Haftalık Bülten 22 Ekim 2010 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Cemaatle namaz kılarken ne zaman selam verilmelidir? İmamla birlikte selam verilebilir mi? ........................................................................................................................................................... 3 "Muhakkak ki Allah´ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer." hadisi gereğince, bir insan, bu isimleri ezberledim öyleyse cennetliğim, diyerek ibadetlerini yapmayabilir mi?............................................................................................................................. 4 Mezhebi olmayan bir imamın arkasında kılınan namaz geçerli midir? Bir imamın mezhebi olup olmadığını nasıl anlarız?......................................................................................................... 5 Kur'an-ı Kerim'in şifa kaynağı olması ve insanları karanlıktan aydınlığa çıkarması konusunu açıklar mısınız? Bununla ilgili ayetler nelerdir?............................................................................ 6 Kur'an'da 29 (yirmi dokuz) harfin de geçtiği ayet hangisidir?..................................................... 8 İslam dini mantık dini midir?....................................................................................................... 10 Allah´ın yasaklarına uyup zina etmeyen gencin, Allah katındaki yeri nedir? Zina etmemenin sevabı nedir ve Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in gençlere bu konuda müjdesi var mıdır? .......12 Şeyh Bedreddin kimdir? Bir alevî şeyhi mi yoksa ilk komünist midir? İslâm'a aykırı görüşleri bulunan "Varidat" adlı eserin müellifi olduğu doğru mudur?................................................... 15 Kadınlar hangi durumlarda şehit olur? Erkeklerin şehitlik mertebesi ile aynı derecede olurlar mı?................................................................................................................................................... 18 Sebe suresinde (15-19. ayetler), Sebe halkının kendilerine zulmettiklerinden bahsedilir. Bu halkın kendilerine yaptıkları zulmün ne olduğunu açıklayabilir misiniz? İnsan kendine nasıl zulmeder?........................................................................................................................................ 19 Kaf suresi 29. Ayette "Benim yanımda söz değişmez ve ben, kullarıma zulmedici de değilim." buyurulmaktadır. Bu ayetin Bakara 106, Nahl 103 ve Rad 39. ayetlerle çelişkili olduğu iddiasına karşı bir açıklama yapar mısınız?................................................................................ 21 Allah kimseye muhtaç olmadığı halde, bazı ayetlerde (Bakara suresi 107; Ali İmran suresi 126; Saff suresi 14; Muhammed suresi 7. ayetlerde olduğu gibi) geçen, Allah´a yardım etmekten kasıt nedir?..................................................................................................................... 22 “Akılsız insanlar; 'Müslümanları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' diyecekler.” (Bakara, 2/142) ayeti gelecekten haber mi veriyor? ............................................... 23 Cebrail (a.s) yaratılmış en güçlü ve en kudretli melek ve yaratık mıdır? Peygamberlerden daha faziletli olduğu söylenebilir mi?........................................................................................... 25 Kur'anda fert ve toplumun dünyada mutlu olmasını ihtiva eden ayetler nelerdir?.................27 Firavunun hasta olmaması, sıkıntı çekmemesi doğru mudur? Doğru ise hikmeti nedir? Firavun Cenab-ı Hakk'a; "Bana sıkıntı vermediğinden saptım" diyebilir?..............................28 Öteki alemde, Cennette, insanlarla melekler arasında tanışmak, arkadaş olabilmek mümkün olabilir mi? Cennette, insanlarla melekler arasındaki iletişim olacak mıdır? ...........................29 2 Cemaatle namaz kılarken ne zaman selam verilmelidir? İmamla birlikte selam verilebilir mi? İmama uyanların selâmının imamın selâmına yakın olması: Bu, Ebu Hanife'ye göre imama uymak için sünnettir. Nitekim selâm dışındaki iftitah tekbiri ve intikal tekbirlerinde de imamın tekbirlerine yakın tekbir almak sünnettir. İmameyn ile Şâfii'ye göre selâmda imamı takip etmek ve ondan sonra selâm vermek sünnettir. Bunun sebebi cemaatin imamdan önce iş yapmaması gereğidir. Şâfıîler bu düşüncelerine şunu da ilâve etmişlerdir: İmamın selâmına bu durumda uyulmaz. Cemaat bundan sonra dilediği dualarla ve işlerle meşgul olabilir, ondan sonra selâm verir. Eğer imam sadece bir selâm ile yetinecek olursa cemaatın iki tarafına da selâm vermesi gerekir. Bunun sebebi ikinci selâmın faziletini elde etmektir.(Zuhayli, İslam Fıkhı, c. II, s. 48) 3 "Muhakkak ki Allah´ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer." hadisi gereğince, bir insan, bu isimleri ezberledim öyleyse cennetliğim, diyerek ibadetlerini yapmayabilir mi? Esmâ-i Hüsnâ ile ilgili olarak Buhârî ve Müslim`de: "Allah`ın 99 ismi vardır. Kim bunları ezberlerse (îman eder ve ezbere sayarsa) Cennete girer." buyurulmuştur. Tirmizî, İbn-i Hibban ve Hâkim`in bu konudaki rivâyeti ise, şöyledir: "Kim bunları (Esmâ-i Husnâ`yı) mânâlarını anlayarak sayar, bunlarla Allah`ı zikrederse Cennete girer." Şâh-ı Nakşıbend Hazretleri bu hadîsle ilgili olarak buyurur: "Bu hadîs-i şerîfteki 'Ahsâ' kelimesinin bir mânası, saymaktır. Diğer bir mânası ise, bu ism-i şerîfleri öğrenip bilmektir. Bir mânası da, bu esmâ-i şerîfin mûcibince amel etmektir. Meselâ: Rezzâk ismini söylediği zaman, rızkı için asla endişe etmemeli. Mütekebbir ismini söyleyince, Allah Teâlâ`nın azametini ve kibriyâsını düşünmelidir." Yoksa ibadetten uzak olan ve haramlara giren bir kişinin, bu isimleri sadece ezberlemekle Cennete gideceğini düşünmesi, nefis ve şeytanın kendisini aldatmasından başka bir şey değildir. Allah'ın Kahhar ismini ezberleyip O'na isyan etmek bir tezattır. 4 Mezhebi olmayan bir imamın arkasında kılınan namaz geçerli midir? Bir imamın mezhebi olup olmadığını nasıl anlarız? Namazı bozacak bir durum olmadıkça, namazın farzlarına riayet eden bir imamın arkasında kılınan namaz geçerlidir. Bir insanın mezhepleri kabul edip etmediğini araştırmak hiç bir Müslümanın görevi değildir. Dolayısıyla özellikle de bir imamın hangi mezhepten olduğu hususunu araştırmanız gerekmez. İmam olacak kişi, dindar, günah işlemekten sakınan, cemaat tarafından sevilen, güzel ahlaklı biri olmalıdır. Ancak, günah işleyen kişinin arkasında kılınan namaz da geçerlidir. (Ebu Davud, “Salat” 63, Şevkani, Neylü’l-Evtar, lll, 184-185.) Zira Peygamberimiz (s.a.v.) "Her müttaki ve facir (günahkar) Müslüman arkasında namaz kılın." buyurmuşlardır. Namazın abdest, kıyam, kıraat, ruku ve secde gibi şartlarını / rukünlerini yerine getiren bir imama uyulabilir. Bu durumda mükellefden namaz borcu düşmüş olur. Ayrıca her imam hakkında hüsnüzan etmek ve fitneye neden olacak şeylerden sakınmak gerekir. 5 Kur'an-ı Kerim'in şifa kaynağı olması ve insanları karanlıktan aydınlığa çıkarması konusunu açıklar mısınız? Bununla ilgili ayetler nelerdir? Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: “Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür.” (İsrâ Sûresi, 17/9) "Kur'an'dan inananlara rahmet ve şifa olan şeyler indiriyoruz. O, zalimlerin ise sadece kaybını artırır."(İsra Suresi, 17/82) "Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt ve kalblerde olana şifa, inananlara doğruyu gösteren bir rehber ve rahmet gelmiştir."(Yunus Suresi, 10/57) Kur'an-ı Kerim insanları küfrün, inkarın, isyanın, zulüm ve adaletsizliğin karanlığından imanın, hakka teslim olmanın, hak ve adaletle hükmetmenin aydınlığına çıkarmıştır. Ahireti inkâr etmek ve bunun neticesinde âhİret sorumluluğunu hissetmeden yaşamak, iman ve amelde sapma demektir. Kur'an, öncelikle bu tehlikeli duruma karşı insanlara öğüt vermekte, onları aydınlatmaktadır. İkinci olarak, her bir insanın gönül dünyalarına hitap ederek oradaki manevî ve ahlâkî bozuklukları tedaviye yönelmekte, insanın iç dünyasını arındırmasını, doğru inanç ve güzel hasletler kazanmasını sağlayıcı hükümler getirmektedir. Üçüncü olarak, Kur'an'ın uyarı ve öğütlerini ciddiye alıp onun şifa verici hükümlerini benimseyen müminin doğru ve yanlışları görmesine, ebedî kurtuluşa yönelmesine ve hak yolda yürümesine rehberlik etmekte; nihayet bu kemal derecelerini aşan müminlerin Allah'ın sevgi ve merhametini kazanmalarını sağlamaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'in özellikle müminler için bir rehber ve rahmet olarak gösterilmesi, insanların Kur'an karşısındaki tavrıyla ilgilidir. Çünkü inatçı ve ön yargılı tavırlarıyla daha baştan doğru ve hayırlı olan şeylere kendilerini kapatanlar, nübüvvet ve vahiy nurundan yararlanamazlar; bu yüzden de özünde hidayet ve rahmet olan Kur'an bunlara fayda sağlamaz.(Râzî, XVII, 116-117) Nitekim A'râf sûresinde, "...Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da akılsızdırlar. İşte asıl gafiller onlardır." buyurularak bu hususa açıklık getirilmiştir.(Kur'an Yolu, Diyanet Tefsiri, III/126-127) Evet, insan Cenâb-ı Hakk'ın zâtını, sıfatlarını ancak Kur'an'ın ve Sünnet'in irşadıyla bilebilir. Nereden gelip, nereye gittiğini, dünyadaki görevinin ne olduğunu, gideceği ahiret âleminin mahiyetini, hakikatini ancak bu iki vesile ile anlayabilir. Hangi fiil ve hareketlerin, hangi hâl ve tavırların Cenâb-ı Hakk'ın rızasını, hangilerinin de gazabını gerektireceğini; neyin hak, neyin batıl ve neyin hata, neyin doğru olduğunu yine Allah'ın Kitabından ve Onun sevgili Peygamberinden (asm) öğrenecektir. Bir insan, nelere, nasıl inanmakla iman dairesine gireceğini ve hangi amelleri işleyip nelerden çekinerek İslâm dairesinde kalacağını yine bu iki esastan, yâni Kur’an ve Sünnet'ten öğrenecektir. Madem ki, bütün Müslümanların ölçüsü Kur'an ve Sünnet'tir, o halde bir Müslüman beşerî her inancı, her itikadı Kur'an'a ve onun birinci derecede tefsiri olan hadîs-i şeriflere göre değerlendirecektir. 6 Hakk'ı bulmanın, hakikate ermenin tek yolu, Kur'an'a iman ve onun gereği ile amel etmektir. Çünkü, Kur'an, insanlığı mutlak hayır ve hakikate sevk etmek için, bizzat Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş mukaddes bir kitaptır. Kur'an, insanları tefekküre teşvik etmiş ve bunun ölçülerini aklın eline vermiştir. İnsanlar ancak onun ders verdiği ölçülerle kâinat Kitabı'nı okuyabilmiş ve ondaki gizli hakikatleri keşfedebilmişlerdir. Güneş, madde âlemini aydınlattığı gibi, Kur'an da maneviyat âlemini aydınlatmak için nazil olmuştur. Kur'ân-ı Kerim, imanın birinci rüknü olan “Allah'a iman”ı bizlere ders verdiği gibi, “melâikelere, semavî kitaplara, peygamberlere, ahirete, kadere (hayır ve şerri Onun yarattığına) iman” etmeyi de ders verir. Bir insan, ancak iman hakikatlerine Kur'an'ın bildirdiği gibi iman etmekle mümin olur. Hem Kur'ân-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarından ibaret olan İslâmîyet’i müminlere talim etmiştir. Bir mümin, bu emir ve yasaklara harfiyen uymakla kâmil bir Müslüman olur. İlave bilgi için tıklayınız: Kur'an nelerden bahsediyor, hangi konuları ele alıyor? Hayata getirdiği prensipler nelerdir? 7 Kur'an'da 29 (yirmi dokuz) harfin de geçtiği ayet hangisidir? Arapça’da harf sayısı yirmi sekizdir. Bunlar: elif ﺍ, be ﺐ, te ﺖ, se ﺙ, cim ﺝ, ha ﺡ, hı ﺥ, dal ﺪ, zel ﺬ, ra ﺭ, ze ﺯ, sin ﺱ, şın ﺵ, sad ﺹ, dad ﺽ, tı ﻂ, zı ﻆ, ayın ﻉ, ğayın ﻍ, fe ﻑ, kaf ﻕ , kef ﻙ, lam ﻝ, mim ﻡ, nun ﻦ, vav ﻭ, he ﻩ, ye ﻯharfleridir. Bütün harflerin içinde geçtiği ayetlerin tam sayısını bilemiyoruz. Ancak aşağıda meallerini vereceğimiz ayetlerde bütün harfler geçmektedir: "Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Haydır, kayyumdur. O'nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar O'nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O'na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür." (Bakara, 2/255) Ayette geçen Hay, her zaman var olan, diri olan, ezelî ve ebedî hayat sahibi demektir. Kayyûm, ise, varlığı kendinden, kendi kendine yeterli, yarattıklarına hâkim ve onları koruyup gözeten anlamına gelir. Bu âyet, Âyetü'l-Kürsî (kürsü âyeti) diye adlandırılır. "Kürsü", Allah'ın kudret ve azameti, O'nun her şeyi kapsayan ilmi demektir. Âyette, Allah Teâlâ kendi zatının çok veciz bir tanımını yapmaktadır. Kitab-ı Mukaddes'te yanlış ve tahrif edilmiş bir biçimde anlatılan Allah, burada nasıl ise öyle tarif edilmektedir. O, yerde, gökte ve ikisi arasında olan her şeyin sahibi ve mâlikidir. Hiç kimse hâkimiyetinde, otoritesinde, mülkünde ve yönetiminde O'na ortak değildir. Hiçbir şey O'na rakip ve eş olamaz. O, mutlak ilim ve irade sahibidir. O'na hiçbir varlık güç yetiremez. O, bütün evrenin sahibi, yöneticisi ve hâkimidir. "Sonra o kederin peşinden üzerinize bir güven duygusu indirdi. Sizden bir kısmını bürüyen tatlı bir uyku hali verdi. Bir kısmınız ise can derdine düşmüş, Allah hakkında Cahiliye devrindekine benzer, gerçek dışı şeyler düşünüyorlar: "Bu işin kararlaştırılmasında bizim yetkimiz mi var? Ne gezer!" diye söyleniyorlardı. De ki: "Bütün yetki ve karar Allah'ındır" Onlar aslında içlerinde, sana karşı açığa vuramadıkları birşeyler saklıyor ve kendi aralarında: "Bu emir ve komuta işinde bir payımız olsaydı, şimdi burada olmaz, öldürülmezdik" diyorlardı. De ki: Siz evlerinizde dahi olsaydınız haklarında ölüm takdir edilenler, mutlaka düşüp ölecekleri yerlere doğru çıkacaklardı. Allah, sizin içinizde olanı sınamak ve kalplerinizi her türlü vesveseden ve kirden arındırıp pırıl pırıl yapmak içindir ki bunu başınıza getirdi. Allah sinelerin özünü dahi bilir." (Âl-i İmrân, 3/154) “Muhammed Allah'ın resulüdür. Onun beraberindeki müminler de kâfirlere karşı şiddetli olup kendi aralarında şefkatlidirler. Sen onları rükû ederken, secde ederken, Allah'tan lütuf ve rıza ararken görürsün. Onların alâmeti, yüzlerindeki secde izi, secde aydınlığıdır. Bunlar, Tevrattaki sıfatları olup İncîldeki meselleri ise şöyledir: Öyle bir ekin ki filizini çıkarmış, sonra da onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da artık gövdesi üzerinde doğrulmuş. Öyle ki ekicilerin hoşuna gider, kâfirleri de öfkelendirir. İşte böylece Allah, onlar gibi iman edip makbul ve güzel işler yapanlara bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Fetih, 48/29) 8 Ashabın kâfirlere karşı sert olmaları, onların kâfirlere haşin ve katı davranmaları mânasına gelmeyip imanlarının sağlamlığı, prensiplerinin kesinliği, dürüst ve düzenli hayatları sebebiyle kâfirlerin onları kolay kolay baş eğdirememeleri, korku vererek sindirememeleri, onları menfaat ve şehvetlerle satın alamayacakları, kolay bir lokma halinde dişleri arasında öğütemeyecekleri mânasına gelir. Secde izi, maddî alanda görülebilen yuvarlak iz değildir. Müminin Allah'a yönelmesi neticesinde elde ettiği ruh yüceliği, güzel ahlâk, vakar ve takvâ halidir. Öyle ki onları gören insanlar bunu sezerler. Nitekim İmam Malik, Suriye'yi fetheden ashab hakkında oranın Hıristiyan halkının şöyle söylediklerini nakleder: "Bunlar, Hz. Îsâ'nın havarîleri hakkında bildiğimiz o yüce meziyetleri ve üstün değerleri taşıyan insanlar." Aynı ayetlerde, okunuşları, telaffuzları, çıkış yerleri farklı olan bütün harflerin beraber kullanılmasına rağmen, ayetlerin selasetini, akıcılığını, ahengini, açıklığını, kolaylığını bozmaması, Kur’an’nın belağat ve fesahatini gösterir. 9 İslam dini mantık dini midir? Bu ifade iki manada kullanılmış olabilir. Birincisi: İslam dininin hükümleri, prensipleri insan fıtratına uygun, insan aklının kabul edebileceği şekildedir. Bu tespit doğrudur. İslam’da çok az bir kısmı “taabbudî” olup teslimiyeti gerektiren prensipler dışında, bütün hükümler “makul’ul-mâna” olup akıl ve mantık açısından anlaşılabilir durumdadır. İslam’da emir ve yasakların erginlik çağına gelmiş, aklı başında olan insanlar için söz konusu olması, aklı olmayan kimselere herhangi bir sorumluluğun yüklenmemesi de İslam’ın akla önem verdiğini, akla hitap ettiğini ve bu açıdan “bir mantık dini” olduğunu göstermektedir. Örneğin, İslam’da zekât kurumu, zenginlerin fakirlerin yardımına koşması, paylaşma kültürünün gelişmesi, sınıfsal çatışmayı körükleyen ve katmanlar arasındaki kin ve nefreti arttıran adaletsizlikleri ortadan kaldıran, zengin-fakir çatışmasını sevgi-saygı ve barışa çeviren, sosyal hayatın dengelerini sağlayan bir müessesedir. Zekâtın bu fonksiyonu kolaylıkla anlaşılabilen çok makul ve mantıklıdır. Yine, İslam dinine girmenin ilk şartı Allah’a ve resulüne iman etmektir. İmanın yeri kalptir. Kalp ise, ulvî hisler, ilhamlar, hadsler yanında aklı da içine alan bir genişliktedir. Aklı olmayanın iman etmekle mükellef tutulmaması bunun açık göstergesidir. Kur’an-ı Kerim’in üslubu baştan sona hakikatleri akla kabul ettirmek için gereken aklî, mantıkî delillerle doludur. Allah’ın birliği, Hz. Muhammed (asv)’in hak peygamber olduğu, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu, ölümden sonra dirilmenin varlığı anlatılırken hep aklî delillere, mantıkî misallere yer verilmiştir. Aslında herhangi bir emir veya yasak insan aklını tatmin etmiyorsa, orada adil bir imtihandan da söz edilemez. İlköğretim öğrencisini üniversite veya doktora çalışmalarında geçerli olan bilim dallarına ait sorulara muhatap tutarsanız zulmetmiş olursunuz. Bu sebepledir ki, Kur’an’da sık sık insanların aklına, fikrine vurgu yapılmakta, “Hiç mi düşünmüyorsunuz? Hiç mi aklınızı kullanmıyorsunuz? Hiç mi tefekkür etmiyorsunuz?” manasına gelen ifadelere yer verilmektedir. İkincisi: “İslam dini mantık dinidir” demekle, kendi aklını, kendi mantığını esas alan kimsenin kastettiği düşüncedir. Bu tespit yanlıştır. Bu kimseye göre “Madem aklın yolu birdir”, öyleyse onun aklının almadığı şeyler doğru değildir. O halde, İslam adına ne varsa, kendi aklına aykırı olan her şey yanlıştır. Çünkü, İslam akıl dinidir. Aklın almadığı şeyler dinde de yoktur. Bu gibi, insanların aklı “akıl” kavramını anlamaktan da âcizdir. Çünkü akıl, kendi başına -dış etkenlerden uzak olarak- her şeyi kavrayamaz; bilakis akıl eğitildiği bilgiler, fikirler doğrultusunda konuları kavramaya çalışır. Gerekli eğitimi almamış bir kimsenin aklı ne kadar yüksek olursa olsun, ondan akılca çok daha geride olan bir mühendisin, bir doktorun, bir müftünün yaptığı işi kavrayamaması, yapamaması, becerememesi, bu gerçeğin açık delilidir. Burada söylenmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Bazı kimselerin akıl erdiremediği bir meselenin “mantıkî olmadığını” söylemeleri doğru değildir. Bir çoğumuz, fizik, kimya, astronomi, matematikle ilgili bir çok meseleyi bilmiyoruz, aklımız ermiyor. Fakat, hiç kimse bazı insanların aklı ermez diye bu ilimlerin aklî, mantıkî olmadığını iddia etmez. Çünkü, akıl 10 kendi başına her şeyi keşfedecek güçte değildir. Böyle olsaydı, peygamberlere ihtiyaç kalmazdı. Her işin uzmanlık alanı vardır. Başkasının akıl erdiremediği ilgili alanın meselelerine uzmanlar kolaylıkla akıl erdirebilirler. Bunun gibi, bazı kimselerin İslam’ın, Kur’an’ın hakikatlerine aklı erdirememeleri o hakikatlerin aklî, mantıkî olmadığını göstermez. Diğer bir nokta da şudur: İslam’da “taabbüdî” olarak anılan ve zahiren akıl ile anlaşılamayan bazı meselelerin varlığı, kulluğun test edilmesine yöneliktir. İman esasları ilmîdir, aklîdir. İslam esaslarının az bir kısım meseleleri ise aklı tatmin etmek için değil, teslimiyeti test etmek için vardır. İman esasları kabul edildikten sonra aklın kolay koloy kavrayamadığı bazı hususlar da olmalıdır ki, insanın sadece aklına mı yoksa iman ettiği Kur’an’a mı teslim olduğu ortaya çıksın. Özetle, “Madem Kur’an Allah’ın kelamıdır, öyleyse -aklım almazsa bile- söylediği her şey doğrudur.” diyen imtihanı kazanır. “Kur’an’daki şöyle bir meseleyi aklım almaz” deyip tereddüt gösteren kimse ise imtihanı kaybeder. Çünkü, bu ikinci şahıs imanında samimî değildir veya çok cahildir. Mesela, sabah namazının iki, öğle namazının dört rekat olması akla tabi olan bir mesele değildir. Ancak, domuz eti ve içki neden haram kılınmıştır v.s. gibi meseleleri ilim ve hikmet düsturu ile açıklayabilir. Mantığa dayalı olan ikinci kısım taabbudi kısma göre daha geniştir. 11 Allah´ın yasaklarına uyup zina etmeyen gencin, Allah katındaki yeri nedir? Zina etmemenin sevabı nedir ve Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in gençlere bu konuda müjdesi var mıdır? Kadınla erkeğin nikâhsız birleşmelerine zinâ denmektedir. Zinâ semâvî dinlerin hepsinde haramdır. İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir: “Fuhşun açığına da, gizlisine de yaklaşmayın.” (En’am, 6/151) “De ki: Rabbim, ancak gizlisi ve açığıyla her türlü fuhşu, günahı, haksız yere tecâvüzde bulunmayı, bu hususta hiçbir delil indirmediği halde Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (A’râf, 7/33) “Zinâya yaklaşmayın. Şüphesiz ki o, pek çirkin bir şeydir ve pek kötü bir yoldur.” (İsrâ, 17/32) Zina dahil her günahtan uzak durmak vaciptir, yani farzdır. Emredilenleri yapmak vacip olduğu gibi, yasaklanan şeyleri yapmamak da onun gibi vaciptir. Bir tek vacibi işlemek bir çok sünnet işlemekten daha sevaplıdır. Bu sebeple, bir kimse herhangi bir günahı işleme imkânı olduğu halde sırf Allah korkusundan dolayı o günahı işlemezse bir vacibi işlemiş olur. Tabii ki, günahların işlenmesi gibi onlardan sakınmak da o günahların büyüklüğü ve çekiciliği oranında değişir. Bu açıdan baktığımızda, zina suçu çok büyük ve de çok çekici olduğundan -imkânı olduğu halde- Allah korkundan ondan uzak durmak çok büyük sevap kazandıracağına şüphe yoktur. Nitekim Ebu Hureyre’den nakledilen bir hadiste Peygamberimiz (a.s.m) şöyle buyurmuştur: "Yedi kişi / grup var ki, Allah kendi (arşının) gölgesinden başka gölgenin olmadığı günde, onları (arşının) gölgesi altında gölgelendirecektir: Bunlar: - Âdil imâm / devlet reisi / yetkililer, - Rabbine ibâdet içinde yetişmiş genç, - Gönlü mescitlere bağlı olan kimse, - Allah için birbirlerini seven, buluşmaları da ayrılmaları da buna dayalı olan iki kimse, - Mevki ve güzellik sahibi bir kadının gayri meşru bir isteğine: ‘Ben Allah'tan korkarım’ diyen kimse, - İnfâk ettiğinde sol tarafının, sağ tarafının ne infâk etmekte olduğunu bilmeyecek kadar gizli sadaka veren kimse, - Tenhâ yerde Allah 'ı zikredip / düşünüp de, iki gözü dolup taşan kimse.”(Buharî, Ezan, 36). Diğer bir rivayete göre, Peygamberimiz (a.s.m) Ashabıyla beraber bulunuyordu. Bir genç çıkageldi ve çok saygısızca: "Ya Resulallah! Ben felanca kadın ile arkadaş olmak istiyorum, onunla zina yapmak istiyorum." dedi. Ashab-ı Kiram, bu durumdan çok öfkelendiler. İçlerinden gazaba gelerek genci dövmek ve huzuru Resulullah (asv)'dan çıkarmak isteyenler oldu. Bazıları bağırıştılar. 12 Çünkü genç çok hayasız konuşmuştu. Sevgili Peygamberimiz (a.s.m) "Bırakın o genci." buyurdu. Resulullah (asv), genci yanına çağırdı, dizinin dibine oturttu. Gencin dizlerini kendi mübarek dizine değdirecek bir şekilde oturttu ve: "Ey genç, birinin annenle bu kötü işi yapmasını ister misin? Bu çirkin hareket hoşuna gider mi?" diye sordu. Genç hiddetle: "Hayır Ya Resulallah." diye cevab verdi. Resulallah (asv): "Öyle ise o çirkin işi yapacağın kimsenin evlatları da bundan hoşlanmazlar." Sonra: "Peki, bu çirkin işi senin kız kardeşinle yapmak isteseler, sever misin?" diye sorduklarında genç : "Hayır, asla!" diyerek hiddetleniyordu. "Şu halde insanlardan hiç kimse bu işi sevmez." buyurdu. Sonra Hz.Peygamber (a.s.m) mübarek elini bu gencin göğsüne koyarak şöyle dua etti: "Allah'ım! Sen bu gencin kalbini temiz kıl. Namusu ve şerefini muhafaza eyle ve günahlarını da bağışla." buyurdu. Genç, Resulallah (asv)'ın huzurundan ayrıldı. Bir daha günah işlemediği gibi böyle bir kötü düşünce aklından bile geçmeden yaşamış! (Müsned, 5/257) Bir diğer rivayette Rasûl-ü Ekrem (a.s.m Efendimiz, “Gençlerinizin en hayırlısı, (sefahetten uzak durmakta ve temkinli davranmakta) ihtiyarlara benzeyendir. Yaşlılarınızın en fenası ise, (başını gaflete sokmakta ve nefsinin arzularına uymakta heva-perest) gençler gibi yaşayandır.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, X/270; İbn Hacer, el-Metalibu’lAliye, III/3). buyurmuştur. “Şu dört şeyden sakınan Cennete girer: “Cana kıyma, haram yeme, zinâ etme, içki içme.” (Câmiü’s-Sağir, 4/1522) Bu hadis, zina etmeyenin alacağı mükafatı bildirirken, “Zinâ edenler -eğer tövbe etmemişlerse- haşir meydanına vücutları yanar halde gelirler.” (Câmiü’s-Sağir, 2/542) hadisi de zina edenin haşir meydanına çıkacağı durumu gözler önüne sermektedir. Zinâ en büyük günahlardandır. Fakat bu günahtan kurtulmanın yolu elbette vardır. Makbul şekilde tövbe eden her kul gerek dünyada, gerekse âhirette günahların baskısından, şiddetinden, cezâsından ve kendisinden Allah’ın rahmetiyle ve mağfiretiyle kurtulabilir. Bu nedenle Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Kul bir günah işler ve günahı sebebiyle Cennete girer. Bu şöyle olur: İşlediği günah devamlı hatırındadır. Bu günahtan dolayı Allah’tan utanır ve 13 o günahtan tövbe edip kaçınır. Böylece Cennete girer.” (Câmiü’s-Sağir, 2/554). İlave bilgi için tıklayınız: ''Gençliğin taşkınlığına kapılmadan kendini ibadete verip isyan etmeyen gence, Allahu Teâlâ hoşnutluk duyar.” diye bir hadis var mıdır? Nefisle cihad nasıl olmalı ve cinsel baskıdan kurtulma çaresi nedir? Kıyamet günü Arş'ın gölgesinde gölgelenecek olan yedi grup kimlerdir? Hangi özellikler buna neden olmaktadır? Gençken mi, yaşlıyken mi ibadet etmek? Peygamberimiz'in gençliğe verdiği önem? Gençliğin verdiği hevesatlardan kurtulma yolları? Ahir zamanda genç olmak? İnsanların en hayırlısı gençken yaşlı gibi görünmek isteyendir,... Gençliğin Tehlikelerinden Sakınınız En Hayırlı Gençler 14 Şeyh Bedreddin kimdir? Bir alevî şeyhi mi yoksa ilk komünist midir? İslâm'a aykırı görüşleri bulunan "Varidat" adlı eserin müellifi olduğu doğru mudur? Şeyh Bedreddin meselesi, Osmanlı tarihi açısından tam bir bilmecedir. Üzerinde çok söz söylenmiştir. Bir kısım peşin hükümlü tarihçiler Şeyh Bedreddin'i, Osmanlı döneminin cumhuriyetçisi ve ihtilalcisi diye başlarına tac etmişlerdir. Komünizmin revaçta olduğu günlerde, "Kadın hariç her şey ortaktır." dediğini iddia ederek, tarihin ilk Türk komünisti diye Nazım Hikmet'e manzum medhiye bile yazdırmışlardır. Alevî grup ise, Osmanlı Devleti'ne isyan eden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal'in haline bakarak onu bir Alevî Dedesi olarak görmüşlerdir; hatta kendilerine rehber edinenleri bile çıkmıştır. Bunun yanında, Osmanlı tarihçilerinin mühim bir kısmı, başlangıçta Şeyh Bedreddin'in büyük bir İslâm âlimi ve hukukçusu olduğunu, ancak sonradan şeyhlikden şahlığa heveslendiğini ve devlete isyan ettiği için idam edildiğini ifade etmişlerdir. Bazı samimi araştırmacılar ise, Şeyh Bedreddin'in başından beri Bâtınî fikirlere sahip bir ehl-i dalâlet olduğunu hükme bağlamışlardır. Acaba hangisi doğrudur? Kanaatimize göre ifrat da tefrit de doğru değildir. Meseleyi olduğu gibi yansıtmaya çalışmak en güzelidir. Bu sebeple Şeyh Bedreddin'i yakından tanımak en doğrusudur. Hayatı hakkında en geniş bilgiyi torunu Halil tarafından Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin adıyla kaleme alınan eserden öğreniyoruz. Şeyh Bedreddin hakkında şunları biliyoruz: Asıl adı Mahmûd olan bu zatın babası İsrail, bir Osmanlı emiri, bir gazi ve de 1361'de Edirne fethedildikten sonra ele geçirilen Dimetoka'ya bağlı Simavna veya Samavna denilen beldenin de ilk kadısıdır. Burada kadılık yaparken oğlu Mahmûd dünyaya gelmiş ve adına İbn-i Kâdî Simavna veya Simavna Kadısı oğlu denmiştir. Bunun Kütahya Simav ile ilgisi yoktur. Tahsilini Kadi-zâde-i Rumî ile birlikte onun babasının yanında yapan ve sonra da Kahire'ye giderek başta Seyyid Şerif Cürcânî olmak üzere büyük âlimlerden ders okuyan Mahmûd, Kahire'de inzivada olan Hüseyin-i Ahlâtî'den tasavvuf dersi almış ve Timur'un huzurunda yapılan ilmî tartışmada İslâmî ilimlere olan vukufunu ispatlamıştır. Bu arada Tebriz ve ilim merkezi Kazvin'e uğrayan Şeyh, orada bazı nakillere göre Bâtınîlik fikirlerinin etkisinde az da olsa kalmıştır. 1397 yılında şeyhi Hüseyin Ahlâtî'nin vefatı üzerine onun yerine geçen Şeyh Bedreddin, daha sonra Anadolu'ya gelmiş ve nihayet özellikle İslâm Hukuku konusundaki uzmanlığından dolayı Sultân Musa'nın Kazaskerliğine tayin edilmiştir. Sultân Musa tasfiye edilince Şeyh Bedreddin çoluk çocuğuyla birlikte, 1000 akçe maaşla İznik'e getirilmiş ve gereken saygı gösterilmekle beraber, göz hapsinde tutulmuştur. Daha evvel anlattığımız gibi, Börklüce Mustafa denilen ve Dede Sultân diye de bilinen alevi dedesinin isyanı, bunu Torlak Kemal denilen bir Yahudi dönmesinin takip etmesi ve Şeyh Bedreddin'in de bunlarla olan irtibatı, Şeyh'in gizli bir şekilde Rumeli'ye geçmesine, Eflak Beyine sığınmasına ve neticede ortaya çıkan bu Alevî isyanının reisi gibi görünmesine yol açmıştır. Önemle ifade edelim ki, Şeyh Bedreddin aslında alevi falan değildir. Bunun en büyük delili, hem neslinin ortada oluşu ve hem de telif ettiği eserleridir. Bunun tek istisnası 15 "Varidat" adlı eseridir ki, bunun gerçekten onun tarafından yazılıp yazılmadığı da tartışmalıdır. Gerçek olan Şeyh'in şahlığa heveslenmesi, fesad grubunun içinde yer alması ve de Sultân Mehmed'e isyan edenlerin manevi reisi durumuna düşmesidir. Şeyh Bedreddin'in eserlerine baktığımızda, İslâm Hukukuna dair "Letâif ül-İşârât" başta gelir. İznik'te göz hapsinde iken kaleme aldığı bu eser, Hanefi mezhebi ile alakalı mükemmel bir mukayeseli hukuk kitabıdır. Bunu "Câmi'ul-Fusûleyn" adlı Üstrûşenî ve İmâdî isimli büyük Hanefi hukukçularının kaleme aldığı Fusûl isimli hukuk eserlerini birleştirerek ve asrın meselelerini de ilave ederek telif ettiği mükemmel bir hukuk kitabı takip eder. Bu zikredilenler ve edilmeyenler, tamamen Sünnî ve Hanefî esaslarına göre kaleme alınmış eserlerdir. Bunlarda Bâtınîlik, Alevîlik veya materyalist bir vahdet'ül-mevcudculukla alakalı tek bir cümle yoktur. Geriye "Varidat" adlı ona isnad edilen tasavvufa dair bir eser kalmaktadır. Bu kitabın ona ait olmadığı ve hatta onu isyan için kullanan bazı bozuk fikirli insanlar tarafından uydurulduğu, ileri sürülen iddialar arasındadır. Ancak bu kitaba baktığımızda, Şeyh Bedreddin'in öteki eserlerinin tam tersine, İslâm'ın temel esaslarına ters düşen ve insanı tamamen dinden çıkarabilecek hususlar bulunmaktadır. Bu eserin bazı yerlerinde Allah'dan ve O'nun peygamberlerinden bahsederken, bazı yerlerde vahdet'ül-vücud'dan ziyâde vahdet'ül-mevcud nazariyesiyle tam bir materyalist gibi hareket ettiği görülmektedir. Alemin ezeli ve ebedi olduğu ileri sürülen aynı eserde, kıyamet inkâr edilmekte ve buna bağlı olarak haşr-i cismânî denilen haşir redd olunmaktadır. Cennet ve cehennemin de inkâr edildiği eserde, melek, cin ve şeytanla alakalı İslâm'ın esasları da tamamen saptırılmaktadır. Eğer bu eser, Şeyh Bedreddin'e ait ise, İslâmiyetin telkin ettiği şekliyle Allah, Peygamber ve ahiret inancı olmayan, eskilerin tabiriyle kadınlar dışında her şeyin insanlar arasında ortak olduğuna inanan İbâhiyye mezhebinin mensubu bulunan bir zındık ve mülhid karşımızda demektir. Acaba Şeyh Bedreddin bu mudur? Bu soruya hemen "evet" diye cevap vermek çok zordur. Zira hapisteyken yani idamından bir kaç sene önce kaleme aldığı İslâm Hukuku eserinde tam bir Ehl-i sünnet gibi İslâm'ın esaslarını anlatan bir âlimin bir iki sene içinde bu hale gelmiş olması akla zor gelmektedir. Nitekim Sa'deddin Taftazânî'nin talebesi olan Mevlânâ Haydar Herevî, ilim meclisinde Şeyh Bedreddin ile tartışmış, Kur'ân, sünnet ve diğer kaynaklara dayanarak Şeyh'i ilzam etmiş ve bizzat Şeyh Bedreddin'in kendi suçunun cezasını ikrar ettikten sonra ıslâh-ı âlem ve hıfz-ı nizâm-ı Beniâdem için idamına fetva vermiştir. Çoğu Osmanlı tarihçilerinin kanaati de bu yöndedir. O halde karşımızda bir kaç tane Şeyh Bedreddin vardır: Birincisi, Sünnî-Hanefi İslâm Hukukçusu ve eserleri âlimlerce asırlarca ders kitabı olarak okutulan ve Musa Çelebi'nin Kazaskeri olan Şeyh Bedreddin'dir. İkincisi, İslâm'ın temel esaslarını reddeden, Simavîler diye bilinen müritleri namaz ve oruç gibi İslâm'ın hükümlerinden habersiz bulunan ve en önemlisi de vahdet'ül-mevcudcu yani neredeyse panteist ve inkarcı bir Şeyh Bedreddin'dir. Üçüncüsü, kerametleri olan veli ve mutasavvıf bir Şeyh Bedreddin'dir. 16 Dördüncüsü ise, toplumda karışıklık çıkaranların rehberi olan, bu vesileyle aslında Alevî olmadığı halde Anadolu'da isyan eden Alevî grupların mercii haline gelen ve şeyhliği şahlığa değiştirmek isteyen ihtilâlci Şeyh Bedreddin'dir. Osmanlı kaynaklarından ve Ebüssuud'un fetvasından anladığımız, Şeyh Bedreddin'e ait gibi görünen bu şahsiyetlerden birincisi ve dördüncüsünün birleştirilerek kabul edilmesi şeklindedir. Yani Şeyh Bedreddin, büyük bir İslâm âlimidir; alevî değildir; Kazvin'de Bâtınîlikden etkilenmiş olması kuvvetle muhtemeldir; Osmanlının kargaşa döneminde tahriklere aldanmış ve isyancı Alevîlerin ve hatta Alevîlerin de kabul edemeyeceği vahdet'ülmevcudcu bir dalalet grubunun dairesine girmiş ve neticede kamu düzeni gereği isyanı sebebiyle idama mahkum edilmiştir; Vâridât'ın böyle bir âlimin eseri olmasını akıl kabul etmemektedir. Ebüssuud'un sorulan bir soruya verdiği cevapta "Anın müridlerinden olan kâfirlerdir' demek lâzımdır; Sâir kefere gibi adın anmayub la'net etmeyüb kendi halinde olan Müslüman kâfir olmaz" demesi çok manidardır. Herevî'nin idam fetvasında, ısrarla "insanları bilerek dalâlete sevk edenlerden olduğunu isbat etmesi" de önemlidir. Fakat, Âli ve benzeri tarihçiler, Bedreddin'in büyük bir âlim olduğunu, devlete isyanının çevresinin planlarına ve yapılan isnadlara dayandığını açıkça ifade etmekte ve Şeyh Bedreddin'i övmektedirler. (bk. Ali, Künh'ül-Ahbâr, c. V, sh. 142-144; Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osman, sh. 73-74; Solakzâde, sh. 134-136; Aksun, Osmanlı Tarihi, c. I, sh. 99-106; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. I, sh. 360-367; Bozkurt, Mahmûd Esat, Inkılâb Tarihi, İstanbul 1997, sh. 104-106; Mecdî Efendi, Hadâık, c. I, sh. 71-73; Ayrıntılı bilgi için bkz. Ocak, Ahmed Ya'şâr, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15. -17. Yüzyıllar), İstanbul 1998, sh. 136-202; Kâtip Çelebi, Keşf'üz-Zunûn, (neşr. Yaltkaya, Şerafettin- Bilge, Kilisli Rıfat), İstanbul 1971, c. I, 566, c. II, 1551; Yılmaz, Ömer Faruk, Belgelerle Osmanlı Tarihi I-II, İstanbul 1998, c. I, sh. 185-188; Uyanık, Mevlüt, "Osmanlı Düşünce Tarihinde Toplumsal Bir Muhalefet Olarak Şeyh Bedreddin ve Haraketinin Tahlili", Belleten, c. LV, sayı 212-214(1991), sh. 341-349.) (bk. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul, 2000, s. 65-67) 17 Kadınlar hangi durumlarda şehit olur? Erkeklerin şehitlik mertebesi ile aynı derecede olurlar mı? Bir savaş esnasında çarpışarak veya geri hizmetlerde bulunarak cihat eden bir kadın, orada düşman tarafından öldürülmesi halinde şehit olur. Erkekle kadın arasındaki bu şehitlik mertebesinde herhangi bir fark yoktur. İster erkek ister kadın olsun, suda boğularak, deprem ve benzeri felaketlerin meydana getirdiği yıkım ve göçük altında kalarak, iç hastalıktan muzdarip olarak ölürse, bir nevi manevî şehitlik mertebesini kazanır. Ayrıca bir kadın loğusa süresinde doğumdan ötürü ölürse, o da manevi bir şehitlik mertebesini kazanır. Son not olarak söyleyelim ki, aynı şartlarda şehit olan bir kadın ile bir erkeğin şehitlik mertebeleri arasında hiçbir fark yoktur. İlave bilgi için tıklayınız: Şehid kime denir? Kadınlar da şehid olur mu? 18 Sebe suresinde (15-19. ayetler), Sebe halkının kendilerine zulmettiklerinden bahsedilir. Bu halkın kendilerine yaptıkları zulmün ne olduğunu açıklayabilir misiniz? İnsan kendine nasıl zulmeder? Konuyla ilgili ayet grubunun meallerini vermekte fayda görmekteyiz: “Gerçekten Sebe’ halkına, oturdukları diyarda bir ibret dersi vardı. Onların meskenleri sağdan soldan iki bahçe ile çevrili idi. Peygamberleri kendilerine dedi ki: “Allah’ın nimetlerinden yiyiniz, içiniz, O’na şükrediniz. Ne hoş bir diyar! Ne iyi, ne müsamahalı ve bağışlayıcı bir Rab!" Fakat onlar bu dâvete sırtlarını döndüler, Biz de onların üzerlerine kükremiş, hırçın mı hırçın, bentleri yıkan bir sel gönderdik. O güzelim bahçelerini, içinde sadece buruk yemişli, ılgınlık, biraz da dikeni çok, meyvesi az ağaçlardan ibaret bozulmuş bahçelere çevirdik. Biz inkâr ve nankörlükleri sebebiyle onları böylece cezalandırdık. Zaten nankörlükte çok ileri gidenden başkasını cezalandırır mıyız? Onların diyarlarıyla, feyz ve bereket verdiğimiz kutlu beldeler arasında sırt sırta vermiş, biri birinden görülebilen nice kasabalar var ettik ve bunlar arasında düzenli ulaşım imkânları sağladık. “Oralarda geceler ve gündüzler boyunca, güven içinde gezin dolaşın!” dedik. Fakat onlar: “Ya Rabbena, seferlerimizin (yolculuktaki konaklarımızın) arasını uzaklaştır.” dediler ve böylece kendilerine zulüm/yazık ettiler. Biz de onları dillere destan olan, hayret ve ibretle bahsedilen masal haline getirdik, başka yerlere göç etmeleri suretiyle darmadağın ettik. Bunda elbette çok sabırlı, çok şükürlü olan kimselerin alacakları hayli ibretler vardır.” (Sebe’, 34/15-19) Bu ayetlerde iki önemli nimet tablosu ile bu nimetlere karşı nankörlük eden ve şükrünü yerine getirmeyen Sebe’ halkına verilen iki ceza tablosu vardır. Kısacası ayetlerde iki nimet, iki nankörlük, iki ceza tablosu söz konusudur. Birinci nimet tablosu: “Biri sağda, diğeri solda iki bahçeyle çevrili bir mekân”. “(Peygamberleri onlara dedi ki ) Rabbinizin rızkından yeyin ve O'na şükredin. Ne hoş bir diyar, ne müsamahalı ve bağışlayıcı bir Rab!” mealindeki ayetlerde ifade edildiği üzere, bu nimete karşı Allah onlardan şükretmelerini istiyor. Birinci nankörlük tablosu: “Ancak onlar yüz çevirdiler.” Peygamberlerinin bu öğütlerine kulak asmadılar. Yani, Allah’tan gelen peygamberlerinin davetine sırt çevirdiler. Nankörlük gösterip şirke saptılar, şükretmediler. Birinci ceza tablosu: “Bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki (harap) bahçeye çevirdik. Nankörlük ettikleri için onları böyle cezalandırdık. Biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız!” mealindeki ayetlerde bu cezanın şekli açıkça ortaya konmuştur. İkinci nimet tablosu: “Biz onlarla o bereket verdiğimiz/bereketli kıldığımız memleketler arasında, sırt sırta şehirler/kasabalar meydana getirmiştik. Ve onlarda muntazam gidiş geliş düzenledik.(Onlara): "Buralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyet içinde gezip yürüyün (dedik).” Ayette yer alan "bereketli kasabalar” dan maksat, Şam diyarıdır. Rivayete göre, bu kasabalar sırt sırta bitişik, yani birbirine çok yakın mesafelerde inşa edilmişti. Allah’ın lütuf ve inayetiyle o kasabalarda yolculuk belirli bir miktar üzere tertip ve tanzim edilmişti. Her biri yolcu için birer istasyon ve birer merhale halinde idi; birinden çıkan azık taşımadan ve açıkta 19 yatmadan ve tehlike görmeden diğerine gidebilirdi. Öyle muntazam, öyle emniyetli idi ki o sırt sırta vermiş kasabalar içinde geceler ve günlerce emniyet ve asayiş ile gidip gezebiliyorlardı. Denilir ki, ciddî bir süvari, iki aydan fazla bayındır yer ve kasabalardan giderdi ve dört aylık mesafeden ahali bir diğerinden ateş alabilirdi. Demek ki yalnız Sebe' değil, Yemen'den Şam'a kadar Arabistan baştan başa böyle bayındır bir halde imiş ki, bu çok dikkat çekicidir. İkinci nankörlük tablosu: Buna karşı onlar: "Ey Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır." dediler ve nefislerine zulmettiler.” Mealindeki ayette ifade edildiği üzere, onlar bitişik ve ardışık olan, yolculuklarında kendilerini güven içinde hissettikleri kasabalar arasının uzatılmasını istediler. Bu uzatmalarla ilgili istekleri şöyle anlaşılabilir: a. Peygamberlerin bitişik düzendeki nimetleri hatırlatıp şükür etmelerini istemelerine karşılık, bunlar da inatlarından “Biz bu nimeti istemiyoruz, eski halimiz daha güzeldir, tekrar eskisi gibi çöl olsun ve yolculuğumuz uzadıkça uzasın.” demiş olabilirler. b. Bunu sözle değil, davranış biçimleriyle yani hal diliyle söyleyerek, bu nimetin kalkmasını istemiş olabilirler. Yani fiili nankörlük göstermiş olabilirler. Çünkü nimet şükrü görmezse kaybolup gider. Bu sözlü veya fiili şımarıklıkları sebebiyle hadlerini aştılar ve kendi kendilerine zulmettiler. c. Onlar kazanç hırsıyla, fakirleri daha çok soymak için yol konaklarının aralarının uzaklaştırılmasını bilfiil temenni etmiş olabilirler. Bu kötü niyetleri de Allah’ın gazabını celbetti. İkinci ceza tablosu: “Biz de onları efsanelere çevirdik ve tamamen didik didik dağıttık. Şüphesiz ki bunda çok şükredecek her sabırlı için elbette ibretler vardır.” Mealindeki ayette ifade edildiği gibi, Sebe’liler şekli bizce meçhul bir ilâhi tokatla darmadağın oldular. Ve efsaneye döndüler. Yani onlar belalarını aradılar, Allah da kendilerini efsanelere, masallara çevirdi. Ve didik didik darmadağın etti. Gassan, Şam'a katıldı, Enmar Yesrib’e, Cüzam Tihame'ye, Ezd Uman'a katıldı. Şüphesiz Sebe'in zikrolunan bu hikayesinde -çok şükreden çok sabır eden kimseler içinelbette âyetler var, ibret alınacak dersler vardır. Demek ki, çok şükredici olmak için çok sabırlı olmak lazımdır. (bk. Taberi, Razî, İbn Kesir, İbn Aşur ilgili ayetlerin tefsiri) İlave bilgi için tıklayınız: Kendi nefsinize zulmetmeyin, nefsinizinde üzerinizde hakkı vardır? 20 Kaf suresi 29. Ayette "Benim yanımda söz değişmez ve ben, kullarıma zulmedici de değilim." buyurulmaktadır. Bu ayetin Bakara 106, Nahl 103 ve Rad 39. ayetlerle çelişkili olduğu iddiasına karşı bir açıklama yapar mısınız? Kaf suresi 29. ayet hesap günüyle alakalıdır. Diğer ayetlerle çelişkili gibi göstermek doğru değildir. Ayetlerin öncesine bakılırsa hangi konudan bahsettiği daha iyi anlaşılacaktır. Kaf suresi 24-29. ayetler: "24-26. Atın Cehennem'e her inatçı nankör kâfiri, hayra engel olan saldırgan şüpheciyi; Allah ile beraber başka tanrı edineni atın şiddetli azaba. 27. Yandaşı (olan şeytan, sapık inkarcı, şekillendirilmiş put): «Ey Rabbımız! Ben bunu azdırmadım, ama o, uzak bir sapıklık ve şaşkınlık içinde idi» (der). 28. Allah : «Benim huzurumda çekişip tartışmayın. Size daha önce uyarımı göndermiştim. 29. Benim yanımda söz değişmez ve ben, kullarıma zulmedici de değilim.» buyurur." İlgili ayetin açıklaması: Âhiret gününde, saptıranlarla saptırdıkları kimselerin birbirlerini suçlamaları ilâhî hükmü değiştirmez. Çünkü her şey en sağlam ölçülerle tesbit edilip yazılmış ve âdil ölçülerle hükme bağlanmıştır. O bakımdan hiç kimse o gün ilâhî adaletin ortaya koyacağı hükümden kendini kurtaramaz. Çünkü Allah mutlak anlamda âdildir ve zulmü kendine haram kılmıştır. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kuran Tefsiri) İlave bilgi için tıklayınız: Bakara 106 'da "değişiklikler olabilir" denildiği halde, Fetih 23, Fatır 43 'de ise "Allah'ın kanununda değişiklik olamaz." denilmesi, ayetler arasında bir çelişki anlamına mı gelir? 21 Allah kimseye muhtaç olmadığı halde, bazı ayetlerde (Bakara suresi 107; Ali İmran suresi 126; Saff suresi 14; Muhammed suresi 7. ayetlerde olduğu gibi) geçen, Allah´a yardım etmekten kasıt nedir? Bakara suresinin ilgili ayetinde yer alan -konumuzla ilgili- anahtar kelimelerden biri “Velî” kavramıdır ki bu kelime, “dost, koruyucu, himaye eden” manasına gelir. İkinci kelime ise “Nasîr” kelimesidir; bu da “yardımcı” manasına gelir. Ayetin meali şöyledir: “Bilmez misin ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Sizin O’ndan başka hiç bir hâminiz ve hir bir yardımcınız yoktur.” Ali İmran suresinin ilgili ayetinde geçen -konumuzla ilgili- anahtar kelime “en-Nasr”dır. Bu kelime “nusret / yardım” manasına gelir. İlgili ayetin meali şöyledir: “Allah bu imdadı / yardımı (Bedir savaşında melekleri imdadınıza koşturması) sırf size müjde olsun ve kalpleriniz bununla müsterih olsun diye yaptı. Yoksa gerçekte nusret / yardım (ve buna bağlı olarak gerçekleşen zafer), ancak azîz ve hakîm (mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi), olan Allah tarafından gelir.” Muhammed suresindeki ilgili ayette yer alan anahtar kelime ise, yine “NASR” kökünden gelen iki muzari / gelecek zaman kipine ait fiil vardır ki "yardım etme"yi ifade ederler; “Tensurû-Yensur-u”. Bu ayetin meali şöyledir: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve savaşta ayaklarınızı sabit kılar / kaydırmaz.” Ayette meal olarak yer alan “Eğer siz Allah’a yardım edersiniz...” ifadesi -parantez içinde gösterildiği üzere- “Allah’ın dinine yardım...” manasında kullanılmıştır. Çünkü, Allah’ın dinine taraftar olanlar, Allah’a taraftar olmuş olurlar. Allah’ın dinine yardım edenler de Allah’a yardım etmiş sayılırlar. Kur’an’da “Eğer siz Allah’a yardım edersiniz...” ifadesinin tercih edilmesi, müminlerin gönlünü okşamak, şevklerini kamçılamak, kendilerini onurlandırmak içindir. Yoksa, Allah’ın hiç kimsenin yardımına muhtaç olmadığı açık bir gerçektir. Saf suresindeki ayette yer alan anahtar kelime ise, “ENSAR”dır. Ayette üç defa tekrar edilen bu kelime, “yardımcı” manasına gelen “NÂSIR” kelimesinin çoğuludur, “yardımcılar” anlamına gelir. İlgili ayetin meali şöyledir: “Ey iman edenler! Siz Allah’ın yardımcıları / Allah’ın tarafında olunuz (O’nun dininin yardımcıları olunuz). Nasıl ki Meryem’in oğlu Îsâ vaktiyle, havarilere: “Allah’ın yolunda giderken kim bana yardımcı olmak ister?” diye sorunca, havariler: “Biz Allah’ın (dininin) yardımcılarıyız / Allah’ın tarafında oluruz!” diye cevap vermişlerdi.Neticede İsrailoğullarından bir kısmı Îsâ’nın peygamberliğine iman etti, bir kısmı da inkâr etti. Biz de iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik de onlar ötekilere üstün geldiler.” 22 “Akılsız insanlar; 'Müslümanları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' diyecekler.” (Bakara, 2/142) ayeti gelecekten haber mi veriyor? İlgili ayetin meali şöyledir: “Akılsız / beyinsiz insanlar: 'Müslümanları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?' diyecekler. De ki: 'Doğu da Batı da Allah’ındır. O dilediği kimseyi doğru yola yöneltir.' ” Bu ayette yer alan “Se Yekulü = Diyecek” fiili, bilindiği gibi gelecek zamana ait bir muzari kiptir. Bununla beraber, bazı alimlere göre bu fiilin başında bulunan “SİN” istikbal edatı, burada maziyi pekiştirmek için kullanılmıştır. Bu alimlere göre, bu ayet Müşrik, Münafık, Yahudilerin “Müslümanları daha önce yöneldikleri kıbleden çeviren sebep nedir?” şeklindeki sözlerinden sonra inmiştir. Ancak alimlerin büyük çoğunluğuna göre, bu ayet gelecekten haber vermiş gaybi bir haberdir. Söz konusu sefihler / beyinsizler, bu ayetin inmesinden sonra bu sözleri söylemiş ve ayetin ihbar-ı gaybî nevindeki haberini lisan-ı kal ve lisan-ı halleriyle tasdik etmişlerdir.(bk. Razî, İbn Aşur, Alusî, ilgili ayetin tefsiri). İşte daha kıblenin değişmesinden önce, ileride sefihlerin ne diyecekleri ve onlara nasıl cevap verileceği hususuna işaret etmek üzere 142. ve 143. ayetler inmiştir. (bk. Taberî, Zemahşerî, Nesefî, ilgili ayetin tefsiri) Asrımızın değerli müfessirlerinden Seyyid Kutub’a göre de bu âyet, gelecekten haber vermektedir. Bu âyet, kıblenin değiştirilmesi neticesinde beyinsizlerin söyleyecekleri uydurma lâflar ve sorulara bir başlangıçtır. Âyet-i kerîme, söyleyecekleri şeylerin belli, plânlarının malûm ve cevaplarının hazır olduğu hissini vermek için istikbâl sığası ile başlıyor. Hem yersiz soru sorma hareketlerinin tesirini tedavi ediyor, hem de Resûlullah (asv)’a onlara verilecek cevabı telkin ediyor... (bk. Kutub, Fi Zılal, ilgili âyetin tefsiri) Medine döneminin başında Peygamberimiz (asv)'in Beyt-i Makdis’e dönmesinin emredilmesiyle kendi Kâbe’lerini bırakmaya hazır olmayan müşrik Araplar denendi. Bu, kabilecilik geleneğini, bu tür cahiliye değerlerinin tesirlerini yok etme adına zorlu bir imtihandı, fakat samimi mü’minler başarılı oldular, kabile taassubu içinde olanlar ise imtihanı kaybettiler. Kıble, Kudüs’ten Kâbe’ye çevrildiğinde ise Müslüman olan Yahudi ve Hrıstiyanlar deneniyordu. Gerçek müminler, kıble değişikliklerine itiraz etmedikleri gibi, imanlarında ve imanlarının gereği namazlarında samimi olduklarından ve diğer Müslüman kardeşlerini kendi nefisleri kadar sevdiklerinden; “Vefat eden arkadaşlarımızın kıldıkları namazlar ne olacak?” diye telâş ve endişeye kapıldılar. Bunun üzerine şu âyet indi: "Ve işte böylece Biz sizi örnek bir ümmet kıldık ki, insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şahit olsun. Senin arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kâbe’yi kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamberin izinden gidenlerle O’ndan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır. Gerçi bu, oldukça ağır bir iştir, ancak Allah’ın doğru yola erdirdiği kimseler için mesele teşkil etmez. Allah, imanınızı (Beyt-i Makdis’e doğru kıldığınız namazlarınızı) zayi edecek değildir. Çünkü Allah, 23 insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir." (Bakara, 2/143; bk. Ebû Davud, sünne 16; Tirmizî, tefsir 3) Hz. Peygamber (a.s.m.), bu işaretler üzerine artık kıblenin değişmesiyle ilgili vahiy emrinin gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta semadan Cibril (as)’in yolunu gözlüyor ve atası İbrahim aleyhisselâmın kıblesi olan Kâbe’ye yönelmek için Allah’a duâ ediyordu. Nihayet şu âyetler nâzil oldu: "Elbette ilâhî buyruğu bekleyerek yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz. Artık müsterih ol, işte memnun olacağın kıbleye seni yöneltiyoruz. Haydi çevir yüzünü Mescid-i Haram’a doğru! Kendilerine Kitap verilmiş olanlar, kıbleyi çevirmenin gerçekten Rableri tarafından olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir." (Bakara, 2/144) Kıblenin çevrilmesi hakkındaki 115’nci âyetle başlayıp, 142 ve 143’ncü âyetlerle devam eden işaretler, bu 144’ncü âyet ile son ve kesin şeklini almıştır. Artık namazda Kâbe’ye yönelmek farz olarak kesinlik kazanmıştır. (Elmalılı, Hak Dini, İlgili ayetlerin tefsiri) İlave bilgiler için tıklayınız: Kıblenin değiştirilmesiyle ilgili ayetler... KUR’AN’DA GELECEKTEN HABERLER 24 Cebrail (a.s) yaratılmış en güçlü ve en kudretli melek ve yaratık mıdır? Peygamberlerden daha faziletli olduğu söylenebilir mi? Allah’ın, Cebrail (as)’den daha kuvvetli bir mahlukunun olduğunu gösteren bir bilgiye rastlayamadık.Eski kavimleri -değişik sebepler altında- helak etme görevi Cebrail (as)’de olduğu dikkate alınarak, onun en güçlü bir melek olduğu söylenebilir. Cebrail aleyhisselam, Kur'ân-ı Kerîm'de Cibril, Rûhulkudüs, Rûhulemîn, Rûh ve Resul şeklinde beş değişik isimle ifade edilir. İlgili âyetlerde belirtildiğine göre, Cebrail (as) karşı konulamayan müthiş bir güce, üstün bir akla ve kesin bilgilere sahiptir; "arşın sahibi" nezdinde çok itibarlıdır ve meleklerin kendisine mutlaka itaat ettiği şerefli bir elçidir. (bk. Necm, 53/5-6; Tekvîr, 81/19-21) Cebrail kelimesinin yabancı kökenli olduğu bilinmektedir. Bazı alimlere göre, bu kelimenin anlamı: Allah’ın kudretinin sembolü demektir. Çünkü "Cibril" ismi; kuvvet manasındaki CEBR ile Allah anlamındaki IL kelimelerinden meydana gelmiştir. Kur'an’da onun bu anlamına delalet eden "Şedidü'l-Kuva" vasfıdır. Bu tabir çok güçlü ve kuvvetli olmayı ifade eder. Bu ifade Necm suresinin 5. ayetinde aynen olduğu gibi kullanmıştır: "Onu (Kur'an'ı), güçlü ve kuvvetli biri (Cebrail) öğretti." Yine Necm suresinin 6. âyetinde geçen ve Hz. Cebrail (as)'in bir vasfı olarak zikredilen "Zû mirratin" kelimesi de aynı anlamı veriyor. Tekvir suresinin 20. ayetinde de "Zi kuvvetin" (kuvvet sahibi) tabiri ile Cebrail isminin anlamına uygun olarak aynı mânâ ifade edilmiştir. Bu mana genel olarak "melek" kelimesinin bir anlamı olan kuvvet kavramına da uygundur. (bk. Niyazi Beki, Kur’an’da İsimlerin Esrarı). Hz. Peygamber (asv) onu bir kere "açık ufukta", bir kere de "sidretü'l-müntehâ"da aslî hüviyetiyle görmüştür. İnkarcılara karşı Hz. Peygamber (as)'in dostu, müminlerin destekleyicisidir. Kadir Gecesi'nde meleklerle birlikte yeryüzüne iner, âhirette insanlar hesaba çekilirken mahşerde saf saf dizilen meleklerin yanında bulunur. (bk. M.F. Abdülbâki, Mu 'cem, s. 163, 326) İlgili hadislere göre Cebrail (as) dünyada ve âhirette Allah ile kulları arasında elçidir; hem meleklere hem peygamberlere ilâhî emirleri tebliğ eder. Bu sebeple de Allah'la vasıtasız konuşur. (Müsned, II, 267; III, 230; Buhârî, Tev-hîd, 33) Hz. Peygamber (asv), Cebrail (as)'in Allah nezdindeki üstün mertebesini dikkate alarak dualarında "Cibril'in Rabbi" ifadesini kullanmış ve bir anlamda onunla tevessülde bulunmuştur. (Müsned, VI, 61, 156; Ne-sâî, Sehv, 88) Tefsir, hadis şerhi, siyer, tasavvuf, tarih, kelâm, felsefe kitapları vb. İslâmî kaynaklarda Cebrail (as)'in isimleri, nitelikleri, görevleri, insan şeklinde görünüşü ve üstünlüğü gibi konularda geniş bir literatür oluşmuştur. Bu kaynaklarda Cebrail (as) Kur'ân-ı Kerim'deki isimleri yanında Rûhullah, Hâdimullah. er-Rûhu'l-a'zam, el-Aklü'l-ekrem, en-Nâmûsü'l-ekber, el-Aklü'l-fa’âl, Vâhibü's-suver, Hâzinü"l-kuds, Tâvûsü'l-melâike" gibi unvanlarla da anılır. Aynı kaynaklarda ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'deki isimlerinin mânaları açıklanmıştır. Buna göre o, karşısında durulmayacak üstün güce ve zaruri bilgilere sahip olduğu için Cibril (as), saygı duyulması gereken üstün bir mevkide bulunduğu veya dinî hayatın gerçekleşmesinde önemli 25 rol oynadığı yahut latif olduğu için Rûh, ilâhî buyrukları tahrif etmeden Hz. Peygamber (asv)'e ulaştırdığı için Rühulemîn, insanların manevî açıdan temizlenmesini sağlayan vahyi getirdiği veya hiç günah işlemeyen tertemiz bir kul olduğu için Rûhulkudüs diye nitelendirilmiştir. (Râgıb el-İsfahanî, s. 411; Fahreddin er-Râzî, 24/166; Âlûsî, 1/317; Elmalılı, 1/432) İslâmî kaynaklara göre Cebrail (as), arşı taşıyan ve "Mukarrebîn" adı verilen meleklerdendir. Emrinde arşın çevresinde bulunan meleklerden bir ordu vardır. Mükemmel bilgilere ve tasavvur edilemeyecek derecede üstün güce sahiptir. Kaynaklarda Cebrail (as) ile ilgili tartışmalardan biri de onun fazileti konusudur. Fahreddin er-Râzî ile Zemahşerî gibi bazı Sünnî ve Mu'tezilî âlimlerin, Cebrail (as)'in Hz. Peygamber (asv) de dahil olmak üzere, bütün yaratıkların en üstünü olduğunu kabul etmelerine karşılık, İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre Cebrail (as) bütün meleklerden ve peygamberler dışındaki insanlardan üstündür. (Fahreddin er-Râzî, 11/226-227; Alusi, 1/ 334; 30/60; bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, Cebrail md.) 26 Kur'anda fert ve toplumun dünyada mutlu olmasını ihtiva eden ayetler nelerdir? Kuran-ı Kerimdeki her ayet aslında fert ve toplumun dünya mutluluğunu ihtiva eder. İslam dini, kendisine has dünya görüşü ve kapsamlı toplumsal anlayışıyla insanı bütün boyutlarıyla ele alır ve onu bütün özellikleriyle birlikte değerlendirir. Bu nedenle de birey ve toplumun sadece maddi yaşam seviyesini temin etmekle kalmayıp onun en önemli boyutu olan ahlakî erdemlerle ruhî olgunluk ve kemallerine de önem verir ve bütün hüküm ve prensiplerinde bunu gaye edinir. Fert ve toplumların maddi manevi her yönden mutlu olmaları için temel esaslar ve çözümler getirir. Asrımızda, küfür ve inkârın cemiyetin manevî bünyesini tahrip etmesi, bir çok soru, hurafe ve safsataların insan zihninde yer etmesi ve bunların getirdiği ferdi ve toplumsal problemler, Kur'anın getirdiği prensiplere ne kadar muhtaç olduğumuzu bir kez daha idrak etmekteyiz. Unutmamalıyız ki fertlerin maddi ve özellikle de manevi huzur ve mutluluğu toplumun da huzurlu olmasını sağlar. Toplumun huzuru ile ilgili ayetler çoktur. Bir kaçtanesini aşağıda yazacağız. İslâm dini, iman edenlere iyilik yapmalarını ve kötülükten de men etmelerini emreder. Bunu şu âyette apaçık görüyoruz: "Onlar, Allah'ı ve Âhiret'i tasdik eder, iyiliği yayar, kötülükleri önler ve hayırlı işlere yarışırcasına koşarlar. İşte onlar salihlerdendir." (Âl-i İmran Sûresi, 3/114) Allah Teâlâ (c.c.), küfrün ve kötülüğün müminlerin kalplerinde sevimsiz karşılandığını da beyan buyurur: "Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde güzelleştirdi; inkârdan, fâsıklıktan ve isyandan ise sizi iğrendirdi." (Hucurât Sûresi, 48/8) Din, toplumda görülen ahlâksızlık ve suçu denetleyip engelleyecek en önemli faktörler arasında başta gelir. Suçun, sadece suç değil, ayrıca günah olarak telkin edilmesi, onun işlenmesi karşısında en azından iki kat bir caydırıcı sebep olacaktır. İslâm dini, toplum hayatını derinden sarsan, ferdî ve içtimaî problemlere yol açan zararlı alışkanlıklara karşı açıktan bir tavır almış, inananlardan bu konuda getirdiği kaidelere uymalarını istemiştir. Ey iman edenler! Şarap, kumar, putlara kurban kesilen sunaklar, fal okları, şeytana ait murdar işlerden başka bir şey değildir. Bunlardan geri durun ki felâh bulasınız. Şarap ve kumarla şeytanın yapmak istediği tek şey, sizin aranıza düşmanlık ve kin salmak, sizi Allah'ı zikretmekten ve namazdan alıkoymaktır. Artık bu habis şeylerden vazgeçtiniz değil mi? (Maide Sûresi, 5/90-91) Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabb'inize hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten de sakının. Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.(Nisa Suresi, 4/1) Evrenin düzeni adalet ile kurulmuştur. Bu nedenle insanlar da bireysel ve toplumsal ilişkilerinde adaleti esas almalıdırlar. Adalet kainata hâkim olduğu gibi insan toplumuna da adalet hâkim olmalıdır. Örnek toplumu inşa bağlamında Kur'an, "Allah adaleti emreder" (Nahl, 16/90) ilkesini hayatın temeline yerleştirir. 27 Firavunun hasta olmaması, sıkıntı çekmemesi doğru mudur? Doğru ise hikmeti nedir? Firavun Cenab-ı Hakk'a; "Bana sıkıntı vermediğinden saptım" diyebilir? Bu konuda Hz. Peygamber (asv)’den rivayet edilen sahih bir bilgiye rastlayamadık. Bu tür bilgiler daha çok bazı alimlerin -kuvvetli ihtimalle İsrailiyat kaynaklı- aktarımlarına dayanmaktadır. Bu cümleden olarak Ebu’ş- Şeyh’in bildirdiğine göre, İbrahim b. Muksim el-Huzelî şöyle demiştir: “Firavun dört yüz yıl boyunca asla baş ağrısını görmemişti." (Suyutî, eddürrü’l-mensur, Araf, 7/103. ayetin tefsiri) Yine İbn Ebî Hatim ve Ebu’ş-Şeyh’in bildirdiklerine göre, Muhammed b. el-Mükendir şöyle demiştir: “Firavun üç yüz sene yaşadı. İki yüz yirmi yıl boyunca gözünde çapak bile oluşmamıştır.”(a.g.e). Bununla beraber, hiç kimse sağlığını veya hastalığını bahane ederek Allah’a karşı isyanını savunamaz. Sağlık şükrü, hastalık sabrı gerektirir. Kulluk imtihanı zaten bu iki soruya dayalı olarak cereyan etmektedir. Adaleti, hikmeti, ilmi, kudreti kâinatın şahadetiyle sonsuz olan Allah’a karşı, kişilerin kendilerini haklı çıkarma çabalarının olamayacağı veya sonuç veremeyeceği açıktır. 28 Öteki alemde, Cennette, insanlarla melekler arasında tanışmak, arkadaş olabilmek mümkün olabilir mi? Cennette, insanlarla melekler arasındaki iletişim olacak mıdır? Cennette insanlarla melekler arasında iletişimin olacağını gösteren ayetler vardır. Bu konu ancak nakle dayalı bir bilgi olduğuna göre, biz de konuyla ilgili bazı ayetlerin meallerini sunmak suretiyle sorunuza cevap vermiş olacağız: “O güzel akıbet Adn cennetleri olup, onlar babalarından, eşlerinden ve nesillerinden iyi olanlarla birlikte o cennetlere girerler. Öyle ki melekler de her kapıdan yanlarına varıp: ‘Sabretmenize karşılık size selamlar, selâmetler! Dünya diyarının ne güzel âkıbetidir bu!’ diyecekler.”(Rad, 13/2324). Ayette belirtildiği üzere, melekler cennet halkının yanına varır, sabırla çalışarak kazandıkları mükâfattan dolayı onları tebrik ederler. Elbette bu sohbet sadece “selam”dan ibaret kalmayıp “kelam” da olacaktır. “Onlar ki melekler canlarını tatlılıkla alırlar: ‘Selâm size! Yaptığınız işlerden dolayı buyurun cennete!’ derler.”(Nahl, 16/32). Burada meleklerin müminleri cennete buyur etmeleri ya dünyada vefat edeceği zamanda olacaktır. Buna göre, bu bir müjde manasına gelir. Yahut ahirette gerçekleşir ki, bu takdirde -müjde değil- bilinen aslî manasında bir “buyur etmek” tir. (bk. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri). “O en büyük dehşet (Sûra ikinci üfleyiş) dahi onları tasalandırmaz. Melekler onları: “İşte size vâd olunan gün bugündür!” diye karşılarlar.”(Enbiya, 21/103). Bu ayetten anlaşılıyor ki, melekler mahşerden itibaren cennetliklerle iletişim kuracaklar ve onları tebrik edip kutlarlar. “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların yanına melekler inip: “Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vâd edilen cennetle sevinin!” derler. Dünya hayatında da, âhirette de biz sizin dostunuzuz. Orada sizin canınızın çektiği her şey, Gafur ve Rahîm’den (affı, merhamet ve ihsanı bol olan Allah tarafından) bir ikram olarak sizindir. Hem orada siz bütün istediklerinize kavuşacaksınız.”(Fussilet, 41/30-32). Dünya hayatında melekler müminlerin görünmeyen dostları, fakat âhirette görünen dostlarıdır. Bu dostluk elbette cennete uygun güzel sohbetlerle devam edecektir. 29