T.C SAĞLIK BAKANLIĞI GÖZTEPE EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ 4. İÇ HASTALIKLARI KLİNİĞİ AKUT MİYOKARD İNFARKTÜSÜ VE UNSTABİL ANGİNA PECTORİS TANILARI OLAN HASTALARDA ÜRİK ASİT VE LİPİT SEVİYELERİNİN TESPİTİ TIPTA UZMANLIK TEZİ Dr. Leman MELİKOĞLU İSTANBUL–2008 T.C SAĞLIK BAKANLIĞI GÖZTEPE EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ 4. İÇ HASTALIKLARI KLİNİĞİ AKUT MİYOKARD İNFARKTÜSÜ VE UNSTABİL ANGİNA PECTORİS TANILARI OLAN HASTALARDA ÜRİK ASİT VE LİPİT SEVİYELERİNİN TESPİTİ TIPTA UZMANLIK TEZİ Dr. Leman MELİKOĞLU Danışman Uzm. Dr.YAVUZ ERYILMAZ İSTANBUL–2008 TEŞEKKÜR Bütün uzmanlık eğitimim süresince hep yanımda olan, bilgi ve tecrübelerinden faydalandığım, sadece mesleki alanda değil, hayatın tüm alanlarında yardımını esirgemeyen S.B. Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi 4. İç Hastalıkları Klinik Şefi Dr. Yavuz Eryılmaz başta olmak üzere, tüm 4. İç Hastalıkları Kliniği uzmanlarına, asistanlarına, hemşirelerine ve personellerine şükran ve teşekkürlerimi sunarım. İhtisas sürem boyunca bize yol gösteren 3. İç Hastalıkları Klinik Şefi Doç. Dr. Hilmi Çiftçi’ye, engin bilgi ve deneyimini bizimle paylaşan 2. İç Hastalıkları Klinik Şefi Prof. Dr. Aytekin Oğuz’a, rotasyonlarım süresince birlikte çalışma fırsatı bulduğum ve eğitimime emeği geçen S.B. Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi 10. Göğüs Hastalıkları Klinik Şefi Doç.Dr.Atilla Saygı’ya, SB Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Klinik Şefi Doç.Dr.Nail Özgüneş’e, Biyokimya Klinik Şefi Dr.Asuman Oruç’a ve sağladığı imkânlar ile uzmanlık eğitimi başarı ile sürdürmemi sağlayan başhekimimiz Prof. Dr. Hamit Okur’a teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca tez çalışmalarım sırasında hiçbir konuda yardımını esirgemeyen başta koroner yoğun bakım ünitesinin emekli olan sorumlu hemşiresi Yasemin Bozalp olmak üzere tüm hemşire hanımlara ve birlikte çalıştığım tüm personel arkadaşlara teşekkürü bir borç bilirim. Son olarak hayatımın en büyük şansı olan, bu zor günlerde hep yanımda olan, her konuda desteğini esirgemeyen biricim eşim, can dostum Gökhan’a sonsuz teşekkürler. Dr. Leman MELİKOĞLU KISALTMALAR WHO: Dünya Sağlık Örgütü KAH: Koroner aterosklerotik hastalık TEKHARF: Türk Erişkinlerde Kalp Hastalığı ve Risk Faktörleri KKH: Koroner kalp hastalığı MS: Metabolik sendrom LDL-K: low density lipoprotein HDL-K: high density lipoprotein TG: Trigliserit Lpa: Lipoprotein a AHA: American heart assosiation AMİ: Akut miyokard infarktüsü USAP: Unstabil angina pectoris DM: Diabetes Mellitus HT: Hipertansiyon İKH: İskemik kalp hastalığı NCEP: National Cholesterol Education Program ATP III: Adult treatment panel III ACC: American college of cardiyology EKG: elektrokardiogram EKO: ekokardiyografi CK: Kreatin kinaz cTnT: Troponin T cTn I: Troponin I LDH: Laktat dehidrogenaz AST: Aspartat aminotransferaz MY: Mitral yetmezliği İÇİNDEKİLER GİRİŞ…………………………………………………………………………….. 5 GENEL BİLGİLER …………………………………………………………….. 7 Ateroskleroz………………………………………………………………….. 7 Aterosklerozun Patofizyolojisi……………………………………………… 8 Aterosklerozun Histopatolojisi……………………………………………... 9 Ateroskleroz Etyopatogenezi……………………………………………….. 12 Ateroskleroz Risk Faktörleri………………………………………………. 17 Akut Koroner Sendromlar…………………………………………………. 24 Unstabil Koroner Arter Hastalığı…………………………………………. 25 Akut Miyokard İnfarktüsü………………………………………………… 29 Ürik Asit……………………………………………………………………... 35 MATERYAL VE METOD………………………………………………………44 SONUÇLAR………………………………………………………………………45 TARTIŞMA………………………………………………………………………59 ÖZET……………………………………………………………………………...64 KAYNAKLAR........................................................................................................67 GİRİŞ ve AMAÇ Ateroskleroz, Batı dünyasında görülen en sık ölüm nedenidir ve ciddi morbiditeye neden olur. Dünya Sağlık Örgütü(WHO), yakın gelecekte, aterosklerozun, tüm dünyada da en sık mortalite nedeni olacağını bildirmiştir.(1) Koroner aterosklerotik hastalıkların (KAH) tedavisinde devam eden gelişmeler dolayısıyla giderek daha ileri yaşlarda görülmesine rağmen insanlar bu hastalıklar nedeni ile ölmeye devam etmektedir. WHO verilerine göre 1998 yılı itibariyle iskemik kalp hastalığına bağlı ölümler tüm dünyadaki yıllık ölümlerin %13.7’ sinden sorumludur ve her iki cinsiyette bir numaralı ölüm sebebini oluştururlar. Uzun yıllardır aterosklerozun en erken lezyonu olan yağlı çizgilenmenin erken çocukluk döneminde aortada görüldüğü bilinmektedir. Ancak bugün aterosklerozun fetal gelişme döneminde, özellikle hiperkolestrolemisi olan annelerin fetüslerinde başladığı bilinmektedir. Bu nedenle, bu hastalığı önüne geçebilmek için ömür boyu çaba sarf edilmesi gerekmektedir.(2) TEKHARF (Türk Erişkinlerde Kalp Hastalığı ve Risk Faktörleri) çalışmasının 2000 yılı verileri Türkiye’de koroner arter hastası sayısının 2000 yılı itibari ile yaklaşık iki milyon olduğunu ve ülkemizde her yıl yaklaşık 160000 kişinin koroner arter hastalığı nedeniyle öldüğünü göstermektedir(3). Türk Kardiyoloji Derneği’nin 2000 yılında yayınladığı rapora göre ise, aterosklerozun neden olduğu koroner arter hastalıkları ve inmeden kaynaklanan ölümlerin, tüm ölüm nedenlerinin % 43’ünü oluşturduğu tahmin edilmektedir(4) Hızla gelişen tıp ile beraber, beklenen ortalama insan ömrü uzamış, kardiyovasküler hastalıkların sıklığı artmış ve ülke ekonomilerinde sağlık harcamaları daha çok dikkat çekmeye başlamıştır. Yapılan maliyet-etkinlik çalışmaları, hastalık geliştikten sonra sağlık harcamalarının ne denli yüksek olduğunu ortaya koyduğundan, artık tedavi edici hekimlikten ziyade koruyucu hekimliğin ön plana alınmasına ve hastalıklar daha gelişmeden önce gerekli önlemlere yönelik girişimlerin başlatılmasına yönelinmiştir. İşte buradan yola çıkılarak, mortalite sıralamasında birinciliği elden bırakmayan kardiyovasküler hastalıklar henüz gelişmeden alınacak birincil (primer) korunma tedbirleri düşünülmüş ve risk faktörleri ortaya çıkmıştır. Framingham Kalp Çalışması(5) toplumda genel risk faktörlerinin tanımlanmasında hayati rol oynamıştır. Bu çalışmada geniş ölçüde araştırılan risk faktörleri yaş, sigara, genetik yatkınlık, hipertansiyon, hiperlipidemi ve diabetes mellitus olmuştur. Global riski azaltma yaklaşımlarının başında, kişinin risk derecesini belirlemek ve tedavi hedeflerini ona göre saptamak gelmektedir. 5 Koroner kalp hastalıklarının sadece yarısında hiperlipidemi görülmesi nedeni ile aterosklerozun başlangıç ve gelişiminde diğer inflamatuvar mekanizmaların da rol aldığını kanıtlayan çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Son zamanlarda yeni aterosklerotik risk faktörleri üzerinde durulmaktadır. Koroner mortalite açısından Avrupa ülkeleri arasında erkeklerde Letonya ve Estonya’dan sonra üçüncü sırada, kadınlarda ise birinci sırada yer almaktayız (7). Nüfusumuz gelişmekte olan ülkelerdeki gibi genç yapıda iken, halkımızda koroner hastalık mortalitesinin, yaşlı nüfus yapısına sahip gelişmiş toplumlardaki kadar yüksek olması, hem günümüz, hem de gelecek için kaygı vericidir. Gelişmekte olan ülkelerden ziyade gelişmiş ülkeler örneğine benzeyen bu olumsuz eğilim devam ettiği takdirde 2010 yılında halen 2 milyon civarında olan koroner kalp hastası sayısının 1.4 milyon artarak 3.4 milyon kişiye varacağı öngörülmektedir (7) Son iki dekatta koroner arter hastalığına yol açan risk faktörlerini tanımlamada çok büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Yapılan geniş epidemiyolojik çalışmalar sonucunda hastalığa yol açan majör risk faktörleri belirlenmiştir. Ancak toplumdaki koroner arter hastalığı prevalansını açıklamada ve bazı hastalarda gelişen prematür koroner arter hastalığı nedenini açıklamada bu klasik risk faktörleri tek başlarına yeterli olamamaktadır. Örneğin akut myokard infarktüsü veya kararsız anjinalı hastaların yaklaşık yarısı klasik kardiyovasküler risk faktörlerini taşımazlar (6). Son zamanlarda yeni aterosklerotik risk faktörleri üzerinde durulmak Bunlardan bir tanesi de yüksek kan ürik asit seviyesidir. Kanda ürik asid düzeylerinin kardiyovasküler hastalıkla ilişkili olduğu uzun zamandan beri bilinmektedir. Koroner kalp hastalarında hiperürisemiye temayül ilk olarak 1951'de yapılan kesitsel bir çalışma ile gösterilmiştir (8). Birçok epidemiyolojik çalışma ürik asid düzeylerindeki artışın kalp-damar hastalıkları mortalitesi için bir risk faktörü olduğunu ima etmişse de, bu ilişki kesinleşmiş değildir (9). Ürik asidi koroner kalp hastalığının (KKH) bağımsız bir belirteci olarak tespit eden çalışmaların yanı sıra(9–12) , bağımsız bir belirteç olarak bulmayan çalışmalar (13–16) da mevcuttur. Ürik asid seviyelerinin ilk defa ölçüldüğü TEKHARF çalışması 2003 yılı taramasında bu değişkenin kardiyovasküler risk faktörleri ile ve risk faktörlerinden bağımsız olarak- koroner kalp hastalığı, metabolik sendrom (MS), diyabet ve glikoz intoleransı ile ilişkileri araştırıldı. Bu çalışma ile Akut miyokard infarktüsü geçiren ve unstabil angina pectoris tanıları olan hastalarda hem klasik bir risk faktörü olan hiperlipidemiyi, hem de yeni risk faktörlerinden sayılan ürik asit seviyelerini tespit etmeyi planladık. 6 GENEL BİLGİLER ATEROSKLEROZ Ateroskleroz, gelişmiş toplumlarda ölüm ve sakatlığın en önemli nedenidir. Ateroskleroz ile ilgili elimizdeki bilgilere rağmen bu hastalığın bazı temel özellikleri halen anlaşılamamıştır. Çok sayıda yaygın ve sistemik risk faktörlerinin hastalığın ortaya çıkışına eğilimi artırmasına karşın ateroskleroz özellikle dolaşımın çeşitli bölgelerini etkilemekte ve etkilenen dolaşım yatağının özelliğine göre değişik klinik belirtiler ortaya çıkmaktadır. Ateroskleroz, Yunancada ‘yulaf’ veya ‘yulaf ezmesi ‘ anlamına gelen “athere” ve sert anlamına gelen “sclerosis” kelimelerinden türetilmiştir. Bu isim, iki bileşenden oluşan – lipidden zengin (yumuşak) bileşen ve kollajenden zengin (sert) bileşen – olgun ateroskleroz plağını tanımlamaktadır, ancak ateroskleroz sinsi, kronik ve ilerleyici fibroinflamatuar bir süreçtir. Ateroskleroz damar duvarının kalınlaşması ve esnekliğinin kaybolması ile karakterize arteryel hastalık grubunun bir parçasıdır. Elastik arterlerin ve büyük, orta büyüklükteki müsküler arterlerin hastalığıdır. Arter yatağını düzenli bir şekilde tutmaz, fokal olmaya eğilimlidir(17). Ateroskleroz, endotel fonksiyonlarında bozulma ile başlar. Son evresi olan plak rüptürü aşamasında, endotel fonksiyonlarındaki bozukluğun önemli katkısı vardır. Başlangıçta endotel altında lipid birikimi, makrofajların köpük hücresi oluşturması, daha sonraki aşamalarda düz kas hücresi migrasyonu ve proliferasyonu, kollajen sentezi, sonunda trombositlerin ve pıhtılaşma faktörlerinin aktivasyonu ile karakterize olan aterogenezin her aşamasında endotel, hem olaya birinci derecede katkıda bulunan ve hem de olaydan birinci derecede etkilenen dokudur(18). Aterosklerotik süreç belirgin olarak intima tabakasında lokalize olmasına rağmen, arter duvarının diğer tabakaları da hastalıktan etkilenir. Plakların arkasındaki media tabakasında çoğunlukla düz kas hücresi kaybı ile birlikte atrofi görülür. Bu durum media tabakasındaki hücrelere besin desteğinin azalmasına ve medial düz kas hücrelerinin birçoğunun intima tabakasına göç etmiş olmasına bağlıdır. Medial atrofinin sonucu alarak arter dilate olur. Media tabakasında remodelling oluşur ve plakla uyum sağlamak için damar genişler ve böylece lümenin boyutları korunmuş olur. Arter ciddi ateroskleroz gelişmiş olmasına rağmen anjiyografik değerlendirmede normal görünebilir(19). Ateroskleroz devamlı gelişim gösteren, makroskopik olarak normal arterden, belirgin hasarlı rüptüre plaklı bir damara kadar geniş perspektifi olan bir hastalıktır. 7 ATEROSKLEROZUN PATOFİZYOLOJİSİ NORMAL ARTER DUVARI: Arter duvarı üç tabakadan oluşur: Arter duvarı ve dolaşan kan arasında bariyer oluşturan tunika intima, kalın kas tabakası olan tunika media, çevredeki organların bağ dokuları ile birleşen bir bağ dokusu tabakası olan tunika adventisya. Tunika intima: “Endotelyum” denen sürekli tek hücre tabakası, bunun bazal membranı ve az miktarda pirimitif mezenşimal hücrelerle birlikte olan bir bağ dokusu tarafından oluşur. Bu tabakada yaşam boyunca ilerleyici intimal kalınlaşma olur. Bu durum bağ dokusu lifleri, proteoglikanlar ve mezenşimal hücrelerin sürekli birikmesine bağlıdır. Mezenşimal hücrelerin kontraktilite kapasitesini kaybetmiş modifiye düz kas hücreleri olduğu düşünülmektedir. Tunika media: Arter duvarının en geniş tabakasıdır. Tek bir hücre tipinden, vasküler düz kas hücresinden oluşmuştur. Vasküler düz kas hücresi arterin hücre kitlesinin büyük bir kısmını ve medianın ekstrasellüler matriks bileşenlerini oluşturur. Düz kas hücreleri birbirlerine birleşme yeri kompleksleri ile yapışan uzun hücrelerdir. Bu hücreler dairesel tabakalar şeklinde organize olmuştur ve arter lümenini konsantrik daireler şeklinde çevrelerler. Tunika adventisya: Çevredeki bağ dokusu stroması içine devam eden bir bağ dokusu yapısıdır. İç kısmı fibrözdür ve ön planda kollajen ve elastinden oluşur. Media tabakasından uzaklaştıkça bunların yerini gevşek bağ dokusu alır. Adventisya liflere ek olarak fibroblastlar, mast hücreleri, adipositler ve sempatik sinir uçlarını içerir. Normal arterde medianın iç kısmı ve tüm intima avaskülerdir(20). 8 ATEROSKLEROZUN HİSTOPATOLOJİSİ Ateroskleroz gelişiminde 3 evre vardır. Değişen bu plak tipleri aterosklerozun değişik safhalarını yansıtır. Koroner ateroskleroza bağlı esas mortalite ve morbidite komplike lezyonlara bağlıdır. Aterosklerotik lezyonlar: a)Yağlı çizgilenme: Tüm risk faktörleri etkilerini damar endoteli üzerinde yapmaktadır. En erken ateroskleroz lezyonu sayılan yağlı çizgiler erken çocukluk döneminde dahi görülmektedir. Bu lezyonlar köpük hücresinden zengin olup, damar yüzeyinden kabarıktır. Bu görüntü içleri yağ dolu köpük hücreleri nedeni ile oluşmaktadır. Yağlı çizgilere LDL-K girişi artarsa lezyon daha ileri aşamalara ilerler.(21) b) Fibroz (stabil) plak: Zaman içinde risk faktörlerinin devam etmesi ile subendotelyal depolanma giderek artar. Makroskopik olarak beyaz renklidir, lümene doğru büyür ve lümeni daraltır. Bu lezyonda en dışta endotel hücreleri, altında düz kas hücreleri, makrofajlar ve Tlenfositler bulunur. Bu evrede mediadan intimaya çekilen düz kas hücreleri bir fibröz başlık oluşturmak üzere dizilirler. Fibröz başlığın temel işlevi lümendeki kan ile lezyonun merkezindeki aterojenik lipid çekirdeğini birbirinden ayırmaktadır. Arter lümeninin kısmen tıkanmasına ve klinik olarak semptomların gelişmesine yol açar. Ama asıl klinik olaylar, bu aterosklerotik plağın rüptüre olmasıyla ilgilidir(21). c) Komplike lezyon (zedelenebilir plak): Aterosklerotik plak dıştan mekanik stres ve risk faktörlerinin devam etmesi ile yıpranırken, bir taraftan da içten yıpranır. Devam eden inflamatuvar süreç nedeni ile, plak içindeki makrofajlar metalloproteinazlar salarak plağın fibröz çatısını yıpratır. Fibröz yapıda yapım ile yıkım dengededir. Plağın lipid çekirdeği içeriği % 40’ı aştığında zedelenebilir plaktan bahsedilir. Plağın fissüre veya rüptüre olması ile klinik kardiyovasküler olaylar ortaya çıkar. Plağın üstündeki endotel ayrılınca, subendotelyal doku kan ile temasa geçer. Subendotelyal doku, faktör VII ve lipoprotein (a)’dan zengin olup trombojenik özelliktedir. Bu şekilde trombüs gelişir. Oluşan trombüs damar duvarını tam veya kısmi olarak tıkayarak akut kardiyovasküler olaylara neden olur(21). Bu sınıflamanın dışında AHA plak tiplerinin gelişimine göre de bir sınıflama yapmıştır. Tip1lezyon: minör lipid birikimi ve monositlerin endotel yüzeyine yapışıp, arter lümeninden intimaya geçmeleri ile oluşan seyrek makrofaj köpük hücrelerinden oluşur.(şekil 2) 9 Şekil 1.Tip I aterosklerotik lezyonun progresyonu (A endotel geçirgenliği, B lökosit göçü, C lökosit adhezyonu)(22) Tip 2 lezyon: Çoğunluğu monosit kökenli olan lipid yüklü köpük hücrelerinin, sağlam endotel altında bölgesel toplanması ile olan yağlı çizgilenmelerdir. Bu lezyonlarda az miktarda lipidle dolu düz kas hücreleri, mast hücreleri ve T lenfositleri bulunur.(şekil 3) Şekil 2. Tip II aterosklerotik lezyonları progresyonu A- köpük hücre gelişimi, B- Kas hücresi göçü, C- Trombosit adhezyon ve agregasyonu, D- Lökosit adhezyonu ve girişi. 10 Tip 3 lezyon: Yukarıdaki lezyonlara ek olarak, bu lezyonlar az miktarda extraselüler lipid kümeleri içerir. Tip 1-3 lezyonlar, koroner aterosklerozun önce lezyonları sayılmasına rağmen klinik semptomlara yol açmazlar. Tip 4 lezyon: Burada extraselüler lipid hücreleri bir araya gelerek, lipid çekirdek oluşturur. Bu çekirdek ince bir düz kas tabakası ve bağ dokusu tarafından kaplanmıştır. (şekil 4) Bu lezyonlar genellikle yarım ay şeklindedir ve damar duvarı kalınlığını artırır. Bu aşamada yeniden yapılanma başlar. Şekil 3. Tip IV atrosklerotik lezyonların progresyonu(22) A- Makrofaj birikimi, B- Nekrotik çekirdek oluşumu, C- Fibröz tabaka oluşumu. Tip 5 lezyon: Bu aşamada yoğun bağ dokusu depolanması vardır. Bu fibrozis düz kas hücreleri tarafından oluşturulur. Bu lezyonlar çoğunlukla büyüktür ve bu nedenle yeniden remodeling ile kompansasyon gelişemediğinden lümen daralır. Tip 6 lezyon: Tip 5 plaklarda gelişen trombozun veya kanamanın komplike ettiği plaklardır. Bu lezyonun nedeni plak yırtılmasıdır.(şekil 5) AMİ ve USAP gibi klinik olayların nedeni tip 6 lezyonlardır. 11 Şekil 4. Tip VI aterosklerotik lezyonların progresyonu(22) A- Plak rüptürü B- Fibröz plak kalınlaşması, C- Plak kanaması. Tip 7 lezyonlar: Bu lezyonlarda yoğun kalsifikasyon vardır. Tip 8 lezyonlar: Plakların neredeyse tümü kollajen ve düz kas hücrelerinden oluşur. Son iki tip lezyonlar, 5. ve 6. tip plaklara göre daha stabildir. Bu nedenle plak stabilizasyonunun önemi üzerinde durulmaktadır. Son dönemde statinlerin bu şekilde plak stabilizasyonuna neden olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır.(23) ATEROSKLEROZ ETYOPATOGENEZİ Aterosklerozun nedeninin belirlenmesi için çok yoğun çabalar harcanmaktadır. Bu nedenle patogenez ile ilgili pek çok teoriler öne sürülmüştür. En son kabul ve en çok geçerlilik kazanan hipotez damar endotelinde meydana gelen inflamasyonun aterosklerozu başlattığı ve ilerlettiği şeklindedir. Lipid hipotezi: En eski hipotezlerden biridir. Aterosklerozun damar duvarında lipid birikmesi ile oluştuğu gösterildi. Ancak bu hipotez, kolesterol düzeyleri normal olan hastalarda gelişen aterosklerotik kalp hastalıklarını izah edememektedir. Trombojenik hipotez: Bu hipoteze göre, damar içinde oluşan trombüs yavaş yavaş arter duvarı içine girer ve ateroskleroza neden olur. Ancak bu hipotez immatür damarlardaki aterosklerozu izah etmez. Trombüs bir sebep değil bir sonuçtur. Hasara yanıt hipotezi: Bu hipotez Virchow tarafından ileri sürülmüştür. Aterosklerozda oluşan dejeneratif değişikliklerin hasara karşı arteryel intimanın iyileşme şeklindeki yanıtı sonucunda olduğuna inanıldı. Modifiye hasara yanıt hipotezi: 1973’te Russel Ross ve John Glomset hasara yanıt hipotezini modifiye ettiler. Endotel yaralanmasına karşı aşırı damar düz kası hücresi 12 proliferasyonu sonucunda, aterom plağın oluşumu gösterildi. Bu hipotez daha sonra revize edildi: Endotel disfonksiyonun aterosklerozun temelinde rol oynadığı fark edildi. Bu hasar yapıcı ajanların risk faktörleri (DM, hiperlipidemi, okside LDL, hipertansiyon, sigara) olduğu bilinmektedir. İnflamasyon teorisi: Son şalışmalar Ross’un hipotezinin devamı olarak yapılan çalışmalardır. İnflamasyon teorisinde en göze çarpan özellik endotelyal disfonksiyondur. Bu sürecin en önemli hücreleri endotel hücreleri, düz kas hücreleri ve inflamatuar hücrelerdir. Endotel disfonksiyonu, endotelin bariyer olma özelliğini, seçici geçirgenliğini ve antitrombosit yapısını bozar. Sonuç olarak gelişen inflamatuar ve proliferatif olaylar aterosklerotik plağın oluşumunu başlatır. Bu teoriye göre aterosklerozun çelişim basamakları şöyledir: - Endetol disfonksiyonu - LDL-K oksidasyonu - Köpük hücre oluşumu - Lipid çekirdeğinin oluşumu - Fibröz kılıf oluşumu Hiperkolesterolemi gibi aterojenik uyarılara maruz kalanlarda ilk saptanan değişiklikler subendotelyal intimada serum lipidlerinin ve endotel yüzeyinde lökosit adezyon moleküllerinin görülmesidir. Plazmada düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) düzeyleri yükseldiği zaman çok miktarda LDL endotelden geçerek intimaya girer. Bu bölgede mikrodamarlar yetersiz olduğu için LDL’nin intimadan eliminasyonu sınırlıdır. LDL, intimada agregasyon, oksidasyon ve LDL partiküllerinin parçalanmasını içeren bir seri modifikasyona uğrar. LDL’nin oksidasyonuyla ortaya çıkan modifiye lipidlerden bazıları endotel hücrelerini aktive eden sinyal molekülleri olarak rol oynayabilir. Çeşitli inflamatuar uyarılar ve okside LDL ile aktive olmuş endotel hücreleri, aktive T hücreleri, düz kas hücreleri ve makrofajlar; adezyon moleküllerini (VCAM-1, ICAM-1, 2), sitokinleri (IL-1,IL-6, IL-4, TNF_), kemokinleri (MCP-1,IL-8) ve büyüme faktörlerini (PDGF,FGF) salgılar. Endotel hücreleri tarafından salınan lökosit adezyon molekülleri monosit ve T hücrelerinin endotele yapışmasını saglar. Damar hücresi adezyon molekülü-1 (VCAM-1), monositler ve T lenfositleri için bir reseptördür. VCAM-1 erken aterogenezde sadece aterom plaktaki monosit ve T hücrelerinden salınan integrin (VLA-4) ile etkileştiği için önemlidir.(24) 13 Selektinler bir başka grup lökosit adezyon molekülleridir. E-selektin (endotelyal selektin) polimorfonükleer lökositlerin çağrılmasını sağlar. P-selektin (platelet kaynaklı) ateromada lökositlerin çağrılmasında daha ve lökositlerin endotel üzerinde yuvarlanma hareketi yapmalarında etkilidirler. Endotel yüzeyine yapışmış lökositlerin migrasyonunu, endotelden geçişini kemokinler sağlar. (25) Kemotaktik sitokinlerin uyarıları mononükleer hücrelerin endotel tabakasından subendotelyal intima içerisine göçünü başlatır. Monosit kemokin proteini-1 (MCP-1) endotelden okside LDL ve çeşitli uyarılarla salınır. IL-6, esas olarak prokoagülan sitokindir. Fibrinojen, plazminojen aktivatör inhibitörü tip1, CRP düzeylerini arttırır. Salgılanan kemotaktik maddelerle lezyonlu alana göç eden monositler inflamatuar sitokinler salgılar. IL-1, TNF alfa, CRP gibi sitokinler, adezyon moleküllerinin salınımın arttırır ve endotele daha çok lökosit ve LDL bağlanmasına neden olurlar ve trombojenisiteyi arttırırlar. CRP aynı zamanda monositleri uyararak koagülasyonda rol oynayan doku faktörü salınmasını arttırır. Endotel kaynaklı Nitrit Oksitin (NO) salınımı hasarlı damar bölgesinde azalır. KVH gelişimiyle NO üretiminin azalması yakından ilişkilidir. NO; trombositlerin damar duvarına tutunmasını, agregasyonunu, lökositlerin endotele tutunmasını, vazokonstriksiyonu ve düz kas hücresi proliferasyonunu baskılar. CRP, NO üretimini baskılar. Böylece NO azalması protrombotik, proinflamatuar olaya katkıda bulunur. Endotele tutunduktan sonra subendotelyal alana göçeden monositler burada makrofaja dönüşürler. Bu süreç, aktif edilmiş damar hücreleri tarafından üretilen monosit-koloni stimüle edici faktör (M-CSF) tarafından başlatılır. Makrofajlar okside LDL’ yi fagosite ederek köpük hücresine dönüşür ve yağlı çizgilenmeyi başlatırlar. Yağlı çizgilenme esas olarak sağlam endotelde köpük hücrelerinin, bir miktar T hücresi ve ekstrasellüler kolesterolle birlikte birikmesidir. Klasik LDL reseptörü dışında çeşitli moleküller; ‘scavenger reseptör’ , çöpçü reseptörler denilen moleküller, köpük hücre oluşumuna neden olan fazla miktarda lipid alınımını sağlarlar.(25) Diğer modifiye lipoproteinlere bağlanan ve köpük hücresi oluşumuna katılan moleküller; CD36 ve macrosialin’ dir. Makrofajlar aterosklerotik hücre birikimininde en çok bulunan hücrelerdir. Köpük hücreleri sadece lipid rezervuarı olarak görev yapmaz. Bu hücreler aynı zamanda proinflamatuar aracılar, sitokinler, kemokinler, PDGF ve superoksit anyonu gibi okside ajanlardan zengindir. Bu aracılar inflamasyonu başlatır ve lezyonun progresyonuna katkıda bulunur. Aynı zamanda aktive T ve mast hücreleri de endotele tutunurlar. Bütün hücreler lipid havuzundan oluşan fibröz kılıf ile kaplı ateromatöz lezyonun oluşumuna katkıda bulunurlar. Bu hücreler metalloproteinazların üretimini sağlar. Bu proteolitik enzimler kollajenin 14 parçalanmasına ve fibröz kılıfın bozulmasına neden olur; doku faktörü ve ateromatöz yıkıntının kanla temasını sağlayarak tromboz oluşumunu destekler. Aterosklerozun ilk basamakları olan endotelyal disfonksiyon ve LDL-K oksidasyonu görüldüğ gibi çok karmaşık mekanizmalar ile oluşmaktadır. İntimal lezyonun genişlemesi ile bazı lipid yüklü köpük hücreleri ortadan kaybolmaktadır. Köpük hücrelerinin ölümü programlanmış hücre ölümü olarak bilinen apopitozis sonucu olmaktadır(26). Mononükleer fagositlerin ölümü sonucunda aterosklerotik plak merkezinde daha komplike nekrotik çekirdek olarak bilinen lezyon oluşur(27). Sonuçta oluşan lipid çekirdeği, intima tabakasının bağ dokusu içinde kolesterol ve hücre yıkım ürünleri ile dolu boşluklardır. Bu aşamada lipid çekirdeğinin üzerinde henüz fibrotik bir tabaka yoktur. Olgunlaşmış aterom plağında lipid çekirdeğinin üstü fibröz bir başlıkla örtülüdür. Fibröz başlık yoğunlukla düz kas hücreleri ve onların ürettiği bağ dokusundan oluşur(28). Lezyonun yaşı ilerledikçe düz kas hücrelerinin sayısı da artar. Düz kas hücrelerinin mediadan göçü ve proliferasyonu, PDGF, FGF gibi büyüme faktörlerinin uyarısı ile gerçekleşir. Aynı faktörler, bu hücrelerin bağ dokusu proteinlerini sentezlemesini uyarırlar. Stimülatör ve inhibitör bu maddeler arasındaki etkileşim, düz kas hücrelerinin proliferatif cevabını belirler. Bugün artık fibröz başlığın dinamik bir yapı olduğu bilinmektedir. Bir yandan düz kas hücreleri tarafından kollajen yapımı sürerken, diğer taraftan proteazlar tarafından sürekli bağ dokusu yıkımı olmaktadır. Bu yapım ve yıkım arasında çok sayıda sitokin tarafından kontrol edilen bir denge vardır. Lipid çekirdek ve etrafındaki fibröz başlıktan ilerlemiş lezyona “fibroaterom” denir. Lipid çekirdek ve etrafındaki fibröz tabakanın miktarı, plağın zedelenebilirliğini(vulnerabilitesini) belirler. basamakları özetlenmiştir. 15 Aşağıdaki şekilde aterosklerozun temel Şekil 5: Temel Ateroskleroz Süreci. Plazmadaki düşük dansitefi lipoprotein (LDL) intimaya girer, modifiye olur ve endotelde monosit migrasyonuyla sonuçlanan değişiklikleri başlatır. Intimada daha da fazla okside olan LDL,makrofajlar tarafından aktif biçimde alındığında köpük hücreleri oluşur. Makrofaj ölümüyle, lipidler serbest kalarak çekirdeği oluşturur.Endotel hücreleri ve makrofajlar tarafından salınan büyüme faktörleri, düz kas hücresinde büyümeyi ve bağ dokusu matriksinde sentezi uyarırlar.(29) ATEROSKLEROZ RİSK FAKTÖRLER Aterosklerozun gelişiminde bazı risk faktörlerinin etken olduğu günümüzde kanıtlanmıştır. Bu risk faktörlerinin önemi kanıtlanmış olanlar ve multivariate analizle bile etkinliğini kaybetmeyenler majör risk faktörü olarak adlandırılır. Bu majör faktörler toplumdaki risk artışının %90’ından sorumludur.(30,31,32,33) 16 TABLO 1 ATEROSKLEROZ RİSK FAKTÖRLERİ GELENEKSEL RİSK FAKTÖRLERİ SABİT FAKTÖRLER YENİ RİSK FAKTÖRLERİ MODİFİYE EDİLEN YAŞ SİGARA C-REAKTİF PROTEİN CİNSİYET HİPERTANSİYON HOMOSİSTEİN IRK HİPERLİPİDEMİ FİBRİNOJEN AİLE HİKAYESİ OBESİTE FİBRİN DİYABET LİPOPROTEİN A SEDENTER YAŞAM ÜRİK ASİT MENTAL STRES D-DİMER MAJOR RİSK FAKTÖRLERİ: YAŞ: Miyokard infarktüsünden olan ölümlere bakıldığında hastaların %80’inde yaş 65’in üstündedir.(34)Amerikan Kalp Birliği kılavuzlarında erkeklerde 45 yaş ve üstü, kadınlarda ise 55 yaş ve üstü önemli bir risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Avrupa Kardiyoloji Derneği 2003 Hipertansiyon kılavuzuna göre ise bu risk faktörü erkeklerde 55 yaş ve üstü, kadınlarda ise 65 yaş ve üstü olarak belirlenmiştir. CİNSİYET: Erkek cinsiyet pek çok çalışmada başlı başına bir risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Koroner arter hastalıklarının %60’ı erkeklerde görülür. Aterosklerotik kalp hastalıkları erkeklerde 10-20 yıl daha erken başlamakta olup sıklığı kadınlardan 3-6 kat daha fazladır.(34) AİLE HİKAYESİ: Ailede veya 1.derecede akrabalardan erkek olanlarda 55 yaşın, kadınlarda 65 yaşın altında koroner arter hastalığı bulunması major risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Ailesinde erken aterosklerotik kalp hastalığı öyküsü bulunan kişilerde erken ateroskleroz riski 12 kat artmaktadır. SİGARA: Gençlerde ve yaşlılarda,tüm ırklarda ve her iki cinsiyette de içilen sigara miktarı ile koroner arter hastalığı arasında güçlü bir ilişki vardır.(35) Sigara içiciliği miyokard enfarktüsü ve ani ölüm riskini erkeklerde 2.7, kadınlarda 4.7 kat artırmaktadır.(36) TEKHARF çalışması, sigara içiciliğinin ülkemizdeki en yaygın risk faktörü olduğunu ortaya 17 koymuştur. Ülkemizde erkeklerde sigara içme alışkanlığı azalırken, kadınlarda ise tam tersine ciddi bir artış göstermektedir. Türk kadınlarında koroner arter hastalığına bağlı mortalite Avrupa ülkeleri arasında en yüksek seviyededir. (37) Sigara içiminin bırakılması koroner arter hastalığı riskini hızlı bir şekilde azaltmaktadır. Bir kişinin sigarayı bırakması halinde göreceli riski bir yıl veya daha kısa sürede içmeyen bir kişinin düzeyine inmektedir.(38) HİPERTANSİYON: Hipertansiyon koroner arter hastalığı için bilinen en önemli risk faktörlerinden biridir. Sistemik arteriyel hipertansiyon, patogenetik olarak kolesterole bağımlı bir ateroskleroz hızlandırıcısı olmakla birlikte İKH için bağımsız bir risk faktörüdür.(39) Bütün aterosklerotik kardiyovasküler olayların %35’inden hipertansiyon sorumludur. Koroner kalp hastalığı hipertansiflerde, normotansiflere göre 2-3 kat daha fazladır.(40) Kan basıncının temel bileşenleri arasında kararlı bir bileşen (ortalama arter basıncı) ve pulsatil bir bileşen (nabız basıncı) yer almaktadır. Orta ve ileri yaşlarda biyik arterlerin elastikiyeti azaldığı için sistolik basınç artar ve diastolik basınç azalır. Bu da nabız basıncının artışına neden olur. Framingam çalışmasına göre İKH riskini belirlemede nabız basıncı, sistolik ve diastolik basınçtan daha üstündür. Artan yaşla birlikte damar elastikiyetinin azalması, yaşlılarda görülen İKH’larında önemli bir paya sahip olabilir.(41) Hipertansiyon insülin direnci,hiperinsülinemi, glikoz intoleransı, hiperlipidemi, sol ventrikül hipertrofisi ve obezite ile ilişkilidir. İzole hipertansiyon populasyonun %20 sinden azında görülür.(42) Hipertansiyonu olan ve akut miyokard infarktüsü geçirenlerde infarktüs sonrası angina pektoris, sessiz miyokard iskemisi, atriyal fibrilasyon, ventrikül taşikardisi, ventrikül fibrilasyonu, kardiyojenik şok normotansiflere göre daha fazladır. Koroner arter hastalığı olan veya koroner baypas operasyonu yapılan hipertansiflerde 5 yıllık mortalite normotansiflere göre daha fazladır (43). TEKHARF çalışmasının 12 yıllık izlem verileri, hipertansiyonun erişkinlerimizde koroner kökenli ölümleri belirleyici en önemli etken olduğunu ortaya koymuştur. Hipertansiyon ülkemizde çok yaygın bir risk faktörü olup halen 5 milyon erkek ile 7 milyon kadınımızda bulunduğu tahmin edilmektedir (3) DİABETES MELLİTUS: Diyabet varlığı koroner arter hastalığına eşdeğer olarak kabul edilmektedir. Diyabet koroner arter hastalığı için bağımsız bir faktörüdür. Erkek ve kadınlarda riski sırası ile 2 ve 4 kat artırır.(44) Miyokard enfarktüsü geçiren tip 2 Diabetes Mellitus’lu hastaların sağ kalım oranları, diyabetik olmayan hastalara göre çok daha kötüdür.(45,46) 18 Diyabetli erişkin hastaların 70-80’inde ölüm sebebi koroner arter hastalığı, serebrovasküler olaylar ve periferik damar hastalıklarıdır. İnsüline bağlı diabeti olan hastalarda lipoprotein (a) yüksektir. İnsülin, damar duvarında düz kas proliferasyonunu uyararak ve arter duvarında kolesterol esterlerinin toplanmasını artırarak ateroskleroza katkıda bulunur.(47,48) Tip 2 diyabetli hastalarda artmış kardiyovasküler riskin en önemli belirleyici özelliği, muhtemelen, insülin rezistansı ile birlikte görülen ve diyabetik dislipidemi olarak bilinen anormal lipoprotein profili ile ilişkilidir. Diyabetli hastalarda LDL kolesterol seviyeleri sıklıkla normale yakın seyrederken, LDL parçacıklarının daha küçüldüğü ve yoğunlaştığı ve böylece daha aterojenik olma eğilimi kazandığı saptanmıştır. Diyabetik dislipideminin diğer özellikleri düşük HDL ve artmış trigliseridleri kapsamına almaktadır (49). TEKHARF çalışmasında, ülkemizde Tip 2 Diyabet prevalansının erişkinlerimizde 2 milyona vardığını, diyabetli sayısının yılda ortalama % 6 veya 120 bin arttığını ortaya koymuş, bunun da kardiyovasküler sağlığımız için kaygı verici olduğunu vurgulamıştır. Diyabetin, sistolik kan basıncı, santral obezite ve dislipidemiden bağımsız olarak kardiyak olayları % 70 dolayında yükselttiği prospektif olarak gösterilmiştir. Hiperinsülineminin diyabetli olmayan erkek ve kadınlarımızda koroner kalp hastalığının önemli bağımsız bir etkeni olduğu ortaya konulmuştur (37). Diyabetin koroner kalp hastalığı risk faktörlerinin ortaya çıkmasını kolaylaştırırken, MI riskini bağımsız olarak arttırdığı düşünülmektedir. Ancak diyabetli hastalarda kan glukoz düzeyinin sıkı kontrolünün koroner risk üzerine etkisi çözülememiştir(50). OBEZİTE: Şişmanlık her iki cinste olmak üzere, özellikle kadınlarda koroner arter hastalığı riskinin artırmaktadır. Obezite prevalansı bütün dünyada giderek artan ve pek çok ülkede epidemik boyuta ulaşan bir sağlık problemi haline gelmiştir.(51) Amerika Birleşik Devletlerinde yetişkinlerin hemen hemen üçte biri fazla kiloludur, beşte biri ise obez’dir.(52) TEKHARF çalışmasına göre, obezitenin ülkemizdeki prevalansı 30 yaş üzerinde erkeklerde % 21, kadınlarda % 43’tür. Yine ülkemizde yaşlanmanın etkisi için yapılan düzeltmelerden sonra bile 10 yıl içinde beden kitle indeksi kadınlarda 1.26 kg/m2, erkeklerde1.29 kg/m2 artmıştır. Bu da bize, kendi toplumumuzun da hızlı bir şişmanlama eğilimi içinde olduğunu göstermektedir (53). Reaven, insüline bağlı glukoz alımına karşı direnç ve kompansatuar hiperinsülineminin hipertansiyon, diyabet, düşük HDL, LDL baskınlığı ve yüksek plazma fibrinojeni, plazminojen aktivatör inhibitörü 1 (PAI-1) ve faktör 7 seviyeleri ile karakterize protrombik durum gibi koroner risk faktörlerinin metabolik 19 tabanını oluşturduğunu öne sürmüştür. Bu durum, insülin direnci sendromu veya metabolik sendrom olarak adlandırılmıştır (54). Ulusal Kolesterol Eğitim Programı [National Cholesterol Education Program (NCEP)] Uzman Paneli, 2001 yılında yetişkinlerde yüksek kan kolesterolü tespiti, değerlendirme ve tedavisi raporunu (ATP III) hazırlamıştır (55). Bu raporda, metabolik sendrom tanısı için tabloda belirtilen beş kriterden üçünün varlığının yeterli olduğu bildirilmiştir (Tablo 2). Tablo 2 NCEP ATP III Metabolik Sendrom Tanı Kriterleri(55): Risk faktörü Tanım Abdominal obezite (bel çevresi): Erkek > 102 cm Kadın > 88 cm Trigliserit > 150 mg/dl HDL Erkek < 40 mg/dl Kadın < 50 mg/dl Kan basıncı ≥ 130/85 mmHg Açlık plazma glikozu > 110 mg/dl DİSLİPİDEMİ: Serum kolesterol yüksekliği ile koroner arter hastalığı arasında güçlü bir ilişki vardır. Aterosklerozda lipidlerin rolü ile ilgili bildiklerimiz diğer risk faktörleri hakkında bildiklerimizden çok daha fazladır. Pek çok epidemiyolojik çalışma da bu ilişkiyi desteklemektedir. Aterosklerozun oluşum hipotezlerinden biri olan kolesterol hipotezi ile birlikte LDL-K’nın en aterojenik kolesterol olduğu bilinmektedir. Yüksek LDL-K düzeyi, İKH açısından primer risk faktörü olarak görülmektedir. LDL-K düzeyinin düşürülmesi yalnızca KAH riskini azaltmadığı, aynı zamanda KAH bağlı mortalite ve morbidite’yi de azalttığı izlenmiştir. 1985’ te ilki, 1993’te ikincisi ve 2001 Mayıs’ ında üçüncüsü yayınlanıp, 2004’ te güncelleştirilen, kolesterol değerlendirilmesindeki değişiklikleri ele alan, Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü’nün sunduğu Ulusal Kolesterol Eğitim Programı- Erişkin Tedavi Paneli’nin (NCEP-ATP) son kılavuzu dikkate alındığında, bir önceki kılavuza göre kan 20 kolesterol seviyeleri anormal sayılabilecek kişilerin sayısı üçe katlanmıştır. Bu kılavuz, risk değerlendirme stratejilerini değiştirmekle kalmayıp, hiperkolesterolemide agresif terapötik yaklaşımın önemini vurgulamıştır. NCEP-ATP III’e göre LDL hedeflerini etkileyen majör risk faktörleri şunlardır: 1- Yaş ( erkekler ≥ 45 yaş; kadınlar ≥ 55 yaş), 2- Hipertansiyon( Kan basıncı > 140/ 90 mmHg veya antihipertansif ilaç tedavisi alıyor olmak), 3- Sigara kullanımı( son 1 ayda en az 1 sigara içmiş olmak), 4- Ailede erken yaşta KKH öyküsü olması ( < 55 yaşındaki birinci derece erkek akrabada ve < 65 yaşındaki birinci derece kadın akrabada KKH olması), 5- Düşük HDL kolesterol(< 40 mg/dl veya < 1.05 mmol/l). HDL kolesterolün ≥ 60 mg/dl veya ≥ 1.55 mmol/l olması negatif bir risk faktörü olarak değerlendirilir ve toplam risk faktörü sayısını bir risk faktörü azaltır. NCEP ATP III’de diyabetes mellitusun bir risk faktörü olmayıp koroner arter hastalığı ile eşdeğer olduğu belirtilmiştir(55). NCEP-ATP III’ ün önerisine göre, 20 yaşın üzerindeki bütün erişkinlerde total kolesterol, LDL kolesterol, HDL kolesterol ve TG’ ten oluşan, 9–12 saatlik açlık lipid profiline bakılmalı ve bu inceleme en azından 5 yılda bir tekrarlanmalıdır. Eğer tokluk incelemesi yapılmışsa, sadece total kolesterol ve HDL kolesterol ölçümleri güvenilirdir. 21 Tablo 3: Dislipidemi için NCEP ATP III tedavi önerileri LDL-K hedefi Yaşam (mg/dl) değişikliği Risk sınıfı tarzı İlaç tedavisi için Non-HDL-K LDL-K düzeyi başlanması için (mg/dl) hedefi (mg/dl) LDL-K düzeyi (mg/dl) KAH veya KAH eşdeğerleri (10 < 100 mg/dl yıllık risk ≥ 100mg/dl ≥ 130mg/dl < 130mg/dl >%20) İki veya daha 10 fazla %10-20 ise faktörü yıllık risk ( risk 10 < 130mg/dl ≥ 130mg/dl ≤ yıllık ≥ 130mg/dl risk <160mg/dl 10 yıllık risk %20) <%10 ise ≥ 160mg/dl Risk faktörü (10 yıllık risk < < 160mg/dl ≥ 160mg/dl ≥ 190mg/dl <190mg/dl %10) En fazla bir adet risk faktörüne sahip hastalar için uygun tedaviyi belirlemede daha fazla risk değerlendirmesine gerek yoktur. Bu hastaların 10 yıllık KAH riski %10’un altındadır. ATP III, iki veya daha fazla risk faktörüne sahip hastalarda Framingham skorlama sistemi kullanarak 10 yıllık KAH riskinin hesaplanmasını önermektedir. Framingham risk skorlaması yaş, TK, sistolik kan basıncı, HDL-K ve sigara içimi durumlarına dayanılarak yapılır. Bu skorlama sistemi hastaları 3 gruba ayırır: 10 yıllık KAH riski > %20, % 10–20 ve < %10 olanlar. 2 ve daha fazla risk faktörü olanlar ve 10 yıllık KAH riski % 20 üzerinde olan hastalar en yüksek risk sınıfındadır. TEKHARF çalışmasında Total kolesterol/HDL oranının 5’den yüksek olmasının gelecekteki koroner olayların en iyi öngördürücülerinden biri olduğu gösterilmiştir. 22 AKUT KORONER SENDROMLAR Akut koroner sendrom başlığı altına ST segment elevasyonlu MI, ST segment elevasyonu olmayan MI, Unstabil Angina pectoris(USAP) ve ani kardiak ölüm girmektedir. Şeki1 6: Akut koroner sendromlar Akut koroner sendrom sınıflaması(56) Akut koroner sendromların altta yatan en önemli nedeni plak yıltılması yada erozyonunu takiben gelişen trombüstür. Plak erozyonu ya da yırtılmasını embolizasyon yada değişik derecelerde obstüksiyon izleyebilir. Klinik bulgular myokard iskemisinin şiddetine ve genişliğine göre değişkenlik gösterir. Akut koroner sendrom başlığı altına ST segment elevasyonlu MI, ST segment elevasyonu olmayan MI, Unstabil Angina Pectoris (USAP) ve ani ölüm girmektedir. UNSTABİL KORONER ARTER HASTALIĞI USAP, günümüzde koroner bakım ünitelerine kabulün major nedenidir ve bu kabullerin %30-50’sini oluşturur. ST elevasyonlu miyokard enfarktüsü olan her hasta için, anstabil koroner sendromu olan 3 hasta vardır. Unstabil koroner arter hastalığı, heterojen bir klinik sendromdur. Anstabil angina ve non-ST –elevasyonlu miyokard enfarktüsü, sadece kardiyak markerlerin sonuçları alınınca kesin olarak ayırt edilir. USAP miyokard nekrozu içermeyen bir akut koroner sendromdur. 23 1) Klinik prezentasyon Anamnez, unstabil angina pectoris tanısı koymak için en önemli araçtır. Üç temel prezantasyon vardır: - yeni başlangıçlı angina - artan angina - istirahatte angina Bu prezantasyon klinik pratikte her zaman belirgin değildir. Yakınma en sık olarak, derin, iyi lokalize edilemeyen göğüs veya kol rahatsızlığı şeklindedir.Çoğunlukla basınç, dolgunluk veya sıkışma hissi olarak tarif edilir. Ağrı çoğunlukla omuza, boyuna, çeneye ve kollara yayılır. Ağrı, stabil anginadan farklı olarak, istirahatte başlar, stres ve eforla ilişkili değildir.Daha şiddetlidir ve dinlenmekle geçmez. Sublingual nitratlar, çoğunlukla geçici veya kısmi bir rahatlama sağlar. Ataklar esnasında dispne, terleme, bulantı ve anksiyete gibi semptomlar sık görülür. Özellikle daha önceden koroner arter hastalığı belirtileri olan hastalarda, bu faktörlerden herhangi birini içeren bir öykü, tanıyı destekler ve prognozu olumuz etkiler. Fizik muayene çoğunlukla normaldir ve USAP tanısında major rol oynamaz. Ayırıcı tanıda ösefageal ağrı, kas iskelet sistemi ile ilgili ağrı, perikardit, gastrit, hipertrofik kardiyomiyopati, akciğer embolisi, plörezi, aort diseksiyonu gibi tanıları düşünmek gerekir. 2)USAP risk sınıflaması: USAP tanısı ile hastaneye yatırılan hastaların tedavilerinin ne sekilde yapılacağı ve hastane içi ve hastane sonrası dönemdeki prognozlarının tahmin edilmesinde kilit nokta hastanın risk durumunun belirlenmesidir. Erken dönemde koroner revaskularizasyon ihtiyacının tayinine ve tedavinin yoğunluğunun saptanmasına risk belirlenmesi yapıldıktan sonra karar verilir. Amerikan Kardiyoloji Topluluğu’nun (ACC/AHA) klinik ve laboratuar bulgularına dayanan USAP Risk Sınıflaması Tablo 4’ de görülmektedir. 24 Tablo 4: ACC / AHA USAP Risk Sınıflaması YÜKSEK RİSK ORTA RİSK DÜŞÜK RİSK Aşağıdakilerden birinin bulunması: Yüksek risk olmaması ve kriterlerinin aşağıdakilerden birini içermesi: 1. Başvuru anında devam 1. > 20 dk sürmüş, ancak başvuru anında devam 2. Pulmoner ödem etmeyen 3. Angina + ≥ 1 mm dinamik ST anginası 4. 2. istirahat > 20 dk sürmüş, ancak istirahat yada dil altı raller, S3 yada MY üfürümü nitrat ile azalan göğüs 5. Angina + hipotansiyon ağrısı 6. Pozitif biyobelirteçleri kardiyak kriterlerinin orta risk olmaması ve 1. Angina sıklığında ve süresinde artış olması 2. Daha az egzersiz ile angina oluşması Angina + yeni, yada kötüleşen serum yada aşağıdakilerden birini içermesi: eden,>20 dk, istirahat anginası değişikliği Yüksek 3. Son 2 hafta-2 ay içinde başlamış angina 4. EKG’nin normal olması 5. 3. Nokturnal angina 4. Angina + dinamik T EKG değişikliğinin izlenmemesi dalga değişikliği 5. son 2 hafta başlamış içinde şiddetli angina(*) 6. Patolojik Q dalgaları yada istirahat EKG’de devam eden ST depresyonları 7. ≥ 65 yaş olması (*):Yeni başlayan, 2 haftadan kısa süreli anginası olan, koroner arter hastalığı bulunma olasılığı orta ya da yüksek olan hastalar. Bu sınıflamanın dısında TIMI risk skorlaması da klinik olarak kullanılmaktadır. TIMI risk skoru kriterleri, TIMI 11B ve ESSENCE çalışmalarına dayanılarak ortaya konmuştur. 25 TIMI risk skorlaması kriterleri: -Yaş >65 -3 kardiyovasküler risk faktörünün olması -Koroner arterlerinde %50 ve üzeri daralma ile seyreden koroner arter hastalığı -EKG’de ST segment değişikliği olması -Son 24 saat içinde ikiden fazla anjina atagının varlıgı -Son bir hafta içinde aspirin kullanılması -Artmış serum kardiyak biyo-belirteçleri TIMI risk skorlamasında her bir risk faktörünün varlığı bir puan kabul edilir. Yüksek risk skoru, ölüm insidansında, revaskülarizasyon gerektiren yeni ya da rekürren miyokard infarktüsü ve iskemisi risklerinde artış ile beraberdir.(57) 3) Tanı teknikleri a) EKG: Hem tanı, hemde prognostik amaçlar için çok önemlidir. Akut iskemi tanısı primer olarak, ST ve T dalgası değişikliklerine dayandırılır. USAP’ta en karakteristik bulgu, T dalgası değişikliği ile birlikte ST segment depresyonudur. Hastaneye gelişte normal EKG USAP tanısını ekarte ettirmez. Olumsuz olay riski, ST segment depresyonu arttıkça artar; bir çalışmada, 1 yıllık mortalite, 1 mm’lik ST depresyonu olanlarda %14 ve 2 mm’lik ST depresyonu olanlarda %39 saptanmıştır.(58) b) Kardiyak markerler: Non-ST elevasyon miyokard enfarktüsünün anstabil anginadan ayırt edilmesi, miyokard hasarının markerlerinin ölçülmesi ile miyokard nekrozunu gösterme kabiliyetine bağlıdır. Kreatinin kinaz(CK) ve bunun enzimi MB (CK-MB) gibi geleneksel kardiak enzimler, akut Mİ tanısını doğrulamak için EKG bulguları ve tipik göğüs ağrısı öyküsü ile birlikte ‘altın standart’ olarak kullanılır. Kardiyak troponin T ve kardiyak troponin I miyokardiyum için özgül olan proteinlerdir ve miyokard hasarının saptanması açısından duyarlılıkları yüksekir. Ancak troponinlerin geniş bir zaman pencereleri vardır. Bu özellikler, troponinleri değişik yoğunlukta ve birkaç gün süren tekrarlayan iskemi atakları olan anstabil hastalarda, miyokard hasarının saptanması için özellikle uygun kılar. Bu yeni markerler, anamnez, EKG ve CK-MB düzeyleri ile tanı konan anstabil angina hastalarının 1/3’ünde miyokard hasarının saptanmasını mümkün kılar. Ancak hiçbir marker, hastaneye gelişte, miyokard enfarktüsü veya hasarını ekerte edecek şekilde erken duyarlılığa sahip değildir. Bu nedenle hastaneye kabulden ilk 12 saat 26 içinde ölçümler tekrarlanmalı ve hospitalizasyon sırasında her hangi bir uzun süren göğüs ağrısı atağından sonra yine ölçüm yapılmalıdır. Son dönemde, enflamatuar aktivitenin, USAP’ın patogenezindeki önemi anlaşılmıştır. Stabil ve anstabil koroner arter hastalığı ile ilgili klinik çalışmalar, CRP ve fibrinojen gibi akut faz proteinleri yüksek olan hastalarda, takip esnasında, olumsuz olay riskinin yüksek olduğu göstermiştir. CRP konsantrasyonu, temel olarak kısa ve uzun vadede mortalite ile ilişkili görünmektedir. c)İstirahat Ekokardiyografi: EKO ile sol vantrikül sistolik fonksiyonu nispeten kolay ve doğru bir şekilde değerlendirilebilir. Sol ventriküler sistolik fonksiyon, iskemik kalp hastalığı olanlarda, en önemli ve güçlü değişkenlerden biridir. Bu nedenle USAP vakalarının çoğunda değerlendirilmelidir. d)Stres testi: Ucuz ve yaygın kullanımı olan, sürekli EKG kaydı ile birlikte egzersiz stres testi, bir USAP atağından sonra, genellikle standart stres test yöntemi olarak önerilebilir. Stres testinin prognostik değeri ortaya konmuştur ve bu testin özellikle negatif prediktif değeri yüksektir. Egzersiz testi sırasında ölçülen parametreler şunlardır: -rezidüel iskeminin derecesini hesaplayan parametreler (ST segment yanıtı ve göğüs ağrısı) -kardiyak performansı değerlendiren parametreler (iş kapasitesi, kan basıncı yanıtı ve hız-basınç çarpım yanıtı) e)Koroner anjiyografi: Diagnostik ve prognostik amaçla veya revaskülarizasyon prosedürünün başlangıcında uygulanabilir. ST depresyonu ile gelen hastalarda, tek başına T dalgası inversiyonu olan veya ST-T değişikliği olmayanlara göre, yüksek riskli koroner lezyon( üç damar hastalığı, proksimal sol anterior desendan arter stenozu, sol ana koroner arter stenozu ile birlikte iki damar hastalığı) yüzdesi daha yüksektir. 27 AKUT MİYOKARD İNFARKTÜSÜ 1) Tanım Amerika Birleşik Devletlerinde yılda yaklaşık 1500000 insan AMİ geçirir ve tüm ölümlerin ¼ kadarı AMİ’ne bağlıdır. AMİ, ciddi ve uzun süreli iskeminin yol açtığı irreversibl hücre hasarı ve nekrozu şeklinde tarif edilir. Hemen hemen tüm Mİ’leri koroner arterlerin aterosklerozisinden ve genellikle bunların üzerine eklenen akut koroner trombozisten meydana gelir. Trombozisin en sık nedeni aterosklerotik plağın çatlamasıdır. AMİ’nde aterosklerotik proçesin nedeni ne olursa olsun sonuç, koroner arter ağacının lüminal daralması ve ardından total oklüzyondur. İnfarktüs sonucu oluşan kontraktilite bozukluğu saniyeler içinde gelişir ve başlangıçta sadece tutulan segmentle sınırlıdır. Sol ön inen dalın (LAD) tıkanmasıyla oluşan infarktüs, sol ventrikülün apikal ve anterior bölgelerinde, interventriküler septumda, anterolateral duvardaki papiller kaslarda ve sol ventrikülün inferoapikalinde gelişir. Sirkumfleks (Cx) artere bağlı infarktüsler sol ventrikülün lateral ve inferoposterior duvarını tutarlar. Sağ koroner arter (RCA) tıkanmalarında interventriküler septumun inferior kısmı, posteromedial papiller kas infarktüsü ve ayrıca sağ ventrikül infarktüsü gelişebilir. Beslediği miyokard segmentleri göz önüne alındığında LDA tıkanmaları ejeksiyon fraksiyonunu en çok etkilemektedir. Miyokard iskemisi ve ardından gelişen infarktüs genellikle endokarttan başlar ve epikarda doğru yayılır. Akut koroner oklüzyon 15-20 dakikadan uzun sürecek olursa irreversibl kardiyak injuri başlar. İrreversibl injurinin endokarttan epikarda doğru yayılması 4-6 saatte tamamlanır. Bu nedenle koroner kan akımının ilk 4-6 saatte tekrar sağlanması miyokard dokusunda nekrozun yayılmasını önlemektedir. Nekroza uğrayan dokunun miktarı kollateral kan akımının varlığına bağlıdır. Mİ’de mortalite ve morbiditenin major belirleyicisi miyokard hasarının büyüklüğüdür. 2) Klinik prezentasyon AMİ’lü hastaların %20-60’ında prodromal semptomlar saptanabilmektedir.Bu belirtiler genellikle göğüs rahatsızlığı ile karakterizedir ve klasik angina pectoris’e benzemektedir. Fakat istirahatte veya hafif aktivite ile görülürler ve bu nedenle unstabil angina olarak sınıflandırılırlar. Prodromal sempomlar incelendiğinde, hastaların 1/3’ünde bu 28 belirtilerin 1-4 hafta öncesinden başladığı görülmektedir. Geri kalan 2/3’lük kısmında ise son 1 hafta içinde oluşmuşur. AMİ’nün en önemli klinik belirtisi ağrıdır. Ağrının şiddeti değişkendir, ancak pek çok hastada çok şiddetlidir. Genellikle 30 dk’dan fazla ve çoğunlukla birkaç saat sürer.Ağrı sıkışma ve baskı tarzında olup, genellikle göğsüne birilerinin oturduğu şeklinde tarif edilir. Genellikle retrosternal yerleşimlidir, sıklıkla ön göğüsün her iki yanına yayılır ve sol tarafı tercih eder. Ağrı çoğunlukla sol kolun unlar yüzü boyunca aşağı doğru yayılır. Bazı olgularda ağrı epigastriyumda başlar ve abdominal hastalıkları taklit edebilir. Bazen AMİ ağrısı, omuzlara, üst ekstremitelere, boyuna, çeneye ve interskapuler bölgeye yayılır ve yine sol tarafı tercih eder. Önceden anginası olanlarda ağrının kalite ve lokalizasyonu önceki angina pectorise benzer. Ancak çok daha şiddetlidir ve uzun sürer, istirahat ve nitrogliserine yanıt vermez. Özellikle yaşlı hastalarda ağrı çok belirgin olmayabilir. Bu hastalarda AMİ kendini sol ventrikül yetmezliği semptomları, terleme, bulantı, kusma, dispne, senkop, konfüzyon ve hatta stroke ile belli edebilir. AMİ geçiren hastaların %50’sinde bulantı ve kusma görülür. İleri derecede halsizlik, solukluk, soğuk terleme, baş dönmesi ve ölüm korkusu ağrıya eşlik eden diğer semptomlardır. AMİ’lü hastalar endişeli, sıkıntılı ve oldukça rahatsız görünürler. Angina pectorisli hastaların aksine AMİ’lü hastalar rahatsızdır ve rahat bir pozisyon bulmak için çaba harcarlar. Sol ventrikül yetmezliği ve sempatik stimülasyonu olan hastalarda soğuk terleme ve cilt soğukluğu olabilir ve genellikle bu hastalar otururlar. Kalp hızı, temeldeki ritme ve sol ventrikül yetmezliğinin derecesine göre bradikardiden taşikardiye kadar değişkenlik gösterebilir. Komplikasyonsuz AMİ’lü hastaların çoğu normotansiftir. Hastaların çoğunda infarktüsü izleyen ilk 24-48 saat içinde ateş gelişir. Ateş, doku nekrozuna nonspesifik cevaptır. Vücut sıcaklığı, infarktüsün başlangıcından sonra 4-8 saat içinde yükselmeye başlar. Genellikle 7-8. günlerde normale döner. Sıcaklık genellikle 38-38.5 derece olur. AMİ’ten hemen sonra solunum sayısı hafifçe artar. Kalp yetmezliği olmayan hastalarda bunun nedeni anksiyete ve ağrıdır. Kalp yetmezlikli hastalarda solunum sayısı, yetmezliğin derecesi ile ilişkilidir. Akciğer ödemi tablosunda olan hastalarda solunum sayısı dakikada 40’ı aşar. İnfarktüsten hemen sonra kalp sesleri, özellikle 1. kalp sesi sol ventrikül kontraktilitesinin azalmasına bağlı olarak hafifler. 4. kalp sesi sinüs ritmi olan AMİ’lü hastalarda hemen daima duyulur. Bu ses atriyal kontraksiyonu ve sol ventrikül kompliyansının azaldığını gösterir. 3. kalp sesi genellikle yaygın sol ventrikül 29 disfonksiyonunu yansıtır. Daha ziyade büyük infarktüslü hastalarda duyulur. Sistolik üfürümler, geçici yada kalıcı karakterde olup AMİ’lü hastalarda sıklıkla duyulur. Genellikle papiller kas disfonksiyonuna bağlı MY’nden yada sol ventrikül dilatasyonundan oluşur. 3) AMİ’de tanı kriterleri: Miyokard infarktüsü tanısı için klasik olarak WHO kriterleri kullanılır: aşağıdaki kriterlerin ikisi varsa büyük ihtimalle, üçü varsa kesin olarak miyokard iskemisi tanısı konur: a. 20 dakikadan uzun süren iskemik tipte göğüs ağrısı olması b. Seri EKG çekimlerinde değişiklikler olması c. Kreatin Kinaz, Troponin-I ve Laktat Dehidrogenaz gibi kalp için spesifik enzim ve markırlarda artış ve düşüşler(59). WHO kriterleri, kardiak biyomarkırlara daha fazla önem vermek için 2000 yılında yeniden düzenlendi. Yeni tanımlara göre kardiyak troponindeki yükselişe eşlik eden tipik semptomlar, patolojik Q dalgası, ST elevasyonu veya depresyonu veya koroner girişimler MI için tanı koydurucudur(60). 4) AMİ’de ayırıcı tanı: a) Diğer kalp hastalıkları: - perikardit - pulmoner emboli - dissekan aort anevrizması b) Gastrointestinal sistem hastalıkları: - diffüz ösafagial spazm, ösafagial reflü - pankreatit -akut kolesistit -peptic ülser c) Kas iskelet sistemi hastalıkları: - kostosternal sendrom -interkostal nevralji -servikal radikülitis -miyozitis d) Solunum sistemi hastalıkları: -pnömoni 30 -plörezi -spontan pnömotoraks e) Omuz eklemi hastalıkları 5)EKG bulguları: İnfarktüsten sonra enzimlerin yükselmesi saatler hatta günler gerektiğinden erken tedavi ve acil tedavideki yeri kısıtlı kalmaktadır. Halbuki EKG değişiklikleri çok daha erken olmakta ve böylece erken tanıdaki önemini yıllardır korumaktadır. Miyokart iskemi ve infarktüsünün saptanmasında EKG çok sensitiftir, fakat iskemi ve nekrozun ayırt edilmesinde çok yararlı değildir. Ağrı sırasında EKG değişikliklerinin olmaması ağrının iskemik natürde olmadığının bir delilidir, fakat ispatı değildir. T dalgası inversiyonuyla ST-T segment depresyonu iskemi yada infarktüsü yansıtabilir. ST-T segment elevasyonu AMİ tanısı için daha spesifiktir ve epikardiyal koroner arterin total oklüzyonuna bağlı epikardiyal injuriyi gösterir. AMİ’nün göstergesi anormal Q dalgalarının gelişmesidir. Anormal Q dalgalarının ortaya çıkması AMİ için çok spesifiktir. Ancak hastaların %50’sinden azında bulunur. Diğer hastaların çoğunda T dalgası inversiyonu ya da ST segment depresyonu olur veya hiçbir değişiklik olmaz. Bu hastalar Q dalgasız miyokard infarktüsleri grubuna girer. ST segment elevasyonuna göre infark lokalizasyonu şu şekilde yapılabilir: Anteroseptal : V1-3 Anteroapikal: V2-4 Lateral: D1, aVL, V6 Yüksek Lateral: D1, aVL Anterolateral: D1, aVL, V3-6 Yaygın Anterior: D1, aVL, V1-6 İnferior: D2, D3 ve aVF Posterolateral: D2, D3, aVF + V5-6 Sağ Ventrikül: V1 , V3R , V4R Posterior: V1-2 (ST depresyonu) (61) 6) Akut miyokard enfarktüsü tanısında kullanılan enzimler: Biyokimyasal markerler hem miyokardiyal nekrozun tanısında, hemde prognozun belirlenmesinde yararlıdır. İskemi sırasında miyokard hücresi membran bütünlüğünün bozulmasısonucunda intraselüler makromoleküller önce interstisyuma, oradan da lenfatik dolaşıma geçer ve sonuç olarak periferik dolaşımda saptanabilirler. 31 Günümüzde, biyomarkerları yüksek olan tüm hastalara akut miyokard enfarktüsü tanısı konup konmaması gerektiği veya klinik olarak unstabil anginası ve az miktarda miyokard nekrozu bulgusu olan hastaların ayrı olarak ele alınıp alınmaması gerektiği de belli değildir. İkinci grupta, biyomarkerların yükselmesi, uzun ve kısa vadedeki riski işaret eder ve muhtemelen farklı tedavi rejimlerini gerektirir. Kreatin Kinaz ve izoenzimleri: Kreatin kinaz (CK), bize uzun yıllar hizmet etmiştir ve halen pek çok laboratuarda ölçülmektedir. Ancak değerini giderek yitirmektedir, çünkü kardiyak hasarı gösteren daha spesifik izoenzim testleri vardır. CK’nın üç izoenzimi ve bir mitokondriyal formu vardır. Üç izoenzim, M ve B zincirlerinden oluşur. Bir çok dokuda MM izoenzimi ön plandadır. BB izoenzimi daha çok beyinde ve gastrointestinal sistemde bulunur. MB izoenzimi kalp için oldukça spesifiktir. Diğer dokularda az miktarda CK-MB bulunur, bu nedenle, akut ve kronik iskelet kası bulunan hastalarda yalancı pozitif yükselmeler tarif edilmiştir. CK-MB’nin ölçümü, uzun yıllar akut miyokard enfarktüsü tanısı için altın standart olmuştur. Artış, enfarktüsten 6 saat sonra başlar. Pik değerler, kabaca 24 saatte oluşur ve CKMB 36-72 saatte normale döner. Bu nedenle 8-12 saatte bir kan alınması önerilir. Uygun klinik ortamla birlikte, yükselen ve düşen değerler oldukça diagnostiktir.(62) Herhangi bir nedene bağlı miyokardiyal hücre ölümü, CK-MB’de artışa neden olacaktır. Bu artışlar, kardiyak kontüzyon, elektriksel hasar, miyokard tutulumu ile birlikte ciddi perikardit ve miyokardit olan hastalarda açık bir şekilde gözlenmiştir. CK-MB’de artışın iskelet kası hasarına bağlı olabileceği olasılığı düşünülmelidir. Bu durumda oran kriterinin kullanılabileceği öne sürülmüştür. Bu yaklaşımın temeli, kalp, çok yüksek CK-MB oranı olan tek organ olduğu için, kandaki total CK miktarına göre daha yüksek CK-MB oranının, iskelet kasından ziyade kalp kasından salınımının olmasıdır. Yine CK-MB değerinin kronik böbrek yetmezliği tanısı olan hastalarda yüksek tespit edilmesi tartışma yaratmıştır. Bu artışlar kalsiyum, fosfor ve paratiroid hormonunun, protein kas turnover’i üzerindeki etkilerine bağlı olabilir.(63) Yalancı pozitif artışların bir diğer nedeni de CK-MB klirensinin bozuk olduğu hipotiroidizm’dir. 32 Miyoglobin: Miyoglobin, kalp ve iskelet kasında bulunan düşük molekül ağırlıklı bir proteindir.(17.8kDa) Miyoglobin, miyokard enfarktüsünün duyarlı bir marker’idir ancak özgüllüğü yoktur. Miyokarddan hızla salınır ve böbrekten hızla atılır. Hızlı kinetiği nedeniyle, akut bir olayın başlangıcından sonra erken yükselir ve bu nedenle, kardiyak hasarın erken saptanması ve/veya ekarte edilmesi açısından güvenilirdir. Ancak özgüllüğü olmadığı için, güvenilir olan pozitif prediktif değerinden ziyade, negatif prediktif değeridir. 4-6 saatlik süre içinde miyoglobinde artış olmaması veya 6 saat geçtikten sonra artış olmaması, kardiyak hasarı ekerte etmek için doğru bir kriterdir.(64) Kalp için spesifik bir test olmaması ve maliyetinin yüksek olması nedeni ile rutinde kullanılan bir test değildir. Laktat Dehidrogenaz: Laktat dehidrogaz (LDH), tıpkı CK gibi pek çok dokuda bulunur. Kalp dışında özellikle böbrek, eritrosit, iskelet kası, beyin, mide ve karaciğerde bulunur. LDH’ın 5 izoenzimi vardır. Bu izoenzimlerden LDH-1 ve LDH-2 miyokard nekrozunun tanısında kullanılır. Serum total LDH aktivitesi, göğüs ağrısı başladıktan sonra 8-12 saatte yükselir, 24-48 saat sonra pik değerine ulaşır, 7 gün veya daha uzun sürede normal değerine iner. LDH1/LDH-2 oranının > 1 olması miyokard nekrozunu gösterir. Hospitalizasyondan günler öncesi geçirilen enfarktüs tanısı için yararlı olabilir. Ancak günümüzde kardiyovasküler hastaların değerlendirme ve tedavisinde kullanılmamaktadır. Aspartat Aminotransferaz: Aspartat aminotransferaz (AST), enfarktüsten 8-12 saat içinde değerleri yükselmeye başlar, 24-72 saatte pik yapar ve 2-5 gün yüksek kalır. Serum seviyeleri pek çok hastalıkta yükselmektedir. Bu nedenle tanı koymada artık kullanılmamaktadır. 33 Troponinler: Kardiyak troponinlerin geliştirilmesi, kardiyak hasar tanısında devrim yaratmıştır. Saptanan troponin izoformları, kardiyak hasar açısından tamamen spesifiktir ve bunların artan duyarlılığı ve uzun süren diagnostik penceresi, daha önce bilinmeyen pek çok bozukluğu saptamaya başlamıştır. Üç kardiyak troponin vardır: troponin I(cTnI), T (cTnT) ve C (cTnC). Bu proteinler, aktin ve miyozinin kalsiyuma bağlı etkileşimini regüle ederler. cTnC, düz kasta bulunan troponin izoformu ile aynı olduğu için, kardiyak spesifisitesi yoktur. Ancak, cTnI ve cTnT’nin kardiyak formları, özel genlerden gelmektedir ve bu nedenle, kardiyak özgüllükleri yüksektir. Kardiyak özgüllük konusu, cTnI için barizdir. Günümüzde, cTnI kalp dışında hiçbir dokuda bulunamamıştır.( sadece neonatal gelişim esnasında bulunan dokular) Bu son gözlem önemlidir, çünkü CK’nın B zincirinde olduğu gibi, neonatal gelişim esnasında taşınan proteinler çoğunlukla doku hasarına yanıt olarak yeniden taşınırlar. Troponinlerin en önemli kullanım alanı AMİ erken tanısıdır. Yapılan çalışmalarda troponinlerin AMİ’ndeki duyarlılık ve özgünlüğünün diğer kardiyak enzimlerden daha yüksek olduğu bildirilmiştir. Kardiyak hasarı tespit etmede cTnT ve cTnI eşit duyarlılık ve özgünlüğe sahiptir. Ancak böbrek yetmezlikli hastalarda cTnT değerinde yalancı pozitiflikler olabilmektedir. Bu nedenle AMİ şüphesi olan kronik böbrek yetmezlikli hastalarda cTnI değeri daha iyi bir belirleyici olabilir.(64) Miyokarditte cTnI ve cTnT degerleri CK-MB'den daha sensitiftir. Özellikle miyokardit seyrinde gelisen kalp yetersizligi durumunda, ilk bir ay içinde belirgin cTnI yüksekligi izlenmektedir.(65) Troponin degerlerinin yükseldigi diger bir durum pulmoner embolidir ve pulmoner embolide 30 günlük mortalitenin degerlendirilmesinde cTnT veya cTnI yüksekliginin prognostik önemi vardır. Pulmoner emboli tanısı almıs hastalarda yapılan serum cTnT ölçümleri ile tedavinin ne derecede agresif yapılacagına karar verilebilir.(66) Sepsis ve septik sokta da troponin degerleri yüksek bulunmustur. Burada vurgulanması gereken nokta ise; miyokardiyal hücre hasarının, sol ventrikül depresyonunun bir sonucu mu yoksa nedeni Mİ olduğunun tam olarak açıklığa kavuşturulamamıs olmasıdır.(67) Konjestif kalp yetersizliginde de kardiyak troponinlerde ılımlı derecelerde yükselmeler görülebilir. Kardiyak troponin değerleri, kalp yetersizliginin şiddeti ile orantılı olarak artabilir. Bu durum, şiddetlenen kalp yetersizliğinde artmış olan duvar stresinden kaynaklanan 34 subendokardiyal hasara baglı olarak olusabilir. Yüksek cTnT düzeylerinin ejeksiyon fraksiyonu %45’in altında olan vakalarda daha fazla görüldügü saptanmıstır. Hipotirodi, akut stroke ve siroz olgularının bazılarında da troponin düzeylerinde yükseklik saptanabilir. Kanser tedavisinde kullanılan adriamisinin de troponin düzeylerinde artısa yol açabilecegi bilinmektedir.(68) Troponin T ve I’ nın salınma kinetikleri birbirine benzemektedir. Her ikisi de AMI’ nden sonraki ilk 3 saat içerisinde yükselmeye başlarlar ve nekrotik miyokard dokusundaki dejenere olmuş kontraktil aparattan salınmaya devam ederler. Troponin I’ daki artış 7-10 gün, troponin T’ deki artış ise AMI sonrası 10-14 gün devam eder. Bu uzamış süreler AMI’ nün gecikmiş tanısında faydalıdır. Troponinlerin en önemli kullanım alanlarından biri de minör miyokard hasarının belirlenmesidir. Serumda rutin kullanımda olan konvansiyonel biyokimyasal göstergeler normal bulunurken kardiyak troponinlerin yükselmesi minör miyokard hasarı olarak tanımlanmaktadır. ÜRİK ASİT a) Ürik Asit Metabolizması Ürik asit, nükleer materyalin katabolizması sonucu açığa çıkan adenozin ve guanozin bazlı pürinlerin metabolizmasının son ürünüdür. Vücuttaki ürik asit endojen (özellikle kas hücrelerinin nükleik asitlerinin dönüşümü ile oluşan) ve eksojen (gıdalar) kaynaklı olabilir(69). Pürin nükleotidleri; nükleotidi oluşturan bileşenlerin sırayla ayrılması sonucu yıkılır. İnsan organizması ürikaz (ürik oksidaz) enzimi içermediğinden bu yıkımın son ürünü ürik asittir. Primatlar dışındaki memelilerde ürik asit; allantoine, üre ve hatta amonyağa kadar parçalanabilir(70). İnsan ve gelişmiş maymunlar dışındaki tüm türlerde ürik asidi daha yüksek çözünürlüklü atık olan allantoine dönüştüren enzim ürat oksidaz (ürikaz) bulunur(71). İnsanlarda kromozom 1 üzerinde bulunan ürat oksidaz (ürikaz) geni iki non-sense mutasyon sonucunda etkisizdir. Ürik oksidaz aktivitesinin olmaması evrim basamağında geri adım olarak görülse de yüksek ürik asit konsantrasyonu veya azalan ürat oksidaz aktivitesi insana önemli avantajlar sağlamaktadır(72). 35 Ürik asidin insan vücudundan başlıca atılım ( 2/3 ) yolu idrarladır(73). Geri kalan 1/3’ü gastrointestinal sistemden elimine edilir. Plazmada % 98’i sodyum ürat şeklinde serbest olarak dolaşır ve glomerüler filtrasyona tabidir; % 5’ten azı da proteine bağlıdır ( 74 ). Ürik asit zayıf asittir (pKa: 5,8) ve ekstrasellüler ortamda sodyum ürat şeklinde dağılmıştır. Birey için ürat konsantrasyonu, pürin metabolizması (hem endojen hem de eksojen) ile renal klirensin etkinliği kombine edilerek belirlenir. Pürin metabolizması günlük besinle olduğu kadar genetik faktörlerin hücre işlevini düzenlemesiyle de ilgilidir. Ürik asit sulu ortamda çok az çözünür ve sürekli yüksek serum düzeylerinde bulunması yumuşak dokularda ürat kristalleri şeklinde depolanmasına yol açar(75). Plazma seviyeleri hayat boyunca farklılıklar gösterir, full-term doğan bir bebekte 310 mikrom iken birkaç gün içerisinde 140 seviyesine iner. İlerleyen yıllarda plazma seviyeleri cinsiyet ayırımı gözetmeksizin artar ve pubertede erkeklerde daha yüksek bulunur. Postmenopozal dönemdeki kadınlarda erkeklerle eşit düzeylere çıkar. Plazma ürat seviyelerindeki bu farklılık renal fraksiyonel ekskresyon farklılığına dayanır, çünkü sağlıklı insanda üratın renal fraksiyonel ekskresyonu kadınlarda (%12) erkeklerden (%8) daha fazladır. Özellikle çocuklarda daha yüksektir( %15-30 ). Östrojenlerin ürat renal ekskresyonu üzerine etkisi ters yöndedir. Renal ürat klirensinde genetik farklılıkların da rolünün olduğu bilinmektedir(74). Sağlıklı insanda renal transport mekanizması özellikle glomeruler tübüllerde lokalizedir. Filtrasyon ile tübüllere ulaşan total ürik asidin yaklaşık % 10’u fraksiyonel ekskresyonla idrarla atılır (en etkili ürikozürik ilaçlarla bile bu oran ancak % 30-50’ye çıkarılabilir), geri kalan % 90’ı buradan reabsorbe olur. Ürat aynı zamanda az da olsa sekrete de edilir(74) 36 Şekil 7: Ürik asit sentezi Pürinlerin katabolizması ürik asit oluşmasına yol açan ortak bir ara yoldan gerçekleşir. Nükleazlar, nükleotidleri nükleik asitlerden ayırır ve bunlar nükleotidazlar tarafından tekrar metabolize edilir. Adenin nükleotidlerinin metabolizması; inozin monofosfat ve adenozin üzerinden inozine çevrilmesini kapsar. Adenozinin inozine deaminasyonu adenozin deaminaz tarafından kontrol edilir. Hipoksantinin ksantine ve ksantinin ürik aside çevrilmesi her iki aşamada da ksantin oksidaz tarafından kontrol edilir(76). b) Serbest Radikaller Ürik asid, serbest radikalle reaksiyona giren ve radikal tutucu olarak görev yapan bir molekül scavenger olarak adlandırılır(77). Serbest radikaller yapıları, fiziksel ve kimyasal özellikleri, hücresel kaynakları, rol aldıkları tepkimeler ve etkileri ile çeşitli klinik durumların patogenezinde rol oynarlar. Hücre membranındaki doymamış yağ asitlerinden hidrojen atomunun uzaklaşması ile başlayan lipit peroksidasyonu oksidan stresin en tipik göstergesidir(78). Serbest radikaller, dış yörüngelerinde bir veya daha fazla eşlenmemiş 37 elektron içeren ve bağımsız olarak bulunabilen çok kısa ömürlü kimyasal türlerdir(79). Son derece reaktif bir yapıya sahip olan serbest radikaller, eşlenmemiş elektronlarını eşlemek için diğer moleküllerle hızla reaksiyona girerek daha kararlı yapıları oluşturur(80). Oksijenin yaşamsal öneminin yanında aşırı fazlalığının doku hasarında potansiyel bir kaynak olduğu fikri 1780'lere dayanmaktadır. Oksijenin fazla miktarda olduğu zaman zararlı etkilerinin olduğu insanlar ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle gösterilmiştir(81,82). İki orbitalinde eşlenmemiş birer elektronu bulunan moleküler oksijene elektronların tek tek eklenmesiyle, bazıları serbest radikal özelliği taşıyan reaktif oksijen türleri oluşmaktadır(79,80). Memeli hücrelerinde aerobik metabolizma sırasında hücreler enerji üretirken moleküler oksijenin % 98'i suya indirgenir, kalanı oksijenaz yoluyla oluşan oksidan ürünlere dönüşür (79,80,83). Reaktif oksijen türleri; serbest oksijen türleri ve nonradikal oksijen türevlerini içerir. Serbest radikallerden bir dismutasyon reaksiyonu ile nonradikal ürünler oluşur. Bu reaksiyon spontan olarak veya Süperoksit Dismutaz (SOD) enziminin katalizi ile meydana gelir (79,80). Iskemireperfüzyon hasarı, ateroskleroz,kanser,kronik enflamasyon gibi hastalıklar, obesite, stres, yaşlılık, agır egzersiz, sedenter yaşam, anoreksi, kolestaz, malabsorbsiyon gibi besinsel antioksidanların alınmasını engelleyen koşullar ve hayvansal proteinlerin fazla tüketilmesi, çok doymamış yag asitlerince zengin beslenme, aşırı alkol tüketimi, az sebze ve meyve yenmesi, aşırı demir ve bakır alınması gibi diyetsel faktörler, sigara dumanı, hava kirliliği, asbest, pestisit gibi diğer kirleticiler ve radyasyon gibi çevresel faktörlerle adriamisin gibi antikanser ilaçlar, asetaminofen, kokain gibi glutatyon tüketen ilaçlar organizmada serbest radikal oluşumunu arttırırlar(83). Serbest radikallerden etkilenebilecek başlıca hücresel komponentler arasında proteinler (enzimler ve kollajen), nörotransmitterler, nükleik asitler, DNA ve hücre membranlarının başlıca bileşenleri olan yağ asitleri bulunmaktadır(84). Serbest radikal hasarına en hassas olanı lipitlerdir. Hücre membranları poliansatüre yağ asitlerinden ve kolesterolden zengindir, kolaylıkla oksidan radikallerden etkilenirler(84). Ateroskleroz patogenezini aydınlatmaya yönelik çalışmalarda reaktif oksijen türlerinin önemli yer tuttugu bildirilmektedir. Oksidan stresin en önemli etkilerinden biri lipit peroksidasyonlarına yol açmasıdır. Yapılan çalışmalarda lipit peroksidasyon ürünlerinin düzeyi koroner arter hastalarında yüksek bulunmuştur(85,86). c) Lipid Peroksidasyonu Hücre membranlarının oksijen radikallerine maruz kalması lipid peroksidasyon reaksiyonlarını uyarır. Peroksidasyona en duyarlı olanlar çok doymamış yağ asitleridir. Lipit peroksidasyonunu başlatan radikaller; süperoksit radikali, hidroksil radikali, peroksil radikali 38 ve alkoksil radikalidir(87). Serbest radikal etkisi ile çok doymamış yağ asidi zincirlerinden hidrojen atomunun uzaklaşması, bu yağ asidi zincirinin radikal nitelik kazanmasına neden olmaktadır. Böylece oluşan lipid radikali dayanıksız bir yapıya sahip olduğundan bir dizi spontan değişikliğe uğramaktadır. Lipid radikalinin moleküler oksijen ile reaksiyona girmesi sonucu lipid peroksit radikali meydana gelmektedir. Bu lipid peroksit radikalleri de zar yapısındaki diğer çok doymamış yağ asitlerini etkileyerek yeni lipid radikallerinin oluşumunu sağlamakta, kendileri de açığa çıkan hidrojen atomlarını alarak lipid hidroperoksitlerine dönüşmektedirler. Lipid peroksidasyonu, lipid hidroperoksitlerinin aldehit ve diğer karbonil bileşikleri ile etan, pentan gibi uçucu gazlara dönüşmesi ile sona ermektedir. Bunlar da direkt olarak membran yapısına, indirekt olarak da hücre komponentlerine zarar verir(88). d) Antioksidan Savunma Normal metabolik reaksiyonlar sırasında serbest radikallerin endojen olarak ortaya çıkmaları nedeniyle tüm aerobik organizmalar doku hasarından korunmak için antioksidan savunma sistemleri geliştirmiştir. Antioksidanlar, okside edilebilir substrata oranla çok düşük konsantrasyonlarda bile substratın oksidasyonunu geciktiren veya engelleyen maddelerdir. Fizyolojik koşullarda, organizmada oksidan etkenler ve antioksidan mekanizmalar bir denge halinde bulunmaktadır. Bu dengenin oksidanlar lehine değişmesi ile oksidatif stres olarak adlandırılan doku hasarı oluşmaktadır (77,80). İntrasellüler Antioksidanlar SOD: Süperoksit dismutaz Katalaz Glutatyon peroksidaz Sitokrom oksidaz Membrandaki Antioksidanlar E vitamini ß karoten Koenzim Q Ekstrasellüler Antioksidanlar Transferin Haptoglobulin Albumin 39 Seruloplazmin Bilirubin Mukus Glukoz Askorbik asit Eritrosit ÜRİK ASİT (80). e) Antioksidan Olarak Ürik Asit Ürik asidin antioksidan olarak fonksiyonuna bakmadan önce vasküler hasar ve aterosklerozda önemli rol oynayan endotel fonksiyonlarını bilmek gerekir. Normal endotel bütün damar düz kaslarında bulunan, damar duvarını kaplayan ince bir squamoz epitel tabakasıdır. Vazodilatatör ve vasokonstriktör substratların yapımında etkili olarak vasküler homeostazın sağlanmasında temel rol oynayan en küçük endokrin organdır (89). Endotel hücreleri aslında ciddi endokrin fonksiyonları olan özelleşmiş bir grup hücredir. Görevleri arasında şunlar sayılabilir; damar duvarında başta düz kas hücreleri olmak üzere birtakım hücreleri korur, düz kas hücrelerinin büyümesini modüle eder, pıhtılaşmayı önlemek için nontrombojenik bir yüzey oluşturur, çeşitli hormon ve vazoaktif maddeleri salgılar. Ayrıca lipid oksidasyonunda rol oynaması gibi metabolik aktivitesi de vardır. Kısacası normal bir endotel ateroskleroza karşı koruyucu özellikler taşırken hasarlanmış endotelin ateroskleroz gelişimi için ilk adım olduğu düşünülmektedir(90). Endotel hücrelerinden salgılanan birçok vazodilatatör madde içerisinde en önemlilerinden biri nitrik oksittir (NO). Vazokonstriktörlerden de anjiotensin ve endotelin bilinen en güçlüleridir. Bu ve bunun gibi birçok medyatör sayesinde hemostaz ve tromboz dengeli bir şekilde tutulur ve aterosklerozdan korunulur(90). Normal şartlarda bazal NO sayesinde oluşan vazodilatasyon, antiagregasyon ve antitrombotik etkilerle normal yaşam sürdürülürken hasarlanmış endotel varlığında uyumsuz vazokonstrüksiyon ve beraberinde proenflamatuar, protrombotik ve prooksidan durum oluşmaktadır. Neticede aterosklerotik plak gelişimi için zemin hazırlanmaktadır (90). Damar duvarında süperoksit anyonu ve NO miktarının dengede olması durumuna redoks hali denir ki bu, normal bir oksidatif metabolizmanın sonucudur. Yapılan çalışmalar NO ile süperoksit anyon ve hidrojen peroksit gibi reaktif oksijen türevleri arasında homeostatik bir denge olduğunu göstermiştir ve bu, normal endotelyal fonksiyonun devamı için önemlidir. Ancak oksidatif stres arttığında daha fazla süperoksit anyonu oluşmakta ve NO 40 miktarı azalmaktadır. adhezyonunun Bu durum indüklenmesine ve adhezyon nihayetinde moleküllerinin enflamatuar ekspresyonuna, sürecin ve lökosit dolayısıyla aterosklerozun başlamasına neden olmaktadır(91). Ürik asit, antioksidan özelliklere sahiptir ve insan serumundaki serbest radikallerin % 60’ının temizlenmesinden sorumludur(92). Ürik asit etkin bir hücre dışı radikal tutucudur(93). Ürik asit aynı zamanda endotele granülosit yapışmasını ve peroksit ve süperoksit serbest radikallerinin serbestleşmesini uyarır. Bu yüzden lökosit aktivasyonu ile endotel üzerine zararlı etkileri olabilir, ilginç olarak yüksek serum ürik asit düzeyleri ile dolaşımdaki inflamatuar markırlar arasında yakın bir ilişki gözlemlenmiştir(94). Antioksidanlar belirli durumlarda prooksidan olabilmektedir(95). Ürik asitin aterosklerotik proçesin erken safhalarında bir antioksidan gibi davrandığı ve plazma antioksidan kapasitesinin en güçlü belirleyicisi olduğu bilinmektedir(96). Bununla birlikte aterosklerotik proçesin geç dönemlerinde serum ürik asit seviyelerim kadınlarda 6 mg/dl, erkeklerde 6,5-7,0 mg/dl üstüne çıktığında bu antioksidan durum paradoksal bir şekilde prooksidan bir hale dönmektedir. Bu paradoksal durum hastalık sürecinin safhası, doku ve substrat lokalizasyonu, asidite, oksidan çevre, diğer lokal antioksidanların azalması, oksidan madde ve enzimlerin ortama salınma ve ortamda bulunma durumu gibi birçok çevresel faktöre bağlı gözükmektedir(97). Son zamanlarda Hink ve arkadaşları ürik asidin; ekstrasellüler bir enzim olan ve endotelyal ve vasküler fonksiyonun korunmasında rol oynayan süperoksit dismutaz (SOD) enziminin degradasyonunu önlediğini ortaya koymuşlardır(98). Serbest radikallere karşı ilk savunma süperoksit dismutaz enzimi ile gerçekleşir. Süperoksit dismutaz enzimi ekstrasellüler bir enzim olup süperoksit radikalini hidrojen peroksit ve moleküler oksijene dönüştürmektedir(99). Süperoksit dismutazla süperoksit radikalinin metabolize edilmesi, NO düzeylerinin ve endotel fonksiyonunun korunmasına yardım eder(98). f) İskemi ve Ürik Asit Myokard harabiyeti, kalbin iskemi ve reperfüzyon sırasında meydana gelen işlevsel, metabolik değişimler olup zamanında önlenmediği takdirde hücrenin geriye dönülmez biçimde zarar görmesine yol açar(100). İskemi ile birkaç saniye içinde ATP depolarında bir zayıflama belirir. ATP kaybı ile Adenozin difosfat (ADP) ve Adenozin monofosfatın (AMP) artışı normal şartlarda durgun bir aktivasyon gösteren enzimleri canlandırır. Sonuçta, iskemi sırasında gerçekleşen bir dizi yıkım reaksiyonu Adenin nükleotidlerin (Adenozin ve İnozin) birikimine yol açar. İnozin, iskemide beliren en önemli nükleosid ( %80-90 ) olup, yıkımı 41 sırasında superoksid radikallerinin ortaya çıktığına inanılmaktadır(101). Adenozin, kardiyak ve vasküler miyozitler tarafından sentez edilir ve salınır. Adenozinin spesifik adenozin bağlayıcı reseptörlere bağlanması, vasküler düz kasların gevşemesi ve arteriolar vasodilatasyona sebep olur(102). Hipoksi ve doku iskemisi olması durumunda vasküler adenozin sentez ve salınımı sonucu adenozinin dolaşımdaki konsantrasyonu belirgin şekilde artar(103). Kardiyak ve visseral iskemi, önemli kan akış düzenleyicisi olan ve iskemiyi sınırlamakta rol oynayan adenozin oluşumunu başlatır(101). Lokal olarak kalpteki vaskuler düz kaslarda sentez edilen adenozin, düşük hücre içi pH ve negatif membran potansiyeli durumunda endotel tarafından hızla ürik aside çevrilerek vasküler lümene salınır(104). İskemi ile birlikte ATP, adenin ve ksantine indirgenir ve ksantin oksidaz üretiminde artış olur. Mevcut substratın (ksantin) ve enzimin (ksantin oksidaz) artışı, ürik asit üretiminde olduğu kadar oksidan oluşumunda da artışa yol açar(105). Endotel, potent bir vazodilatatör olan nitrik oksidin sentez ve salınımını uyararak normal vasküler tonusun sağlanmasında çok önemli bir rol oynar(106). Aşırı miktardaki serbest oksijen radikalleri, nitrik oksidin sentezini bozarak ve yıkımını arttırarak endotelyal disfonksiyon meydana getirebilir(107). Peroksinitrit, süperoksit anyonun nitrik oksit ile reaksiyonu sonucu oluşan, hücrelere proteinlerin tirozin artıklarını nitrozilleştirerek hasara uğratan toksik üründür(108). Ürik asit peroksinitrit ile birleşerek NO oluşturur, bu da vasodilatasyonu ve peroksinitritin potansiyel fazla oksidatif hasarının azaltılmasını kontrol eder(109). Böylece ürik asidin oksidatif strese karşı koruyucu olması beklenir(110). Oksidatif stresin, doku hasarına yol açtığı ve kanser, diabet ve ateroskleroz gibi patolojik durumlarda komplikasyonların gelişmesinde etken olduğu gösterilmiştir. Ürik asit artan oksidatif stresin bir göstergesi olabilir. Ksantin oksidaz pürinlerin ürik aside yıkımında önemli bir enzimdir ve süperoksit radikallerinin önemli bir kaynağı olarak gösterilmiştir(111). Ksantin oksidazın aktivitesi iskemi ve koroner arterlerin reperfüzyonu sırasında artar(112). Koroner dolaşımda geçici koroner arter tıkanması sonucu meydana gelen hipoksi, ürik asidin dolaşımdaki konsantrasyonunun lokal olarak artmasına sebep olur(113). Alt ekstremitelere giden kan akımını azaltmak maksadıyla turnike uygulanan bir cerrahi hastasında yapılan bir çalışmada, reperfüzyon esnasında sistemik vasküler ksantin oksidaz seviyesinde 5 kat artış ve serum ürik asit düzeyinde en az 2 saat süren belirgin artış olduğu gösterilmiştir. Sonuç olarak yükselmiş serum ürik asit seviyeleri, lokal veya sistemik doku iskemisinin bir göstergesi olabilir ve kardiovasküler hastalıklarla hiperürisemi arasındaki nedensiz ilişkinin bir açıklaması olabilir(100). 42 Artan serum urat konsantrasyonu koroner kalp hastalığı risk artışıyla ilişkilidir(115). Bununla birlikte hiperüriseminin kan basıncı artışı, varolan iskemik kalp hastalığı, hiperlipidemi, ve antihipertansif tedavi kullanımı ile de ilgisi olduğu gösterilmiştir(115,114). Böylece serum uratın koroner kalp hastalığı gelişimindeki rolü kesinleşmemiştir. Hiperürisemi ile erkeklerdeki koroner kalp hastalığı arasındaki bağlantının üratla diğer kardiyovasküler risk faktörleri arasındaki ilişkiyle bağlantılı olduğu yönündeki kanıtlar giderek artmaktadır(116,117). Yüksek serum ürik asidi kalp yetmezliği veya koroner arter hastalığı ve kardiyovasküler sorunları olan diyabetli hastalarda mortaliteyi yüksek olasılıkla önceden gösterir. Hipertansiyonlu ve hiperürisemili hastaların normal düzeylerde ürik asidi olan hastalara göre koroner arter hastalığına ya da serebrovasküler hastalıklara yakalanma oranı 35 kat daha fazladır(118). Hiperürisemi ve gut; obesite, hiperlipidemi, hipertansiyon ve aterosklerozla birlikte bulunur. Obesite, renal ürat klirensini azaltırken ürik asit yapımını arttırır. Hipertrigliseridemisi olan hastaların %80’i hiperürisemiktir. Hipertansif populasyonda tedavi edilmemiş hastaların % 22-38’inde hiperürisemi vardır. Esansiyel hipertansiyonu olan hastalarda renal ürat klirensinin düşük olduğu tespit edilmiştir(119). Anjiyografi ile koroner arter hastalığı kesinleştirilmiş olan hastalardan ürik asid düzeyi yüksek dörtte birlik kesimin, ürik asit düzeyi düşük dörtte birlik kesime göre beş kat daha fazla ölüm riski vardır. Serum ürik asit düzeyinde 1mg/dl’ lik artış % 26’lık bir mortalite artışına yol açar. Bu, MI riskinde % 20-25 oranında bir artışla birlikte sistolik kan basıncında 10-12 mmHg artışını gösterir(117). 43 MATERYAL VE METOD 1. Hasta Populasyonu Bu retrospektif klinik çalışmaya, 2002-2007 yılları arasında Sağlık Bakanlığı Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Koroner Yoğun Bakım Servisine akut miyokart infarktüsü ve unstabil angina pectoris tanıları olan 122 kadın ve 252 erkek hasta olmak üzere toplam 374 hasta dahil edildi. Dosya bilgilerinden ürik asit ve lipid değerleri kaydedildi. Hastaların yaşı, cinsiyetleri, sigara ve alkol alışkanlıkları, kullandıkları ilaçlar ve kronik hastalık öyküleri olup olmadığı belirlendi. Akut miyokard infarktüsü tanısı için Dünya Sağlık Örgütünün belirlediği 3 kriter olan: 1)iskemik tipte göğüs ağrısı 2)tipik EKG değişikliği 3)kardiyak belirteçlerinin yükselmesinden en az 2 tanesinin bulunması şartı arandı. USAP tanısı için yine Dünya Sağlık Örgütünün belirlediği 3 kriter olan: 1)iskemik tipte göğüs ağrısı 2) EKG değişikliği 3) kardiyak markerlerin normal olmasından en az 2 tanesinin bulunması şartı arandı. Çalışmaya alınmama kriterleri ise şunlardı: - ürik asit seviyesini etkileyen ilaç kullanımı - malignite tanısının olması - antihiperlipidemik ilaç kullanımı - kronik böbrek yetmezliği tanısının olması 2. Laboratuvar Yöntemleri: Ürik asit, Total kolesterol, HDL kolesterol ve TG ölçümleri, S.B. Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Merkez Biyokimya Laboratuvarı’nda 5200 AU Olympus marka otoanalizörde fotometrik olarak yapılmıştır ve sonuçlar mg/dl olarak verilmektedir. 44 LDL-kolesterol; Friedewald formülüne göre hesaplanmıştır: LDL-K= Total kolesterol - (HDL-K + Trigliserid / 5) LDL-K = tKol - ( HDL-K+VLDL-K) 3. İstatiksel Analiz: Çalışmada elde edilen bulgular değerlendirilirken, istatistiksel analizler için NCSS 2007&PASS 2008 Statistical Software (Utah, USA) programı kullanıldı. Çalışma verileri değerlendirilirken tanımlayıcı istatistiksel metodların (Ortalama, Standart sapma, frekans) yanısıra niteliksel verilerin karşılaştırılmasında ise Ki-Kare testi ve Fisher’s Exact Ki-Kare testi kullanıldı. Sonuçlar % 95’lik güven aralığında, anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirildi. 45 SONUÇLAR Çalışma 2002-2007 yılları arasında Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Koroner Yoğun Bakım Servisine baş vuran toplam 374 olgu üzerinde yapılmıştır. Olguların yaşları 37 ile 92 arasında değişmekte olup ortalama yaş 64,16±11,34’dür. Çalışmaya alınan olguların 122’si ( %32,6) kadın; 252’si (%67,4) erkektir. Tablo 5: Demografik özelliklerin dağılımı Min – Max Ort±SD 37 – 92 64,16±11,34 n % Kadın 122 32,6 Erkek 252 67,4 Yaş Cinsiyet Kadın olguların yaş ortalaması 67,90±11,26; erkek olguların ise 62,34±10,95’dir; cinsiyetlere göre yaş ortalamaları arasında anlamlı farklılık vardır (p:0,001; p<0,01). Cinsiyet Dağılımı Kadın 32,6% Erkek 67,4% Şekil 8: Olguların cinsiyet dağılımları 46 Tablo 6: EKG bulgularının dağılımı EKG n % LATERAL MI 46 12,3 İNFERİOR MI 104 27,8 ANTERİOR MI 56 15,0 YAYGIN ANTERİOR MI 13 3,5 ANTEROSEPTAL MI 31 8,3 NSTEMI 41 11,0 İNFERİOR VE RV MI 33 8,8 USAP 50 13,4 EKG sonucunda; Lateral MI 46 (%12,3) olguda; İnferior MI 104 (%27,8) olguda; Anterior MI 56 (%15) olguda; yaygın anterior MI 13 (%3,5) olguda; anteroseptal MI 31 (%8,3) olguda; NSTE MI 41 (%11) olguda; inferior ve RV MI 33 (%8,8) olguda ve USAP 50 (%13,4) olguda görülmektedir. Tablo 7: Biyokimyasal ölçümlerin dağılımı Ürik asit Total kolesterol LDL. C HDL Trigliserit Ort±SD n % Normal 250 66,8 6,01±2,14 Anormal 124 33,2 (2,20 – 14) Normal 232 62,0 187,59±46,35 Anormal 142 38,0 (76 – 479) Normal 255 68,2 114,53±38,42 Anormal 119 31,8 (29 – 366) Normal 242 64,7 42,44±12,67 Anormal 132 35,3 (11 – 157) Normal 207 55,3 152,14±84,59 Anormal 167 44,7 (39 – 604) Anormal 295 78,9 (1 – 464) 47 (Min – Max) Ürik asit ölçümleri 2,20 ile 14 arasında değişmekte olup ortalama 6,01±2,14’dür. Olguların % 66,8’i normal sınırlar içerisinde bulunurken % 33,2’sinde yüksek ürik asit değeri saptanmıştır. Total kolesterol ölçümleri 76 ile 479 arasında değişmekte olup ortalama 187,59±46,35’dir. Olguların % 62’si normal sınırlar içerisinde bulunurken % 38’inde yüksek total kolesterol değeri bulunmuştur. LDL-C ölçümleri 29 ile 366 arasında değişmekte olup ortalama 114,53±38,42’dir. Olguların % 68,2’i normal sınırlar içerisinde bulunurken % 31,8’inde yüksek LDL-C değeri tespit edildi. HDL-C ölçümleri 11 ile 157 arasında değişmekte olup ortalama 42,44±12,67’dir. Olguların % 64,7’si normal sınırlar içerisinde bulunurken % 35,3’ünde düşük HDL-C değeri saptanmıştır. Trigliserit ölçümleri 39 ile 604 arasında değişmekte olup ortalama 152,14±84,59’dur. Olguların % 55,3’ü normal sınırlar içerisinde bulunurken % 44,7’sinde yüksek trigliserit değeri tespit edildi. oran (%) 70 60 50 40 30 20 10 Ürik asit Total kolesterol LDL. C Şekil 9: Biyokimyasal ölçümlerin dağılım grafiği 48 HDL Anormal Normal Anormal Normal Anormal Normal Anormal Normal Anormal Normal 0 Trigliserit Tablo 8: Cinsiyetlere göre biyokimyasal ölçümlerin değerlendirmesi yp Cinsiyet Kadın; n(%) Normal Ürik asit Anormal Normal Total kolesterol Anormal Normal LDL. C Anormal Normal HDL Anormal Normal Trigliserit Anormal Anormal Erkek; n(%) 73 (%59,8) 49 (%40,2) 63 (%51,6) 59 (%48,4) 76 (%62,3) 46 (%37,7) 90 (%73,8) 32 (%26,2) 55 (%45,1) 67 (%54,9) 93 (%76,2) 177 (%70,2) 0,045* 75 (%29,8) 169 (%67,1) 83 0,004** (%32,9) 179 (%71,0) 73 0,089 (%29,0) 152 (%60,3) 100 0,011* (%39,7) 152 (%60,3) 100 (%39,7) 0,005** 202 (%80,2) y : Ki kare test *p<0,05 **p<0,01 Ürik asit ölçümlerinde kadın olgulardaki hiperürisemi görülme oranı erkelerden anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p:0,045; p<0,05). 49 Ürik Asit 100% 90% 80% 70% 60% Anormal 50% Normal 40% 30% 20% 10% 0% Kadın Erkek Şekil 10: Ürik asit ölçümlerinin cinsiyetlere göre dağılım grafiği Total kolesterol ölçümlerinde de kadın olgulardaki yüksek total kolesterol görülme oranı erkelerden ileri düzeyde anlamlı yüksek olarak saptanmıştır (p:0,004; p<0,01). Total Kolesterol 100% 90% 80% 70% 60% Anormal 50% Normal 40% 30% 20% 10% 0% Kadın Erkek Şekil 11: Kolesterol ölçümlerinin cinsiyetlere göre dağılım grafiği 50 HDL ölçümleri ise erkek olgulardaki anormallik görülme oranı kadınlardan anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p:0,011; p<0,05). HDL 100% 90% 80% 70% 60% Anormal 50% Normal 40% 30% 20% 10% 0% Kadın Erkek Şekil 12: HDL ölçümlerinin cinsiyetlere göre dağılım grafiği Trigliserit ölçümlerinde kadın olgulardaki anormallik görülme oranı erkelerden istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı yüksek olarak saptanmıştır (p:0,005; p<0,05). Trigliserit 100% 90% 80% 70% 60% Anormal 50% Normal 40% 30% 20% 10% 0% Kadın Erkek Şekil 13: Trigliserit ölçümlerinin cinsiyetlere göre dağılım grafiği 51 Tablo 9: Cinsiyetlere göre EKG bulgularının karşılaştırılması Cinsiyet Kadın EKG (n=122) Erkek (n=252) yp n (%) n (%) LATERAL MI 21 (%17,2) 25 (%9,9) 0,044* İNFERİOR MI 35 (%28,7) 69 (%27,4) 0,791 ANTERİOR MI 18 (%14,8) 38 (%15,5) 0,855 YAYGIN ANTERİOR 3 (%2,5) 10 (%4,0) 0,455 ANTEROSEPTAL MI 12 (%9,8) 19 (%7,5) 0,450 NSTEMI 9 (%7,4) 32 (%12,7) 0,123 İNFERİOR VE RV MI 10 (%8,2) 23 (%9,1) 0,766 USAP 14 (%11,5) 36 (%14,3) 0,454 MI y : Ki kare test *p<0,05 EKG sonucunda; Lateral MI görülme oranı kadın olgularda erkeklere göre anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p:0,044; p<0,05). İnferior MI, Anterior MI, yaygın anterior MI, anteroseptal; NSTE MI; inferior MI ve USAP görülme oranları ise cinsiyetlere göre anlamlı farklılık göstermemektedir (p>0,05). 52 oran (%) 30 25 20 15 10 USAP Erkek İNFERİOR VE RV MI ANTEROSEPTAL MI Kadın NSTEMI YAYGIN ANTERİOR MI ANTERİOR MI İNFERİOR MI 0 LATERAL MI 5 Şekil 14: EKG sınıflamasının cinsiyetlere göre dağılım grafiği 53 Tablo 10 : Ürik asit ölçümlerinin EKG bulgularına göre değerlendirmesi Ürik Asit EKG Ort±SD LATERAL MI 6,48±2,02 İNFERİOR MI 6,08±2,59 ANTERİOR MI 5,96±1,73 YAYGIN 5,84±2,83 ANTERİOR MI ANTEROSEPTAL MI NSTEMI İNFERİOR RV MI 5,81±1,65 5,21±1,52 VE 5,83±1,64 USAP 6,44±2,32 y : Ki kare test **p<0,01 Normal Anormal n (%) n (%) 29 17 (%11,6) (%13,7) 64 (%25,6) 40 (%32,3) 36 (%14,4) 21 (%16,9) 7 (%2,8) 24 (%9,6) 35 (%14,0) 23 (%9,2) (%13,2) 0,559 0,176 0,521 6 (%4,8) 0,311 7 (%5,6) 0,191 6 (%4,8) 0,008** 10 (%8,1) 33 yp 17 (%13,7) 0,716 0,892 EKG sonucunda; Lateral MI, İnferior MI, Anterior MI, yaygın anterior MI, anteroseptal; inferior MI ve USAP görülme oranlarında ürik asit düzeyine göre anlamlı farklılık göstermemektedir (p>0,05). NSTE MI görülme oranı ürik asit düzeyi normal olan olgularda hiperürisemisi olanlara göre anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p:0,008; p<0,01). Lateral MI grubunun ortalama ürik asit düzeyleri 6,48±2,02; İnferior MI olguların 6,08±2,59; Anterior MI olguların 5,96±1,73; yaygın anterior MI olguların 5,84±2,83, anteroseptal MI olguların 5,81±1,65; NSTE MI olguların 5,21±1,52; inferior MI olgularının 5,83±1,64 ve USAP olgularının ise 6,44±2,32 olarak saptanmıştır. 54 Tablo 11 : Total kolesterol ölçümlerinin EKG bulgularına göre değerlendirmesi Total Kolesterol EKG Ort±SD LATERAL MI 215,10±39,08 İNFERİOR MI 184,33±51,57 ANTERİOR MI 184,78±40,82 YAYGIN 197,76±50,11 ANTERİOR MI ANTEROSEPTAL MI NSTEMI İNFERİOR RV MI 193,06±45,29 192,53±37,17 VE 175,75±43,41 USAP 169,92±45,16 y : Ki kare test *p<0,05 Normal Anormal n (%) n (%) 22 24 (%9,5) (%16,9) 68 (%29,3) 36 (%25,4) 34 (%14,7) 23 (%16,2) 6 7 (%4,9) (%2,6) 18 (%7,8) 13 (%9,2) 22 (%9,5) 19 (%13,4) 24 9 (%6,3) (%10,3) 38 (%16,4) 12 (%8,5) EKG sonucunda; Lateral MI görülme oranı total kolesterol değeri yüksek olgularda anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p:0,034; p<0,05). İnferior MI, Anterior MI, yaygın anterior MI, anteroseptal MI; NSTE MI ve inferior MI görülme oranları ise total kolesterol düzeyi sınıflamasına göre anlamlı farklılık göstermemektedir (p>0,05). USAP görülen olgularda total kolestreol düzeyi normal olan grupta, yüksek olanlara göre anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p:0,029; p<0,05). Lateral MI grubunun ortalama total kolesterol düzeyleri 215,10±39,08; İnferior MI olguların 184,33±51,57; Anterior MI olguların 184,78±40,82; yaygın anterior MI olguların 197,76±50,11, anteroseptal MI olguların 193,06±45,29; NSTE MI olguların 192,53±37,17; 55 yp 0,034* 0,407 0,687 0,230 0,635 0,242 0,185 0,029* inferior MI olgularının 175,75±43,41 ve USAP olgularının ise 169,92±45,16 olarak saptanmıştır. Tablo 12 : LDL ölçümlerinin EKG bulgularına göre değerlendirmesi LDL EKG Ort±SD LATERAL MI 135,23±34,07 İNFERİOR MI 114,01±42,03 ANTERİOR MI 113,07±41,84 YAYGIN 119,61±42,02 ANTERİOR MI ANTEROSEPTAL MI NSTEMI İNFERİOR RV MI 112,03±30,73 120,17±28,39 VE 107,18±34,61 USAP 98,68±36,09 y : Ki kare test *p<0,05 Normal Anormal n (%) n (%) 26 20 (%10,2) (%16,8) 73 (%28,6) 31 (%26,1) 35 (%13,7) 6 (%2,4) 23 (%9,0) 25 (%9,8) 22 (%18,5 (%10,2) 41 (%16,1) 0,604 0,233 0,083 8 (%6,7) 0,453 16 0,294 7 (%5,9) 0,171 9 (%7,6) 0,024* EKG sonucunda; Lateral MI; İnferior MI, Anterior MI, yaygın anterior MI, anteroseptal MI; NSTE MI ve inferior MI görülme oranları ise LDL düzeyi sınıflamasına göre anlamlı farklılık göstermemektedir (p>0,05). USAP tanılı olguların LDL düzeyi normal olan grupta yüksek olanlara göre anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p:0,024; p<0,05). Lateral MI grubunun ortalama LDL düzeyleri 132,23±34,07; İnferior MI olguların 114,01±42,03; Anterior MI olguların 113,07±41,84; yaygın anterior MI olguların 56 0,070 7 (%5,9) (%13,4) 26 yp 119,61±42,02, anteroseptal MI olguların 112,03±30,73; NSTE MI olguların 120,17±28,39; inferior MI olgularının 107,18±34,61 ve USAP olgularının ise 98,68±36,09 olarak saptanmıştır. Tablo 13 : HDL ölçümlerinin EKG bulgularına göre değerlendirmesi HDL EKG Ort±SD LATERAL MI 46,45±11,50 İNFERİOR MI 41,60±10,21 ANTERİOR MI 44,19±13,14 YAYGIN 39,53±5,66 ANTERİOR MI ANTEROSEPTAL MI NSTEMI İNFERİOR RV MI 46,45±12,48 42,70±22,46 VE 40,81±7,04 USAP 37,64±9,10 y : Ki kare test *p<0,05 Normal Anormal n (%) n (%) 35 11 (%14,5) 63 (%26,0) 38 (%15,7) 11 (%4,5) 16 (%6,6) (%8,3) 41 (%31,1) 19 (%14,4) 2 (%1,5) 15 (%11,4) 22 (%9,1) 19 (%14,4) 27 (%11,2) 31 (%12,8) 6 (%4,5) 19 (%14,4) EKG sonucunda; Lateral MI; İnferior MI, Anterior MI, yaygın anterior MI, anteroseptal MI; NSTE MI ve USAP görülme oranları ise HDL düzeyi sınıflamasına göre anlamlı farklılık göstermemektedir (p>0,05). İnferior MI görülen hastaların HDL düzeyi normal olma oranı düşük olanlara göre anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p:0,031; p<0,05). Lateral MI grubunun ortalama HDL düzeyleri 46,45±11,50; İnferior MI olguların 41,60±10,21; Anterior MI olguların 44,19±13,14; yaygın anterior MI olguların 39,53±5,66, 57 yp 0,085 0,300 0,737 0,126 0,111 0,117 0,031* 0,667 anteroseptal MI olguların 46,45±12,48; NSTE MI olguların 42,70±22,46; inferior MI olgularının 40,81±7,04 ve USAP olgularının ise 37,64±9,10 olarak saptanmıştır. Tablo 14 : Trigliserit ölçümlerinin EKG bulgularına göre değerlendirmesi Trigliserid Normal EKG Anormal n Ort±SD (%) LATERAL MI 154,60±96,12 İNFERİOR MI 137,70±67,43 ANTERİOR MI 138,57±63,21 YAYGIN 188,69±69,89 ANTERİOR MI ANTEROSEPTAL MI NSTEMI İNFERİOR 154,70±110,69 163,85±70,77 VE RV MI 133,63±85,28 USAP 186,68±108,76 y : Ki kare test *p<0,05 n yp (%) 24 (%11,6) 22 (%13,2) 65 (%31,4) 39 (%23,4) 36 21 (%17,4) (%12,6) 6 7 (%2,9) (%4,3) 22 (%13,2) 22 (%10,6) 19 (%11,4) 25 (%12,1) 8 (%9,7) 0,198 0,002** 0,818 0,014* (%4,8) 20 0,084 0,497 (%4,2) 9 0,644 30 (%18,0) 0,019* EKG sonucunda; Lateral MI; İnferior MI, Anterior MI, yaygın anterior MI ve NSTE MI görülme oranları ise trigliserit düzeyi sınıflamasına göre anlamlı farklılık göstermemektedir (p>0,05). Anteroseptal MI görülme oranı trigliserit düzeyi yüksek vakalarda anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p:0,002; p<0,01). İnferior MI görülme oranı da trigliserit düzeyi yüksek olanlarda anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p:0,014; p<0,05). USAP görülme oranı trigliserit düzeyi yüksek olanlarda anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p:0,019; p<0,05). 58 Lateral MI grubunun ortalama trigliserit düzeyleri 154,60±96,12; İnferior MI olguların 137,70±67,43; Anterior MI olguların 138,57±63,21; yaygın anterior MI olguların 188,69±69,89, anteroseptal MI olguların 154,70±110,69; NSTE MI olguların 163,85±70,77; inferior MI olgularının 133,63±85,28 ve USAP olgularının ise 186,68±108,76 olarak saptanmıştır. 59 TARTIŞMA Ateroskleroz ve onun komplikasyonu olan akut myokard infarktüsü (AMI), dünyanın pek çok ülkesinde mortalite ve morbiditenin en önemli nedenidir. Aterosklerozu başlatan ve ilerlemesine yol açan biyokimyasal ve hücresel olaylar tümüyle açıklanabilmiş değildir. Yaş, cinsiyet, sigara içimi, ailede iskemik kalp hastalığı öyküsü, hiperkolesterolemi, diyabetes mellitus ve hipertansiyon gibi endojen ve eksojen faktörlerin herbiri ateroskleroz ve AMI riskini belirgin olarak artırmaktadır. Ancak bu faktörler olguların sadece bir bölümünü açıklayabilmektedir. KKH önlenmesindeki stratejilerin geliştirilmesinde, risk faktörü kavramı önemli bir atılım olmuştur. Çeşitli epidemiyolojik ve prospektif çalışmalarda, dislipidemi bu risk faktörleri arasında merkezi konuma gelmiştir. Son zamanlarda da koroner kalp hastalıklarının önlenmesi için geliştirilecek stratejileri değiştirebileceği düşünülen yeni risk faktörleri üzerindeki çalışmalar hızla devam etmektedir. Biz bu çalışmamızda koroner arter hastalığı için klasik risk faktörü sayılan hiperlipidemiyi ve yeni risk faktörleri arasında olan ürik asidin AMİ ile ilişkisini incelemeyi amaçladık. Kardiyovasküler hastalıklar genelde endotel disfonksiyonu, oksidan oluşumu ve proinflamatuar durumlarla ilişkilidir.(120) Ksantin oksidaz aracılığıyla oluşan oksidanlar, nitrik oksit sentezi ve varlığına etki ederek potansiyel olarak endotel dısfonksiyonuna yol açabilirler. Ksantin oksidaz ürik asit de üretir; bu da hiperürisemi, oksidan oluşumu ve endotel disfonksiyonunun birbirleriyle bağlantılarını açıklayabilir. Bu tabloda ürik asidin asıl rolü nedir? Koruyucu mu, etkisiz mi, zararlı mı? Bu konu yeterince aydınlatılmış gibi görünmüyor. Ksantin oksidaz ile ürik asit oluşumunda üretilen oksidanlar, damar sistemi üzerine zararlı olabileceği gibi, ürik asidin kendisinin de doğrudan, oksidan oluşumuyla ilişkili olmayan, istenmeyen etkileri olabildiğini gösteren anlamlı kanıtlar vardır(121).Ksantin oksidaz aktivitesi düzeyinin önemli olup olmadığı da tartışılabilir. Gertler ve arkadaşlarının yarım yüzyıl önce koroner arter hastalığı (KAH) ile ürik asit arasında kompleks etkileşimler olabileceğini işaret etmelerinden bu yana bu konuda yapılmış pek çok çalışma yüksek serum ürik asit seviyelerinin artmış kardiyovasküler risk ile ilişkili olduğunu göstermiştir.(122) Ancak yapılan pek çok çalışmada bu bulguların tersi sonuçlar elde edilmiştir. Framingham çalışmasında erkeklerde yüksek ürik asid düzeylerinin azalmış KKH insidansı ile ilişkili olduğu bildirilmiştir (124). Bu gözlem, yüksek gelir düzeyindeki kişilerin uzamış 60 olaysız yaşam beklentisinden ve ürik asidin bilinen antioksidan rolünden kaynaklanıyor olabilir, ancak kadınlardaki farklı bulgular ürik asidin KKH ile olan ilişkisinde halen açıklanamamış mekanizmaların varlığını düşündürmektedir. Gubbio çalışmasında 6 yıl izlenen 2469 erkek ve kadında ürik asidin kardiyovasküler hastalık olayları ile anlamlı bir bağımsız ilişki sergilediği gösterilmiştir (125). MONICA Augsburg kohortunda 8 yıl takip edilen 1044 erkekte, ürik asidin tüm nedenlerden ölümlerle kuvvetli bir ilişki gösterdiği bulunmuştur (126). Hipertansiyonu başarı ile tedavi edilen kişilerde ürik asid düzeylerinin yükselmesi durumunun, diüretik kullanımı, serum kreatinin, BKİ ve diğer risk faktörlerinden bağımsız olarak kardiyovasküler olaylarla anlamlı bir biçimde ilişkili olduğu, Alderman ve arkadaşlarının (118) yaklaşık 8000 hastayı 20 yıl izlemeleri sonucunda ortaya konmuştur. Ürik asidi koroner kalp hastalığı ve tüm nedenlerden ölümlerle ilişkili bulan çalışmaların yanısıra, bulguları farklı olan çalışmalar da mevcuttur. ARIC çalışması 8 yıla kadar takip edilen 13504 sağlıklı erkek ve kadında, serum ürik asidi düzeylerini, mültivariye ayarlamadan sonra, her iki cinste de KKH ile ilişkili bulmamıştır (13). Framingham çalışmasında yaş, diyabet ve diüretik kullanımı ayarlamasından sonra kadınlarda bulunmuş olan hiperürisemi-KKH risk ilişkisinin kaybolduğu bildirilmiştir (14). Ayrıca aynı çalışmada, ürik asidin koroner kalp hastalığı gelişmesinde, kardiyovasküler hastalık veya tüm nedenli ölümlerde sebep ilişkisine sahip olmadığı ve görünüşteki ilişkinin ürik asidin ilişkili olduğu diğer risk faktörlerinden kaynaklanabileceği şeklinde yorumlanmıştır (14). Sekiz binin üzerindeki katılımcının 13 yıldan fazla süreyle takip edilmesi sonucunda, NIPPON Çalışması da, yaş ve diğer risk faktörlerinin ayarlanmasından sonra, ürik asid düzeyleri ile tüm sebeplerden ölüm, kardiyovasküler hastalık veya inme arasında bir ilişki saptamamıştır (16). Yaptığımız çalışmada, tüm hastalarda ürik asit değeri yüksek olan hasta oranı %33.2 olarak bulundu. AMİ geçiren kadınlarda ürik asit yüksekliği % 40.2 tespit edilirken, bu oran erkeklerde % 29.8 olarak tespit edildi. Her iki cinsiyet arasında istatistiki olarak anlamlı fark saptandı.( p<0.05 ) Bulunan sonuç daha önceki çalışmaların sonuçları ile paraleldi. Bu durum muhtemelen menapozdan sonra kadınlardaki ürik asit değerlerinin artması ile ilgilidir. EKG sonucunda; Lateral MI, İnferior MI, Anterior MI, yaygın anterior MI, anteroseptal; inferior MI ve USAP görülme oranları ise ürik asit düzeyi sınıflamasına göre anlamlı farklılık göstermemektedir (p>0,05). Ürik asit seviyesi normal olan hasta grubunda NSTMI görülme oranı yüksek olarak tespit edildi. (p:0,008; p<0,01). Ancak literatürde Mİ grupları arasındaki ürik asit değerlerini inceleyen bir çalışmaya rastlanmamıştır. 61 Aterosklerozla ilgili en yaygın ve en önemli düzeltilebilir majör risk faktörü olan dislipidemi, plazma lipidlerinin anormal düzeyde olması olarak tanımlanır. Yaygın lipid anormallikleri arasında total kolesterol, LDL kolesterol, ve TG yüksekliği, HDL kolesterol düşüklüğü yer alır. Bu anormallikler tek başına veya kombine halde bulunur. 2005’te “Lancet”te yayınlanan bir meta-analizde, LDL kolesteroldeki her 1 mmol/lt’lik düşüşün, tüm nedenli ölümlerde %12 gibi ciddi düzeylerde düşüşe neden olduğu ortaya konmuştur. Bu oran, 5 yıllık tedavi sonucu koroner mortalitede %19, miyokard infarktüsü ve koroner ölümlerde %23, inmede %17’lik bir düşüşe karşılık gelmektedir.(127) HDL seviyesinde her 1 mg/dl’lik artışın ise KAH riskini % 2-3 oranında azalttığı bilinmektedir.(5) 4S çalışması, kolesterolü düşürmenin total mortalite üzerindeki etkisini test eden ilk lipid düşürme çalışması idi. Popülasyon, anjinası olan veya daha önceden MI’ı olan ve total kolesterol düzeyleri 212-309mg/dl ve trigliserit düzeyleri 220 mg/dl’nin altında olan 4444 hastayı içeriyordu. Hastalar ortalama 5.4 yıl izlendi ve görüldü ki Simvastatin alan grupta tüm nedenlere bağlı mortalite riskinde %30 ve KAH ölümlerinde %42 azalma azalma görüldü. Ayrıca görüldü ki kardiyoprotektif etki başlangıç kolesterol düzeylerinden bağımsızdı.(128) CARE çalışması, statinlerin KAH riskini azalttığına dair bulguyu, normal kolesterol düzeyleri olan post MI hastalarına kadar genişletmiştir. Bu çalışmada, total lipid ve LDL-K düzeyleri sırası ile 209 ve 139mg/dl idi. Çalışmaya 4159 koroner arter hastası alındı. 5 yıllık izlemden sonra, plasebo ile karşılaştırıldığında pravastatin tedavisinin fatal MI ve KAH bağlı ölümleri %24 oranında azalttığı görüldü. Bu çalışmada ortalama kolersterol düzeyleri %32 oranında azaldı. (129) VAHIT çalışması, KAH olan ve düşük HDL-K düzeylerine sahip 531 erkek hasta ile yapıldı. Çalışma başlangıcında ortalama HDL-K düzeyi 32 mg7dl ve ortalama LDL-K düzeyi 111 mg/dl idi. 1 yıllık izlem sonunda tedavi alan grupta HDL-K %6 oranında daha fazla ve TG düzeyi %31 daha düşük tespit edildi. Sonuç olarak nonfatal MI, stroke ve KAH bağlı ölüm oranlarında % 24’lük azalma sağlandı. Bu çalışma HDL-K düzeylerini yükseltmenin ve TG düzeylerini düşürmenin ( LDL-K düzeyleri değişmeksizin) KAH olan hastalarda kardiyovasküler olayları azalttığını gösteren önemli veriler sağlamıştır.(130) Bizim çalışmamıza alınan hastaların %38’inin total kolesterol seviyeleri yüksek tespit edildi. Vakaların %31,8’inde LDL-K ve %44,7’sinde TG değerleri yüksek bulundu. HDL-K düşüklüğü ise hastaların % 35,3’ünde tespit edildi. Total kolesterol ve TG yüksekliği kadınlarda istatistikî olarak anlamlı derecede yüksek tespit edildi.(p:0.004-p:0.005, p<0.05) HDL-K düzeyleri ise erkeklerde anlamlı derecede düşük tespit edilmiştir. (p:0.011, p<0.05) 62 Elde ettiğimiz veriler daha önce yapılan çalışmalar ile uygunluk gösteriyordu. Çalışmamızın alt analizi olarak AMİ tipleri arasındaki kolesterol parametreleri arasındaki farklılıkları da inceledik. EKG sonucunda; Lateral MI görülme oranı total kolesterol anormal olgularda anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p:0,034; p<0,05). Diğer MI tipleri arasında istatistiki olarak bir fark saptanmamıştır. LDL-K düzeyleri ve MI tipleri arasında istatistiki olarak her hangi bir fark saptanmdı.LDL-K düzeyi normal olan grupta USAP görülme oranı istatistiki olarak yüksek bulundu. (p:0.024, p<0.05) HDL-K düzeyleri ve AMİ tipleri arasında istatistikî bir fark saptanmamıştır. TG düzeyleri ise inferior ve sağ MI, USAP ve anteroseptal MI gruplarında istatistikî olarak anlamlı derecede yüksek tespit edildi. (p:0.014, p:0.019, p: 0.002; p<0.05) Literatürde AMİ tipleri arasındaki lipid parametrelerini inceleyen her hangi bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu çalışmada aterosklerozun klasik risk faktörü olan hiperlipideminin ve yeni risk faktörleri arasında olan ürik asitin AMİ ile ilişkisini incelemeye çalıştık. Sonuç olarak ürik asitin koroner arter hastalığı ile ilişkisini açıklayabilmek için daha büyük ve kapsamlı çalışmalara gerek vardır. Ancak ürik asidin diğer risk faktörleri ile birlikteliği göz önüne alınmalıdır. Hipertansiyon, DM, hiperlipidemi, yaş, obezite, alkol alımı ürik asit seviyesini etkileyen önemli parametrelerdir. Bu nedenle tek başına ürik asidi koroner arter hastalığı için risk faktörü olarak değerlendirmek oldukça zordur. Ama yine de ürik asit değerinin yüksek riskli olan kişilerde takibinin faydalı olacağı düşünülmektedir. Klasik risk faktörlerinden olan LDL-K yüksekliği, TG yüksekliği ve HDL-K düşüklüğü çalışmaya alınan hastaların yaklaşık 1/3’ünde görülmektedir. Hiperlipidemi ateroskleroz açısından değiştirilebilen majör bir risk faktörüdür. Araştımamızda gördük ki sadece LDL-K düzeyi değil, aynı zamanda TG yüksekliği ve HDL-K düşüklüğü de KAH için risk faktörü oluştırmaktadır. Bu nedenle özellikle yüksek riskli hastalarda tüm lipid parametrelerinin hedef değerlere yakın olması KAH’na bağlı mortalite ve morbiditeyi azaltacaktır. 63 SONUÇ Akut miyokard infarktüsü ve USAP tanıları olan hastaların ürik asit ve lipid parametrelerini incelediğimiz bu çalışmamızın sonuçlarına göre: 1. Çalışmaya alınan hastaların %33,2’sinde ürik asit değeri yüksek tespit edildi. 2. Kadınlarda tespit edilen ürik asit yüksekliği erkeklere göre anlamlı derecede daha yüksekti. 3. Total kolesterol %38 olguda yüksek tespit edildi. Kadınlarda ki total kolesterol düzeyleri erkeklere göre anlamlı düzeyde daha yüksekti. 4. Vakaların %31,8’inde yüksek LDL-K değeri saptandı. Cinsiyetler arasında anlamlı farklılık saptanmadı. 5. Hastaların %35,3’ünde düşük HDL-K değeri tespit edildi. Erkek hastalarda anormallik görülme oranı kadınlardan anlamlı derecede yüksektir. 6. Çalışmaya alınan hastaların %44,7’sinde yüksek TG değeri tespit edildi. Kadınlardaki yükseklik oranı, erkeklere göre istatiksel olarak ileri düzeyde anlamlıydı. 7. Lateral AMİ görülme oranı kadınlarda anlamlı derecede yüksek tespit edildi. 8. AMİ tipleri arasında ürik asit seviyelerinde anlamlı bir farklılık yoktu. 9. TG düzeyi yüksek olan grupta anteroseptal AMİ geçirme oranı istatiksel olarak anlamlı derecede yüksek tespit edildi. 64 ÖZET Akut Miyokard İnfarktüsü ve USAP Tanıları Olan Hastalarda Ürik Asit ve Lipid Seviyelerinin Tespiti Amaç: Çalışmamızda Akut Miyokard İnfarktüsü ve USAP tanısı ile koroner yoğun bakım ünitesine yatırılmış olgularda, ürik asit ve lipid değerleri bakımndan her iki grup arasında fark olup olmadığını saptamaya çalıştık. Metod: Bu retrospektif klinik çalışmaya, 2002-2007 yılları arasında Sağlık Bakanlığı Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Koroner Yoğun Bakım Servisine akut miyokart infarktüsü ve unstabil angina pectoris tanıları olan 122 kadın ve 252 erkek hasta olmak üzere toplam 374 hasta dahil edildi. Dosya bilgilerinden ürik asit ve lipid değerleri kaydedildi. Elde edilen bilgilerin istatiksel analizi yapıldı. Bulgular: Çalışmaya alınan hastaların %33,2’sinde ürik asit değeri yüksek tespit edildi. Kadınlarda tespit edilen ürik asit yüksekliği erkeklere göre anlımlı derecede daha yüksekti.(p:0.045,p<0.05) Total kolesterol %38 olguda yüksek tespit edildi. Kadınlarda ki total kolesterol düzeyleri erkeklere göre anlamlı düzeyde daha yüksekti.(p:0.004, p<0.05) Vakaların %31,8’inde yüksek LDL-K değeri saptandı. Cinsiyetler arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Hastaların %35,3’ünde düşük HDL-K değeri tespit edildi. Erkek hastalarda anormallik görülme oranı kadınlardan anlamlı derecede yüksektir.(p:0.011,p<0.05) Çalışmaya alınan hastaların %44,7’sinde yüksek TG değeri tespit edildi. Kadınlardaki yükseklik oranı, erkeklere göre istatiksel olarak ileri düzeyde anlamlıydı.(p:0.005,p<0.05) Lateral AMİ görülme oranı kadınlarda anlamlı derecede yüksek tespit edildi.(p:0.044,p<0.05) TG düzeyi yüksek olan grupta anteroseptal AMİ geçirme oranı istatiksel olarak anlamlı derecede yüksek tespit edildi.(p:0.002,p<0.05) Sonuç: Ateroskleroz için major risk faktörü olan hiperlipidemiyi ve yeni risk faktörleri arasında adı geçen ürik asidi inceledik. Sonuç olarak gördük ki AMİ geçiren kadınlarda ürik asit, TG, total kolesterol seviyesi anlamllı yüksek, erkeklerde ise HDL-K seviyesi anlamlı derecede düşüktü. Anahtar kelimeler: AMİ, TG, Ürik asit,HDL-K, 65 SUMMARY Serum Uric Acid and Lipid Level Found in Patients with Acut Myocard Infarction and Unstable Angina Pectoris Aim: İn our study, we have tried to identify in patients who have been fallowed in coronary intensive care with a diagnosing of acut myokard infarction and unstable angina pectoris, if there is a difference between these two groups for serum uric acid and lipid levels. Method: 122 women, 252 men, total 374 patients who have been followed in Ministery of Health Goztepe training and research hospital’s coronary intensive care with a diagnosing of acut myocard infarction and unstable angina pectoris, are included in this retrospectif study. We have recorded the serum uric acid and lipid levels from their files and we maked its statistical analyse. Findings: We found; 33,2 % of all patients have high serum uric acid levels. The uric acid elevation in women patients is more significant that in men patients.(p:0.045, p<0.05) 38% of the group have high total cholesterol levels and in women patients. Their high cholesterol levels are more significant than the man group. (p:0.004, p<0.05) 31,8% of all cases have high LDL-C levels but there isn’t any significant diffirence between men and women. 35.3% of all patients have low HDL-C levels and these property is more precious and the ratio of anormality is significantly higher than women.( p:0.011,p<0.05) We have identified that, 44.7% of patients who have been included in our study; have high triglyceride levels and this is more significant in women than in men.(p:0.005,p<0.05) İn high triglyceride group, the risk of anteroseptal myokard infarction is high and this is statistically significant.(p:0.002, p<0.05) Conclusions: We have researched hyperlipidemia which is the major risk factor of atherosclerosis and the new risk facrors such as uric acid. And consequently, we found that serum uric acid, triglyceride, total cholesterol levels are significantly high in women who have acute myokard infarction and HDL-C levels is significantly low in men with acute coronary syndrome. Key words: acute myokard infarction, triglyceride, uric acid, HDL-C 66 KAYNAKLAR 1)Murray CJ,Lopez AD. Global mortality, disability and the contribution of risk factor: global Burden of Disease Study. Lancet 1997; 349:1436-42 2)Jamrozik K. Epidemiology of Atherosclerotic Disease. Crawford MH, DiMarco JP : Cardiology. 1st edition. Mosby International Ltd. England, 2003 3)Yüzyıl Dönümünde Türk Erişkinlerinde Koroner Risk Haritası ve Koroner Kalp Hastalığı. Editör: Prof. Dr. Altan Onat, Argos İletişim Hizmetleri Ticaret A.Ş., İstanbul, Eylül 2001 4 )Türk halkında kalp kökenli ölümler. Türkiye Kalp Raporu. Yenilik Basımevi; 2000: 1115 5) The Framingham Heart Study. High density lipoprotein cholesterol and mortality. Arteriosclerosis 1998; 8: 737-41. 6) Graystone JT, Kuo CC, Wang SP, et al. Ane chlamydia psittaci strein. TWAR , isolated in acute respiratory tract infection. NEJM 1986; 315: 161-68 7) Koroner Kalp Hastalığı Primer ve Sekonder Korunma 2001. Prof. Dr Hakan Kültürsay. Argos İletişim Hizmetleri Reklamcılık ve Ticaret Anonim Şirketi. 101-190 8) Gertler MM, Garn SM, Levine SA: Serum uric acid in relation to age and physique in health and in coronary heart disease. Ann Intern Med 1951; 34:1421-31 9) Fang J, Alderman MH: Serum uric acid and cardiovascular mortality the NHANES I epidemiologic follow-up study, 1971-1992. National Health and Nutrition Examination Survey. JAMA 2000; 283:2404-10 67 10) Puddu PE, Lanti M, Menotti A, et al: Gubbio Study Research Group. Serum uric acid for short-term prediction of cardiovascular disease incidence in the Gubbio population study. Acta Cardiol 2001; 56:243-51 11) Franse LV, Pahor M, Di Bari M, et al: Serum uric acid, diuretic treatment and risk of cardiovascular events in the Systolic Hypertension in the Elderly Program (SHEP). J Hypertens 2000; 18:1149-54 12) Wannamethee SG: Is serum uric acid a risk factor for coronary heart disease? J Hum Hypertens 1999; 13:153-6 13) Moriarity JT, Folsom AR, Iribarren C, Nieto FJ, Rosamond WD: Serum uric acid and risk of coronary heart disease: Atherosclerosis Risk in Communities (ARIC) Study. Ann Epidemiol 2000; 10:136-43 14) Culleton BF, Larson MG, Kannel WB, Levy D: Serum uric acid and risk for cardiovascular disease and death: the Framingham Heart Study. Ann Intern Med 1999; 131-7 15) Wannamethee SG: Serum uric acid is not an independent risk factor for coronary heart disease. Curr Hypertens Rep 2001;3:190-96 16) Sakata K, Hashimoto T, Ueshima H, Okayama A: NIPPON DATA 80 Research Group. Absence of an association between serum uric acid and mortality from cardiovascular disease: NIPPON DATA 80, 1980-1994. National integrated projects for prospective observation of non-communicable diseases and its trend in the aged. Eur J Epidemiol 2001; 17:461-819. 17) Libby P. The Pathogenesis of Atherosclerosis. In Braunwald E et al. Harrison’s Principles of İnternal Medicine, 16th Edition, New York ,McGraw Hill 2005:1425-27. 18) Ross R. The pathogenesis of atherosclerosis: a perspective for the 1990s. Nature 1993;362:801. 68 19) Schwenke DC, Carew TE. Initiation of atherosclerotic lesions in cholesterol-fed rabbit. II. Selective retention of LDL vs. selective increases in LDL permeability in susceptible sites of arteries. Arteriosclerosis 1989;9:908-18. 20) Schwartz SM, Heimark RL, Majesky MW. Developmental mechanisms underlying pathology of arteries. Physiol Rev 1990;70:1177-209. 21) Tokgözoğu L. Ateroskleroz Patogenezi. Hiperlipidemi ve Ateroskleroz Dergisi. Tokgözoğlu ed. Argos İletişim Hizmetleri, İstanbul 2002: 22-27 22) Kardiyoloji Miniatlas. 1. Baskı. AND Danışmanlık, Eğitim, yayıncılık ve Organizasyon Ltd. Şti. 2003. p. 155-62 23) Hansson G, Nilsson J. Pathogenesis of atherosclerosis. In: Crawford MH, DiMarco JP, Paulus WJ, editors. Cardiology 1st ed. USA. Elsevier Science Limited;2001. p. 1.1. 1-12 24) Hansson GK, Libby P, Schonbeck U, et al: Innate and adaptive immunity in the pathogenesis of atherosclerosis. Circ Res 91:281, 2002 25) Luster AD:Chemokines: Chemotactic cytokines that mediate the inflamation. N Engl J Med 338:436, 1998. 26) Sakaguchi H, Takeya M, Suzuki H, et al: Role of macrophage scavenger receptors in diet-induced atherosclerosis in mice. Lab Invest 78:423, 1998 27) Ball RY, Stower EC,Burton JH, Cary NR. Evidence that the death of macrophage foam cells contributes to the lipid core of atheroma. Atherosclerosis 1995;114:45-54 28) Braunwald E, Fauci AS, Kasper DL, Hauser SL, Longo DL, Jameson JL. Aterosklerozun patogenezi. Harrison İç Hastalıkları Prensipleri, 15.edisyon. Çev ed: Sağlıker Y. Nobel Tıp Kitapevleri 2004; 2:1377-82 29) Raines EW, Ross R. Smooth muscle cell and pathogenesis of the lesions of atherosclerosis. BHJ 1993; 69:30-7 69 30) Öngen Z, Yılmaz Y. Aterosklerozun Patogenezi. Koroner Kalp Hastalığı Primer ve Sekonder Korunma 2001. Kültürsay H (ed). Argos İletişim Hizmetleri, İstanbul 2001:31-66. 31) TEKHARF. Türk Erişkinlerinde Kalp Sağlığı, Risk Profili ve Kalp Hastalığı. Onat A (Editör). Ohan Matb. Ltd şti. İstanbul, 2000.80 32) Jamrozik K. Epidemiology of Atherosclerotic Disease. Crawford MH, DiMarco JP (eds): Cardiology. 1st edition. Mosby International Ltd. England, 2003. 33) Türk Kardiyoloji Derneği Koroner Kalp Hastalığı Korunma ve Tedavi Klavuzu 2002. 34) Dörtlemez Ö. Akut miyokard infarktüsü risk faktörleri, etyopatogenez, epidemiyoloji. Kardiyoloji günleri 5. Eğitim toplantısı der. 1997; 4-18. 35) US Department of Health and Human Services. The Health Consequences of Smoking: Cardiovascular Disease _ A Report of the Surgeon General. Washington, DC: Office of Smoking and Health, US government Printing Office; 1983 36) Castelli WP, Garrison RJ,Dawber TR,et al. The filter cigarette and coronary heart disease: The Framingham study. Lancet 1981; 2: 109 37) TEKHARF; Oniki Yıllık İzleme Deneyimine Göre Türk Erişkinlerinde Kalp Sağlığı. Prof. Dr. Altan Onat, Prof. Dr. Vedat Sansoy, Prof. Dr. İnan Soydan, Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu, Prof. Dr. Kamil Adalet. Argos İletişim Hizmetleri Reklamcılık ve Ticaret Anonim Şirketi. Temmuz 2003, İstanbul. 38) Gordon T, Kannel WB, McGee D, et al. Death and coronary attacks in men after giving up cigarette smoking: A report from the Framingham study. Lancet 1974 ; 2: 1345 39) Roberts WC.: Preventing and arresting coronary atherosclerosis. Am Heart J 1995; 130: 580-600. 70 40) Hambrecht R, Wolf A, Gielen S, et al: Effect of exercise on coronary endotelial function in patients with coronary artery disease. N Eng J Med 2000; 342;454-60 41) Franklin S.S., Khan S.A., Wong N.D., et al.: Is pulse pressure useful in predicting risk for coronary heart disease? The Framingham Heart Study. Circulation 1999; 100: 35460. 42) Kannel WB.Blood pressure as a cardiovascular risk factor: Prevention and treatment JAMA 1996; 275: 1571 43) Kramsch DM, Aspen AJ, Abramowitz BM, et al: Reduction of coronary atherosclerosis by moderate conditioning exercise in monkeys on an atherogenic diet. N Eng J Med 1981; 305:1483-89 44) Grundy SM, Benjamin IJ, Burke GL, et al. Diabetes and cardiovascular disease: statement for healthcare professionals from the American Heart Association. Circulation 1999; 100: 1134 45) Haffner SM, Letho S, Ronnemaa T, et al. Mortality from coronary heart disease in subjects with type 2 diabetes and in nondiabetic subjects with and without prior myocardial infarction. N Eng J Med 1998; 339: 229 46) Stona PH, Muller JE, Hartwell T, et al. The effect of diabetes mellitus on prognosis and serial left ventricular function after acute myacardial infarction; Contribution of both coronary disease and diastolic left ventricular dysfunction to the adverse prognosis. The MILIS Study Group. J Am Coll Cardiol 1989; 14:49 47) Fuller J.H., Shipley M.J., Rose G. et al.: Coronary heart disease risk and impaired glucose tolerance: The white hall study. Lancet i:1374-6, 1980. 48) Dörtlemez Ö.: Akut miyokard infarktüsü risk faktörleri, etyopatogenez, epidemiyoloji. Kardiyoloji günleri 5. Eğitim toplantısı der. 1997; 4-18. 71 49) Harrison’s Principles of Internal Medicine, Braunwald, Fauci, Kasper, Hauser, Longo, Jameson. 15th Edition. Sayfa: 1377-87 50) Manson J.E., Tostesan H., Ridker P.M., Satterfiled S., Hebert P., O’Connor G.T., Buring J.E. and Hennekens C.H.: (Review) N Eng. J Med 1992; 326:1406-16. 51) National Task Force on the Prevention and Treatment of Obesity. Dieting and the development of eating disorders in overweight and obese adults. Arch Int Med 2000; 160: 2581-89. 52) Calle EE, Thun MJ, Petrilli JM, et al. Body- mass index and mortality in a prospective cohort of U.S. adults. N Eng J Med 1999; 341: 1097 53) Onat A, Şenocak M. Obesity in Turkish adults: prevalence, validity as a coronary risk factor and interrelation with other risk factors. Int J Ang 1995; 4: 94-8. 54) Reaven GM. İnsulin resistance and its consequences: Non- insulin dependent- diabetes mellitus and coronary heart disease. In: LeFoith, Taylor SI, Olefsky JM, eds. Diabetes Mellitus. Philadelphia: Lippincott-Reaven; 1996:509 55) Third Report of the National Cholesterol Education Program (NCEP) Expert Panel on Detection, Evaluation, and Treatment of High Blood Cholesterol in Adults (Adult Treatment Panel III) Final Report. National Cholesterol Education Program National Heart, Lung, and Blood Institute. National Institutes of Health, NIH Publication No. 025215 September 2002 56) Müderrisoğlu H., Yıldırır A.: Akut koroner sendromlar ve sınıflaması. Türk kardiyoloji dergisi, Akut koroner sendromlar ek sayı 2001; 4 :12-5 57) Corbalan R, Radley D, Braunwald E. The TIMI risk score for unstable angina/non-ST elevation MI: A method for prognostication and therapeutic decision making. JAMA. 2000 Aug 16;284:835-42. 72 58) Lee HS, Cross SJ, Rawles JM,Jennings KP Patients with suspected myocardial infarction who presents with ST depression. Lancet 1993;342:1204-7124. Antman EM, Cohen M, Bernink PJ, McCabe CH, Horacek T, Papuchis G, Mautner B 59) Gillum R.F., Fortmann S.P., Prineas R.J., Kottke T.E.: İnternational diagnostic criteria for acute myocardial infarction and acute stroke. Am Heart J 1984; 108:150-8 60) Alpert J.S., Thygesen K., Antman E., Bassand J.P.: Myocardial infarction redefined-a consensus document of The Joint European Society of Cardiology/American College of Cardiology Committee for the redefinition of myocardial infarction. J Am Coll Cardiol 2000; 36:959-69 61) Gök H.Akut Miyokard İnfarktüsü. Klinik Kardiyoloji İkinci baskı,İstanbul 2002;s.273321 62) Zimmerman J, Fromm R, Mayer D, at al. Diagnostic markercooperative study fort he diagnosis of myocardiyal infarction. Circulation 1999;99:1671-7 63) Jaffe AS,Ritter C, Meltzer V,Harter H, Roberts R Unmasking artifactual increases in creatine kinase isoenzymes in patients with renal failure. J Lab Clin Med 1984;104:193202 64) Martin G.S., Becker B.N., Schulman G.: Cardiac troponin-I accurately predicts myocardial injury in renal failure. Nephrol Dial Transplant 1998; 13:1709. 65) Smith SC, Ladenson JH, Mason JW, Jaffe AS. Elevations of cardiac troponin I associated with myocarditis. Experimental and clinical correlates. Circulation. 1997 Jan 7;95:163-68. 66) Giannitsis E, Muller-Bardorff M, Kurowski V, Weidtmann B, Wiegand U, Kampmann M, Katus HA. Independent prognostic value of cardiac troponin T in patien with confirmed pulmonary embolism. Circulation.2000 Jul 11;102:211-7. 67) ver Elst KM, Spapen HD, Nguyen DN, Garbar C, Huyghens LP, Gorus FK. Cardiac troponins I and T are biological markers of left ventricular dysfunction in septic shock. Clin Chem. 2000 :650-57. 73 68) Mair J. Tissue release of cardiac markers: from physiology to clinical applications. Clin Chem Lab Med. 1999 ;37:1077-84. 69) Champe P.C., Harvey Urate Transport. Kidney İnt 1996 ; 49 :1549-1551. 70) Dantzler W.H.: Comparative Aspects of Renal 61:121–22. 71) Yeldandi A.V., Patel Y.D., Liao M., Kao F.T., Rao M.S., Reddy J.K., Le Beau M.M.: Localization of the human urate oxidase gene (UOX) to 1p22. Cytogenet Cell Genet1992;R.A .: Nucleotid Metabolism In:Biochemistry . Lippincott’s Illustrated Reviews, Lippincott Company 1994; 343-56. 72) Wu X., Muzny D.M., Lee C.C., Casker C.T.: Two independent mutational events in the loss of urate oxidase. J Mol Evol 1992; 34:78–84. 73) Wright P.A.: Nitrogen excretion: Three end products, many physiological roles. The Journal of Experimental Bio. 1995;198: 273-81. 74) Roch-Ramel F., Guisan B.: Renal transport of urate in humans . News Physiol Sci 1999; 14 : 80-4. 75) Emmerson B.T.: The management of gout. N Engl J Med 1996;334:445-51. 76) Beacker B.E.: Towards the physiological function of uric acid. Free Radic Biol Med 1993; 14 :615-31. 77) Freeman B.A., Crapo J.D.: Biology of disease, free radicals and tissue injury. Lab İnv 1982; 47:412. 78) Halliwell B., Chirico S.: Lipid Peroxidation: Its mechanism, measuremet and significance. Am J Chin Nutr 1993;57: 715-25. 74 79) Cheesman K.H., Slater T.F.: An intraduction to free radical biochemistry. British Medical Bulletin 1993;49:481-93. 80) Reiter R.J.: Oxidative processes and antioxidative defence mechanisms in the aging brain. The Faseb Journal 1995; 9:526-53. 81) McCord J.M.: Human disease, free radicals and the oxidant/antioxidant balance.Clin Biochem 1993;26:351-57. 82) Cadenas E.:Mechanisms of antioxidant action. NATO Advanced Course on Free Radicals, Oxidative Stres and Antioxidants. Pathological and Physiological Significance, Antalya, Turkey, 1997: 6. 58 83) Cross C.E., Halliwell B., Borish ET.: Oxygen radicals and human disease. Ann. İnt. Med. 1987; 107,526-45. 84) Davies K.J.: An intracellülar proteolytic systems may functionas secondary antioxidant defences:an hypothesis. Free Radical Biology Medicine 1986; 2:155-73. 85) Sönmez H., Domaniç N. ve ark.: Koroner arter hastalıklarında plazma karnitin ve lipid peroksidasyon düzeylerinin eritrosit glutatyon düzeyleriyle karşılaştırılması. İstanbul Tıp Fakültesi 14. Kurultay der. 26:147, 1998. 86) Zengin E., Domaniç N.: Koroner arter hastalıklarında antioksidan olarak SOD, GPX ve GSH düzeylerinin tıkalı damar sayısına göre incelenmesi. İstanbul Tıp Fakültesi 14. Kurultay der. 27:147, 1998. 87) Aruoma O., Halliwell B., Loughton MJ. Et al.: The mechanism of initation of lipid peroxidation. Evidence against a requirement for iron complex. Biochem J 1989; 258:617-20. 88) Wrorow V.R., Winyard P.G., Morris C.J., Blake D.R.: Free radicals in inflamation second messengers of tissue destructions. British Medical Bulletin 1993;49:506-22. 75 89) Vane JR., Anggard EE., Botting RM.: Regulatory functions on the vascular endothelium. N Eng J Med 1990;323:27-36. 90) Enrique Caballero MD, Howard R. Horn MD.: Diabetes and macrovascular disease: risk factor management, CME activity, www.medscape.com. 91) Dzau V.J.: Tissue Angiotensin and Pathobiology of Vascular Disease. A Unifiying Hypothesis. Hypertension 2001;37:1047. 92) Maxwell SR, Thomason H, Sandler D., LeGuen C., Baxter MA, Thorpe GH., Jones AF., Barnet AH.: Antioxidant status in patients with uncomplicated insulin-dependent and noninsulin-dependent diabetes mellitus. Eur J Clin Invest 1997; 27:484-90 93) Basaga H.S.: Biochemical aspect of free radical. Biochem Cell Biol 1990; 68: 989-98. 94) Leyva F., Anker S.D., Godsland I.F., Teixeira M., Hellewell P.G., Kox W.J., PooleWilson P.A,Coats A.J.: Uric Acid in chronic heart failure:a marker of chronic inflammation. Eur Heart J 1998; 19:1814-22. 95) Patterson R.A., Horsley E.T., Leake D.S.: Prooxidant and antioxidant properties of human serum ultrafiltrates toward LDL:important role of uric acid. J Lipid Res 2003; 44 :512-21. 96) Nyyssonen K., Porkkala-Sarataho E., Kaikkonen J., Salonen JT.: Ascorbate and urate are the strongest determinants of plasma antioxidative capacity and serum lipid resistance to oxidation in Finnish men. Atherosclerosis 1997, 130:223-33. 97) Naghavi M., John R., Naguib S., Siadaty MS., Grasu R., Kurian KC., van Winkle WB., Soller B., Litovsky S., Madjid M., Willerson JT., Casscells W.: pH Heterogeneity of human and rabbit atherosclerotic plaques; a new insight into detection of vulnerable plaque. Atherosclerosis 2002; 164:27-35. 76 98) Hink HU., Santanam N., Dikalov S., McCann L., Nguyen AD., Parthasarathy S., Harrison DG., Fukai T.: Peroxidase properties of extracellular superoxide dismutase: role of uric acid in modulating in vivo activity. Arterioscler Thromb Vasc Biol 2002; 22: 1402–08. 99) Kehrer J.P.: Free radicals as mediators of tissue injury and disease. Crit Rev Toxicol 1993; 23:21-28. 100)BarlasS.,Tireli E., Dayıoğlu E., Barlas C.:Miyokard Korunması-II: MiyokardMetabolizması ve Harabiyeti. Ekim 1994; Cilt 2, Sayı 4, s: 313-17. 101) Abd-Elfattah A.S., Jessen M.E., Hanan S.A., Tuchy G., Wechsler S.: Is adenosine 5'triphosphate derangement or free-radical-mediated injury the major cause of ventricular dysfunction during reperfusion? 1990 Circ 82 : 341-50. 102) Berne M. The role of adenosine in the regulation of coronary blood flow. Circulation Res 1980; 47:807–13. 103) Raatikainen M.J., Peuhkurinen K.J., Hassinen I.E.: Contribution of endothelium and cardiomyocytes to hypoxia-induced adenosine release. J Mol Cell Cardiol 1994; 26:1069-80. 104) Kroll K., Bukowski T.R., Schwartz L.M., Knoepfler D., Bassingthwaighte J.B.Capillary endothelial transport of uric acid in guinea pig heart. Am J Physiol 1992; 262:420-31. 105) Many A., Hubel C.Q.A., Roberts J.M.: Hyperuricemia and xanthine oxidase in preeclampsia, revisited. Am J Obstet Gynecol 1996; 174: 288–91. 106) Webb D.J.The pharmacology of human blood vessels in vivo. J Vasc Res 1995; 32:2-15. 107) Vallance P.: Nitric oxide in the human cardiovascular system- SKB lecture 1997. Br J Clin Pharmacol 1998; 45:433–39. 77 108) Squadrito G.L., Cueto R., Splenser A.E., Valavanidis A., Zhang H., Uppu R.M., Pryor W.A.: Reaction of uric acid with peroxynitrite and implications for the mechanism of neuroprotection by uric acid. Arch Biochem Biophys 2000; 376: 333–37 109) Skinner K.A., White C.R., Patel R., Tan S., Barnes S., Kirk M., Darley-Usmar V., Parks D.A.: Nitrosation of uric acid by peroxynitrite. Formation of a vasoactive nitric oxide donor. J Biol Chem 1998; 273: 24491–97 110) Waring W.S., Webb D.J., Maxwell S.R.J.: Uric Acid as a Risk Factor for Cardiovascular Disease. Q J Med 2000; 93: 707-13. 111) Zweier J.L., Kuppusamy P., Lutty G.A.: Measurement of endothelial cell free radical generation: evidence for a central mechanism of free radical injury in postischemic tissues. Proc Natl Acad Sci USA, 1988; 85: 4046-50. 112) Ashraf M., Samra Z.Q.: Subcellular distribution of xanthine oxidase during cardiac ischemia and reperfusion: an immunocytochemical study. J Submicrosc Cytol Pathol 1993; 25: 193-201. 113) De Scheerder I., van de Kraay A.M., Lamers J.M., Koster J.F., de Jong J.W., Serruys P.W.: Myocardial malondialdehyde and uric acid release after short-lasting coronary occlusions during coronary angioplasty: potential mechanisms for free radical generation. Am J Cardiol 1991; 68: 392–95. 114) Brand F.N., McGee D.L., Kannel W.B., Stokes J., Castelli W.P.: Hyperuricemia as a risk factor of coronary heart disease:The Framingham Study. Am J Epidemiol 1985;121:11– 18. 115) Selby J.V., Friedman G.D., Quesenberry C.P.: Precursors of essential hypertension: pulmonary function, heart rate, uric acid, serum cholesterol levels and other serum chemistries. Am J Epidemiol 1990; 131: 1017–27. 78 116) Beard J.T.: Serum uric acid and coronary heart disease. Am Heart J 1983; 106: 397- 400. 117) Yano K., Reed D.M., McGee D.L.: Ten year incidence of coronary heart disease in the Honolulu Heart Program: relationship to biologic and lifestyle characteristics. Am J Epidemiol 1984;119:653–66. 118) Alderman M.,Aiyer K.J.V.:Uric Acid:Role in Cardiovascular Disease and Effects of Losartan. Curr Med Res Opin 2004; 20: 369-79. 119) Erbaş T.: Purin metabolizması bozuklukları. Koloğlu S.;Endokrinoloji temel ve klinik 1996;15:769-74. 120) LevyaF,Anker S,Swan JW.Serum uric acid as anindex of impaired oxidative metabolizm in kronıc heart falure Eur Heart J 1997;18:858-65 121) Doehner W, Schoene N, Rauchhaus M. Effects of xanthine oxidase inhibition with allopurinol on endothelial function and peripheral blood flow in hperuricemic patients with cronic heart failure: Results from 2 placebo-controlled studies Circulation 2002;105:2619-24. 122) Gertler MM, Garn SM, Levine SM. Serum uric acid in relation to age and physique in health and in coronary heart disease. Ann Intern Med 1951; 34:1421-31. 123) Waring WS, Adwani SH, Breukels O. Hypeuricemia does not impear cardiovascular function in healty adults Heart 2004;90:155-9. 124) Culleton BF, Larson MG, Kannel WB, Levy D: Serum uric acid and risk for cardiovascular disease and death: the Framingham Heart Study. Ann Intern Med 1999; 131:7-13 125) Puddu PE, Lanti M, Menotti A, et al: Gubbio Study Research Group. Serum uric acid for short-term prediction of cardiovascular disease incidence in the Gubbio population study. Acta Cardiol 2001; 56:243-51 79 126) Liese AD, Hense HW, Lowel H, Doring A, Tietze M, Keil U: Association of serum uric acid with all-cause and cardiovascular disease mortality and incident myocardial infarction in the MONICA Augsburg cohort. World Health Organization Monitoring Trends and Determinants in Cardiovascular Diseases. Epidemiology 1999; 10:391-7 127) Bagient C, Keech A, Kearney PM, et al(Cholesterol Treatment Trialists’ (CTT) Collaborators). Efficacy and safety of cholesterol lowering treatment: prospective metaanalysis of data from 90056 participants in 14 randomised trials of statins. Lancet 2005;366:1267-78. 128) Scandinavian Simvastatin Survival Study Group. Randomised trial of cholesterol lowering in 4444 patients with coronary heart disease: the Scandinavian Simvastatin Survival Study (4S) Lancet 1994: 344: 1383-9 129) Sacks FM, Pfeffer MA, Moye LA, et al. The effect of pravastatin on coronary events after myocardial infarction in patients with average cholesterol levels. N Eng J Med 1996;335:1001-9 130) Rubins HB, Robins SJ, Collins D, et al. Gemfibrozil for the secondary prevention of coronary heart disease in men with low levels of high –density lipoprotein cholesterol. N Engl J Med 1987; 341:410-8 80