunun bir yerlerde bu kitap. Bosna Savaşı’na ilgi duyanlar öldürülmelerinin tek sebebi olan Müslüman kimve dinlerinden dolayı işkence ve katliama uğraliklerinden bi’haber olmaları. Ancak savaş başlamış insanların halet-i ruhiyelerini anlamak istedıktan sonra Boşnaklar Müslüman olduklarının yenler için ise eşsiz bir kaynak. Ve bu özelliğiyle farkına varıyorlar, çünkü Sırplar onlara MüslüSaraybosna’nın Gülleri, Avrupa tarihinin en yakın man olduklarını hatırlatarak, sadece Müslüman ve en karanlık yıllarını hafızamıza kazıyor. Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp ŞU rspektİf 29 Dosya özel İman varsa imkân da vardır. Prof. Dr. Necmettin Erbakan 30 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 Bir Dava Adamı: Necmettin Erbakan Müslüman kişiliği, sıradışı üslubu, akademisyen yönü ama hepsinden evvel yorulmaz bir dava adamı olması hasebiyle siyaset arenasında alışılmışın dışında bir soluk, İslam aleminde sevilen ve sayılan bir lider olmayı başarmış ender şahsiyetlerden biriydi Prof. Dr. Necmettin Erbakan. Bu yönleriyle hayattayken kendisini sevenler kadar sevmeyenlerin de saygısını kazanmış, ebedi aleme göçünün ardından da hemen her kesimce hayırla yadedilmeye devam eden yakın tarihimizin ender şahsiyetlerindedi. » MELTEM KURAL meltem.kural@live.de Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 31 Dosya özel Çocukluk Yılları Babası Adana Kozanoğulları Beyliği’nden Ağır Ceza Hakimi Mehmet Sabri Bey, annesi Sinoplu Kale Kumandanı Binbaşı Halil Bey’in torunu Kamer Hanım olan Necmettin Erbakan, altı çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak 29 Ekim 1926 tarihinde Sinop`ta dünyaya geldi. Hayatının ilk altı senesini Kayseri’de geçiren Erbakan’ın Kayseri ile ilgili anılarını bilhassa Laleli Camii avlusunda arkadaşlarıyla birlikte geçirdiği vakitler süsler. Babasının Trabzon’a tayiniyle birlikte Kayseri’de başladığı ilkokula Trabzon’da devam eden Erbakan’ın arkadaşlarıyla yeni buluşma mekanı ise ailesinin oturmakta olduğu konağın geniş bahçesi olur. Bu bahçede bilindik çocuk oyunlarının dışında içeriğini ve kurallarını küçük Necmettin’in belirlediği oyunlar da oynanmaktadır. Çocukluk arkadaşı Vala Kartal o günleri şöyle anlatır: ‘‘O zamanlar televizyon ve radyonun olmadığı bir dönemdi. Ancak köşe kapmaca, salıncakta sallanma veyahut da Necmettin Bey’in kurallarını koyduğu oyunlar oynardık. Bu oyunlarda onu yenmek mümkün olmazdı. Çünkü oyunların kurallarını kendisi koyardı...” Necmettin Erbakan’ın kendisi ise Trabzon’daki çocukluk anılarına dair şunları anlatır: ‘‘Bizim konağın bahçesi genişti. Bütün memur çocukları bizim bahçeye gelirler, bilhassa yaz tatillerinde böyle program dahilinde oyunlar oynardık. Bah- 32 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 Bir milletin asıl gücü; topu, tüfeği yahut tankı değil, imanlı ve inançlı gençliğidir. Prof. Dr. Necmettin Erbakan çede herkesin ayrı ayrı dükkânları vardı. Ayrıca basılmış paralarımız vardı. Günlük hayat programa bağlıydı. Belli saatlerde alış-veriş yapılırdı. Bazen kitap okunurdu. Askeri talimlerde bahçede çok uzun sarmaşıklar vardı. Bu sarmaşıklarla incir ağacından üst kata elektrik telleri çekerdik. Bunu askeri talim gereği yapardık. Üzerine de nar çiçekleri asardık lamba görevi yapsın diye.” Erbakan’ın çocukluğuna dair aile fertlerinin anlattıkları ise onun gelecekte ne denli ‘‘büyük bir adam’’ olacağına dair ipuçları içerir. Bu bağlamda, kardeşinin ileride lider olacağının çocukken oynadığı oyunlardan belli olduğunu söyleyen (Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Ana Bilim Dalı’nın kurucusu) Prof. Dr. Selahattin Erbakan, Nizamettin Erbakan’la ders çalışırlarken o zamanlar henüz 5 yaşında olan küçük kardeşleri Necmettin’in yanlarına gelerek yaramazlık yapmadan sessizce oturup kendilerini dikkatle dinlediğini anlatır. Ayrıca Erbakan’ın çocukken kâğıtlardan para yapıp arkadaşlarına dağıttığını ve bu paralarla ‘‘ekonomicilik’’ oynadığını aktararak onun siyasette gösterdiği ekonomik modelin temellerini küçük bir çocukken oy- nadığı o oyunlarla attığını yarı şaka yarı ciddi söyler. Öyle anlaşılıyor ki Erbakan, önder kişiliği ve zekasıyla o zamanlar bile onu akranlarından farklı ve özel kılan davranışlar sergilemekteydi. Bundan dolayıdır ki öğretmenleri her fırsatta babası Mehmet Sabri Bey’e bu zeki çocuğu en iyi okullarda okutup tahsilini tamamlatması yönünde taleplerini yinelerlerdi. İstanbul Erkek Lisesi Yılları Babası Mehmet Sabri Bey’in emekliye ayrılmasıyla aile İstanbul’a taşınarak Fatih’teki ecdat yadigarı eve yerleşir. Ortaöğretimi için İstanbul Erkek Lisesi’ne kaydı yaptırılan Erbakan okula bir ay geç başlamasına rağmen kısa sürede çalışkanlığıyla öğretmenlerinin gözde talebeleri arasına girer. Öyle parlak bir öğrencidir ki, daha ortaokul ikinci sınıfta okurken öğretmenliğin yanı sıra doktorluk da yapan ve bu sebepten bazı derslere giremeyen hocalarının yerine fizik ve tabiat bilgisi derslerini o verir. Bunun yanı sıra İstanbul Erkek Lisesi 9. sınıfa devam ederken ‘‘Sıfırcı Avni’’ olarak bilinen dönemin meşhur matematik hocası Avni Kulen’den tam not alan ilk öğrenci olur. Erbakan öğrenim hayatı boyunca zekası ve çalışkanlığıyla matematik hocası Avni Kulen ve kimya hocası Refik Bey gibi daha nice hocasına düşük not verme alışkanlıklarını bozdurmaya devam edecektir. Erbakan küçük yaşlarından itibaren girdiği her ortamı olumlu anlamda değiştiren ve dönüştüren, sağlam bir islami duruş sergiler. Derslerdeki üstün başarısının yanı sıra ibadetlerini de eksiksiz bir şekilde yerine getirmeye gayret eden bu seçkin öğrencinin isteğini geri çevirmeyen lise yönetimi okulun bir odasını mescid olarak tayin etmeyi kabul eder. Dindar, çalışkan ve esprili bir genç adam... İstanbul Erkek Lisesi’ni birincilikle bitirerek üniversiteye sınavsız geçiş hakkı elde etmesine rağmen o, arkadaşları gibi giriş imtihanına katılmaya karar verir ve sınavda ilk ona girerek İstanbul Teknik Üniversitesi’ne ikinci sınıftan giriş yapar. İTÜ’nün yıllığında arkadaşları Erbakan için şu satırları kaleme almıştır: “Toylardandır, dindardır ve çalışkandır. Hayatının yarısını namaz, yarısını da projeler işgal eder. Sınıfının yarısını kendisi, yarısını da arkadaşları işgal eder. Proje ve raporları geniş izahlıdır. Herkesin bir sayfada bitirdiği konuyu o kırk sayfada hülasa eder. Kendisine cıvata nedir diye sorarsanız, izaha demir filizlerinin naklinden başlar ve o kadar uzun anlatır ki, nihayet namaz vakti gelir, gider namazını kılar gelir ve kaldığı yerden devam eder.” Erbakan aynı zamanda espritüel de bir insandır. Ağabeyi Selahattin Erbakan onun esprileriyle ailenin neşe kaynağı olduğunu, fakat bunların sulu şakalar olmayıp, küçükken yaptığı şakaların bile mutlaka bir iğneleme veya özel bir anlam ihtiva ettiğini söyler. Erbakan siyasete atıldığında bu mizah anlayışını insanlara Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 33 Dosya özel ulaşmada etkili bir araç olarak kullanmayı da bilmiştir. Öyle ki onun siyasetteki bu espirili uslûbuna dair kendisine, ‘‘Amca, neden televiyzonda öyle komik komik konuşuyorsun’’ diye soran o zamanlar küçük bir çocuk olan büyük yeğeni Prof. Dr. Günhan Erbakan’a gülerek, ‘‘Başka türlü insanın kafasında kalmaz. Öyle konuştuğum için beni hatırlıyorlar.’’ cevabını verir. Kendisiyle tanışma fırsatını yakalamış herkesin onun hakkında mutabık olduğu bir diğer husus da Erbakan’ın karşısında kim olursa olsun son derece yüksek bir nezaket sahibi ve düşünceli bir insan olduğudur. Aynı zamanda sakin ve iyimser bir mizaca da sahipti. Nermin Hanım ile 1967’de yapmış oldukları evlilikten üç evlat sahibi olan Erbakan’ın büyük kızı Zeynep Erbakan babasının daima sakin ve hoşgörülü bir insan olduğunu, en zor zamanlarda bile “inanıyorsanız üstünsünüz” diyerek metanetini koruduğunu söyler. Her zaman müşfik bir baba, bilhassa torunlarıyla vakit geçirmek ve onlarla oynamaktan hoşlanan sevecen bir dede olduğunu ise kendi çocuklarının ağzından öğreniriz. Son derece hoşgörülü bir insan olarak da tanınan Erbakan hakkında yeğeni Prof. Dr. Günhan Erbakan şunları söyler: “İnanılmaz demokrat bir insandı. Bize din açısından hiçbir şekilde baskı yaptığını görmedim, duymadım da... O yüzden kendisini çok sayar ve severim. Kendisi dindardı. Namazlarını asla aksatmazdı. Dini bilgisi çok genişti. Sorduğumuzda bizlere konuyla ilgili en doyurucu bilgiyi verirdi. Ama asla baskıyla ya da imayla bize baskı kurmadı.” Hayattayken kendisine yöneltilen: “Nasıl bir insan olarak anılmak isterdiniz?” sorusuna “Canıyla, malıyla İslam’a hizmet etmeye çalışan bir insan olarak anılmak isterim.” cevabını vermiş olan Erbakan, ağabeyi Selahattin Bey’in de altını çizdiği gibi: “Ömrünü insanlığın kendisine adamış bir kişilikti.” Ondandır ki vefatının ardından yurdun, hatta dünyanın dört bir yanından kendisiyle sağlığında sahsen tanışma imkanı yakalayamamış da olsa ona karşı son görevlerini yerine getirmek isteyen gencinden yaşlısına 1,5 milyon insan Fatih Camii’nde buluştu; bedenleri ve ruhlarıyla cami avlusuna sığmayarak sokaklara ve caddelere taşan bu insan seli doğrusu daha önce benzeri az görülmüş bir manzaraydı. Bizler de hayatını İslam dünyası ve insanlığın saadetine hasretmiş bu büyük insanı Hakk’a yürüyüşünün ikinci senesinde sevgi, saygı, özlem ve rahmetle anıyoruz. 34 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 35 Dosya özel İslam Dünyasının Hocası Erbakan’ın Mücadelesi » İLHAN BİLGÜ ibilgu@igmg.de Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük değerlerden biri olan Erbakan gerek örnek kişiliği ve yaşayışıyla, gerekse “uslanmaz” bir optimist ve yorulmaz bir dava adamı olması hasebiyle milyonlarca insana, bilhassa gençlere manevi bir güç ve esin kaynağı oldu. 36 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 Ö mrünü adeta engelli bir maraton mesabesinde yaşayan Necmettin Erbakan hayatı boyunca hiç yorulmadan, sızlanmadan ve her şeyden önemlisi zafere olan inancını yitirmeden koşan çok değerli bir fikir ve aksiyon adamıydı. Anlaşılan o ki onun lügatinde yorulmak ve umudunu kaybetmek kelimelerine yer yoktu. O efsanevi zümrüdü Anka kuşu misali takatinin tükendiği sanıldığı anda eskisinden daha büyük bir güç ve inançla kanat çırpmaya başlar ve rüyasına daha çok insanı ortak ederek ilerlerdi sonuna kadar inandığı yolunda. Bu özelliğiyle ünlü şair Sezai Karakoç’un “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” mısraının yaşayan bir örneğiydi sanki. Türkiye’nin son 50 yılına siyaseti ve oluşturduğu devasa hareketle damgasını vuran eski Başbakanlardan merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan, onun başbakanlığına karşı oluşturulan siyasî, adlî ve askerî başkaldırının Millî Bizim davamızda kimse kendisi için yaşamaz, herkes kardeşi için yaşar. Menfaati öldürmenin en kolay yolu budur... Prof. Dr. Necmettin Erbakan Güvenlik Kurulu kararı olarak açıklanması üzerine dahi (28 Şubat 1997) kendine olan güvenini kaybetmedi. Post-modern darbe olarak adlandırılan ve Türkiye’de “28 Şubat” diye bilinen bu tarihte, Erbakan Hoca’nın siyasî misyonu ve hareketi bölünüp parçalanmak istense de o, gelinen bu noktada bugün herkesin hayıflanarak takdir ettiği bir şahsiyet olarak karşımıza çıkıyor. Onurlu dik duruşu, partisi kapatıldığı halde herkesi teskin eden, ama çalışmalarına kaldığı yerden devam eden Erbakan, darbe girişimlerini eleştirirken bile milletin değerlerini savunmaktan geri durmayan bir tarihi kişilik olarak, Türkiye toplumundaki yerini aldı. Hatırlanacağı gibi ülkede tüm dindarlar takibe alınmış, büfecilere ve köftecilere kadar fişlenmiş, okullardan ve devlet dairelerinden başörtülüler atılmış, yurt dışındaki pek çok üniversitenin diploması iptal edilmiş, yüzlerce kişi haksız suçlamalarla hapsedilmişti. İşte böylesi bir ortamda dahi Erbakan, umudunu, inancını yitirmemiş yoluna kaldığı yerden devam etmişti. Yaptık- larını savunmuş, yasaklanmasına rağmen yapmak istediği pek çok şeyi de açıkça deklare etmişti. Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük değerlerden biri olan Erbakan gerek örnek kişiliği ve yaşayışıyla, gerekse “uslanmaz” bir optimist ve yorulmaz bir dava adamı olması hasebiyle milyonlarca insana, bilhassa gençlere manevi bir güç ve esin kaynağı oldu. Erbakan’ın en önemli özelliklerinden birisi, olumlu anlamda çok “inatçı” ve ısrarcı birisi olmasıydı. Öyle ki, onun için başarılamayacak, yapılamayacak bir iş yoktu. Zaten okul hayatından beri, siyasî hayatta önüne konulan her engeli sanki hiç yokmuş gibi aşma çabası, başarılarının temelini oluşturuyordu. Odalar Birliği ve Gümüş Motor mücadelesi, Millî Nizam ve Millî Selamet Partileri’nin kapatılması, 12 Eylül 1980’de tutuklanması, 28 Şubat darbesi ve arkasından Refah ve Fazilet Partileri’nin kapatılması karşısındaki tutumu ve her kapatılmadan sonra yeni başlamışçasına aynı heyecanla çalışmaya başlaması onun “ısrarcı” yapısını gösteriyordu. Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 37 Dosya özel O, doktorasını Almanya’da yapmış, kayda değer bilimsel çalışmalara imza atmış başarılı bir mühendis olarak dindar insanların cahil, ilim ve fenden uzak, dünyaya ve teknolojik gelişmelere kapalı oldukları “yalanını” sistemli bir şekilde toplumun bilinçaltına yerleştirmeye çalışan kesimin rahatını kaçırmıştı. Hayal kurmanın dahi Türkiye için bir lüks addedildiği o karanlık dönemlerde rüyalarını gerçekleştirmek için kollarını sıvayan ve devrin mevcut şartlarında gelecekten ümidini kesip köşesine çekilmek zorunda bırakılmış insanlara yeniden hayal kurmayı ve umut etmeyi öğreten aktif bir Müslümandı. Onun siyasî liderliği bir yana kişiliği ve çizdiği yol ve yürüttüğü usül, siyasî hayatında muhalifleri de olsa Türkiye’deki İslamî camianın da kimliğinin oluşmasına ve yerleşmesine yol gösterdi. Bu anlamda kendisi, Türkiye’nin en etkin siyasî hareketini miras bıraktı ise de, genelde İslamî camianın kendisinden emin bir şekilde dik durabilmesine öncülük eden bir şahsiyet olarak da tarihteki yerini alacaktır. Müslümanların kendilerinden emin bir şekilde toplum önüne çıkarak varlıklarını gösterebilmelerinin dolayısı ile dikbaşlı durabilmelerinin yolunu bizzat kendi hayatı ile örneklendiren Erbakan, din ile olan bağını saklamadığı gibi siyasî hayatı boyunca din/ İslam vurgusu yapmaktan da çekinmedi. Dindarların aşağılandığı bir dönemde, medyanın ve siyasî muhaliflerin alaycı tavırlarına rağmen, mitingleri gecikse bile namazlarını ihmal etmedi. Siyasî hayatının ilk dönemlerinde, o zamanın en tartışmalı konularında dinin/İslam’ın da söyleyecekleri olduğu gerçeğini bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Şiddete kesin bir tavırla karşı çıktı. Sağ-sol çatışmasının kanla beslendiği ve neredeyse 5 bini aşan kurban aldığı dönemlerde, kendi hareketine karşı ölümle sonuçlanan kanlı ve silahlı saldırılara karşı dahi, bu hareketi şiddet içerikli çatışmalardan uzak tutan basiretli adımları ile her türlü aşırılığı engelledi. Erbakan’ın resmî programında, genelde sosyal ve ekonomik kalkınma programı yer almasına rağmen, dindârlığıyla birlikte, dinin sosyal hayattaki konumuna önem vermesi, alışıla gelmişin dışında, özellikle CHP iktidarları döneminde aşağılanan halk kitleleri ile bire bir temas kurması, herkesi kucaklaması ve bir lider olmasına rağmen, hep halktan biri gibi olması, ahlâk ve maneviyat derken, İslam ahlâkından bahsetmesi Müslüman kitlelerin her ge- 38 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 çen gün daha da başlarının dik durmasını sağladı. Zamanın ruhuna hitap edebilmeyi iyi bilen Erbakan, bu ruhu İslamî bir kimlikle olgunlaştıran ender siyasî liderler arasında yer alır. Türkiye’de ise bu konuda öncü liderdir. Liderliğini yaptığı siyasî hareketi, mensupları ile birlikte oluşturdu. Mensuplarını şuurlandırdı, dinî hassasiyetlerinin diri olmasını sağladı. Tabir caiz ise mensuplarını, yönlendirdi, eğitti, yetiştirdi. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve uluslararası problemlerinin çözümüne, İslamî denilmesinin yasak olduğu bir dönemde “millî çözüm”, daha sonra da kendine özgü bir uslubla anlattığı “Adil Düzen” diyerek dinî bir açıdan yaklaşması, dindarları heyecanlandırdı. “Adil Düzen” içeriğinden ziyade bir kavram ve adalete olan özlemi ifade eden bir sistem olarak Türkiye’de geniş kitlelerin onayını aldı. Onun ilim adamlığı sıfatı, siyasî hayatında da etkin oldu. Olayları ince ayrıntılarına kadar tahlil edişi ve halkın anlayacağı şekle indirgemesi siyasî dehasının bir göstergesiydi. “Hoca” sıfatını, üniversite hocalığının yanı sıra, neredeyse röportajlarında dahi ders verircesine konuşmasından dolayı onun kendine has sıfatı olmuştu. Her ne kadar kimi kesimler “hoca” sıfatlandırmasını, onun dindarlığını da çağrıştıran bir aşağılama hitabı olarak kullandılarsa da, o bundan her zaman gurur duydu. Ve neticede “Hoca” onun vazgeçilmez sıfatı olarak gönüllerde yer tuttu. Erbakan hoca, İslam birliği çerçevesinde Avrupa’daki Müslümanlara da özel ilgi gösteren birisiydi. 12 Eylül askerî darbesinden sonra özgürlüğüne kavuşmasını müteakiben “Avrupa Müslümanları Meseleleri” başlığında konferansların düzenlenmesinde bizzat yer aldı. Avrupa Müslümanlarını sadece Türkiye’den göç etmiş Müslümanlar olarak değerlendirmedi. Bir ümmet şuuruyla, o zamanların doğu bloku altında yaşayan Müslümanların temsilcilerini dahi, Arnavutluk’tan Rusya’ya, Yugoslavya’dan Polonya’ya kadar bu konferanslara davet etti. Avusturya, Hollanda, İsviçre ve Almanya’da düzenlenen bu konferanslarda Avrupalı Müslümanlara gelecek ile ilgili yapılması gereken projeler konusunda yol gösterdi ve bu Müslümanların ümmetin bir parçası olduğu gerçeğini İslam dünyasından davet edilen pek çok ilim adamının da dikkatine sundu. Ziyaretleri esnasında her ülkede camileri ziyaret ederek cemaatle kucaklaşıp hasb-i hâl etti. Bir çiçekle bahar olmaz ama, her bahar bir çiçekle başlar... Prof. Dr. Necmettin Erbakan Erbakan, İslamî kimliği ve “İslam Birliği’ne yaptığı vurgudan dolayı İslam dünyasında geniş bir şekilde tanınıyordu. Buna karşın, D-8’ler projesinde olduğu gibi “Barışa Dayalı Bir Dünya” söylemi olmasına rağmen, Erbakan’ın, özellikle Batı dünyasındaki imajı olumlu bir imaj değildi. Avrupa Birliği’ne (Ortak Pazar, Avrupa Ekonomik Topluluğu), ABD ve Sovyetler Birliği etrafında kutuplaşmış bir dünya siyasetine, dinî vurgularla da donanmış olan muhalefeti, gerekli olan sağlıklı ilişkilerin kurulmasını engelledi. Bunun yanı sıra, İslam dünyası ve özellikle Orta Doğu’daki siyasal gelişmeler sebebiyle sert İsrail muhalefeti ve antisiyonist tutumu bu ilişkilerin kurulmasının yollarını kapadı. Fakat Erbakan, uluslararası ilişkilerde konuşmalarındaki sertliği hiç bir zaman uygulamadı. Bunun içindir ki, Başbakan Yardımcılığı ve Başbakanlık yaptığı dönemlerde Erbakan’ın politikaları yüzünden herhangi bir gerilim yaşanmadı. Yine aynı şekilde İsrail ve antisiyonist söylemlerinin arasında antisemitist nitelikte değerlendirilen kimi yaklaşımlar olsa da, Yahudi asıllı şahsî dostları vardı. Kendisi de, tüm bu söylemlerin ülke olarak İsrail, genel bir toplum olarak da Yahudileri hedef almadığını, aksine yalnızca siyonist tutumları İsrail’in Filistin halkına yönelik zalimce tutumunu hedef aldığını söylerdi. Buna rağmen Erbakan’ın antisiyonist tavrı Batı dünyasında endişe ile izlenmekteydi. Fakat kendisi bu endişelerin farkında olarak pek çok özel girişimi ile bu algının düzeltilmesi için çalıştı. Aslında aynı algı Türkiye’de de vardı ve “28 Şubat” darbe ekibi bu algıyı medya ile iyi kullanabilmişti. Ancak, Türkiye’de belediye hizmetlerinin kalitesi ancak onun hareketine mensuplar tarafından ortaya konabildiği gibi, bir yıllık iktidarı dönemi tüm siyasal kargaşaya rağmen o zamanın en başarılı dönemi oldu. Nitekim cenazesinin, bu zamana kadar eşi görülmemiş bir şekilde toplumun neredeyse her kesiminden milyonlarca kişinin omuzlarında taşınması, Erbakan Hoca’mızın geride bıraktığı izlenimin, çok geç de olsa, bir son görev olarak yansımasıydı. Cenaze töreninde Fatih’te asılan bir afişte yazıldığı gibi fırtınayı harekete geçiren bir kelebeğin kanat çırpışıydı onunki. İşte o ifade onun hayatını özetleyen ifade idi. Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 39 Dünya Fransa’nın Son ‘‘Özgürleştirme’’ Operasyonu: Mali Fransa’nın desteğiyle 11 Ocak günü Mali’de radikal gruplara karşı başlatılan operasyon bir yandan Fransa’nın sömürgecilik anlayışının devam ettiğini, diğer yandan ise Suriye’de aylardır devam eden iç çatışmalara hiçbir çözüm derdi olmayan ülkenin Mali operasyonuyla önceliklerini hangi doğrultuda belirlediğini açıkca göstermektedir. 40 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 » taner doğan info@tanerdogan.net 17. yüzyılda Afrika’da sömürgeciliğe başlayan Fransa 1950’li yılların sonuna kadar sömürge imparatorluğunu sürdürmüştür. Zengin yeraltı kaynaklarına sahip olmasına rağmen Afrika’nın en fakir ülkelerinden biri olan Mali, Fransa’nın 1960’a kadar sömürdüğü ülkeler arasında yer almaktadır. 15 milyon insanın yaşadığı ve halkın %90’ının Müslüman olduğu ülkede geçen yılın mart ayında hükümet ile radikal gruplar arasında anlaşmazlıklar çıkarak ülkedeki gerilim artmış, geçtiğimiz haftalarda ise hükümetin Fransa’dan destek istemesiyle ülke içindeki çatışmalar zirveye tırmanarak uluslararası boyuta taşınmıştır. Mali’deki olaylar 22 Mart 2012 tarihlerinde, seçimlere bir ay kala mevcut hükümete askeri darbe ile müdahalede bulunulmasıyla başlamıştır. Yüzbaşı Amadou Sanogo önderliğinde gerçekleştirilen dar- bede hükümet Tuareg savaşçılarına karşı yeterince müdahil olamamakla suçlanıyordu. Bu darbeden cesaret alan Tuareg savaşçıları, Ensaruddin ve Batı Afrika Tevhid ve Cihad Hareketleri yaptıkları baskınları artırarak Gao, Kidal ve Timbuktu şehirlerini ele geçirdiler. Bu şehirleri ele geçirmeleriyle beraber Azawad bölgesinde bağımsızlık ilanında bulundular. Yine ülkenin kuzeyinde ‘‘şeriat’’ uyguladıklarını iddia ederek katı kurallarla farklı bir hukuk yorumu getirmeleri uluslararası basında olumsuz algılara neden oldu. Bilhassa Ensaruddin hareketinin Selefi anlayışa mensup insanlardan oluşması Sünnilere karşı cephe oluşmasını da beraberinde getirmiş durumda. Saldırılar esnasında türbelerin yıkılması ile Mali’nin kadim tarihine ve köklü geleneğine ciddi zararlar verdiğini de belirtmek gerekiyor. Böylece bir zamanlar sömürge imparatorluğunun yaptığını bugün radikal gruplar yaparak ülkenin entelektüel/kültürel hafızası silinme noktasına getirmektedirler. Dolayısıyla Fransa Mali’deki radikal grupları, radikal gruplar ise (sözde) İslami devlet kurma hayaliyle tasavvufi geleneğe ve eserlerine ciddi zararlar vermektedir. Radikal gruplar ülkenin kuzeyini ele geçirdikten sonra Mali hükümeti ‘‘Mali’de şeriat devleti kurulmak isteniyor.’’ gerekçesiyle (bahanesiyle mi demeliydik?) Fransa’ya askeri yardım çağrısında bulunması sonucunda 2000 Fransız askeri ülkeye konuşlandırıldı. Çevre ülkelerden de askerlerin intikal etmesi, ayrıca ABD ve İngiltere başta olmak üzere birçok Batılı ülkenin lojistik, haberleşme ve ulaştırma gibi konularda destek veriyor olması perde arkasında sadece Fransa’nın olmadığını göstermekte. Rusya’nın ise Fransa’ya tam destek verdiğini, hatta askeri açıdan da işbirliğine hazır olduğunu belirtmesi, operasyonun farklı boyutlar içerdiğinin anlaşılmasını sağlıyor. Suriye konusunda kararlığını sürdüren Rusya’nın bu operasyonda Fransa’ya destek olması ‘‘çıkar siyaseti’’ yorumlarının yapılmasına sebep olmaktadır. Uzmanlar operasyonun Çin’in bölgede artan etkinliği karşısında Batı’nın attığı stratejik bir adım olarak değerlendirilmesi gerektiğini de vurguluyor. Fransa’ya tepkiler artıyor Fransa’da eski cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing de Mali’de savaşa giren Fransız iktidarını uyararak savaşın sonuçlarından endişe duyduğunu belirtti. Mali operasyonunun yeni sömürgecilik (neo-kolonyalizm) anlayışına dönüşmemesi gerek- tiğini hatırlatarak sosyalist hükümeti uyardı. T.C. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ise tek taraflı müdahaleye karşı olduklarını ve çözümün BM aracılığıyla yapılması gerektiğini savunarak özellikle Timbuktu şehrinin Osmanlı/İslam medeniyetinin izlerini taşıması hasebiyle korunması gerektiğini ifade etti. Ayrıca Davutoğlu’nun çabalarıyla İslam İşbirliği Teşkilatı’nın şubat ayı başındaki toplantısının en önemli gündem maddesinin Mali’deki olaylar olması bekleniyor. BM etkinliğini yitiriyor Birleşmiş Milletler’in 20 Aralık tarihindeki oylamada Afrika ülkelerinin önderliğinde yürütülecek askeri müdahale planını kabul etmesi ise, kurumun karar alırken barış ve uzlaşmayı dikkate almadığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Bir yandan askeri müdahale kararı alan BM’nin, diğer yandan ülke içinde yaklaşık 229 bin kişinin evlerini terk etmek zorunda kaldığını, yaklaşık 150 bin kişinin de çevre ülkelere sığındığını belirterek yardım çağrısında bulunması, BM’nin ‘‘adalet’’ anlayışındaki dengesizliği sorgulamayı gerektiriyor. Din adına dine zarar veriliyor Etnik, dini ve siyasi nedenler Mali’deki olaylarda ön planda olsa, ya da öyle gösterilmeye çalışılsa da, Fransa’nın müdahalesiyle sömürgecilik anlayışının 21. yüzyılda da devam ettiği bir kez daha müşahade edilmektedir. Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın göreve geldiğinden beri birçok konuda çekimser ve temkinli davranıp Mali saldırıyla alakalı net bir tavır almış olması ise asıl amacın ‘‘özgürlük’’ olduğu şüphelerini arttırmaktadır. Nitekim ülkede altın, elmas, uranyum ve doğalgaz gibi yer altı zenginliklerinin bol olması Fransa’yı operasyona sürükleyen temel nedenler olarak sayılmaktadır. Tüm bu zenginliklere rağmen iç savaşlarla fakir bırakılan Mali’de ülke insanını daha zor günler bekleyeceği ise açıktır. Diğer yandan büyük ölçüde Suudi Arabistan tarafından desteklenen ve Selefi ideolojisine sahip olan grupların yöntemi tartışmaya açık olsa da, Arap Baharı’yla birlikte ciddi bir yükselişe geçtiklerini gözden kaçırmamak gerekir. Dolayısıyla saldırılarla Fransa’nın sadece yer altı zenginliklerine sahip olmak istediğini iddia etmek hatalı olur. İç ve dış müdahalelerle yeni düşman selefilerin önünü kesmenin bu siyaset anlayışının temel hedefi olduğunu unutmamak gerekir. Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 41 Dünya Patani’de Barış Olur mu? Tayland’ın güney eyaletlerinin, 1909 yılında İngiltere ile yapılan bir anlaşma sonrasında Tayland’da bırakılması ile başlayan Patani problemi, Tay Krallığı’nın ulusal bir Tay kimliği oluşturmak için yürüttüğü kültürel baskı politikası ile zirveye ulaştı. Müslümanların Malayca konuşmaları yasaklandığı gibi sokakta ve devlet dairelerinde kendilerine has kıyafetler giymeleri, İslamî okulları ve Müslüman isimleri kullanmaları da yasaklandı. » HAKKI YAZAR yazar.hakki@gmail.com 42 P e rsp r s p e k t İ f • S ay ı 218 • ŞŞU U B AT 2013 17 Kasım’da Cibuti’de toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı (OIC)’nin, Müslüman azınlıkların korunması ile ilgili olarak alacağı kararda yer alan ve Tayland Hükümeti’nin ülkedeki Müslümanların haklarını vermesi ve korumasını isteyen kararını merakla bekleyenler arasında şüphesiz Tayland temsilcileri de vardı. Toplantıda ülkeyi Dışişleri Bakan Yardımcısı Jullapong Nonsrichai temsil ediyordu; hem de kalabalık bir heyet ile birlikte. Heyette, askerî görevlilerin yanı sıra sivil görevliler ve Müslümanları temsilen, Tayland Şeyhulislam’ı adına Dr. Wisoot Tobrani Binlateh de bulunuyordu. Dr. Binlateh aynı zamanda güney eyaletlerinden Songkhla’da Ban Nua Camii’nde imamlık yapıyor. Geçmiş hükümetlerin güney Tayland Müslümanları ile ilgili politikalarını eleştiren ve saygın bir akademisyen de olan Dr. Binlateh aynı zamanda Sonkhla İslam Komitesi’nin de başkanı ve Tayland Şeyhulislamlığı’nda temsilci olarak görev alıyor. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ülkenin güneyindeki Muslümanlarla ilgili aldığı karar ise Tayland delegasyonunu memnun etmeyecek nitelikteydi. Zira yayınlanan kararda, Tayland’ın 2007 yılında verdiği sözleri yerine getirmediği ve bölgede şiddet azalsa da Müslümanların temel haklarının korunması yönünde siyasal ya da ekonomik kararların alınmadığı vurgulanıyordu. Nitekim, Pattani, Yala, Narathiwat ve Songkhla gibi Müslümanların çoğunlukta yaşadığı eyaletlerde şiddet yeniden başlamış ve okullar bir ay boyunca tatil edilmek durumunda kalınmıştı. Bölgeye özerklik vadederek seçimlerde oy isteyen ama hiçbir milletvekili çıkaramayan Başbakan Yingluck Shinawatra’nın, “Tay’ların Partisi” anlamına gelen Phak Phuea Thai Partisi, önceki iktidarların şiddet ve baskı politikalarını bir yaptırım aracı olarak kullanmadı ise de, soruna kalıcı çözümler üretmekten uzak durdu. Ülkenin güçlü askerî bürokrasisi ile problemi olan yeni iktidar, bir buçuk yıllık idaresi süresince hep karşılıksız vaadlerde bulunmakla kaldı. Aralık ayı başında bölgeyi ziyaret eden Başbakan Yingluck Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp ŞU rspektİf 43 Dünya Shinawatra, soruna çözüm bulacakları sözünden başka bir yeni politika üretemedi. Zaten Shinawatra, iktidarı zamanında en çok şiddetin oluştuğu ve bölgenin adeta bir savaş alanına dönüştüğü kardeşi eski Başbakan Thaksin Shinawatra’nın gölgesinde yaşamakla suçlanıyor. Şimdilerde ülkesini terketmek zorunda kalan Thaksin Shinawatra, 2001-2005 yılları arasında başbakan iken Pattani eyaletinde Kru Sae (Kerisek) Camii’ne sığınan isyancıların ve Narathiwat eyaletindeki Tak Bai’da gösteri yapan 85 Müslümanın öldürüldüğü çeşitli olaylar yaşanmıştı. Thaksin, bölgedeki askerlerin, polisin ve diğer yarı resmî silahlı grupların Müslümanlara karşı yürüttüğü her türlü hareketi cezadan muaf tutan bir genelgesinin yanı sıra, direnişçileri, “serçe haydut”lar olarak nitelendirmişti. Ancak bu dönemde eyaletlerde şiddet olayları öylesine arttı ki, askerî ve diğer güvenlik güçlerinin yanı sıra devletin silah verdiği ve adlarına köy savunma birlikleri denilen birkaç farklı köy korucuları benzeri gruplar, Müslüman köylerine saldırılarını artırdı. Herhangi bir ayırım yapmadan Müslüman köyleri ve insanlar saldırıların hedefi oldu. Yüzlerce kişi güvenlik kuvvetlerince göz altına alındıktan sonra ölü olarak bulundu. Güvenlik anlamında her köyün kendisini koruması amaçlı oluşturulan bu silahlı örgütlenmeler neredeyse tamamıyla Müslümanlara karşı kullanıldı. Köy Savunma Gönüllüleri (Chor Ror Bor), Kasaba Koruma Gönüllüleri (Or Ror Mor Town), doğrudan Tay Kraliçesine bağlı olarak çalışan Köy Koruma Gönüllüleri (Or Ror Bor) gibi silahlı örgütlenemelerin en tehlikelisi ve saldırganı ise çoğunluğu eski suçlulardan oluşan ve “Avcı Askerler” anlamına gelen hudut muhafaza birlikleri Thahan Phran ile İçişleri Bakanlığına bağlı Gönüllü Savunma Birlikleri (Or Sor) oldu. Bunun yanı sıra resmî olmasa bile Birleşik Tay’lar (Ruam Thai) adı altında kurulan yerel Budist birliklerinin sayısı da artırıldı ve bu birlikler ağır silahlarla silahlandırıldı. Bölgede çıkan çatışmalarla ölenlerin çok büyük bir bölümünü Müslüman köylüler oluşturdu. Budist köylerine getirilen bu ayrıcalıktan (silahlandırmadan), gelen siyasal tepkiler üzerine yalnızca birkaç Müslüman köy yararlandırıldı. Devletin, Budistleri bu şekilde silahlandırması karşısında Müslüman direnişçiler de aynı şekilde saldırılarını yoğunlaştırdı. İşte böylesi bir mirası da sahiplenmek durumunda olan şimdiki Başbakan Yingluck Shinawatra, daha çok Müslüman kadınlar üzerinden politika yapmaya çalışsa da olumlu bir gelişmeye imza atamadı. 44 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 Patani Problemi Malay asıllı Müslümanlar Tayland Müslümanlarının önemli bir bölümünü oluşturuyor ve Tayland Müslümanları denilince de akla ilk onlar geliyor. Fakat Tayland’a sayıları milyonu aşan Ta’i, Çam (Vietnam-Kamboçya kökenli), Haw Çin’lileri, Bengalliler, çok eskiden bölgeye yerleşen Patan, Arap, İran, Pencab asıllı Müslümanların yanı sıra Cava, Minangkabau, Bawea ve Samsam asıllı Müslümanlar da vardır ki, bu Müslümanlar genelde kuzeyde ve doğu bölgelerinde yaşıyor. Fakat güney Müslümanları aynı zamanda Tayland ile Müslümanlar arasındaki problemi de temsil ettiği için Tayland Müslümanları hep Patanililer olarak anılageliyor. Tayland’ın güney eyaletleri olan Songkhla, Pattani, Yala ve Narathiwat eyaletlerinin 1909 yılında İngiltere ile yapılan bir anlaşma sonrasında Tayland’da bırakılması ile başlayan Patani problemi, Tay Krallığı’nın ulusal bir Tay kimliği oluşturmak için yürüttüğü kültürel baskı politikası ile zirveye ulaştı. Müslümanların Malayca konuşmaları yasaklandığı gibi sokakta ve devlet dairelerinde kendilerine has kıyafetler giymeleri, İslamî okulları ve Müslüman isimleri kullanmaları da yasaklandı. Kıyafetlerini değiştirmeyen Müslümanlar, özellikle imamlar ve medrese hocaları sokaklarda, herkesin gözü önünde bambu ağaçlarından yapılan soplarla dövüldüler, ek ceza olarak çoğunun elbisesi sokaklarda yırtıldı. Müslüman isimleri kullanmak isteyenlere çalışma izni bile verilmedi. Rütbe olarak albay olan ancak bir darbe yaparak işbaşına gelen ve kendi kendine Feldmareşal ünvanı veren Phibun Songkhram, ülkenin Siam olan adını 1939’da Tayland olarak değiştirdi. Her ne kadar “Özgür Ülke” anlamına gelse de bu isim, aslında ül- keyi kontrol altında tutan ve orta Tayland’da yaşayan T’ai ulusunu çağrıştırması bakımından tam bir asimilasyonu hatırlatıyordu. Phibun Songkhram’ın yine 1939 yılında uygulamaya koyduğu Thai Ratthaniyom (Tay Devlet Kuralları) Tay dilinden başka dilleri yasaklıyor ve Budizm’in Tay ulusal kimliğini temsil ettiğini öne çıkarıyordu. Böylece Müslümanlar için aynı zamanda dinî ve kültürel bir zulüm de başlıyordu ki, böylece, Müslümanlara ait köy ve kasabaların da isimleri değiştirildi. Örneğin Patani adı bugün güney Tayland’a bir eyaletin adı olduğunda Pattani şeklinde kullanılır. Patani şeklinde kullanılması resmen yasaktır. Çünkü Patani çok sayıda güney Tayland eyaletleri ile kuzey Malezya’yı da içine alan Müslüman bir sultanlıktır. Aynı şekilde Malayca’nın bir lehçesi olan ve Müslümanların Javi dedikleri bir alfabe ile yazılan dile ve alfabesine resmen Javi denilmez. Taylandlıların kullandıkları Yavi denilir ki, bu aynı zamanda aşağılama amaçlı kullanılır. Tay hükümetinin bu baskıları sonucunda ise geçtiğimiz yüzyılın ortalarından itibaren çeşitli direniş örgütleri kurulur. Bu örgütlere öcelikle Patani Sultanlığı’nın mirasçıları liderlik ederler. Bununla birlikte, özellikle Müslüman alimler de gruplara öncülük eder. Direniş Örgütleri Bugün yapıları değişse ve direnişin nasıl organize edildiği bilinmez hale gelse de 1940’lardan beri Tay idaresine direnen pek çok örgüt oluşturulmuştur. Bunlar arasında en meşhurları Milli Devrim CephesiKoordinasyonu (BRN-C) ile Patani Birleşik Kurtuluş Örgütü’dür (PULO). Bersatu (İttihad) örgütü ise bu iki örgütün diğer bazı örgütlerle birleşerek oluşturdu- ğu bir başka örgüttür. Patani İslam Mücahidleri örgütü (GMIP) ise 1995 yılında kurulan bir örgüttür. Bu örgüt ile birlikle silahlı direniş çoğalmış, ancak Tayland hükümetinin saldırgan politikaları sonrasında artan karşılıklı saldırıların sivillere yönelmesi üzerine GMIP hariç, diğer büyük örgütler sivillere saldırmama kararlarını tekrar etmişlerdir. İlginçtir ki 19401990 yılları arasındaki direnişte Malezya bu örgütleri desteklememiş hatta zaman zaman Tayland hükümeti ile işbirliği yapmıştır. Fakat şu anda Malezya bölgedeki barışın kilidi haline gelmiş bulunmaktadır. Barış Çabaları Sadece 2001-2005 yılları arasında, nerdeyse 4.000 insanın hayatına mal olan çatışmaların sona erdirilmesi ve probleme çözüm arayışları, zamanın “şahin” başbakanı Thaksin Shinawatra zamanında başladı. Müslümanlara çeşitli özgürlükler tanımayı öngören bir tasarı kabul edilse de o zamanlar resmen uygulanmaya başlanmadı. Ancak durumun daha kötüye gitmesi üzerine öncelikle yerel idareciler, Müslümanların kendi okullarını açmalarına ve kedni dillerini yazdıkları Javi Alfabesi’ni kullanmalarına müsaade ettiler. Ülkeden kaçmak durumunda kalan Thaksin Shinawatra, kız kardeşi şimdiki Başbakan Yingluck Shinawatra’nın da bilgisi dahilinde gizli görüşmelere başladı. Bu görüşmeler Tay hükümeti tarafından yalanlandı ise de, zaman zaman Tay hükümeti Malezya’nın yardımını talep etti. Ayrıca 2007 yılında İslam İşbirliği Teşkilatı aracılığı ile de barış görüşmeleri yapıldı. Ne var ki, bu girişimler sonrasında, geçen yılın Kasım ayındaki zirvede açıklandığı gibi herhangi bir gelişme sağlanamadı. 2006 yılından beri azalan şiddet eylemleri ise 2012 yılı Ramazan bayramı sonrasında tekrar artış gösterdi. Güncel olarak Başbakan Yingluck Shinawatra, bölgeye özel bir ilgi gösteriyor, fakat, güçlü askerî bürokrasinin engellemelerini bertaraf edemiyor. Filipinler Cumhumbaşkanı 3. Benigno Aquino’nun güney Filipinlerdeki Moro Müslümanları ile özerklik içeren bir anlaşma yapmış olması ise umutları arttırmış bulunuyor. Son olarak, PULO başta olmak üzere çeşitli direniş örgütleri, Moro anlaşmasına benzer bir anlaşmayı kabullenebileceklerini duyurmuş bulunuyor. Barış görüşmelerine Malezya hükümeti aracılık yapmaya devam etse de henüz yaşanan acılara bir son verecek, umutverici bir gelişme olmadı. Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 45 Tarih Prusya’dan Alman İmparatorluğu’na: Osmanlı ile İlişkiler 46 P e rsp r s p e k t İ f • S ay ı 218 • ŞŞU U B AT 2013 O » Yusuf Ziya Altıntaş yusufziyaaltintas@gmail.com Almanya’nın Osmanlı’ya sınırı olmaması ve o dönem itibariyle Osmanlı topraklarında yayılma hedefinin olmadığı düşünüldüğünde ve diğer yandan Almanya için de Osmanlı Devleti’nin, Avusturya ve Rusya gibi düşmanlarına karşı önemli bir güç olmasının, iki devleti tabii birer müttefik haline getirdiği söylenebilir. smanlı Alman ilişkilerinin tarihine bakıldığında daha ilk başta bir noktaya dikkat çekmek gerekir. Bugün Almanya dediğimiz devlet, 1871 yılında Otto von Bismarck öncülüğünde birliğini sağlamadan evvel bu coğrafyada varlığını sürdüren ve daha ziyade Avusturya’nın himayesinde bulunan irili ufaklı birçok devletçikten oluşuyordu. Bu devletlerin en büyüğü ise diğer devletçikleri etrafında toplayıp birliği sağlayarak Alman İmparatorluğu’nu kuran Prusya devleti idi. O nedenle 1871 öncesi Almanya ile ilişkilerden bahsedildiğinde aslında söz konusu olanın Prusya ile ilişkiler olduğunu belirtmek gerekir. Tarihçi Enver Ziya Karal, Prusya Devleti’nin kuruluşu ve gelişmesi ile Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ve gelişmesi arasındaki sıkı benzerliğe dikkat çeker. Buna göre Osmanlı Devleti Anadolu’nun siyasal birliğini geniş ölçüde temsil etmekte olan Selçuklu İmparatorluğu’nun zayıflayarak parçalanmaya başladığı bir dönemde Anadolu’nun batı kesiminde Bizans İmparatorluğu sınırında, onunla savaşarak kazançlar sağlamış ve diğer yandan da Anadolu’nun birliğini sağlamıştır. Prusya ise benzer şekilde Avusturya’nın Alman devletçikleri üzerindeki üstünlüğünün zayıfladığı bir dönemde öteden beri milli düşman saydığı Fransızlarla savaşarak kazançlar elde etmiş ve Alman topraklarında düzeni sağlayarak Alman Birliği’ni kurmuştur. Coğrafi konumu itibariyle birbirine oldukça uzak ve ilgisiz gibi görünmesine karşın, Osmanlı ve Prusya devletlerinin arasındaki ilişkinin başlaması ve gelişimi, aslında ortak komşu ve düşman karşısında birlikte hareket etme zorunluluğundan ileri gelmişti. Zira II. Friedrich devrinde (17401786) Avusturya ve Rusya’ya karşı amansız bir mücadele veren ve zor durumda kalan Prusya’nın, bu devletleri arka cephelerinden sıkıştıracak bir kuvvet olarak Osmanlı Devleti’ni doğal bir müttefik olarak görerek harekete geçmesi, bu ilişkilerin başlangıcını oluşturmuştur. Diğer yandan bakıldığında Prusya Krallığı’nın kurulması Osmanlı açısından büyük önem taşıyordu. Zira Prusya, Polonya ile birlikte Rusya’nın komşusu oluyordu ve adı geçen devletler arasındaki bir ittifak Osmanlı için tehlike çanlarının çalması anlamına geliyordu. Ancak Osmanlı ile Prusya Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp ŞU rspektİf 47 Tarih arasında tesis edilecek iyi ilişkiler bu tehlikenin önünü alabilirdi ve bu nedenle de Prusya Kralı Wilhelm’i kutlayan ilk başkent İstanbul olmuştu. Nitekim Osmanlı hiç vakit kaybetmeden Asım Efendi’nin riyasetinde on beş kişilik bir heyeti Berlin’e göndermiş ve böylece iki devlet arasındaki ilk resmi münasebet tesis edilmişti. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’da Prusya’nın gücünü göstermeye başladığı 18’inci asrın ortalarında artık kendini savunmakta güçlük çekiyordu. Bu çerçevede Rusya ve Avusturya gibi düşmanlarına karşı bir denge unsuru olarak Prusya ile ilişkileri geliştirme fikri cazip geliyordu. Prusya’nın Osmanlı’ya sınırı olmaması ve o dönem itibariyle Osmanlı topraklarında yayılma hedefinin olmadığı düşünüldüğünde ve diğer yandan Prusya için de Osmanlı Devleti’nin, Avusturya ve Rusya gibi düşmanlarına karşı önemli bir güç olmasının, iki devleti tabii birer müttefik haline getirdiği söylenebilir. Bu çerçevede Osmanlı-Prusya ilişkilerinin 18. yüzyılın başlarından itibaren şekillenmeye başladığını, Büyük Friedrich’in (Friedrich der Grosse) 1740 yılında tahta çıkmasıyla aynı yüzyılın ikinci yarısında bir yoğunluk kazanarak bu yoğunluğu III. Selim devrinin (1789-1807) ilk senelerine kadar devam ettirdiğini görürüz. Yukarıda bahsedittiğimiz nedenlerle iki devletin tabii birer müttefik haline gelmesi sonrasında II. Friedrich bir ittifak yapmak üzere müşavirlerinden Rexin’i elçi olarak 1761 yılında İstanbul’a yolladı. Elçi özellikle Rusların Lehistan üzerindeki emellerinden ve bunların Osmanlı için oluşturacağı tehlikelerden bahsederken, kendi kralının bunlara engel olduğunu söyleyerek Osmanlı’dan gerekli yardımı sağlamaya çalışıyordu. Friedrich’in ikazları Osmanlıları düşündürmeye başladı, çünkü Prusya’nın Avusturya ve Rusya tarafından yenildiği takdirde bu iki devletin Osmanlı üzerine yürümeleri an meselesi olurdu. Bu halde Prusya’nın ezilmesine imkân vermemek üzere teklife muvafık bir cevap vermek Osmanlı’nın menfaatine görünüyordu. Osmanlı hükümeti direk bir ittifak girişiminden çekinse de neticede iki devlet arasında bir dostluk muâhedesi imzalandı. 1761 tarihinde Sadrazam Koca Ragıp Paşa ile Kont Rexin tarafından imzalanan bu antlaşmanın yürürlüğe girmesiyle Osmanlı-Prusya 48 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 ilişkileri resmen başlarken, Ahmet Resmi Efendi ilk Osmanlı Elçisi olarak 1763’te Berlin’e gönderildi. Osmanlı iki devlet arasında resmi bir ittifak olmaksızın Prusya ile dostluğu devam ettirme siyasetini güdüyordu. Ancak 1787’de Rusya’ya karşı açılan savaş sürecinde Prusya’nın ittifak teşebbüsleri daha fazla geri çevrilmeyerek 1790’ın Ocak ayı sonunda Osmanlı Devleti ile Prusya arasında bir ittifak muâhedesi imzalandı. Bu siyasi ve askeri anlaşma Osmanlı Devleti’nin bir Avrupa devleti ile karşılıklı şartlarla imzaladığı ilk ittifak olmuştu. Hariciye Nazırı Mehmet Raşit Efendi ile İstanbul Elçisi Baron Doviç arasında imzalanan Osmanlı-Prusya ittifakı Osmanlı Devleti’nin bir Hristiyan devletle müdafaa ve hücum mahiyetinde yaptığı bir antlaşma olması bakımından da önem taşımaktadır. Zira Prusya’nın öteden beri Osmanlı ile ittifak arayışı gerçekleşmiş ve bunun sonucunda ticari, iktisadi ve askeri alanlarda esaslı bir işbirliğinin yolu açılmış bulunuyordu. Napolyon Bonaparte’ın Mısır seferi (17971801) de Prusya ile dostluk ilişkilerinin gelişmesine neden olurken, 1806’ya gelindiğinde Napolyon’un Prusya’yı mağlup edip barış yapmaya zorlaması, Osmanlı-Prusya ilişkilerini ikinci, hatta üçüncü plana itti. Modern bir ordu kurma niyetinde olan II. Mahmud dönemine (1808-1839) geldiğimizde Prusya ile ilişkilerin tekrar geliştiğini, Helmuth von Moltke öncülüğünde Alman subaylarının Osmanlı’ya geldiklerini ve bunun daha sonraki süreçte bir gelenek halini aldığını görürüz. 1871 yılında kurulan Alman Birliği’ne giden süreçte Prusya daha çok kendi iç meseleleriyle meşgul olduğundan Osmanlı ile ilişkilerin durgun olduğu, ancak yine de Osmanlı’nın konu edildiği devletlerarası görüşmelerde Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü savunan devletlerin safında yer aldığı ve böylece önceden tesis edilmiş Osmanlı-Prusya dostluğunun bu süreçte de devam etmiş olduğunu söylemek mümkündür. Osmanlı tarihinde III. Selim ve II. Mahmud devirleri, reformların ve ıslahat çalışmalarının zirveye çıktığı, ancak aynı zamanda da savaş ve iç isyanların yoğun olduğu dönemlerdir. Osmanlı ordusunun ıslahı çerçevesinde Prusya ile ilişkilere bakıldığında daha III. Selim devrinde padişahın isteği ile Prusyalı Subay Albay von Goetze’nin Türk topçu birliklerini denetlediğini görmekteyiz. Dü- zenli bir ordu kurmayı amaçlayan II. Mahmud da özellikle Yunan İsyanı (1821), Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (1826) ve Navarin Baskını (1827) gibi olaylar sonrasında ister istemez Prusya ordusuna başvurmuştu. İlerleyen süreçte özellikle Berlin Kongresi sonrası ortaya çıkan kaos ortamında, o zamana kadar Osmanlı ordusunda modern İngiliz, Fransız ve Prusya sistemleri geleneksek Osmanlı sistemi ile bir arada yaşarken, bundan sonra artık Osmanlı Devleti yaşama şansının yapacağı askeri reformlara bağlı olduğunu düşünmüş ve Alman askeri sistemi ve silah endüstrisine giderek daha fazla bağlanmıştır. Özet olarak askeri alanda Bismarck iktidarı dönemine kadar Osmanlı-Prusya ilişkilerinin daha ziyade Prusya’nın Avrupa’da kendisine yönelik baskıyı kırmak için Osmanlı Devleti ile bir ittifak arayışı şeklinde geliştiğini ve 1760’da ticaret ile 1790’da ittifak anlaşmasından sonra Bismarck dönemine kadar sıkı bir ilişkinin söz konusu olmadığını söylemek mümkündür. Otto von Bismarck öncülüğünde Alman Birliği’nin sağlandığı ve güçlü bir Almanya İmparatorluğu’nun Avrupa siyasetinde kendini hissettirdiği 1871 sonrası dönem aynı zamanda günümüz Federal Almanya Cumhuriyeti’nin de temellerini oluşturmaktadır. 1877–78 Osmanlı Rus Savaşı’nda Osmanlı’nın Rusya karşısında hezimete uğraması ve sonrasında Bismarck’ın Berlin Kongresi’ni toplaması neticesinde olası bir Avrupa krizi önlenmiş, hem de Osmanlı varlığını sürdürebilmişti. Bundan sonra artık Osmanlı yöneticilerinin Almanya’yı dikkate almaması mümkün Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 49 Tarih Modern bir ordu kurma niyetinde olan II. Mahmud dönemine (18081839) geldiğimizde Prusya ile ilişkilerin tekrar geliştiğini, Helmuth von Moltke öncülüğünde Alman subaylarının Osmanlı’ya geldiklerini ve bunun daha sonraki süreçte bir gelenek halini aldığını görürüz. 50 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 değildi. Bu durumda İngiltere ile Fransa’ya güvenini yitiren Osmanlı Devleti özellikle 1882’den itibaren ordusunu Almanya’nın desteğiyle yeniden yapılandırma sürecini başlatmış ve bu süreç beraberinde diğer sahalara da yansımıştır. Diğer yandan Berlin Kongresi’nden sonra Alman bilim ve siyaset kurumları, çıkabilecek büyük bir savaşın Osmanlı’nın düşman saflarına geçmesi veya işgal edilmesi durumunda Almanya’nın demir çember içinde kalacağını bariz bir şekilde görmüşlerdir. Bundan sonra ise Almanya’nın Osmanlı ordusunu düzenleme, daha fazla İslam birliği politikasına sürükleme, Bağdat demiryolunun yapılması ve Anadolu’ya Alman göçmenlerin yerleştirilmesi gibi politikaların izlenmesinin önemini daha iyi kavramışlardır. Son olarak giderek gelişen Alman sanayi ve ekonomisi 1860’lı yıllarda henüz Osmanlı topraklarına gözlerini çevirecek güce ulaşmamıştı. Ancak bundan sonraki süreçte Almanya’nın Osmanlı üzerinde etkili olmasında üç kesin dönüm noktası görülür. Bunlar sırasıyla Osmanlı ordusunun eğitilmesi amacıyla bir Alman subay heyetinin gönderilmesi, bununla bağlantılı olarak Alman silah sanayinin Osmanlı ile giriştiği silah ticareti ve Deutsche Bank (Alman Bankası) aracılığıyla Anadolu demiryollarının yapım imtiyazını alması olmuştu. Deutsche Bank’ın Almanya dışındaki en önemli yatırımı şüphesiz Bağdat Demiryolu olmuştur. Bu yatırım aynı zamanda Alman İmparatorluğu’nun bir dünya gücü olması yolunda önemli bir rol oynamıştır. Askeri, siyasal ve sosyal alandaki giderek yakınlaşan bu ilişkiler Osmanlı ve Alman imparatorluklarının I. Dünya Savaşı’na müttefik olarak girmelerine ve mağlup olarak yıkılmalarına dek sürmüştür. » Rahime söylemez ahves@gmx.de Dschihad ‘‘made in Germany’’ Bir Alman Diplomatın Cihad Seferberliği Bugün bağlamından koparılarak kullanılan ve geniş halk kitlelerinin bilinçaltına olası tüm olumsuz çağrışımlarıyla zerkedilen cihad ve İslamcılık gibi mevhum ve olgular egemen güçlerin çıkarlarına hizmet ettiğinde dost ve sevimli kavramlar olarak da kullanılabilmiştir. Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp ŞU rspektİf 51 Tarih C ihad kavramı günümüzde bağlamından koparılarak çeşitli amaçlarla kullanılan temel İslami kavramlardan biridir. Allah yolunda gösterilen her türlü çaba ve mücadele anlamına gelen cihad, Allah yolunda İslam düşmanlarıyla savaşmayı da içerir. Buna mukabil, 14 asırlık İslam tarihinin 6 asrında hükümran olmuş, tarihin en büyük İslam devletlerinden biri olan Osmanlı Devleti, tarihçilerin ekseriyetinin hemfikir olduğu üzere, kendi tarihinde, çöküş yıllarına kadar hiçbir şekilde Müslümanları cihada çağırmamış, hatta başarılı olamadığı Viyana kuşatmaları için dahi ‘‘cihad’’ çağrısında bulunmamıştır. Peki nasıl olur da asırlar boyu hüküm süren ve hiçbir şekilde cihad çağrısı yapmayan Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’nda tüm İslam alemini Cihad-ı Ekber’e çağırmıştır? Meseleye Alman tarihi özelinde bakan ortadoğu uzmanı Wolfgang Schwanitz’in bu soruya cevabı oldukça açıktır: cihad kavram ve çağrıları 20. yüzyılın başında daha çok Alman politikalarının emelleri ve çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır. Schwanitz’e göre, Cihad-ı Ekber de fikri bir Alman diplomat ve arkeolog (kimilerine göre ise, aynı zamanda bir ‘‘kültür hırsızı’’) olan Max von Oppenheim tarafından hazırlanmıştır. Ancak bu bağlamda, Alman Kayzeri II. Wilhelm’in Osmanlı ve Müslümanlara yönelik izlediği politikaları ve Osmanlı topraklarına yaptığı ziyaretlerini de unutmamak gerekir. Kayzer Osmanlı Topraklarında Osmanlı topraklarına 1889 yılındaki ilk ziyaretinden sonra ikinci ziyaretini 1898’de gerçekleştiren Kayzer II. Wilhelm, İstanbul’u ziyaret edip ardından 127 Osmanlı memur ve askeriyle Suriye’ye gitmiş ve önemli sivil ve dini liderler ile görüşmüştür. Kayzer’in Selahaddin Eyyübi’nin mezarı önünde yaptığı konuşmada Alman İmparatoru’nun dünya üzerinde yaşayan 300 milyon Müslümanın dostu olduğunu belirtmesiyle, Alman Kayzeri İslam aleminin bir nevi (ve kendince) hamiliğini üstlenmiştir. Hatta bu konuşmasından sonra Kayzer’in Müslüman olup olmadığı sorusu dahi gündeme gelmiştir. 52 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 Osmanlı Devleti’nin mezkur dönemde Almanya’ya yakınlık göstermesi eski ‘‘dostu’’ olan İngiltere’ye güvenemediğinden olsa gerektir. Almanya’nın Osmanlı’ya karşı ilgisinin artması ise çıkarları gereğidir. Nitekim diğer batı Avrupa ülkelerine kıyasla sanayi gelişimini geç de olsa tamamlayan Almanya ürettiklerini satacak büyük bir pazar bulamıyor, Osmanlı’nın geniş toprakları ve gittikçe zayıflayan bölgesel iktidarı Almanya’nın iştahını kabartıyordu. İşte bu ortamda Alman idareciler pastadan daha büyük bir pay alabilmek ve komşu olduğu emperyal güçlerle mücadele edebilmek için Osmanlı’ya yönelmişlerdi. Osmanlı Topraklarında Bir ‘‘Kültür Hırsızı’’ Bilindiği gibi, Berlin Bergama müzesinde İslam sanatına ve coğrafyasına ait birçok eser bulunmaktadır. Esasen Müslüman ülkelere ait olan bu tarihi eserlerin Berlin’e nasıl geldiği/getirildiği ise şaşırtıcıdır. Eserlerin nakli ekseriyetle, II. Abdulhamit’in tahta geçmesi ve bununla birlikte Alman – Türk ilişkilerinin ivme kazanmasıyla başlamıştır. Avrupalı oryantalistlerin arkeolojik araştırmalar yapma bahanesiyle Osmanlı coğrafyasında uzun yıllar çalıştıkları bilinmektedir. Bunlardan biri de Max von Oppenheim’dır. 1860 Köln doğumlu olan Oppenheim Yahudi bir banker ailenin oğlu olarak dünyaya gelir. Bir müddet devlet memuru olarak çalıştıktan sonra kendini arkeolog olarak şarkta bulur. Mükemmel seviyede Arapça konuşan ve 13 yıl boyunca çeşitli İslam ülkelerinde (Suriye, Libya, Irak, İran, Aden, Muskat, Zanzibar ve Doğu Afrika) bulunan Oppenheim, Tell Halaf Sarayı’nın kalıntılarını keşfeden kişidir. Ayrıca Oppenheim 13 vagon dolusu tarihi eseri Halep üzerinden gemi ve trenlerle Berlin’e getirmesiyle de ünlüdür. Oppenheim çok sayıda keşif gezisi yapmış, bedeviler ile aynı sofradan yemek yemiş, Araplar gibi giyinmiş ve kendisini Arapların kan kardeşi dahi ilan etmiştir. O Irak ve Suriye’de köy köy gezip ev, arazi ve çadırlar da dahil, her şeyi not etmiştir. Buna karşın İngilizler, Oppenheim’ın Kayzer’in istihbarat servisi adına çalıştığını çok geçmeden anlamış ve onu casus olarak anmaya başlamıştır. Hatta o dönemlerde Oppenheim’ın adı ‘‘Abu Cihad’’a çıkmıştır. Oppenheim bir süre Kahire’deki Alman elçiliğinde de çalışmış, Berlin’e geldiğinde Kayzer’e farklı bölgelerde yaşayan Müslümanlar hakkında bilgiler vermiştir. Tell Halaf Sarayı’nın kalıntılarını keşfettikten sonra ise derhal diplomatik ve casusluk görevini yarıda bırakıp Suriye’de kazı çalışmalarına başlamıştır. Oppenheim I. Dünya Savaşı başladığında ise tekrar Dışişleri Başkanlığı’ndaki görevine dönmüş ve Kayzer’e, ‘‘Düşmanlarımıza Karşı, Müslüman Bölgesinin Devrimcileştirilmesine İlişkin Muhtıra’’ adlı bir lahiya sunmuş ve birçok Müslüman ülkelerin ajitasyonuna başlanılması gerektiğini yazmıştır. Ona göre; Arapları cihad için kışkırtmalı, cami ve okullarda militan Müslüman yetiştirmek için savaş eğitimi verebilecek Alman danışmanlar görevlendirilmeli, Bakü petrol yatakları kundaklanmalı ve Süveyş kanalına sabotaj düzenlenmelidir. Bütün bunlar daha sonra Almanlar tarafından yazılacak ve Müslümanlar tarafından da oynanacaktır. Nitekim, Alman Dışişleri Bakanlığı I. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında cihad ajitasyonu için Müslüman topraklarına tam otuzaltı haber bürosu açmış ve bildirileri yirmidört dile çevrilmiştir. Cihad-ı Ekber’in İlanı Oppenheim’in teorisyenliğini yaptığı Cihad-ı Ekber’i Almanya, Enver Paşa üzerinden Padişah V. Mehmet Reşat’a kabul ettirmiş ve I. Dünya Savaşı’na kısa bir süre kala Kayzer II. Wilhelm’in onay vermesiyle Cihad-ı Ekber çağrısı yapılmıştır. Cihad-ı Ekber fikrinin Kayzer’in 1889’da İstanbul’a yaptığı ilk seyahatinde geliştiği, kimilerine göre ise 1898’de ‘‘Doğu Seyahati’’ni yaptığında ortaya çıktı- Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 53 Tarih ğı muhtelif kaynaklarca zikredilir. Peki ama kime karşı ve niçin cihad edilecektir? Ağırlıklı olarak Alman kurmayların kararlaştırdığı ve Osmanlıların mutabık kaldığı karara göre cihad Almanya’nın belirlediği ülkelere karşı yapılacaktır. Bu ülkeler arasında ise İngiltere, Fransa, Rusya ve müttefikleri (Sırbistan, Karadağ) yer almaktadır. Bu doğrultuda, Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Efendi, 14 Kasım 1914’te Cihad-ı Ekber için beş fetvadan oluşan bir “Fetva-yı Şeriye“ çıkarmış ve bu fetva törenlerle Fatih Camii’ne götürülüp binlerce kişiye fetva emini Ali Haydar Efendi tarafından okunmuştur. 1914 İkdam Gazetesi’nde de yayınlanan fetvada bütün Müslümanların cihad etmelerinin farz olduğu ve bu emre uymayanların Allah’ın gazabına ve musibetine uğrayacakları yazmaktadır. Fetvada İngiliz, Fransız ve Rus ordularında bulunan Müslüman askerlerinin İslam (Osmanlı) ordusuna karşı savaşarak Müslümanları (Osmanlıları) öldürmelerinin haram olduğu ve Osmanlı askerlerini öldürmeleri durumunda cehennem ateşini hak ettikleri belirtilmektedir. Yine fetvaya göre İngiltere, Bismarck Fransa, Rusya, Sırbistan ve Karadağ Müslümanlarının İslam hükümetine yardım eden devletlere saldırmalarının büyük günah olduğu ve bu sebepten dolayı bela ve musibeti hak edecekleri belirtilmiştir. Hatta gayri müslim oldukları halde Almanya ve Avusturya’ya karşı savaşmanın büyük günah olduğu ve bundan dolayı da büyük azaplara maruz kalacaklarını aynı şekilde fetvada yer alır. Ve Cihad-ı Ekber fetvası, dört dilde, 500 bin adet olmak üzere; üç eski şeyhülislamin, 11 kadı-askerin ve 14 din aliminin imzası ile ilan edilmiştir. Cihad-ı Ekber ilanından sonra Almanlar Müslümanları örgütlemek için o kadar iyi çalışmışlardır ki, Şark için İstihbarat Servisi (Nachrichtenstelle für den Orient) dahi kurmuşlardır. Bu servisin başına da tanıdık bir isim, Max von Oppenheim getirilmiştir. Almanların planına göre cihad ilanıyla dünyanın her yanında, özellikle sömürgeleştirilmiş Müslüman coğrafyalarda ayaklanmalar ve isyanlar olacak ve düşman zayıf duruma düşecektir. Bu durum ise iki cephede savaşan Alman askerlerinin bir nebze de olsa nefes almalarını sağlayacaktır. Mısır’da ve Hindistan’daki ayaklanmalarda İngilizler mağlup olacak, böylelikle Almanya (ve bir ölçüde Osmanlı) parmağını dahi kıpırdatmadan hedefine ulaşacaktır. İzlenen bu politika ile Almanya bir nevi İngiltere’ye Osmanlı ile göz dağı vermektedir. İngiltere ise, Osmanlı’nın Almanya ile birlikte savaşa girmesi durumunda kendisinin büyük sorunlar yaşayacağının farkındadır. Bu sorunlardan biri, Osmanlı’nın Suriye ve Irak’ta askeri üslerinin bulunması ve bu durumun İngiltere için Süveyş Kanalı ve İran Körfezi’nde tehdit oluşturmasıdır. İngiltere, Cihad-ı Ekber ilanından sonra endişeye düşmüş olacaktır ki, kendi ordusunda yer alan Müslüman askerleri fetvanın etkisinden uzak tutmak için uzak yerlere göndermiş, hatta gerekli görüldüğü yerlerde sıkı yönetim ilan etmiştir. Devrimciler tarafından ezilmektense devrimi yapan taraf olmayı isteriz. 54 P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013 Cihad-ı Ekber’in Başarısızlığı Müslümanların halifesi sıfatıyla son dönem Osmanlı sultanlarının, özellikle de II. Abdülhamid’in etkili bir koz olarak kullanmaya çalıştığı cihad çağrısı böylece fiile geçmiş ama beklenen etkinin doğmasını sağlayamamıştır. Cihad-ı Ekber’in başarısızlığının kuşkusuz birçok nedeni vardır. Bunların başlıcası, İslam dünyasının ekonomik ve sosyal bir buhran içerisinde olmalarıdır, ayrıca o dönemde de Müslümanlar muhtelif gruplara ayrılmıştır ve birlik ve beraberlikten uzaktırlar. Bir diğer önemli neden ise Osmanlı İmparatorluğu’nun Hristiyan devlet- lere karşı başka bir Hristiyan devletle (Almanya ile) ittifak halinde olmasıdır. Müslümanların Cihad-ı Ekber’e beklenildiği gibi cevap ver(e)meyişlerinin bir başka sebebi ise kuşkusuz, karşı koyacak silah, mühimmat ve para gibi maddi imkanlarının olmayışıdır. Sonuç ise ortadadır: Bütün bu çabalar beklenilen sonuçlara ulaşamamış, her iki devlet de savaştan yenik ayrılmıştır. Cihad-ı Ekber çağrısının ise, her ne kadar yeterince ilgi görmemişse de savaş sonrası kimi getirileri olmuştur. Örneğin Müslümanlar, emperyalist devletlerin işgali altında olan kendi devletlerini sömürüden kurtarmak için nispeten de olsa şuurlanmış ve bu durum daha sonra iyice çeşitlenerek ümmet bilinci (İttihad-ı İslam) duygusunun diriltilmesinin gündeme gelmesine sebep olmuştur. Hasılı, bu tarihi arkaplandan da anlaşılacağı üzere, bugün bağlamından koparılarak kullanılan ve geniş halk kitlelerinin bilinçaltına olası tüm olumsuz çağrışımlarıyla zerkedilen cihad ve İslamcılık mevhum ve olguları egemen güçlerin çıkarlarına hizmet ettiğinde dost ve sevimli kavramlar olarak da kullanılabilmiştir. Şartlar gerektirdiğinde aynı planın tekrar yürürlüğe konmayacağını kim iddia edebilir? Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f 55 Portre n e d r E r e h e i s e S r t r o a P ın y m a Fat adın Sub Bir K n a d n ı’ ş a v a cadelelere ü m e v Kurtuluş S k kte zorlu biri cak niteli lerinden la im o is u l n o o b k m e r a Seher se le m ın t lm a n fi ı’ F ş ı t ir a a v id y a Ha şS n bir uş, Kurtulu zel kadınlarımızda lm o e n h ö sa armış, çok Fatma… ş a b ı y a ra olm -ı diğer Ka m a n ; roğlu n e d Er » Ayşe Mima ail.de cezaem@h otm B azı kahramanla rın sadece film - birliğiyle bi lerde yaşadığı rlikte düşman nı düşünürü mevzine sokuld z. sırada Yu Ezberimizi bo ukları nanlar tarafın zan insanların dan esir alınar yaşamları için ri mendille ba ak gözlegenellikle ‘‘film ğlı bir şekilde Sürmeli Köyü’ gibi’’ tabirini ku Yunan karargah nd eki llanmamız belk ın a götürülmüştü i de bundandır. r. Fatma Sehe Erden 1923 tari Hâlbuki Kurtu r hi Savaşı dönemin nd e Tanin Gazetes luş i incelediğimiz mülakatta esir i’ne verdiği bir de, normal şart da ekmeğini pi al ın dı kt an sonra karşıs lar- dığı Yuna şirip tarlasını ına çıkarıln Başkumanı sürerek sade bi yat süren Ana Trikopis’in kend r ha- düğünd dolu kadınlarım isini göre hayret içinde ızın kendilerind umulmayacak “Sen Kara Fatm en bir kuvvet ve ce ni, kendisiyle ka a!” dediğisaretle gerektiğ beşikteki bebekl rş ıla şmadan önce na inde erini de sırtları olan düşman as mını işitmiş na sararak ceph koştuklarını gö kerlerinin karş eye rürüz. Fatma ılarında onun kı sa bo yl u ve Se gibi her Erden onla minyon tipli bi dan biridir, belk r kadın yerine r- cüsseli biri i de başlıcası… de ni va sa gö rmeyi umdukl Erzurumlu Yu arını, bu sebepl suf Ağa’nın kı çok şaşırdıkları e de zı, Binbaşı Su Derviş Beyin nı an latır. 19 gün bo at eşi ‘‘Kara Fatm tarafından sorg yunca askerler a’’ lakabıyla m Fatma Seher H ulanan Kara Fa aruf tma başına diki anım’ın 1888 yı nö be tç in in bi len lında Erzurum r gece sızmasın dünyaya geldiğ ’da ı fırsat bilerek i sanılmaktadı silahını da alıp onun r. Balkan Harbi kocasıya birlikt gü n ağ ar m ’n adan kaçmayı de e Edirne’de bu Ve Bursa’nın iş başarır. lunmuş, ailesi gali üzerine du mensup 9-10 ki ne rup dinlenmed şilik bir grup ka m en bi rli ğini toplayıp ba en hedınla birlikte Bi ci Dünya Savaşı’ şına geçerek m rin- hiç ara nda Kafkas Cep ücadeleye vermeden deva hesi’nde mücad etmiştir. Eşi Sarı m eder. ele kamış’ta şehit dü Başarılarından ştükten sonra bi davasından vazg ötürü önce ça le eçmemiş, Sivas’a te vuşluk, sonra ğm en lik ve ardından giderek Mustafa Kemal Paşa ile da üsteğmenlik görüşüp ondan la yı k rütbelerine gö rü len Fatma Sehe Milli Mücadele’y katılmak için r Hanım, sadece e kendisine göre de ği l ço kendini cu kl v arını da canınd verilmesini tale etmiştir. Zaten an çok sevdiği p ‘‘Kara Fatma’’ nın bekasına ad vatanıla ka bı da kendisin bizzat Mustafa amıştı. Annesiy e Kemal tarafında le birlikte ceph çarpışmakta ol n ede ve an ri , o zaman henü lmiştir. Başkomutanlık z çocuk yaşları daki kızı bir şa Meydan Muh nrinci ve İkinci ra pn ar eb el esi, Bi- ya parçasının isab İnönü Muhareb ralanıp iki parm et etmesiyle eleri ve Sakary Muharebesi’nde ağ ın ı kaybetmiş, haya a çarpışmış, Burs kalanında ise sa tının geri a ve İzmit’in Yu işgalinden kurt vaşın çocuk ru nan uluşunda rol oy hunda açtığı de ya ra larla yaşamak zo namış olan Fa rin Seher Hanım, runda kalmıştı. tma onbaşılığa terfi Kurtuluş Savaşı ettiğinde nerede tamamı kadınl sonunda emek yse ardan oluşan m disine bağlanan liye ayrılıp kenüfrezesiyle düşm cephesinin geril üsteğmenlik m an erine sızarak iç aaşını çocuklu du l ol m as ın er isi a bir nde bir de suba yın bulunduğu rağmen ‘‘bana 25 Yunan askerin - yeter’’ diye istiklal madalya re i es k m ir K almıştır. ızılay’a bağışla İzmit’in işgali yan bu kahram kadın ve ailesi üzerine İstanb an lı Pire Mehm ul m ’d aa a Topkapılesef hayatlarını et ve Laz Tahs kısmını haketm n önemli bir in ile birlikte duğu onbeş ki edikleri bir ilg kur- risinde şilik çetesiyle isizlik ve sefale ge çi t içeya rm nına kızı Fatm işlerdir. Akli de oğlu Seyfettin a, ve bakım , kardeşleri Sü ngesini yitirmiş larını üstlendiğ leyman ve Meh kızı Çavuş’u da al i torunlarıyla G met arak iş arayan bir Rus manastır al at a’ d muhacir kılığ aki İzmit’e gitmiş ın a sığınmak zorund ında , Davulcular Fatma, 9 Ağust a kalan Kara Ormanı’nda sa nan yüzelli ki os 19 33 tarihli Yedigün kla- verdiği şilik birliğin ba Dergisi’ne röportajda ne şına geçerek ci köylerin imam olursa olsun ha var ve muhtarların be lli lini kimseye etmemek için so ı ormana çağırt onlara işgalci ranlara eşyaları ıp jandarmaların yerde olduğunu nın başka bir her ay talep et leri ikiyüzer lir ve to runlarını daha ti kayı bundan so tir m sağlıklı yetişek iç in kuru tahta nra vermemel tembih ederek üzerinde yatırdı erini , ırz ve namus di ği ni ğını söyleağ la ya larından kend rak itiraf etmiş nin sorumlu ol tir. isiduğunu söylem K ur tu lu ş iş Sa tir zamanda sayı vaşımızın sembo . Burada kısa larını arttırarak l isimlerinden bi olan bu cefaka Üsküdarlı Alb ri r kadına vefa de Neşet B ey ko ay mutasında çarp rs inde sınıfta kala de vl et on a ve ailesine an ışan Fatma Se n Hanım ve çete cak 1954 yılında her si, askeri anla elini uzatarak yardım mda önem arze torunlarını yatıl Fındıktepe’yi den geri alarak or ı okula yerleştir ve ke nd is in ay e a miş de ül ğını dikmeyi ba kesinin bayrabir miktar aylık şarmıştır. bağlanmıştır. 19 yılında kalmak 55 ta olduğu Darülac Askerlik hayatı eze’de hayata gö lerini yuman Fa boyunca pek ço znan Fatma Sehe tm k a de Seher Hanım’ın fa yarala- ka r Hanım, ayrıca brinin nerede ölüm yeri ve Afyon Harbi’n ol du ğu ile ilgili ise fark de larda farklı bilg lı kaynakiler verilmekte dir. Kitap Tanıtımı Batı Dünyasında İslamo- Herkesin Hocası fobi ve Anti-İslamizm Erbakan Kadir Canatan ESKİYENİ YAYINLARI Dünyada hiçbir din, kültür ya da uygarlık yalın ve tek biçimli değildir. Bununla birlikte Batı dünyasında oluşturulan “islamofobi” ve “anti-islamizm”, İslam ve Müslümanlar hakkında özel bir kurgu inşa etmektedir. Bu kurguya göre “Batı Batı’dır, Doğu da Doğu.” Bu iki dünya arasında uzlaşmaz çelişkiler mevcuttur. Biri olumlu özelliklere, diğeri de olumsuz özelliklere sahiptir. Önemli oranda klasik oryantalist bir söyleme dayanan bu kurgu, dünya gerçekleriyle bağdaşmadığı gibi sonuçları itibariyle de asla masum değildir. Bosna Yazıları: Bosna İçin İnsanlık Girişimi Ertuğrul Günay KADİM YAYINLARI 1992-95 yıllarında, eski Yugoslavya’nın dağılma sürecinde, bütün Balkanlarda, özellikle de BosnaHersek topraklarında, insanlığın yüzünü kızartacak büyük acılar yaşandı. Avrupa’nın orta yerinde, Avrupalı bir halk, milliyetçi ve dinci bağnazlığın akıl almaz saldırılarına uğradı ve neredeyse topyekun yok edilmek istendi. Sadece Avrupa değerlerinin değil, bütün insanlık değerlerinin ayaklar altına alındığı bu vahşet karşısında ‘‘resmi Avrupa’’ sessiz ve duyarsız kalırken, Avrupa’dan da, bütün dünyadan da Bosna’ya koşan sivil girişimciler, gelecek ‘‘gerçek medeniyetin’’ temsilcileri oldular. 58 P e rsp e k t İ f • S ay ı 218 • ŞU B AT 2013 Ekrem Kızıltaş HAYAT YAYINLARI Erbakan Hoca, Türk siyasetinin son 40 yılına sadece siyasi bir aktör olarak damga vurmakla kalmadı; inançlı kesimleri “Milli Görüş” adı altında başlattığı hareketin içine dahil ederek ve iktidara taşıyarak, geriye dönüşün imkansız olduğu yeni dönemin fitilini ateşledi. Siyaset dünyasındaki derin izlerine rağmen sadece siyasetçi değil, buluşlar yapan bir mühendis, bir aksiyoner, bir fikir adamı ve inançlı bir Müslümandı. Almanya’nın Osmanlı Devleti Üzerinde İngiltere İle Nüfuz Mücadelesi (1890 - 1914) H. Bayram Soy PHOENİX YAYINLARI 1888 yılında OsmanlıAlman yakınlaşması ve bunun sonucunda Almanya’nın giderek Osmanlı Devleti’nde nüfuzunu arttırması en çok Osmanlı’nın eski müttefiki İngiltere’yi rahatsız etmiştir. Çünkü Almanya, dünya gücü olmayı hedeflediğini ortaya koymuş ve Berlin-Basra demiryolu hattı ile İngiltere’nin Hindistan yolu için potansiyel bir tehdit unsuru haline gelmiştir. Bundan sonra ise Almanya durumunu güçlendirmek, İngiltere ise etkinliğini muhafaza etmek amacıyla, mevcut ilişkileri ve etkinlikleri çerçevesinde Osmanlı Devleti’nde çok yönlü bir nüfuz mücadelesine girişmişlerdir. SEN DE DESTEK OL! YETİM PROJESİ KURBAN KAMPANYASI SAĞLIK PROJESİ SU KUYUSU PROJESİ EĞİTİM PROJESİ IGMG Sosyal Yardım Derneği Boschstr. 61-65 | D-50171 Kerpen T F E +49 2237 92942-15 +49 2237 92942-42 info@hasene.org | hasene.org /haseneorg Hesap Sahibi Banka Banka Kodu Hesap No. Amaç IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V. Kreissparkasse Köln 370 502 99 0184273164 [Projemiz] [Adresiniz] Almanya dışından havale için: IBAN DE 7537 0502 9901 8427 3164 BIC COKSDE 33 “Mazlum ve Mağdurlar için El Ele” CMYK:100,0,100,0 - HKS:HKS 54 - PANTONE:347 EC - PANTONE solid coated: 355 C