“Kırmızıdan Kızıla, Yeşilin Her Tonuna”Hayır. HALİFELİK! HALİFELİK! “HİLAFET Mİ?!DEVLET İÇİNDE DEVLET OLMAZ!”MUSTAFA KEMAL. OSMAN TÜRKOĞUZ E.J.KD. ALB-HUKUKÇU. 1 “Hilafet demek, idare ve hükümet demektir. Halifelik, Reis demektir, Emir demektir, Sultan demektir. HALİFELİK, DEVLET İÇİNDE DEVLET OLMAZ!”Mustafa KEMALCUMHURBAŞKANIMIZ.3 MART1924. 2 SUNU, Maaşından başka; yatay ya da dikey, hiç bir geliri bulunmayan bir insanın, kitap bastırmasının ne demek olduğunu anlatmak gereksizdir. En büyük, en ulu, en soylu TÜRK söz konusu olunca dert ne demektir, sıkıntı ne demektir. Can ne demektir, ten ne demektir. O'nun eseri uğruna sıkıntı söz konusu değildir; engel söz konusu olamaz... Onun doğrultusunda yalnızlık; bıkkınlık, korkaklık, ürkeklik ve küskünlük de söz konusu değildir. Tehlikenin büyüklüğü, çıkar hesaplarının parlaklığı da söz konusu değildir. HALİFELİK; birinci baskısını okuyan mektubuyla, ikinci defa huzurlarınızdadır. bir büyüğümün içtenlikle dolu Ülkemizde; Türk'ü çağdışına dışına sürükleyecek zavallılar olduğu sürece de huzurunuzda olacaktır. Kızıltepe 15 Mayıs 1976 3 Ferdi TAÇKINLAR TUĞGENERAL ADANA J.BÖLGE MÜFETTİŞİ ADANA. 13 6 1974 Muhterem Yarbayım; Kıymetli çalışmalarınızın belgesi olan güzel eserinizin bana da gönderilmesine çok, çok teşekkür ederim. Bu teşekkürün gecikmesi, kitabın okunmasından sonra oluşundandır. Araya denetleme gezileri girdikçe, okumaya ara verdiğim için acele edemedim. Bu ara vermeler, hiçbir zaman esere önem vermemek gibi telakki edilmesin. Çünkü eseri zevkle, işaret ederek, özet çıkararak okudum. Ve gördüm ki Yarbay Osman TÜRKOĞUZ iyi bir asker olduğu kadarda müdekkik bir yazardır. Teşkilatın küçümsenmemesinde bu kabil arkadaşların gitgide çoğalmasında vabestedir. Bu da insanın daha küçük yaştan, aile ocağından itibaren, mideden olduğu kadar, kafadan ve ruhtan da beslenebileceğine inandırabilmesi ile mümkündür. Eserin adını ne güzel koymuşsunuz bayıldım. Zaten kırmızıdan kızıla, yeşilinde her tonuna hayır demedi mi büyük Ata? Siz bunu tedkikdeki ustalık ve hem de peşin hükümlere angaje olmayan/bağlanmayan/ gerçekçi düşünce tarzınızla isim haline getirmişsiniz. Keşke bütün çocuklarımız okusa ibret alsa. Benim de her zaman söylediğim gibi sıfırdan sağa ve sola ayrılan yollara bağlanmak yerine sıfır noktasından şakulen yukarıya çıkan Kemalizm’in daha akılıca ve daha insancıl ilkelerini incelemek ne güzel şey. Bu yoldan, kitabın ismi benim de düşüncelerimde haklı olduğumu ima ediyor. Ökse otu hikâyesi, Yakup Kadri’nin ve Ahmet Vefik Paşanın Trük’lük üstüne çalışmaları, işaret ettiğiz gibi Türk’ün Orta Asya’dan hicretinde önemli değildi. Türk, o zaman yaratıcı dinamizme sahipti. Nitekim Selçuklular 180-190 senede Anadolu’yu tarihi eserlerle doldurdukları halde, Osmanlılar Arabın uyutucu morfini ile sarhoş olup camii ve medreseden başka eser bırakamadı. Arapla temasa gelince, Arapçanın cazibesine kapılıp benliğini unuttu. Bunun suçu Arabı Araptan fazla cazip gösteren Meşihat, Hilafet İlmiye mensubu ileri gelenleri değil mi, İmam Gazali (Şeytan İmamı) batılı filozoflara taş çıkaran zekâsını kullanarak Akliyecilikten – Nakliyeciliğe doğru Milleti sürüklediği zaman Millete ne büyük darbe ve esaret zincirini vurduğunu, asırlar sonra lanetleneceğini maalesef kestiremeyecek kadar milliyetten yoksunlaşmadı mı? “Buralarda Türk bulunmaz onları daha aşağıda Haymana taraflarında bulunan…. ’’ insanların eğitimi hep oradan gelmiyor mu? 4 Zavallı Millet Orta Asya’dan göçtükten sonra nasıl aldatılıyor, idi ise bugünde başka yönde aldatılmaya çalışılıyor. O zaman çoğunlukta olan cahiller aldanıyor, aldatılıyordu. Bugün de çoğunluktaki âlimler ya da âlim sanılanlar aldatıyor ve aldanıyorlar, hâlâ aldanmaya devam etmiyor muyuz? Maaşını alamayan bekçinin Şeriat istemesi; Rusya namına Komünizmi isteyen duruma nazaran daha insancıl fakat aynı paralelde olduğumuzu göstermesi bakımından ibret vericidir. Şeriat isteyenlerin Kâğıthane’de 120 sarayı yakması ile İstanbul’da Sanat tiyatro sarayı yakılması, gemilerin sabotajla batırılması gibi olaylarla da mukayese edilebilir. Şüphesiz ki limonatanın kârını düşünenlerden müteşekkil bir devlet; bu devlet bugün de düşünülemez. Böyle ruhsuz, mazisiz, tarihsiz ve maneviyatsız bir robot devlet de renksiz bir robot demektir. Mora’nın terkini fetva ile teyit eylemek ilk nazarda fetva aleyhine gibi görülse de Bu husus saltanatın ilgası kadar realist bir görüşe dayanır. Çünkü nihayet birinde zaten Mora elden çıkmış, diğerinde de padişah Milleti terk edip gitmişti, fetva lüzumsuzdu. Her iki tarafında birbiri aleyhine verdikleri müterafık fetvalar da gösteriyor ki ilmi tarafı yoktur. Hâlbuki bunları düzenleyenler de zamanın okumuşlarıdır. O halde okumakla birlikte idraki yüksek, fazilet ve vatan aşkı ile meşbu insanlar yetiştirilmelidir. Yalnız okumak faziletli olmayı sağlamıyor, gibi geliyor bana. Fetva müessesesi dinin danıştayı gibi davranmayıp tesir sahasını anlamadığı konulara kadar genişletmesi kendi ölümünün fetvası olmuştur. Sait Molla’nın (ki ben kendisini hayal meyal tanırım haindir) menhus icraatı şahsi ve taraftar menfaati ile milleti İngiltere’ye peşkeş çekmesi ile bugün binlerce Sait Molla’nın başkalarına bizi peşkeş çekme provalarını ibretle seyrediyoruz. Kanaatimce Sait Molla’lara, dünkü Sait Molla’ların ne yaptığı öğretilmemiştir. Bunlar talebe, hoca, profesör gibi ne olurlarsa olsunlar, dünü öğrenmeden bugünü düzenleyemezler. Kitabınızı bu gibilere daima tavsiye edeceğim. Mektubumu bu kadar uzatmamın sebebi kitabı okuduğumu ispat ve bana göndermenizin boşa çıkmadığını ifade etmek içindir. Yazım biraz irtibatsız parçalar halinde oldu, sizi boş yere yordum, tekrar teşekkür eder, gözlerinizden öperim Ferdi TAÇKINLAR 5 Bu Kitabımı; ’’ Kemalizm’i Bir Yaşam Biçimi Yapanlara’’adıyorum. 6 ’’ NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!’’ ’’ AZ ZAMANDA ÇOK VE BÜYÜK İŞLER YAPTIK. BU İŞLERİN EN BÜYÜĞÜ, TEMELİ, TÜRK KAHRAMANLIĞI VE YÜKSEK TÜRK KÜLTÜRÜ OLAN TÜRKİYE CUMHURİYETİDİR. GEÇEN ZAMANA NİSPETLE DAHA ÇOK ÇALIŞACAĞIZ. DAHA AZ ZAMANDA, DAHA BÜYÜK İŞLER YAPACAĞIZ. BUNA DA MUFVAFFAK OLACAĞIMIZA ŞÜPHE YOKTUR. ÇÜNKÜ TÜRK MİLLETİNİN KAREKTERİ YÜKSEKTİR. TÜRK MİLLETİ ÇALIŞKANDIR. TÜRK MİLLETİ ZEKİDİR. ÇÜNKÜ TÜRK MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİKLE GÜÇLÜKLERİ YENMESİNİ BİLMİŞTİR. …NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE… 7 ANITKABİR ŞEREF DEFTERİNDEN ’’ MİLLETİMİZİN BÜYÜK EVLADI, EŞSİZ ATATÜRK, SİZDEN ALDIĞIMIZ KUVVET VE İNANÇLA, SIKINTILI GEÇEN ŞU GÜNLERE RAĞMEN İSTEDİĞİNİZ OLAN SOSYAL ADELETİ MİLLİ YARARLARA UYGUN OLARAK SAĞLAYACAĞIZ. 48. YIL DÖNÜMÜNE CUMHURİYETŞMŞZİ İMANLA TESİD EDİYORUZ. MÜSTERİH OL’’ 29 EKİM 1971 CUMHURBAŞKANI Cevdet SUNAY 8 ’’Büyük olmak için hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, ülke için gerçek amaç ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır; fakat sen buna dayanıklı olacaksın; önüne sonsuz engeller yığacaklardır. Kendini büyük değil, küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana büyük derlerse, bunu söyleyenlere güleceksin,’’ ATATÜRK ( Yücel, 1939, sayı 57) Muammer YÜZBAŞIOĞLU ATATÜRK’Ü ANMAK –S. 126-127 9 ’’BENDEN SONRA HİLAFET OTUZ SENEDİR; BUNDAN SONRA HİLAFET ISIRICI BİR SALTANATA DÖNÜŞECEKTİR,’’ HZ. MUHAMMED ( Ahmet Cevdet Paşa, Kısa-ı Enbiya cilt 2.K.S.1,S,169) 10 NEDEN?! İster zengin olsun, ister fakir olsun, genç ya da yaşlı olsun, kişinin yaşadığı sürece çözümlenecek problemleri vardır. Problemsiz kişi tükenmiş, ölmüştür de bir bakıma. Kişileri ve kişilikleri çözüm bekleyen bin bir problem şekillendirir. Kişi, problemleri ile birlikte tükenir, gider. Dağ gibi emeklinin birdenbire çöküvermesi bu nedenledir. Kişilerden oluşan toplumların da çözümlenecek problemleri vardır. Bu problemler toplumlara göre özellikler taşırlar. Tarihin herhangi bir döneminde; herhangi bir toplumda belirli ölçüleri bulduğumuz zaman, o toplumun problemlerini de bulmuş oluruz. Daha açık bir anlatımla belirlemek gerekirse; deniz seviyesinde yüz derecede su nasıl kaynarsa ve bu nasıl bir doğal yasaysa; toplumları da belirli şartlarda kaynatan, donduran, durgun ya da atılımlı hale getiren ortamlar vardır. Aşırı akımların boy gösterdiği toplumları incelediğimiz zaman bu toplumların özelliklerinin hep aynı olduğunu görürüz. Gerek günümüz toplumlarında; gerekse, tarih sahnesinden silinmiş olan toplumlarda, aşırı akımların patlaması bu toplumların aynı ortak yapıda olduklarını gösterir. Bu ortak yönleri iki gurupta toplayabiliriz: A- OLANLAR: 1- Cehalet 2- Sefalet 3- Korku 4- Toplum yapısında uçurum 5- Dış etkenler B- OLMAYANLAR 1- Sosyal adalet 2- Sosyal güvenlik 3- Yönetim hâkimiyeti 4- Etkili eğitim ve öğretim Bu şartları taşıyan toplumlara gerek sağ, gerekse sol kutbun en aşırı akımları vardır. Şartlar yok olmadıkça, aşırı akımların da kökünü kazımak mümkün olamaz. Her türlü haberleşme, ulaşım ve yayın aracının küçüldüğü dünyamızda ülkelerin birbirlerini etkilemeleri; ideolojilerin her ülkeyi kendisine benzetme çalışmaları ve milli çıkarlar aşırı akımlara hazır toplumlarda ani patlamalar. 11 Aşırı akımlar iki kampta toplanırlar: 1- Sağ kamp, 2- Sol kamp, Zıtlaşma sağ kampın içerisinde oluşmuştur. Sağın vurdumduymazlığı ve toplumu hiçe sayması solu doğurmuştur. Solun korkunç bir hışımla patlayışı her iki kampta ılımlı doktrinlerin oluşumunu sağlamıştır. Kendi toplumumuzu incelediğimiz zaman; çözüm bekleyen problemlerimizin A ve B kaynaklarının varlığından ya da yokluğundan oluştuğunu görürüz. O halde cesaretle bir hükme varmamız gerekirse, önce yenmemiz gerekli beş büyük düşmanla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. 1- Cehalet, 2- Sefalet, 3- Korku, 4- Toplum yapısı, 5- Dış etkenlerdir. Bunları da; sosyal adalet, sosyal güvenlik, etkili eğitim ve yönetim hâkimiyeti adlı dört büyük can dostumuzun yardımı ile yenebiliriz. Bu beş büyük düşmanımızın amansız gücü ve pek kıymetini bilmediğimiz dört dostumuzun da toplumdan biraz uzak duruşu bizim karşımıza bir sürü düşman çıkarmıştır: A- Komünizm Legal ( Kanuni, açık). İllegal ( Kanunsuz, gizli). B- Şeriatçılık: 1- Halifecilik, 2- Nurculuk, 3- Süleymancılık, C- Mezhep ve Tarikatçılık, D- Bölücülük (Bölgecilik).Yalanmıymış?! E- Nazizm, F- Faşizm. 12 Bunlar beş ana düşmanımızın karşımıza çıkardığı görüntülerdir. Hem anaları ile hem de bunlarla vuruşmak zorundayız. Aksi halde; asırların armağanı olan, Türk Milleti dediğimiz bu yüce Ulusu gelecek asırlara aynen devretmekte güçlük çekeriz. Düşmanlarımızın belli, güçlerimizde belli… Öyle ise; bu düşmanlara karşı nasıl bir savaş açacağız? O halde besbelli: KEMALİZM ile. Ölümsüz ATATÜRK’ÜMÜZÜN gösterdiği MİLLİ HEDEFİMİZ’E; yine O’nun gösterdiği, MİLLİ STRATEJİ’MİZİ uygulayarak gideceğiz. Bu da; DÜŞMANLARIMIZ’IN ölümü olacaktır. Asırların çok ötesinden; ünlü Çin generali SÜ-T-ZU bizlere: ’’ Düşmanı ve kendinizi tanıyorsanız, yüz defa muharebe etseniz de korkunuz olmasın. Kendinizi tanıyor fakat düşman hakkında yeterli bilgiye sahip değilseniz; kazanılacak her zafere karşılık yenilgi acılarına da katlanmanız olağandır. Ne kendinizi, ne yenileceksiniz.’’ Diyor. de düşmanı tanımıyorsanız, sürekli olarak Bizler ise sürekli olarak, yenmek zorunda olduğumuzdan bu prensiplere aynen uyacağız. Önce kendimizi, sonra da DÜŞMANLARIMIZ’I tanıyacağız. Bu nedenle de beş kitaplık bir seriyi yazmak görevini yüklenmiş oluyorum. Mademki bu bir savaş; ben, yazmak görevini seve, seve yerine getirmekle kendimi yükümlü kıldım. Hatalarım ve beceriksizliklerim iyi niyetimdendir. Bu beş kitaplık, serinin adını da: ( KIRMIZIDAN KIZILA, YEŞİLİN HER TONUNA) hayır koydum. Önce ikinci kitabı hazırlamak kısmet oldu. Mesleğim gereği, çok sıkı olan çalışma saatlerimin dışındaki boş zamanlarımda da ötekilerini hazırlıyorum. UŞAK, 5 HAZİRAN 1972 13 HALİFELİK ’’Benden sonra hilafet otuz senedir; bundan sonra hilafet ısırıcı bir saltanata dönüşecektir.’’ Hz. MUHAMMED. Ahmet Cevdet Paşa, Kısası Enbiya ve TEVARİHİ HÜLAFA, C.2.KS:1S.169. ’’Halife, halef, naip, peygamberin halefi ve kendisinden sonra, yerine kaim olmak (Halife Resul Allah) itibariyle, İslam Camiasının en yüksek reisinin yani imamın unvanıdır.’’ İslam Ans. Cilt 5 S, 148 Hilafet; bir kimsenin yerine geçmek, vekili, halefi anlamına gelir. Hilafet bir HÜLAFA makamdır; bu makama geçen kimseye halife denilir. Halifeler; Müslümanların imamı olarak da devletin başına geçip onu yöneten kimselerdir. ve İmamlık sorunu büyük çekişmelere ve Müslümanlar arasında derin bölünmelere yol açmıştır. Haşimi ve Emevi Oğulları arasındaki liderlik kavgaları, halifelik ve imamlık çekişmeleri nedeniyle, korkunç bir boğuşmaya dönüştüğü gibi; Haşimilerin kendi aile kolları arasında da çatışmalar yaratmıştır. Tarihin hiçbir döneminde, millet olabilme kültür ve yeteneğini kazanamayan Arap ırkı; halifelik fikriyle alabildiğine parçalanmanın sınırsız zevkini tattığı gibi, kendisine millet olabilme kültürünü verecek İslam Dinini ve bu yüce Dine inanan soylu milletleri de kendine benzetebilmenin üstün başarısına erişmiştir. İslam Dininin verdiği heyecan ve atılganlıklarla yendiği milletlere Müslümanlığı; Hz Muhammed’in kendisine bıraktığı gibi değil de; kendisinin kendisine benzettiği şekliyle sunmuştur. ’’ Araplar bir yere girdiler mi orasını soyarlar; harap ederler. Düzgün taşları çömlek altına koymak için sökerler, çatıların direklerini çadırların dikmek için çıkarırlar; vergi almakta bir had tanımazlar, ne bulurlarsa alırlar, onlar için hukuku gözetmek ve insanları fenalıklardan korumak gibi şeyler görenekleri değildi. Babaları ve kardeşleri de olsa bildiklerini yaparlardı.’’ Fecr-ül İslam Cilt 2 Sayfa,32. ’’Arap vahşidir, soyguncudur, yağmacıdır; bir memlekete girerlerse orayı harap ederler, bir başbuğa itaat etmezler, sanatları ve bilgileri yoktur, bu gibi şeyleri yapmaya istidatları bulunmaz.’’ İbn-i Haldun, Mukakkdime. İbn-i Haldun’un, Büyük 14 Türk Komutanı Topal Timur’la konuşmuş ünlü bir Arap bilgini olduğunu söylemeye bilmem söylemeye gerek var mıdır? Milletleri soymanın yolu, ya dinden, ya da demokrasi masalından geçer! Ortaasyada, Müslüman Arapların Türklere uygulamış oldukları TOLKİAN VE CURCUNA adlı iki büyük katliam hep, ALTIN ÇALMAK ve KÖLE OLARAK İNSANLARI SATMAK için yapılmıştır. Örnek verelim: “Semerkant, kuşatılır... Araplar mancınık ateşi ile saldırırlar... Daha fazla dayanamayacağını anlayan Gurek, Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır... Bu anlaşmaya göre: 1.Semerkant Araplara her sene 2.200.000 altın ödeyecektir. 2.Bir defaya mahsus olmak üzere 30.000 Türk gencini esir olarak verecektir. 3.Şehirde Cami yapılacaktır. 4.Şehirde eli silah tutan kimse dolaşmayacaktır. 5.Tapınak ve putlardaki tüm mücevherler Kuteybe'ye teslim edilecektir.. Daha sonra Kuteybe, altından yapılan putları erittirerek alır ve Merv'e geri döner. Dönerken kardeşi Abdurrahman bin Müslim’i Semerkant'ın başına vali olarak bırakır.”Türkler, kılıç zoru ile Müslüman olduktan sonra, ARAPLARI BEDAVADAN ALTINA VE BOL YEMEYE ALIŞTIRMOŞLARDIR! “Osmanlı devleti, tam (375) sene, Mekke ve Medine’ye Sürre Alayları ile neler mi gönderdi. Sürre Emini’nin atının eyer takımları altın ve gümüşten imal edilirdi, Urgan olarak kullanılan kısımları da saf ipekten yapılırdı. Götürdükleri eşyanın tutarı da akıllara zarar verecek cinsten idi. —200.000Düka altını, 20.000 ton buğday, —100.000 kat, elbise, çakşır, camadan, şalvar —100.000 adet kaftan, —Kâbe’de yakılacak bir senelik gülyağı. Osmanlı, tam (375) sene Kâbe’de GÜLYAĞI yaktırmıştır. Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi. ‘’İslamlık, Arapları yoğurarak belli bir düzeye getiremedi’!” . Fec-ül İslam – sayfa 82, Fakat Araplar İslamiyeti, kendi basit kabile karakterlerine mükemmelen uydurarak, inanç kaynağı olmaktan çıkarıp, anlaşmazlık kaynağı haline koymasını bildiler ve bizlere de böyle bir Müslümanlık aşıladılar. Önce; halifeliğin ve imamlığın ne anlamlar taşıdığını inceleyelim: İlk halifeler hakkında, Ömer’den itibaren (Amir al mu’minin) unvanı kullanılmıştır. Bu unvanı: (Halifat Resul Allah) unvanı, peygamber ile sona erdiğinden; risalet görevi dışındaki tüm yetki ve faaliyetleri kapsar. Çok cüretli bir şekilde, halife için ortaya atılan (Halifat Allah) unvanı, Ebu Bekir tarafından şiddetle karşılanmıştır. Ebu Bekir, Ömer’i yanına alarak, peygamberin cenazesi ortada dururken, Mekkelilerle Medinelilerin 15 iktidar kavgası yaptıkları meydana koşmuş, Ömer ve Ebu Ubeyde’nin yardımıyla iktidarı ele alıp, oradaki topluluğa yaptığı konuşmada halife ve hilafet sözünü hiç kullanmamıştır. ‘’Ey Nas! Ben sizin üzerinize Veliyül Emir oldum.’’ Demiştir. Hassan Sabit isimli bir Arap şairi; H. 35 yılında Halife Osman için yazdığı bir mersiyede yukarıdaki unvanı kullanmıştır. Bu unvan, Abbasiler ve onlardan sonra gelen hükümdarlar tarafından yaygın bir şekilde kullanılmıştır. 2-Maliye memurlarının toplanan vergi gelirlerini kendisine sunduklar memur İçin de halife unvanı kullanılırdı. 3-Kadirriye tarikatında; tarikat şeyhinin sınırlı bazı yetkileriyle, uzak yerlerde, onu temsil eden şahsa da halife denilir. 4-Kanuni Süleyman devrinde; Hindistan’da büyük bir imparatorluk kuran, Türk Babür’ün sarayında bütün kadın hizmetçileri gözeten kadına da halife denirdi. 5-Fas’ta şehir valilerinin muavinlerine halife denilir. 6-Osmanlı imparatorluğu döneminde; Babıâli’de kalem kâtiplerine de halife denilirdi. 7-Daha, birçok tarikatlarda, şeyhin yardımcılarına ve birçok sanat dalları mensuplarını da halife denilir. 8-Cava’nın bazı hükümdarlarına da kendi tebaalarınca halife unvanı verilmiştir. İslam Ans. Cilt:5 S.148 – 155. 9-Ülkemizde; yeni bir göreve atanan memurlar; bu görevi yürütmekte olan memur söz konusu edilirken; (Halef-Selef) – ‘’Halefim, selefim’’ deyimleri kullanılır. Ulu Tanrı; Kuran’ı Kerim’in 6’ıncı suresinin 165 nci ayetinde; ’’O sizi (ey peygamber ümmeti) yer (yüzün) ün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde sizi imtihana çekmek için kiminizi derecelerle kiminizin üstüne çıkardı.’’ Buyuruyor. Ayrıca; 10’uncu surenin 14’üncü ayetinde: ‘’(onlardan) sonra, arkalarından sizi yeryüzünde halifeler yaptık, bakalım nasıl hareket edeceksiniz diye’’ 35’incı surenin 39’uncu ayetinde de: ‘'O sizi yeryüzünde halifeler yapandır.’’ Buyurarak, insanlara yeryüzünün halifeleri unvanını veriyor. (‘’Kuran’ı Kerim’de Davut peygamber hakkında ‘’ ya Davut; biz seni yeryüzüne halife yaptık. İnsanlar arasında hak ve adaletle hüküm ver’’ 16 buyrulduğu açıklanmıştır.’’) Ercüment Demirer; Din, Toplum ve Kemal Atatürk. S.17. İMAM Kuran’ı Kerim’de; örnek, işaret, misal ve kılavuz anlamlarını ifade etmek için yedi defa tekil, beş defa çoğul olarak imam deyimi kullanılmıştır. (‘’Kur’anda İbrahim peygamber hakkında da imam tabirleri geçmektedir: Yüce Tanrı İbrahim peygamber’e; ‘’ya İbrahim: Biz seni insanlara imam yaptık, adalet ve doğruluktan ayrılma’’ buyurmuştur’’) Ercüment Demirer; Din, toplum ve Kemal Atatürk. S.53 Normal yaşantımızda; imam deyimi üç anlamda kullanılır: 1-Topluluk ile namaz kıldıran. İmamlık (imama) ne bir sanat ne bir rütbedir. İmam namazda imamlık ettiği sürece imam sayılır. Din ilmini bilen Müslüman bir kimse; toplulukça, bir ücret karşılığı, bütün namazlarda imamet etmek üzere, tayin edilebilir. Namazın şartını bilen her muhterem Müslüman imamlık görevini yüklenip, yürütebilir. İmamlık şerefi, daha önceden karar verilmemişse, topluluğun en âlim ya da en itibarlı üyesine aittir. 2-Sünniler; imam deyimini, islamın en ileri gelen bilginleri; ruhani mezhepleri kuranlar için kullanırlar. 3-Şii mezheplerinde imam deyiminin kullanılması sayılamayacak kadar çoktur ve çeşitlidir. Bütün şekillerini saymak mümkün değildir. En önemlisi Hz. Ali soyundan gelen birisinin İslam âleminin en yüksek hâkimi olmasıdır. İslam. Ans. Cilt. ll – sf. 980 – 981. 4 Eylül 1859 tarihine kadar; kurduğu ordularla, Ruslara kan kusturan büyük komutan, büyük devlet adamı Şamil için (Şeyh Şamil) ya da (imam Şamil) denilmektedir. Buradaki imam deyimi geniş anlamda kullanılmıştır. Devlet adamı, baş yargıç ve baş uygulayıcı olarak imam Şamil’in annesine bile kırbaç cezası vermesi onun basit bir imam olmadığını gösterir. 17 HİLAFET NİÇİN GEREKLİYDİ! Hilafet, Milletleri din şemsiyesinin altında, Ümmetleştirerek Arap egemenliği sultasında toplamaktır! Hilafet, güç ve iktidarın kullanılması demektir. Hilafet, toplum kurallarını İslam dinine göre yaparak düzenleyerek, düşünceye mantığa ve bilime kilit vurmaktır. Birçok inanç guruplarının var olduğu bir toplumda, bir dini kanunlaştırmak, öteki inanç gruplarını yok farz etmek olur ki bu da kargaşanın başlaması demektir. Uluslaşma sürecinin de en büyük engelidir. “ DİNİN HÜKÜM HALİNDE KANUNLARA GİRMESİ TARİHİN AKIŞINDA ÇOĞU KEZ HÜKÜMDARLARIN, ZORBALARIN, GÜÇLÜLERİN KEYİF VE İSTEKLERİNİ TATMİNE ARACI OLMASI SONUCUNU DOĞURUR!” “Hilafet demek, idare, hükümet demektir! Halifenin devlet başkanı olduğunu bilirsiniz!””Halife, reis demektir, emir demektir. Hükümet şekline göre başında bulunan adamın olması lâzım gelen isimleridir.”Mustafa Kemal Cumhurbaşkanımız. Kur’anı Kerim’de, hilafetin lüzumuna dair hiçbir ayet bulunmamaktadır.—İsl. Ans. Cilt:5 Sayfa: 152 – 153. Hazreti Muhammed; İslam Diniyle birlikte yeni bir devlet kurmuştur. Bu nedenle, birçok yetkiler Hz. Muhammed’in kişiliğinde toplanmıştır. Önce Tanrı’dan aldığı vahiylerle, Müslümanlığı yayan bir peygamberdi ve Dinin uygulayıcısıydı. İslam Dinini uygulayan peygamber; aslında modern bir devlette değişik görevleri yürüten, birçok kurumun görevlerini yapmaktaydı. Bunlara değinmeden önce bir topluma ve bu toplumu oluşturan kişilere yön veren kuralları görelim: Bir insan toplumu, uygarlık yönünden ister ilkel bir durumda; ister yüksek bir düzeyde bulunsun bu toplumu oluşturan bireylerin uymakla zorunlu oldukları bir takım kurallar vardır. Bunlara sosyal düzen kuralları diyoruz. “Aristo, insanın cemiyet halinde yaşamağa mecbur olduğunu anlatmak için:”İnsan siyasi bir hayvandır!” Demiştir. İnsan, hiçbir zaman tek başına yaşamadı; insan yaradılışı nedeniyle sosyaldir. Yalnız yaşayamaz ve hiçbir zamanda yaşamamıştır. İnsan, toplum halinde yaşar. Toplum halinde yaşamak ne demektir? Toplum halinde yaşamak insanların bir takım ilişkilerini belirli usul ve adetlere göre düzenlemeleri, belirli olan bir takım kurallara bağlanmaları; bu kurallar gereğince hareket etmeleri ve her halde bu kuralların çerçevesi dışına çıkmamaları demektir. Çünkü aksi takdirde, Toplum halinin herkesin keyfi bir şekilde istediği gibi yaşamasını önleyecek nitelikte olan kurallardır. Nitekim unutmamak gerekir ki; insanların birlikte bulundukları her yerde sürekli bir fikir ve çıkar ayrılığı hüküm sürer; bu, insan 18 yaratılışının ortaya çıkardığı doğal sonuçtur. Herkesin her arzu ettiği şeyi yapabildiği yerde hiç kimse istediğini yapamaz. İşte insanlar arasındaki ilişkileri ayarlamağa ve ayrılıkları gidermeye yarayan bu kurallara (sosyal) – içtimai kaideler – kurallar) adı verilir. Bunlar beşeridir; yani insan aklının, insan iradesinin ürünüdür. (Prof.Dr. İlhan Arsel, Anayasa Hukukunun Genel Esasları S. 1-2). Toplumsal kurallar; hukuk kuralları, ahlak kuralları ve adetlerdir. Aynı eser S.4 – Sayın Prof. İlhan Arsel; bir topluma ve toplumu oluşturan bireylere yön veren kuralları üç gurup altında incelemektedir. Sayın Necip Bilge; Hukuk başlangıcı isimli eserinde bu kuralları aşağıdaki şekilde düzenlemektedir. “Cemiyet halinde yaşayan insanların yerine getirmeğe mecbur oldukları vazife mükellefiyetler bir takım kaidelerden doğmaktadır ki; bunlara (Sosyal Düzen – İçtimai Nizam-) kaideleri yahut sadece Sosyal kaideler adı verilir. İnsanların karakterlerini uydurmağa mecbur olduklar sosyal kaideler sadece hukuk kaidelerinden ibaret değildir. Bunların yanında dini, ahlaki ve görgü kaideleri de mevcuttur.” S. 4 – 5. “Din kaideleri sadece insanla Tanrı arasındaki ilişkileri düzenlemekle kalmayıp, insanla insan arasındaki ilişkileri de düzenlemeye çalışır.”S. 7. “Sırf dini, yani insanın Tanrı ile olan ilişkilerine dokunan kaideler ebedi ve değişmez sayıldıkları halde, dinin dünya hayatını ilgilendiren ve hukuki mahiyet arz eden kaidelerin zaman içinde doğan yeni ihtiyaçlara göre değişebilir olması gerekir. Nitekim İslam dini, hükmün zamana göre değişeceği esasını kabul eylemiştir.” S. 8 Prof.Dr. Jale Akipek; Türk Medeni Hukuku isimli eserinin birinci cildinde; insanın sosyal bir yaratık olduğunu; yaşamak zorunda bulunduğu toplum içinde toplumsal hayatın düzenli olabilmesi için belirli bir düzenin ve herkesin uymakla kendisini zorunlu sayacağı sosyal düzen kurallarının var olması görüşünü savunduktan sonra: “Aksi halde toplum içinde bir keşmekeş, bir huzursuzluk hüküm sürer, bu da zamanla anarşiye varır... Hukuk kaideleri yanında cemiyet halinde yaşayan şahısların kendilerini uymakla yükümlü saydıkları diğer bir takım Sosyal düzen kuralları daha mevcuttur. Bunlar, billâhsa din, ahlak, örf ve gelenek adet kaideleridir. Der. S. 1 - 3 Sayın Mukbil Özyörük, Hukuk Başlangıcı isimli eserinde; sosyal hayatı düzenleyen kuralları: 1- Din Kuralları; 19 a- İnançlara ilişkin din kuralları, b- İbadete bağlı din kuralları, c- Sosyal ilişkileri düzenleyendin kuralları, 2- Ahlaki kurallar, 3- Görgü kuralları, 4- Hukuk kuralları olmak üzere dört guruba ayırır. A.e.s - 3 – 12. Kuran’ı kerimde ve Hadislerde, tüm sosyal düzen kuralları dinin içinde gösterilmiştir. Din kurallarının özünde eritilmiştir. Müslümanlıkta bunalım ve açmaz da bu nedenledir. Aslında, KURANDA ÜÇ TÜRLÜ AYET VARDIR: 1-İBADET KURALLARINI İÇEREN AYETLER. DEĞİŞMEZ VE DEĞİŞTİRİLEMEZ. 2-MESELLER, GEÇMİŞ ZAMAN ÖYKÜLERİ. AYNEN KALICIDIRLAR. 3-MUAMELELERE DAİR AYETLER./AHKÂM AYETLERİ./”ZAMAN DEĞİŞTİKÇE, HÜKÜMLER DE DEĞİŞİR.Bunlar,Arap’ın ilkel çağındaki hükümler olarak değişmez ve değiştirilemez sayılarak, ibadet hükümleri haline konulmuş,İslam da akıl çağına karşı kilitlenmiştir!? Üçüncü guruptaki hükümler, Hz.Muhammedin devrine göre, Araplarda uygulanan hükümlerdir. Moda bile dini kurala sokulmuştur. Toplum geliştikçe bu kurallarda gelişir, birbirinden ayrılır ve her kural kendi gurubundaki yerini alır. İlkel toplumlarda bu kurallar iç-içedir; hangi kuralların hangi gurupta olduğu hususu belirsizdir. Bütün sosyal düzen kuralları dinin içinde toplanmıştır. Tüm kuralların ortak yanı dinsel oluşlarıdır. Bu kadar kural dini sayıldığından değiştirilemez! Hz. Muhammed'in ne kadar muazzam ve güç bir işi başardığını göstermek için örnek vermeyi uygun bulduk. Günümüzde moda da, sosyal düzen kuralları içindeki yerini alıp; gencine yaşlısına; çirkinine, güzeline, zengin ve fakirine yön verir olmuştur. Diğer sosyal düzen kurallarının toplumlar arasında ortak yönleri bulunmasına rağmen; her toplumun özelliklerine göre belirli şekilleri vardır ve katıdır. Hukuk, ahlak ve görgü kurallarının - örfler de öyle –toplumların kültürlerine ve gelişmişliklerine bağlı bir esneklik içinde olduğu görülür. Moda bunların dışındadır; toplumlara bir toplummuş görünüşü verir. Hemen yayılır, hemen değişebilir; fakat kişileri hemen etkisi altına alır. 20 Beş gurupta toparlayabileceğimiz bu kurallar, bir toplumda hemen ortaya çıkan, belirli bir dönemde o toplum tarafından yaratılan kurallar değildir. He kuralın, toplumun tarihine eşit bir yaşı vardır. Bu kurallar bir kuşak, on kuşak değilde kuşaklar yaratmıştır. Birden bire sökülüp atılamayacağı da çağımızda canlı ve kanlı örnekleriyle kanıtlanmıştır Arap toplumunun Hz. Muhammed'den önceki durumuna da bir göz atalım: Gelmiş geçmiş hiçbir medeniyetten faydalanmamış ilkel bir toplum. Toplum da değil, tarihte bir eşi; bir benzeri bile bulunmayan kavimler, boylar, oğullar, şehirler manzumesi. Yunan, Roma, Girit medeniyetlerinden habersiz olduğu kadar; burnunun dibindeki Sümer, Elam, Asur, Hitit ve Mısır medeniyetlerinden de habersiz. Ne Hamburabi'nin Kanunlarına Asur'un, ne Sümer'in düzenli toplum yaşantısından örnekleme olanağı mevcut. “Bir yüce kişinin amanına giremeyenlerin başlarına ihanet ve ölüm baykuşu ötmede. Dudaklar susuzluktan çatlamış, dilleri damaklara yapışmış. Bir vaha hasreti, çölün neşesini kaplamakta. Yaşayış hem bir yük hem erişilmez bir ümit. Ölüm, hem bir korku, hem bir kurtuluş. Uyku, belinlemeyle bölünmede. Huzur felakete eş, insan; vahalardaki otlar kadar cılız. Hayvanın hayatı, insanın hayatından daha değerli. Saldırı, çapul, günlük hayatın olağan olaylarıdır. Kutluluk bir serap; mutluluk bir yudum su. Kız çocukları gömülecek çağlarını bekliyorlar. Kadınlar kocalarını hakemle, kur'ayla tayin ediyorlar. Putlar inanılmayan fakat tapılan, mabutlar. Esenlik ve zevk, elde edilmeyen, fakat umulan hayaller. Savaş ve çapul sonunda tutuklanan hürriyetlerinden mahrum kalan, bu mahrumiyet, soyları yürüdükçe yürüyen, akla sığmaz işkencelere katlanmak zorunda kalan yahut ta sahibinin istediği parayı, sürüyü, malı kazanabilip hürriyetini satın almaya savaşan kullar; cariyeler ve onları insan saymayan, dilerse öldüren, dilerse satabilen, pek acırsa yahut iş göremez hale düştüğünü anlarsa azad eden efendiler, hürler...” A.Gölpınarlı Hz. Muhammed ve İslam - Sayfa: 15 – 16. “Bir işe, putun altında çekilen, üstünde (yap, yapma) yazıları bulunan oklara, o oklardaki yazılara göre başlamak ya da başlamamak yahut ta alınacak öcün kıvranışıyla (yapma) yazılı oku, putun suratına fırlatıp (sefil öç senin babanın olsaydı böyle demezdin) diye haykırış. Ölüyle diri, ,diri gömülen yahut da mezar başında, boynu başına kalın bir iple çevrilip ölünceye kadar bir kazığa bağlanarak terk edilen develer. Kâhinler, asım takımlar, muskalar, yola çıkılınca ilk rastlanan şeyle, adamla, hayvanla, adamın adıyla yapacağı işi yorumlayış. Günleri, ayları, saatleri, yomlu; yomsuz diye ayırış. Yıllar boyunca, soylar boyunca süren kan davaları, kabile 21 kavgaları ve bütün bu gerilik, sefalet ve mesnetsiz batıl inanç; bu ölüm - kalım savaşları içinde Roma özentisi bir kanaat: Araptan şovenliğe, kabile şerefinden soyla övünmeye kadar gidiş, bir bataklığa batış! İşte Devr-i Cehalet (bilgisizlik devri) dediğimiz çağdaki Arap yarımadası ve insanlar.” Aynı eser Sayfa: 16 – 17. Sayın Abdulbaki Gölpınarlı’nın hürmet ettiğimiz yüksek bilgisi, İslamiyet’ten önceki Arabı bu şekilde tarihin derinliklerinde çıkarıp, gözler önün seriyor. Bu, (Kavm-i Necibi Arap) diye Osmanlı Meclisi tutanaklarına ve Türk Ulusu'nun ruhunun derinliklerine yazdığımız Arap kavmidir. Kısacık incelememizde, bilgisizlik devrinin ve sonrasının Arabını anlatmak olanağımız yoktur. Fakat Sayın Gölpınar'ya eklenecek şeylerimiz vardır. O evinin önüne astığı bayrakla kutlamaktaydı. Halen, Anadolu’muzda birbiriyle kavga eden mahalle kadınlarının birbirlerine “Bayraklı Orospu” demelerinin sebebi de bundandır. Yine o devirde; ölen bir babanın karıları da dâhildi. Erkek çocuklardan birisi; analığı olan bu kadınların üzerine bir bez atarda, o kadın atik davranmayıp, bezin altında kalırsa, bezi atan erkek çocuğun karısı olurdu. Din mi; o ayrı bir âlem. İsa'dan binlerce sene önce, Mısır'da, Amonofis IV. tek Tanrı'yı bulduğu; Musa ve İsa gelip geçtiği halde Arap toplumunu teşkil eden her boyun, her ailenin bir putu vardı. Kâbe’de 360 puta birden tapılırdı. İşte Kavm-i Necibi Arap! Milletleşen, devletleşen baştan aşağı kültür kesilen diğer ırklardan onbinlerce sene geri kalan Arap ırkına Tanrı’nın bir peygamber göndermesi zorunluydu. Ve böylece bir ortam içinde Hz. Muhammed dünyaya geldi. Hz. Muhammed; Arap Toplumunu oluşturan tüm sosyal düzen kurallarını kökünden yıkıp; bu kuralların hiçbirisinden faydalanmadan, yeni sosyal düzen kurallarıyla, yeni bir Arap toplumu yaratmak zorundaydı. Ama, Tanrı adına, tüm sosyal düzen kurallarını dinin içinde eritti. 1- Eski Arap dini ve Tanrı'ları çok ilkeldi, 2- Arap hukuku ilkeldi, 3- Arap ahlakı, diğer Arap sosyal düzen kurallarına göre, biraz iyiceydi. Konukseverlik, sözünde durmak gibi, 4- Örf ve adet, Arap toplumunu Millet haline getirmemek için ne mümkünse örf ve adet haline getirilmişti, 22 Yüce Tanrı'nın, vahiylerle, Hz. Muhammed'e, gönderdiği Kur'an-ı Kerim'de, 1-Yeni bir dinin, İslamiyetçin kuralları, 2- Yeni bir hukukun, İslam hukukunun kuralları, 3- Yeni bir ahlakın, İslam ahlakının kuralları, 4- Yeni bir örfün kuralları, İslam örf ve adetleri, 5- Yeni bir modanın, İslam modasının kuralları vardı. Bunların hepsini de uygulayan Hz. Muhammed devleti o yönettiği. Kurduğu Devleti o yönettiği gibi; bu devletin ordusunu da savaşlarda, o yönetirdi. Namazı o kıldırır, vaazı o verirdi. Davalara o baktığı gibi; Kur'anda bulunmayan hususları hadisleri ve sünnetleriyle o yerine getirirdi. Anlaşmaları o yapar, elçileri o göçmenleri gönderirdi. Diğer devlet başkanlarına mektubu o yazdırırdı. Yoksullara o yardım eder, savaşta kazanılan ganimetleri o dağıtır, göçmenleri yeni elde edilen topraklara o yerleştirirdi. Peygamberlik dışında görev ve yetkilerini, : 1- Yasama görevi, 2- Yürütme görevi, 3- Yargı görevi, 4- Başkomutanlık görevi, 5- İmamlık görevi olarak anlatabiliriz. 2002 ÖSS sınavı soru: 46. Hz. Muhammed bir ilahi hukuk kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'de bulunmayan hükümler yerine, hükmetme yetkisi olanların da hükümler koyabileceğini buyurmuştur. Örneğin: “51Peygamberin içtihad ile hükmetmeğe izin vermesi: Peygamberimizin sahabenin âlim ve fakihlerinden Muaz bin Cebel'i Yemen'e vali gönderirken aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir: Peygamber: - Oraya vardığın vakit ne ile hükmedeceksin? Sana bir soru sorulduğu yahut bir davacı geldiği vakit onların müşkülünü ne ile halledeceksin? - Tanrının Kitabı Kur'an ile. 23 Peygamber: -Kitap'ta bulamazsan? Muaz: -Resulu'llah'ın sünnetleriyle. Peygamber: -Onda da bulamazsan? Muaz: -Kendi reyimle içtihadımle hükmederim. Peygamber: -Senden daha iyi, emir yoktur derim. (Tanrı'ya şükür olsun ki; elçisini başarılı kıldı.) A. Hamdi Akseki İslam Dini S. 63 -Besim Atalay Türk Dili ile ibadet - S. 28 İslam dinini yüce bir din oluşu, herşeyin çözümünü insan aklına bırakmasındandır. Hz. Muhammed'in veda haccındaki hutbesi yeni toplumla eski Arap toplumunu karşılaştırmak yönünden çok ilginçtir. “Ey insanlar, cahiliye devrinde dökülmüş olan bütün kanlar geçmiş, gitmiş, unutulmuştur; bu kanların ilki ( Aptulmuttalip'in torunu) Harisoğlu Rabia'nın oğlunun kanıdır. (ben ondan geçtim):Kan davaları cahiliye gelenekleri ayağımın altındadır. Cahiliye dönemindeki faiz geleneği geçmiş gitmiştir; ilk kaldıranda Aptülmuttalip oğlu Abbas'ın koyduğu... Ey insanlar kadınlar da size Allah emanetidir; onlar Allah'ın adıyla helal olmuştur size. Sizin, onlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinde hakkı vardır; onlar hayırlı işlerde size isyan etmesinler ederlerse rızklarını, elbiselerini verip ayrılın; fakat dövmeyin onları, onları korumaya memursunuz siz.Herkes kendisinden sorumludur. Ne bir kimse oğlunun suçundan ne bir kimse babasının suçundan sorumlu sayılır. Benden sonra yolunuzu sapıtıp da birbirinizin boyunlarını vurmayın; Rabbinize ulaşacaksınız, yaptıklarınızdan sorguya çekileceksiniz. Allah cahiliyet geleneklerini, o kötü adetleri, atayla, babayla övünmeyi sizden giderdi. Bütün insanlar âdemdendir; o da topraktan. Ne Arabın Arap olmayana, ne Arap olmayanın araba; ne beyazın siyaha, ne siyahın beyaza üstünlüğü var; üstünlük yalnız Allah'tan çekinmekledir. “Üstün ve ulular ulusu Allah, bugünün; bu ayın, bu şehrin hürmeti gibi kıyamete dek kanlarımızı, mallarımızı, ırzlarımızı birbirimize haram etmiştir.” 24 Sonra koltuklarının beyazlığı görününceye dek ellerini kaldırıp, burada bulunanlar; bulunmayanlara bildirsin. Ey insanlar, ben, size birşey bırakıyorum ki; o da Allah'ın kitabıdır, ona yapışın da sapıklığa hiç düşmeyin. Benden sonra peygamber yok, sizden sonra da ümmet yok; bu söylediklerim sizden sorulacak, tebliğ ettim mi buyurdular.” - A. Gölpınarlı Hz. Muhammed ve İslam - S. 169 - 170. Peygamberin hadislerinde de yeni topluma yön verecek kurallar açıkça ortaya konulur. “İnsanlar tarağın dişlerine benzerler; birbirlerinin eşididirler. İnsanların hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır.” A.e.s. 245 – 246. “Kendin için ne istiyor, neyi seviyorsan, insanlar için de onu sev onu iste. Birbirinizden nefret etmeyin, birbirinize düşman olmayın; birbirinizden yüz çevirmeyin; birbirinize hased etmeyin, kin gütmeyin: Ey Allah'ın kulları, kardeş olun.”A.E.S. 247. Bu şekilde örnekleri istediğimiz kadar çoğaltabiliriz. Kadınların giyim kuşamları ve sosyal hayattaki yerleriyle davranışları üzerinde de Kuran'ı Kerim'de ayetler vardır. Hz. Muhammed peygamberliği dışındaki yetki ve görevlerini zaman - zaman bazı kimselere bırakmıştır. Örneğin: 1- Hz. Peygamber Mekke'yi fethettikten sonra Hüneyn Gazvesine giderken devlet işlerini yirmi yaşlarında olan Attap'ı, diyanet işleri için de yaşlı olan Muaz'ı vekil bırakmıştı.” Esat Mahmut Bozkurt - Atatürk İhtilali-S.349. “Tebük Gazvesine giderken Hz. Ali'yi, Medine'de yerine halife bıraktığı zaman (Ya Ali, razı değilmisin ki sen bana Harun Musa'ya ne menzildeyse o menzildesin. Ancak benden sonra peygamber yok; buyurmuştur.” A.Gölpınarlı 100 soruda Türkiy'de Mezhep ve Tarikatlar. S. 24. Peygamberlik, vekilliği, yardımcılığı olmayan, kişiye bağlı Tanrısal bir görev olduğuna göre, peygamberin ölümü üzerine, peygamberlik görevi dışındaki işleri yürütecek kimselere ihtiyaç vardı. Toplum ancak; bu görevleri yürütecek kimseyi seçebilir. Seçilen o kimse de; ilk zamanlarda olduğu gibi kendisi gibi, tüm işleri peygamber gibi kendisi yürütür veya her iş için yardımcılar seçerdi. Peygamberlik bir kimseye Tanrı tarafından verildiğine göre; onun kulları tarafından peygamber vekili seçmek ancak Hırstıyanlık dininde vardır. (Halifat Allah) seçimi Hıristiyanlığa özenmekten başka birşey değildir. Hıristiyanlık göre; İsa çarmıha gerildikten sonra; göğe alınmadan önce; bir gece, kendisini ele verenin dışındakilerle buluşur. Bu buluşmada bulunanlara görevler verir. Bu görevlerden birisi de İsa peygamber gibi Hıristiyanlık inancını yaymaktır. 25 Yani bu işi Tanrı adına yapmaktır: “Ve onlara dedi: Bütün dünyaya gidini, İncil'i bütün hilkate vazedin... İmdi Rab İsa onlara söyledikten sonra göğe alındı. Marko İncil'i Bap: 16-15, 19. “O günde birçokları bana: Ya Rab; ya Rab, biz senin isminle peygamberlik etmedik mi? Diyecekler.” MATTA İNCİLİ. BAP. 7 Ayet 22“Petrus üçüncü kere kendisine beni sever misin? Dediğine kederlendi, ona dedi: -Ya Rab, sen her şeyi bilirsin; seni sevdiğimi bilirsin. İsa da ona dedi: -“Koyunlarımı otlat.” Yuhanna İncil'i - Bap. 21 - 17, 18. “Fakat onbir şakirt Galileye, İsa'nın onlara tayin ettiği dağa gittiler. Ve İsa'yı gördükleri zaman, ona secde kıldılar; fakat bazıları şüphe ettiler. İsa yanlarına geldi ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yeryüzünde bütün hâkimiyet bana verildi. İmdi; siz gidip bütün milletleri şakirt edin. Size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin...” -Matta İncil'i; Bap. 28-16,20. İslam Dininin ulu kitabı, Kur'an-ı Kerim'de peygamber ve peygamberin görevlerine ait ayetler vardır. Örneğin: 22’inci surenin 75’inci peygamberler seçer.” ayeti :“Tanrı hem meleklerden, hem insanlardan 29’ uncu surenin 18’inci ayeti : “Peygamberin üzerine düşen vazife ise apaçık tebliğden başkası değildir.”O zaman çok konu tartışılabilir.Sünnet namazlarının günlük rekat sayısı,farz namazlarının rekat sayısından fazladır?! 5’inci surenin 99’uncu ayeti : “Peygamberin üzerinde tebliğden başka hiçbir vazife yoktur.” El - Maide suresinin 67’inci ayeti : “Ey peygamber, Rabbi’nden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Tanrı'nın elçiliğini tebliğ (ve ifa) etmiş olmazsın.” Aynı surenin 92’inci ayeti : “Tanrı ve Resulüne itaat edin, sakının. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki peygamberimizin üstüne düşen, yalnız, apaçık tebliğden ibarettir. Buyurmaktadır.EK:Sünnet namazlarına ne buyurulur?!Günlük namazlarda FARZ Onyedi rekat,SÜNNET Yirmidir rekat?! Bunlar; Hz. Muhammed'in peygamberlik görevine ilişkin ayetlerdir. Peygamberlik ölümle sona erdiğine göre, Hz.muhammed'in kurduğu İslam devletindeki: 1- Devleti yönetme, yürütme görevi, 2- Hüküm verme, yargı görevi, 3- Hükmetmek ve yönetmek için, ihtiyaç duyulan kararları verme yasama görevi, 26 4- Başkomutanlık, görevleri için Hz. Peygamberimizin öldüğünde, bir yöneticiye ihtiyaç duyulduğundan bu görevleri yürütmek için hilafet kurumu doğmuştur. İslam dinini, peygamberin “Peygamberlik” sıfatıyla diğer yetki ve görevlerinin ne olduğunu bilmeyen ilk Müslümanlar arasında peygamberin ölümüyle büyük bir çöküntü meydana geldi. İlk yönetici seçilen Ebu Bekir: “--Ey Müslümanlar; her kim ki Muhammed'e tapıyorsa bilmeliki, Muhammed öldü. Her kim ki Tanrı'ya tapıyorsa bilmeli ki, Tanrı bakidir, ölmez.” Sözünü bu çöküntüyü önlemek için söylemiştir. Ebu Bekir'i bu şekilde konuşmaya: “Müslümanlar arasında Tanrı ile peygamberini karıştıranların büyük bir tehlike yaratacak güçte oluşları zorlamış olamaz mı? O gün; bu şekilde bulunanların ortaya attıkları hilafet görüşünü hiç değiştirmeden, bugün de; aynı şekilde zaman, zaman tehlike yaratacak güçte oluşları din adına, bilim ve insanlık adına ne acıdır. Bu konuda son sözü aydın bir din adamımıza bırakalım: “Katolik Hıristiyanlar için papalık makamı ne kadar lüzumlu ise, İslam Dünyası içinde hilafet makamı da o derece lüzumludur.”Ercüment Demirer S.9 E.S. 17-. “Kesin olarak ifade ederiz ki, hilafet dini değil, dünyevi bir makamdır. Hilafet makamının İslam itikadı ile hiçbir ilgisi yoktur. Akaid kitaplarında tek kelime ile de olsa hilafetten söz edilmemiştir. Hilafet demek, hükümet demektir, yani doğrudan doğruya millet işidir. İslam dininin birinci derecede kanunu olan, kutsal kitabımız Kur'anda şekli hilafet, yani İslam hilafeti hakkında hiç bir ayet yoktur. “Ercüment Demirer S.9. E.S. 51-. EBU BEKİR'İN HALİFE SEÇİLMESİ BİRLİĞİNİ SAĞLAYAMADI! NİÇİN MÜSLÜMAN Enver Behnan Şapolyo; Mezhepler ve tarikatlar tarihi isimli ünlü eserinde; Halife seçilen Ebu Bekir minbere çıkıp:“-Ey nas! Ben sizin üzerinize Veliyül Emir oldum. Eğer iyilik edersem bana yardımcı olunuz, fena olursam doğru yola sevk ediniz. Doğruluk emanettir. “Ben Tanrı’ma ve Resulüme itaat ediyorum, siz de bana itaat ediniz.”Dedi Bu suretle Hz. muhammed'in vekili olarak ilk Halife olarak Ebu Bekir seçildi. Medine'li Us ve Hazrec kabileleri Ebu Bekir'e biat ettiler. Hz. Ali peygamberin ölüm döşeği önünde bulunuyordu. Hz. Muhammed, Hz. Ali'yi halife yapmak istediği halde kimse onun adını bile anmadı. Herkes devlet başına geçme sevdasına düşmüştü. Hz. Ali'nin halife seçilmemesi, kısa bir zamanda Müslümanlığı kabul eden Arap toplumunu ikiye böldü. Hilafet meselesi bir ihtilaf mevzu oldu. Ali'nin hilafetini tanıyanlar “ Şii ve Aleviler” diye ayrıldılar. Karşı tarafta “Sünni‘ler” grubunu teşkil 27 ettiler. Hz Ali'nin halife seçilmemesinden dolayı Ali'yi sevenlerle Haşimiler Ebu Bekire biat etmediler. Çok geçmeden yer, yer isyanlar çıktı.” S. 15 – 16.Ebu Bekir bu isyanlar karşısında bunaldı. Hz.Muhammedin cenazesini;Hz. Ali,Hz. Abbas,Kusem bin Abbas, ve Usame bin Zeyt ile defnederken; diğer din büyükleri iktidar kavgasındaydılar!?Ebu Bekir bir emrivaki ile halife seçildikten sonra,Hz.Ali köşesine çekilmişti. Ebu Bekir, Feddek hurmalığını Hz.Fatmanın elinden almıştı. Hakkını arayan Hz.Fatmayı da bir iyice dövmüşlerdi. Babasından 93 gün sonra da Hz. Fatma ölmüştü. İyice bunalan Ebu Bekir ve Ömer ikilisi Hz. Aliye, Ebu Ubeyde ile şu mesajı iletmişlerdi: “Ali’ye git, O’NA de ki; deniz tehlikeli, kara korkulu, hava boz renkli, gece karanlık, gök açık, yer ise çıplaktır. Şeytan İslam ümmeti arasına düşmanlık sokmağa çalışıyor. Sen bir köşeye çekilmiş, küskün duruyorsun. Sen bu ümmetin ekmeğine katık gibisin. Bu ümmetin keskin kılıcısın. Eğrilip te kesmez olma, bu ümmetin tatlı suyusun. Acıyıp ta bozulma ya Ali, Ensar ve Muhacirin benim sana biatimi isterlerse, ben sana derhal biat ederim. Eğer düşüncen başka ise sen de bana biat et. Bize yardımcı ol. Yolunu şaşıranları irşad et. Artık fitne kapısı kapansın. Allah’ı Teâlâ bizim dediğimize şahittir.” Hz. Ömer de Hz. Ali’ye şu sözlerinin götürülmesini istedi: “Ali’ye de ki; Ebu Bekir, bu ümmete cebir göstererek sıçrayıp ta halifeliği kapmadı. Bu ümmetin şuurunu selbedip, gözlerini bağlayıp, akıllarını bozmadı. Allah hakkı için öyledir. Ebu Bekir, malumunuz olduğu üzere aziz, âlicenap bir zattır. Hilafete bu meziyetleriyle nail oldu. O hilafetten çekindi, hilafet ona sarıldı. Bu vazifeyi Cenabıhak o’na ihsan etti!” Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, s.16.Hâlbuki Aynı Ömer, tüm adaylara itiraz ederek: “Hz.Muhamet hangi aşirettense, halife de o aşiretten olmalıdır!” Demişti. Veda Haccında ve Hz. Muhammet’in ölüm anında, Hz. Ali’nin belirlenmiş olan Halifelik hakkını gasp ederek nasıl da, günümüzdekiler gibi, topu Allaha havale etmiştir! OSTÜZÜ. “Halife, Halef, Naip, Peygamberin halefi ve kendisinden sonra, yerine kaim olmak; (Halife Resul Allah) itibariyle, İslam Camiasının en Yüksek Reisinin yani imamının unvanıdır”. İslam Ans. C.5.S.148. “Sünni'lere göre halife olabilmenin ilk şartı: (Kureyş kabilesinden olmak) tır. Şiilere göre de : (Hilafet bütün kureyş kabilesinden olanlara değil, ancak Hz Ali soyundan gelenlere aittir). Fuat Kadıoğlu - Gericilik ve Ötesi - S. 15 – 16. Ebu Bekir'e Resulullahın Halifesi; Ömer'e, Resulullahın Halifesinin, Halifesi; Osman'a Resulullahın Halifesinin Halifesi denildi. Ali'ye Halife denildi. 28 ALİ'NİN HALİFE OLMASI NİÇİN İSTENİYORDU? 1- “Hz. Ali : “Ey Allah'ın peygamberi, bu işte senin vezirin olurum.” Dedi.Hz.Ali( 598-661).O tarihte Ali On yaşlarındaydı!? “En yakın hısımlarını korkut: İnsanlardan sana uyanlara karşı kanadını indir, mütevazı ol. Sana isyan ederlerse de deki: - şüphe yok ki, ben sizin yaptıklarınızdan uzağım.” - Kur'an-ı Kerim, Sure XXIV, Ayet: 214 - 216. Hz. Muhammed bu ayetlerle, en önce boy ve soy bakımından kendilerine en yakın olanları davete memur olunca, Hz Hatice'ye yemek hazırlamasını emretti. Hz. Ali’ye de Abdülmuttalip oğullarını çağırmasını buyurdu. Davete icabet edenler kırk kişi kadardı. İçlerinde Hz. Muhammed’in amcaları Ebu Talip, Hamza ve Ebu Leheb de vardı. Yenildi, içildi sonra Hz. Resul-i Ekrem söze başlarken Ebu Leheb, arkadaşınız sizi büyüledi gibi sözler söyleyerek sözlerini kesti. Gelenler dağıldılar. Hz. Muhammed ertesi günü gene Aptülmuttalip oğullarını davete Hz. Ali'yi memur etti. Geldiler, yenip, içildikten sonra, Hz. Peygamber söze başladılar. Buyurdular ki; - “Ey Aptülmuttalip oğulları, Araplar için de, size benden daha üstün bir işle gelen birisini bilmiyorum; size dünya ve ahıretin hayrıyla gelmekteyim; Allah, bana sizi ona inanmaya çağırmamı emretti. İçinizde bana bu hususta yardım edecek, bana vezir olacak kimdir? Kim bu işte bana yardım ederse o benim kardeşim, vasiyim ve içinizde halifemdir; onun sözünü duyun ve itaat edin ona.” Bu sözlere hiçbirisi cevap vermedi. Ancak Hz. Ali ayağa kalkıp :” Ey Allahın Peygamberi; dedi, bu işte ben senin vezirin olurum. Hz. peygamber, Ali'nin omuzlarından tutup buyurdu ki; Ali, kardeşimdir, vasiyimdir, sizin aranızda halifemdir. Sözünü duyun, emrini tutun. Topluluktan kalkıp Ebu Talib'e, Ali sana emredecek, ona itaat edeceksin diyenler, onunla eğlenenler oldu. (Tabakaat-ı İbn-i Sa'd, Kenz'ülümmal, Ebu İshak, İbni Cerir, İbni Hatem v.s) A. Gölpınarlı Hz. Muhammed ve İslam S. 55 -56. 2- Tebük Gazvesine giderken, Hz. Muhammed, Ali'yi, Medine'de yerine halife bıraktığı zaman; ya Ali razı değil misin ki sen bana Harun Musa'ya ne menzildeyse o menzildesin; ancak benden sonra peygamber yok buyurarak XX sure'nin 30’uncu ve 36’ıncı ayetlerinde Musa'nın Harun'u kendisine vezir etmesini: kardeş eyledikleri zaman da Ali,'nin kendisine Musa'ya Harun ne mertebedeyse o mertebede olduğunu bildirmiştir. Birçok münasebetle Ali bendendir ben Ali'denim; o, benden sonra her inananın velisidir; benden sonra o sizin velinizdir buyurmuştur.” A.Gölpınarlı - 100 soruda Türkiye de mezhep ve tarikatlar S. 24 - Hz. Muhammed ve İslam S. 154. 3- “V’İNCİ sürenin 55-56’ıncı ayetlerinde :”Sizin veliniz, sahibiniz, ancak Allah'tır ve elçisidir ve namaz kılanlar, rükûdayken zekât verenlerdir; kim Allah'tan ve 29 Resulünden yüz çevirirse, şüphe yok ki Allah bölüğü, üstün olanların ta kendisidir.” Buyurmaktadır ki bu ayetler Hz. Ali'nin namazda iken gelip bir şey isteyen yoksula rükûda, parmağındaki yüzüğü alması için elini uzatması ve -Resül’i Ekrem(S.A.V) hastalığında bir gün; bana bir kâğıt, bir kalem getirin de s yoksulun yüzüğü alması üzerine inmiştir.” A. Eser S. 24. 4-“Resul size bir yazı yazdırayım ki benden sonra ebediyen sapkınlığa düşmeyesiniz buyurdu. Huzurunda bulunanlar bu yazının yazılıp yazılmaması hususunda tartışmaya giriştiler. Perdenin ardında bulunan zevceleri: Resul’ullahın ne dediğini duymuyor musunuz? Dediler. Ömer; onlar, dedi; Yusuf’un arkadaşları olan kadıncağızlara benzerler. Resul'ullah hastalandı mı gözlerini ovuştururlar; iyileşti mi boynuna binerler. Hazreti Muhammet; “bırakın onları buyurdu, onlar sizden hayırlıdır.” Gene Ömer, bu tartışma sırasında, “Resul'ullah'a rahatsızlık galebe etti: Allah'ın kitabı yanımızda o yeter bize demişti”. Resul'ullah sayıklıyor denmiş; hatta hezeyan ediyor diye bir söz söylenmiştir; bu sözün Ömer tarafından söylendiği de rivayet edilmiştir. Hz. Resul-u Ekrem (S.M) gidin yanımdan; bu sözlerden sonra yazdırsam da ne çıkar buyurmuştur. A.Gölpınarlı Hz. Muhammed ve İslam S. 177. 5- Hz. Muhammed: Veda Haccı'ndan dönerken, Mekke ile Medine arasında bulunan Gadiri Humm ağaçlığında mola verdiler. Hz. Muhammed namazdan sonra deve havutlarından yapılan üç kademelik minbere çıktı. Hz. Ali'yi yanına çağırıp sağ yanına oturtarak bir hutbe okuduktan sonra, Ali'yi elinden tutarak ayağa kalkıp: “Ben kimin mevlası isem ( kimin üzerinde tasarruf ve vilayetim varsa) bu Ali, onun mevlasıdır. (Onun üzerinde tasarruf ve vilayeti vardır.” Allah'ım onu seveni (vilayetini kabul edeni) sev; ona düşman olana düşman ol; ona yardım edene yardım et; onu hor tutanı hor, hakir eyle, nereye dönerse, yönelirse hakkı onunla beraber et.” 1Hz. Resul’ün bu sözünden sonra sahabe, Ali'yi tebrike koşuştu. İlk olarak Ömer; “ne mutlu, ne mutlu sana ki ey EbuTalipoğlu,” dedi; bugün benim ve kadın erkek, bütün inananların mevlası (Veliyyülemri) olarak sabahladın. A.Gölpınarlı. Hz. Muhammed ve İslam S. 172 - 173. Yukarıda saydığımız hususlar nedeniyle, Ebu Bekir'in halife seçilmesi Müslüman Araplar arasında birlik ve beraberliği sağlayamadı ve yine; yukarıda saydığımız hususlar nedeniyle hilafet meselesi günümüze kadar derin anlaşmazlık kaynağı olmakta ve kamplara bölünen Müslümanların kanını akıtmakta devam etti. Al şahrastani “İslam Tarihinin hiçbir devrinde hiçbir dini akdinin hilafet kadar ihtilafa sebep olmadığını ve kan dökmediğini” söyler. İsl. Ans. Cilt. 5 - S.153. İran'da tahta geçen Nadir Şah, Sünnilik ve Şiilik kavgalarını ortadan kaldırmak istedi: İki defa İstanbul'a heyet gönderdi, İstanbul’daki softalar dinlemedi:” Şiilerin malı, canı, ırzı helaldir. Onlar kâfirden kötüdür”,dediler. Nadir Şah: “Etmeyin, ben sizin atalarınızla yakın akrabayım; Kayıhanlı Aşiretinin İran'da kalmış bir kolundanım, Avşar Türklerindenim.”Dediyse de olmadı.” - Besim 30 Atalay - Türk Dili ile İbadet S. 23 Dipnotu. “Şah İsmail, büyüyünce, Akkoyunluların yerine bir devlet kurmayı gaye edindi. Babası Şeyh Haydar'ın yerine Şeyhliğini ilan etti. Kısa bir zamanda; Şah İsmail'in etrafına Avşar, Kaçar ve Dulkadirli ve Rumlu denilen Türkmen Şii aşiretleri topladı. Tebrizi merkez yaparak (Safavi Devleti)’ni kurdu. Şii Mezhebini de resmen ilan etti. Şah İsmail Yezd ve İsfahan taraflarındaki Sünnilerden 30.000 kişiyi katlettirdi. Hüseyin Bey adlı birisini demir kafes içinde yaktırdı. Murat Bey adında bir Beyi de etlerini parçalattırarak kebap ettirdi.” Enver Behnan Şapolyo - Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi - S.355. “Şah İsmail siyasi bir gaye için Şiiliği Anadolu Türkmenleri arasına yaydı. Şah kulu namlı bir Şii lideri Osmanlı ordularını yenerek Sadrazamı öldürdü. Bunun üzerine Aydın'dan Sivas'a kadar Şiiler kovalandılar.” İsl. Ans. Cilt: 10 S.423 - 424. Yavuz Selim, İran üzerine sefere çıkmadan önce, Anadolu'ya adamlarını göndererek İran Şiilerine mensup ne kadar Şii varsa bunların defterlerini tutturdu. Bunlar, Anadolu birliğini bozan, her tarafı soyan Safavi Devletini siyasi emellerine hizmet eden Şia tarikatı mensuplarıdı! Defter gereğince bunların sayısı 40.000 kişiyi buluyordu. Derhal bunların katledilmelerini emretti. İran'ı, Arabistanı alt üst eden bu anarşi unsurlarını öldürdüler. Türkmen Kızılbaşlara ve Bektaşilere dokunulmadı. Mısır Hükümdarı Kansu Gavri'nin yapmakta olduğu halifelik propagandasının kırılması, Şah İsmail'in Şiiliği yayama çabaları Şahkulu ayaklanması, Çaldıran Meyden savaşında iki Türk'ü vuruşturmuştur. Yanlış; insanlar Türk oldukları için öldürülmüşlerdir. - İsl. Ans. Cilt 10. S. 423-426-434. - E.B. Şapolyo'nun sözü edilen eseri S.359. “Şah İsmail'in oğlu Tahmasb'ın ölümü üzerinde Kahkaha kalesinde mahpus bulunan İsmail Mirza 22.08.1576 da hükümdar oldu. İlk yaptığı iş bazı Kızılbaş ileri gelenleriyle şehzadelerin çoğunu ortadan kaldırmak oldu. Camilerde üç halifenin kötülenmesinin yasaklanmasına ve bu maksatla mescitlerin duvarlarında yazılan yazıların silinmesini istedi.” İsl. Ans. Cilt 10 S. 54-55. Günümüzde de Elbistan ilçesinde; Alevi Türklerle Alevi olmayan Türkler arasında geçen, çok çirkin olduğu kadar çağımıza ve Kemalist ilkelere ters düşen, olaylar üzerine uzun, uzun düşünmemiz gerekmektedir. 1972 den sonra neler oldu neler... Kahramanmaraş, Malatya, Çorum, Sivas yakıldı, yıkıldı... MAHİYETİ YÖNÜNDEN HİLAFET İslam bilginlerince, hilafet, mahiyeti yönünden ikiye ayrılır: 1- Hilafeti Kamile (Hakikiye) Müslümanların rıza ve seçimiyle meydana gelen bütün özellikleri kapsayan hilafettir. 31 2- Hilafeti Suriyye Şartlar haiz olmadan halkın arzusu dışında, zorla elde edilen hilafettir. Örneğin: Dört halife halkın reyiyle seçildiği halde; Şam Valisi Muaviye siyasi dalavere, altın, iftira, yalan ve silah yoluyla hilafeti ve saltanatı ele geçirmiştir. Oğlu Yezit de aynı şekilde hilafet ve saltanat makamına oturmuştur. Hicri (41-132), Miladi (661-750) seneleri arasında 14 Emevi halifesi hüküm sürmüştür. İsl. Ans. Cilt: 4. S.240, Cilt:5. S. 152-153 - Enver Behnan Şopolyo'nun sözü geçen eseri. - Fuat Kadıoğlu Gericilik ve Ötesi S. 14-15-16. Cumhuriyet Ans. Cilt:5 S. 1598. Hilafetin iki esası vardır: 1- Hz. Muhammed’e nispet (Hilafet-i Nübüvvet) 2- Müslümanlara nispet. Emir’ül Mümin-Halife. Müslümanların bazılarına göre; devlet yönetiminde ve imamlıkta Hz. Muhammed’e halef ve naib olabilmek ona akrabalıkla mümkündür. Hiçbir dini kurala dayanmayan bu görüş, Hz. Muhammed'in tüm yakınları iktidar uğruna öldürülürken Müslümanları bir bayrak altında toplayamamıştır. Bu görüşün iki gerçek dayanağı olabilir: 1- Hz. Muhammed, yeni bir devlet kurmuştur. Eskiden olduğu gibi, devlet kurucusunun çocukları ya da yakınları tarafından yönetilmelidir. Devlet idare etmenin tüm örnekleri bu şekilde olduğu gibi; Davud’un, öldürttüğü General Sitti Uria’nın karısından nikâhsız doğan oğlu Süleyman ve onun oğulları sırayla devlet yönetmemiş miydi? 2- Arap; her işte, önce kendi boyunu soy ve sopunu düşünen bir toplumun malıdır. Bu işte de Hz. Muhammed'in soyu yönetici bir sınıf olarak kabul edilirse; ortaya çıkması zorunlu olan siyasi çekişmeler önlenir. Arap toplumu ve İslamiyet büyük çekişmelerden kurtulmuş olur. Bu düşüncelerle hilafetin esasları saptanmış olabilir. İkinci önemli etken de, ümmetin rıza ve seçiminin gerekli olmasıdır. Hilafeti Suriyye; gerçekten hükmetmek, saltanat sürmektir. Seçimle işbaşına gelen dört halifeden sonraki tüm halifelerin tarih içinde işgal etmekte oldukları yer böylece ortaya çıkmaktadır. Halife seçilmeyen Ali, Ebu Bekir ve Ömer'in Ebu Ubeyde ile gönderdikleri çok veciz çağrıya uyarak Ebu Bekir'i ziyarete gitti. Devlet işlerinde yardımcı oldu. Ali'nin halifelik olayı da böylece küllenip gitti. Emevi Saltanatına kadar altı halife ve yönetici geçmiştir. 32 Ebu Bekir 632 - 634 Ömer 634 - 644 Osman 644 - 656 Ali 656 - 661 Hasan 661 - 6 ay Hüseyin 661 - 6 ay Ömer'in öldürülmesi üzerine Emevilerden, Hz. Peygamberin damadı Osman halife oldu. Osman'ın para hırsı, partizanca tutumu, tüm işlerin başına Emevi soyundan adamlar getirilmesi; kâtibi Mevran'ın entrikaları, öldürülmesine ve Müslümanların bir daha birleşmemek üzere bölünmelerine yol açtı. Osman'dan sonra Ali'nin halife seçilmesi; Osman öldürüldüğü gece, evinin önünde Ali'nin çocuklarının /Hasan ve Hüseyinin/ nöbet beklemesi; Osman'ın Ali tarafından öldürdüğü propagandasının yayılmasına yol açtı. Şam valisi Muaviye, Osman'ın ölümünden Ali'yi sorumlu tutarak Ali'ye başkaldırdı. Gerdanlık olayından ve Ayşe’yi boşaması için Peygambere öneride bulunan Ali’ye kırgın olan Ayşe'de, Zübeyir ve Talha ile birleşip; Ali'ye karşı açılan savaşa bizzat katıldı. Sıffın muharebesin de yenilmek üzere olan Muavviye taraftarları; Amr-ibnül As'ın oyunu ile mızraklarının ucuna Kur'an-ı Kerim sayfalarını bağlayarak Ali'nin ordusuna karşı çıktılar. Bu durum karşısında, Ali'nin ordusu dövüşmedi hakeme başvuruldu. Ali'nin hakemi olan Ebu Mürsel Esari bir kürsiye gelerek: -“ Parmağımdaki yüzüğü nasıl çıkardıysam Ali'yi de hilafetten öyle çıkardım.”dedi. Ondan sonra kürsiye çıkan Amr-ibnül As : “Ben de, dedi, bu yüzüğü nasıl parmağıma takıyorsam, Muaviye'yi halife tayin ettim.” Üç ay süren sıffın muharebesi ve sonrasında; Ali siyasi entrikayla müthiş bir yenilgiye uğramış oldu. Arap halkı da üç guruba ayrıldı: 1- Ali'yi tutanlar, Şiiler. 2- Muaviye ile çatışmayı kesip hakem tayinine rıza gösterdiği için Ali'ye kızanlar, Hariciler. 3- Muaviye'nin Şam'daki saltanatını kabul edenler, Sünniler. Hariciler, Ali'yi, Muaviye'yi ve Amr’ibnül As'ı öldürmeye yemin ettiler. Bir sabah namazına giderken; zehirli kılıçla başından yaralanan Ali öldürüldü. Muaviye yaralandı; Amr-ibnül As yerine; o günkü cuma namazını kıldıran kimse yanlışlıkla öldürüldü. Halife seçilen Hasan, Muaviyenin casusu olan karısı tarafından zehirlenerek. Muaviye'nin oğlu Yezit te halife Hüseyin'i, oğlu Zeynelabidin hariç, erkek çorcuklarla beraber 72 kişiyi Kerbela’da öldürttü.Haricilerin zamanla kaybolmasına sünnilerle Şiiler birbirlerine düşman kesildiler. Şiiler, Aleviler, Kızılbaşlar, Bektaşiler peygamber nesline yapılan bu korkunç cinayetleri unutmadılar. 33 Müslüman Araplarla Türkler arasında ilk karşılaşma Emeviler döneminde oldu. 705 Yılın da Horasan'a vali olan kuteybe Bin Müslim, Türkçe konuşanların dilini kestirdi. Semerkant ta bir günde 10.000 Türk'ü uçkurlarıyla ağaçlara astırdı. Türkçe konuşan dilleri kestirtti. Türk ellerini baştanbaşa yağma ettirdi. Arap komutanı olan Kuteybe önce hile ile Türkistan’ı ele geçirdi; sonra da Türklerin bilginlerini öldürttü; düşünen kafaları kopardı; yazıları yasak etti. Kitapları yaktırdı; tapınakları yıktı. Bir din yayıcısına değil; bir Arap milliyetçisine yaraşır surette davrandı. Türk iç varlığını yaşatacak ne varsa din adına yok edildi.” --Besim Atalay Türk Dili ile İbadet S.17. ARAP K ATLİAMLARI! TALKAN VE CURLAN! “Kuteybe—Kuteybe bin Müslim-, Buhara ve Taşkent’te 10.000 Türk subayını, uçkurlarını kullanarak, ağaçlara astırtan Emevi Müslüman Arap komutanı---/Ostüzü, buna karşılık Belh şehrinde hazırlık yaparak, baharda büyük bir ordu ile Talkan şehrine doğru yürür. O ana kadar bir direniş hazırlığı yapamayan Talkan şehri meliki Sehrek, Kuteybe’nin gelişinden önce şehri terk eder. Şehre hiç savaşmadan giren Kuteybe’nin adamları şehirde eli kılıç tutabilen ne kadar erkek varsa hepsini kılıçtan geçirirler. Bu Katliam o zamana kadar yapılanların en büyüğüdür. Kuteybe bu katliamı diğer beyliklere ibret olması için yapar. Kuteybe’nin askerleri öldürebildikleri kadar öldürürler, geri kalanları da, Talkan yolu üzerindeki ağaçlara asarlar. Bu yolun 4 fersah ( 24 km.) mesafelik bölümü Türklerin ağaçlara asılan cesetleri ile doludur. Talkan katliamı tarihe, Arapların o güne kadar yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir. Halk, Müslüman Araplarla savaşmadığı halde, Kuteybe ve askerleri sırf diğerlerine örnek olsun diye 40.000 kadar kişiyi kılıçtan geçirmiş, ağaçlara asmıştır. Talkan ve Curcan katliamları olarak tarihin kara sahnesinde yerini aldılar. Biri de diğerinden aşağı kalmaz. Belki Türklerin kanlarından ekmek yapılması-yenmesi üfürme olabilir ama geri kalanı doğrudur. EK:17.000Türk’ün kanını ucunda değirmen olan bir dereye akıtarak, bu derenin suyu ile öğüttükleri buğdaydan yaptıkları ekmeği yiyerek, Türklerin kanından yapılmış ekmekleri yedik diye övünmeleri de bundandır! Ostüzü. Tarih kitaplarında okutulmaz, tarih bölümlerinde söylenmez, sorsan tarihçilere, şöyle derler: Aslında Türkler Çinlilerle savaşırken yardıma gelmiş Araplar, sonra Türkler Araplara karşı sempati beslemiş, islama yönelmişler ama sonrasında bir takım istenmeyen olaylar meydana gelmiş, bunun üzerine bu savaşlar yapılmış, o kadar da kötü şeyler olmamış canıııımm… Bütün Türk tarihindeki olaylar kötü, savaşlar şiddetli, vurdular kırdılar gerçek, bir tek Türkleri Arapların katletmesi gerçek değil. 30000–40000 Türkten bahsediyoruz. Kılıçsız silahsız bazıları da pes etmiş. Ama bu sayılmaz, niye? Araplar iyi ya? Cici ya? Din kardeşimiz ya? Vay anasını arkadaş, hayret. Bu kadar da üstü örtülmez ki böylesi olayların. Kuteybe denen Aziz kişilik, Araplara mahsus üç kere tekrarlamak alışkanlığıyla hepsini öldürün diye fetvalar vermiş. Sonra da "aman efendim, gök tanrı'ya benziyordu islamın Allahı, ondan Müslüman olduk." He ya, aynen öyle1”Dediler!. Neden Hıristiyan olmadık? İsa gök tanrıya benzemiyor muydu? Musa’nın rabb'ı neye benziyordu peki? Zeus? 34 İnsan Hıristiyan gücenmiyor da salak gibi, Müslüman’a güceniyor, düşünüyor ki: Hadi o düşman, hadi o haçlı, hadi o almaya geldi, devşirmeye, tahribata, saflarına çekmeye, sen ne bok yemeye geldin yıllardır milletin üstüne? 1500 senedir Türkle uğraştığın yetmedi, hâlâ rejimini satmaya çalış. 3.“Talkan katliamı ile birlikte 100.000'e yakın Türk’ün öldürüldüğü ve onbinlercesinin köle ve cariye olarak pazarlarda satıldığı iddia edilen katliam. Taberi’nin,”Milletler ve Hükümdarlar Tarihi,”adlı altı ciltlik kitabını MEK’LIĞI yayınevinden satın almıştım. Bu kitapta; Arapların; İran, Horasan ve Türk Ellerinde yapmış oldukları insanlık dışı katliam ve uygulamalar, diğer Araplar gibi, övünerek anlatılmaktadır. Burada, bir bloktan aldığım iki büyük Türk Kıyamının öyküsü anlatılmaktadır. Türkler için”Yağmacı ve Kıyıcı” diyen Aymaz ve Hainlerimize bu yazı armağan edilmiştir: Ostüzü , “ Bir defasında Abdurrahman bin Müslim, Kuteybe'ye, 4000 esirle gelmişti. Kuteybe, Abdurrahman'ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir meydana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağruru bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden bininin sağına, bininin soluna, bininin arkasına ve bininin de önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir. EK: Ostüzü: Müslüman Araplar, kendi peygamberleri olan Hz. Muhammed’in: BİR İNSANI ÖLDÜREN BÜTÜN İNSANLARI ÖLDÜRMÜŞ GİBİR!”Hadisini hatırlamaz olmuşlardır tarihleri boyunca.”Cebbar, zorba, İnsafsız Arap komutanının etrafının bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan gölü haline geldiğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Bu Muharebelerde öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu. Nitekim bu Vahşetten adeta gururlanan bir Arap şairi Kaah el-Aşkari şöyle haykırmıştır: “Kazan ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız. Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük Çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler. ( Sayfa 314 )” “Harzem'de ayaklanan halk, Kuteybe ile işbirliği yaptığı için Caygan’ı öldürür. Bunun üzerine, Kuteybe bütün Harzem'i yakıp yıkar, halkı kılıçtan geçirir. Harzemli ünlü Türk bilgini, Biruni Harzem'deki Uygarlığın yok edilişini şu şekilde anlatır. "Kuteybe, her çareye başvurarak Harzemlilerin yazılı dilini bilenleri, geleneklerini Koruyanlarını, bütün bilginleri öldürttü, böylece her şey karanlıklara gömüldü.”” Katliamdan geriye kalan kız ve kadınlardan beş de biri cariye olarak Halifeye ayrıldıktan sonra, geriye kalanlar askerler arasında ganimet Olarak paylaştırılır”.Ek: Ostüzü: Hz. Ömer zamanında, İran Hükümdarının üç kızı Mekke Esir pazarına getirilerek satışa sunulur. Kızların asaletleri nedeniyle, diğer esir kadınlardan farklı olmalarına Halife Ömer karar vererek yeni bir fiyat listesi hazırlar. Kızların ikisinin bedellerini kesesinden ödeyen Hz. Ali, kızların birisini oğlu Hasan’a, diğerini de Hz. Ömer’in oğluna armağan eder. Hasanın soyundan gelen kişiler bu İranlı esirden olanlardır.” Emeviler; Semerkant'daki kumaş, kâğıt, bakır ve gümüş fabrikalarını yağmalayıp; bu yöre halkını da, kendileri gibi çadırlı bir yaşantı sürdürmeye zorladılar. Müslüman olan Türkmenler arasında Aleviler geniş bir propagandaya girişerek, Türk ellerinde Emevilere karşı geniş bir cephe kurmasını başardılar. Türkler; ister Alevi, ister 35 Sünni olsun dürüst, yiğit ve haksızlığa uğramış bulunan Ali’yi sevdiler. Müslüman olan Türkler, Ali’yi eski dinlerin de kutsal saydıkları Oğuz Han’ın yerine koydular. Ali; savaşları ve yaşantısıyla Türklerin gönlüne eşsiz bir biçimde yerleşti. Emeviler döneminde saltanat ve hilafet Devlet Başkanına aitti. Horasanlı Müslim adında bir Türk çocuğu, düzenlediği bir ayaklanma ile Emeviler devrine son verdi. Müslim, kuvvetin ve gücün kaynağı, başı olduğu halde, iktidarı Abbasilere vermenin cezasını, ilk Abbasi halifesi tarafından işkencelerle öldürülmek suretiyle gördü. Abbasiler döneminde 37 halife hükümdar hüküm sürdü. İsl. Ans. Cilt: 1 S. 18 - 22. Halifelerin yaptıkları kötü işler; sorumsuz ve sınırsız davranışlar Müslümanlığa büyük zararlar vermiştir. Emevi halifelerinden Kur'an-ı Kerim'e hakaret etmekten zevk duyan, o nu ayakları altında çiğneyenler olduğu gibi, Hz. Peygamberin hırkasını rakkaseye giydirip huzurlarında raks ettirenler de vardı. “Emevi sülalesine mensup hükümdarların çoğu, namazlarda imamet vazifesini ifa etmekle beraber genel olarak hilafetin dini cepheleriyle fazla alakadar olmamışlardır. Aksine, bazıları imam durumu olan bir zata değil, alelade bir insana yakışmayacak hareketleri dine karşı yapabilmişlerdir. Mesela, bu sülale halifelerinden Velit, Kur'an-ı Kerim'e hakaret etmekten özel bir zevk duyardı. Hatta sarhoş olduğu bir gün, fal açmak için Kur'an-ı almış çevirdiği sayfanın ahiret azabından bahsettiğini görünce, parçalayarak ayağının altında çiğnemiştir.” Fuat Kadıoğlu. Gericilik ve Ötesi S. 11, Besim Atalay'ın sözü edilen eseri S. 66. İhtişamlı saraylarda zevke dalan, her türlü haksızlığı işleyebilmek sorumsuzluğu ile yaşayan halifeler halkın sefalet ve cehaletten din adına, Tanrı adına söz söyleyen her şahsın peşinden gitmelerine ve devlet güçleriyle çatışmalarına yol açmışlardır. Tüm ihtilalcı ve ortak mülkiyet esasına dayanan tarikatlar halifelerin halkı unutmaları nedeniyle ortaya çıkmışlardır. Adaletsizliğe örnek vermek gerekirse; bu örneklere sayfalarımız yetersiz kalır: “Halife Mansur, ilk zamanlar Ebu-Hanife'ye pek çok iltifat etmiş ve hatta bir aralık Bağdat inşaatına nazır bile yapmıştı. Bağdat kadısı İbn-i Ebu Leyla öldükten sonra Bağdat kadılığını kabul etmesini teklif etti. İmam-ı Azam bunu kabul etmedi. Kendisi kat'iyyen böyle bir memuriyeti istemiyordu. Evvelce de teklif edilen bir memuriyeti kabul etmediği (H.130) tarihinde on gün hapsedilmiş ve dayakta da atılmıştı. Bu memuriyeti de kabul etmeyince Mansur bunu bahane ederek tekrar hapsettirdi. Hapiste o kadar dövdüler ki, bunu tesiriyle hapishanede secdede iken yetmiş yaşında iken Rahmet'i Rahman'a kavuştu. A.H.Akseki - İslam Dini S. 69. “Ahmet bin Hanbel, içtihadının hilafına teklif edilen bir meseleyi kabul etmediğinden hapse atılmış ve yirmi sekiz ay kadar en şiddetli bir şekilde hapsedilerek dövülmüştür. En sonra yediği dayaklardan husule gelen zayıflığı tesiriyle dayanamayarak Rahmet'i Rahman'a kavuşmuştur. Aynı Eser S. 72. Halifelerin emriyle, günümüz Türkiyesinde en normal olay kabul edilen şeylerden dolayı dövülerek öldürülen b u iki büyük âlim iki büyük mezhebin kurucusudurlar. 36 Âlimlere böyle bir davranışı emreden anlayıştan Tanrı basit vatandaşları korusun. Hasan Sabbah; Sultan Melikşah'a yazdığı ünlü mektubunda meşhur Harun Reşidin kız kardeşi Abese sultanla baş başa kapanıp şarap içtiğini anlattıktan sonra :” Rey'den Bağdat'a geldim. Abbasi halifeleri Mürüvvet ve fütüvvet ve Müslümanlıktan hariç buldum... “Araplar İslamlıktan sonra çarçabuk bozuldular, birdenbire kavuştukları bolluk ve gönçlük onları gevşetti; zevke ve safahata daldılar. Bereket versin; doğudan akıp gelen ve milli ahlakları bozulmamış bulunan Türkler İslamlığı tuttular. Kanlarıyla, canlarıyla onu savundular. Beri tarafta Araplar, daha doğrusu halifeler Bağdat saraylarında keyiflerinde ve zevklerinde idiler... Başka şehirlerdeki ahlaksızlıklar bir yana bırakıyorum: Mekke ve Medine şehirlerinde bile zevk ve sefahat ayyuka çıkıyordu. Kadın erkek bir sürü köle evlere doluyordu. Dört bin altına ve daha ziyade paraya güzel köleler ve cariyeler satın alınıyordu; yer, yer saz ve içki âlemleri kuruluyordu. Medine'de seyitlik davasında bulunanların evlerinde bile bu çeşit kepazelikler vaki oluyordu. (İslamlıktan sonra Emevilerin hele Abbasiler devrindeki sefahatin ve ahlaksızlığın derecesini anlamak isteyenler son yıllarda Mısır'da çıkmış olan -Zuhur-ul İslam- adındaki eseri okusunlar. Ben yazmaktan utanıyorum.) Emevi halifeleri bu hayata göz yumuyor, adeta teşvik ediyorlardı; halkın politik a ile değil, safahatla uğraşmaları işlerine geliyordu. Abbasoğulları devrinde bu yıkıcı görenek devam etti. Halife Emin, sefahat işlerinde başta geliyordu, hiçbir fenalıktan çekinmiyordu. Abbasilerin en büyük halifesi olan Harun-Er Reşit'in sarayında 2000 cariye vardı; genç ve güzel kölelerin sayısı da hayli çoktu, bunlara kadın elbiseleri giydirirler, kıymetli cevahirlerle süslerler, çarşafa koyarlar idi. Bu adet bugün dahi İran'ın güneyinde Basra körfezi kıyısındaki memleketlerde böylece devam etmektedir. O zamanlar güzel köle ve güzel cariye ticareti çok kazançlı bir şeydi. Bir takım esirciler çocukları ya çaldırır ve satın alırlar, ya da savaşlarda sürülen tutsaklar arasından seçerlerdi. Ele geçirdikleri yavruları hususi yelerde terbiye ederler, her işe yarar hale getirirler, okuturlar, yazdırırlar, saz, söz oynama öğretirler, sonra saraylara, köşklere, konaklara yüksek paralarla satarlardı. Bu alış verişte ün almış olanlar vardı.”-Besim Atalay - Türk Dili İle İbadet S. 32 – 33. Arap halifeleri, Arap milliyetçiliğini her devirde, İslamiyetken üstün tutmuşlardır. Abbasiler devrini; başına geçtiği Müslüman Türk kuvvetleri ile kuran Horasanlı Müslim, Türk olduğundan dolayı işkencelerle öldürülmüştür. Harun Reşit'in ünlü veziri Barmek oğlu Cafer'de Türk olduğu için Harun Reşit tarafından öldürülmüştür. Harun Reşit'in kız kardeşi Abese Sultanla olan aşk yaşantısı nedeniyle öldürüldüğü iddiasına, ünlü Arap bilgini İbn-i Haldun Mukaddem’sinde ortak olmuyor. “Bir Arap prensesi emrinde çalıştırdığı köle bir Türk ile sevişmez diyor.” 37 Komünizm bölümünde incelediğimiz Babekizmi dört sene çetin bir uğraştan sonra ortadan kaldıran Afşin Beyde Müslüman olduğu halde Arap halife tarafından Türk olduğu için öldürülmüştür. Araplar, milli varlıklarını unutturdukları Türkleri amaçları uğruna kullanıp, amaçlarını gerçekleştirdikten sonra öldürmekten çekinmemişlerdir :”Abbas Oğullarının dokuzuncu halifesi olan Mu'tasım zamanında Fergane Türklerinden Afşin adında bir kimse Müslüman olmuş ve Bağdat'a gelmişti. Yiğitliği ile tanınan Afşin orduya alındı birçok yaralı işler görerek bir hayli yükseldi. Bunu çekemeyen Araplar iftira ettiler ve “Afşin iyi bir Müslüman değildir; sünnet olmamıştır; her gece memleketten getirmiş olduğu bir kâfir kitabını okumadan yatmaz.” Dediler. Halife hemen bir mahkeme kurulmasını emretti. Afşin Bey, sorulan şeylere doğru ve mertçe cevaplar verdi, hiçbir şeyi saklamadı ve “Evet sünnet olmadım, bu dini zaruri kıldığı bir emir değildi, nihayet sünnettir. Hem de benim yaşım ilerlemiş iken Müslüman oldum, canımı acıtmakta bir sebep görmedim.”Demiş. “Sen bu kadar savaşlara giriyorsun, yaralar alıyorsun, o acılara dayanıyorsun da neden sünnet olmuyorsun” dediklerinde.” Harp içtimai bir zarurettir; savaşmak gerekirse yine çekinmem.”Cevabını vermiş.”Sen geceleri bir kitap okumadan yatmazmışsın; bu Müslüman kitabı değilmiş, içerisinde resimler ve suretler varmış, o nedir? Diye sormuşlar. O da: “-Atalarımdan kalma bir kitaptır, onların tarihidir okumakta bir günah yok bildim.”diye karşılamış. Mahkeme hiç çekinmeden bu şeyleri suç sayarak adamın ölümüne hüküm etmiş, hüküm de derhal yerine getirilmiştir. Kitap da yakılmıştır. İlmi ve tarihi aydınlatacak bu kitapla birlikte Müslümanlığa canı ve başı ile çalışmış bu adam ortadan kaldırılmıştır. - Bak Cevahir-i Mültekata - besim Atalay A.e.s 17 - Dipnot. Gerek halife olsun, gerek basit bir Arap olsun Arabı her şeyden üstün tutma prensibi, Araplar arasında her devirde uygulanmıştır. (Osmanlı ordusunda Cavit Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nda Bağdat'ta vali iken; Irak'taki din ulemalarını çağırarak Büyük Din Savaşı için fetva istediğinde : -Büyük savaş genel olur, özel olmaz- cevabını almıştı. Bağdat müftüsü Cavit Paşa’ya: ”Hz. peygamberin yaydığı ve tesis buyurduğu din ve şeriat hükümlerinin temini, devam ve bekası kavmi necibi araba aittir,” demiştir. “ Cavit Paşa Irak seferi 334 S.35 Besim Atalay Türk Dili İle İbadet. S. 82. Acaba; Arap müftü bu sözünü söylerken şu hadisleri bilmiyor muydu? Şüphesiz biliyordu: “Düşünde bak; sen kızıl yahut simsiyah renginden dolayı hiç kimseden hayırlı değilsin; üstün olmak istersen çekin Allah'tan.” Cami Cilt. 1 S.71. “Kavminin, boyunun tarafını güdüp, gözeten; halkı o yana çağıran bizden değildir. Kavminin, boyunun tarafını güderek savaşan bizden değildir. Kavminin boyunun tarafını güderken ölen, bizden değildir.” Cami ll. - S. 116 “Müslümanlıkta ne şunun, ne de bunun soyundan gelmekle övünmek, yerinmek vardır; ne şu, yahut bu boydan, soydan olmakla övünmek, yerinmek” Cami S.194. Halife hükümdarlar; haktan ve halktan koptukça siyasi güçlerini kaybetmişlerdir. 38 Tarih bize göstermiştir ki; merkezi otorite gücünü yitirdikçe, merkeze uzak bölgelerde yeni, yeni güç kaynakları ortaya çıkmıştır. “Hilafet kurumu, Dünya kudretinden mahrum kaldıkça rakiplerle karşılaşmıştır. Onuncu yüzyılda Bağdat halifesinin karşısında iki rakibin mevcudiyeti görülmektedir. 928 de Endülüs'te hükümdar olan Abdurrahman üçüncü halife unvanını almış ve kendisinden sonra gelen ahfadına aynı sıfatı bırakmıştır. 909 da Mehdiye'de kendi kendilerine halife unvanını alan Şii mezhebinden olan Mısır Fatımileri görülür.” Fuat Kadıoğlu'nun sözü geçen eseri S.12. Halifelik ancak sultanın kuvvetli olduğu zamanlarda bir mana ifade edebilmiş, zayıf zamanlar, da ise dâhilde dahi bir kıymet ifade etmemiştir. Mesala, halife unvanına haiz olmalarına rağmen ikinci Osman, Deli İbrahim, Birinci Mustafa, avcı Mehmet, İkinci Mustafa, Üçüncü Ahmet, Üçüncü Selim hakaretlerle tahtan indirilmişler veya öldürülmüşlerdir. Hilafetin behemehâl lüzumlu İslami bir müessese olmadığı, Kuran’da buna ait hiçbir ayet bulunmaması ile sabittir.” Fuat Kadıoğlu Gericilik ve Ötesi. S. 14. Halifelik bir güç kaynağı olsaydı; zorla iktidarı ele geçiren Muaviye ve Yezit tarafından üç namlı ve asil halife şehid edilmezdi. Güç, halifeliğin kendisinde değilde, siyasi iktidardadır. Hilafet ve siyasi iktidar bir kişide birleştiğinde bu hususun değeri gereği gibi anlaşılmamıştır. Birlik ve beraberliği sağlayan; hükümdarlık kudreti olmuştur. Abbasiler döneminde Bağdat halifelerinin; Memluklar (Kölemenler) döneminde de Mısır halifelerinin her türlü kudretten yoksun birer kukla olduğunu göreceğiz. Tarihi incelediğimizde; aynı devirde; 1- Bağdat'ta Abbasi Halifelerinin, 2- Mısır'da Fatımi Halifelerinin, 3- Endülüs'te Endülüs Halifelerinin, 4- Fas ve Cezayir'de Şii Halifelerinin Hüküm sürdüklerini görürüz. Esat Mahmut Bozkurt - Atatürk İhtilali S.351. Bu halifeler de çekinmemişlerdir: birbirlerini yok etmek için, Hıristiyanlarla anlaşmaktan Peygamberimizin amcası neslinden gelen Abbas oğulları halifeleri arasında sayılan Harun-Er Reşit, Endülüs Müslümanlarını ezdirmek için Fransa kralına ağır ve kıymetli hediyeler gönderiyordu. İran şahlarından Tahmasb, Osmanlı Türklerinin zararına Avrupa'dan yardımcılar bulmak için elçiler ve heyetler gönderirdi.” Besim Atalay - Türk Dili İle İbadet - S. 24. “Nitekim Şehit Nurettin'i Haçlıları Filistin'den sürüp atmaya çalışırken Mısır'daki Fatimi halife, peygamber torunlarından olduğu iddiasında bulunan halife, Haçlılarla 39 Nurettin'e karşı ittifak yapıyordu. Tıpkı 1914 - 1918 Dünya savaşında Mekke emiri ve peygamber torunu Şerif Hüseyin'in biz Türklere karşı düşmanlarla birleşerek Müslüman Arapların Türklere silah atması gibi. “Mahmut Esat Bozkurt Atatürk İhtilali. S. 352. İsl. Ans. Cilt: 9 S.357 - 361 - Besim Atalay - Türk Dili İle İbadet S. 19. “Yine o sıralarda mülkün parçalanması ve muhtelif vilayetlerde bir takım müstakil amirliklerin zuhuru neticesinde halifenin siyasi hükmü azala, azala nihayet Bağdat’ın surlarını aşamayacak bir hale mülhitlere ve gayrı Müslümanlara yapılan takip ve tazyikler artırıldı. 946 Senesine doğru halifenin elinde fiilen hiçbir kudret kalmamış idi. Bağdat'da makamından indirilip gözlerine mil çekildikten sonra ianeye muhtaç hale düşürülmüş üç sabık halife görülebiliyordu. Bu devirden 1055'e kadar zamanın halifesi, Büveyhlerin sonra Selçukluların elinde kukla gibi kalmıştı. İsl. Ans. Cilt: 5 S. 150-151 Türk Ans. Cilt: 9 S.36-38. Abbasi halifesi (Kaim Bi Emrullah) ı Şiiler hapse atınca halife Ertuğrul Beye gizlice bir mektup iletti. Tuğrul Bey muazzam bir ordu ile Rey şehrinden çıkıp Bağdat’a geldi. Şiileri yenip, halife Kaim bi Emrullah’ı tahtına oturttu. Halife, Ertuğrul Beye; Abbasi halifelerinin hükmettiği yedi ülkeyi temsilen yedi kat üst üste hilat giydirdi, yedi esir verdi; halife Tuğrul Beyi bütün Müslümanların hizmet edicisi ve bütün ülkelerin sahibi tanıdı. Tuğrul Beye batı ve doğu ülkelerine hâkimiyet sembolü olan iki kılıç verdi. Sünni Türkler böylece Şiilere karşı halifeyi koruma görevine üçüncü kez daldılar.” Enver Behnan Şapolyo Mezhepler ve Tarikatlar tarihi S. 348. Halep'in Arap Emirini cezalandırmaya giden Büyük Selçuklu hükümdarı Alp Arslan, Bizans İmparatoru Romanos Diyogenes'in 200.000 kişilik bir ordu ile ikmal ve ulaşım yollarını kesmek üzere olduğunu öğrenince şimşek gibi geriye çekilmiş, ordusunun azlığına bakmadan; muharebe etme kararını vermişti. Tüm Müslümanların ve Müslümanlığın tehlikeye düştüğü bu önemli günde, Bağdat halifesi ne yapmıştı? Kuvvetli bir ordu mu göndermişti? Tüm Müslümanların halifesi olması nedeniyle bu büyük tehlikeyi ortadan kaldırmak için karmaşık İslam ordularının başına geçip meydan muharebesinin yapılacağı sahayı mı şereflendirmişti? Hayır, öyle ise ne yapmıştı Müslümanların halifesi? “ Ayrıca halife El- Kaaim Bi Emrullah da o sırada bütün İslam Âlemini yakından ilgilendiren bu savaş için Musla'ya oğlu Ebu Said’e bir dua metni hazırlatarak savaş günü bütün İslam memleketleri minberlerinde okutulmasını emretti. “Prof. Ali sevim - Malazgirt Meydan Savaşı S.71. Selçuklu Atabeyi Nurettin Mahmud Zengi Haçlı sürüleriyle dövüşürken; hastalandığında ordunun başına geçen hanımı, Taberiye Gölü kenarında Aslan Yürekli Richar'ı yenerken ne yapıyordu bu güç kaynakları halifeler? 50.000 Kişilik Türk ordusuyla; Eskişehir tepelerinde; vadiden geçmekte olan 600.000 haçlıyı komutanlarına gösterip :” Korkmayın; yalnız bana inanın. Bu sürüyü yeriz!”Birinci Kılıç Aslan. Neredeydi bu birlik beraberlik sembolleri? Moğol kasırgası; sarayın kapısından dışarı çıkmayan Abbasi halifesini de buldu. 1258 Yılı Abbasiler için hiçde uğurlu gelmedi. Hulagü Han Bağdat’ı ele geçirip, son 40 halifeyi süvarilerin atlarına parçalattığı gibi sülalesini de kılıçtan geçirdi. Hülagu 1258 de Bağdat'ı zapt edip halifeyi ve halife hanedanını atlarlarını nalları altında ezdirdikten sonra Abbasi hilafeti 35 yıl açık kalmıştı.”Otuzbeş senede meydanda halife unvanına haiz bir kimse olmadığı halde, Mısra Hicri /610/ yılında Arap bir topluluk geldi. Yanlarında siyah bir adam olup anın adı Ahmet ibn’i İmam Elzahiriddin imam Elnasır idiğini söylediler. Sultan Baypars, devlet ileri gelenlerinden bir meclis aht ile Araplar minval meşruh üzere ânın mezhebine şehadet eylediler. Anların ifadelerine göre bu zat imam Müsteferin biraderi ve Müntansır’ın ammi olmak lâzım gelip kadı dahi Şuhut ânın beni Abbas’tan olduğuna hükmetti. Bu hüküm bir nevi tevatür beyyinesine dayanıyordu. Anın üzerine Müntansır’ı billâh Ebu Kasım Ahmet diye telkin olunarak Baypars ve Sair nas, ana hilafetle biat eylediler. O dahi kâfe-i umur’u Müslümanı âlâ Melainnas Baypas’a tenfiz eyledi.”Ahmet Cevdet Paşa, KISAS’I ENBİYA, C.3,S.905-909.İslam Ans. C.3.S.114-123.Yeni yazılısında.3.KS.2.S.109. “Nas bunca yıllardan beri hulafayi Abbas iye’ye alışmış bu halife’yi nevcah canib’i Irak’a giderse halk onun başına toplanır düşüncesiyle bir ordu ile Irak’a gönderildi. Bir fırka Tatar askeri gelip, onu ve yanındaki tüm kalabalığı katlettiler.”S.G.E. “Baypars Mısıra döndüğünde, yine Ali Abbas’tan halife Münteişte Müntehi olduğu mervi olan Ahmet namında bir zuhur 660 senesi evahirinde ispatı nesep etti ve Hâkim bi Emrullah Ahmet deyu telkip olunarak ona da hilat ile biat olunduysa da Baypars onu kalenin bir burcunda iskân ile dairesinin tanzimi için masraf etmedi. Fakat hutbelerde namı Baypars ile beraber zikrolunurdu. Mısır’da resmi bir halife’i Abbasi bulunması Kölemenlerin efkârı siyasilerine muvafık idi. Lâkin halife’i Nevcahın adamları şehre inip umuru devlete dair söz söyler olduklarından iki sene sonra Baybars onu-Halifeyi-nas ile ihtilattan men etmiştir.” Mütevekkil olayından sonra hilafet sözde Abbasi halifelerinde idi. Fakat hüküm ve hükümet Türk Beylerinin eline geçmişti. Kısası Enbiya C.2S.906-907. Hicretin 325’inci senesinde/M.S.927/,Üç hilafet kurumu bulunuyordu: 1-Bağdat’ta Selçuklu Türkleri 2-Endülüs’te Emevi halifeleri, yönetimdeki Abbasi halifeleri, 3-Fas’ta Alevi halifeleri. “Halife Muti’nin hiçbir şeyi yoktu. Yalınız bazı Havayicine karşılık olmak üzere Mazeldule tarafından tahsis olunan mutat işleri görmek ve dairesinin irat ve masraf defterini tutmak için bir kâtibi vardı. Artık halifenin şan ve itibarı kalmayıp, her hangi bir hususta kendisine başvurulamaz olmuştu.”A.C.PAŞA, Kısas’ı Enbiya, c.9.S.499.Yeni yazılısı: c.3.ks.2.s.109ve sonrası. Tuğrul Bey, Bağdat’I işgal ederek Abbasi halifesini Büveyhoğularının elinden kurtardığın da, aslında, Halifenin dini otoritesini de yok etmiş, halifenin devlet yönetimine karışmasını önlemekle de, 41 DEVLET YÖNETİMİNDE LAİKLİK KAVRAMINI YARATMIŞTI! Şu yazıyı bir okusak: Prof. Dr. Lale Gürman “Saygıdeğer Pekünlü,” “Türk halkı sizin, laik demokratik Cumhuriyetimize ve Atatürk’ün devrimlerine, laiklik anlayışına sahip çıktığınız için tutuk evinde tutulmakta olduğunuzu iyi bilmektedir. Saygın Yalçın Küçük’ün saptamasıyla; siz şu anda hepimiz adına tutuk evinde bulunmaktasınız. Bunu asla unutmayacak, unutturmayacağız. Saygın Pekünlü, Sizin “içerdekileri” de aydınlatmaya devam edeceğinizi, orada derslik kuracağınızı biliyorduk... Aydınlatma bağlamında belki yardımcı olunur diye size Türk aydının iki önemli ayıbından bahsetmek isterim. Bunlardan biri, “laik” sözcüğü yerine Türkçe karşılığını bulup yerleştirememiş olmaktır. Sözcük tam olarak yerine oturtulamayınca kavram kargaşası da alıp başını gitmektedir. İkinci önemli ayıp, belki daha ağır bir ayıp: Ders kitaplarımızda bizlere öğretilen; laik sistemin dünyaya Fransız Devrimi ile yayıldığıdır. Fransız Elçiliğinin internet sitesinde de laikliğin Fransız icadı olduğu yazılı. Bunun bir uydurmaca olduğunu Başkent Üniversitesi’nde 10 Kasım 2014’te konferans veren değerli araştırmacı yazar Cengiz Özakıncı ortaya çıkarmıştır. (Aslında konuyla ilgili ön açıklamalarını 2008’de İstanbul Barosu’nda yapmıştı) Özakıncı’nın açıklamalarına göre: LAİKLİĞİN TARİHİMİZDEKİ YERİ 1050’de Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, din işleriyle devlet işlerini birbirinden ayırmış, laik düzene geçmiş! Bu bilgi bizlerde yoktu fakat Fransız devriminin kuramcılarından Voltaire’de de var, Fransız devriminin düşünsel kaynaklarından biri olan doğubilimci Graf’da da var! Graf, 1789 devriminden 41 yıl önce, 1748’de yayınladığı kitabında Tuğrul Bey’in devlet ve din işlerini ayırıp halifeyi cami imamına indirgediğini uzun, uzun anlatmış. Tuğrul Bey’in yaptığını çok iyi kavramış olan Voltaire ise devrimden önce yakınlarına şöyle anlatıyormuş: “Müslümanlığın en parlak çağında Halifelik Türkmenlerin elinde yıkılmış, gitmişti. Tuğrul Bey’in Bağdat’a girişi, birçok imparatorun Roma’ya girişine benzemişti”. Voltaire’in bunu anlattığı kitabı; Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler. İslam Halifesi çok güçlü olan Selçuklu Sultanından yardım dileyince, Tuğrul Bey Bağdat’a gider. Bağdat İslam’ın başkentidir o tarihlerde. Tuğrul Bey, halifeye, “Sen Kur’an’ı biliyorsun. Bundan böyle devlet işlerinden elini çek. Din işleriyle ilgilen. Bundan böyle devleti biz yöneteceğiz!” Der. Halife reddeder fakat ısrar karşısında kabul etmek zorunda kalır. Kılıcını Tuğrul Bey’e sunar. EK: Her iki yanına birer kılıç asar, sağına ve soluna yedişer renkli elbiseli cariyeler koyar ve Onbeş yaşındaki kızını da Tuğrul Beye eş olarak nikâhlar. OSTÜZÜ. İşte o andan başlayarak İslam’da din ve devlet işleri ayrılmıştır. Halife’nin kendisine muhatap olmaması için vezirini ona muhatap kılar, hiyerarşi oluşturur; en üstte kendisi, altında vezir, onun altında halife, yani memur. Halife’ye geçinmesi için bir maaş bağlanmış, miktarın azlığından şikâyet edince de “Sen artık devlet başkanı değilsin, ordu da beslemiyorsun. Bu miktar senin geçimin içindir, bunu içine sindir!” Denmiştir. Tuğrul Bey’in kurduğu bu düzen 250 yıl kadar devam eder. 42 Ders kitaplarında laikliğin öncüsü diye belirtilen Fransızlar, o tarihlerde yazı bile yazamıyorlardı. Türklerin din ve devlet işlerini ayırdığı 1050-1060’larda Avrupa’da mezhep savaşlarında kan gövdeyi götürüyordu. Papalık Avrupa’nın hem dinine hem de dünyasına egemendi. Görüldüğü gibi, Fransız devriminde bile Türklerin etkisi vardır. Atatürk Nutuk’ta, Tuğrul Bey’i kastederek, “Biz de böyle yapıyoruz!” Demiş, bütün dünyaya ilan etmiştir. Atatürk tüm devrimlerini Türk tarihine dayandırmıştır. Halifelik, devlet yönetiminden HULAGU HANDAN ÖNCE SİLİNMİŞTİR.13 Şubat 1258. HALİFELİKKAVGASININ GERÇEK NEDENİ? Halifelik kavgasının bir tek gerçek nedeni vardır:”İKTİRARA SAHİBOLMAK! Bu nedenin dışındaki tüm anlatımlar palavradan ibarettir. Din, İman; Peygamber vekilliği vs. vs. Yalandır, dolandır ve aldatmacadan ibarettir. Bu konudaki hadisler bu savımızı desteklemektedir: “Yeryüzündeki tüm Müslümanları, Kureyşli gibi; Müslüman olmayanları da, Müslüman olmayan Hadis!”Buhari Menakıp1,Müslim İmaret 2.818. Prof.Dr. Buhari, c.6.S.405,Osmanlının Bağdat Arap Müftüsü de Mukaddes Cihat Fetvasını reddetmişti. Müslümanlar yöneteceği Kureyşliler yönetecektir! İbrahim Candan, Sahihi aynı yönde bir fetva ile Aşere’i Mübeşşereden, yani sağlıklarında Hz. Muhammet tarafından cennetle müjdelenenlerden söz edelim: Gayba dair söz söylemek yetkisi yalınız Ulu Tanrımıza aittir. Bu konu ayetlerle ve hadislerle sabittir. HZ.Muhammedin bile gelecekten, gelecekteki olaylardan söz etmesi mümkün değildir. Demek ki bu on kişi, ALLAHIN emri üzerine Hz. Muhammet tarafından müjdelenmişlerdir. Zübeyir ve Talha, İslamın en ünlülerindendir. TANRI tarafından da ömürlerinin yarı yaşlarında cennetle müjdelenmişlerdir. Hz.Muhammedin Sahabelerinden olan bu iki kişi, HZ.Muhammedin yanlarından hiç ayrılmamışlardır. Hz.Muhammedin, Hz. Ali’yi ne kadar çok sevdiğini de yakinen bilmektedirler.”Ali ile dövüşenin kendisi ile dövüşmüş sayılacağını” da dinlemişlerdir. Hz. Muhammet, bir gün Zübeyir’e: “Ey Zübeyir, sen zalim olduğun halde Ali ile çarpışacaksın!”Demişti. Zübeyir ve Talha, Hz.Muhammedin Hz. Âliyi Halife ilan ettiğini de bilenlerdendi. Zübeyir ve Talha, son veda haçcında, Hz.Muhammedin vasiyetini dinleyenlerdendiler. Hz. Muhammet öldükten sonra seçilen Üç halifeye de biat ettiler. Emevi Osman öldürüldükten sonra, halife seçilen Hz. Ali’ye biat ettikten sonra; tüm cahil ve çıkarcı Arapları peşlerine takarak, Hz. Ali’ye isyan ettiler. İslamın bir daha toparlanmamak üzere dağılmasının sağlanmasına yardım ettiler. Bunların tüm hallerini iyi bilen Hz. Ali ne mi yaptı?!Bu iki Fesatçıbaşı ile çarpıştı,bu çarpışma sonunda ölen 13.000 kişinin cesetleri arasında bu iki cennetliğin de cesetleri vardı. Hz. Ali toz ve toprağa bulanmış bu iki cennetliğin cesetleri başında hüngür, hüngür ağlayarak: 43 “Yemin ederim ki, ben bir Kureyşliyi böyle yere düşüp, serilmiş olarak görmek istemezdim!”Dedi. Halife Ali’ye isyan ederek Müslümanları böylesine kötü bir kavgaya sokmuş olsalar bile, Kureyşli oldukları için, Zübeyir ve Talha’nın ölümlerine ağlanılmaktadır. Bedir’de, Uhutta, Siffinde Araplar ve Kureyşliler için ağlamayan Ali, Kureyza kavminin tüm erişkin erkekleri, meşaleler aydınlığında kesilirken de ağlamamıştı. Buradaki kavga, Kureyşlilerin Muaviyeye karşı iktidar kavgasıydı. Sözümüzü uzatmadan, yukarıda anlattıklarımızı en sağlam kaynak İslam kaynağından izleyelim: “O sırada; Talha ve Zübeyir, ileri doğru çıktılar. Hz. Ali de yürüyüp, onların yanına gitti ve onlara:”Dövüşmeye hazırlanmışsınız; fakat Allah huzurunda da buna sebep ve özür hazırladınız mı? Ben, sizin din kardeşiniz değil miyim? Size benim kanımı helal kılacak bir sebep var mı? Dedi. Sonra da, Talha’ya dönerek:”Ey Talha, kendi haremini evinde bırakıp, Rasul-i Ekrem’in haremini buraya getirerek onunla beraber mi çarpışacaksınız? Sen bana biat etmedin mi?”Deyince. Ahmet Cevdet Paşa, sge. s.44.”.Sonra, Hz. Zübeyir’e dönerek: “Ey Zübeyir, hatırında mıdır ki; bir gün Rasül’i Ekrem sana, sen zalim olduğun halde Ali ile çarpışacaksın buyurmuştu?” “Deyince, Peygamberin hadisi Zübeyir’in hatırına geldi. Sanki derin bir uykudan uyanıp, kendine gelmişçesine:”Evet ya Rab!”Dedi.”Eğer bu hadis’i Şerif daha önce hatırıma gelseydi, buraya gelmezdim. Allah’a yemin ederim ki asla seninle dövüşmem!”Diye yemin etmişti. Talha ve Zübeyir, Aşere’i Mübeşşereden oldukları halde, fikirlerinde ve içtihatlarında yanılarak fitnenin büyümesine sebep olmuşlarsa da…”Ahmet. C.Paşa. Sge. s.44-45.”Talha ve Zübeyir,”biz Kâ-Kâ ile verdiğimiz kara üstündeyiz.”Diye de Hz. Ali’ye haber gönderdiler. Hz. Abbas’ın oğlu Abdullah, onların yanlarına gitti. Talha’nın oğlu Muhammet te öbür tarafa gidip Hz. Ali ile görüştü. Her iki taraf ta birbirine yaklaştı, sulh müzakeresine başlandı. Her ne kadar, anlaşma hemen meydana gelecekmiş gibi görünüyorsa da, iç tarafta muharebe hazırlıkları yapılmakta idi…”Talha ve Zübeyir ikisi birden,”Ali kan dökmedikçe bu işten vazgeçmeyecek!”Diye, onun hakkında yanlış ve fena zanda bulundular.” Bunun üzerine, Hz. Ali sağa ve sola memurlar gönderdi ve:”Talha ve Zübeyir, kan dökmedikçe bu işten vaz geçmeyeceklerdir!”Dedi. Ertesi gün, Hz. Ali savaş alanını dolaştı. Ölüleri gördü. Hz. Talha’yı toz-toprak içinde yatmış görünce ağlamaya başladı ve yüzünden tozları silerek,”innâ ilâhi ve innâ ileyhi râciun:”Yemin ederim ki ben bir kureyşliyi yere düşüp serilmiş olarak görmek istemezdim!”Diyerek eseflenmiştir. O sırada, Talha’nın oğlu Muhammedi de ölüler arasında görüp, ayrıca ağlamıştır.”age. S.54. ZÜBEYİR VE TALHA, NİÇİN HZ.ALİ’YE İSYAN ETMİŞLERDİ? Halife Ömer, Camide Firuz adlı bir köle tarafından bıçaklanarak, evinde ölüm döşeğinde yatarken, en önemli sorun halife seçimiydi.”Ziyaretçiler ayrıldıktan sonra,(Haişimoğulları) Peygamberin ailesinden olanlar geldiler ve Hz. Ali’nin halife yapılmasını istediler. Halife Ömer, onu da beğenmedi.”Ali Tanrı adamıdır. Ben onu halife yaparsam, sizi doğru yola yönetir ama huyunda şakacılık vardır.”Dedi ve 44 halife yapmadı. Bazıları, Aşere-i Mübeşşereden Talha’yı yerine bırakmasını öğütlediler. Halife Ömer:”O,cicili, bicili elbiseler giymesini bilir, o mu halife olacacak? Bazıları Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir’in halife olmasını öğütlediklerinde de, Halife Ömer:”O,çarşı ve pazarda ölçek başından kalkmaz!”Diyerek bu öneri yi de kabul etmedi. Osman’ı Halife olarak önerdiklerinde de:” Ben, Osman’ı halife yaparsam, Ümeyyeoğullarını (Osman’ın mensup olduğu Arap kavmi) Müslümanların başına musallat etmiş olurum, onlar da Osman’ın başını vururlar!”Dedi. ”3 Mart 1924 tarihli TBMM. Tutanakları,2’inci cilt. Hz. Ali,can düşmanı iki Kureyşli Arabın ölümlerine hıçkıra,hıçkıra ağlar!Bizler ise,hilafet uğruna öldürülen Yüzbinlerce Türkün ölümlerinden habersiz,HİLAFET türküleri söylemekteyiz,ne kadar acı?! Hz.Ali çok namuslu ve gerçekten İslam dinine inanmış birisiydi. Halife olduğunda, GANİMET/TALAN/ olarak Beytülmalde bulunan paranın dağıtılması söz konusu edildiğin de; NAS’TAN bir grup, Hz. Ali’nin yanına geldiğinde onu kölesi ile birlikte kuyu açarken bulmuşlardı. Onlar, Ganimetin, NAS’A ayrı, Avama da ayrı ölçülerde dağıtılmasını istiyorlardı. Hz.Ali, insanlar arasında fark olmadığını bildirerek Ganimetin eşit olarak dağıtılmasında ısrar etmişti. Zübeyir ve Talha, girdikleri savaşlardan çok zengin olarak dönmüşlerdi, Sayın Şakir Keçeci’nin “Şeriat işte budur!”Adlı eserinde bu iki döneğin mal varlığının listeleri yayınlanmıştı. Hz.Ali vurguncular için büyük bir tehlikeydi. Hz.Ömer, Iranda yapılan büyük soygunları kastederek:”Keşke İranla aramızda ateşten duvar dolsaydı da bu ganimetler elimize geçmeseydi!”Demişti.Ama,kızının düğününde de;kızına, İran sarayından çalınan milyon lira değerinde inci bir gerdanlık takmıştı!? Sonra, hiç kimsenin dikkat etmediği çok önemli bir durumu daha vardı: Talha; Hz.Muhammedin bacanağıydı ve karılarının Dördü de Hz.Muhammedin kız kardeşiydi. Uhutta, Hz.Muhamedi korumak için Atmış yerinden büyük yaralar almıştı! Zübeyirin de anası Hz.Muhammedin halasıydı. Babası da Hz.Haticenin kardeşiydi. Zübeyir, İslamın en zengin Sahabelerinden birisiydi: Medine’de ONBİR ev, Basra’da İKİ ev, Kûfe, İskenderiye ve Mısırda evler. Dört karısının her birine 1.200.000 Dinar, Hz. Ayşe’ye 180.000 Dinar hediye, oğlu Abdullah’a terekenin 1/3’ünü vasiyet ettiği halde, mirasından geriye kalan Otuz-Kırk milyon Dirhem taksim edilmiştir. Mekke’deki tek kesimevinin sahibidir, Medine ve köylerindeki arazilerinden elde ettiği gelirler, Elli bin at.100 Cariye…”!.HZ. Ali’ye karşı çıkmasının nedeni bunlar olsa gerek?! Hz. Ali’nin Ahlaklı oluşu, dini çıkarı için kullanmayışı ve gerçek eşitlikten yana oluşu, öldürülme nedenidir. Öldürüldüğünde sadece YEDİ DİNARI ÇIKMIŞTIR. Osman öldürüldüğünde 1000.000 Dinarı çıkmıştı. Osman, devlet hazinesini ve memuriyetleri EMEVİ taraftarlarına dağıtmıştı: Hz. Talha, Ashabın zenginlerindendi. Zengin olduğu kadar da cömertti. Cömertliği sebebiyle kendisine "el-Fayyâd" denirdi. Vefat ettiği zaman, miras olarak bir hayli gayrimenkul, nakit para ve değerli eşya bırakmıştır. Rivayete göre gayrı menkullerinin tutarı otuz milyon dirhem, nakitlerinin tutarı iki milyon iki yüz dirhem ve iki yüz bin dinar idi. 100 at,1000 deve,10.000 koyun’u vardı.Öldüğünde de 336.000 bin altın Dinar bırakmıştı.Şakir Keçeli,Şeriat Nedir,s.103.1-2 Sadece Irak'tan gelen yıllık geliri yüz bin dirhem civarındaydı (İbn Sa'd, a.g.e., 111, 221 vd.; İbnü'l-Esîr, a.g.e. 111.”2.Hz. Ali’ye karşı çıkmasının Hz. Ayşe; gerdanlık olayından beri Hz. Aliye düşmandı. Deve olayında, devesinin ayakları Kardeşi tarafından kesilince çarpışma da 45 bitmişti./CEMALVAKASI/.Hz.Ali ona saygılı davranmıştı:”Ali sen kazandın!”Demişti.Bunların üçü de, Hz.Ali’yi yok ederek, Halifeliği Zübeyir’e vermek için anlaşmış olamazlar mıydı?!Hz. Hasan zehirlenerek öldürüldükten sonra,Mekke’de halifeliğini Zübeyir oğlu Abdullah ta ilan etmiş;Hz.Hüseyini de Küfeye o yönlendirmiştir. Hz.Ömer, bir aile hanedanlığı kurulmasından korkmuş olabilirdi. Ancak, bu korkusu Emevi ve sonra abası hanedanlığının kurulmasını önleyememiştir. Ulus bilincimiz nasıl yok edildi! Kısaca Türk tarihine bir göz atalım: “Türk topluluğunun ilk temsilcisi olan Hunlar, MÖ.3’üncü yüzyılda ve Asya’da tarih sahnesine çıktıları zaman HUN TÜRKÇESİ Devlet dili olarak kullanılıyordu. Bu gerçeği MS.5’inci yüzyılda saha kesin olarak kanıtlamış bulunmaktayız. Bizanslı tarihçi Priskos’a göre;448 yılında, Atilla’nın başkentinde HUNCCA Devlet diliydi. Dedelerinden birinin Oktar, babasının Muncuk, Amcasının Ruga, Karısının Arığkan, Oğullarının da İlik, İrnek ve Dengizih gibi Türkçe adlar taşıması bu gerçeği desteklemektedir. Yine, Bizans Tarihçilerine göre Atilla’nın şölenlerinde, Hun Ozanları Hunca kahramanlık destanları okurlardı. Got TARİHÇİSİ Jordaner’e göre de Atilla’nın cenazesinde HUN Ozanları Hunca şarkılar söylemişlerdir. Hun Türkçesi Devlet dili olmasaydı, Yabancı halk topluluklarının karıştığı bir çağda, acaba Hun Ozanlarından söz açılabilir miydi?’”Agop Dilaçar, Devlet dili Olarak Türkçe, TÜRK DİL KURUMU TANITMA YAYINI. EK:12 Eylül 1980 darbesinden sonra kuşa çevrilmiştir. “Kök Türklerin baş anıtı olan, MS.732 tarihli Gültiğin Yazıtında, İlk Türk Yazarı Yoluğ Teğin, yurdun yönetimi için Türk Kağanlarının Türe düzenlediklerini bildiriyor. Bu Türelerin metni elde değilse de, bunların Türkçe olduğunu biliyoruz. Çünkü aynı yazıtta Türk Kağan ulusuna şöyle diyor: “Nennen sabım eser bengü taşka urtım””Ne sözüm varsa bu anıt taşına vurdum -yazdırdım-“Anıtta kullanılan dil de Çince değil, Türkçedir. Bundan da kağanın Ulusuna her aman Türkçe söz ettiği; yani devlet dilinin Türkçe olduğu anlaşılıyor. Kırgızlar, Kırgız Türkçesiyle; Uygurlar da Uygur Türkçesiyle yönetilmişlerdir.”S.G.E. S.8.İslamiyet’ten önce ve Müslüman Arapların katliamlarına rağmen Türklerin kurdukları devlet devletlerin kullandıkları dillerin ve yazı dillerinin Türkçe olduğunu anlıyoruz. Afşin Bey, Türkçe yazılmış bir Türk tarihini okuduğu için Abbasilerce ölüme mahkûm edilmişti. Anadolu Selçukluları saray dillerini ve yönetici adlarını Acemceye çevirmişlerdi. Mevlana bile Mesnevisini ve diğer eserlerini Acemce olarak yazmıştı. Aynı çağda yaşayan YUNUS EMRE DE, BUGÜN BİLE HER TÜRKÜN ANLAYACAĞI BİÇİMDE ŞİİRLERİNİ ÖZTÜRKÇE yazmıştı. Karamanoğlu Mehmet Bey, Türk diline sahip çıkmıştı.13 Mayıs 1277,bir ferman yayınlamıştı: 46 “"Şimden gerü hiç kimesne divanda, dergahda, bergahda ve dahi her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye." Günümüz Türkçesi ile "Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dilde söz söylemesin." 13 Mayıs 1277.Osmanlı yok! Türkçe var. Osmanlıyı kovduk Türkçe yine var! Türklerin kurmuş olduğu Türkçe dilli devletlerimiz: KökTürkler(552-924),Kutluk(681-745),Türkeş(690-766),Karluk(766-932),Karahata(1130-12 18),Karahanlılar(932-1212),Harzemşahlar(1172-1231),Hindistan’da Türk-Moğol İmparatorluğu,(XII-XII),Timur İmparatorluğunun devlet dili de Türkçeydi..Daha batıya gittiğimizde, Avar Türklerinin( 6’ıncı ve 11’inci yüzyıl)Tuna Bulgar Türklerinin(Yedinci ve Ondördüncü yüzyıl) Tuna Bulgar Türklerinin (Beşinci ve Sekizinci yüzyıl),Peçenek Türklerinin(9’uncu,13’üncü yüzyıl),Kıpçak-Kuman Türklerinin 10’uncu ve14’üncü yüzyıl).İdil’den Tuna’ya kadar uzanan bir alanda,irili,ufaklı devletler kurmuş Türklerin,Türkçeyi devlet dili olarak kullandıklarını biliyoruz.Karahanlıların, devlet dili olan Türkçeyi Bağdatlı Araplara öğretmek amacıyla,1072 yılında,Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı Lügat-it-Türk’ü Arap halifeye sunarken söylemiş olduğu sözler unutulmamalıdır: “Tanrı, Türkleri yeryüzüne İlbay kıldı, dünya uluslarının yönetim yularını onların eline verdi. Türk dilini öğrenmek çok gerekli bir iştir.”Dedi. S.G.E. S.9-10. ALİ-Şir Nevai,”Muhakemetü’l Lügateyn “adlı ünlü eserinde şöyle sesleniyordu:. “Türk’ün bilgisiz zavallı gençleri, güzel sanarak Farsça şiir yazmaya özeniyorlar. Bir insan geniş ve iyi düşünse Türkçede böylesine genişlikler, zenginlikler durup dururken bu dilde şiir söylemenin daha yerinde, daha kolay olacağını anlar. Ana dilimin üzerinde düşünmeye koyuldum. Türkçenin derinliklerine dalınca gözlerime onsekizbin evrenden daha yüksek bir evren göründü. Bu evrenin aydınlık alanlarında esinimin şahlanan atını koşturdum. Sınırsız uzaklarında hayalimin hırçın kuşunu havalandırdım!”Agop DİLAÇAR, S.G.E. S.12. Kaşgarlı Mahmud’u, yalınız bir dilci saymak onu eksik tanımlamış olmaktır. O,Türkoloji alanında da incelemesi çok engin bir bilgisi olan bir bilginimizdir. Kaşgarlı Mahmudun birçok özellikleri de vardır: O çok iyi bir silah ustası asker olmanın yanı sıra, kitabında TÜRK ulusunun büyüklüğünü, eşsiz kahramanlıklarını, bilim, sanat, yurt yönetimi, tarım ve kısaca uygarlık alanında ortaya koyduğu büyük varlıkları, yerine getirip uzun, uzun anlatır. Kaşgarlı Mahmud’un kitabının hemen başında, hem de Türk maddesinde yazdıkları, bu alandaki düşüncelerini açıklaması bakımından çok ilgi çekicidir. Kaşgarlı Mahmudun yaşadığı çağda “İslamcılık akımı”içinde,”Türklük akımının”,yani İslam topluluğu içinde Türk’ün büyük bir yeri bulunduğunu bütün gücü ile savunanlardan biri olmuştur. Böylece Kaşgarlı Mahmud, Türklerin İslam evreni içinde özbenliğini koruması için gücünün yettiğince çalışmıştır; demek yanlış bir yargı ve yorum olmaz sanıyoruz. Bu seçkin özelliğiyle Kaşgarlı Mahmud ileri bir ulusçu olduğunu da ortaya koymaktadır. Kaşgarlı Mahmud, kitabının başında Türk ulusu için şunları yazıyor: 47 “Yüce Tanrının devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu, onların ülkeleri üzerinde göklerin bütün dairlerini döndürdüğünü gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi. Onları yeryüzüne ilbay kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı. Dünya uluslarının yönetim yularını onların eline verdi. Onları herkesten üstün eyledi. Kendilerini hak üzerine güçlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı değerlendirdi. Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi. Bu kişileri ayak takımının kötülüklerinden korudu. Derdini dinletebilmek, Türklerin gönlünü almak için onların dilleri ile konuşmaktan başka yol yoktur. Bir kimse kendi takımından ayrılıp ta onlara sığınacak olursa o takımın korkusundan kurtulur, bu adamla birlikte başkaları da sığınır.” Kaşgarlı Mahmud, kitabının Türk maddesinde de şöyle yazmaktadır: “Türk, Tanrı yargılayası Nuh’un oğlunun adıdır. Bu, Tanrının Nuhoğlu Türkün oğullarına verdiği addır. Biz, ad olarak Türk adını Ulu Tanrının vermiştir dedik. Çünkü biz, Kaşgarlı Halefoğlu İmam Şeyh Hüseyin, ona da İpn’ül Garki denilen kişi, İbn’ü Ebüd-dünya olarak ünlü Esşeyh Ebu Bekir El Müfid’ül Cercerai’nin dünyanın sonu üzerine yazmış olduğu kitabında ulu Yalavaca(Peygambere) tanıkla varan bir hadis yazmış. Hadis şöyledir: “Yüce Tanrı benim bir ordum vardır, ona Türk adı verdim, onları doğuda birleştirdim. Bir ulusa kızarsam, Türkleri o ulusun üzerine gönderirim,, diyor.İşte bu,Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür.Onları yeryüzünün en yüksek yerinde,havası en temiz ülkelerine yerleştirmiş,onlara, kendi ordum demiştir,” Görülüyor ki, Arap dilini de, İslam bilimlerini de çok iyi bilen Kaşgarlı Mahmud, öz dilini, ulusal kültürünü, yurt sevgisini her şeyin üstünde gören bir bilginimizdir. Kaşgarlı Mahmud, Divan’üLügat-it Türk’üyle Türkoloji biliminin temellerini atmış, bu okulun kurucusu olmuştur, demek gerçeğe aykırı düşmeyecektir.” “Erdemin başı tıldır-Erdemin başı dildir-“M.Şakir Ülkütaşır, Kaşgarlı Mahmud, s.8.9.10.Şükrü Kurgan, İzahlı Eski Metinler Antolojisi, s.16-17.1000Temel Eser, Ahmet Caferoğlu, Kaşgarlı Mahmud, s.20-21. Kaşgarlı Mahmud” Türkün BİLİM VE SANAT’INDAN söz etmektedir. Müslümanlığı Arap hayranlığı ve Türk ulusunu aşağılamak sayan bazı Gafilere söyleyecek çok sözümüz vardır. Emevi ve Abbasiler Türk illerini yağmalayarak tüm sanat eserlerimizi yok ettikleri gibi, altın ve diğer kıymetli madenlerden üretilen heykellerimizi ve süs eşyalarımızı da eriterek alıp götürmüşler, Türkleri ilkel çöl Arapları ile bir konuma düşürmüşlerdi. Ortaasyadaki Türk devletlerinin Ören yerlerinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan Türk eserleri bu devletlerin müzelerinde itina ile saklanarak meraklıları için de sergilenmektedir.”Yüce kayalık ” anlamına gelen al-yatka-Altay dağları, derin ve köklü bir Bozkır-Göçebe kültürünün beşiği olarak bölgede yaşamış Altay Türklerinin korunmak için mumyalanmış cesetleri, eşyaları ile birlikte toprağa verdikleri taşlı, topraklı, büyüklü. Küçüklü Dört köşe mezar odası- kurganların yer aldığı “Kutsal dünya dağı,”olarak tarihteki yerini almıştır.”Buralardaki kazılarda elde edilen çok kıymetli madeni eserlerin yanı sıra hâlâ güzelliğini ve renklerini yitirerek solmamış, el dokuması halılar da kazı yapan devletlerin müzelerinde itina ile ve korumaklı olarak sergilenmektedir. Bu antik Pasırık halısı modellerini, Sındırgı, Ayvacık, Yahyalı, Eşme, Sarız, Kuruhöyük, Kars, Gördes yörelerinde el dokuması halı, kilim ve seççadelerde görmekteyiz. Rus kazıbilimcilerinden 48 Rudenko, Altay dağlarının Pasırık ve Başadur vadilerinde yer alan kurganlarda en eski ilmikli halı modellerini bulmuştur.”The Scyhians-İskitler” adlı kitabın yazarı Tamara Talbot Rice, kurganlarda yapılan kazılar sonuncunda çıkartılan sanat eserleri hakkında şunları ifade etmiştir: Bu bir duyguyu değil, “Kazılar yalınız süsleme sanatında şaşılacak denli ince bir duyguyu değil,fakat bu sanatı uygulamada ve malzemenin seçiminde de yanılmaz bir isabet yeteneğine sahip bu topluluğun tarihine ışık tutmuştur.Çoban göçebelerden kurulu öyle bir topluluk ki,oldukça yüksek bir kültür düzeyinde yaşamış,tekerleği bildiği için arabadan yararlanmıştır.Ve yine öyle atlı binici bir topluluk ki,olağandışı dokumalar yapmış,kapkacaklarına bakılırsa önemli bir mutfağa sahipmiş!”Bütün Dünya,1 Mart 2014,sayı 2014/3.S.Yahya Aksoy,Pazırık –Altaylarda Bir Halının Öyküsü. “Türk ulusu” diye bir ulus yoktur diyen satılmışlara, Altaylarda Pasırık’ta bir el dokuna atılmış olan Düğüm bizleri Atalarımıza bağlamıştır. Türkleri Ortaasyadan Buhara yapımı bir gömlekle gelen dört yüz çadırlık ilkeleriler topluluğu olarak tanımlamaya çalışanlara Atatürk’ün yanıtı ne denli tarihi bir gerçekliktir: “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır!”MUSTAFA KEMAL ATATÜRK,29 Ekim 1923, “Türklerin Anadolu’daki tarihlerini Dört yüz çadırlık bir aşiret göçüne bağlayanlara, Atatürkün verdiği çok güzel bir örnek vardır: Atatürk Devrimini uygulamaya koyduğu sıralarda, tüm Türk Bilginlerinin düşüncelerine yüzlerce yıllık bir kuruntu egemendi: “Arabınkini Araba, Aceminkini Aceme, Batınınkini Batıya geri verirsek; bize uzun kollu bir Buhara hırkasından başka bir şey kalmaz.”KutadguBilig’den, Divan’ı Lügat-it Türk’ten haberi olmayan bu habersizlerin kuruntularına bugün gülüp te geçiyoruz. Atatürk, bu tükenmişliğe, bu ulusal bilinçten yoksunluğa çok acırdı ve şöyle derdi: “Araplarla tanışıncaya dek Türk’ün devlet, hükümet, hukuk,adalet gibi uygar kavramlara; şeref,namus,insaf ve vicdan gibi uygar duygulara birer ad vermemiş olması düşünülebilir mi?Belli ki her ulusta görüldüğü üzere Türk’ün de tarihinde gaflet anları olmuş,birçok varlıklarına ve bu arada diline de bakamaz olmuştur.Biz şimdi ulusal benliğimize kavuştuğumuz gibi öz dilimize de kavuşacağız.””Bu görüşünü de sıkça anlattığı şu öyküyle pekiştirirdi: “Vaktiyle zengin bir köy ağası, şehir hamama gitmiş. Yıkanmış, kurulanmış, giyinmek için bohçasına el attığın da bir de bakmış ki silahlığından başka her şeyi çalınmış. Başlamış hamamcıdan hesap sormaya! Hamamcılar, ağanın Şantaj yaptığını, yoksa çalınan, çarpılan bir şey olmadığını ileri sürmüşler! Ağa da, silahlığını çıplak beline takarak ortaya çıkmış ve başlamış bağırmaya: “Görenler Allah için söylesin! Ben hamama bu kılıkla gelebilir miyim?!” Atatürk, öyküsüne şunu da katardı: “Ağanın hamam çıplak gelmediğine herkesin aklı yattı,ama Türk’ün anayurdundan dilsiz çıkmadığına hâlâ akıl erdiremeyen aymazlar var?!” 49 Ulusal Tarihi çalınan, eline de bir iki hurma dalı ve Başka ulusların masalları tutuşturulanlara göre; hamama hamamcıların dedikleri gibi gelinir!”Osman Türkoğuz, Bize Dostluk Yaraşır, S.28--“Doğudaki Türk ellerinde Türkçemiz bu şekilde savunucular bulurken; Divan’üLügat-it Türk, Kutadgu Bilig gidi dev eserler verirken, Batı ve Güney yörelerimizde durum hiç te Türkçe ve Türklük için içaçıcı değildi. Selçuklu sarayının Konya’da kurulması, Acem gösterilişçiliği, Farsçayı devlet ve Aydın dili yapmıştı. Selçuklu beylik olarak Türk töresine göre, Türk aşiretlerinin desteği ile kurulmuşken, Devletleştiğinde Türkten ve Türkçeden kopmuştur. Ne Kırşehirli Âşık Paşa’nın(1271-1332),GARİPNAMESİ’İNDEKİ Türkçe ağıt, ne de Selçuklu Vezirliğine gelir, gelmez Karamanoğlu Mehmet Beyin,13 Mayıs 1277 Perşembe günü yayınladığı ferman Devletli ve Aydın ihanetini durduramamıştır. Mevlana’ya(1204-1273) karşı, Koca Yunus Emre(1240-1320),arkasındaki Hoca Ahmet Yesevi(1093-1166) ve onun damadı Hacı Bektaş Veli(1209Nişabur-1271 Karacasuluk), tekkelerde ve Alevi Türkmen aşiretlerinin cönklerinde kalmıştır. Âşık Paşa, Acemce ve İbranice bildiği halde şiirlerini Türkçe yazmıştır. Şiirinden örnekler: ALINTI:“Devrin bilgin ve şairleri başka dillerle şiirler yazar, kitaplar yazarken Âşık Paşa'nın Çağlar ötesi bir görüşle Türk ve Tacik cümle yoldaşlarını gaflet uykusundan uyarmak için Garipname'sini öz Türkçe ile yazışı ve Gerçi kim söylendi bunda Türk dilli İlle masum oldu mani menzili Çün bulasın cümle yol menzillerin Yirme gel pes Türk ve Tacik dillerin Kamu dilde var idi zabt-u usul Bunlara düşmüş idi cümle ukul Türk diline kimesne bakmaz idi Türklere her giz gönül akmaz idi Türk dahi bilmez idi ol dilleri İnce yolu ol ulu menzilleri Bu kitap anunçin geldi dile Kim bu ehli dahi mani bile Türk dilinde yeni manalar bulalar Türk-Tacik cümle yoldaş olalar Yol içinde birbirini yirmiye Dile bakıp maniyi hor görmiye” Türk diline kimse bakmaz idi, Türklere her giz gönül akmaz idi. Türk dahi bilmez idi el dilleri, İnce yolu ol ulu menzilleri. 50 Türk dilinde yeni manalar bulalar, Türk, Tacik cümle yoldaş olalar, Yol içinde birbirini yermiye Dile bakıp manayı her görmiye. Âşık Paşa’nın Garipname isimli eseri 12.000 beyittir. Türkçe yazılmıştır. Âşık Paşa ömrünün son yedi senesini Orhan Beğ devrinde geçirmiş ve 3 Kasım 1332 (13 Safer 733) tarihinde vefat etmiştir. Türbesi Kırşehir’de ve şehre hâkim bir tepedir.” Hoca Ahmet Yesevi’den4’üncü Hikmet: Hoş gâipten kulağıma ilham geldi; O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte. Bütün ulular toplanıp gelip armağan verdi; O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte. Ben yirmiiki yaşta fâni oldum; Merhem olup gerçek dertliye deva oldum; Sahte âşık-gerçek aşığa tanık oldum; O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte. Ey dostlar, yaşım yetti yirmiüçe Yalan dava, ibadetlerim tamamı boş Kıyamet günü neyleyim çıplak, şaşı O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte. Ben yirmidörde girdim, Hakk'tan uzak Ahirete varır olsam, hani hazırlık Öldüğümde toplanıp vurun yüz bin sopa O sebepten Hakk â sığınıp geldim ben işte. Cenazemin arkasından taşlar atın; Ayağımdan tutup sürüyerek kabre götürün "Hakk'a kulluk kılmadın"deyip çekiştirip tepin O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte. Günah ile yaşım yetti yirmi beşe Sübhan Rabbim, zikr öğretip göğsümü deş; Göğsümdeki düğümleri sen kendin çöz; O sebepten Hakk'â sığınıp geldim ben işte. Ben yirmialtı yaşta sevda eyledim Mansur gibi cemal için kavga eyledim Pirsiz yürüyüp dert ve sıkıntı peyda eyledim O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte. 51 Ben yirmiyedi yaşta Pir'i buldum; Her ne gördüm perde ile sırrı örttüm Eşiğine yaslanarak izini öptüm; O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte. Ben yirmisekiz yaşta âşık oldum Gece yatmayıp, mihnet çekip sâdık oldum; Ondan sonra dergâhına lâyık oldum; O sebepten Hakk'â sığınıp geldim ben işte. Yirmidokuz yaşa girdim, halim harab Aşk yolunda olamadım misali toprak Halim harab bağrım kebab, gözüm dolu yaş O sebepten Hakk'â sığınıp geldim ben işte. Otuz yaşta odun eyleyip yandırdılar Bütün ulular toplanıp dünyayı bıraktırdılar Vurup, çekiştirip dünya derdini bıraktırdılar O sebepten Hakk'â sığınıp geldim ben işte. Kul Hoca Ahmed dünyayı bıraksan, işin biter Göğsündeki çıkan âhın Arş'a yeter; Can verirken Hakk Mustafa elini tutar O sebepten Hakk’a sığınıp geldim ben işte.” YUNUS Aşkın Aldı Benden Beni Aşkın aldı benden beni Bana seni gerek seni Ben yanarım dün ü günü Bana seni gerek seni Ne varlığa sevinirim Ne yokluğa yerinirim Aşkın ile avunurum Bana seni gerek seni Aşkın âşıklar oldurur Aşk denizine daldırır Tecelli ile doldurur Bana seni gerek seni Aşkın şarabından içem Mecnun olup dağa düşem 52 EMREDEN BİR ŞİİR. Sensin dünü gün endişem Bana seni gerek seni Sufilere sohbet gerek Ahilere ahret gerek Mecnunlara Leyla gerek Bana seni gerek seni Eğer beni öldüreler Külüm göğe savuralar Toprağım anda çağıra Bana seni gerek seni Cennet, cennet dedikleri Birkaç köşkle birkaç huri İsteyene Ver anları Bana seni gerek seni Yunus'dürür benim adım Gün geçtikçe artar odum İki cihanda maksudum Bana seni gerek seni” Hacı Bektaş VelidenM.S.1209-1271) “ADALET, HER İŞTE HAKKI BİLMEKTİR!” “KADINLARI OKUTUNUZ. KADINLARI OKUMAYAN ULUSLAR YÜKSELEMEZ! “ERKEK, DİŞİ SORULMAZ MUHABBETİN DİLİNDE, HAKKIN YARATTIĞI HER ŞEY YERLİ YERİNDE.” “Bir toplum, ERKEK ve KADIN denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki,bir toplumun yarısı topraklara zincirle bağlı kaldıkça,diğer kısmı göklere kadının ayağı zincirlerle yere bağlıyken o toplumun yükselebilmesi?”Şurası yükselebilsin?!Muhakkaktır ki dünya yüzünde her güzel işte kadının eli vardır!””Mustafa Kemal ATATÜRK. “ Sevgi varken nefret niye. Barış varken savaş niye. Kardeşlik varken didişmek niye. Dostluk varken düşmanlık niye. Hoşgörü varken bağnazlık niye. Özgürlük varken tutsaklık niye. Adalet varken, haksızlık niye” 53 Hararet nârdadır, sacda değildir, Keramet sendedir, tâcda değildir. Her ne arar isen, kendinde ara, Kudüs’te, Mekke’de, Hâc’da değildir. Sakın, bir kimsenin gönlünü yıkma, Gerçek erenlerin sözünden çıkma. Eğer insan isen ölmezsin, korkma, Âşığı kurt yemez, uc’da değildir. Gönül Kabesine girmesin hülya, Nefsine hâkim ol düşme bed huya. Kirleri arıtan baksana suya, Hep yüzü yerlerde, bucda değildir. Dostumuzla beraber, yaralanır kanarız, Her nefeste aşk ile yaratanı anarız. Erenler meydanına, vahdet ile gir de gör, Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız. Edep, erkâna bağlıdır, ayağımız başımız, Güllerden koku almıştır, toprağımız taşımız. Soframızda bulunan, lokmalar hep helâldir, Yiyenlere nur olur, ekmeğimiz aşımız. Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde, Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok,/EK: İslamın kadını sömürme inancına ters!”Ostüzü. Noksanlıkla eksiklik, senin görüşlerinde Hakk’a talip olan kişi, başka murat isteme, Dostun seninle beraber, başka vuslat isteme. Bu dünya bir sofradır, arzular gelir geçer, Eğer bizi buldun ise, başka murat isteme. Sevgi muhabbet kaynar, yanan ocağımızda, Bülbüller şevke gelir, gül açar bağımızda. Hırslar, kinler yok olur, aşkla meydanımızda, Aslanlarla ceylanlar, dosttur kucağımızda. Madde karanlığı, akıl nuru; Cehalet karanlığı, ilim nuru; 54 Nefis karanlığı, marifet nuru; Gönül karanlığı, aşk nuru ile aydınlanır. Malım mülküm servetim, hepsi evde kaldı, Eşim dostum akrabam, geçtiğim yolda kaldı, Dostlarımdan birisi, benden hiç ayrılmadı, Allah için yaptığım iyilikler bende kaldı. Sensiz benim bir dem karara mecalim yok, İhsanını ta’dâ da imkânım yok. Tenimdekihertüyeğerdillense.” hesap vermeye mecalim yok.” onlara Karamanoğlunun, Yunusun, Âşık Paşanın, Alevi halk ozanlarımızın feryatlarına Süleyman Çelebinin Türkçe Mevlidi de(1409) yetişmesine karşın Osmanlının Türkçemizi boğmasına yetmedi. Osmanlılar döneminde,1876 anayasasının 18’inci maddesine,”Devlet hizmetinde çalışabilmek için, Devlet dili olan Türkçeyi bilme” şartı konulmuştur. Türkçe; Acem hayranı Anadolu Selçuklularını yıktığı gibi, Arap hayranı Osmanlılara da diz çöktürmüştü.1960 Darbesinden sonra, Cumhurbaşkanlığına aday bir anayasa profesörümüz,”Arapça öğrenerek Arap milletleri potasında erimemizi “önermesine karşılık, bir İngiliz bilim adamı olan MÜLLER bakınız ne söylemişti!” “Türkçenin bir gramer kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olmayanlar için bile bir zevktir. Türlü gramatikal şekillerin belirtilmesindeki ustalık, isim be fiil çekimindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık kolayca anlaşılabilme yeteneği insan zekasının dil aracıyla beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır. Adet olarak, Türk dilindeki duygu ve düşüncenin en ince ayrıtlarını belirtebilme, ses ve şekil öğelerini baştan sona dek düzenli ve duygulu olan bir sisteme göre birbirleri ile bağdaştırıp dizileme gücü, insan zekâsının dilde gerçekleşen bir başarısı olarak belirir. Birçok dillerde bu gibi olaylar gözden perdelenmiştir. Onlar çözülmez kayalar gibi karşımızda durur. Ancak, dilcinin mikroskobuyla dil yapısındaki organik öğeler ortaya çıkarılır. Türk dilinde ise, herşey saydamdır, apaçıktır. Dilin iç ve dış yapısı billur bir arı kovanı yapısını seyrediyormuş gibi ortadadır. Türk dili, seçkin bilginler kurulunun uzun bir çalışma ve oylamasıyla yapılmış sayılacak düzgünlüktedir. Ne var ki, hiçbir kurul, Tataristan bozkırlarında kendi kendilerine yaşayan bu insanların ,, doğuştan edinilen ve yeryüzündeki benzerlerinden hiç aşağı olmayan bir dil duygusu kuralları ya da içgüdü ile ortaya koydukları bu dil gibi güzel bir dil yaratamazdı!”AGOP DİLAÇAR, S.G.E.S.12-13.Osman Türkoğuz,Halifelik s.49-50. Şecere’yi Terakime=Türk Şeceresini yazan Ebu’l Gazi Bahadır Han, Türklerden söz ederken, anlatacağı şerefli olayları,”övünme” sanacak kimselere, Tanrı kendisini Türk olmak itibariyle zaten şerefli yarattığından, böyle bir şeye ihtiyacı olmayacağını,”söylüyor. Şükrü Kurgan, s.g.e. s.199. 55 En Eski Türk metinlerinden örnek vermemiz gerekiyorsa, KÖK/GÖK/TÜRK Metinlerinden başlamamız gerekir: “Öze Tengri basmazer, asra yer telinmeser, Türk budun, ilingin törüngin kim artatı? “Ey Türk Milleti! Üstten gök çökmese, alttan yer delinmese senin elini ve töreni kim bozar? s.g.e. EK.II. Uygur Türklerinden bir örnek: “Ata bir, ana bir uyalar bu halk, Tefavütleri yok öte öttise.”-Bu millet, aynı baba ve aynı anadandır, bireyleri de eşittir. İçlerinden birileri geçerse bu bir fark sayılmaz. Bir gurur nedeni de değildir. A.E.EK.ııı. İngiliz Tarihçisi wels,”Türkler memleketinde, her Türk Efendidir. Beydir. Bunun için aralarında geçimsizlik eksik değildir. Çünkü ,hiç biri kendini diğerinden aşağı tanımaz. Türkler, kendi memleketlerinden çıkıp ta yabancı ellere vardıklarında padişah olurlar. Tıpkı denizin dibindeki incilere benzerler. Bunlar, denizin dibinde iken bir şey değildirler. Çıkınca da en yüksek değeri kazanırlar!” “Birgün Abbasi Halifelerinden Memun, şairleri huzurunda toplayarak, milliyetleri ile övünmelerini emretmiş! Arap Şair; Hz.Muhammedin Arap olduğundan, Kuranın da Arap dili ile geldiğinden, Arabın soyluluğundan söz etmiş! Acem Şair; Kisraların saraylarından, Acem ihtişam ve daratından dem vurmuş! Rum Şair; Eski Yunan sanat, mimari ve diğer büyüklüklerini, Sokrat’ın, Eflatun’un, Aristo’nun Yunanlı olduğundan, Homeros’un Kör olduğu halde Odise ve İlyada destanını manzum olarak yazdığından, Truva savaşından söz ederek susmuş! Sıra Türk Ozana geldiğin de Halife, alaycı bir tavırla: “Haydi, sen de milliyetinle övün bakalım!”Demiş. Diğer Şairler, şaşkınca, bu Türk neyi söyleyebilir, övünecek neleri var ki dercesine, bizim Ozana bakmaya başlamışlar! Türk Ozan, sazını tıngırdatarak,”Benim doğduğum Türk illerinde gerçi ne Arabın, ne Acemin, ne de Yunanlının övündüğü şeyler yoktur. Fakat; bu topraklarda Tanrı köle yaratmaz!”Demiş. Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali Profesör Dr.N. Tonga:”Türkler, geniş demokrasi, din ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin, bütün zeki, atılgan ve değerli insanlara sokağın toz ve çamurları içinden debdebeli vezir atına binmeye kadar imkân bahşediyordu.”M.E. Bozkurt, s,g.e.s.358-359. 56 Türk ulusunun İslamiyetken önceki kültürünü, ulusal tarihini ve sosyal yaşantısı iyice kavrayabilmemiz için en Eski Türk metinlerinden örnekler vermemiz gerekmektedir. GÖK—KÖK--TÜRK YAZITLARI. “Bilge Kağan Yazıtı” “Bilge Kağan Yazıtı, Göktürk yazıtlarından biridir. Bilge Kağan Yazıtı (Kitâbesi),Moğolistan`da Orhon Irmağı yakınlarında bulunmaktadır. Bilge Kağan Yazıtı ile Kül Tigin Yazıtı arasındaki uzaklık bir kilometredir. İskandinav runik harflere benzeyen Köktürk yazısı ile yazılmıştır.” Bilge Kağan Yazıtı hakkında bilgiler Göktürk Yazıtlarından biridir. Bilge Kağan Yazıtı (Kitâbesi ), Moğolistan Orhon Irmağı yakınlarında bulunmaktadır. Bilge Kağan Yazıtı ile Kül Tigin Yazıtı Kül Tigin yazıtları Moğolistan`da Orhon Irmağı yakınlarında bulunmaktadır. Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtları arasındaki uzaklık yaklaşık olarak bir kilometredir. Yazıtlar İskandinav runik harflere benzeyen Köktürk yazısı ile yazılmıştır. Tümü: http://www.turkcebilgi.com/kül_tigin_yazıtı Arasındaki uzaklık bir kilometredir. İskandinav runik harflere benzeyen Köktürk yazısı ile yazılmıştır. Yazıtın Ebatları ve Satır Sayısı Bilge Kağan yazıtının yüksekliği 3.80 metredir. Doğu yüzünde 41 satır, güney ve kuzey yüzlerinde 15`er satır yer almaktadır. Böylece Türkçe Yazılmış olan toplam satır sayısı 71’i bulmaktadır. Batı yüzünde ise Çince olan toplam satır sayısı 71’i bulmaktadır. Batı yüzünde ise Bir yazı yer almaktadır. Kuzey yüzünün ilk 8 satırı ın güney yüzünde yer alan ilk 11 satır ile aynıdır. Ayrıca doğu yüzündeki ilk 24 satır ile Kül Tigin Yazıtın doğu yüzünde yer alan ilk 30 satır aynıdır. Yazıt Hakkında Bu yazıt, Kül Tigin Yazıtına Oranla daha çok tahribat görmüştür. Bu nedenle metinler kesik ya da okunamaz durumdadır. Bu yazıtta konuşan Bilge Kağandır. Yazıt, 734 yılında ölen Bilge Kağan Anısına, 735 yılında oğlu Tenri Kağan Tarafından dikilmiştir. Yazıt, Kağan’ın Yeğeni Yoluğ Tekin Tarafından yazılmıştır. 57 Göktürk Yazıtların: “Göktürk yazıtları üç taştan oluşur: Tonyukuk anıtı 716, Köl Tigin (Kültigin) anıtı 732, Bilge Kağan anıtı 735 yılında dikilmiştir. Köl Tigin yazıtı, Bilge Kağan'ın ağzından yazılmıştır. Kültigin, Bilge Kağan'ın kardeşi, buyrukçu ihtiyar Tonyukuk ise veziridir. Anıtların olduğu yerde yalnızca dikilitaşlar değil, yüzlerce heykel, balbal, şehir harabeleri, taş yollar, su kanalları, koç ve kaplumbağa heykelleri, sunak taşları bulunmuştur. Tümü: http://www.turkcebilgi.com/göktürk_yazıtları ı oluşturan Bilge Kağan Yazıtı 735 yılında dikilmiştir. Diğer iki yazıt ise Tonyukuk yazıtı(716) ve Kül (Köl) Tigin (732) yazıtıdır. Orijinal metinden günümüz Türkçesine çevrilen aşağıdaki metindeki cümlelerde, cümle yapısı büyük ölçüde korunmuştur.” “Ben, Tanrı gibi gökte doğmuş Türk Bilge Kağan, şimdi tahtıma oturdum. Sözlerimi sonuna kadar dinleyin, bütün küçük kardeşlerim ve yeğenlerim, Prenslerim(oğullarım),bütün milletim, sağdaki Şadapıt Beyler, soldaki Tarkan Buyruk Beyler, Otuz Tatar, Dokuz Oğuz Beyleri, bu sözlerimi iyice işit, kulağına küpe et: “Şarkta gün doğusuna, cenupta gün ortasına, garpta gün batısına, şimalde gece ve ortasına doğru (bu çevre içindeki) bütün milletler hep bana tabidirler..Türk Kağanı şimdiki gibi ve fesat olmaksızın,Ötüken ormanında oturdukça elde sıkıntı olmayacaktır.(Kutluğ Kağanın devlet için seçtiği bir yer olan Ötüken ormanı,Çinden uzak ve savaş için çok elverişli bir kara üssü idi.Kitabede,Türklere burasını terk ettirmek için yapılan Çin propagandaları anlatılmakta ve Türklerin burayı bırakırlarsa ölecekleri ,gayet kati bir dille anlatılmaktadır.)Şarkta Şandun ovasına kadar sefer ettim.Az kaldı denize varacaktım.Cenupta Tokuz Ersin’e kadar sefer ettim,az kaldı Tibet’e varacaktım.Garpta İnci Nehrini geçerek Demir Kapıya kadar sefer ettim .Şimalde yer ,yer Bayırku’ların yerine kadar sefer ettim.Türkleri bunca yerlere kadar yürüttüm.Ötüken ormanında yabancı hükümdar yoktu,memleketi idare edecek yerde burasıydı.Burada yerleşip Çin milleti ile aramı düzelttim.Altın;gümüş,ipek gibi şeyleri hesapsız,öylece veren Çin milletinin sözü tatlı,hediyeleri yumuşaktı,bu tatlı dil ve yumuşak hediyelerle kandırmak(bend etmek suretiyle) uzaktaki milletleri yakınlaştırıyordu.(Çünkü Çinliler kendi sınırlarından uzakta yaşayan Türklere bir şey yapamıyorlar,ancak hudutlarına yakın gelince ,bazen burada söylendiği gibi hediyelerle kandırarak ,bazen da aralarına nifak sokarak,onları yenmeye muvaffak oluyorlar…” “Ey! Türk Milleti, birçoklarınız Ç:inlilerin tatlı sözleri, yumuşak hediyeleriyle bozularak öldünüz.İçinizdeki kötü insanlar,sizi şöyle teşvik ediyorlardı:”..uzakta iseler kötü,yakında iseler iyi hediyeler verirler!”Deyip,böylece kışkırttılar.Cahil kimseler bu sözlere inanıp yaklaşarak,çoğunuz öldünüz.Türk Milleti;oraya yine varırsan öleceksin. Ötüken ormanında oldukça, yurdunu ebediyen tutacaksın.(yurduna ebediyen sahip olacaksın).Türk Milleti, sen açken tokluk nedir bilmezsin, fakat bir defa tok olunca da açlık 58 nedir bilmezsin. EK.”Türklere bir şeyi zorla kabul ettirmeye kalkarsanız panter gibi üstünüze atlayarak sizi parçalarlar. Güler yüzle ve tatlı sözle onların vermeyecekleri şeyleri yoktur!”Bir İtalyan Bilgini..Ostüzü. Yaratılınca, bütün yoksul milleti topladım, fakir milleti zengin, az milleti çok ettim, sözlerimde yalan var mı? “üstte mavi gök, altta kara yer yaratılınca ikisi arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğulları üzerinde de atalarım(babam ve dedem)BUMİN Kağan ve İstemi Kağan tahta geçmişler(oturmuşlar).Tahta oturarak Türk Milletinin ülke ve kanunlarını idare ve tanzim etmişler. Dört bucak hep düşmanmış, asker sevk ederek bu dört bucaktaki milletleri hep hükümleri altına almışlar, savaştan vazgeçirmişler, başlarına baş eğdirmişler, dizlilerine diz çöktürmüşler. Milleti doğuda Kadırkan ormanına, batıda demir kapıya kadar kondurup yerleştirmişler. Bu iki sınır arasında sahipsiz, teşkilatsız kalan Göktürkler oturuyormuş. Onlar bilgili kahraman hakanlarmış. Buyrukları(yüksek memurları, erkânı da) böyle bilgili ve kahramanmışlar. Onların beyleri ve milleti de yine böyle birbirlerine uygunmuş;onun için memleketi böyle muhafaza ve kanunlar tanzim etmişler.Nihayet vadesi gelerek ölmüş.yuğcu ve ağlayıcı olarak doğuda gün doğusundan ..Çinliler,Tibetliler,Aparlar,Apurumlar,Kırgızlar,ÜçKurıkanlar,Oğuz Tatarlar,Kıtaylar,Tatabılar,bütün bu milletler gelerek ağlamış ve matem tutmuşlar, o kadar meşhur Kağanmış.Ondan sonra küçük kardeşler ve oğullar(yeğenler)babaları gibi yaratılmadıklarından bilgisiz ve kötü Kağanlar tahta oturmuşlar.Bunların buyrukları da yine böyle,bilgisiz ve kötü imişler.:..Çin milletine bey olan oğullar köle,afif kızlar cariye oldular.Türk Beyleri Türk adlarını unutup,Çin Beylerinin Çince adlarını aldılar ve Çin Hakanına tabi olarak,tam elli yıl,işlerinize güçlerini ona verdiler.Kazançlarını terk ettiler.”EK:Anadolu Selçuklularında da aynı hastalığı görmekteyiz.Hep Acem adları:Alaaddin Keykubat,Alaaddin Keyhüsref gibi.Günümüzde de,Mustafa Kemal Atatürk’e rağmen aynı hastalık sürüp gitmektedir! “Türk Milletinin halk kısmı şöyle demiş:”Ben,kendi eli olan hür bir millettim.şimdi elim nerede ve kime el kazanmaktayım!?Ben Kağanı olan hür bir millettim,Kağanım nerede ve hangi Kağana iş görüyorum!?Demiş.Böyle diyerek de Çin Hakanına düşman olmuş!?””Yukarıdaki Türk Tanrısı,Türkün mukaddes Yir-Sub’ları böyle dediler..”Türk milleti yok olmasın ,tekrar(hür) bir millet olsun,”diye babam Elteriş Kağanla anam İlbilge Hatunu göğün tepesinde tutup yükseltmişler.Babam Kağan,onyedi erle dışarıya çıkmış(huruç yapmış),”dışarı yürüyor” haberini işiten şehirdekiler dağa çıkmışlar,dağdakiler inmişler,toplanıp Yetmiş kişi olmuşlar.EK:Spartaküs te Yetmişüç Gladyatör ile Roma İmparatorluğuna başkaldırmıştı.Tanrının verdiği güçten dolayı,babam Kağanın askeri kurt,düşmanınki koyun gibiymiş.Alahın yardımı ile Ondört yaşımda Tarduş millet başında Şad’dım.Amcam Kağanla doğuda Yeşil nehre Şandun ovasına,batıda Demir kapıya ,Gökmen ovasındaki Kırgızların yerine kadar asker sevk ettik.Hepsi birden yirmi beş seferle onüç savaş ettik,ellileri elsiz,kağanlıları kağansız eyledik,dizlilere de diz çöktürdük,başlılara baş eğdirdik..” 59 “”Türk Oğuz Beyleri ve Türk Milleti dinleyin!”Üstten gök çökmese,altta yer delinmese ,senin elini ve töreni kim bozar?!” Orhun Abideleri ve Yazıtları KÜLTİĞİN ANITI: Tam Türkçe Metin Çevirisi Güney Yüzü: Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum. Sözümü tamimiyle işit. Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, milletim, güneydeki Şadpıt beyleri, kuzeydeki Tarkat, Buyruk beyleri, Otuz Tatar Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü iyice işit, adamakıllı dinle: Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi kötü değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur. Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı. Güneyde Dokuz Ersin’e kadar ordu sevk ettim, Tibet’e ulaşmama az kaldı. Batıda İnci nehrini geçerek Demir Kapı’ya kadar ordu sevk ettim. Kuzeyde Yir Bayırku yerine kadar ordu sevk ettim. Bunca yere kadar yürüttüm. Ötüken ormanından daha iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş. Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa, kabilesi, milleti, akrabasına kadar barındırmazmış. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok, çok, Türk milleti, öldün; Türk milleti, öleceksin! Güneyde Çogay ormanına, Tögültün ovasına konayım dersen, Türk milleti, öleceksin! Orda kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına gidip, çok insan, öldün! O yere doğru gidersen, Türk milleti öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiç bir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın. Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Açlık, tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlığı düşünmezsin. Öyle olduğun için, beslemiş olan kağanının sözünü almadan her yere gittin. Hep orda mahvoldun, yok edildin. Orda, geri kalanınla her yere hep zayıflayarak, ölerek yürüyordun. Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için, kağan oturdum. Kağan oturup aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Yoksa bu sözümde yalan var mı? Türk beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp il tutacağını burda vurdum. Yanılıp öleceğini yine burda vurdum. Her ne sözüm varsa ebedî taşa vurdum. Ona bakarak bilin. Şimdiki Türk milleti, beyleri, bu zamanda itaat eden beyler olarak mı yanılacaksınız? Ben ebedî taş yontturdum. Çin kağanından resimci getirdim, resimlettim. Benim sözümü kırmadı. Çin kağanının maiyetindeki resimciyi gönderdi. Ona bambaşka türbe yaptırdım. İçine dışına bambaşka resim vurdurdum. Taş yontturdum. Gönüldeki sözümü vurdurdum. On Ok oğluna, yabancına kadar bunu görüp bilin. Ebedî taş yontturdum. İl ise, şöyle daha erişilir yerde ise, işte öyle erişilir yerde ebedî taş yontturdum, yazdırdım. Onu görüp öyle bilin. Şu taşdım. Bu yazıyı yazan yeğeni Yollug Tigin. 60 Doğu Yüzü: Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tâbi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Doğuda Kadırkan ormanına kadar, batıda Demir Kapı’ya kadar kondurmuş. İkisi arasında pek teşkilâtsız Göktürk öylece oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş. Buyruku yine bilgili imiş tabiî, cesur imiş tabiî. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabiî. İli tutup töreyi düzenlemiş. Kendisi öylece vefat etmiş. Yasçı, ağlayıcı, doğuda gün doğusundan Bökli Çöllü halk, Çin, Tibet, Avar, Bizans, Kırgız, Üç Kurıkan, Otuz Tatar, Kıtay, Tatabı, bunca millet gelip ağlamış, yas tutmuş. Öyle ünlü kağan imiş. Ondan sonra küçük kardeşi kağan olmuş tabiî, oğulları kağan olmuş tabiî. Ondan sonra küçük kardeşi büyük kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur. Buyruku da bilgisizmiş tabiî, kötü imiş tabiî. Beyleri, milleti ahenksiz olduğu için, Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirdiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin milletine beylik erkek evladı kul oldu, hanımlık kız evlâdı cariye oldu. Türk Beyler Türk adını bıraktı. Çinli Beyler Çin adını tutup, Çin kağanına itaat etmiş. Elli yıl işi gücü vermiş. Doğuda gün doğusunda Bökli kağana kadar ordu sevk edivermiş. Batıda Demir Kapıya kadar ordu sevk edivermiş. Çin kağanına ilini, töresini alı vermiş. Türk halk kitlesi şöyle demiş: İlli millet idim, ilim şimdi hani, kime ili kazanıyorum der imiş. Kağanlı millet idim, kağanım hani, ne kağana işi gücü veriyorum der imiş. Öyle diyip Çin kağanına düşman olmuş. Düşman olup, kendisini tanzim ve tertip edemediğinden yine teslim olmuş. Bunca işi gücü verdiğini düşünmeden, Türk milletini öldüreyim, kökünü kurutayım der imiş. Yok olmaya gidiyormuş. Yukarıda Türk tanrısı, Tük mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye babam İlteriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu göğün tepesinde tutup yukarı kaldırmış olacak. Babam kağan on yedi erle dışarı çıkmış. EK:(Mirliva Mustafa Kemal Paşa da,19 kişi olarak Samsuna çıkmıştı. Muhafız takımı ile birlikte mevcutları da 49 kişi idi.) Dışarı yürüyor diye ses işitip şehirdeki dağa çıkmış, dağdaki inmiş, toplanıp yetmiş er olmuş. Tanrı kuvvet verdiği için babam kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş. Doğuya, batıya asker sevk edip toplamış, yığmış. Hepsi yedi yüz er olmuş. Yedi yüz er olup ilsizleşmiş, kağansızlaşmış milleti, cariye olmuş, kul olmuş milleti, Türk töresini bırakmış milleti, ecdadımın töresince yaratmış, yetiştirmiş. Tölis, Tarduş milletini orda tanzim etmiş. Yabguyu, şadı orda vermiş. Güneyde Çin milleti düşman imiş. Kuzeyde Baz Kağan, Dokuz Oğuz kavmi düşman imiş. Kırgız, Kurıkan, Otuz Tatar, Kıtay, Tatabı hep düşman imiş. Babam kağan bunca… Kırk yedi defa ordu sevk etmiş, yirmi savaş yapmış. Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizletmiş, kağanlıyı kağansızlatmış, düşmanı tâbi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiş. Babam kağan öylece ili, töreyi kazanıp, uçup gitmiş. Babam kağan için ilkin Baz Kağanı balbal olarak dikmiş. O töre üzerine kağan oturdu. Amcam kağan oturarak Türk milletini tekrar tanzim etti, besledi. Fakiri zengin kıldı, azı çok kıldı. Amcam kağan oturduğunda kendim Tarduş milleti üzerinde şad idim. Amcam kağan ile doğuda Yeşil Nehir, Şantung ovasına kadar ordu sevk ettik. Batıda Demir Kapıya kadar ordu sevk ettik. Kögmeni aşarak Kırgız ülkesine kadar ordu sevk ettik. Yekûn olarak yirmi beş defa ordu sevk ettik, on üç defa savaştık. 61 İlliyi ilsizleştirdik, kağanlıyı kağansızlaştırdık. Dizliye diz çöktürdük, başlıya baş eğdirdik. Türgiş Kağanı Türkümüz, milletimiz idi. Bilmediği için, bize karşı yanlış hareket ettiği için kağanı öldü. Buyruku, beyleri de öldü. On Ok kavmi eziyet gördü. Ecdadımızın tutmuş olduğu yer, su sahipsiz olmasın diye Az milletini tanzim ve tertip edip… Bars Bey idi. Kağan adını burda biz verdik. Küçük kız kardeşim prensesi verdik. Kendisi yanıldı, kağanı öldü, milleti cariye, kul oldu. Kögmenin yeri, suyu sahipsiz kalmasın diye Az, Kırgız kavmini düzene sokup geldik. Savaştı ilini geri verdik. Doğuda Kadırkan ormanını aşarak milleti öyle kondurduk, öyle düzene soktuk. Batıda Kengü Tarmana kadar Türk milletini öyle kondurduk, öyle düzene soktuk. O zamanda kul kullu olmuştu. Cariye cariyeli olmuştu. Küçük kardeş büyük kardeşini bilmezdi, oğlu babasını bilmezdi. Öyle kazanılmış, düzene sokulmuş ilimiz, töremiz vardı. Türk, Oğuz Beyleri, milleti, işitin: Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini töreni kim boza bilecekti? Türk milleti, vazgeç, pişman ol! Disiplinsizliğinden dolayı, beslemiş olan bilgili kağanınla, hür ve müstakil iyi iline karşı kendin hata ettin, kötü hâle soktun. Silahlı nereden gelip dağıtarak gönderdi? Mızraklı nereden gelerek sürüp gönderdi. Mukaddes Ötüken ormanının milleti, gittin. Doğuya giden, gittin. Batıya giden, gittin. Gittiğin yerde hayrın şu olmalı: Kanın su gibi koştu, kemiğin dağ gibi yattı. Beylik erkek evlâdın kul oldu, hanımlık kız evlâdın cariye oldu. Bilmediğin için, kötülüğün yüzünden amcam, kağan uçup gitti. Önce Kırgız kağanını balbal olarak diktim. Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye, babam kağanı, annem hatunu yükseltmiş olan Tanrı, il veren Tanrı, Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye, kendimi o Tanrı kağan oturttu tabiî. Varlıklı, zengin millet üzerine oturmadım. İşte aşsız, dışta elbisesiz; düşkün, perişan milletin üzerine oturdum. Küçük kardeşim Kül Tigin ile konuştuk. Babamızın, amcamızın kazanmış olduğu milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile iki şad ile öle yite kazandım. Öyle kazanıp bütün milleti ateş, su kılmadım. Ben kendim kağan oturduğumda, her yere gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak çıplak olarak dönüp geldi. Milleti besleyeyim diye, kuzeyde Oğuz kavmine doğru, doğuda Kıtay, Tatabı kavmine doğru, güneyde Çine doğru on iki defa büyük ordu sevk ettim, savaştım. Ondan sonra, Tanrı bağışlasın, devletim var olduğu için, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tabi kıldım, düşmansız kıldım. Hep bana itaat etti. İşi gücü veriyor. Bunca töreyi kazanıp küçük kardeşim Kül Tigin kendisi öylece vefat etti. Babam kağan uçtuğunda küçük kardeşim Kül Tigin yedi yaşında kaldı. Umay gibi annem hatunun devletine küçük kardeşim Kül Tigin er adını aldı. On altı yaşında, amcam kağanın ilini, töresini şöyle kazandı: Altı Çub Soğdaka doğru ordu sevk ettik, bozduk. Çinli Ong vali, elli bin asker geldi, savaştık. Kül Tigin yaya olarak atılıp hücum etti. Ong valinin kayın biraderini, silâhlı, elle tuttu, silâhlı olarak kağana takdim etti. O orduyu orda yok ettik. Yirmi bir yaşında iken, Çaça Generale karşı savaştık. En önce Tadıgın, Çorun boz atına binip hücum etti. O at orda öldü. İkinci olarak Işbara Yamtar’ın boz atına binip hücum etti. O at orda öldü. Üçüncü olarak Yigen Silig Beyin giyimli doru atına binip hücum etti. O at orda öldü. Zırhından kaftanından yüzden fazla ok ile vurdular, yüzüne başına bir tane değdirmedi. Hücum ettiğini, Türk Beyleri, hep bilirsiniz. O orduyu orda yok ettik. Ondan sonra Yir Bayırkunun Uluğ Irkini düşman oldu. Onu dağıtıp Türgi Yargun Gölünde bozduk. Uluğ İrkin azıcık erle kaçıp gitti. Kül Tigin yirmi altı yaşında iken Kırgıza doğru ordu sevk ettik. Mızrak batımı karı söküp, Kögmen ormanını aşarak yürüyüp Kırgız kavmini 62 uykuda bastık. Kağanı ile Songa ormanında savaştık. Kül Tigin, Bayırku’nun ak aygırına binip atılarak hücum etti. Bir eri ok ile vurdu, iki eri kovalayıp takip ederek mızrakladı. O hücum ettiğinde, Bayırku’nun ak aygırını, uyluğunu kırarak, vurdular. Kırgız kağanını öldürdük, ilini aldık. O yılda Türgiş’e doğru Altın ormanını aşarak, İrtiş nehrini geçerek yürüdük. Türgiş kavmini uykuda bastık. Türgiş kağanının ordusu Bolçu’da ateş gibi, fırtına gibi geldi. Savaştık. Kül Tigin alnı beyaz boz ata binip hücum etti. Alnı beyaz Boz Aygırı tutturdu. İkisini kendisi yakalattı. Ondan sonra tekrar girip Türgiş kağanının buyruku Az valisini elle tuttu. Kağanını orda öldürdük, ilini aldık. Türgiş avam halkı hep tâbi oldu. O kavmi Tabarda kondurduk Soğd milletini düzene sokayım diye İnci nehrini geçerek Demir Kapıya kadar ordu sevk ettik. Ondan sonra Türgiş avam halkı düşman olmuş. Kengeris’e doğru gitti. Bizim askerin atı zayıf, azığı yok idi. Kötü kimse er, kahraman er bize hücum etmişti. Öyle bir zamanda pişman olup Kül Tigini az erle eriştirip gönderdik. Büyük savaş savaşmış. Türgiş avam halkını orda öldürmüş, yenmiş. Tekrar yürüyüp… Kuzey Yüzü: “… İle Koşu vali ile savaşmış. Askerini hep öldürmüş. Evini, malını eksiksiz hep getirdi. Kül Tigin yirmi yedi yaşına gelince Karluk kavmi hür ve müstakil iken düşman oldu. Tamag Iduk Başta savaştık. Kül Tigin o savaşta otuz yaşında idi. Alp Şalçı ata binip atılarak hücum etti. İki eri takip edip kovalayarak mızrakladı. Karluk’u öldürdük, yendik. Az milleti düşman oldu. Kara Göl’de savaştık. Kül Tigin otuz bir yaşında idi. Alp Şalçı akına binip atılarak hücum etti. Az ilteberini tuttu. Az milleti orda yok oldu. Amcam kağanın ili sarstığında; millet, hükümdar ikiye ayrıldığında; İzgil milleti ile savaştık. Kül Tigin Alp Şalçı akına binip atılarak hücum etti. O at orda düştü. İzgil milleti öldü. Dokuz Oğuz milleti kendi milletim idi. Gök, yer bulandığı için düşman oldu. Bir yılda beş defa savaştık. En önce Togu Balıkta savaştık. Kül Tigin Azman akına binip atılarak hücum etti. Altı eri mızrakladı. Askerin hücumunda yedinci eri kılıçladı. İkinci olarak Kuşalgukta Ediz ile savaştık. Kül Tigin Az yağızına binip, atılarak hücum edip bir eri mızrakladı. Dokuz eri çevirerek vurdu. Ediz kavmi orda öldü. Üçüncü olarak Bolçuda Oğuz ile savaştık. Kül Tigin Azman akına binip hücum etti, mızrakladı. Askerini mızrakladık, ilini aldık. Dördüncü olarak Çuş başında savaştık. Türk milleti ayak titretti. Perişan olacaktı. İlerleyip gelmiş ordusunu Kül Tigin püskürtüp, Tongradan bir boyu, yiğit on eri Tonga Tigin mateminde çevirip öldürdük. Beşinci olarak Ezginti Kadız’da Oğuz ile savaştık. Kül Tigin Az yağızına binip hücum etti. İki eri mızrakladı, çamura soktu. O ordu orda öldü. Amga kalesinde kışlayıp ilkbaharında Oğuza doğru ordu çıkardık. Kül Tigini evin başında bırakarak, müdafaa tedbiri aldık. Oğuz düşman, merkezi bastı. Kül Tigin öksüz akına binip dokuz eri mızrakladı, merkezi vermedi. Annem hatun ve analarım, ablalarım, gelinlerim, prenseslerim, bunca yaşayanlar cariye olacaktı, ölenler yurtta yolda yatıp kalacaktınız. Kül Tigin olmasa hep ölecektiniz. Küçük kardeşim Kül Tigin vefat etti. Kendim düşünceye daldım. Görür gözüm görmez gibi, bilir aklım bilmez gibi oldu. Kendim düşünceye daldım. Zamanı Tanrı yaşar. İnsanoğlu hep ölmek için türemiş. Öyle düşünceye daldım. Gözden yaş gelse mani olarak, gönülden ağlamak gelse geri çevirerek düşünceye daldım. Müthiş düşünceye daldım. İki şadın ve küçük kardeş yeğenimin, oğlumun, beylerimin, milletimin gözü kaşı kötü olacak diyip düşünceye daldım. Yasçı, ağlayıcı olarak Kıtay, Tatabı milletinden başta Udar General geldi. Çin kağanından İsiyi Likeng geldi. On binlik hazine, altın, gümüş fazla, fazla getirdi. Tibet kağanından vezir geldi. Batıda gün batısındaki Soğd, İranlı, Buhara ülkesi halkından 63 Enik General, Oğul Tarkan geldi. On Ok oğlum Türgiş kağanından Makaraç mühürdar, Oğuz Bilge mühürdar geldi. Kırgız kağanından Tarduş İnançu Çor geldi. Türbe yapıcı, resim yapan, kitâbe taşı yapıcısı olarak Çin kağanının yeğeni Çang General geldi. Kuzeydoğu Yüzü: Kül Tigin koyun yılında on yedinci günde uçtu. Dokuzuncu ay, yirmi yedinci günde yas töreni tertip ettik. Türbesini, resimini, kitâbe taşını maymun yılında yedinci ay, yirmi yedinci günde hep bitirdik. Kül Tigin kendisi kırk yedi yaşında bulut çöktürdü. Bunca resimciyi Tuygut vali getirdi. Güneydoğu Yüzü: Bunca yazıyı yazan Kül Tiginin yeğeni Yollug Tigin, yazdım. Yirmi gün oturup bu taşa, bu duvara hep Yollug Tigin, yazdım. Değerli oğlunuzdan, evlâdınızdan çok daha iyi beslerdiniz. Uçup gittiniz. Gökte hayattaki gibi… Güneybatı Yüzü: Kül Tiginin altınını, gümüşünü, hazinesini, servetini, dört binlik at sürüsünü idare eden Tuygut bu. Beyim prens yukarı göktaş yazdım. Yollug Tigin. Batı Yüzü: Batıdan Soğd baş kaldırdı. Küçük kardeşim Kül Tigin için, öle yite işi gücü verdiği için, Türk Bilge Kağanı, nezaret etmek üzere, küçük kardeşim Kül Tigini gözeterek oturdum. İnançu Apa Yargan Tarkan adını verdim. Onu övdürdüm.”(EK: Bilge Kağan, bir Çinli kızla gerdeğe girerken 57 yaşında, bıçaklanarak öldürülmüştür.) Vezir Tonyukuk Anıtı:: Tam Türkçe Metin Çevirisi: Şükrü Kurgan, İzahlı Metinler Ans.S.53-59, Birinci Taş, ( Batı Cephesi ) “Ben Bilge Tonyukuk’um. Çin ülkesinde doğdum. Türk milleti Çin’de tutsak idi. Türk milleti hanını bulmayınca Çin’den ayrıldı, han sahibi oldu. Hanını bırakıp yine Çin’e tutsak düştü. Tanrı şöyle demiş: Han verdim, hanını bırakıp tutsak düştün. Tutsak düştüğün için Tanrı öldürdü. Türk milleti öldü, bitti, yok oldu. Türk Sır milletinin yerinde boy kalmadı. Ormanda, dışarıda kalmış olanlar toplanıp yedi yüz er oldular. İki bölüğü atlı idi, bir bölüğü yaya idi. Yedi yüz kişiyi idare edenlerin büyüğü şad idi; danışman ol dedi, danışmanı ben oldum, Bilge Tonyukuk. (Şadı) kağan mı yapayım diye düşündüm. Arık boğa ile semiz boğa arkada oldukça; semiz boğa mı, arık boğa mı bilinmezmiş diye düşündüm. Bunun üzerine, Tanrı akıl verdiği için onu ben kağan yaptım. İlteriş Kağan olunca, Bilge Tonyukuk Boyla Baga Tarkan ile İlteriş, güneyde Çinli’yi, doğuda Kıtay’ı, kuzeyde Oğuz’u pek çok öldürdüler. Danışmanı, yardımcısı ben idim. Çogay’ın kuzeyi ile Kara Kum’da oturuyorduk. 64 Birinci Taş, (Güney Cephesi) Geyik yiyerek, tavşan yiyerek oturuyorduk. Milletin karnı tok idi. Düşmanımız çevremizde ocak gibi idi, biz ateş idik. Böyle otururken Oğuz’dan casus geldi. Casusun sözü şöyle idi: Dokuz Oğuz boyu üzerine kağan oturmuş; Çin’e Kunı Sengün’ü göndermiş; Kıtay’a Tongra Esim’i göndermiş. Şu haberi göndermiş: Azıcık Türk (Köktürk) boyu var; fakat kağanı yiğit, danışmanı bilgili. Bu iki kişi var oldukça seni, Çinliyi öldürecek, diyorum; doğuda Kıtay’ı öldürecek, diyorum; beni, Oğuz’u mutlaka öldürecek diyorum. Çinli, sen güney yönünden saldır; Kıtay, sen doğu yönünden saldır; ben de kuzey yönünden saldırayım; Türk Sır boyunun yerinde hiç kimse kalmasın; mümkünse hepsini yok edelim, diyorum. Bu haberi işitince gece uyuyasım gelmedi, gündüz oturasım gelmedi. Bunun üzerine kağanıma arza çıktım. Şunu arz ettim: Çinli, Oğuz, Kıtay, bu üçü birleşirse biz kalırız. Dıştan sarılmış gibiyiz. Yufka iken delmek kolay imiş, ince iken koparmak kolay. Yufka kalın olsa delmek zor imiş, ince yoğun olsa koparmak zor. Doğuda Kıtay’dan, güneyde Çin’den, batıda batılılardan, kuzeyde Oğuz’dan gelecek iki üç bin askerimiz var mı acaba? Böyle arz ettim. Kağanım, ben Bilge Tonyukuk’un arzını işitti, gönlünce idare et dedi. Kök Öng’ü çiğneyerek Ötüken ormanına doğru orduyu sevkettim. İnek ve yük arabalarıyla Togla’da Oğuz geldi. Üç bin askeri varmış. Biz iki bin idik. Savaştık. Tanrı yarlıgadı, yendik. Irmağa döküldüler. Pek çoğu da dağıttığımız yerde öldü. Ondan sonra Oğuz tamamıyla geldi. Türk milletini Ötüken yerine, beni, Bilge Tonyukuk’u Ötüken yerine yerleşmiş diye işiten güneydeki millet; batıdaki, kuzeydeki, doğudaki millet geldi. Birinci Taş, (Doğu Cephesi) İki bin idik. İki ordumuz oldu. Türk milleti yaratılalı, Türk kağanı tahta oturalı Şantung şehrine, denize ulaşmış olan yok imiş. Kağanıma arz edip ordu gönderdim. Şantung şehrine, denize ulaştırdım. Yirmi üç şehir zaptettiler. Uykularını burada bırakıp seferde yatıp kalktılar. Çin kağanı düşmanımız idi. On Ok kağanı düşmanımız idi. Kırgızların güçlü kağanı da düşmanımız oldu. Bu üç kağan anlaşıp Altun ormanında birleşelim demişler. Şöyle anlaşmışlar: Doğuda Türk kağanına doğru sefere çıkalım demişler. Eğer biz üzerine yürümezsek, eninde sonunda o bizi, kağanı yiğit, danışmanı bilgili olduğu için, eninde sonunda o bizi mutlaka öldürecektir. Üçümüz birleşip üzerine yürüyelim, hepsini yok edelim demişler. Türgiş kağanı şöyle demiş: Benim milletim oradadır demiş, Türk (Kök-türk) boyu yine karışıklık içindedir, Oğuz’u yine dardadır demiş. Bu sözleri işitince gece yine uyuyasım gelmiyordu, gündüz yine oturasım gelmiyordu. 0 zaman düşündüm. İlkin Kırgız üzerine yürüsek daha iyi olur dedim. Kögmen yolu tek imiş; kapanmış diye işitip bu yoldan yürümek olmaz dedim. Kılavuz istedim. Çöllü Az eri buldum. Az ülke (sinde), Anı belinde bir yol varmış; bir at yolu imiş, onunla gitmiş. Onunla 65 konuşup bir atlının gitmiş olduğunu öğrenince bu yolla gitmek mümkün dedim. Düşündüm ve kağanıma arz ettim. EK: Türk süvari kolordusu da,25/26 Ağustos 1922 gecesi, Ahır Dağındaki dar patikadan Sincan ovasına akmıştı. Kolordu komutanı Mirliva Fahrettin Paşa Sıtmalı ve 41C.Derece hasta iken iki atın arasına konulan sedyenin içinde bu patikadan geçmişti! Birinci Taş, (Kuzey Cephesi) Ordu yürüttüm. At in dedim. Ak Termil’i geçince at bindirdim. At üzerine bindirip karı söktürdüm. Sonra atları yedeğe aldırıp yaya olarak ve ağaçlara tutuna, tutuna yukarı çıkarttım. Öndeki eri çapraz yürüterek ağaç olan tepeyi aştık. Yuvarlanarak indik. On gecede yandaki engeli dolaşarak gittik. Kılavuz yeri şaşırıp boğazlandı. Bunalıp “kağan, yetiş” demiş. Anı suyuna vardık. O sudan aşağı gittik. Yemek için attan iniyor, atı ağaca bağlıyorduk. Gece gündüz dörtnala gittik. Kırgızları uykuda bastık. Uykularını mızrakla açtık. Hanı, ordusunu topladı; savaştık ve yendik. Hanlarını öldürdük. Kırgız boyu kağana teslim oldu, baş eğdi. Geri döndük, Kögmen ormanını dolaşarak geldik. Kırgız’dan döner dönmez Türgiş kağanından casus geldi. Haberi şöyle idi: Doğudan kağana sefer edelim. Biz yürümezsek onlar bizi, kağanı yiğit, danışmanı bilgili olduğu için eninde sonunda onlar bizi mutlaka öldürecek, demiş. Casus, Türgiş kağanı çıkmış dedi, On Ok boyu eksiksiz çıkmış dedi: Çin ordusu da varmış. Bu haberi işittiğimiz sırada katun (kraliçe) vefat etmişti. Kağanım, ben eve ineyim, onun yoğ törenini yapayım dedi. Orduya “gidin Altun ormanında oturun” dedi. “Ordunun başında İni İl Kağan, Tarduş şadı gitsin” dedi. Bilge Tonyukuk’a, bana şunları söyledi : “Bu orduyu ilet” dedi, “ben sana ne söyleyeyim. Kararı istediğin gibi ver” dedi; “gelirse göreceği var, gelmezse haberciyi ve haberi alarak otur” dedi. Altun ormanında oturduk. Üç casus geldi. Haberleri bir: Kağan orduyu çıkardı. On Ok eksiksiz çıktı. Yarış ovasında toplanalım demişler. Bu haberi işitince haberi kağana yolladım. Handan haber geldi: “Oturun, öncüyü ve nöbetçiyi iyice düzenleyin, baskın yapmayın” demiş. Bögü Kağan bana böyle haber yollamış. Apa Tarkan’a ise gizli haber göndermiş. Bilge Tonyukuk kötüdür, kindardır; yanılır; orduyu yürütelim diyecek; kabul etmeyin. Bu haberi işitince ordu yürüttüm. Altun ormanını yol olmaksızın aştık. İrtiş ırmağını geçit olmaksızın geçtik. Gece de yol aldık ve Bolçu’ya şafak sökerken ulaştık.” İkinci Taş,(Batı Cephesi) “Haberciyi getirdiler. Sözü şöyle idi: Yarış ovasında yüz bin asker toplandı dedi. Bu sözü işitince beğler, hep birlikte geri dönelim, zayıfın utancı daha iyidir dediler. Ben şöyle dedim; ben, Bilge Tonyukuk: Altun Ormanını aşarak geldik, İrtiş ırmağını geçerek geldik. Gelenler yiğit dediler duymadılar; tanrı, Umay, mukaddes yer su üzerine çöküverdi. Niçin kaçıyoruz? Çok diye niçin korkuyoruz? Azız diye niçin kendimizi küçümsüyoruz? Hücum edelim dedim. Hücum ettik ve yağmaladık. 66 İkinci gün ateş gibi kızıp geldiler. Savaştık. Bizden iki ucu, yarısı fazla idi. Tanrı yarlıgadığı için çok diye korkmadık ve savaştık. Tarduş şadına kadar kovalayıp dağıttık. Kağanını tuttuk; yabgusunu, şadını orada öldürdük. Elli kadar er yakaladık. Hem o gece halkına haber gönderdik. O haberi işitip On Ok beğleri, halkı hep geldi, baş eğdi. Halkın birazı kaçmıştı. Gelen beğleri ve halkı düzenleyip toplayarak, On Ok ordusunu yürüttüm. Biz de yürüdük. Anı’yı geçtik. İnci ırmağını geçerek Tinsi oğlu denen ebedi Ek dağını aşırdım.” İkinci Taş, (Güney Cephesi) Demir Kapı’ya kadar gittik. Oradan geri döndük. İni İl Kağan’a,Tacikler, Toharlar… Ondan berideki Suk başlı Soğdak kavmi hep gelip baş eğdi. Türk milletinin Demir Kapı’ya, Tinsi Oğlu denen dağa ulaştığı hiç vaki değildi. O yere, ben Bilge Tonyukuk ulaştırdığım için sarı altın, beyaz gümüş, kızıl yak öküzü, eğri deve, mal sıkıntısızca getirdik. İlteriş kağan, bilgisinden dolayı, yiğitliğinden dolayı Çin ile on yedi defa savaştı. Kıtaylarla yedi defa savaştı. Oğuzlarla beş defa savaştı. Bu savaşlarda da danışmanı hep ben idim. Kumandanı da yine ben idim. İlteriş Kağan’a, Türk’ün hâkim kağanına, Türk’ün bilgili kağanına.” İkinci Taş, (Doğu Cephesi) Kapgan Kağan… Gece uyumadı, gündüz oturmadı. Kızıl kanımı dökerek, kara terimi akıtarak işimi gücümü hep ona verdim. Öncüleri yine uzaklara gönderdim; hisarları, gözcüleri çoğalttım; basılan düşmanı getirdim; kağanım ile seferlere çıktık. Tanrı korusun, bu Türk milletinin içinde silahlı düşman dolaştırmadım, damgalı at koşturtmadım. İlteriş Kağan kazanmasaydı, onun ardından ben kazanmasaydım il yine, millet yine yok olacaktı. O kazandığı için, ardından ben kazandığım için il yine il oldu, millet yine millet oldu. Ben artık yaşlandım, kocadım. Her hangi bir yerdeki kağan sahibi bir millete benim gibisi olsa ne sıkıntıları olabilir? Türk Bilge Kağan ilinde yazdırdım. Ben Bilge Tonyukuk.” Türklüğümüzle övünürken,Atatürk’ten öğrendiğimiz gibi tüm davranışlarımıza ulusal bilincimiz yön verirken ne oldu bize böyle?!Araplardan söz ederken Kavm’i Necib’i Arap dedik te kendimizden söz ederken niçin türk sözünü kullanamadık?!Hangi büyük ve acı olaylar Türklüğümüzü unutturdu bizlere?!Nasıl ve ne biçim telkinler altında,İslamiyet’ten önce oturduğumuz topraklarda oturduğumuz halde,bize bu toprakları vatan diye veren Türk soyu ile bağlantımızı kestik?!Başka uluslardan söz ederken,hem de Müslüman olan uluslardan söz ederken,bu ulusların İslamiyet’ten önceki tarihlerini ve adlarını aynen kullandık ta kendimizi bir Arap ümmetçiliği potasında nasıl da erittik?!Kanımız canımız, ve emeklerimizle varlığını sürdüren Araplardan söz ederken,göğsümüzü gere,gere,hiç te utanmadan nasıl “Kavm’i Necib’i Arap”,dedik?!Nasıl oldu da ,Eski Türk Anıtlarında gurur ve onurla kullanılan Türk kelimelerini hakaret anlamında;Kaba-Saba adam olarak kullanabildik?Bütün bu soruların karşılığı,Müslümanlığı kılıç zoru ile kabul ederken,Arap toplumunun,Arap milliyetçiliğinin din adına,Türklere sunmuş olduğu şeylerde 67 aranmalıdır.Başkomutanından en küçük askerine kadar Türk olan bu ordunun bu Muharebeyi kazanmasına rağmen ,zamanının Abbasi halifesinin Alp Aslana yazdığı kutlama mektubunda Türk adına rastlanamamıştır: “Bütün İslam âleminin çok yakından ilgilendiği Malazgirt meydan Muharebesi sonunda, Sultan Alp Aslan, öteki bütün İslam memleketleri hükümdarlarına birer Fetihname göndererek kazandığı zaferi müjdelemiştir. Bu zafer haberi İslam memleketlerinde derin bir etki yaptı. Özellikle, zafer mektubu Bağdat’a geldiği, halifelik ileri gelenleri ile sarayın önünde toplanan halka törenle okunduğu zaman büyük şenlikler yapılarak davullar çalınmış, borular öttürülmüş ve zafer takları kurulmuştu. Öte yandan Halife el-Kaim Bi Emrillah, Sultan Alp Aslan’a bir mektup göndererek kazandığı bu eşsiz zaferden dolayı kendisisini kutlamış ve ona;”Tanrının desteğine mazhar, galip, muzaffer evlat, en büyük Sultan, Arap ve Acem Hükümdarı, Dünya Hükümdarlarının Efendisi, Müslümanların yardımcısı, insanlığın sığınağı, devletin kahredici bileği, dinin parlak tacı, İslam ülkelerinin sultanı “gibi unvanlarla hitabetmişti. Profesör Dr. Ali Sevim, Malazgirt Meydan Savaşı, s.94-95. Muzaffer Türk Hakanına, Arap ve Acem Hükümdarı unvanını veren Bağdat’taki Abbasi Arap Halifesi hakkında Yenik Bizans İmparatoru Romanos Diyojenes’in fikirleri, Türkler tarafından uzun, uzun üzerinde düşünülecek niteliktedir: “Anlaşıldığına göre, İmparator bu savaşı kazanmakla yetinmeyip, Selçukluları Anadolu’dan attıktan başka bütün İslam ülkelerini de ele geçirmek istemektedir. Hatta o savaştan önce Mısır, Suriye; İran ve Irak’a beraberinde bulunan generalleri atamış, ancak Badat’ı bundan ayırarak bu konuda:”iyi bir insan olan o Şeyhe(Halife’ye) ilişmeyiz, çünkü o bizim dostumuzdur!”Demiş. Aynı eser, s.70. Sayın Profesör Dr. Rahmetli Ali Sevim’in bu ünlü eserinde belirttiği gibi, daha birçok kaynaklarca da doğruluğu saptanan ve bu Meydan Muharebesinin kaderine yön veren bir olayda, bugünkü ortamdan bir çıkış yolu bulabilmemiz için bizleri düşündürecek niteliktedir: Ulusların tarihlerini incelediğimizde, dinin kişilere ve topluluklara çok güçlü bir şekilde yön vermiş olduğunu görürüz. Ayrı dinlere, hatta aynı dinin değişik mezheplerine sahip toplulukların, aynı dili konuşmaları ve aynı kandan olmalarına rağmen, can düşmanı olarak, biri birleriyle savaştıklarını görmekteyiz.Tarih ve günümüz bunun örnekleri ile doludur.Arap âleminin mezhep kavgaları Türk Yöneticilerine de aynen yansımıştır.Mustafa Kemal gelene kadar bir mezhebe sırtını dayayan hükümdarlar,kan kardeşlerini kitle halinde öldürmekten çekinmedikleri gibi,cinayetlerini de Din ulemasının fetvalarına dayandırmışlardır.Ancak Malazgirt Meydan Muharebesinde, dinin,çıkarların ve her türlü sosyal değerlerin üzerinde tutulacak alışılmamış bir davranış vardır:Türk ulusunun öz karakterini gösteren bu davranış,Meydan Muharebesinin alın yazgısını da belirlemiştir.Gagavuz Türkleri de Ortodoks mezhebindendirler,Azerilere yardımlarını:”Biz,din kardeşlerimize değil,kan kardeşlerimize yardım ettik.çünkü biz Türküz!”Sözü ile açıklamışlardı. “Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi, sağ kanatta Nikeforos Bryennios’un kumandasında bulunan –Hıristiyan-Uz ve Peçenek atlıları, kendileri gibi savaşan, ata binen ve nara atan soydaşlarına karşı savaşmamak üzere, Komutanları Tamış Bey ile birlikte, Bizans 68 saflarından ayrılarak Selçuklu saflarına geçmek için hiç duraksamamışlardır. İşte bu olay, Bizans sağ kanadının bozulmasına ayrıca bir neden oluşturmuştur.”A.E.S.80.Genel Kurmay Harp Tarihi Dairesi, Malazgirt Meydan Savaşı, S.152. Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde,Türklüğümüz tamamen unutturulmuş;ulusumuzun beyni başka ulusların soyluluk ve gaza öyküleriyle beyin yıkama işlemine tabi tutulmuştur.: “Hatta bir gün, kabalığından dolayı Türk unvanı verilen Vaiz Ahmed’e…”J.Von Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi,53’üncü kitap, s.9,satır.15. “Zaman oldu ki, Türküm! Demek ayıp sayıldı. Çünkü,Türk kelimesi hakaret makamında , Türkler tarafından bile biri birlerine karşı kullanılıyordu.Şehzade başında,çarşaflı bir anne,on yaşlarındaki oğlunun kollundan tutmuş,onu sürükleyerek zorla okula götürüyordu.Topaç gibi yavrucak tepiniyor,çantasını yerlere atıyor,ağlıyor okula gitmek istemiyordu.Çocuğuna kızan anne onu: “Kaba Türk, Geri Türk!”Diye azarlıyordu. Bu anne ve çocuk Türk idiler, Çocuk ise Annesi tarafından Türk sıfatı ile tahkir ediliyordu!” “Namia gibi Osmanlı devletinin tarihçisi bile, tarihinin birçok sahifesinde, Türk’ten söz ederken: İdraksiz Türk”Etrab’ı bi idrak sıfatını kulanmakta bir sakınca görmüyordu, bu kitabı okuyan Osmanlılar da Naima’ya Caize yağdırıyordu!?Ulusal duygu ve düşünce bundan daha güzel nasıl yok edilebilirdi?!Soysuzluğun bu derecesi hangi toplumda görülmüştür!?Osmanlı Devletinin tebaası olan Rum’u,Ermenisi ve hatta Yahudi’si e Osmanlılığı hiç benimsemedi.Ne oldukları sorulduğunda,Rum’um Ermeni’yim,Yahudi’yim ve hatta Çingene’yim demekten çekinmediler.Fakat,ulusların en arı soylusu olan Türk,Türküm diyemedi.Oyalınız,”Osmanlıyım,Elhamdülillah Müslümanım!”Diyebiliyordu.Araplar ise Kavm’i Necib’i Arap sıfatı ile anılıyordu.”Mahmut Esat Bozkurt,Atatürk İhtilali,s.328-330. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarımızda, ne olduğu kendisine hiç öğretilmemiş bir Türk çocuğuna sorar: “Burada hiç Türk var mı?” “Yok! O dediğiniz aşağıda Haymana taraflarında bulunur. Elhamdülillah biz Müslümanız!”Karşılığını alır. Yaban. “Uygurlar ;uygarlıkta, sanatta,ilimde çok ilerlemişlerdi.Bu şeylerin hepsi de taassuba kurban olup ta gitmiştir Arapların kıl çadırdan,arık deveden başka bir şey bilmedikleri zamanlarda,Türklerin yazıları,bilgileri,kitapları,kanunları,şehirleri,kaleleri,sanatları varmış.uygarlıkta o kadar ilerlemişlerdi ki güzel şehirleri,süslü evleri vardı,evlerin duvarlarını ipek kumaşlarla kaplarlardı.İnce resimler yaparlardı,ipek mendil ve ütü kullanırlardı.Her ne ise;işte bu yüksek varlık ve zengin durum,bu yazılar,bu kitaplar,bu güzel resimler,bu yapılar,bütün bu uygarlık eserleri hep din adına yok edildi…Türkler,Araplara karşı yaptıkları bunca hizmetlere karşılık ne kazandılar?!Yıllarca Bağdat halifeliğini ve halifelerini korudular,yıkılmaya yüz tutmuş olan kokuşmuş bir 69 saltanatı Yedi yüz yıl ayakta tuttular.Türkler olmasaydı Abbasoğulları da Emeviler de yüz yıl bile yaşayamazlardı.Nitekim ibni Haldun,Araplarda hükümetlerin devamsız olduğunu yazmamış mıdır?Arap halifeleri,Bağdat saraylarında zevklerine bakarlarken;Türkler,Anadoluda yalınız başlarına haçlılarla boğuşuyorlardı.Fakat kime yarandılar?Şu yakın zamanlarda Kahire’de “Annan “ adında bir fellah çıkıyor,”Er-Risale,”adlı bir kitap yazıyor.Bu kitapta,”Türklerin ,İslamlığa ve Araplığa çok büyük kötülükler yaptıklarını,”ortaya sürüyor…Bin yılı aşkın bir zamandan beri Türkler,Arabistan’da,İran’da Turan’da,Türkiye’de hep başkalarının faydalarına çalıştı,kendisini unuttu.Daha doğrusu,hocalar,halifelik taslayan padişahlar,Türk’e kendisini unutturmak için elele verdiler,bu yolda medrese ve saray anlaştı.Bu halin Türk Ulusu için felaket getireceğini anlayan ve düşünen olmadı.Türk toplumunun Türklük bilinci ve Türklük ruhu çökertildi.O hale geldik ki,Arap olmadığımıza ve Arapça konuşamadığımıza hayıflanır olduk.Ulusal varlığımız,Acem, Arap veHalifelik uğruna feda edilip,gitti.”Besim Atalay,Türk Dili ile İbadet, S.18-19. Osmanlılık ve ümmetçilik potasında, çeşitli ırktan ve dinden ulusları eritmek politikası, yalınız ve yalınız Türk Ulusunun aleyhinde sonuçlanmıştır. Üç güzel örnek, bu konu için yeterli olur sanırım: Ünlü Koçi Bey, Dördüncü Murat’a ve Deli İbrahim’e yazdığı risalesinde, Türk’ü kimlere eş saydığını görelim:”Her zümreye adı geçen tarihten beri, milleti ve mezhebi bilinmeyen şehiroğlanı, TÜRK, Çingene, Tatar, Kürt, Ecnebi, Laz, Yörük, Katırcı, Deveci; Hamal, Ağdacı, yolkesen, Yankesicive diğer çeşitli kimseler katılıp, usul ve kaide bozuldu. Kanun ve kaide kalktı…”Koçi Bey Risalesi, s.43,Zuhuri danişment. Dört yüz sene önce, Yeniçeriliğin bozulmasına dair Padişaha verilmiş olan raporlardan bir örnekti Bu konudaki anlayış yirminci asırlarda On dokuzuncu ve yirminci asırlarda bile, Mustafa Kemal Atatürk’ün gelişine kadar hiç değişmemiştir: “Ahmet Vefik Paşanın tuhaflıkları yanında çok ciddi, manalı, Türkçü ve Milliyetçi yanları da vardır.Şu anlatacağımız olay,bu ünlü idarecimize koyu bir Türk Milliyetçisi dememize yetmez mi?!: Paşa, Bursa Valisi iken, kazalara teftişe çıkar.O devirde Osmanlı toplumunda bulunan milletler,milliyetlerini açıkça söylerlerdi.Bunlardan “Osmanlıyız” diyenler de olurdu.ama,Türküm diyeni de pek çıkmazdı.şüphesiz Osmanlı İmparatorluğunun asli unsurunu Türkler oluştururdu.Ama,bunlar.sanki bir suçmuş gibi Türklüklerini saklarlardı.Paşa,uğradığı bir ilçede halkla sohbet ederken,karşısındakilerin milliyetlerini öğrenmek isteğiyle,onlara milliyetlerini sorar:Hepsi de göğüslerini gere,gere,Boşnağım,Arnavudum.Çerkezim der.sıra bir köşede duran yüzü soluk bir ihtiyara gelir. Adamcağız, kısık bir sesle, ezile, büzüle,”Türküm Efendim!”Der. Paşa:”Niçin sıkılıyorsun öyle, Türk olmak kabahat mi? Bak ben de Türküm!”Der. İhtiyar birden canlanarak: Sahi mi Paşa? Sen de Türk müsün? Demek Türkten de Paşa olurmuş ha…”Cevabını verince, Ahmet Vefik Paşanın gözleri dolu, dolu olur ve: “Paşa da kim oluyor!?Türkten Padişah çıkar,Padişah anladın mı?! Dedikten sonra,rahatça ağlayabilmek için tenha bir köşeye çekilir..Ziya Hanhan,Ölümünün yetmiş 70 yedinci yılında Ahmet Vefik Paşa.,Elli Ünlü Vali,İçişleri Bakanlığı Merkez Valiler Bürosu yayınlarından sayı:1 s.661. ““Beşiktaş Tramvay Garajının karşısına düşen iki katlı büyük bir Selanik Kahvesi vardı. Bu kahvehane Harbiye Talebesinin toplantı yeri gibi olmuştu. Rahmi Beyin arkadaşlarından bazılarıyla ben de arkadaş olmuştum. Bir gece Rahmi, Selanik Kahvesinde bana sordu:“ “-Sen nesin?! “-Harbiye talebesiyim! “-Başka? “-bilmem! “-Düşün bakalım? “-Osmanlıyım! “-Başka? “-Müslümanım! Sonunda Rahmi bana: “-Hayır, her şeyden önce sen Türksün!”Dedi. O vakte kadar biz,yalınız köylülere “Türk”,Derdik!. Rahminin sözü üzerine ben: “- Bilemem, şimdilik Osmanlıyım,”Dedim. Rahmi bana bir saat süren bir konferans verdi.Biz,çok büyük bir milletmişiz,biz Asyanın ortalarından gelmişiz,biz bir zamanlar dünyayı zaptetmişiz,sonra işi tembelliğe vurmuş,her şeyi unutmuşuz.Şimdi Türklüğe çalışmamız lâzımmış! GÖKBAYRAK Ben, Rahminin konferansına bayıldım. Eve geldim, bir hafta bu sözlerin etkisi altında kaldım. Ertesi Cuma, Rahmi ile buluştuk. Rahmi, beni Fındıklı’da bir eve götürdü.Kozanlı bir Türk olduğunu söylediği bizden çok yaşlı bir adama beni takdim etti. “Size bir Türk daha getirdim!”Dedi. Oturduk. Adam, Fransızca bir kitap çıkardı. Önce Fransızcasını okudu, sonra Türkçeye çevirdi. Ne güzel ve saf bir Türkçe ile konuşuyordu. Okuduğu kitabın adı Gökbayrakmış. Cengizin muharebelerine ait kahramanlıkları yazıyormuş. Günler böyle devam etti. Yavaş,yavaş Türk olmaya başladık.Ben de bir yandan Türk oluyordum,bir yandan da Türkçü…”.Fakat ,kime bundan bahsetsem ,gülüyor,kafasını çeviriyor: 71 “-Güle, güle, sen Türk ol, benim aptal ve sersem olmaya niyetim yok!”Diyordu!”” “Tam bu sıra 1911…Fransız Devrimi yapılalı 122 .yıl olmuş;tüm uluslar uyanmış,ayaklanmaları sonucunda bağımsız devletlerini kurmuş….Biz neyin kavgasındaymışız?Biz,neyi savunmuşuz?Biz,,ne için yanmışız?Biz,niçin de ölmüşüz?!Bundan habersizmişiz?! Öyle olunca da Mustafa Kemal Atatürk gelene kadar bilinen kötü sonuçlara, alın yazgısı diyerek aldatılıp durmuşuz! “Fransız Başbakanı, Mithat Paşa’ya sordu: “SİZ SONRADAN MI TÜRK OLDUNUZ?” “Fransa’nın ünlü başbakanlarından, politikadan çekildikten sonra tarih yazarlığı yapan ve daha da çok ünlenen Alfons Troyer, sürgüne gönderilen Mithat Paşayla görüşmek istemiş. İlk görüşmesinden sonra da, bu ilginç ve bilgili sürgünün dünya sorunları hakkındaki görüşlerinden çok hoşlanmış olmalı ki, daha sonra da birkaç kez Paşayı yemeğe çağırmış, uzun söyleşilerde bulunmuş. Son görüşmelerinde de ayrılırken, Mithat Paşa’ya sormuş: “Siz sonradan mı Türk oldunuz?” Paşa’nın şaşırması ve duraksaması üzerine de sözlerini sürdürmüş: “Yanlış anlamayınız. Daha sonra da Osmanlı devletine büyük hizmetler yapmış Kont Bönüval, Baron de Tot gibi kişiler din ve ad değiştirdikleri için sizin de acaba aynı şekilde Türkleşmiş olup, olmadığınızı öğrenmek istedim!”Demiş. Mithat Paşa, bu soru ve açıklama üzerine şu cevabı vermiş: “Hayır, benim yedi ceddim Türktür ve Müslüman’dır. Eğer, zat’ı devletlerinde zerrece ilgilerini çeken özelliklerim olduysa bunu da milliyetime borçluyum.”Oradan ayrıldıktan sonra da Mithat Paşa, yanındaki Damadı Vefik Bey’e, gözyaşları içinde şöyle demiş: “Görüyor musunuz? Kendi anlayış ve görüşlerine göre değer taşıyan hiçbir şeyi bizlere yakıştıramıyorlar!”Milliyet Gazetesi,01Şubat 1983. “Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey,Bağdat Abbasi Arap Halifesi Kaim bi Emrullah’ı,Şii Büveyhoğullarının egen emenliğinden kurtardıktan sonra,halifeliği alması için hiçbir engel kalmadığı halde,kukla halifeyi yerinde bırakmıştı.Hükümdarlığın kaynağının güç ve kudrette olduğunu bildiği için,kendisini bile savunmaktan aciz halifeliği alarak Türk Ulusunun başına bela etmek istememişti.Alp-Aslan da aynı yolu izlemiştir.Zaten,Abbasi Arap halifesinin hükmü altında olduğu kabul edilen tüm ülkeler kendi başlarına buyruktular.Bağdat Halifesinin bazı sembollerle Tuğrul Bey’e devrettiği,doğu ve batı yöresindeki yedi ülkenin hükümranlık hakları kendilerine aitti.Kendi şehrinde ve dahi kendi sarayında hükmü geçmeyen bir otoritenin başka uzak ülkelerde ne hükmü olabilirdi?Tuğrul Bey’in Bağdat’a gelişi,manevi bir güç kazanmak için değil de,kendisinden yardım isteyen bir zavallıyı kurtarmak içindi.Bu özellikler,türk Ulusunun ruhunda var olan,nesiller ve yüzyıllar geçmesine rağmen hiç değişmeyen bir özelliğidir.Kanuni Sultan Süleyman’ı,Birinci Fransuva’nın imdadına koşturtan da bu ulusal özelliğimiz değil miydi! 72 “Alp-Aslan, Halep Sultanı Mahmud’u cezalandırdıktan sonra Mısır’ı fethedecekti. Bizans İmparatoru. Romenos Diyejenos’un kendisiyle savaşmak üzere yola çıkması, kendisini bu hareketlerinden alıkoymuştu. Yukarıdan beri incelediğimiz konulardan anlıyoruz ki, türk hükümdarları, Halifeliğin el değiştirdiğini ve el değiştirebileceğini bildikleri halde, halifeliğe sahip olmayı hiç istememişlerdi. Halifeye hizmetleri, ulusal çıkarlarımızı engelleyecek bir biçimde yorumlanmamış, bir taraftan halifeye, hürmet ve muzafferiyet haberleri taşıyan mektuplar yollanmış, diğer yönden de halifenin Müslüman kullarının hükmettiği ülkelere akınlar düzenlenmiştir.” “Şimdi, Rahmetli Profesör Dr. Ali Sevim’i okuyalım: “Sultan, çok geçmeden hareketine devam etmiş, nihayet Halep’e bağlı Kınnesrin ve Funeydik toprakları yönünde, Arap Esedoğulları boyunun elinde bulunan yöreler ile yine Halep’e bağlı Azaz, Mercüdabık ve Esarib arasındaki arazide karargâhını kurmuş ve itaat arzı için Mahmud’a yeniden ulaklar göndermişti. Sıkışık duruma düşen Mahmud, bu sırada Halep’te bulunan Bağdat Nakibünnükebası Muhammet oğlu Trâd’dan “Sultana gidip kendisinin huzura gelmesini affetmesini rica ile aralarını düzeltmesini sağlamasını,”istemiş ve ona.”Sultan çok uzaklarda bulunduğu halde Halife ve Sultan’a itaatimi bildirip kendimin ve ülkemin korunmasını istemişim. Ülkemin nasıl harap ve yağmalanmış olduğunu gözlerinle gördün. Bu durum karşısında ben, Sultana gidip yardım talebinde bulunmak istiyorum. İşte Sultanın huzuruna gidip, itaat arzını kapsayan mektubu”.Dedi. Bunun üzerine Tirâd:”Ver onu bana, Sultan’a götüreyim!”Dedikten sonra, mektubu alıp, otağı Funeydik’te bir tepe üzerinde /Bu tepe, Alp-Aslanın burada karargâh kurmasından sonra Tellü’s-Sultan, Sultan tepesi adını almıştır/kurulan sultana ulaşmak için yola çıktı. belirli bir konak yerinde sultan tarafından kendisine gönderilen özel bir ata binip tepeye gelen Tirâd, Sultan katında pek çok izzet ve ikrama nail oldu. Sultan, ona,”niçin huzura geldiğini sorunca; o,”bu mektubu da bana verdi!”Dedi. Mektubun kendisi tarafından Mahmud’un kalbini hoş tutmak amacıyla yazılıp gönderildiğini söyleyen Sultan:”Biz, yakınlara gelince şuna kani olduk ki, o,şehrin tarafımızdan yapılacak kuşatmasına karşı savunma tedbirleri almak suretiyle bize karşı adeta ayaklanmış bulunuyor.”Dedi Daha sonra Trâd, Sultan’a: “Mahmud’un Halife ve Sultan tarafından gönderilen hilatleri(özel giysi ) giyip, onlar adına hutbe okuttuğunu bildirdiyse de Sultan ona,”Hangi şey onun hutbesini temsil ediyor? Üstelik katıma da gelmek istemiyor ”şeklinde cevap vermek suretiyle Mahmud’a olan kızgınlığını gösterdi. Mahmud’un Sultan katına gelmesi meselesi, iki aya yakın bir zaman müzakere konusu olmasına rağmen, Mahmud bunda kesin olarak direndi. O,sultan’a karşı takındığı bu isyankâr tavrın karşılıksız kalmayacağını anladığı için, Halep kalesine çekilip, bir takım Arap boylarıyla, komşu bazı emirleri yardıma çağırdı.Bu çağrıya uyan Emir v e Boy Reisleri,Mahmud’un etrafında çok sayıda kitlenin toplandığını gördükleri zaman,onun çok kuvvetli olduğunu sanmışlardı.Fakat işler onların kanısının aksine oldu:Sultan Alp-Aslan,Mahmud’un huzura gelmeyeceğini anladığı için,Nisan 1071 başlarında,Halep önlerine gelip karargâhını kurdu.Türk ordusunun çadırları bu kez Halep’ten başlayarak Esedoğulları arazisi,Azaz ve Esârip yönünde,biribirine yakın bir şekilde kurulmuştu.Şehri iki ay kadar kuşatan Alp-Aslan,bir gün Mahmud’un bu direnişine kızmış ve maiyetindeki kumandanlara:”Getirin şu Bedevi Emirini,vurun boynunu!”Demişse de,başta Veziri Nizamülmülk olmak üzere maiyeti erkanı onu bu ısrarından vazgeçirmeyi güçlükle başarmışlardır.Çok geçmeden Halep burçlarından Ganem adlı burç delinmiş,buradan 73 yapılacak bir saldırı ile şehir kolayca alınabilecek bir duruma geldiği halde ;Sultan,Bizans’a karşı kuvvetli bir uç şehri kalmasını istediği Halep’i kılıçla fethetmek istememiştir.Öte yandan da şehri savunan kuvvetler de,artık savaşmaktan vazgeçmişlerdi.Çok geçmeden,Mahmud,bir gece annesini de yanına alarak Sultan’ın katına çıkıp,yer öptükten sonra bağlılığını bildirdi.Sultan da Mahmud’a ve annesine izaz ve ikramda bulunduktan sonra ,Halep yönetiminin yine kendi ellerinde kalmasını sağlayan bir tevki(ferman)ile hil’at ve bir çok armağanlar verdi.Halep te daha çok zaman kaybetmek istemeyen Alp-aslan,Mısır’a gitmek üzere Dımaşk’a hareket etti.Bu sırada,Bizans İmparatoru Romanos Diyojenos’den kendisine bir elçi gelmişti.İmparator,Ercis,Ahlat,Malazgirt ve Menbiç’in geri verilmesini ve sonra armağanlar gönderilmesini Sultan’dan talep ediyordu.Elçi,bu isteklerin kabul edilmemesi halinde,imparatorun kalabalık bir ordu ile harekete geçeceğini de bildirdi.İmparatorun bu tehdit dolu mesajına kızan Sultan, ağır bir cevapla Elçiyi geri yolladıktan sonra, ordusunun bir kısmını burada bırakıp, bazı kumandanları ve Emir Mahmud’u Suriye ve Mısır’ın fethiyle görevlendir.Kendisi de ordusunun büyük kısmı ile,Bizans İmparatorunu bir an önce karşılamak üzere,süratle harekete geçmişti.Fırat nehrini geçerken ordusunda bulunan at ve develerle malların çoğunun mahvolmasına aldırmayarak ileri yürüyüşünü aralıksız sürdürmüştü.Onun bu süratli yürüyüşünü ve bu arada ordunun zayiata uğramış olduğu kısmen gören ve durumu İmparatoruna müjdeli bir haber olarak bildiren Elçinin bu raporu,İmparatorun azmi,taraftarları üzerinde olumlu bir etki yapmıştı.Alp-Aslan,Fıratı geçtikten sonra,yiyecek sıkıntısı nedeniyle ordusunda bulunan Iraklı askerleri terhis etmişti.Beraberinde Horasan,Azerbaycan,ve Eren kuvvetleri kalmıştı…”Malazgirt Meydan Savaşı,s.48-52. Bu, açıklanması çok zor, çelişkilerle dolu bir süreçtir. Arap Müslüman’dır, Araplığı da elindeki ve gönlündeki bayrağıdır. Türk, uyduruk ve gerçek hadislerin boyunduruğundadır. Malazgirt Zaferinden sonra, Abbasi halifesinin kutlama mesajında, Alp-Aslan’a:”Arabın ve Acemin Hükümdarı!”Sıfatı verilmektedir. Abbasi Arap Halifesinin hutbesi okunan ve onun hükmü altında bulunan bir şehri zapdetmeye, Halifenin dini yüceliğine inanmış Müslüman bir Türk! Hakanı savaşmak için geliyor. Müslüman Arap savunucuları ile, içinde çok sayıda Müslüman Arap askerinin de bulunduğu, Müslüman Türk Ordusu arasında kanlı çarpışmalar oluyor. Şehir düşmek üzereyken,anacığını yanına alan Halep Müslüman Arap Bey’i Mahmud,Müslüman Sultan’ın huzurunda yer öperek,şehrin ve kalenin anahtarlarını teslim ediyor.Bu nasıl bir iş?!Nerede kalmış Müslümanların Halifesinin gücü ve yüceliği?!Bu iki Müslüman güç aylarca çarpışırken neden sesini çıkartamıyor?Hangisini kazanması için dualar ediyor?!Bizans belası varken,neden siz ne yapıyorsunuz?Müslüman,Müslümanı öldürür mü?!Diyemiyor? Tuğrul Bey, Bağdat Arap Halifesini, Şii Büveyhoğullarının egemenliğinden kurtardığı zaman, Abbasi Arap Halifesi, tüm Müslüman ülkelerinin egemenliğini kendisine vermişti. O ise, Halifenin Onbeş yaşındaki kızını kendisine eş olarak seçmişti. Alp-Aslan da bu egemenlik hakkı için savaştı denilebilir. Başkasının canını dişine takarak savunduğu bir yerin Halife tarafından verilmesinin ne değeri olabilir? Çarpışarak, kan dökerek alınacak bir yerin verilmiş olmasının ne gibi dini ve hukuki bir değeri olabilir? İşgal ve zapt, zaten hükmetme ve hükümranlık hakkını doğurmuyor mu? Görüyoruz veren ki, Tuğrul Bey’e ülkeler veren Halife, Emir Mahmud’a da Halep Beyliğini vermiş! Acem’i; Keykavus, 74 Keyhüsrev, Keykubat ve Gıyasettin namı ile başına taç yaparak, kışın Beyşehir gölü kenarındaki sarayında, Yazın da Alaiye sahilde oturan Anadolu Selçuklusunun Halife ile bir sorunu olmamıştı. Zavallı Türk insanı ikiyüzyetmiş sene, bıkmadan, usanmadan ve korkmadan Haçlı sürülerine karşı Arap âlemini ve Kudüs’ü durmuştu savunup durmuştu. Bu çetin boğuşmalar ve Moğol baskıları nedeniyle, diliyle, adı ile ve edebiyatı ile Acemleşen Anadolu Selçuklu Hanedanı; Türk olmakta ve Türkçe konuşmakta direnen Anadolu Türk dünyasına hükmedememiş, yerini Beyliklere terk etmiştir.1204 tarihinde, Baba İshak Türkmen ayaklanmasında, koskoca Selçuklu ordusu, Türkmenler karşısında, Kırşehir ovasına kadar kaçmıştı. Orduda bulunan paralı Yüz kişilik bir Frank zırhlı süvari bölüğü ayaklanmayı bastırmıştı! Anadolu Selçukluları döneminde, tarih çok ererken olmakla beraber, çeşitli türk boyları Türk ulusu hamuru haline getirilememiş, merkezi otoritenin ve Aydınların halktan kopması nedeniyle, dini masallarla bezenmiş yerel otoriteler, halka egemen olmuştur. Hocalar ve şeyhler,halkı devletin elinden çekip almışlardır. Bununla beraber; halifelere rağmen, Haçlılarla boğuşan Selçuklunun aklına, Halifelik desteğini istemek hiç gelmemiştir. Osmanlı Beyliği kurulup, yükselirken, halifelikle hiç bir ilişki kurmamıştır. Bağlantısını egemenliğin merkezi olan Konya sürdürmüştür, Esasen, Osmanlı Beyliğinin kurulmasından 41 sene önce/1258/ son Abbasi Arap Halifesi ve ailesi Hulagu Han tarafından süvarilerin atlarlarına çiğnetilerek parçalattırılmıştır. Yıllarca sonra, ne şartlar altında, halife soyundan geldiğini savunan bir kişinin Mısır’a sığındığını ve sonunda da ne olduğunu görmüştük. Hilafet, kuvvete ve kudrete sığınma yolları arayan; tanık beyanları, deliller ve kadı hükümleri ile var olma savaşı veren çaresiz ve güçsüz bir kurum olmuştu. Osmanoğulları;Egemenlik ve hükümranlık hakkı olan Tuğ, Âlem ve Davulu,Anadolu Selçuklu Sultanından almıştı,çöllerde sürünen Abbasi halifelerinden değil?!Saltanat ikiz kardeşi olan;birisi olmadan diğerinin de olamayacağı savunulan hilafetsiz kurulmuş,devletlerce de tanınarak hukukiliği de kabullenilmişti Osman tarihinin ünlü meydan savaşları da hilafetsiz kazanılmıştı.İstanbul hilafetsiz alınmış,Osmanlıya yönelik Avrupa Hıristiyan saldırıları ,MerciDabık Meydan Muharebesi v e Kahire Meydan Muharebesi yanında halifesi olan Türkiye devleti başkanlarına karşı kazanılmıştı!Birinci Sultan Murat,Kosova’yı hilafetsiz kazandığı gibi;oğlu Birinci Beyazıt ta Niğbolu’yu hilafetsiz kazanmamış mıydı?!Hem de Anadolu Beylikleri ile çok uzun uğraşmasına rağmen!Uzun,uzun yazmaya gerek yok!İstanbul’u halifesiz alan Fatih Sultan Mehmet,Halifenin bulunduğu bir ülkeye sefer yaparken,aniden zehirlenerek öldürülmesi bir Arap halifesinin entrikası ile olmamış mıydı?Yavuz Sultan Selim,Kansu Gavri’yi,Merc’iDabık’ta,yanında halifesi olduğu halde yenmedi miydi?!Mustafa Kemal;Ulusal Kurtuluş Savaşımızı,Halifeye,iç ve dış destekli hainliklere rağmen, kazanmadı mıydı?! Bir din adamımız da bizim gibi düşünmektedir :”İslama hizmet hilafetle mi olur? Yüce Fatih,bir Türk Hükümdarı olarak, İstanbul’u Türklere armağan etti.Fatih’in uhdesinde hilafet yoktu.Osmanlı Devleti,hilafetsiz kuruldu,hilafet yüzünden battı..” Ercümend Demirer, Din, Toplum ve Kemal Atatürk. S.17. 75 Şimdi de gelelim, Osmanlı İmparatorluğunda Türklük bilinci ve hilafet konusuna. Osmanlı İmparatorluğunda Hilafet konusunu iyice anlayabilmek için “Türklük Bilinci” nedir, onu görelim: Sayın Doçent Sırrı Akıncı’nın25 Aralık 1973 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlandıktan sonra, Çağdaş Yayınları tarafından kitaplaştırılan,”İnançtan Bilime,”adlı kitabının 96-103’üncü sahifelerindeki saptamasına bir göz atalım:”Osmanlı değil, Türklük Bilinci,”başlıklı yazıyı aynen alıyorum: “Osmanlı,”Efendimiz!”Dediği Padişahını Tanrını gölgesi sayar; Türk’ü ve öbür Etnik kitleleri aşağı görür.””Türk sözcüğünün Türkçe bir kaynaktan gelmediğini, Sümer dilerindeki,”Dıngır”-Tanrı- sözcüğünün değişmiş bir transkripsiyonundan ortaya çıktığını okudum. İsmet Zeki Eyüboğlu’nun, yeni yayımlanan “Tanrı Yaratan toprak-Anadolu adlı kitabında. Yazar, Türklerin hangi çağda kendilerine bunu ilkin ne anlamda kullanıldığının da bilinmediğini söylemektedir. Ayrıca Çin tarihlerinde “Türk’ere””Tik”,Eski Yunan, Lâtin kaynaklarında ”Turcae”,denildiği,”Divananü Lügat-it-Türk’e” göre, bu insanların Nuh peygamber soyundan geldiklerini, Farsçada “Türk”,sözcüğünün “Aydınlık”,”Güzel,””Parlak”,”Güçlü”,gibi anlamlar taşıdığını belirtmektedir. Bu ilginç yazıda Ebû Hayyasah adındaki bir Arap yazarının 13122de yayımladığı “Kitap al İdrak Fi Lisan al Etrâk”,başlıklı yapıtına değinilerek, Türk sözcüğünün “Arap’tan gayrı “ diye açıklandığı anlatılmaktadır.Yazının sonlarına doğru,Eski Türklerin kendi soylarından gelmeyenlere,”Japan”,”Japon”,”Capan”,,”Capon” gibi biribirine benzer ama değişik adlar taktıklarını,bunların giderek günümüz Türkçesinde “Yabancı”,sözcüğüne dönüştüğünü ,Türk halk dilinde “Türk” kökü ile ilgili”,Türe”,-Gelenek-,”Türemek!”(Yeniden ortaya çıkmak),”Türük”(Keçi) kılından yapılmış azık torbası) gibi sözcüklerin bulunduğunu ileri sürmektedir.Bu güzel olduğu gibi öğretici yazıyı tarih kitaplarıyla dolu bir odada okudum.Belki bumdan ötürü olacak,bende bir çağrışım yaptırdı.acaba eski Vakanüvislerimiz ve Tarihçilerimiz,”Türk” için ne diyorlardı?! Osmanlı devletinde Vakayiname’yle tarih yazan görevliler, Osmanlı düşünü(Zihniyet) benimsemiş, hiç değilse böyle görünmek zorunda olan kişilerdi.bundan dolayı yazılarında nesnellikleri(Afakiyat) değil,çoğu kez öznecilik(Enfüziyye) ağır basmaktaydı.Başka türlü olması da düşünülemezdi.Örneğin:”Solakzade Tarihini,rastgele açıp,karşımıza gelecek satırlara şöyle bir bakalım:”Hânımân’ı Türkmân’ın aşına zehr-i nâr katıp,,bunların vucûd-i hâbâset âlûdların ve cem’i yet-i fesâdâtın târ ü mâr ittiğidir.”(Türkmenlerin aşına yılan zehiri katıp,bunların evlerini,ocaklarını,kötülüklerle dolu vücutlarıyla fesat yuvası topluluklarını darmadağın ettiğidir!) “Velhasıl ol nevahinin etrâk-i nâ-pâk-i dertmendin başına üşüştüler”(Sözün kısası o bucakların pis Türkleri dertli kişinin başına üşüştüler).”Vilayet’i Teke’nin Etrâk-i bî-idrâk-i bu tedbirin husulünü mukarrer zan itmeyin hidmetine can attılar.(Antalya’nın anlayış yoksunu Türkleri, bu tedbirin ortaya çıkmasını kararlaştırılmış sanıp hizmetine can attılar.)”Karamanoğlu dedikleri kaltaban ve bî-iz’ân yine izhâr-ı isyan edüb, hevâsına tabi olan etrâk-i cehele ile beraber”(Karamanoğlu dedikleri düşüncesiz kaltaban yine başkaldırmaya yeltenip, 76 bu isteğine eğilimli, yandaş Cahil Türklerle birlikte!” Bu anlatımlardaki “Vucûd-ı hâbâset âlûdların”(kötülüklerle dolu vücutları),”Cemiyet’i fesâdâtın (fesat toplulukları) gibi bileşik sözcüklerle “Etrâk-ı nâ- pâk”(Pis Türkler),”Etrâk-i Cehele”(Cahil Türkler)deyimleri ,Osmanlı tarihçilerinin Türkleri kötüleyen betimlemeleridir-tasvirleridir-bu yalınız Solakzade Mehmet Hemdemi çelebi(?.1658)de değil,İmparatorluğun öteki Vakanüvisleriyle tarihçilerinde görülen bir tutumdur. Yazı yerimiz sınırlı olduğu için, başka örnekler veremeyeceğiz. Ama Âşık Paşazade’den başlayıp, İdris’i Bitlisi,Lütfi Paşa,karakeçilizade,Abdülaziz Efendi,Naimâ,Lütfi Efendi, Şânizade Ataullah,Namık Kemal,Ahmet Cevdet Paşa’ya dek,arada söylemediklerimizle birlikte Osmanlı tarih yazarlarının tümünde gözlemi yapılan bir tablodur bu?! Acaba, bu kötülemeler bir rastlantıya mı bağlıydı?Yoksa köklü bir nedene mi dayanmaktaydı?!Pek çok Tarihçinin özdeş tutumda olmaları bir rastgeldiyle açıklanamaz.Öyleyse,kuşkusuz bunun bir nedeni vardı.Bunu anlayabilmek için,önce,”Osmanlı’nın ne olduğunu incelemek gerekir: OSMANLI NEDİR?! Ordinaryüs Profesör Fuat Köprülü’ye “Osmanlı”,”ETNİK” değil “SİYASAL” kökenli bir sözcüktür;”Devlete bağlı, onun parasal, malsal gelirlerinden aldığı paylarla geçinen, egemen, yönetici bir “sınıf’”tır. Niyazi Berkes te:””Osmanlı” için ,”Devletin halktan ayırıp yaralandığı kullardır.”Diyerek, aşağı, yukarı öncekine benzer bir tanım vermektedir. Demek ki;”Osmanlı”,İmparatorlukta halktan kopma sürecinin bir ürünüydü. Benzetiş yerindeyse, toplumsal bir anomaliydi. Ekonomik nedenlere bağlı bir “sınıflaşma”,onu ortaya çıkarmıştı. Yine, bu “sınıflaşmanın” yarattığı iki örgüt, deyim yerinde olursa, onun tezgâhlarıydı. Bunlardan biri “Medrese’yse,”öteki de “Enderûn’du.”Birincisi halktan aldığı kişileri,”Hanefi” mezhebinde bir Müslüman yapardı. İkincisi de İmparatorluğun geniş, sayıca çok Hıristiyan ülkelerinden devşirilen çocuklarla-özellikle Balkanlı Bogomiller-“Medreseden aldıklarını “Osmanlı” yapardı. Örneğin: Çorumlu bir türk olan Mehmet, medresenin emsile, bina, maksut, hesap, ilm’i hikmet, eşkâl’i te’siz, heyet, isagoci, belâgat, kelâm, fıkıh, akaid, tefsir gibi skolâstik dersleri okuyup, medresenin bilimsel rütbelerini aştıktan sonra,”Âlimül Ulema-yil Mütebahhirin”(Bilginlerin bilgini) unvanını kazanıp, sırtına,”Fervez’i Beyzâ”(Beyaz Samur kürk)geçirip,”Şeyhülislâm Ebu Suud Efendi”,olduğunda, o artık bir Türk değil, Müslüman bir “Osmanlı” olurdu. Evinde Türkçe konuşurdu ama yapıtlarında ve fetvalarında kullandığı dil Türkçe değil, karmakarışık, abuk, sabuk bir dil olan Osmanlıcaydı. , EK: Arapça, Türkçe ve Farsça kelime salatasıydı. Bunun gibi, Sırbistan’ın “Sokoloviç”,kasabasından getirilen bir Sırp çocuğu, eğitilip, öğretilip, çeşitli görevlerden geçirildikten sonra, Sadaret katına oturtulduktan sonra, o artık ne bir Sırp, ne de bir Türk’tü. Tam bir Osmanlı olan “Sokullu” ya da “Tavil” Mehmed Paşa’ydı. Sözün kısası; İmparatorlukta, üstün bir “askeri” gücün temsilcisi olan “Padişah’ı Âlempenâh,”tahtta oturmaktaydı. Gerçekte boş bir kavram olan ama vicdanlarda kök saldığından çok sağlam gibi görünen “Hilâfet”te onun payandasıydı.”Reâyâ’yayla “Berâyâ”,denilen, kökenleri çeşitli uluslara dayanan 77 yığınlarsa” ,Halktı”.Korkunç bir sömürü düzenine dayanan İmparatorluktaki insanların dolmayan çilesini, ünlü bir Ozanımızın,”Köylünün göz nuru Zeamet, alın teri Tımar idi.”Dizesiyle pekâlâ belirtebiliriz. İşte bu iki uç arasında “Halk”’tan koparak, uzaklaşmış,”Osmanlı Padişahına”,iyice yakınlaşmış toplumsal sınıf “Osmanlıydı!”Onun bireylerinin kendine özgü giyimi, kuşamı, konağı, yalısı, dili, diyaleği vardı. Toplum olarak ta bir edebiyatla musiki yaratmıştı. Uzmanlar, Birincisine Arap, Fars, İkincisinde de Ermeni kilise musikisinin etkisinden söz ederler.”Osmanlı”,”Efendimiz,”dediği padişahını Tanrı’nın gölgesi saymaktaydı.”Menem diğernist!”(Benden başkası yoktur),esprisini taşıdığından, Yalınız “Türk’e” karşı değil, öteki etnik öğelere de tepeden bakmaktaydı. O,Devletinin yükseliş dönemlerinden kalma boş bir gururla, daima taşıp, dolmaktaydı. Devletine “Boğaziçi’nin hasta adamı”,denildiği zaman bile bu boş gururu bırakmıyordu. Çok eskilere gitmeye gerek yok, bunun en tipik örneğini Namık Kemal’de görmekteyiz: “Üstad, yaşadığı ondokuzuncu yüzyılda; Osmanlı İmparatorluğu ha yıkıldı, ha yıkılacak durumdadır, ama o hâlâ bir düş görürcesine:”Biz, ol nesl-i Kerim-i dûde-i Osmaniyânız kim/Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-i şehâdet’ten/Biz ol a l’li-himen, erbâb-ı cidd-û içtihadız kim/Çıkardık bir aşiretten/Biçimindeki dizeleri sıralayıp durmaktaydı. Öte yandan da idealist görüşlü yazılmış tarihinde, Türkleri tatarlarla birleşip, İslamlığı yıkmaya çalışan “Barbarlar,”olarak göstermekteydi. Osmanlı’”nın dünya görüşü İslamcıdır. Bunun dışına çıkmak,”Küfür’”dür. Batı ülkeleri bundan ötürü”,Diyar-ı Küfürdür.”Batılılar da“Küffârdır”.O,İslamı“,Hanefi”, ”Şafii”,”Hanbeli”,”Maliki,”mezheplerinden yalınız birincisini yeğ tutardı.İslamın “Rafızî,”(sapık) dediği mezheplere ya da eğilimli kişileri,düpedüz “Zenadıka”’dan sayardı.”Osmanlı’”nın “Türk’”ü hor görmesinin başka bir nedeni de Anadolu’daki bazı Türklerin ,söylediğimiz Dört mezhep dışında bulunmalarıydı.Onsekizinci yüz yılda yaşamış,Abbas Vasım adındaki bir Osmanlı Hekimi,yazdığı Tıp kitabının son sözünde:”Görüp bir kimse rüyasında Âdem âtayı/sual etmiş ki neslinden midir etrâk-i bed-Pevmâ/Cevabında demiş izhâr-ı unf ile eğer etrâk/Benim neslimden ise benden üç kere boş olsun Havvâ” demektir”. Uygar Araplar, çöl Araplarına küçümseyici anlamda Â’rabî” ya da bu sözü severek benimsemiş, tıp kitaplarına bile sokmuştur. Çünkü bu sözcükte de bir küçümseme göstermekteydi. a” ‘Â’rap” derler;”Etrâk,”sözcüğünü de yaratan Bunlardır. Ama,”Osmanlı”da, bu sözü çok benimsemişti.”Maveraünden Hindistan’a giden Kayı Boyu mensupları, orada,”Türkiye devletini/Devlet it Türkiye’yi/kurmuşlardı. Oğuz boyu, her sene Mısır’a sattığı mallarla beraber 2000 Genç’i de satmaktaydı. Mısır’ın asker olarak kullandığı bu Oğuz gençleri bir darbe ile Mısır’da,”Türkiye devletini/Devlet-it-Türkiye’yi/kurmuştu.Osmanlılar,bu devleti küçümsemek için,bu devlete,Kölemenler/Memluklar/ takmıştı!? “Ben, Sultan Beyazıt oğlu, Sultan Selim. Sen ki, Eşek Türk!”Birinci Selimin, Şah İsmail’e yazdığı mektup. Baki Öz, Osmanlı’da Alevi Ayaklanmaları, s.15 ve Cem Dergisi, sayı 4,s.45. 78 ATA’NIN ÇİZDİĞİ YENİ TÜRK YOLU! “Mustafa Kemal Paşa,23 Nisan 1920 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni törenlerle kurduğunda, onu adına Osmanlı sözcüğünü katmamıştı. Bunun iki nedeni vardı: Birincisi, İmparatorluğun zaten çökmüş olmasıydı. İkincisi daha da önemliydi; Osmanlılıktan kurtulma isteği! Bu uluslaşma sürecinin hem fiilen ve hem de hukuksal bakımdan başlangıcıydı. Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal, Cumhuriyetimizin Onuncu yılındaki ünlü söylevini,”Ne mutlu Türküm diyene! Tümcesiyle bitirmişti. Bu söylev; Türk ulusunu pozitif bilimin öncülüğünde, çağdaş uygarlığın üstüne çıkarma çabasının gönülden isteğinin dile getirilmesiydi.Ancak,söylevde önemli bir noktaya değinilmiştir:Çağdaş uygarlığın üstüne çıkarılacak,”Dünyanın en mamur yurtlarından biri haline getirilecek Türkiye’nin toplumsal düzeni ne olacaktı?!Bunun da o yıl gönüllerden taşıp,dillere destan olmuş bir marştan öğreniyoruz:”İmtiyazsız,sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz!”Evet;ayrıcalıksız,”sınıfsız” bir toplum düzeni.Bu toplumsal platformdan çağdaş uygarlığın üstüne çıkmak.Büyük adamın gelecekle ilgili planı böyleydi.O’NUN bedence ölümünden sonra bu plan gerçekleşti mi?!Ne gezer!Türk toplumu sınıflaşma bataklığının belki en cıvığına saplanmıştı.Bu yetmiyormuş gibi,bu sınıflardan biri Atatürk’ü de,Atatürkçülüğü de hiç anlamamış basit politikacıların elinde,kapitalist emperyalizmle sarmaş,dolaş oldu.Tarih ne tekerrür eder,ne de geriye döner.Bir Osmanlı İmparatorluğu kurulamayacağı gibi,Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı İmparatorluğuna dönüşemez.Gerisi de bilim dışı boş sözlerden ibarettir.” BİRİNCİ SELİM,HALİFELĞİ ALMIŞ MIDIR?! İLK HALİFE YAVUZ SULTAN SELİM “ 24 Ocak 1517'de Kahire alındı. 4 Subat 1517'de Yavuz büyük bir törenle Kahire'ye girdi ve Mısır Memlukları’na bağlı Abbasi halifeliğine son verdi. Yakalanan Tumanbay idam edildi. Mısır Seferi sonunda Suriye, Filistin ve Mısır Osmanlı hâkimiyetine girdi. Ayrıca Hicaz ve yöresi de Osmanlı topraklarına katıldı. Doğu ticaret yolları tamamen Osmanlıların eline geçti. Elde edilen ganimetler ve alınan vergilerle Osmanlı Hazinesi doldu. 6 Temmuz 1517'de Emanet-i Mukaddese (Mukaddes Emanetler) denilen ve aralarında Hz. Muhammed’in (S.A.V) hırkası, dişi, sancağı ve kılıcı da bulunan eşyaları, Hicaz'dan Yavuz Sultan Selim'e gönderildi. 29 Ağustos 1516'da Hilafet Abbasi soyundan Osmanlı Soyuna geçti.” EK. Yanlış! Mısır Türkiye Devletinin egemenliği Osmanlı İmparatorluğun eline geçti. Mısır’ı Abbasi Halifeleri yönetmiyordu. Onlar, Kahire’de bir kale burcunda gözetim altındaydılar. Memluk/Türkiye devleti/ Hükümdarı Kansu Gavri muharebe sırasında ölmüş, yerine seçilenTomanbay da yakalanarak kum dolu bir meşin yaygı üzerinde boynu vurulmuştu. Yavuz Sultan Selim, Ayasofya Camii'nde yapılan bir törenle, son Abbasi halifesi Üçüncü Mütevekkil'den (kendi deyimiyle Hadim-i Haremeyn-i Serifeyn) Haremeyn-i Serifeyn, yani Mekke ve Medine'nin hizmetkârı unvanını devralması üzerine de böylece 79 bütün Müslümanlar'in dini ve siyasi lideri oldu. Rivayete göre, Üçüncü Mütevekkil kürsüye çikip, Halifeliği Osmanlı Padişahı Sultan Selim Han'a devrettiğini açıkladı. Sırtındaki cübbeyi Yavuz'a elleriyle giydirdi. Halifelik nişanlarından sayılan kılıcı elleriyle Yavuz'un beline bağladı. Yavuz Sultan Selim, o andan itibaren Müslümanlar'in dini ve dünyevi lideri oldu. EK:“Yavuz Sultan Selim, kılıcını çekerek Mısır’ı kılıcıyla zapt ettiğini ilan etmiştir. Ve Ulemanın uyarısına uyarak Halife sanını hiç kullanmamıştır?!Kansu Gavri’nin ve Tomanbay’ın üzerlerinde Halifelik unvanı hiç olmamıştır.Ostüzü.Ben,ilk yazdığımdaki görüşümü aynen kullanıyorum.O.Türkoğuz. Yavuz Sultan Selim, Halife destekli Kansu Gavri’yi ve Tomanbayı, Merc’i Dabık, Ridaniye ve Kahire meydan muharebesinde perişan ederek yendiğinde sadece ve sadece Osmanlı İmparatoruydu,halife olmadığı gibi de halifesi bile yoktu?!Kilis’in doğusunda,Yanan köyün de hemen eteğinde,şimdi Suriye’de kalan,Merc ve Dabık köyleri çıvarında ,24 Ağustos 1516 tarihinde, Yavuz Sultan Selim,Mısır ordusunu paramparça ederek yendiğinde, Halife Hazretlerinin manevi gücünün ve keskin nefesinin kerametleri neden işe yaramamıştı?!Bunlar,halk ile tüm temasları kesilerek bir kale burcuna kapatılmışlardı.Osmanlı Ordusu Mercidabık’tan sonra çöle aşarak kazandığı Ridaniye Meydan Muharebesiyle seferi sonuçlanmamıştı.Kahire’de de üç gün süren sokak çatışmaları oldu.Koskoca bir devlet yıkılırken neredeymiş bu halife hazretleri?!O günün dünyasında üç güçlü devlet vardı:Osmanlı İmparatorluğu,Safevi Devleti ve Mısır’daki Türkiye Devleti.Dulkadiroğullarının topraklarında,bin kişilik bir Mısır süvari birliğinin bulunması, Yavuz’a, Mısır’ı istila fırsatını vermişti. Mercidabık Meydan Muharebesinden sonra, Onyedi günde, hiçbir döküntü vermeden çölü aşan Halifesiz Osmanlı ordusu, iki meydan muharebesini de kazanmıştı.1916 senesinde; Halifeli Osmanlı Ordusu 1517senesinden beri eyaleti olan Mısır’ı ayaklandırmak için, çölü geçme denemesinde, 30.000 devenin ölümüne neden olmuş, ancak, Süveyş Kanalına kadar giderek ,eriyip kalmıştır. Burada garipsenecek hiçbir tarihi gerçek yoktur,tarih tersine dönmüştür hepsi budur?!1516 ve 1517 yıllarında,Mısır Türkiye Devletine oyun oynayan Halifelik kurumu,1916 yılında da Osmanlı Devletine aynı oyunu oynanıştır.Tomanbay’ı da Yavuz’a teslim etmişti,400 sene önce de?! Safevi devletini ve Mısır’ı kılıcı ile Yenen, güçlü ve kudret sahibi Yavuz’un, Mısır Türk devletinin tenezzül etmediği hilafeti almıştır masalı, inanılacak bir gerçeğin ifadesi değildir. Yavuz’un muhatabı da aslında hilafet ve halife de değildir. 1960 senesinde,bölüğümüzde hiç makineli tüfek ve makineli tüfek fişeği yok iken;Onsekiz makineli tüfekle Harbiyelilere Bir buçuk saat ateş ettirmek suçundan,Kilis’te bulunan 122’inci seyyar jandarma alayının karargâh ve servis bölük komutan vekilliğine sürülmüştüm?!Bölüğümde bulunan bir yapı ustasını,Yanan köyde,Yavuz Sultan Selimin çadır kurduğu yere basit bir anıt yapmakla görevlendirmiştik.24 Ağustos 1960 günü;Mercidabık Meydan Muharebesinin 444’üncü yıldönümünü,o anıtın çevresinde toplanarak kutlamıştık.O gün,heyecanlı bir konuşma yapmıştım..Hiç bir kimse;Yavuz’u bu derece neden yücelttiğimi anlayamamıştı ve de sormamıştı.Bir Türk boyunu,Safevi Devleti 80 tehlikesi nedeniyle Kürt yaptığı için kızmama rağmen,Halifeliği almadığı için de seviyordum.Bu halifelik alış verişi için bakınız ne diyor İslam Ansiklopedisi: “ “Birinci Selim, Kahire ulemasını toplayıp, saltanatın meşrutiyeti için, makam-ı Hilafet’ten icâzet talebi lâzım olup, olmadığını sormuş ve ulemanın böyle bir muameleye lüzum olmadığını söylemeleri üzerine, kendisinin bu hususta halife ile asla temas etmediği anlaşılmıştır"Yavuz, Kahire Camisi'ne girdiğinde Kahireliler ona Hakimü'l-Haremeyn (Mekke ve Medine'nin hâkimi) sıfatını verirler ama o bu sıfatı kabul etmez ve "'Ben, olsam, olsam Hadimü'l-Haremeyn (Mekke ve Medine'nin hademesi) olabilirim;" der. Bu olay üzerine o dönemde hademelerin taktığı küpeyi ister”,küpe, kölelerin kulaklarına takılan kulluk işaretidir. Yavuz da, küpeyi Tanrıya kulluğunun işareti olarak takmış olabilir. Amma, ol küpeli resmin Şah İsmail’e ait olduğu da söylenmektedir. ol resim Yavuz’un bilinen resmine benzememektedir. Otlukbeli Meydan Muharebesine iştirak eden Akkoyunlu askerleri de küpeliydi. Muharebe sonunda, Osmanlı askerleri ölülerin kulaklarındaki küpeleri keserek almışlardı. ”Hilafetin Birinci Selim’e devir ve teslimi gibi bir olay asılsız ve esassız bir rivayetten ibaret olması muhakkak sayılabilir. Ancak; Mekke ve Medine’nin anahtarları ve mukaddes emanetler, Mekke Şerifi Ebu Nısvez, oğlu Şerif Ebu’Hasan vasıtası ile Kahire’ye, Birinci Selim’e gönderilmiştir. Mütevekkil’in Hilafeti Selim’e devrettiği efsanesi Garpta ilk olarak 1787’da Paris’te neşredilen bir eserde geçmiştir. Birinci Selim’in ölümünden sonra Mütevekkil Mısır’a dönme iznini Kanuni Sultan Süleyman’dan almış ve1543 senesin de, ölümüne kadar Halife unvanını korumuştur.”İslam Ansiklopedisi, cilt.5,s.151-152. İsveç’in Paris Büyük Elçiliğin Başkâtibi İgnatius Mourdugea d’Onshon’un anası Ermeni babası da İsveçliydi,”Osmanlı İmparatorluğunu Genel Çerçevesi”/Tableau General deL’impire Othoman adı altında, 27 senede hazırlayıp ta yayımlattığı kitabında Yavuz’un hilafeti aldığını iddia etmişti. Kendisi çok mükemmel Türkçe de bilmekteydi. Bu eserini Üçüncü Selim’e takdim etmişti. Bir türlü sadrazam yapılacak adam bulamayan Osmanlı Uleması, Üçüncü Selim’e iki rekât namaz kıldırarak iki kere istiareye yatırmıştı! OlPadişahı Zişan, Cenaze Hasan Paşa adlı bir piri faniyi her seferinde rüyasında gördüğünden,Adamı yaka,paça sadaret koltuğuna oturtmuşlardı.”Etmeyin eylemeyin,ben çok yaşlı ve cahil bir faniyim,ben kim sadrazamlık kim”?! Sızlamasına aldırış eden de olmamıştı.Bu arada da Mora yarım adası elden çıkmıştı.Osmanlı Uleması,buna da çok akıllıca bir çare bulmuştu:Heman Şeyhülislam Yasincizade Abdülvahap Efendiden bir fetva alınmıştı:”Mora’nın kaybı İslamiyet açısından çok faydalı olmuştu?!”Bundan donra da, koskoca ülkeler Rus Çarlığına kaptırılmıştır.E.M.Bozkurt,Atatürk İhtilali,s.338-341.?!Bu arada koskoca ”Elin Elçisinin Baş tercümanı,27 sene uğraşarak devriminden sonra ulusçuluk akımları hızla dünyayı istila etmişti.Grek ulusçuluğuna soyunan Atina 150.000 nüfusla,hâlâ İslam ümmetçiliğinde direnen Osmanlı İmparatorluğunu rezil ederek yenmişti hazırladığı iki ciltlik eseri Paris’te yayımlattırarak bu Şaşkın İstiarecilere takdim etmiştir?!İ.M.d’Onshon’a Halifelik konusunda ışık tutan belge,Küçük Kaynarca barış antlaşmasıdır.Rusça,İtalyanca ve Türkçe hazırlanmış olan bu belge,hâlâ gizemini korumaktadır.Rusya’nın tüm Ortodoksların hamisi olmalarına karşılık Osmanlı devleti de Müslümanların Hilafet’in koruması altında olduğunu belgeye yazdırtmıştı.Fransız Osmanlı 81 Devletini Batının üstünlüğünü ve ilk defa savaş tazminatı ödemeyi de kabul ettiği,sınırları içindeki bölgelere de müdahale hakları tanıdığı bu belgeyi biz de görelim : “17 Temmuz 1774 tarihinde imzalanan ve henüz tahta yeni çıkan Birinci Abdülhamit tarafından tasdik edilen, yirmi sekiz maddelik bu antlaşmaya göre[1] : 1. Kırım Hanlığı'yla Kuban ve Bucak Tatarları siyasi bakımdan müstakil olup, ancak dini işlerinde Hilafet makamına tâbi olacaklardır. 2. Kılburun, Kerç, Yenikale ve Azak Kalesi'yle Dinyeper (Özi) ve Buğ (Aksu) nehirleri arasındaki arazi, Rusya’ya terk edilmiş ve Aksu hudut kabul edilmiştir. 3. Ruslar tarafından işgal edilen Besarabya, Eflak, Boğdan ve Gürcistan ülkeleriyle Akdeniz adaları Osmanlılara iade olunacaktır. 4. Rus ordusu, Bulgaristan’da Tuna’nın sağ sahilinden, bir ay içinde sol sahiline çekilecektir. 5. Rusya, Osmanlı topraklarındaki Ortodoksları daimî surette himaye edebilecektir. 6. Rus sefirlerinin, Eflâk ve Boğdan vaziyetleri hakkındaki müracaatları dikkate alınacaktır. (Bu madde mucibince memleketin işlerinde Rus müdahalesine devamlı açık kapı bırakılmış oluyordu.) 7. Rus ticaret gemileri, Karadeniz’le Akdeniz’de hareket serbestîsine sahip olacak ve istedikleri zaman boğazlardan geçebilecekler ve Osmanlı limanlarında kalabileceklerdi. Böylelikle Karadeniz bir Türk gölü olmaktan çıktı. 8. Ruslar, İstanbul'da daimi elçilik bulundurabilecek ve Balkanlar'da istedikleri yerde konsolosluk açabileceklerdi. Bu da Rusların Panslavizm politikasına zemin hazırlamıştır. 9. İngiltere ile Fransa'ya verilen kapitülasyonlar, Rusya’ya da aynen tanınacaktır. 10. Osmanlı Devleti, savaş tazminatı olarak, üç senede ve üç taksitte, Rusya’ya on beş bin kese akça verecektir. Osmanlı Devleti, tarihinde ilk defa savaş tazminatı ödemiştir. 11. Orta-Kuzey Kafkasya'da Osmanlı Devleti ile Rusya arasında tarafsız bir bölge olan Kabartay ya da Kabardiya, Rusya'ya ilhak edildi. Osmanlı Devleti, arazi itibariyle fazla kayba uğramamakla beraber, Rusların Eflak ve Buğdan’a karışmaları, istedikleri yerlerde konsolosluk açabilmeleri ve Ortodoksların hamisi sıfatını takınmaları gibi maddeler sebebiyle, zayıf anlarında, devamlı olarak bu devletin saldırılarına maruz kalmıştır. Ayrıca bu antlaşmayla Kırım'a özerklik verilmesi Rusya'nın sonradan Kırım'ı egemenliği altına alması için bir atlama taşı oluşturmuştur. Nitekim Rusya bu antlaşmanın imzalanmasından 9 yıl sonra Kırım'ı topraklarına katmıştır” Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı Devleti; 82 Bu antlaşmayla Osmanlı İmparatorluğu, Dünya üzerindeki üç büyük devletten biri olma özelliğini kaybetti. Dünyanın sayılı devletlerinden biri olma özelliğini yitirmiştir. Uluslararası saygınlığını kaybetmiştir. Yüzyılın en ağır antlaşmasını imzalamıştır. Karadeniz'de yüzyıllardır devam eden egemenliğini kaybetmiştir. Osmanlı Devleti bu antlaşma ile Avrupa devletlerinin üstünlüğünü kabul etmiştir.” Yavuz Sultan Selim gibi bir Hükümdar, hak ettiğine inandığı şeyi, babası ve ağabeyleri olsa bile kılıç zoru ile alır. Mısır Türkiyye Devletinin, bir kale kovuğuna soktuğu, hiçbir dini ve hukuksal alanda yaptırımı ve gücü de olmayan bir makamı bir lütuf olarak almaz. Osmanlının Kölemenler/memluklar/ diyerek hafife aldığı Türkiyye Devleti, Mısır’da iktidarı halifesiz olarak kurmuş, halk üzerindeki otoritesi de halifesiz hiç bir olumsuzluğa uğramamıştı. İktidarını başarı ile sürdürdüğü bir gerçektir. Anadolu’da Moğolları halife olmadan yenmişlerdir. Halifenin bir kale burcunda hapis hayatına bağlanması, halifenin basit bir kişi gibi algılanması da Mısır halkı üzerinde hiçbir olumsuz etki yaratmamıştı. Halifelik, doğduğu günden beri, Müslümanları birleştirecek bir güç olarak değil de, tam tersine parçalayıcı bir etken olduğunu görmüştük. Yavuz, her ülkenin sahip olacağı birer hilafet kurumunun Müslümanları parçalayacağını ve İslam inancını bir daha birleştirilmeyecek bir biçimde dağıtacağını bilemeyen bir hükümdar değildi. Kendiliğinden sadaka gibi sunulan boş unvanların, Osmanlını parçalanmasına neden olacağını bilemez değildi. Kölemenlerden silah zoru ile aldığı Mısır’ı yine bir Kölemene teslim edecek kadar da uzak görüşlüydü. Mısır’I fethettikten sonra, Kahire’yi terk ederken, yanındaki atının üstündeki Ferhat Paşaya,”Ferhat Paşa, Mısır’ı da fethettik!”Dediğinde Ferhat Paşa:”Evet Devletli Sultanım, bir Kölemenden alıp, başka bir Kölemene devrettik!”Demesi üzerine heman boynunu vurdurtmuştu. Malazgirt’e giderken de çocukluk arkadaşı Hemdem Paşa. Seferi keserek geri dönmesini ihsas ettirdiğinde, satranç oyununu keserek, Hemdem Paşanın da boynunu vurdurtmuştu. Tartışmasız bir otorite sahibiydi.Ama Türk’e de düşmandı!? OSMANLI’NIN TÜRKLER HAKKINDAKİ SÖZLERİ?! “Sırtını kürke,kapını Türke alıştırma!”Devşirme Döllerinden?! “Etrak-ı bî-idrak": "Anlayıştan yoksun, cahil Türk" anlamına gelen ve Osmanlı yönelik olarak kullandığı ayrımcı bir deyiş. Örneğin, Evliya Çelebi Paşa olurmuş "Seyahatname"de Anadolu Türklerin den Etrak-ı bî-idrak" şeklinde bahsetmektedir.(15) Dahası, 20’inci Yüzyıl'a kadar etnik anlamıyla "Türk" kelimesi, Osmanlı siyasal seçkinleri tarafından aşağılayıcı bir şekilde, "kaba köylü" anlamında kullanılmıştır.(16) Nitekim Osmanlı Devleti'ne "Türkler" olarak seslenenler, Batılı siyasetçi, tarihçi ve yazarlardı.(17) Yine, Ziya Gökalp, 1913'de Türk Yurdu Dergisi'nde, "şehrîlerin tarih kitaplarında kavîm isimleri(ni) daima Etrak-ı bî-idrak, Ekrad-ı bed-nihad gibi tahkirli şekillerde" yazdığını belirtmektedir.(18) 83 "Etrak-ı napak": "Temiz olmayan, pis Türkler" anlamına gelen bu ırkçı deyiş, Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından kullanılmıştır. "Etrak-ı napak" deyişi de, Evliya Çelebi'nin "Seyahatname"de Anadolu'da yaşayan Türkleri betimlemek için kullandığı kavramlardan biridir.(19) (Evliya Çelebi'nin diğer milletleri betimlemek için kullandığı deyişler için bknz: Not: 20) "Her Türk Asker Doğar!": Türklerin, asker bir millet olduğu mitini yeniden üreten pozitif ayrımcı bir deyiş.(21) "Madem Türksün, göster ürksün": Hem milliyetçi hem de cinsiyetçi olan bu deyiş, Türklük ile erkeklik arasında ırksal bir ilişki kurarak "ulusun düşman" olarak tanımladıkları diğer etnik ve dini kimliklere saldırgan ve düşmanca bir tavrı empoze etmeyi amaçlar. D.E.R.T adlı müzik grubunun, Ermeni Soykırmı ile açıklamada bulanan ve kendi üyeleri de Ermeni olan System of a Down grubuna karşı yazdıkları "Madem Türksün" adlı parçasında söz konusu ırkçı ve faşizan söylem açıkça görülebilir. Bknz (+18): http://www.youtube.com/watch?v=BsWwGQ-v1Dg "Millet-i mahkure": Osmanlı Devleti'nde kendisini "millet-i hâkime" olarak gören askeri sınıf, Türkleri "aşağı/alt millet" anlamına gelen "Millet-i mahkure" terimi ile tanımlıyordu. "Türk ata binse bey olur." / "Türk atına binince bey oldum sanır": Alaycı bir anlam taşıyan ve Romanlar için de kullanılan bu deyiş Osmanlı zamanından mirastır.(22) "Türk danişment olur, adam olmaz.": Osmanlı Devleti dönemi ayrımcı bir deyiş.(23) "Türk Derneği olmaz.": Yine Osmanlı Devleti mirası bir atasözü.(24) "Türk işi ödünçtür.": Osmanlı Devleti döneminde kullanılan ayrımcı bir deyiş.(25) "Türk karır, kılıcı kararmaz.": Türkçede "Türk ihtiyarlığında genç gibi kılıç kullanır"(26) anlamına gelen ve "asker millet" mitini yeniden üreten pozitif ayrımcı bir atasözü. "Türk ne bilir bayramı, lak, lak/LIK-Lık/ içer ayranı": Yörükler ve Romanlar gibi birçok başka kimlik için de kullanılan bu deyiş, Osmanlı Dönemi mirasıdır.(27) "Türk olana şehir içi zindan olur": Türk kimliğini köylülükle eşleştiren Osmanlı dönemi atasözü.(28) "Türk pohpohu, Acem pehpehi sever": Yine Osmanlı Devleti döneminden kalma Türklere yönelik ayrımcı bir deyiş.(29) "Türk ve tosun, çünkü doğdu anadan, öğüt aldı eşek ile danadan": Osmanlı Devleti döneminde Türklere yönelik olarak kullanılan ayrımcı bir deyiş.(30) "Türk'e beylik vermişler, iptida babasını öldürmüş.": Sonradan dönüşerek Romanlara karşı kullanılan bu ayrımcı atasözünün özgün hali, burada görüldüğü şekliyle 84 aslında Türklere yöneliktir. Bu atasözü, 16. ve 17. Yüzyıllarda Osmanlı toplumunda ortaya çıkan, Osmanlı Devleti'nin Şeyh Celal İsyanı (1519) üzerinden Alevi ve Türkmen kimlikleriyle özdeşleştirdiği Celali İsyanları'nın sonucudur ve ona atıf yapar.(31) "Türk-i bed-lika": "Çirkin suratlı Türk" anlamına deyiş, Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından kullanılmıştır. gelen bu ırkçı "Türk-i sütürk": Farsça "büyük", "heybetli" anlamına gelen "sütürg" kelimesi", Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından "Azgın Türk" anlamında kullanılmıştır. "Türk'ün bildiğini tilki bilmez."(32): Türkleri "kurnaz" ve "akıllı" olarak gösteren pozitif ayrımcı bir atasözü. "Türkiye Türklerindir!": Kurulduğu 1948 yılından beri Türkiye'nin en çok satan gazetelerinden biri olan Hürriyet'in değişmeyen ayrımcı sloganı. "Türk'ün aklı sonradan gelir."(33): Türkçede kullanılan özeleştirel bir deyiş. Bu deyişin argo dilde yer bulan daha farklı bir versiyonu/sürümü/ ise "Türk'ün aklı ya kaçarken ya sıçarken gelir." Bu son deyişin Kürtler için de kullanıldığı gözlemlenmektedir. "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur.": Hayali ya da gerçek iç ve dış düşmanların varlığını süreklileştirerek uluslararası alanda yalnızlaşma ve ulusal ölçekte paranoya üreten Türk milliyetçiliğinin kurucu mitlerinden birisi. * Bu kategoriye katkıda bulunan Süheyla Demir, Margaux Prival, Kevork Galloşyan, Stavriani Zervakakou, Inna Kholondovych, Tunç Şen, Eleştirel Günlük, Yasamin Moein, Nadja Micic, Renata ve Yol İzi'ne teşekkür ederim. 1. Kemal Tahir, Kurt Kanunu, 1969. 2. "Turkey, Sweden and the European Union Experiences and Expectations", Swedish Institute for European Policy Studies, Nisan 2006, s. 6. 3. A.g.e., s. 6. 4. A.g.e., s. 6. 5. Miguel de Cervantes, Don Quixote, trans. John Ormsby, The Pennsylvania State University, 2000, Chapter XIII., s. 463. 6. "Turkey, Sweden...", a.g.e., s.6. 7. A.g.e., s.6. 8. Ahmet Yüksel, "Türkiye'de Tütüncülerin Kaçakçılaşma Sürecinde Kolculuğun Baskısını İki Kolcunun Tercüme-i Halinden Anlama Denemesi", Kebikeç, Sayı: 34, 2012, s. 186. 9. "Turkey, Sweden...", a.g.e., s. 6. 10. A.g.e., s. 6. 11. A.g.e., s. 6. 12. A.g.e., s. 7. 13. Hamit Bozarslan, Ortadoğu'nun Siyasal Sosyolojisi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 110. 14. Ayşegül Altınay, The Myth of the Military Nation, NY: Palgrave Macmillan, 2004, s. 20 21. 85 15. Ülkü Çelik Şavk, Sorularla Evliya Çelebi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Basımevi, 2011, s. 22. 16. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Alkım Yayınevi”. TÜRK, tüm bu mavallara bir tek yanıt vermiştir: “Eğeri kaltağ Osmanlı, Şalvarı şaltağ Osmanlı. Ekende yok, biçende yok; Yiyende ortağ Osmanlı. Bir de, Türklüğü ile övünenlere kulak versek: “Benim hayatta tek iftihar kaynağım ve servetim Türklükten başka bir şey Değildir!”Mustafa Kemal Atatürk. “Türklüğünü yüceltmek için yaşa; Türk’e kılıç kaldıran eli kır!”Emir Timur. “Biz ki, Meliki Turanız, Emiri Türkistan’ız. Biz ki, Türkoğlu Türküz. Biz ki, ulusların en kadimi ve ulusu Türk’ün başbuğuyuz.”Emir Timur. İmzasını, Türkoğlu Türk diye yazarak atardı. “Kalk! Kalk ta mağlup Türk’ü gör!”Firdevsi’nin mezarında, Emir Timur. “Türk olarak doğmuş olmam, her türlü övgüden üstündür!”Ebu’l Gazi Bahadır Han. Secereyi Terakime.(Türk seceresi). “Ulusal Kurtuluş Savaşını yapan Türkiye halkına Türk Milleti denir!””NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!”Atatürk. “Sorma bana oymağımı, boyumu, Beşbin yıldır millet gibi yaşarım. Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı, Türk’üm bu da her unvandan üstündür!” Ziya Gökalp, Diyarbakır,1924. Belçika’dan gelen yılbaşı tebrik kartı.2009. “Tourguei, tu dois Atatürk a Dieu et le reste ATATÜRK. “Atatürk’ü Türk Ulusuna Tanrı verdi, geri kalan her şeyi de Türk Ulusuna Atatürk verdi. Daniel Duomaulin. Atatürk'e göre Türk'ün tanımı: 86 Atatürk'ün manevi kızı olan Afet İnan Hanım, üniversitedeki doktora tezinin konusunun, hocasının: "Milletini anlat, Türkler'i anlat" demesiyle birlikte belli olmasının ardından, tezini hazırlamaya başlamış tezini hazırladıktan sonra da göstermek için Atatürk'e götürmüştür, Atatürk de onlarca sayfalık tezi görünce, Türk'ü bir kaç cümleyle kısa ve öz olarak şöyle anlatmıştır: ― "Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en alasından bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârlarıyla sallandı. Beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela, korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı onların oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır. Kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir." “Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk tarih tezini savunurken şunları söyler: “;Efendiler bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında da bir derinliği vardır. Efendiler bu derinliği isterseniz ölçelim: Birinci ölçek tarih öncesi devirlere ilişkin ölçektir. Bu ölçeğe göre Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yafesin oğlu olan kişidir. Tarih döneminin belge tedarikinde pek hoşgörülü olan ilk evrelerine biz de hoşgörü gösterelim, fakat en açık ve kesin ve en maddi tarih kalıntılarına dayanarak söyleyebiliriz ki Türkler, on beş yüzyıl önce Asyanın göbeğinde muazzam devletler kurmuştur ve insanlığın her türlü yeteneği onda ortaya çıkmıştır.” OSMANLI DÖNEMİNDE HİLAFET VE KURUMLARI! Osmanlı devleti, kuvvet ve kudretini yitirince; içeride ve dışarıda, padişahların Halifelik yönü güç ve kuvvet kazanmıştır. Rönesans ve reform hareketlerini tamamlayan Avrupa devletlerinde hümanist ve akılcı akımlar sonunda, aklın, mantığın ve bilimin KİLİSEYİ VE TEOKRASİYİ yenmesine karşılık, Osmanlı İmparatorluğunda zafer hurafelerin ve teokrasinin olmuştur. Mühendishaneyi Berri Hümayuna giriş sınavında, bir üçgenin iç açıları toplamı kaç derecedir? Sorusuna bir tek Mühendis adayı yanıt vermiştir:” “Üçgenine göre değişir?!1773.Mühendis okulu öğrencilerinin hesap yapmasına dair Şeyhülislamdan 1834 yılında fetva alınabilmiştir.Orduda kurmay sınıfı yoktur ve harita da kullanılmamaktadır.Topçularımız,parelel nişan alarak ateş etmeyi de bilmiyorlardı.Nedenleri bir türlü keşfedilemeyen yenilgiler ve çöküntüler;daha büyük yenilgilere ve çöküntülere neden olacak çağ ve mantık dışı çözümlemelere sarılmamız sonucunu doğurmuştur.Tüm sosyal patlamalar”,Şeriat İsterük!”Parolasını bayrak yapmış,bu parola ile ifade edilen toplumumuzun gerçek istekleri anlaşılamadığından,Şer’i at bir boy daha büyütülmüştür.İkinci,Üçüncü ve sıra ile her ayaklanma,”Şeriat İsterük!”,”Kaptan Paşa ve Kethüdasını istemezük!? Sloganları ile başlayıp;”birkaç kelleyi ve çok sayıda batılı önlem olarak almakla sonuçlanmış gibi olmuştur. Batılla şişen kafalar, 87 halkın öfkesini hasımları üzerine yöneltmek ve toplumumuzu çok ileri boyutlara götürecek kurumlarımızı yok etmekle Osmanlının çöküşünü de hazırlamışlardır. Ulufelerini alamayan Yeniçeriler,”Şeriat!”İstemişler, Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa da“Şeriat!”İstemiş, Bayraktar Mustafa Paşa da şeriatı geri getirmek üzere Rumeli’nden Dasitaniye inmiş, Üçüncü Selim de Şeriat isteyenlerce öldürüldüğü gibi, Bayraktar Mustafa Paşa da Şeriat isteyenlerce öldürülmüştür. Bir türlü; iktidarların manası anlamak istemediği halkın istekleri günümüzde de,”Adalet isteriz!”Sloganları ile sokaklara ve yayın organlarına dökülmüş; iktidardakiler, kendilerini ve çıkarlarını korumak için yasalara ve güvenlik güçlerine sığınmıştır. Şeriat isteyen Yeniçeri, Akçenin ayarının bozulduğunu yana, yakıla anlatmışsa da, bu sözlerinin anlamını bilecek ve buna çare bulacak kimseleri bulamayınca da suçlu olduğuna inandırılanların kellelerini almakla yetinmiştir. Ayaklanmacılarla iktidarlar kelle avına çıkmışlardır.”Şeriat!”isteyerek ayaklanan Patrona Halil’in ilk işi, Kâğıthane’de bulunan Yüzyirmi sarayı yıkarak, adamlarını devletin katlarına yerleştirmek olmuştur, tıpkı günümüzde olduğu gibi. Osmanlı toplumunun bütün Sosyo-Ekonomik istek ve arzuları, “ŞERİAT!”Sözcüğü içine sıkışıp kalmıştır. Hiç bir devletlinin akıl bıçağı,”Şeriat!”sözcüğünü yarıp ta bununla nelerin anlatıldığını anlayamamıştır, Mustafa Kemal gelene kadar. Ünlü Baki, divanında,”Bâtıl her zaman bâtıldır, felaket onun hak suretinde görünmesindedir,”dediği gibi, hak suretinde görülebilenler, Osmanlıyı kuran Türk soyunun felâketlerine ve Osmanlının da yıkılmasına neden olmuştur. Sultan ikinci Mahmud’un, bir limonatacı ile konuşması çok ilginçtir. Sultan İkinci Mahmud, tebdil gezerken, milletin kendisini ne derece sevdiğini anlamak için halkla ilişki kurarmış. Bir gün, bir limon atıcıya yaklaşmış, bir limonata içmiş, içerken de sormuş.”Üçüncü Selim’den mi memnunsunuz, yoksa İkinci Mahmut’tan mı? Limonatacı: “İkisinin de Allah belasını versin!”deyince, Sultan Mahmud: “Neden?!Diye sormuş! “Neden olacak, demiş Limonatacı;Üçüncü Selim devrinde de limonatamı Beş paraya satardım,İkinci Mahmud devrinde de öyle?!Mahmut Esat Bozkurt,Atatürk İhtilali,s.277. Morayı kaybettiğimiz zaman, bunun din bakımından gerektiğine dair bir de fetva çıkartıldığını yazmıştık. Fetvayı devrin Şeyhülislamı Dürrizade Abdülvehap Efendi vermişti.”Tarihi Cevdet, Netahicülvukuat. Bu, dinin alçakça kullanılma olayını başka kaynaktan da aktaralım: “Şeyhülislam Abdülvahap Efendinin en büyük kusuru,1828 yılında, Mora’yı terk etmek zorunda kaldığımız zaman ,”Mora’nın din bakımından terki gerektiğine “dair fetva vermesidir. Mahmut Esat Bozkurt,”Atatürk İhtilali” adlı eserinin 341’inci sahifesinde yazdığı bu olayı “Tarihi Cevdet’in, Netayücül-Vukuat’ından naklen almıştır. Şeyhülislam ismini Dürrizade Abdülvehap olarak bildirmedeyse de doğrusu Yâsincizade 88 Abdülvehap’Efendidir. Mora,1828 yılında terk edildi. Ayrıca, Dürrizade Abdülvehap Efendi adlı bir Şeyhülislam da yoktur.1828 yılında ölen Dürrizade Abdullah Efendi vardır ki, Mora’nın kaybından önce Meşihata gelmiştir. Hz.Muhammedin torunu Hasanın soyundan olduğundan isminin başına Esseyyid ya da Seyyid kelimesi eklenmiştir.”Dr.Abdülkadir Altınsu, Osmanlı Şeyhülislamları, s.184.Burada da bir hata vardır: Hasanın soyundan gelenler Şerif, Hüseyinin soyundan gelenler de Seyyidtir. Kadın olursa Şerife ve Seyyide sanını alırlar. Ostüzü. “Padişah, Halife zalim olsa da ona itaat gerekir. Çünkü her millet lâyık olduğu idareyi bulur kuralı şeriat esasıdır. Bunun aksine hareket edenler Kâfir olur!”Mecmuatü’l-Edep, M.E. Bozkurt, a.g.e. s.341.Bu kuralı ilk defa Ünlü Fransız düşünürü, kısaca adını yazarsak, Baron Montesguieu/18 Ocak 1689/10 Şubat 1755/ söylemişti: “Her millet, lâyık olduğu şekilde yönetilir!” Osmanlı İmparatorluğunda Padişah’a/Halifeye/direnebilen din adamlarının sayısı bir elin parmaklarının sayısını geçemez. Örnek vermemiz gerekirse, dört büyük örneğe beşinci bir örnek eklememize tarih bilgimiz izin veremez. Bursa’daki Ulu Cami, Birinci Beyazıt döneminde yapılmıştır./1396/.Caminin açılış töreninde; Sultan Yıldırım Beyazıt Emir Sultan Hazretlerine:"Camii nasıl oldu? Bir eksiğimiz var mı acaba?"Diye sormuş. Emir Sultan da "Camii çok güzel oldu sultanım, ama meyhanesi eksik kalmış."Demiş. Yıldırım Beyazıt o zamanlarda içki içiyormuş, bu cevaba çok şaşırmış, üstelikte bunu söyleyen peygamberimizin torunlarından biriyken. "Nasıl böyle birşey söylersin, hiç camiye içki sokulur mu? Çok günah!"Demiş. İstediği dersi vermek üzere olan Emir Sultan cevap vermiş hemen: "Sultanım sen insanın yaptığı mabede içki sokmaya günah diyorsun da, Yaradanın yarattığı bu vücuda içkiyi nasıl sokuyorsun? Demiş. Bu olayın başka türlü nakli de var: “Hünkârım, cami çok güzel olmuş amma, dört tarafında birer meyhanesi eksik!”Şimdi de Zembilli Ali Efendiyi görelim: Zembilli Ali Efendi. 1445 yılında Karaman'da doğdu. İlköğrenimini burada yaptı. Daha sonra İstanbul'a giderek, ünlü âlimlerden, Molla Hüsrev'in derslerine devam etti. Hocasının tavsiyesi üzerine Bursa'ya geçerek Mevlana Müslihiddin'den ders aldı ve onun kızıyla evlendi. Bursa'da dini ilimler okudu. İlk önemli görevini, Edirne'de Ali Bey Medresesi'nde yaptı. Hicaz ve Mısır'dan sonra, İstanbul'a gelerek yerleşti. Birçok Anadolu medresesinde müderrislik yaptı. 1502 yılında şeyhülislam oldu. Bu görevi 23 yıl aralıksız sürdü. Sultan II. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni'ye şeyhülislamlık yaptı. Evin penceresinden her gün bir zembil sarkıtır, sorunu olanlar, dertlerini yazarak bu zembile bırakırlardı. Akşam olunca hu zembili çeker, sorunları cevaplayarak tekrar sarkıtırdı. Bu nedenle "Zenbilli" 89 lakabı verilmiştir. Zamanında şeyhülislamlık, vezirliğin çok üstünde bir görev haline geldi. 1526 yılında vefat etti. “Zühdü, takvası, istikameti ve doğruluğu ile meşhur olan Zembilli Ali Efendi, dine uymayan her çeşit hükme ve karara şiddetle karşı çıkardı. Yavuz Sultan Selim Hanın, şiddetli hareketlerini bile teskine muvaffak oldu. Bir defasında Yavuz Sultan Selim Han, Topkapı Sarayı hazînesi görevlilerinden yüz elli kişinin sorumsuz davranışlarından dolayı idamını emretmişti. Zembilli Ali Efendi, bu kararı duyunca derhal Dîvân-ı hümayun’a koştu. Vezirler ayağa kalkıp saygı ile karşıladılar ve başköşeye oturttular. Şeyhülislâmın divana gelmesi âdet olmadığından, niçin geldiğini sordular. Padişahla görüşmek istediğini söyledi. Durum padişaha arz edildi. Yavuz Sultan Selim Han, huzuruna girmesine izin verdi. Arz odasına girip selâm verdi. Padişahın hürmet göstermesinden sonra, gösterilen yere oturdu. Sonra padişaha; “Fetva vazîfesinde (şeyhulislâmlıkda) bulunanların bir işi de, padişahın ahretini korumak, onları diyen hata olan şeylerden sakındırmaktır. Yüz elli kişinin idam edilmesine padişah fermanı çıktığını duyduk, öldürülmeleri için, dinen bir sebep tesbit edilmiş değildir. Bunların af buyrulması rica olunur.” sözü üzerine kızan padişah; “Bu iş saltanatın gereğidir. Âlimler böyle işlere karışırsa devlet idaresi kargaşaya uğrar. Sorumsuzluklara göz yummak, beğenilecek tutum değildir. Bu işlere karışmak sizin vazifeniz değildir.”Dedi. Zembilli Ali Efendi, Padişahın bu sözleri karşısında; “Bu karar ahretiniz ile ilgilidir ve buna karışmak da bizim vazifemizdir. Eğer affederseniz ne iyi ne güzeldir. Yoksa ahrette cezaya müstahak olursunuz.” Bu sözler, Padişahın kızgınlığını yatıştırdı. “Affettik” diyerek lütuf gösterip, neşe ile sohbete başladı. Konuşma bittikten sonra, gitmek üzere ayağa kalkan Zembilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selim Hana; “Ahretiniz ile ilgili hizmeti yerine getirdim. Mürüvvet ile ilgili bir sözüm daha var.”Dedi. Padişah; “Onu da söyle.” Deyince; “O sözüm de şudur ki, Padişahın affına uğrayan o kişilerin, işlerinden el çektirilip, el açarak sokaklarda dolaşmaları, Padişahlığın şanına lâyık mıdır?” Dedi. Bunun üzerine, Padişah bunu da kabul etti. Sultan Selim Han; “Fakat bunlar vazifelerinde kusur ettikleri için, bunları tâzir edeceğim.” Dedi. Zembilli Ali buna karşı da; “Tâzir (azarlama) padişahın reyine kalmıştır. Orasını siz bilirsiniz. Bizim arzumuzu kabul etmeniz bize yeter.” Dedi. Sonra teşekkür ederek padişahın huzurundan ayrıldı. Yavuz Sultan Selim Han da onu methederek uğurladı. Yavuz Sultan Selim Han bir defasında Edirne’ye gidiyordu. Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi de padişahı uğurlamak üzere gelmişti. Padişahı uğurlayıp dönerken dört yüz kişinin elleri bağlı idam edilmek üzere götürüldüklerini gördü. Bunların niçin idam edileceklerini sordu. Padişah, ülkesinde ipek alınıp satılmasını yasaklamıştı. Bunlar bu yasağa uymadıkları için yakalandılar ve idam edilecekler dediler. Zembilli Ali Efendi derhal geri dönüp, Yavuz Sultan Selim Hana yetişti. “Bu elleri bağlı dört yüz kişinin öldürülmesi helâl değildir. Bu hususta Allah indinde sorumlu olursun. Sakın bunları idam ettirme!”Dedi. Padişah bu sözler karşısında kızıp; “Halkın üçte birinin ahvalini düzeltmek için üçte ikisinin bile öldürülmesi caiz iken, böyle bir avuç kimsenin kanının dökülmesini çok görmek yersiz değil midir?” Dedi. Zembilli Ali Efendi; “Bu iş büyük bir kargaşada mübahdır, yapılabilir.”Deyince, Padişah; “Hükümdarın emrine karşı gelmekten daha büyük kargaşa olur mu?” Dedi. Zembilli Ali Efendi şöyle cevap verdi: “Bunlar senin emrine karşı gelmemişlerdir. Zira senin ipek emîni tâyin etmen, ipeğin alınıp satılmasını gösterir. Bu bir ruhsattır, açıkça izin vermen demektir. İpek alınıp satılmayacaksa niye ipek emîni tâyin ettiniz, onun vazifesi 90 nedir?” Dedi. Padişah ona; “Senin saltanat işlerine ait bu gibi şeylerde söz söylemen vazifen değildir!” Dedi. Zenbilli Ali Efendi; “Bu husus ahret işlerindendir. Buna karışmak benim vazifemdir.” diyerek selâm vermeden padişahın yanından ayrılıp gitti. Bu durum padişahı son derece kızdırdı. Bir müddet atının üstünde sessiz ve hareketsiz kalıp, derin bir düşünceye daldı. Sonra yürüdü. Yanında bulunanlar, padişahın bu hâline şaşırdılar. Padişahın yanına toplanıp onu tâkib ettiler. Neticenin nereye varacağını düşünüyorlardı. Padişah Yavuz Sultan Selim Han yolda mealen; “Eğer affedersen, bu, takvaya daha yakındır.” Buyurulan âyet-i kerimeyi düşünerek, elleri bağlı dört yüz idam mahkûmunu affetti. Edirne'ye varınca da Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendiye bir ferman gönderdi. Bu fermanda şöyle diyordu: “Dini ve tıynî (yaratılış), istikametin (doğruluğun) malumum olup, kazâ-yı tarafeyni cem ettim (Anadolu ve Rumeli kadı askerliğini birleştirdim.) ve kelâm-ı Hakkı işitip uydum ve dahi seni oraya (bu iki kadı askerliğe) nasbettim (tâyin ettim).” Böylece o dört yüz kişiyi affedip idam etmekten vazgeçtiğini ve Zembilli Ali Efendiyi takdir edip, ayrıca ilmiye sınıfı için, şeyhülislâmlıktan sonra en yüksek makam olan kadı askerlik vazifesine, hem de her iki kadı askerliği birleştirerek onu tâyin ettiğini bildirdi. Zembilli Ali Efendi bu teklifi önce nezaketen kabul etti. Sonra da şöyle bir cevap yazıp gönderdi: “Velâkin hazret-i Hak ile ahdim vardır ki: Söz veya kaleminden (Hükmettim!) kelimesi çıkmaya... Ol ahdimizi korumak yüzünden, vukuu bulan kusurumuzu af buyurmak, bu duacınızın sonsuz recâlarıdır...” Yavuz Sultan Selim Han, Zembilli Ali Efendinin dünyaya, dünya malına ve mevkiine rağbet etmediğini, ahrette kurtuluşu istediğini görerek çok sevindi ve ona beş yüz altın hediye gönderdi.” Tac’üt-Tevarih’in yazarı Hoca Sadettin Efendiyi de/1536/1599/ okuyalım: Haçova Meydan Muharebesi/1596/Osmanlı Ordusunun kazanmış olduğu son Meydan Muharebesidir. Bu muharebe, Hoca Sadettin Efendi ve Osmanlı Ordusunun mutfak görevlileri tarafından kazanılmıştır. Aşçıların, oduncuların, devecilerin silah olarak kullandıkları kepçeler, satırlar ve baltalar, İstanbul Asker Müzesinde sergilenmektedir. “”Padişah seferde gerek” “Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatının üzerinden otuz yıl geçmiş, bu sürede gerek İkinci Selim gerek Üçüncü Murad hiçbir sefere iştirak etmemişlerdi. Şimdi ise Üçüncü. Mehmed’den istenen şey ordunun başında savaşa gitmesiydi. Zira Avusturyalılara karşı sürdürülmekte olan mücadele gerçekten de kritik bir noktaya gelmiş, Estergon Kalesi’nin yeniden düşman eline geçmesi ise, artık padişahın bu işi bizzat ele alması gerektiği hususunda genel bir kanaat oluşturmuştu. Bu hususta III. Mehmed’i en çok teşvik eden kişi şehzadelik döneminden beri yanı başında bulunan Hocası Sadettin Efendi’ydi. Aynı zamanda tarih ilmiyle de meşgul olan Hoca Sadettin iyi biliyordu ki, sultanlarının aralarında olduğunu bilmek, askerin cenk meydanındaki şevkini ve direncini umulmadık seviyelere çekebilen bir etkendi. Sonuçta Üçüncü Mehmed, 20 Haziran 1596’da yanında hocası sadettin Efendi olduğu halde ordusunun başında İstanbul’dan Rumeli’ne doğru hareket etti. Hedef Macaristan 91 Ovası’nın kuzeydoğu ucundaki Eğri Kalesi olarak belirlenmiş ve uzun bir yolculuktan sonra muhasaraya alınan kalenin zaptına muvaffak olunmuştu. Kale düşmüştü ama Avusturya İmparatoru’nun kardeşi Arşidük Maximilien padişahın ordusuyla savaşmak üzere Eğri’ye doğru ilerlemekteydi. Osmanlı kaynaklarını esas alırsak, sadece Avusturya ordusu 200.000 kişilik düzenli bir orduydu ve Alman prensliklerinin gönderdiği askerler, Hollandalılar, Belçikalılar, İspanyollar, Fransızlar, Papalık askerleri, Floransalılar, Macarlar, Çekler, Erdelliler vs. de ilave edildiğinde yekün 300.000’e ulaşıyordu. Keşif amacıyla Haçova mevkiine giden dördüncü vezir Hadım Cafer Paşa komutasındaki öncü birlikler, burada girdikleri çarpışmada bozularak geri dönmüş ve haçlı ordusunun durumu hakkında bilgi getirmişlerdi. Gelen bilgiler, padişahın böylesi bir orduya karşı savaş meydanında yer almasının riskleri konusunda herkesi düşündürmeye başlamıştı. Yaklaşan kış da, uzama ihtimali olan savaş konusundaki tereddütü artırıyordu. Meşakkatsiz zafer olur mu? Savaşmaksızın çekilmek de dâhil, pek çok görüşün içinde en fazla ağırlık kazanan, bitkin durumdaki padişahın komutayı vezir-i azama bırakarak geri dönmesiydi. Hoca Sadettin artık devreye girme zamanının geldiğine karar vermişti. Devlet denilen aracın padişahıyla, veziriyle, askeriyle, her şeyiyle hangi mefkûre için var olduğunu hatırlatma vazifesi Haçova’da onun omuzlarındaydı. Toplanan savaş meclisinde Kur’an-ı Kerim’deki cihaddan geri kalanların durumu ve kendi yolunda savaşanlara Allah’ın vaatleri hakkındaki ayetleri zikrettikten sonra, padişahın bitkinliğini ileri sürenlere meşakkatsiz zafer olmayacağını ve böyle bir savaşta orduya bizzat padişahın komuta etmesi gerektiğini söyledi. Uzun yıllar hocalığını yaptığı Üçüncü Mehmed’i çok iyi tanıyan Sadettin Efendi sesini biraz da yükselterek şunları ilave etti: “Osmanlı Devleti’nde bir padişahın çok kuvvetli bir sebep olmadıkça düşmandan yüz çevirdiği işitilmemiştir.” Padişaha izin yok 25 Ekim 1596 günü Üçüncü Mehmed olması gereken yerde, Haçova meydanında 140.000 kişilik ordusunun başındaydı. İlk gün ufak tefek çarpışmalarla geçmiş, ikinci günün ikindi vaktinde ise düşman genel bir taarruza kalkarak Osmanlı birliklerini geriletmeye başlamıştı. Sağ kanadı iyice bozan düşman bu sefer de ordugâha yönelmişti. Kalabalık düşman karşısında tutunmaya çalışan asker de nihayet dağılmaya yüz tutmuş, ordugâha ulaşan haçlılar hazine sandıklarının üzerinde tepinip şarkı söylemeye başlamıştı. Artık yenilgiyi geri çevirebilmek için hiçbir yol akla gelmiyordu. Bütün bu hengâmenin biraz ötesindeki otağında, üzerinde Peygamber Efendimiz s.a.v.’in hırka-i şerifi, elinde de mızrağı olduğu halde Sultan III. Mehmed endişe içinde olacakları bekliyordu. Yanı başındaki Hoca Sadeddin’in tavırları ise durumun vahametiyle tam bir zıtlık arz ediyordu. 92 Üçüncü Mehmed hocasına bu dakikadan sonra yapılması gereken şeyin ne olduğunu sorduğunda basit bir cevap aldı: – “Padişahım, lazım olan, yerinizde sebat ve karar etmektir. Cengin hali budur. Ecdadınız zamanında olan tabur muharebeleri çoğunlukla böyle vaki olmuştur. Mucizat-ı Muhammedî ile inşallah Teâlâ nusret Ehl-i İslâm’ındır. Hatırınızı hoş tutunuz.” Haçlılar Üçüncü Mehmed’in otağının çevresine kurulan savunma hattını aşmaya çalışıyor, Hoca Sadettin de düşmanı püskürtmeye uğraşan askerin maneviyatını artırıcı sözlerle harp sahasını dolaşıyordu. Padişah gerçekten ciddi bir tehlike altındaydı ve devlet erkânı artık Üçüncü Mehmed’in çarpışmalardan uzak bir bölgeye nakledilme zamanının geldiğine karar vermişlerdi. Üçüncü Mehmed ,atının üzerindeydi ve yola çıkmaya hazırdı. Fakat bir el atının gemlerine yapışmış gitmesine müsaade etmiyordu. Hoca Sadettinin ne bir yere gitmeye ne de kimseyi göndermeye niyeti vardı. Ve zafer… Hem de mutfaktan! Birlikler dağılıp askerî nizam bozulmasına rağmen düşmanla boğuşma devam ediyor, ne var ki durum her geçen dakika daha kötüye gidiyordu. Ama o anda her şeyi alt üst eden olaylar cereyan etmeye başladı. Düşmanın yağmaya daldığı ordugâh tarafında tuhaf şeyler oluyordu. Mutfak personeli tencere tavalarla, kepçe kazanlarla, satırlarla, bıçaklarla, ellerine ne geçirmişlerse onunla taarruza kalkmıştı. Deveciler, katırcılar, karakollukçular, seyisler de kazma, kürek, odun, balta ve kamçılarla kendilerini meydana atmışlar ve bir yandan da avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı: – “Kâfir kaçıyor!” Halvetî Şeyhi Hızır Efendi de yüz kadar müridiyle düşmana saldırmış, bir yandan da gerileyen askerleri durdurmak için ayetler okuyordu. Manzarayı tamamlayan görüntü ise, bu toz dumanın orta yerinde, Hoca Sadettin’in gemlerine sımsıkı yapışmış olduğu atının üzerinde kıpırdamadan duran Sultan Üçüncü Mehmed’di. Bir anda tüm kararsızlığından sıyrılan asker sel gibi haçlıların üzerine akmaya başladı. Bundan sonrası, Osmanlı savaş tarihinin en büyük imha hareketlerinden biridir. Yaralılar bir tarafa, 20.000’i sürüldükleri bataklıkta boğulmak üzere toplam 50.000 civarında haçlı askeri imha edilmişti. Pek çok esir, 100 büyük Avusturya topu ve düşman ordugâhındaki ağırlıklar ele geçirilmiş, Avusturya ordusu aldığı darbenin şiddetiyle uzun süre toparlanamamıştır.” ŞEYHÜLİSLAM BURSALI MEHMET EFENDİ?! Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa ile devrinin Şeyhülislamı Bursalı Mehmet Efendi ile, aralarında geçen şu ilginç konuşmayı da okuyalım: 93 “Mehmet Efendi: “Köprülü Mehmet Paşanın ölümü isabet oldu. Çünkü,namuslu ve iktidarlı bir çok adamların haksız yere kanlarını akıttı! Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa: “Babam, öldürdüklerini hep senin fetvanla öldürdü!” Mehmet Efendi. “Ne yapayım,şerinden korkardım,bu sebeple fetvaları verdim?! Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa: “Ya Allah’tan korkmayıp mahluktan korkmak, ilm i diyanete lâyık mıdır!?Deyince,padişah tarafından derhal şeyhülislamlıktan azledilen Mehmet Efendi,Bursa’ya sürgüne gönderilmiştir.Tarih’i Raşit.c.1.s.25.İsmail Hami Danişment,Osmanlı Tarihi kronolojisi,c.3.s.536.Dr.AbdülkadirAltınsu,Osmanlı Şeyhülislamları,s.90-91. Osmanlı devletinde, Kürt/Nemrut/Mustafa Divanı Harbi, Osmanlı Hükümetinin öldürülmesini istediği Kuvvay’ı milliciler hakkında verdiği idam kararlarını hep Şeyhülislamın fetvası üzerine vermiştir. Buyurunuz dinin politikada kullanılışını: Arap milletini ele alalım; aynı dili konuşuyorlar, aynı dine mensuplar, ayrı, ayrı devletler. Dini uygulamaları apayrı. Suudi Arabistan ayrı fetva verir, İran apayrı fetvalar verir, Irak ve Yemen ve öteki İslam ülkeleri başka türlü fetvalar verirler. Yemen’de ve Habeşistan’da KIZLARIN SÜNNET ZORUNLUDUR. Sünnet olan kız ve kadınlardan ölen ölene. OLMALARI DİNEN Siyasi İslâmi uygulayan İslâm ülkelerinde; İslâm dini MİLLİYET VE DAHİ MİLLET olup çıkmıştır. Hani islamda birlik ve dahi beraberlik? İslâm’da birlik ve beraberlik; yalınız ve yalınız KADINLARI AŞAĞILAMADA VARDIR. İki Müslüman ve kan kardeşi ülke savaşa tutuşsa; her iki taraf ta; Allah’ın adını anarak birbirlerini öldürecekler ve cennet’e birlikte gidecekler. Ya orada da birbirlerini öldürürlerse! Sizlere üç önemli fetva vermek istiyorum. Hıristiyanların Müslüman oluşlarını önlemek için, para ile bir fetva verilmiştir. ”denize bir damla içki dökülse, deniz kuruduğu zaman, oradaki kuruyan bir otu yiyen ineğin sütünden içen kimse’nin yedi ceddi de Müslüman olsa, bu oluş dinen hükümsüzdür. Çünkü hepsi de cehennemliktir.” 94 Birinci Dünya Savaşına girişimiz dinen olur veren fetva’yı Suat Hayri Ürgüplünün babası vermiştir. Abdülhamit’i tahtan indiren fetvayı da, Rahmetli Hamdi Yazır vermiştir. Çok ilginçtir; fetva ile kelle kesenlerin kelleleri de fetva ile kesilmiştir. Gelelim Mukaddes Cihat Fetvasına. “Fetvahane, minhu’t-Tevfik, (olduğu gibi yazıyorum) Bu meselenin beyanında Eimme’i Hanefi yeden cevap bu veçhiledir ki: İslamiyet aleyhine tehacüm’i ada vaki ve memaliği islamiyenin gasp ve gâreti ve nufüs’i İslamiyenin seby ve esir edilmeleri mutahakkak olunca Padişah’ı İslam hazretleri nefir’i âm suretiyle cihadı emir ettikte,”infirû hilafen ve sikâlen ve câhidû biemvâliküm ve enfisikum “ ayet’i celilesi hükmi münifince kâffe’i müslimin üzerine cihan farz olup genç ve ihtiyar piyade ve süvari olarak bilcümle aktardaki müslimin inin malen ve bedenen cihada musaraat eylemeleri farz’ı ayın olur mu? Ne buyrula? El-cevap: Allah’ü Teâlâ âlem olur. Ketebehu, el-fakir ileyhi Ta’âlâ Hayri bin Avnî el-ürgübî Ufiye anhu. Bu suretle elyevm makam’ı hilâfet’i İslam iye ve memâlik’i mahrusa’i şahaneye sefain’i harbi ve asâkiri berriyesiyle hücum etmek suretiyle Hilâfeti İslâmiyeye hudut neuzübillahi taâla nûr’ı âli’i İslamiyetlin itfa ve imhasına saf bulundukları mutahakkak olan Rusya ve İngiltere ve Fransa ile anlara mutîn ve zahir olan hükümetlerin taht’ı idarelerinde bulunan kaffe’i müsliminin dahi mezkûr hükümetlerin aleyhine ilan’ı cihad ederek bilfiil gazaya musaraat eylemeleri farz olur mu?Ne buyrula? El-cevap. Allah’ü Teâlâ âlem olur. İmza ve ad aynı. Bu suretle maksudun husulü cem’i müslimin cihada musaraat etmelerine mütevakkıf iken bazıları neuzübillahi taâlâ tehalüf etseler tehalüfleri mâsiyet’i azime olup gazabı ilahiye ve bu mâsiyeti şenianın cezasına müstehak olurlar mı? Ne buyrula? El-cevap: Allah’ı Teâlâ âlem olur. İmza ve ad aynı. Bu suretle hükümeti islamiye muharebe eden hükümeti mezbûre ahali’i islamıiyesinin kendilerini kati ve hatta cem’i ailelerini mahv ile ikrah ve icbar edilmiş olsalar bile hükümet’i İslâ miye asakiriyle muharebe etmeleri şeran haram’ı kati ile haram olup katil olmalarıyle nâr’ı cah’ıme olurlar mı?Ne buyrula? El-cevap: Allah’ı Teâlâ âlem olur.imza ve ad aynı. Bu surette harbi hazırda İngiltere ve Fransa ve Rusya ve Sırbiye ve Karadağ hükümetleriyle zahir iken taht’ı idarelerinde olan Müslümanların hükümet’i seniyye’i 95 islâmiyeye muin bulunan Almanya ve Avusturya aleyhine harp etmeleri Hilâfet’i İslamiyenin mazarratını mucip olacağından ism’i azim olmakla azâb’ı elime müstahak olurlar mı? Ne buyrula? El-cevap. Allah’ı Teâlâ âlem olur. Ketebehu el-fakir ileyhi Ta’âlâ Hayri bin Avni el-Ürgübî Ufiye anhu. Bu fetva üzerine HALİFE’Yİ RUYU ZEMİN, KUTSAL CİHAD ilan eder. İlk tepkiyi, Osmanlı’nın, Arap kökenli, Bağdat Müftüsü verir :”- Hilafet Kureyşli bir Arabın hakkıdır. Kureyşli Arap olmayan halifenin halifeliği geçersizdir. Vermiş olduğu Kutsal Cihad ilanı da yok hükmündedir.” Tüm Müslümanlar, Çarlık Rusya’nın, İngiltere’nin ve Fransa’nın saflarında Osmanlıya kurşun sıkmışlardır. Çarlık Rus Ordusunda bulunan Türk ve Müslüman asıllılar: ”Bu, din harbi değil; gün harbidir ;” diyerek Osmanlıya kurşun sıkmıştır. Bu fetvayı ve Kutsal cihad ilanını Alman imparatorluğu sağlamıştır. Bu geçersiz Cihad sayesinde, (3.159.200) Türk Askeri şehit olmuştur. İngilizlerde, İstanbul’daki vatan ve din düşmanlarına bir fetva hazırlatarak uçaklarla Anadolu ve Trakya içlerine attırtmışlar; Sait Molla denilen hainin kurduğu casusluk örgütü ile isyanlar çıkartmışlardır. Sadrazam Damat Ferit Paşa Haini; bir yandan ”Kuvve ’İ İnzibatiye” adlı bir Hilafet Ordusu kurdurmuş; bir yardanda bu hain fetvayı yayımlattırmıştır. Bu fetvayı,Mustafa Sabri kaleme almış,Şeyhülislam onaylamadığı için Şeyhülislamlığa getirilen Dürrizade Abdullah Efendi imzalamıştır.. Bu Hain Abdullah Efendi; İstanbul’un geri alınması üzerine, kaçtığı Arabistan’da ölmüştür. Kızları, Diyanet İşleri Başkanlığına, kendilerine maaş bağlanması için başvuruda bulunmuşlardır. Şimdi, bu namussuz fetvayı Türkçeleştirerek veriyorum. Bu fetva, Sultan Vahdettin’in bir “Hatt’ı Hümayun“u ve İstanbul Hükümeti’nin bir bildirisi ile; 05Nisan.1920 günü yayımlanmıştır. Bu “Fetva’yı Şerife!”, aynen şöyledir: “Bütün nizamın sebebi olan İslam halifesi (yüce Tanrı O’nun hilâfetini kıyamet gününe kadar sürdürsün) Hazretlerinin idaresi altında bulunan İslâm beldelerinde, bazı Şerir şahıslar aralarında birleşip ve kendilerine reisler seçerek padişahın sadık tabasını hileler ve tezvirler ile kandırmağa ve yoldan çıkarmağa, Padişahın yüksek emirleri 96 olmadan, ahaliden asker toplamağa kalkışıp, görünüşte askeri iaşe ve teçhiz bahanesiyle ve gerçekte mal toplama sevdasıyla kutsal şeriata ve Padişahın emirlerine aykırı olarak bir takım salma ve vergiler kesip, çeşitli baskı ve işkencelerle halkın mallarını ve eşyalarını yağmalamak ve bu yoldan Tanrı’nın kullarına zulmede gelmeğe ve suçlar işlemeğe, memleketin bazı köyleri ve bölgelerine hücum ile tahrip, yerle bir etmek, Padişahın sadık tebaalarından nice masum kimseleri katl ve kanlarını döktükleri, müminlerin emiri olan padişah emrinde bulunan bazı dini, askeri ve mülki memurları kendi başlarına azi ve kendi hempalarını tayin, hilafet merkezi ile memleketin ulaştırma ve haberleşme yollarını kesmek, devletçe gönderilen emirlerin yapılmasını yasaklamak, hükümet merkezini diğer bölgelerden ayırmak suretiyle, halifelik otoritesini kırmak ve zayıflatmak maksadıyla yüksek halifelik makamına ihanet etmek imama (Padişaha) itaatten dışarı düşmekle, “Devleti Âliye’”nin nizam ve düzenlerini, memleketin asayişini bozmak için yalanlar yaymak ile halkı fitneye sevke sebep ve fesada gayret etmekte oldukları açıklanmış ve gerçekleşmiş olan adı geçen reisleri ile aveneleri ve onlara bağlı olan kimseler eşkıya mertebesinde bulunup, dağılmaları hakkında gönderilmiş bulunan yüksek emirlerden sonra halâ inat ve fesatlarında direnirler ise adı geçen kimselerin kötülüklerinden memleketi temizlemek ve zararlarından halkı kurtarmak vacip olup ”Fe-katilû nelleti tebga hatta tefea ile emerillah” ayeti kerimesi gereğince katilleri ve gerekirse kitle halinde öldürülmeleri meşru ve farz olur mu? Beyan buyrula. Cevabı budur: gerçeği Tanrı bilir ki, olur. Dürri Zade Es-Seyyid Abdullah tarafından yazıldı. Böylece padişahın ülkesinde savaş kudretleri bulunan Müslümanların âdil halifemiz ve imamımız Sultan Mehmet Vahidettin Han Hazretlerinin çevresi etrafında toplanıp, bunlarla çarpışmak için yapılan davet ve emirlerine koşup, adı geçen eşkıyalar ile savaşları vacip olur mu? Beyan buyrula. Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olur. Dürri Zade Es-Seyyid Abdullah tarafından yazıldı. Bu surette Halife hazretleri tarafından adı geçen eşkıyalar ile çarpışmak için tayin olunan askerler, çarpışmaktan kaçınır ve firar eylerlerse, büyük günaha girip ve asi olup, dünya’da şiddetle cezaya ve ahrette acıklı azaplara hak kazanmış olurlar mı? Beyan buyrula. Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olurlar. Dürri Zade Es-Seyyid Abdullah tarafından yazıldı. Bu suretle halife’nin askerlerinden olup ta eşkıyaları katledenler gazi ve eşkıyalar tarafından katlolun anlar şehit ve şefaate nail olurlar mı? Beyan buyrula. 97 Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olurlar. Dürri Zade Es-Seyyid Abdullah tarafından yazıldı. Bu suretle eşkıyalar ile muharebe hakkında çıkarılmış olan padişah emirlerine itaat etmeyen Müslümanlar asi ve şeran cezalandırılmaya hak kazanmış olurlar mı? Beyan buyrula. Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olurlar. Dürri Zade Es- Seyyid Abdullah tarafından yazıldı. İstanbul hükümeti, bu fetvayı Anadolu’muzun dört bir köşesine gönderdiği gibi, İslam ülkelerinin tamamına da göndermişti. Başta kemal Mustafa Paşa olmak üzere, Yedi arkadaşı da bu fetva üzerine, Kürt Nemrut Mustafa örfi idare mahkemesince ölüm cezası almışlardı. Fetvayı Mustafa Sabri Efendi yazmıştı. Şeyhülislam Haydarzade İbrahim Efendi, Mustafa Sabri’nin okuduğu fetva taslağını onaylamamak için derhal istifa etmişti. Fetvayı imzalayacak hain bulundu ve derhal Şeyhülislam yapıldı. Bu Dürrizade Abdullah Efendiydi. Mustafa Sabri Haini de, savaşın sonunda, 25 hainle birlikte bir İngiliz gemisine binerek firar etmişti.Mısır’da sonunda,ve Yunanistan’da Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde her türlü hainliği de yapmıştı: “Şapka kanununa, Medeni kanun'un kabulüne, Harf Devrimine, Halifeliğin kaldırılmasına, Kuran'ın Türkçeye tercüme edilmesine karşı çıkmıştır. Türk Milliyetçiliği'ne karşı çıkmış, Yunanistan'da çıkardığı 'Yarın' gazetesinde 1927 yılında yazdığı şiirde Türklüğüne tövbe ettiğini, Türklükten istifa ettiğini söylemişti: Yalnız Müslüman ve insan Olarak kalmak üzere, Türklükten, Şeref ve izzetimle istifa Ediyorum Allah'ın huzurunda! ... Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme Beni Türk milletinden addetme Bir yazısında milliyet hakkında Milliyet önemli bir şey idiyse, bir Türk dili veya bir Çerkes dili yanında Arap dilinin çok daha üstün olduğunu belirterek, bunların yanında daha büyük olan Arap milliyeti ile iftihar etmenin daha akla uygun olacağını söylemiştir. ...Arapçayı lisan ittihaz etmek derecesinde kendimize mal edinmek isterim. Amma bundan Türklüğümüz mutazarrır olurmuş... Biz müstefid oluruz ya! Yazılarında milliyetin önemsiz bir şey olduğunu önemli olanın sağlanacak kişisel fayda olduğunu ifade etmiştir.” Mustafa Kemal Paşa “Nutku”nda şöyle anlatmaktadır: 98 “Bandırma, Gönen, Susurluk, Kirmastı/Mustafa Kemal Paşa/, Karacabey, Biga dolaylarında İzmit, Adapazarı, Düzce, Hendek, Bolu, Gerede, Nallıhan, Beypazarı dolaylarında; Bozkır’da: Konya, Ilgın, Kadınhanı, Karaman, Çivril, Seydişehir, Beyşehir, Koçhisar dolaylarında; Yozgat, Yenihan, Boğazlıyan, Zile, Erbaa, Çorum dolaylarında; İmranlı, Refahiye, Zara, Hafik ve Viranşehir dolaylarında alevlenen karışıklık ateşleri, bütün memleketi yakıyor, hainlik, cehalet, kin ve bağnazlık dumanları bütün vatan göklerini yoğun karanlık içinde bırakıyordu. İsyan dalgaları, Ankara’da karargâhımızın duvarlarına kadar çarptı. Karargâhımızla şehir arasındaki telefon ve telgraf hatlarını kesmeye kadar varan kudurmuşçasına kasıtlar karşısında kaldık. Batı Anadolu’nun, İzmir’den sonra, yeniden önemli bölgeleri de Yunan ordusunun taarruzlarıyla çiğnenmeye başlandı”. (M. Kemal Atatürk, Nutuk, Bugünkü dille yayına hazırlayan Prof.Dr. Zeynep Korkmaz, Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılı Kutlama Koordinasyon Kurulu Yayını, Cilt: II, s.303). Yunan ve İngiliz uçakları tarafından, yurdumuzun dört bir köşesine dağıtılan 44 fetva, beyanname ve Bu fetva, birçok Türk’ün kanının akıtılmasına neden olmuştur.”Ilımlı İslâm”,numaraları bizi bu aşağılık durumlara götürür. Yüce Tanrı; bir defa Mustafa Kemal verir, bunu da unutmamamız gerekir. Bu fetva üzerine VATAN HAİNİ NEMRUT MUSTAFA; Mustafa Kemal ve Yedi kader arkadaşını GIYABEN idama mahkûm etmiştir. Altıncı Vahdettin de bu kararı onaylamıştır. EK: Arabistan’da ölen bu hainin İstanbul’da Üsküdar’da yaşayan iki kızı, Mustafa Kemal’e dilekçe vererek babalarından maaş bağlatılmasını istemişlerdir. Bu meyanda Anadolu da boş durmamış, mukabil Fetvayı yayımlamıştır. Yüce İslam dini, iki cepheye ayrılan ülkemizde, her iki tarafa da elini uzatmıştır. Bir yerde, politikanın içersine dini soktunuz mu, tüm alçak yarasalar orasını mesken tutar. Din, birleştirici ve barıştırıcı özelliğini yitirerek politikacının çıkar aleti haline gelir. Mareşal Gazi Mustafa Kemal’e kızgınlık ve düşmanlıkların altında, din bezirgânlarının soyma ve sömürme hırsları yatmaktadır. Cennetmekân Rıfat Börekçi ve cennetmekân (153) kahraman Müftü bir araya gelerek mukabil fetvayı hazırlayıp, imzalayarak yayımlamışlardır. Rahmetli Rıfat Börekçi İlk Diyanet İşleri Başkanımız olmuştur. Mustafa Kemal, Sivas’tan Ankara’ya geldikleri günlerde, parasal sıkıntı içersindelerken, Ankara Müftüsü Uşaklı Rahmetli Rıfat Börekçi, Türkiye Büyük Millet Meclisine ziyaretlerine gelir:”Paşa Hazretleri, geleceğimi düşünerek 12.00 lira kadar bir para biriktirmiştim, hepsi bu çıkının içinde, alın harcayın, paranız olduğunda ödersiniz !”Diyerek, para çıkınını Mustafa Kemal’in masasının üstüne koymuştu. O gün, Mustafa Kemal’in izni ile, Türkiye Büyük Millet Meclisinde bulunanlar, ilk defa olarak, ETLİ BULGURPİLAVI yemişlerdi. İlk Diyanet İşleri Başkanımız da, bu kahraman müftümüz Rahmetli Rıfat Börekçiydi. BU ÜNLÜ FETVA’YI Türkçeleştirilmiş olarak veriyorum: “Dünya nizamının sebebi olan İslâm Halifesi Hazretlerinin halifelik makamı ve saltanat yeri olan İstanbul, müminlerin emerinin (padişahın) varlığının sebebine aykırı olarak, İslamların düşmanları olan düşman devletler tarafından fiilen işgal edilerek İslâm 99 Askerleri silâhlarından uzaklaştırılıp, bazıları haksız olarak katl ve hilafet yerinin korunmasına yarayan bütün istihkâmları, kale ve diğer harp vasıtaları zapt edilmiş, resmi işler görmeğe ve İslam askerlerini teçhize memur olan Babıâli ve harbiye Nezaretine el konularak, halifeyi milletin gerçek menfaatlerini hedef tutan tedbirler almaktan fiilen men ve örfi idare ilan ve divanı harpler kurmak suretiyle İngiliz Kanunlarını tatbikle muhakeme etmek ve cezalandırmak suretiyle halifenin yargılama hakkına müdahale ve yine yüksek halifelik makamının maksatlarına aykırı olarak Osmanlı memleketi parçalarından İzmir ve Adana ve Maraş ve Ayıntap ve Urfa bölgelerinde düşmanlar tarafından tecavüz edilerek gayrimüslim tebaa ile birleşip İslamları katilam ve mallarını yağmalamak ve kadınlara tecavüz ve İslam’ın kutsal saydığı hususları tahkir eder olduklarında açıklandığı veçhile hakaret ve esirliğe maruz kalmış bulunan İslam halifesinin kurtarılması için elden gelen gayreti sarf ederek bütün iman sahiplerine farz olur mu? Beyan buyrula. Cevabı budur: Gerçeği tanrı bilir ki, olur. Bu suretle meşru haklarını ve halifeliğin gasp edilmiş olan kudretini kurtarmak ve fiilen tecavüze maruz kaldığı zikredilen memleketleri düşmandan temizlemek için mücadele eden ve savaşan İslam halkı şeriatça eşkıya olurlar mı? Beyan buyrula. Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olmazlar. Bu suretle düşmanlara karşı açılan savaşta ölenler şehit, hayatta kalanlar gazi olurlar mı? Beyan buyrula. Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki olurlar. Bu suretle savaşta ve dini vazifesini yerine getiren İslam halkına karşı, düşman tarafını tutarak İslâmlar arasında fitne çıkararak silah kullanan Müslümanlar, şeriatça günahların en büyüğünü işlemiş ve fesada yönelmiş olurlar mı? Beyan buyrula. Cevabı budur: Gerçeği tanrı bilir ki, olurlar. Bu suretle düşman devletlerinin zorlamaları ve kandırmalarıyla olaylara ve gerçeklere aykırı olarak çıkarılmış bulunan fetvalar, İslâm halkı için şeriatça muteber olurlar mı? Beyan buyrula: Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olmazlar.”Kaynak olarak: Dr. Abdülkadir Altınsu, Osmanlı Şeyhülislamları, Mahmut Esat Bozkurt, ATATÜRK İHTİLALİ VE Sabahattin Selek, Anadolu İhtilalı. ATATÜRK ile kazandıklarımız üstüne durumlardan bizleri kimseler kurtaramaz. titremezsek, böylesine utanç verici Benim aklımın almadığı bir olgu var: Diyanet İşleri Başkanlığımızın “ALO FETVA HATTI”.Şeyhülislamlık kaldırılmış; Fetvahane tarih olmuş, Fetva Emini ortalarda yok. Fetva kurumu tarihteki yerini almış. Osmanlıda fetvalar, SÜNNİ MEZHEBE göre verilerek, 100 Osmanlı toplumu paramparça edilmiştir Bu Diyanet İşleri’nin fetva ısrarı, tarihi bir özlemin ifadesi midir? Medeni Kanunumuz, Ticaret Kanunumuz, Borçlar Kanunumuz şöyle desinler; fetvalar da böyle desin. Yerini Anayasamızdan, maaşlarını da Türkiye Cumhuriyetinden alan, Akrabalarını Kayıranlar Diyanet İşleri Başkanı Müderris Mehmet Efendi, gözleri politikadan ve iktidarı övmekten başka Mercedes 600 Longa’yı görür ve süreklice Anayasamızı ihlal eder, neden Şeyhülislamların kepazeliklerini Görmez. Politikacılarımız da FETVA gibi düşünürler. İşte durum bugünkü gibi olur. Fetva kurumu, dinden hukuk çıkarıp, İKTİDAR SAHİPLERİ İLE BİRLİKTE toplumun üstüne çöreklendiği, iktidarları eleştirenlerin yok edilmesinde dini ve Tanrıyı kullandıkları için tarihe gömülmüştür. Bu fetva sözleri beni ürkütmektedir. İkinci Sultan Mahmud’un saltanatının ilk yılarındaki anarşiyi okuduğumuz zaman, dehşetten uykularımızın kaçmamasına olanak yoktur. Değil kadınların, Genç Oğlanların sokağa çıkamadıklarını, sokağa çıkmaya cesaret edenlerin deYeniçeriler ve Sipahiler tarafından kaçırıldıklarını öğreniriz. Cephe kaçkını Osmanlı Ordusunu oluşturan çeşitli sınıfların, bir fahişe yüzünden günlerce sokak çarpışmaları yaptıklarını: İstanbul’da bu nedenle tüm sosyal girişimlerin durduğunu; Padişah’ı Ruyu Zeminin ve Halifenin bu askerlerin bir an önce İstanbul’u terk etmesi için, Üsküdar yakasına geçip, Başkomutan vekili ile özel konuşmalar yaptığını da öğrenmiş oluruz. Ülkemizde; kız kaçırma, adam yaralama ve öldürme olaylarından rahatsız olmayan vatandaşlarımız yok gibidir. Mustafa Kemal’e düşman olan Zavallı kandırılmışlar, Halifelik ve Padişahlık dönemindeki soruşturulması bile yapılmamış kanlı olayları, pazarlamak için kaçırılan insanların başına gelenleri, padişah ruhsatı ile kervansaraylarda satılan kadınların durumlarını bilselerdi, Mustafa Kemal’i başlarına taç yaparlar, hallerine bakarak şükür seccadelerinden başlarını kaldıramazlardı. Tüm insanların ekmek ve hürriyet istedikleri devirlerde, biz, ne istediğimizi ve ne isteyeceğimizi bilemeden böğürüp durmuşuz. Kabakçı ayaklanmasını duyan Napolyon: “İşte bu, Türk İmparatorluğunun yaşayamayacağının delilidir!”Demiş ve bu inançla, Tilsit’e gönderdiğimiz özel elçimizi kabul etmeyerek, Rus Çarı ile anlaşmıştır.”M.E. Bozkurt, s.g.e. S 275-Prof.Dr. Coşkun Üçok, Siyasi Tarih Notları. Halifelik kurumlarının bütün ağırlığını Osmanlı İmparatorluğunda hissettirmesi iki yolla olmuştur: 101 Yenilgilerimizin, Şeriat düzenine Dört elle sarılmamamızdan ve bazı Gâvur, yani Frenk geleneklerini almamızdan ileri sürülen görüşlerin halkımıza benimsettirilmesiyle yenildikçe yenilmişiz! Her yenilgi sebebini de, Frenkleşmeye, yani Batılılaşmaya yükletmişiz. Bu tarz suçlamaları o kadar ileri götürmüşüz ki, Avrupa yapısı bir bastonla gezen devrin çok ünlü bir Şeyhülislamına, çekinmeden “Gâvur!”Lakabı bile takmışız. Çok zeki bir kimse olan bu Şeyhülislam, bastonunun ucunu kesmek suretiyle:”Ben, bunun ucunu sünnet ettim de öyle kullanıyorum!”Esprisi ile olayı hafife almasını bilmiştir. 1828-1829Osmanlı-Rus savaşında esir düşen; esir düşen Osmanlı subaylarına imzaları karşılığında maaş verilmesini emreden devrin Rus Çarı, paraların dağıtılması sonunda, bordrolarda hiçbir imza göremeyince, Osmanlı subaylarını toplayarak, paraların dağıtılıp, dağıtılmadığını sorar! Cesaret sahibi bir İmam, ayağa kalkarak: “Emretmiş olduğunuz maaşlar dağıtıldı, Çar Hazretleri! Der. Çar, imzasız maaş bordolarını göstererek: “Hani imzalarınız? Deyince.İmam,boynunu bükerek, “İçimizde imza bilen yok Çar Hazretleri?!Der.Rus Çarının cevabı,bir sille gibi Osmanlı İmparatorluğunun suratında patlar: “Bir milletin subayları, okuma-Yazma bilmezse,sonuç ta böyle olur.o milletin davasın savunamazlar.?!Der.Bir Osmanlı Ulemasının! 1809 yılında yazdığı bir kitaptaki önerisi çok beğenilmişti:”Matematik ilmine sakın ola ülfet edilmeye,maazallah dini inancınızı zaafa uğratır!?Osmanlı 1832 senesinde;mühendis mekteplerinde matematik okutulmasını bir fermanla serbest bırakmıştı?!Osmanlı Devletine baş kaldıran Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşanın oğlu İbra im Paşa, Osmanlı Ordularını yene, yene Birecek’e gelmişti. Osmanlı Ordusunda, Prusyalı bir Üsteğmen olan, sonraları Alman birliğinin kurucularından, Kont HelmuthKarl Bernhard von Moltke bulunmaktaydı. Sabahın erken saatlerinde, Fransız uzman subaylarının kontrolündeki Mısır Ordusu, harekât planları gereği kilit noktaları tutmaktaydı. Tehlikeye görerek, bar, bar bağıran Moltke’yi duyan ve dinleyen de yoktu. Tüm bunlar olurken, kahve içerek sohbet eden Osmanlı Paşaları:”Emir ve komutayı bana verin de düşmanı hemencecik imha edeyim!”Deyen Moltke’ye:”Otur,oturduğun yerde,tüfek patlamadı ki,bir yol muharebe başlasın!?Demişler,bu önerisini de onun korkaklığına vermişlerdi.Tüfekler patladı,Osmanlı Ordusu önde paşaları,yeniden yenileceği Konya ovasının yolarına düşmüştü.Yalınız,Fransız Saint Cyr askeri okulunu bitiren adsız bir Miralay,yalın kılıç düşmana saldırırken,kaçanların arkasından: “Alçaklar!Dönünde bir bakın,Gâvur dediğiniz mektepliler,vatan için nasıl dövüşüyorlar ve nasıl ölüyorlar!?”M.E.Bozkurt,s.g.e.s124.Aynı kafalı Paşalar,1877 Osmanlı-Rus savaşında da,Rus topçuları mevziye giriyor!” Diye kendilerini uyaran Teğmen Deli Fuat’a!” 102 “Onlar, ot arabaları, ortalıkta koşturup durma,sarayın gözü üzerimizde, saraydan ceza alırsın!?”Derler. Rus topçusu Tuna’daki en yeni savaş gemimize ateş açarken, ateşe karşılık vermek için, saraydan izin istemek için, bir subayı sandalla suya indirirler, gemi tam isabet aldığın da bizimkilerin duaları dudaklarında kahve fincanlarına takılı kalır. Çar Ordusu Yeşlilköye/ dayandığında,1911 senesinde yıktığımız anıtı dikerken; Osmanlı Ordusu da, Rus komutanlarının geçekleri caddelere, Osmanlı Ulemasının yazdığı muskaları gömmekle meşguldü!1833’te,Osmanlı devletini Mısır valisi Mehmet Ali Paşaya karşı korumak için Beykoz’a çadır kuran Çarlık Rus ordusunun komutanı General MURAVYOV,1818’de,OĞUZ Boylarını yazan Yüzbaşı MURAVYOV’DUR. Sarıyer’den kestirdiği büyük bir kaya parçası üzerine Rus ordusunun kahramanlıklarını yazdırtmıştı. Halk arasında “Gâvur Taşı” adını alan tu taş hâlâ yerli yerinde durmaktadır. Yüzbaşı Muravyov’un Oğuz boyları listesini merak edenler, şimdi basımı yasaklanan, Profesör Dr. Rahmetli Faruk Sümer’in ”OĞUZLAR” adlı başyapıtına bakabilirler. Sonuçlar hiç değişmez;Halifelik kurumları,Osmanlı Devlet ağacını bir ökse otu gibi sarmıştır.ağacı kurutmak,ağacın su ve gıda almasına engel olmak için mümkün olan her şeyi yapmaktadır.okuyan ve imzasını atanlar bile Gâvur sayılır.31 Mart 19092da da hep Mektepli subaylar öldürülmüştür?! Müşir Zarif Paşa’nın hatıraları da yürekleri paralayan çok acı gerçeklerle doludur. Tüm ilimlerin babası sayılan, tıp alanında asırlarca Avrupa’nın örnek aldığı Avicenna/İbn’İ Sina/‘ya:”Dinsiz, Müslüman değildir!”Diyenlere onun çok güzel bir cevabı olmuştur: “Her şeyi,herkesten iyi bilen ben Müslüman değilsem,dünyada hiç Müslüman yoktur!?”İslam Ansiklopedisi,cilt 5,s.807-824. İşte bu, okuyana, bilene ve pozitif düşünene Gâvur deyen zihniyet, Osmanlıyı Avrupa’nın hasta adamı saydırtmıştı. Bu boş inanç, hiçbir kurumumuzun Türk olmasına izin vermediği gibi, ulusal dilimizin gelişmesine ve aydınlanmamıza engel olmuştur. Bugün; başında,”Milli”,kelimesi bulunan kurum ve kuruluşlarımızın çoğu, Ulusal Varlığımızı yıkmanın şuursuzluğu içersinde olduklarından bile habersizdirler.”Milli görüş!”= Dini görüştür. Bir dine ve bir mezhebe inananlar topluluğudur. Aydınlarımız! Bile, bunu “Ulusal Görüş” olarak algılamaktadır! Sanki cehalet ve ihanet, zaman, zaman uyanan kış uykusuna yatmış bir ejderhadır. Öyle bir Ejderha ki, bizi sapladığı bataklıktan kurtulacağımız an uyandırılmaktadır. Ünlü Firdevsi, Şehnamesini yazıp, bitirdikten sonra: “Artık,Fars ırkına ölüm yoktur,o,diline sahip olmuştur?!”Demişti. Alman Şairi Arnt: “Dil, bir ulusun yarısıdır!”Demişti. M.E. B.SG. E.S.260.Biz, bugün dilin bir ulusun tamamı olduğunu iddia ediyoruz. Çünkü yarım dil, yüzde yetmiş beşi karma bir dil, bir toplumun Ulus olmasına bile yetmemektedir. Türkiyeyi bölerek, Özgür bir Kürt devleti 103 kurmak için kırk bin insanımızı öldürten bir vatan haini Türkçeden başka bir dil bilmediği gibi, rüyalarımı bile Türkçe görüyorum demektedir! Sümer Devletine ve Sümer ulusuna kurtuluş yoktur. Çünkü dilini kaybetmiştir!””Çiğ, çiğ et yiyen Vahşilerin kelimeleri Sümerceye girdi, eyvah! Sümerlerin sonu yok?!” Öğretmen Lüdingirra. M.Ö.2500. Sümerli öğretmen Lüdingirra’nın anıları. Profesör Dr. Muazzez İlmiye Çığ. KKK Eğitim ve Doktrin Komutanlığının 2020 ve sonrası Dergisi; bakınız; Konfüçyüs, dil konusunda ne buyuruyor! “ Konfüçyüs’se sordular: Bir ülkeyi yönetmeye çalışsaydınız ilk iş ne oludu?” Büyük Filozof yanıt verdi: “Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım.” Ve dinleyicilerin hayret dolu bakışları karşısında sözlerine devam etti. “ Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler, doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılamazsa töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” Dedi. Bu sözün üzerinde söz söylemek olur mu? Olur! Bakınız, Gazi Mustafa Kemal, bu konuda da ne söylemiş: “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.”24 Eylül 1930. Osmanlı Devletinin tüm kurum ve kuruluşları, Türkçemizi diğer dillerin ağır boyunduruğu altına sokma uğraşından hiç yılmamışlardır. Dünya üzerinde,kendisini kuran bir ulusun diline düşmanlık etmiş bir başka ulus daha gösterebilir ey Türk düşmanları?! Osmanlı, kelime salatası uyduruk bir dil yaratmıştı: Abdülhamit’i Sani, bir gün Eyinli/Kemaliye/Sait Paşaya, huzur’u Hümayunda dert yanar: “Said Paşa; elimden gelse, bu milletin dilini Arapça yapardım!”Der ve cevabını da hemen alır: “Devletli Hünkârım,o zaman da siz küçük bir Arap Aşiretinin reisi olurdunuz?! HALİFELİK’İN VE BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA ve ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞIMIZDA OYNADIĞI ROLLER. Osmanlı imparatorlarının Halife unvanını kullanmaları, dış dünyada, olumlu hiçbir etki yapmamasına karşın, başlangıçta, iç dünyada Müslüman olmayanlara çok katı 104 uygulamalar getirmişti. Emevi Müslümanlığı, olanca şiddetiyle Alevi Türkmenler üzerine etkisini göstermişti. Anadolu’da ve Rumeli’nde, sonu bir türlü gelmeyen alevi ve Türkmen kıyımları başlamıştı. Alevi Türkmenler, Osmanlının erişemeyeceği dağlara sığınmıştı. Dadaloğlu bunu şöyle şiirleştirmişti: “Belimizde kılıcımız Kirmanî, Taşı deler mızrağımız temreni. Hakkımızda Devlet etmiş fermanı, Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir.” Sahillere hep Azınlılar doldurulmuş, Kaynarca antlaşmasından sonra da, AYVALIK kasabasındaki Müslüman olmayanlara, özellikle de Rumlara, yönetim özerkliği verilmiştir. Osmanlı zayıfladıkça, batılı devletlerin yaptırımları da Müslüman olmayanların hep lehine olmuştur. Osmanlı Padişahının muhafız alayı; Arnavut,Arap,Ermeni ve Kürtlerden oluşturulmuştur.Şah İsmail’in muhafız alayını, bugün Torosların güneyinde çok perişan bir hayat süren Varsak Türkleri oluşturmaktaydı?!Bu Türk ve Alevi Düşmanlığı ayrı bir incelemenin konusu olmalıdır.1853 yılında,İstanbul’a özel elçi olarak gelen,Çarlık Rus Prensi Mençikof, kendisini günlük kıyafeti ile karşılayan Osmanlının Hariciye Nazırı Paşayı hemen azlettirmiştir.Yalınız Fransa’nın İstanbul Büyük Elçisi,75.000 Osmanlı vatandaşına dokunulmazlık belgesi vererek,onları vergiden muaf hale getirmişti.Onyedinci ve Onsekizinci yüzyılları sürünerek geçen Osmanlı Devleti için,Ondokuzuncu yüzyıl en uzun yüzyıl olmuştu.Osmanlı devleti,yirminci yüzyıla parçalanmaya hazır bir halde girmişti.Profesör Dr. Sayın İlber Ortaylı,Onduzuncu Asrı,”En Uzun Yüzyıl!”Olarak değerlendirmiştir.Enver Paşa saraya damat olduktan sonra;Almanya’ya yanaşmış, Türkiye’nin adı “Enverland” olmuştu.Osmanlı Genelkurmay Başkanlığına Bronzart adlı bir Alman Orgenerali oturtulmuş,Osmanlı Ordusunda alan görev Alman subaylarına da bir üst rütbe verilmişti.Alman ordusunda,süvari sınıfı generalleri tüm generalliğe kadar yükselirdi.Emekli süvari tümgenerali Liman Von Sanders, Osmanlı Ordusunda Müşir rütbesi verilerek göreve getirilmişti.Oysa ki;Ulusal Kurtuluş Savaşımızın en kritik günlerinde,Afgan Ordusunda görev yapacak Türk subaylarına,o ordunun bir üst rütbesi verilerek göreve gönderilmişti. Almanların önerisi ile Beşinci Mehmed Reşat tarafından, Şeyhülislam’ın fetvasına dayanarak yayınlanan Mukaddes Cihat Fermanı, Müslümanlar tarafından genel kabul görmediği gibi, Osmanlını Arap asıllı Bağdat müftüsü tarafından da, Halifelik makamı ile birlikte“keenlem yekün”,/yok saymak/ ilan edilmişti. Hint Müslümanları İngiliz sancağı altında, Kafkaslardaki ve Ortaasyadaki Türk asıllı Müslümanlar da Çarlık Rus sancakları altında, Müslüman Osmanlıya karşı savaştıkları gibi; Afrikalı Müslüman Araplar da, Fransız sancakları altında Müslüman Osmanlılara karşı savaşmışlardı. SayınTahaToros’un, Milliyet Gazetesinde yayımlanan, Gülek Karboğazında esir edilen Fransız Ulusal Kahramanı Binbaşı Menil’in anıları çok ilginçtir. Fransız sancağı altında; Müslüman Osmanlı ordusuna karşı savaşırken ölen Müslüman Cezayirli Araplar, ölen Müslüman arkadaşlarının başuçlarında, en içli sesleri ile, arkadaşlarının ruhlarına Kuran okurlarken; bizim tarafta Osmanlı sancağı altında şehit düşen askerlerimiz için de, Müslüman Osmanlı askerleri, Arapça Kuran okumaktadırlar. Doğu Cephesinde; Müslüman Osmanlı 105 askerlerine, Çarlık Rus sancağı altında ateş açan Müslüman Türklere:“Ateş etmeyin! Biz de sizin gibi Türk ve Müslümanız!”Çağrısına, ateş açılarak:“Bu, din savaşı değil, gün savaşıdır!”Yanıtı verilmişti. Örnekleri çoğaltmanın mümkün, fakat yersiz olduğunu da söylemiştik. Bu yönde, Ulu Önder Mustafa Kemal’in fikri her türlü örneği kapsar niteliktedir: “Efendiler; Ecnebiler, Hilafete taarruz etmiyorlardı; fakat Türk Milleti taarruzdan kurtulmuyordu. Hilafete taarruz edenler, İslam milletlerinden Türk’ü çekemeyenler değildi. Fakat Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta İngiliz bayrakları altında Türklerle vuruşanlar İslam Milletleriydi.”Nutuk, cilt 2,s.829. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın yapılmasına karşı olanlar, savaşanlarımızın karşılarına, her devirde yaptıkları gibi, bu sefer de, Dine Halifeliği ekleyerek çıkmaktan çekinmemişlerdir. Osmanlı Padişahı ve tüm Müslümanların da Halifesi Sultan Vahdettin, bir “Hattı hümayun”’u,Osmanlı Hükümetinin bir bildirisiyle, devrinin Şeyhülislamından alınan bir “Fetva’yı Şerif,”yayınladı. Konya’da Delibaş’ı, Yozgat’ta Çapanoğullarını, Marmara havzasında Anzavur Ahmed’i, Gönen’de Gâvur imam’ı, Bolu, Düzce, Hendek ve Adapazarı’nda Abazaları ve Çerkezleri ve ülkemizin her köşesindeki Ulusal Kurtuluş Savaşımıza karşı çıkan ayaklanmaları, hep bu fetvalı ferman körüklemiştir. O günlerde; Ulusal Kurtuluş Savaşanlarımızın ayaklarına köstek olan ihanet, bu günlerde de boş durmamakta, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın üç sene uzamasını, yöneticilerinin basiretsizliklerine verdikleri gibi, Yunanlıların Anadolu’ya hiç çıkmadıklarını, Ulusal Kurtuluş Savaşının da hiç yapılmadığını, Şehitliklerin de çatma olduğunu söyleyebilmektedirler. Gelecek kuşaklarımızın örnek alacakları ihanet fetvasını ve paçavraya verilmiş olan karşı fetvayı da daha önceki sahifelerde yayımlamıştım. Gerçekte, bu iki fetvadan önce; Anadolu’da ve Rumeli’nde çeşitli fetvalar ve görüşler yayınlanmıştı. Bunlar yöresel oldukları gibi, devrinin yayın araçlarının zayıflığı, fikir sahiplerinin de ünlü ve yetkili kişiler olmayışları nedeniyle geniş yankılar uyandıramamıştı. Her iki fikri yansıtan fetvalardan örnekler vermek, Ulusal Kurtuluş Savaşımız sır asında,Dinin ve bilhassa Halifeliğin ne denli bir etkiye sahip olduğunu göstermesi bakımından çok faydalıdır.İzmir’in işgalinden bir gün sonra,Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi, geleceklerinden endişe ederek toplanmış olan Denizli halkına: “Her ne pahasına olursa olsun, Yunanlılara karşı koymak gerekir. Yunanlıların işgal eyledikleri memleketlerin halkı için, kavgaya girişmek farz’ı âyındır. İşgale uğramayan memleketler halkı için de farz’ı kifayedir. Ben fetva veriyorum. Silah ve cephane azlığı veya yokluğu hiçbir zaman kavgaya engel olmayacaktır. Hiçbir müdafaa vasıtası olmayan bir Müslüman dahi, yerden üç adet taş alarak düşmana atmaya mecburdur.”Demişti. Sonradan Milletvekili seçilen bu Aydın Müftümüzün, Mustafa Kemali çok etkilemiş olduğunu söyleyebiliriz “Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi; “15 Mayıs 1919 Cuma günü, Belediye Başkanı Hacı Tevfik Bey ve Mutasarrıf Faik (Öztırak) Bey Belediye binasının balkonundaki yerlerini almışlar ve kalabalığa Müftü Ahmet Hulusi Efendi hitap etmiştir. Müftü Ahmet Hulusi Efendi hitabında,”Saygıdeğer Denizliler! Hemşerilerim! Bugün sabahın erken saatlerinde İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Bu saldırıya karşı kayıtsız kalmak dine ve devlete ihanettir… Cihat tam anlamıyla bir dinî görev olarak karşımızdadır. Karşımıza çıkarılan Yunan’a biz yenilmedik. Yunanlıların bir Türk ilini ellerine geçirmelerinin ne anlama geldiğini, İzmir’de şu bir kaç saat içinde işlenen cinayetler 106 gösteriyor. Silahımız olmayabilir, topsuz tüfeksiz, sapan taşlarıyla da düşmanın karşısına çıkacağız. Silah ve cephane azlığı veya yokluğu hiçbir zaman mücadeleye engel teşkil etmez. Fetva veriyorum, elinizde hiçbir silahınız olmasa bile yerden alacağınız taşları düşman üzerine atmak suretiyle karşı koyunuz. Biz birçok ülkelere hükmetmiş fatihlerin torunlarıyız. (Ve orada bulunan Hıristiyanları göstererek), bunlarda bize birer vediadır, onlara dokunmayınız.” Diyerek Yunanlıların İzmir’i işgalini şiddetle protesto etmiş ve Denizli halkını yaklaşan bu tehlike karşısında mücadeleye davet etmiştir. İşgale karşı kayıtsız kalmanın düşünülemeyeceğini ve vatanın hiçbir zaman savunmasız bırakılamayacağını vurgulayarak, aynı zamanda Millî Mücadele’nin ilk “kutsal savaş (cihat)” fetvasını da ilân etmiştir. Ahmet Hulusi Efendi konuşmasında, Türkleri “silah ve cephane azlığına bakmadan, yurt savunmasına çağıran” bu fetvasıyla Denizli halkını her türlü şartlarda Milli Mücadele’ye katılmaya davet etmiştir. Müftü Ahmet Hulusi Efendi ve diğer üyelerin öncülüğünde düzenlenen bu mitingde Ahmet Hulusi Efendi’nin vermiş olduğu Millî Mücadele fetvası ve bu karan takip eden fiilî teşkilat, Millî Mücadele tarihimizin ilk varlığıdır. Bu büyük mitingden sonra Hükümet Konağı’nda toplanan şehrin ileri gelenleri ikindi vaktinde, İstanbul’da bulunan İtilaf Devletleri temsilcilerine bir protesto telgrafı çekmişlerdir. “Müftü Ahmet Hulusi Efendi, Kuvvay’ı Milliyenin başkanı olarak, İstanbul hükümetinin ulusal cemiyetlerin kapatılması emrini de reddetmiştir. “Edirne kongresinde Saray Müftüsü Ahmet Efendi de aynı moral verici vatanseverce konuşmayı yapmıştı: “Üzerimize düşen vazife; memleketimizi muhafaza ve müdafaa etmektir. Bu hareketimizle, padişahımıza isyan etmiş olmayız. Hâşâ! Ben, din kardeşlerimize gerçeği söylemek isterim. Bir Türk düşünmem ki cihaddan kaçsın. Dün, bir müftü gücenip, çekildi. Onun gönlü alınsın, bütün Müftüler bundan memnun olacaklardır. Düşman istilası tehlikesi olan bir yerde cihad Farz’ı âyındır. Biz mukavemet etmezsek padişahın emrinden ayrılmış oluruz. Hem biz, taarruza uğramadan muharebe edecek değiliz ki. Hazırlık yapacağız. Hazırlık yapmak; devlet ve millete, Hilafet makamına bağlılığı sağlamaktır. Boşu boşuna oturursak, miskinlik ve zillet kabul etmiş oluruz. Elimizde olan mal, mülk düşmana geçecektir. İçimizde başka türlüsünü iddia edecek var mıdır? Cihadın güzel oluşu, İslamlığın şerefini yükseltmesindendir.”Dedi, kongredeki Müftülere dönerek: Ve müdafaa etmektir -“Öyle değil mi Hoca Efendiler? Diye sorunca, tüm Hocalar: -“Hay, hay, öyledir Efendi Hazretleri!”Dediler. At Cambazlığından Binbaşı rütbesiyle Balıkesir İl Jandarma komutanlığına yükselen sonra da ihaneti nedeniyle Paşalığa yükseltilen Ahmet Aznavur’u çetelerinden birisi vurarak öldürmüştü. Konya ili ve yöresinde, Milli Kuvvetlerimize çok sıkıntılı anlar yaşatan Delibaş ta aynı akıbete uğramıştı: “Halide Edip Hanım, her gece olduğu gibi, bu gece de, istihbarat raporunu okudu: Veliaht Abdülmecit Efendi, İngiliz yüksek komiseri ile görüşme yapmış. Edinilen bilgiye 107 göre: MİLLİYETÇİLERİN POLİTİKASI DELİLİKTİR”, demiş. Mustafa kemal Paşa, yüzünü buruşturdu: “-İstanbul’da, böyle düşünenler az değil. Bu kafalar için akıllılık: Bir büyük devletin sömürgesi olmak, onlar tarafından yönetilmek, onlar tarafından yönlendirilmek. Adamların istiklal anlayışı, bu bilinci, bu onuru, içgüdü gibi içinde bulmak, bunlar, eğitimle ve düşünülerek kazanılır. Bunların düşünce dünyalarında, bu gibi kavramlar yer almıyor. Neyse, devam edin Hanımefendi;” dedi. “Çetesiyle Konya’ya geçen Delibaş Mehmet adlı Gerici Eşkiya, dün gece, adamları tarafından öldürülmüş.” Hepsi doğruldu: “O O O O O!” “Niçin öldürülmüş?” “DİN ANLAMIŞLAR.” PERDESİ ALTINDA, DÜŞMAN HESABINA ÇALIŞTIĞINI “-İsmet Paşa, BU HAİN VE KATİL YOBAZ; GEÇEN SENE, KÖY, KÖY DOLAŞIP; YUNAN ORDUSU, HALİFENİN EMRİYLE GELİYOR, KARŞI DURMAYIN, DİYE TELKİNDE BULUNUYORDU. Yazık ki, etkili olmuştu. Bu kez, yanındaki haydutları bile kandıramamış. Bu iyi bir gelişme.”Dedi. Mustafa Kemal Paşa, mendili ile yüzünün terini sildi: “İLERİDE, HALKIMIZIN BUNCA İBRET VERİCİ TECRÜBEDEN SONRA; GERÇEK DİNDARLARLA, DİN TÜÇCARI VE AKTÖRLERİNİ BİRBİRİNDEN AYIRT EDECEĞİNİ ÜMİT EDERİM. Yoksa hep böyle geri ve ezik kalırız.”Dedi. Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler, s.411-412. Bu aydın fikirli iki din adamına karşılık, Mülkiye Mektebi mezunu bir Osmanlı memuru, Edirne İstatistik Müdürü Neyyir Bey,9Mart 1920’de başka türlü konuşuyordu: “Cenk etmek, padişahımızın emir ve iradesine bağlıdır. Buna karar vermek mesuliyetli bir iştir. Padişahlar, birçok istişarelerden sonra vuruşmak kararını verirler. Bizde bu yetki var mıdır? Dinimiz buna elverişli midir? Çoluk, çocuğumuz, bütün memleket kana boyanacak. Harp çiçek değil, harp kadın değildir. Harp şiir değildir. Harp taraftarlarına soruyorum, bunun kanlı akıbetlerini düşünüyorlar mı? Evvela, meselenin dini tarafı çözülmelidir…”Deyince, aynı kongrede bulunan İpsala Müftüsü: “Cihadı imam ilan eder.İmam olmadıkça harp edilmez.Kumandan padişahımız serbest değildir,muhasara altındadır!”Dedi “Vali daha dün geldi,öyle olsaydı ağızdan 108 dertlerini anlatırdı.Esaret yoktur,cihad ilan edecek yoktur!?”Diyerek,Ulusal Kurtuluş Savaşı aleyhinde fikirler uyanmasına yol açtı.”Sabahattin Selek,s.g.s.s73-75. Eski Başbakanlarımızdan Suat Hayri Urgüplü’nün babası, Şeyhülislam Mustafa Hayri Ürgüplü,6Mayıs1916 tarihinde, Osmanlı İmparatorluğunun içindeki ve dışındaki Müslümanları Osmanlı Bayrağı altında toplamak amacı ile yayınladığı fetva istenilen sonucu verememişti. Osmanlının sınırları içindeki Müslümanlar bile ihaneti seçmişlerdi. Bugün, Halifeliği geri getirerek Müslümanları bir arada tutma düşü bir ütopik masaldır.Osmanlının tebaası olan Müslümanlar bağımsız devlet olmuşlardır.Hangi bağımsız devlet,kendi vatandaşına Halifenin emir vermesini kabul eder?!Bir kere Halife olmanın şartları da ortadadır.Kureyş Arap kabilesinden olmayan Halife olamaz?!Hadis ve doktrin böyledir.Kureyş kabilesinden olan bir Arap ta cumbadak halife olamaz,halife olacakların özelliklerini de taşıması gerekmektedir.Bu özellikleri de ilerideki sahifelerde bulacaksınız. Mukaddes fetvaya rağmen Osmanlı devletinin ne hallere düştüğünü tarihimiz ibretle yazmaktadır. Uzun boylu yazmaktansa, bu felaketleri görmüş ve yaşamış olan Rahmetli bir Generalimizi okumak yeterlidir sanırım: “Muharebe, hastalık, fizyolojik sefaletten ölü, yaralı, esir, kayıp olarak, ÜÇ MİLYON ELLİDOKUZ BİN İKİYÜZBEŞ İnsanımızı kaybettik. Burada çok önemli bir olayı göz önüne sermek isterim: Peygamberimizin vekili, Müslümanların Halifesi ve Padişahı, dünyanın Dört yüz milyona yakın/o tarihte/Müslümanlarını “CİHADI MUKADDES” ilanı ile düşmanlara karşı yardıma çağırıyor. Liva’yı Ahmediye ve Hırka’i Saadeti çıkarıyor ama İslam âleminden Halifenin davetine kimsenin aldırdığı yok… Tersine olarak, peygamberimizin sülalesinden olan HİCAZ EMİRİ ŞERİF HÜSEYİN ve Oğulları, Halifeye isyan ediyorlar ve düşmanlarımızla müttefik oluyorlar.Hemen bütün savaş cephelerimizde Hintli,Tunuslu,Cezayirli,Hicazlı,Iraklı,Suriyeli,Mısırlı,Rusyalı Müslümanlardan bir çok Müslüman askerle düşman olarak çarpışıyoruz.Bu nasıl Halifelik?!Bu nasıl Allahın yeryüzünde gölgesi?Bütün savaş cephelerimizde,düşmanlarımızın hareketlerini aksatacak bir Müslüman kıpırdanışı göremedik…”E.General Baki Vandemir, ”Biz ne idik?Ne olduk?Ne olacağız*!s.10. Sultan ve Halife Altıncı Vahdeddin’in ihanet belgelerini,İngiliz Gizli Belgeleriyle, SAKARYA’DAN İZMİR’E adlı kitabının 388-404’üncü sahifelerinde bulabilirsiniz.. Bu güzel eser, ibretle ve dehşetle okunmaya değer. Ey HİLAFET! Fetvalı fermanlarınla, tüm Müslümanları düşmanlarımıza karşı savaşa çağırırsın, çağırdığın tüm Müslümanlar Türk düşmanları ile birleşir. Ülkemizi, Türklüğümüzü, şanımızı ve dinimizi kurtarmak için savaşanlar aleyhinde fetvalı fermanlar verdiğinde de, Türkleri, Türklere öldürtürsün. Olumluluğunda da Türklere zararlısın,olumsuzluğunda da Türklere,Türk soyuna zaralısın!?Ulusal Kurtuluş Savaşımızı,utanmadan ve sıkılmadan Halife Vahdeddin’e mal etmek isteyenler,Dürrizade Abdullah Haininin fetvasına eklenen fermanı görmezlikten gelmektedirler.Mirliva Mustafa Kemal Paşa ile,Dolmabahçe Sarayının 13 numaralı dairesinde konuştuktan sonra,kendisine 40.000 altın verdiğini de iddia etmektedirler.Bazıları daha da ileri giderek 400.000 altın verdiğini yazmaktadırlar.Bir Osmanlı altını 6,7 gramdır.40.000X6,7=282 kilo etmektedir.Mustafa Kemal, bunu hangi cebine koymuştur?!Kaldı ki,muhafız takımı ile 109 birlikte 49 kişi,Samsun’a doğru özel bir görevle gitmektedir.Fevkalade yetkili bir Ordu komutanlığı kadrosuna ödenek verilmesi zorunluluğu da unutulmaktadır. Vahdeddin; Başkâtibine bir gün: “ Bizim Hanedanımıza her türlüsü gelmiştir, sarhoşu gelmiştir, zalimi gelmiştir, delisi gelmiştir, aptalı gelmiştir, dinsizi gelmemiştir.”Demiştir.Ali Fuat Türkgeldi,Görüp, İşittiklerim,s.273.Babasını,oğullarını,kardeşlerini öldürtmek te din kullanılarak gerçekleştirilmişti?!Vahdeddin’in Türkleri Türklere vurdurtması Dinin mi,yoksa Arap hayranlığının mı gereğiydi?!Ulusal Kurtuluş Savaşımıza karşı yürütülen tüm ihanetler,onun adına ve onun onayı ile olmuştur.Bir İngiliz savaş gemisine binerek kaçması da,ihanetleri yüzündenolmuştur.Düzce’de,Hendek’te,Adapazarı’nda,Bolu’da,Konya’da ve Anadolu’muzun her tarafında çıkan ayaklanmalar;İngiliz Altınları kullanılarak din adına ve din adamları tarafından çıkartılmıştır.Sait Molla Haini,Danıştay Başkanı ve Adliye Nezareti Müsteşarıydı.İngiliz Muhipleri Cemiyeti/İngiliz Sevenleri Cemiyeti/ Başkanıydı,İstanbul adlı bir de gazete çıkarmaktaydı.İngiliz Rahip Frew’in yönettiği İntelligence Casusluk Servisinin de Baş ajanıydı.Adı geçen cemiyetin üyesi ve Fahri başkanı da İslamın Halifesi Altıncı Mehmet Vahideddin idi!?Sadrazam Mehmet Ferit Paşa’dan bir çok üst düzey görevlinin boyunlarından geçen ihanet halkasının Baş halkası da Padişah’ı ru’yu zemin Vahdettin’in boynunda son bulmaktaydı.Tüm Osmanlı vatan hainlerinin çıkarları uğruna birleştikleri bu cemiyet,İngiliz çıkarları için,her türlü ahlaksızlığa altın uğruna yönelmişti.Bu konuda,E.Tümgeneral Kenan Esengin’in “Hıyanet Yarışı” adlı eseri ilginç bilgilerle doludur.Tümü,kan ve gözyaşı ile kapatılan bu olayların tek sorumlusu Sait Molla ve avanesidir.Ayaklanmalar;Nutuk,cilt2.s.445-450. Padişah’ı zilullah Altıncı Vahdettin’in yüksek himayeleri ile aziz vatanımızı kurtarmak gayesiyle! Kurulduğu ilan edilen bu şer yuvası Cemiyetin başkanı Sait Molla’nın Rahip Ferew’e gönderdiği mektuplar, ihanetin din adına nerelere kadar girdiğini göstermektedir.İstanbul’daki gizli Türk MM teşkilatının elde ederek,doğruca,TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI Mustafa Kemal Paşaya göndermiş olduğu bu mektupları,hainlerimizin çocuklarının yüzlerine çarpmak gerek!? -İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni kurarak, Rahip Frew adlı bir Hıristiyan Din Adamı’nın emrinde, ÜLKEMİZ ALEYHİNDE CASUSLUK YAPAN HAİN HOCA. Rahip Frew’den aldığı altınlarla Anadolu’ya ajanlar yollayarak, ayaklanmalar çıkartmıştır. Rahip Frew’e gönderdiği mektuplar, Yeğeni tarafından, MM teşkilatımız aracılığı ile Mustafa Kemal Paşa’ya ulaştırılmıştır. Mektuplar, Sait Molla Hoca’nın özel defterinden kopyalanarak alınmasına rağmen, Sait Hoca,08 Ekim,1919 tarihli İstanbul gazetesinde şiddetli bir yalanlama yayımlattırmıştı. Üşenmeden bu iğrenç mektupları okuyalım: 1-Birinci mektup: “Aziz dostum, verilen iki bin lirayı, Adapazarı’ndaki Hikmet Bey’e gönderdim. Oradaki işler pek yolunda gidiyor. Birkaç gün sonra kesin netice elde edeceğiz. Şimdi aldığım bu bilgiyi, size sunmayı uygun buldum. Yarın sabah, bizzat gelip, size bilgi vereceğim. Kuvayı Milliye taraftarlarının Fransa’ya fevkalade yakınlık gösterdiklerini ve General Franchet d’Esperey’nin Sivas’a gönderdiği subayların, Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek 110 İngiltere Hükümeti aleyhinde bazı kararlar aldığını (N.B.D. 285/39)adamımız özel olarak gönderdiği bir kurye ile gönderdiği mektupta bildiriyor. D.B.Q.91/39 her ne kadar cemiyetimize dâhil ise de; bu zatın Fransızlara casusluk ettiği ve sizin bu teşkilâta başkanlık ettiğinizi beyan ettiği kanaati ben de hâsıl olmuştur. Bu mesele hakkında da, kanaati âlilerine ve üstatlık itimadınıza muhalif olarak vuku bulacak beyanatımla, şimdiye kadar o zat hakkında göstermiş olduğunuz itimattaki hatayı meydana çıkarmış olacağım. Dün sabah, Âdil Bey ile birlikte, Damat Ferit Paşa Hazretlerini ziyaret ettim. Biraz daha sabır ve intizar buyurmaları lüzumunu tarafınızdan kendilerine tebliğ ettim. Müşarünileyh Hazretleri, cevaben size teşekkür etmekle beraber Kuvayı Milleyenin Anadolu’da tamamen kök saldığını ve mukabil bir hareket neticesi bilinen başlarını tepelendirilmedikçe, kendilerinin iktidara gelemeyerek Zatı şahane’nin onayına sunulan anlaşma hükümlerinin konferansta savunulmasına imkân olmadığını ve Kuvayı Milliye’nin dağıtılması için İngiltere Hükümeti Fahimesi nezdinde acele bir girişimde bulunularak, ortak bir nota’nın Milletvekilleri seçiminden önce Babı Aliye verilmesini ve ÇETELERİMİZİN Adapazarı, Karacabey ve Şile’de Rumlara karşı yapacakları tecavüzlerin, Kuvayı Milliye’nin asayişi ihlal ettiklerini ileri sürerek, maksadımızın oluşmasına çalışmamızı ve İngiliz basının Kuvayı Milliye aleyhinde neşriyatta bulunmasının teminini ve özel surette Torpido ile gönderilen(E.B.K.19/2)ye telsiz telgrafla, dün konuştuğumuz meseleler hakkında talimat verilmesini rica ediyor. Bu gece onbir’de, Âdil Bey ile “K”DE sizi görecek ve Ferit Paşa’nın bazı özel ricalarını daha tebliğ edecek. Bundan sonra, Zatı Şahane ile Mister T.R. görüşebilecektir. Refik Bey’e artık itimat edemeyiz. Sadık Bey’de bizimle çalışabilecektir. Hürmetlerimi takdim ederim.11.x.1919.Sait. Tahşiye: Karacabey ile Bozkırdan henüz haber gelmedi. EK: Bozkır’dan, Ben Osman Türkoğuz haber vereyim: İlçe Jandarma Bölük Komutanı Yüzbaşıyı ve askerlik şubesi başkanı Albayı parçalayarak öldürdüler. Bozkır Barut Fabrikasını da yaktılar. 2-İkinci Mektup.12tarihiyleAnkara’daki “N.B.D.285/3”tarafından gelen mektupta, Sivas Heyeti Temsil iyesinden Erkânıharp Miralaylığından Emekli Vasıf Bey’in d’Esperey ile temas etmek üzere gönderileceği ve birkaç güne kadar yola çıkacağı bildiriliyor. Hikmet Bey paraları almış. Biraz daha para istiyor. Önceki gün sizi ziyarete geldiğimde, takip edildiğimi bildirmiştim. Dönüşümde, biri Sarı bıyıklı, diğeri Kumral ve köse iki şahsın, sokak başında beni beklediğini gördüm. Gece olduğu için epeyce korktum. Yalınız, biri birlerine yavaşça,”a,bu Sait Mollaymış, artık gidelim,” dediklerini işittim. Bu fazla temas, benim için hayırlı olmayacak. Fuat Paşa türbesi yakınlarındaki görüştüğümüz evi tutabilirseniz, buluşabiliriz. Nazım Paşa, Cemiyetimizden haberdar olmuş, bana çok gücendi. Müsaadenizle ”N.B.S.495/1”düzenine kendilerini kattım. Ev işi yoluna konuluncaya kadar, teması bu zat yapacaktır. Karacabey’de ”N.B.D.289/3’e gönderilen binikiyüzelli lira alınmıştır. Yola çıkacaklardır. Ferit Paşa, Babıâli’ye verilecek notayı her dakika beklemektedir. Zâtı Şahane bu durumdan pek üzgündür. Teselli ettirmeniz ve daima kendine ümit verici demeçler verdirmeniz çıkarlarımız gereğidir. Bizim Padişahlarımızın 111 her şeye zayıf olduklarını unutmayınız. Sayın Abdülkadir Efendi, o konu üzerinde çok tuhaf sözler söyledi. Sadece arkadaşları,”vatanseverliğe sığmaz,” diyorlarmış. Artık siz gereğini yaparsınız. Polis Müdürü Nurettin Beyin değiştirileceği söyleniyor. Hepimizin koruyucu olan bu zat hakkında, gerekli kimselerin dikkatini çekiniz. Saygılarımı sunarım. ”Not: Ali Kemal Bey, o zatla görüşmüş. Konuşmayı idare edemediğinden, karşısındaki maksadını anlamış ve hatta kendisine esaslı hakaretle:”Biz, sizin, İngilizler hesabına çalıştığınızı anladık!”Demiş.18/19x.1919 Sait. 3-Üçüncü Mektup: Yapılan propagandaları göz tabibi Esat Paşa kolu ve bilhassa Çürüksulu Mahmut Paşa, resmi bilgilere dayanarak sürekli olarak takibettiriyor ve halkın heyecanının yatıştırılmasına çalışıyorlar. Bu adamlara, başvurularında hiçbir cevap verilmemesini, dün kararlaştırılan zata, Zatı Şahane vasıtası ile emir verilmesini rica ve hürmetlerimi takdim ederim.19.10,1919 Sait. 4-dördüncü mektup. Aziz Üstat; Muhipler arasında franmason teşkilatı badiği itiraz oluyor İttihatçıların irsine imtisalken çekiniliyor. Bu teşkilâtın idaresine kalb, ruhu ile tenmiye edilmiş gençlerin ithaliyle bu programı tatbik edebileceğiz. Benim dış görünüşümün verdiği ürküntü dolayısıyla, çok eski sevenimiz(K.B.V.4/35)kararlaştırılan esaslar dâhilinde işe başlayacaktır. Ankara ve Kayseri’den yine haber yok. Hürmetlerimi takdim eder, saygılarımı sunarım üstadım. Üstadım.19.10.1919 Sait. S 5-Beşinci Mektup Üstat, Kasidecioğlu Ziya Molla dün Adam Blok’a (Adam Block) haber göndermiş, eski dostu olmasına güvenerek, benim başında bulunduğum Muhipler Cemiyetinin İngilizlerce korunmasının İngiliz karakteriyle bağdaşmadığını ve bunun kamuoyu üzerinde kötü etkiler yaptığını bildirmiş; böylece Cemiyeti namuslu kişilerin temsil etmesi gerekeceğini dolayısıyla anlatmış ve benim için çok kötü sözler eklemiş. Bu kişinin bana karşı kişisel düşmanlığı olduğunu anımsatmak isterim. Ziya Molla’nın damadının kız kardeşi eskiden benim karımdı. Kendisini boşadığım için bana böyle düşmanlık ediyorlar. Bunun Adam Blok Hazretlerine duyurulmasını ve Ziya Molla’nın şimdi İngilizlerden yana olmayıp ulusal eylemin destekleyenlerin propagandacısı olduğunu ve Mustafa Kemal paşa ile ilişki kurmuş bulunduğunu ve beni suçlamasıyla da ne mal olduğunu ortaya koyduğunu yüksek görüşlerinize sunmak isterim. 21.10.1919 Sait Ek: Bir sakınca yoksa Adam Blok Hazretlerine size olan hizmetlerimi duyurunuz. 6-Altıncı Mektup Sayın Üstat, Ankara’dan “N.B.D. 295/3” den özel postacı ile gelen 20 Ekim 1919 günlü mektupta bildirildiğine göre “K.D.S. 93/1”, yönergemiz gereğince orada bırakılarak kendisi Kayseri’ye gitmiştir. Yönergenin onaylanmış bir örneğini de Galip Bey’e gönderdiğini bildiriyor. Önceki ödeneği harcamış olduğu için yeniden ödenek istiyor. Gizli örgütümüzün genişlediğini ve 112 haydut başkanlardan yakasını kurtaran Muhiplerimizin şimdilik köylerde kalarak el altından işe başladıklarını muştuluyor ve son yaptığınız ustaca düzenlemelerin verimli olacağını bildiriyor. “M.K. B.”, pürüzsüz Türkçesi yüzünden önemli işler çeviriyormuş. Hele hocalığına diyecek yok diyor. Yönergenin “X. V.V.” planı tam olarak hazırlanmış. Aramıza yeni yabancılar girmemiş ise amaç, sezilmeksizin edimli olarak gerçekleşecektir. Yeni ödeneğin gönderilmesini beklemek üzere özel postacı “4 R.” burada alıkonulmuştur. 23/24.10.1919 Sait Ek: Ahmet Rıza Bey’in İtalyan güdümü üzerindeki demecini mektubun sonuna ekledim. Kendisinin Fransa’ya geçmesi, bizce tehlike olur. Bu işi sağlama bağlayınız. 7-Yedinci Mektup Üstadım, Ali Kemal Bey dün o adamla görüşmüş. Basın işinde biraz ağır davranmak gerektiğini söylemiş. Bir kez, bir yana yöneltilmiş olan düşünürleri ve yazarları öncekine karşıt bir amaca yöneltmek, bizde pek kolay olmaz. Bütün devlet görevlileri ulusal eylemleri şimdilik iyi görüyor, demiş. Ali Kemal Bey, yönergenize eksiksiz uyacak. Zeynelâbidin Partisiyle de işbirliği yapmaya çalışıyor. Kısacası, işler bulandırılacak, Bugünlerde Fransa ve Amerika çevrelerinde benim adım çok geçiyormuş. Bunun nedenini şimdiye dek, anlayamadım. Ulusal eylemlerden yana olanların, bu hükümetin siyasal görevlileri üzerinde yaptıkları etki sonucu olarak tehlikeye giren yaşamının korunması size kalmıştır. Ben bu güvenle kendi kendimi yüreklendiriyorum. Hikmet ile kendim görüştüm. Bu kez onu biraz kaypak buldum. Ama sağlam güvence verdi. “Ben erkeğim. Sözümden dönmem.” dedi. Sıvas olayını nasıl buldunuz? Biraz düzensiz ama yavaş, yavaş düzelecek. Kadıköylü de işi üzerine alıyor. Fakat o yere batası İttihatçı basın, arasıra bizim işlere engel oluyor. Bunların yazılarına dikkat gerek. Paşamız gene de sinirli, “Ne vakit olacak” diyor. Ev işinin bugüne dek yoluna konulmamış olması buluşup görüşmemizi güçleştiriyor. “N.B.S. 495/1” Konya’ya önem verilmesini öğütlüyor. Size sözlü olarak açıkladığı iş üzerinde dikkatini çekmemi rica ediyor. Ali Kemal Bey’in uğradığı son yıkım üzerine üzüntülerinizi bildirdiğinizi söyledim. Bu adamı elde bulundurmak gerek. Bu fırsatı kaçırmayalım. Bir armağan sunmak için en elverişli zamandır. 19 Ekim günlü mektubumu almadığınıza üzüldüm. Aracıyı biraz sıkıştırınız. Tehlikeden sakınmak, benim için pek önemlidir. Yeni bir parola gönderiniz. Hikmet ve Kadıköylüye numaralarını vereceğim. Saygılarımı sunarım üstadım. 24.10.1919 Sait Ek: Birkaç kez söylemek istediğim halde unutuyorum. Mustafa Kemal Paşa’ya ve onu tutanlara biraz yumuşak davranmalı, kendisi tam bir güvenle buraya gelebilsin. Bu işe pek çok önem veriniz. Kendi gazetelerimizle onu destekleyemeyiz.” 8-Sekizinci Mektup Sayın Üstat, Seçimleri askıda bırakmak ve geciktirmek için gerek Mustafa Sabri ve gerek Hamdi ve Vasfi efendilerle uzun uzadıya, verdiğiniz yönerge sınırları içinde görüştüm. İşi kabul ettiler. Mahallelerde propagandalar başladı. Gerekenleri elde edecekler. Bol para dağıtarak halkın kafasını karıştıracaklardır. Padişahın bu konuda aydınlatılması gerekmektedir. Ustaca düşünce ve önlemlerinizle amaca ulaşacağımıza güvence veririm, sayın üstadım. 26.10.1919,Sait. ATATÜRK:RAHİP FRU,ROBERT FREW İNGİLİZ AJANI-1/SAİD MOLLA İLİŞKİS 113 SAİT MOLLA NASIL ÇALIŞIYORDU Ulusal savaşlar sırasında karşılaştığımız açık ve gizli güçlükler üzerinde köklü bir bilgi edinmeye ve gelecek kuşakların ders almasına ve uyanmasına yarayacak nitelikte olan, söz konusu belgeleri, olduğu gibi bilginize sunmayı uygun buluyorum. Bu belgeler, İngiliz Muhipler Cemiyetinin sözde başkanı olarak tanınan Sait Molla’nın, Bay Fru adındaki rahibe gönderdiği mektupların örnekleridir. Efendiler, bu mektupların örneklerinin alındığını sezen Sait Molla, Türkçe İstanbul gazetesinin 8 Kasım 1919 günlü sayısında, bu mektuplardan söz açarak uzun ve sert bir dille bir yalanlama yayımlamış olsa da, gerçeği örtmenin yolu yoktur. Bu mektupların örnekleri, Sait Molla’nın evinden ve mektup karalamalarının yazılı bulunduğu bir defterden, olduğu gibi çıkarılmıştır. Bunlar bir yana, mektupların içindekiler, yurtta beliren durumlara, olaylara ve kimi kişilerin tutumuna tam bir uygunluk göstermektedir. Şimdi izin verirseniz, bu mektupları yazılış sırasıyla sunayım: Birinci Mektup Sayın dostum. Verilen iki bin lirayı Adapazarı’nda Hikmet Bey’e gönderdim. Orada ki işlerimiz pek yolunda gidiyor. Birkaç gün sonra verimli sonucunu elde edeceğiz. Şimdi aldığım şu bilgiyi, şu pusulamla size tezelden iletmek istedim. Yarın sabah kendim gelip geniş bilgi vereceğim. Ulusal Kuvvetlerden yana olanların Fransa’ya pek çok eğilim gösterdiklerini ve General D’espere’nin (Franchet d’Esperey) Sivas’a gönderdiği subayların, Mustafa Kemal Paşa ile görüşerek İngiltere Hükümetine karşı birtakım kararlar aldıklarını Ankara’daki adamımız “N.B.D. 285/3”, özel bir postacı ile gönderdi, mektupla bildiriyor. “D.B.K. 91/3” her kadar demeğimiz üyesi ise de bu adamın Fransızlara çaşıtlık ettiği ve sizin bu örgüte başkanlık ettiğinizi söyleyip yaydığı kanısı bende uyanmıştır. Bu iş üzerinde de, yüksek kanılarınıza ve güveninize aykırı düşecek sözlerimle şimdiye dek o adam için göstermiş olduğunuz güvendeki yanılgıyı belirtmiş olacağım. Dün sabah Âdil Bey’le birlikte, Damat Ferit Paşa Hazretlerinin yanına gittim. Biraz daha sabretmeleri ve beklemeleri gereğini sizin adınıza kendilerine bildirdim. Damat Ferit Paşa Hazretleri verdiği karşılıkta, size teşekkür etmekle birlikte, ulusal örgütlerin Anadolu’da büsbütün kök saldığını ve karşı bir saldırışla hayın başkanları tepelettirilmedikçe, kendisinin Sadrazam olamayacağını ve böylece Padişahın da onayından geçen sözleşme hükümlerinin Konferansta savunulamayacağını söyledi. Ayrıca, Ulusal Kuvvetlerin dağıtılması için yüksek İngiltere Hükümeti katında tezelden girişimlerde bulunularak, ortak bir notanın milletvekilleri seçiminden önce İstanbul Hükümetine verilmesini ve çetelerimizin Adapazarı, Karacabey ve Şile’de Rumlara karşı girişecekleri saldırıları tutamak yapıp Ulusal Kuvvetlerin güvenliği bozduğu gerekçesiyle işi çabuklaştırmaya çalışmamızı; İngiliz basının, ulusal örgütlere karşı yayın yapmasının sağlanmasını ve özel olarak torpido ile gönderilen “E.B.K. 19/2” ye, dün görüştüğümüz işler üzerinde telsizle yönerge verilmesini rica ediyorum. Bu gece, saat on birde Âdil Bey “K.”de sizi görecek ve Ferit Paşa’nın bazı özel ricalarını daha bildirecektir. Daha sonra, Padişah Hazretleri ile Bay “T.R.” görüşebilecektir. Refik Bey’e artık güvenmeyiniz. Sadık Bey de bizimle çalışabilecektir. Saygılarımı sunarım. 11.10.1919 Sait Ekleme: Karacabey’le Bozkır’dan daha bir haber alamadık. İkinci Mektup Ankara’daki “N. B. D. 285/3”den gelen 12. 10. 1919 günlü mektup ta, Sıvas Temsilciler Kurulunda kurmay albaylıktan emekli Vasıf Bey’in Despere ile görüşmek üzere 114 gönderileceği ve birkaç güne değin yola çıkacağı bildiriliyor. Hikmet Bey paraları almış. Biraz daha para istiyor. On gün sizin yanınıza geldiğim sırada izlendiğimi söylememiştim. Dönüşümde biri sarı bıyıklı, ötekisi kumral ve köse iki adamın sokak başında beni beklediklerini gördüm. Gece olduğu için epeyce korktum. Yalnız birbirlerine yavaşça: “Bu Sait Molla imiş. Artık gidelim.” dediklerini işittim. Bu sık, sık buluşmalar benim için iyi olmayacak. Fuat Paşa Türbesi yakınındaki görüştüğümüz evi tutabilirseniz buluşabileceğiz. Nazım Paşa, derneğimizi haber almış. Bana çok gücendi. İzninizle “N.B.S. 495/1” düzenine kendilerini kattım. Ev işi bir yoluna konuluncaya değin sizinle o buluşacaktır. Karacabey’de “N. B.D. 289/3” e gönderilen bin iki yüz lira, yerine ulaşmıştır. Yola çıkacaklardır. Ferit Paşa, İstanbul Hükümetine verilecek notayı her dakika bekliyor. Bu durum, Padişah Hazretlerini pek üzüyor. Teselli ettirmeniz ve her zaman kendisine umut . Dokuzuncu Mektup “9. R.” özel postacı geldi. Keskin örgütü bitmiştir. Arkadaşlara propaganda için yönerge verdim. Başarılarımızın ilk verimlerini yakında alacağımıza güveniyorum, Sayın üstadım. 21128.10.1919 Sait Onuncu Mektup Sayın Üstat, Sarayda, yeni hükümet kurulmasının tasarlandığı ve hazırlık yapıldığı söylentisi yayılmıştır. Bu işin çabuklaştırılması çok gereklidir. Anadolu örgütümüzün kimi planları Ulusal Kuvvetlerce anlaşılmış, özellikle Ankara ve Kayseri’de bize karşı çalışmalar başlamıştır. Kürt Cemiyeti, söz verdiği halde bir iş yapamadı. Çetelerimizden bir bölüğü yok ediliyor. Ne pahasına olursa olsun, tasarlanan hükümetin iş başına getirilmesi pek çok gereklidir. Ali Rıza Paşa’nın, planlarımıza karşı önleyici önlemler alacağını da sanıyorum. Bozkır’a gidecek adamlarımız, tanınmış kişiler olduklarından, çokça korkuyorlar. Konya’da “K.B. 81/1”e, sizin adamınız aracılığı ile olayın kızıştırılması için bildirim yapılarak, propaganda kurullarının bu konu üzerinde çalışmaya çağrılması gereğini ve zorunluğunu bildirir, saygılarımı sunarım. 29/30.10.1919 Sait Benim bir mektubumdan Hikmet’e söz açmışlar. Bu mektubun içinde yazılı olanları nereden öğrenmişler? Hikmet ile kendim görüştüm; bunun doğru olduğunu, şaşkınlık içinde Hikmet’ten dinledim. Çaşıt, benim çevremde midir, yoksa sizde midir? 10-Onbirinci mektup:” Aziz Üstat, Anadolu teşkilatımızın bazı tertipleri Kuvayı Milliye’ce anlaşılmış, alelhusus Ankara ve Kayseri’de aleyhimize faaliyet başlamıştır. Kürt Cemiyeti verdiği Vaadi hilafına faaliyet gösteremedi… Konya’da “K.B.81/1”sizin vasıtanızla propaganda heyetlerinin, Bozkır’a gidecek tanınmış şahsiyetler üzerinde etkili olması tebliğ edilmeli. Çetelerimizin bir kısmı tenkil olunuyor. Takdimi ihtiram On Birinci Mektup Sayın Üstadım, Kürt Teali Cemiyetindeki yakın dostlarımızla görüştüm. Yeni geldikleri için birkaç gün sonra, verilen yönergeye uygun olarak gerekli düzenlemeleri yapacaklarını; yalnız Kürdistan’a gönderilecek çeşitli arkadaşlar için büyük bir ödenek verilmesi gerektiğini söylediler. “D. B. R. 3/141” den gelen mektubu da gösterdiler. Urfa, Antep, Maraş’ta Fransızlara karşı gereğinden daha çok kışkırtma yaptıkları ve halkı, kolordu komutanının güttüğü yumuşak siyasaya aykırı bir davranışa sürükledikleri yazılıdır. Hükümet 115 başkanlığına Zeki Paşa’nın getirilmemesi için ileri sürülen düşünceler doğru değildir. Bu adam Kürtlere sözünü geçirebilecek durumdadır. Eski Ermeni kırımı unutulmuştur. Sizin aklınıza gelenler, bugün için her halde zamansızdır. Bunu, gerektiğinde başka türlü yorumlamak kolaydır. Yüksek yardımlarınızı her dakika bekliyoruz. Karşıdaki olayı ötekilerine bulaştırmaya çalışıyoruz. Saygılarımı sunarım”29/30,x,1919 S. 12-Onikinci Mektup:”Aziz Üstadım”;Çok uzun bir ihanet belgesidir. Bir sürü kot numaralı VATAN HAİNLERİNDEN bahsediliyor ve bol para isteniyor. Ali Kemal Bey’in Vatan Hainleri listesine alınmasının zaruretinden bahsediliyor. Sait Molla Vatan Hainlerinin morallerinin çökmüş olduğu açıkça anlaşılıyor. Mektup, “hürmetlerimi takdim ederim üstadımla sona eriyor.5.11.1919 S.Mektubun altına eklenen not, çok önemli:”Kemal yakalanmış, mensubiyeti itibariyle K.B.R.15/1”in teşkilâtla bağlantısı meydana çıkmış demektir. Bu zatı himaye elzemdir.”12’inci Mektubun tamamını da okuyalım. “Aziz Üstadım, “Ahmet Rıza’nın Tan(Le Temps) muhabirine verdiği demeç her halde dikkatinizi çekmiştir. Emir Faysal’a, Fransızlarla anlaşma yapmasını tavsiye etmesindeki anlamın taşıdığı siyasi incelik, Efendimizin gözünden kaçmamalıydı. Kuva’yı Milliye liderleri, sonradan sonraya Fransa’ya dikkate değer şekilde bir yaklaşma eğilimi gösterdikleri gibi, Irak’ta çıkardıkları karışıklık bir yana, öte yandan Suriye’deki hâkimiyetinize de darbe vurmak istiyorlar. Bu kuvvetin devamında gösterilecek ilgisizlik ve kusur, islâm dünyasının İngiltere aleyhindeki olağanüstü galeyanına yol açacaktır. Üzerinde özenle durulmuş olan bu noktayı büyük bir değer vererek görmek ve yüksek seviyedeki siyasi şahsiyetlerinize göstermek zaruridir. İleri sürdüğüm bu görüşle, ilmi değerinize karşı bir saygısızlıkta bulunduğum yargısına varmayınız. Çünkü Türkiye üzerinde, sizden başka bir kuvvetin nüfus ve egemenliğini devam ettirmesi, siyasi gayemize aykırıdır. Fransa, İtalya ve özellikle Amerika’nın, gerek devlet adamları ve gerek basınıyla bu kuvvete karşı gösterdikleri çeşitli eğilimler, siyasi ve askeri üstünlüğünüzle rekabete girişildiğinin açık bir delilidir. Ahmet Rıza gibi Clemenceau’ (Klemanso)’nun, Pichon (Piçon)’un ve çeşitli politikacıların eskiden beri süregelen yakın dostluklarını kazanmış olan şahsiyetlerin, Fransa’da önemli bir rol oynayacağından ve kamuoyunu tam anlamıyla istedikleri yöne çekebileceklerinden emin olunuz. Bu zatın İsviçre’ye geçeceğine dair bilgi alındığına göre, oradan bir fırsatını bulup, Fransa’ya geçmek emelinde olduğuna inanabilirsiniz. Balıkesir yakınlarındaki kuvvetlerimiz, bozularak kaçmış ve,”A.R.”DE, gizlenmiştir. Yeni kuvvetler hazırlanıyor. Beşbin liradan aşağı olmamak üzere ödenek istiyor. Karaman’dan “D.B.S”40/5 ten gelen mektupta, şimdilik beklemek zorunda olduklarını ve Kayseri’”den,”K.B.R.87/4’ten gelen mektupta da, yakında harekete geçeceklerini bildiriyor. Ziya Efendi de,”H.K.”,”C.H.”bölgesinde örgütlenme tamamlanmış olduğundan yalınız ödenekle oraya hareket etmek mecburiyetinde olduğunu söylüyor.İsterseniz,durum hakkında bizzat geniş bilgi verecektir.Sıkı bir şekilde takip edildiğimizi,plan ve 116 hazırlıklarımızdan Sivas’ın düzenli olarak haber aldığını arz edebilirim.Mehmet Ali’ye güvenmeyiniz.Ağzı sıkı değildir.Her halde boşboğazlık ediyor.Dış planlama ve teşkilatlanmada bendenizden başkasını kullanmasanız daha isabetli hareket edersiniz.Ali Kemal Beyin listeye alınması zaruridir.bu kadar sırrımızı taşıyan bu zatı gücendirirsek,planlarımız olduğu gibi düşmanların/Kuvvay’ı Milliyeci Kahraman Türklerin.İngiliz din adamı,İngiliz ulusunun çıkarı için dini bir tarafa bıraktığı gibi,Müslüman Osmanlı din adamları da dini bir tarafa bırakarak,vatan hainliğine soyunmuşlardır!?Müslüman dinin ve Müslüman din adamlarının vatanları yoktur!?Ostüzü.”Bu zatı sıkça,sıkça kollayınız.Saygılarımı sunarım,Üstadım.5,11,6919,S.Not:Kemal yakalanmış,ona bağlı olması dolayısı ile,”K.B.R”15/1’in örgütle ilişki derecesi ortaya çıkmış demektir.Bu zatı korumak zaruridir “” 27 Mayıs1960’tan sonra kurulan Koalisyon hükümetlerinde,büyük devlet adamımız İsmet İnönü başbakanlıklarda bulunmuştu.Bir gün dayanamayarak,patlamıştı:”Bıktım artık!Kime gizili bir şey söylesem,akşama Amerikan Elçisinin ağzında!?Osmanlı devleti zamanındaki Devlet’i Muazzama İngiltere ve Fransa’ydı.Türkiye Cumhuriyetine kapağı atan çağdışı hainler için şimdi,hizmet edilecek tek devlet Amerika olmuştu.İhanet,aynı ihanetti,yalınız yolunu ve yönünü değiştirmişti.Çanakkale’deki İngiliz komutanı İon Hamilton,anılarında:”Asrımızda ekonomik ve politik zaferler, er Amerikanın iznine bağlıdır”.Yazmıştı. Mustafa Kemal’e dinleyelim: MUSTAFA KEMAL:”RAHİP FRU ROBERT FREW İNGİLİZ AJANI-1/SAİD MOLLA İLİŞKİSİ.” “Robert Frew, (Rahip Fru) İngiliz ajanı, rahip ve misyoner. İskoçya'da doğdu ve din eğitimi aldı. Uzun süre Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetlerinde bulundu. Board of Foreign Missions of the Presbyterian Church’de (BFMPC) ve Kalvinci geleneği dayanan “American Board of Commissioners for Foreign Mission”ın (ABCFM)içinde bulunduğu “International Congregations” başkanı olarak 1902–1924 yılları arasında Osmanlı topraklarında faaliyet gösterdi. Ağa Han ve Seyyid Emir Ali'nin girişimleriyle İngiltere'de British Red Crescent Society (Britanya Kızılay Derneği) adıyla kurulan derneğin İstanbul temsilciliğini yaptı. Robert Frew, Milli Mücadele döneminde İngiliz İstihbaratı adına çalışan, Mr. Ryan, General Didds, Albay Rawlinson, General Milne, Amiral Calthorpe ve Amiral Webb gibi memurlar arasında en aktif görev alanlardandır. Batı Anadolu’da Albay Emiling adıyla faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir. Mondros Mütarekesi'nden sonra İngiliz haber alma servisi ajanı olarak İstanbul'da bulundu. 20 Mayıs 1920'de İstanbul'da kurulan İngiliz Muhipleri Cemiyeti Başkanı Said Molla ile yakın ilişkiler kurdu ve örgüte gelen parasal destekleri kanalize etti. Anadolu'daki, ulusal direniş hareketinin bastırılmasına yönelik eylemleri kışkırtarak organize etti. Türkiye'den ayrıldıktan sonra İngiltere'de papazlık yaptı.” Mustafa Kemal’in, İngiliz Ajanı Rahip Frew'e Yazdığım Mektup: 117 “Mr. Fru'ya Yazdığım Mektup” “Baylar, bu geniş düzene engel olmak ve yaratılan tehlikeli durumları ortadan kaldırmak için elimizden gelen her yola ve önleme başvurduk. Şimdiye değin anlattığım ve bundan sonra sırası geldikçe hatırlatmaya çalışacağım o hepinizin bildiği başkaldırmaları, karışıklıkları, resmi düşman kuvvetlerinin saldırılarını bastırmak ve ortadan kaldırmak için çok uğraştık, Ali Rıza Paşa Hükümeti, gözüne batan Kuvayi Milliye'yi bastırmaya ve bunun için bizimle didişmeye bakmaktan başka bir yardımda bulunmadığı gibi ondan sonra hükümet kuran yüksek arkadaşları da, onun yolunda gitmekten ve sonunda yıkımdan yıkıma, rezillikten rezilliğe sürüklenmekten başka bir iş görmediler. Baylar, bütün bu gizli düzen kaynaklarının, Rahip Fru'nun kafasında toplandığını ve oradan din kardeşlerimiz olacak hainlerin kafalarına sokularak uygulama alanına çıkarıldığı kestirildiğinden, bir zaman için olsun Rahip Fru'nun durmasını ve bu işten uzaklaşmasını sağlamaya yarar düşüncesiyle, kendisine bir mektup yazdım. Mektubun iyi anlaşılabilmesi için, şu bilgiyi de ekleyeyim ki ben Bay Fru ile İstanbul'da bir iki kez görüşmüş ve tartışmıştım. Fru'ya Fransızca olarak gönderdiğim mektubun Türkçesi şudur: “Mister Fru'ya, “ “Sizinle, Mösyö Marten aracılığıyla, yaptığımız görüşmelerin anısını seve, seve gönlümde saklıyorum. Yıllarca ülkemizde ve ulusumuz arasında yaşamış olan sizin, bizim için en doğru düşünce ve kanılarla dolu bulunacağınızı umardım. Oysa ne yazık ki, İstanbul çevresinde karşılaştığınız kimi aymaz ve çıkarcı kişilerin, sizi yanlış yönlere sürüklediklerini pek çok üzülerek anlıyorum. En başta Sait Molla ile düzenlemeye ve uygulamaya başladığınız, güvenilir kaynaklardan öğrenilen planın, İngiliz ulusunun gerçekten kınayacağı bir nitelikte olduğunu bildirmekliğime izninizi rica ederim. Ulusumuza, Sait Molla'nın değil, fakat gerçek yurtseverlerimizin gözüyle bakıldığı zaman, böyle planların artık ülkemize ve ulusumuza uygulanabilecek bir yanı olmadığı yargısına kolaylıkla varılır. Nitekim daha bugünün olaylarından olan Adapazarı ve Karacabey olaylarının başarısızlığa uğraması, sözümüzü doğrulamaya yeter. Fakat buna ne gerek vardı? İngiliz subayı Novil'in, Diyarbakır dolaylarında Müslüman Kürt halkı yoldan çıkarmaya pek çok çalıştıktan sonra Malatya'da, eski Elazığ Valisi Galip ve Malatya Mutasarrıfı Halil Beylerle, Sivas'a karşı yaratmaya çalıştığı olay, sonucu bakımından bütün uygarlık dünyasına karşı utanç verici değil miydi? Size önemle ve içtenlikle bildiririm ki, İngiliz ulusu, ulusumuzun dostluğuna ve güvenine değer vermiyorsa, bundaki yanılgı pek derindir. Böyle değilse kullandığınız araçlar pek yanıltıcı olup, sonuç ve verim alınacak nitelikte değildir. Sait Molla aracılığıyla Adapazarı'na gönderilen iki bin liranın, yakında verimli sonuç sağlayacağı yolunda verilen sözün yalan olduğunu olaylar size anlatmış olacağından uzun sözü gerekli görmem. Hele sizinle ilişki kuran düzmecilerin, Osmanlı Padişahının da ortaklaşa yaptığınız işlerinizde ve çalışmalarınızda eli varmış gibi gösterilmesi pek tehlikelidir. Siz çok iyi düşünebilirsiniz ki Padişah, sorumsuz ve tarafsız olup ulusal irade ve egemenliğimizle ilgili gerçekleri değiştirmez ve bozmazlar. Ülkemizde bulunan İngiliz siyasal görevlilerinin, elbette İngiliz ulusunun eğilimine ve çıkarına aykırı olarak, yurdumuza ve ulusumuza karşı uygarlığa ve insanlığa yaraşmaz bir biçimdeki girişimlerini, elimizde bulunan belgelerle İngiliz ulusunun gözü önüne serersek, sonuç dünyaca iyi karşılanmaz sanırım. Fakat bu konuda, tuhaf olması bakımından şunu da bildirmek zorundayım ki siz, bir din adamı olarak siyasa oyunlarına, özellikle öldürüşmeye varacak işlere karışmak hevesine kapılmamalıydınız. Sizinle yaptığım görüşmelerde, sizi bu türden bir siyasa adamı olarak değil, insanlığa 118 hizmet eden, adaleti seven erdemli bir kişi olarak tanımıştım. Bunda ne denli aldandığımı son aldığım sağlam bilgilerin doğrulamakta olduğunu size bildirmekle şeref duyarım.“Mustafa Kemal.” “ İstanbul'da, muhtelif maksatlarla hafi ve aleni olmak üzere de, birtakım firka veya cemiyet unvanı altında teşekküller vardı. İNGİLİZ MUHİPLERİ CEMİYETİ! “ İstanbul'da mühim addolunacak teşebbüslerden biri İngiliz Muhipler Cemiyeti idi. Bu isimden, İngilizlere muhip olanların teşkil ettiği bir cemiyet anlaşılmasın! Bence, bu cemiyeti teşkil edenler, kendi şahıslarını ve menfaat-i şahsiyetlerini sevenler ve şahıslarıyla menfaatlerinin masuniyeti çaresini Loyt Corc (Lloyd George) hükümeti marifetiyle İngiliz himayesini teminde arayanlardır. Bu bedbahtların, İngiltere Devletinin, kül halinde, bir Osmanlı Devleti muhafaza ve himaye etmek emelinde olup olamayacağını, bir defa mülahaza edip etmedikleri cay-i teemmüldür. Bu cemiyete intisap edenlerin başında Osmanlı padişahı ve halife-i ruy-i zemin unvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dâhiliye Nezaretini işgal eden Ali Kemal, Adil ve Mehmet Ali Beyler ve Sait Molla bulunuyordu. Cemiyette İngiliz milletine mensup bazı sergüzeştçular da vardı. Mesela: Rahip Fru (Frew) gibi. Ve muamelat ve icraattan anlaşıldığına göre, cemiyetin reisi Rahip Fru idi. Bu cemiyetin iki cephe ve mahiyeti vardı. Biri aleni cephesi ve medeni teşebbüsatla, İngiliz himayesini talep ve temine matuf mahiyeti idi. Diğeri hafi ciheti idi. Asıl faaliyet bu cihette idi. Memleket dâhilinde teşkilat yaparak isyan ve ihtilal çıkarmak, şuur-u milliyi felce uğratmak, ecnebi müdahalesini teshil etmek gibi hainane teşebbüsat, cemiyetin bu hafi kolu tarafından idare edilmekte idi. Sait Molla'nın cemiyetin aleni teşebbüsatında olduğu gibi hafi cihetinde de ondan daha ziyade rolör olduğu görülecektir. Bu cemiyet hakkında söylediklerim, sırası geldikçe vereceğim izahat ve icabında irad edeceğim vesaikle daha vazıh anlaşılacaktır.”NUTUK. Sayın Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı iken, çok büyük bir söz söylemişti:” Bana, sağcılar suç işliyorlar dedirtemezsiniz.” buyurmuşlardı. Tam O günlerdeydi; Manisa Şehir merkezinde, sağcı bir siyasi partiye bağlı bir militan, iki genç delikanlıyı tabanca ile vurarak öldürmüştü. Katilin evinde bulduğum bir genelge, her aklıma geldiğinde kanımı donduruyor:”Birisini öldürdüğünüzde; katil oldum, günaha girdim diye üzülmeyiniz. Yüce Yaratan, ölenin alnına senin tarafından öldürüleceğini yazdığı gibi; senin alnına da, o kimseyi öldüreceğini yazmıştır.”O genelgede tamı tamamına böyle yazıyordu. 1986 Senesinde; Nurcuların Yayımladığı KÖPRÜ Dergi’sinin(86)inci sayısında Sayın Süleyman Demirel’in bir söyleşisi yayımlandı. Sayın Demirel, Cumhuriyetin ilk yıllarından söz ederken:”O yıllarda, zulüm; vardı, sıkıntı vardı. Saidî Norsi fevkalade büyük bir bilgindi.”diyordu. Bunlar beni çok rahatsız ediyordu. Bir yerde, öylesine bir tartışmaya tanık oldum ki, böyle bir tartışmayı arasaydım, bulamazdım. Beş kişi, bir masanın etrafına oturmuşlar; birisi anlatıyor, üçü onu onaylıyordu. Dördüncü kişi ‘nin huzursuz olduğu yüz hatlarından belliydi. Gençten, hafif sakallı olanı, sesini yükselterek, 119 öteki masadakilerin de kendisini duymalarını amaçladığını belirtiyordu. Masa’da pişirilen konu, sağ ve sol konusuydu. Sakallı adam:” Efendim; bana ve bilgime güvenebilirsiniz. Kuran’ı Kerim’de bu sağ ve sol hakkında ayetler var. Sol, biraz hafife alınmış. Zaten, sol elin işi belli, taharetlenmek;” dediğinde, o huzursuz genç:”Unutmayınız ki Kalbimiz solda;”dedi. Sakallı adam.” Ayetin üstüne söz söylenmez”; dedi ve konuşmasını şöyle sürdürdü:”Solcuları bana anlatmayın, tanıdıklarımın tümü beynamaz; ne varsa sağda ve sağcılıkta var.” Deyip, konuşmasına noktayı koydu. O huzursuzluğunu belli eden genç:”Sağ ve sol kavramı Fransız İhtilâlında ortaya çıkmıştır;” dedi. Sandalyemi elime alıp, izin isteyerek, masalarının kenarına iliştim. Sakallı Beyefendiye:” Konulara vakıfsınız. Elimde olmayarak dinledim ve yararlandım. Bazı şeyler, benim aklımı da kurcalıyor, bunları size sorabilir miyim?” dedim. Sakallı adam, sandalyesinde biraz gerinerek:”Buyurun, sorun.” Dedi. “Siz, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kuran ve yürüten Önderlerimize solcudurlar,” dediniz, elinizdeki ölçü nedir? Dedim. -“Efendim, din ve diyanetle ilişikleri yoktu. Zaferden sonra, eskiye ait ne varsa yerle bir ettiler. -“İslam dininin Yüce Peygamberi de, başarıdan sonra, eskiye ait ne varsa yerle yeksan etmedi mi? —Evet, aynen böyle yapmıştı.” Dedi, ben, hemen sorumu yapıştırdım: “ Yeni bir hareket yapan, sağ dediğimiz eski yapıyı yıkıp atıyor. O yeni hareket Sol olmuyor mu? Yıkılan sağ olduğuna göre.”Doğru söylüyor gibisiniz.” Dedi. Ben de sorularımı sormayı sürdürdüm:”Yüce Tanrımızın izni olmadan hiçbir şey olmaz. Doğru değil mi?” Dedim.”Evet, yaprak bile kımıldamaz.” Dedi.”-YÜCE TANRIMIZ, Ulusal Kurtuluşumuzu sağlayanların, eskiyi yıkacaklarını bilmiyor muydu?”-“Aksini düşünmek, dinden, imandan çıkmış sayılır,”dedi. –“Şimdi söyle bakalım, savaşı niçin Mustafa kemal Paşa kazandı? Adamcağız hiç seslenemedi. Ben de sürekli sordum: -“Son Osmanlı Şeyhülislamı Rahmetli Mustafa Sabri Hoca, sağcı mıydı? “-Evet, sağcıydı,” dedi. –“ Sadrazam Damat Ferit Paşa, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Hoca ve Sait Molla Hoca Neciydiler?” —Onlar da sağcıydılar;” dedi.-“ Ya, Divanı Harp Başkanı Nemrut Mustafa Paşa? –“ O dahi sağcıydı:” Dedi. -“Şeyhülislam Mustafa Sabri Hoca SEVR anlaşmasını imzaladı. Sürgüne gittiği Mısır’da Türkiye Cumhuriyeti Aleyhinde kitaplar yazdı. Dürrizade Abdullah Hoca da, Mustafa Kemal Paşa ve yedi silah arkadaşı aleyhinde ölüm fetvası verdi. Bu Fetva’ya dayanarak, Nemrut Mustafa Paşa da O BÜYÜK KAHRAMANLARI idama mahkûm etti. 120 Sait Molla denen Hain de, İngiliz Casusu Rahip Frew emrinde, Ulusal Kurtuluş Savaşımız aleyhinde casusluk şebekesi kurdu. Sadrazam Damat Ferit Paşa Haini de vatanını, vatanımızı İngilizlere sattı. Bak yavrum, bak sakalı güzelim, Vatan Haininin sağcısı, solcusu olmaz.”dedim, izin isteyerek masalarından ayrıldım. Geride kalan dört kişi hararetle elimi sıktıydı. “ Bu konuda; Ulusal Kurtuluş Savaşımızın liderlerinden birisini daha okuyalım:”Gazetelerde çıkan tebliğ”.O gün okuduğum İstanbul gazetelerinde ve bilhassa Sabah ’ta, hayret ve hiddetimi arttıran başka bir haber görmüştüm: Gene, Ali kemal Bey’in/1869-6 Kasım 1922/ neşir ve ilan ettiği bir tamimde,”Milli ordu teşkil etmek ve Müdafa’i Milliye hazırlamak gibi faaliyetlerin bir felaket olduğunu bildiriyor.“ “Bir ihanet vesikası!” “26 Haziran 1919 tarihini taşıyan bu beyannamede şu satırlar vardı:”Konya vilayetinde, Karasi ve Kütahya havalelerinde, bazı yerlerde ordu müfettişliklerinin emriyle 311-316 tevellütlülerin silâhaltına çağırıldığı ve diğer tevellütlülerden gönüllü celp ve cem ve masarif’i seferberiye için ianeler dercolundu bazı işarattan anlaşıldı. Merkezce böyle bir emir sadır olmadığı için, bu hareket kanun ve usul de değildir. Ahval’i hazıramız ve şerait’i mütarekeye münafi, izan ve irfana da muvafık olmayan bu hareketlerin elbette gizli sebepleri olacağı için mütecasirleri şiddetle mesul tutulacak ve kanunen takip olunacaklardır.”Bildiri, bu şekilde, Ulusal Kurtuluş Savaşçılarımız aleyhinde, akla gelmedik suçlamalarla devam ettikten sonra: Böylelerinin ise şiddetle tedib’i hükümetçe mukarrer olduğunu tekrar beyan eylerim!”Cümlesi ile bitiyordu. O gece hiç uyumamıştım. Dâhiliye Nazırı Ali Kemal Bey, gerek son beyannamesinde ve gerekse gazetelerde çıkan ve milli müdafaa hazırlıklarının felaket olduğunu ifade eden mahut tamimin altına yüreği titremeden nasıl imzasını koymuştu.”E.Or. Gnl. Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları,s79-80. Dâhiliye Nazırı Ali Kemal Bey’in Valiliklere ve tüm dünyaya yayımladığı bu alçakça bildirinin, karşıt bildiriler ve emirlerle, etkisi yok edilmeye çalışılmıştır. Ancak, anlatmak istediğimiz bu değildir. Ali Kemal Bey’in, istifasını vermek üzere, Dolmabahçe sarayına gittiğinde, Devrin Osmanlı Padişahı ve Halifeyi Müslümin ve’l Zilullah’i il Arz’a söylediklerini anlatmaktı: “Padişahım, bilirsiniz ki, Dâhiliye Nezaretini kabulüm yalınız şahsı hümayunlarına arz’I hizmet maksadından ibarettir!”İhanet, bugün de aynı mantıkla işlemektedir!?Dediğinde,Altıncı Mehmet Vahdettin’den de şu cevabı almıştı: “Devletin tarihi anlar yaşadığı şu feci devrinde, beni büsbütün yalınız burkamayacağınıza eminim. Sadakatiniz beni büyük ümit ve tesellilere sevk etti. Ben, her ikinizin sadakatine güvenerek, irşadat ve telkinatınızı, sabırsızlıkla bekleyeceğim.”Aynı eser, s.83-84.Nutuk, cilt 2, s.918-919. Ali Kemal/asıl adı Ali Rıza’dır. Namık Kemal’i sevdiğinden Ali Kemal adını kullanmıştır./ Dâhiliye Nazırı olduğunda, Türk Ulusunu hiç düşünmemiş; ona hizmet etmeyi de hiçbir zaman aklının ucundan bile geçirmemiştir. Ancak kişisel çıkarını padişahlığın 121 devamında gördüğünden, politikasını da buna göre ayarlamıştı. Nikâhlı karılarından birisi de İngiliz vatandaşıydı. Muhafazakâr Partiden adaylığını koyarak Londra Belediye Başkanı seçilen, Stanley Johnson/Tam adı: Aleksander Boris de Pieffel Johnson/ bu İngiliz eşinden olan torunudur. Öteki eşi Zeki Paşanın kızından olan oğlu Zeki Konuralp te Dış işleri Bakanlığında Büyükelçiliğe kadar yükseldiği gibi, oğlu da büyük elçidir. Kendisi de Hariciye mesleğine girmiş ve birkaç kere sürgüne gönderilmiştir. Sürgün dönüşü padişahın verdiği altınları kabul etmiştir. Değişik gazetelerde yazılar yazmış, Ermeni vatandaşımız Dikran’ın çıkardığı Mizan’dan da kovulmuştur. Darülfünun edebiyat fakültesinde siyasi tarih dersleri verirken, öğrencilerin kendisini boykot etmesi neticesi bu görevinden de kovulmuştu.04 Kasım 1922 günü, Tokatlıyan’da, berber Marcel’in berber dükkânında traş olurken, Teşkilat’ı Mahsusa polislerince kaçırılarak, İzmit’te Birinci Ordu komutanı Sakallı Nurettin Paşa’ya teslim edilmişti.06 Kasım 1922 günü, Sakallı Nurettin Paşa’nın emri üzerine, sivil giyimli genç subaylar tarafından linç edilerek öldürülüştür. Doksan üç senedir/2015’e göre/,bazı çevreler, bu hainin şehit sayılması için mücadele vermektedirler. Halifenin de vatan hainliği eylemlerini onayladığı bir hain padişahı irşat edecek bir bakan,Türk ulusunu düşünerek hayatlarını hiçe sayanlar da birer hain?! Halifen kimlerin elinde, hangi gayelere ulaşmak için kullanıldığının en güzel örneği, Bursa’da, Rahmetli Orgeneral Ali Fuat Cebesoy’un düzenlediği, Hocalar toplantısında görülmüştü. Bunu da öğrenmemizde, o günün koşullarını ve hilafet kurumunun geri getirilmesi halinde—Tanrı korusun!—yarınımızda da aynı zor günlerin bizleri bekleyeceğini bilmemizde yarar vardır: “Muktedir ve meşhur Ulemalardan mürekkep Bir heyetin 21/22Nisan gecesi, Bursa belediye binasının büyük ve tarihi salonunda toplanmasını kararlaştırmıştık. Bu maksatla,21 Nisanda Miralay Bekir Sami Bey arkadaşımla, birçok tanınmış zevat ve Ulemayı ziyaret etmiş, Milli Mücadele hakkındaki görüşlerimizi, İstanbul’un durumunu delilleri ile ortaya koymuş, bize yardım etmeleri ricasında bulunmuştuk. Müracaat ettiğimiz zevatın ekseriyeti davamızın esasını anlamışlar ve bize her türlü müzaherette bulunacaklarını vaat etmişlerdi. Bunların arasında Şeyh Sünusi Hazretleri de vardı. Şeyh Sünusi, Harb’i Umumiden beri Bursa’da ikamet ediyordu. Ulemadan şunu istiyorduk: Esir padişahla hükümetinin Kuvvay’ı Milliye aleyhinde çıkarmış oldukları malum fetvaların muta olup, olmayacağı hakkında bir hüküm vermesinden ibaretti. Alacağımız, neşir ve tamim edeceğimiz bu hüküm, bizim çok işimize yar ayacaktı. Ulemanın belediye binasında içtimaı.21/22 Nisan gecesi,70-80 kadar hoca Efendi, vali ve kumandanın daveti üzerine, Bursa belediyesinin büyük salonunda toplanmışlardı. Bekir Sami Beyle ben de içtimada hazır bulunuyorduk. Gündüz, Hoca Efendilerden ekserisini ziyaret etmiş, hepsinden de yardım edeceklerine dair söz almıştık. Kürsüye çıkarak, kendilerine bir kere daha vaziyeti anlattım. Heyet’i Temsiliye’den gelen telgrafı da okudum. Bunun üzerine müzakereler başladı. Bir kaç saat sürdü. İleri sürülen mütalaalar toplanmış, tam bir mutabakat hâsıl olmuştu. Karar, ittifakla verilecekti. Yanımda bulunan Bekir Sami Bey’e: 122 “Bursa ulemasından ben esasen bunu bekliyordum!”Dedim. Tam bu sıra, Genç bir Hoca, ayağa kalkarak: “Hakikat sizin bildiğiniz gibi değildir!”Diye bağırdı. Sonra, bugün İstanbul’dan geldiğini,bir gün önce de,huzuru şahaneye kabul edildiğini,padişah tarafından milletine selam getirdiğini söyledi ve şunları ilave etti: N Ne padişahımız Efendimiz ve ne de hükümeti esir bir vaziyette değildir.Bizzat bu hakikati Efendimizin ağzından işittim!”Hoca kılığına giren bir İngiliz memuru!Salon birden karıştı.Bazı zevat mütereddit bir vaziyet aldılar.yüzlerde endişe alametleri okunuyordu.Bütün emekler boşa mı gidecekti?!O günlerde,Entelijans Servis’in bir takım ajanlarını kılığına sokarak Anadolu’ya gönderdikleri hatırıma geldi.Acaba bu genç te onlardan biri olamaz mıydı?!Kaybedecek zaman yoktu.derhal yerimden fırladım: “Yerinden kıpırdayayım deme, karışmam!”Diye bağırdım. Sonra, iki polis çağırtarak Hocayı yakalamalarını emrettim. Neticenin nereye varacağını merakla bekleyen Ulemaya da, bugünlerde Hoca kıyafetine giren bir takım hainlerin Bursa’ya geldiklerini ve bir kısmının yakalandığını söyledim. Hoca, polislerin elinden kurtulmaya çalışıyordu. Yaverim İdris Çora’ya,”bu adamın üstünü arayınız!”Emrini verdim. Böyle bir hareketi beklemeyen Genç şaşırdı. Sonra, üstünü aratmak istemedi, bağırıp, çağırmaya başladı. Fakat bu duruma uymaktan başka çare olmadığını çabuk anladı. Hoca’nın! iç ceplerinden çıkan bir çok vesika arasında İngiliz polisi emrinde bulunan Yüzbaşı Bennet’in imzasını taşıyan bir mektup ta vardı. Bundan, İngiliz polisinin ücretli bir memuru olduğu anlaşılıyordu. Bursalı olmadığı ve şehre yeni geldiği de anlaşılıyordu. Kendisinin Divan’ı Harbe verilmesini emrettim. ULEMANIN KARARI! Sükûnet iade olunmuştu. “İşte Muhterem Ulema, dedim. Sizin haklı kararlarınıza muhalefet etmek isteyen bu adam vatanımızı parçalamak isteyen İngilizlerin memurudur. Artık tereddüde mahal yoktur, kararınızı bekliyorum. İçtimada hazır bulunanların yüzlerindeki tereddüt ve endişe silindi. Hoca Efendilerin en yaşlısı: “Hakkınız var!”Diyerek, meseleyi tekrar ele aldı. Biraz önce verilmiş kararları, bir kâğıt üzerinde şu anlamda tesbit etti:”Esarette bulunduğu muhakkak olan fetva emininin fetvasıyla padişah iradesinin muta olamayacağı muhakkaktır. Cümlemiz bu kanattayız…”Hoca Efendiler, birer, birer gelerek kâğıdın altını imzaladılar ve sonra da imzası tamamlanan kâğıdı bana verdiler. Hepsine teşekkür ettikten sonra, gecenin geç saatlerinde fırka karargâhına döndük. Keyfiyeti Ankara’ya bildirdim. Temsil Heyeti, bu kararı her tarafa tamim ederek, yanlışlığın önünü kısmen aldı. Bursa Ulemasının Ankara’da kurulmakta olan milli idareye yapmış oldukları bu hizmeti taktirle yad etmeyi bir vazife bilirim…”E.Or.Gnl.Ali Fuat Cebesoy,s.g.e.s.354-356. Ulusal Kurtuluş Savaşımızı, fermanlarıyla, Hilafet ordularıyla, Anadolu’muzda İngiliz altınlarıyla çıkarttığı ayaklanmalarıyla, hainlere dağıttığı rütbe ve payelerle, kurdurduğu Kasır Çiti adlı ihanet örgütü ile engellemeye çalışan, 123 Osmanlının Padişahı ve tüm Müslümanların Halifesi, Altıncı Mehmet Vahdettin’in sonu da tüm hainlerin sonu gibi olmuştur: “Dersaadet’te İşgal Orduları Başkumandanı General Harrington Cenaplarına; “İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere Devlet’i Fehimesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahalli ahara naklimi talep ederim Efendim.”16 Kasım 1922. Halife’i Müslimin, Mehmet Vahdettin. Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da, s.48.E.Gnl. Baki Vandemir, s.g.e. s.22. Osmanlının Padişahı ve Müslümanların Halifesi, Türkler ve Müslümanlar arasında hayatını tehlikede gördüğünden, Türk ve Müslüman düşmanı bir devlete sığınmak için, O Devletin komutanına,”Efendim” diyerek yalvarmaktadır. Halifeyi ve Halifeliği korumak için Dört cephede ölenlerin, geride kalanlarını da öldürmek için, Halifenin kurdurduğu ihanet ve Şer güçlerini tarihimiz yazmaktadır Kızıl Sultan dediğimiz İkinci Abdülhamit bile bu alçaklığa düşmeyip, kendisine iltica etmesini öneren Rus elçisini ters yüz etmişti. Çanakkale’de Türk Ordusuna yenilen İngiliz Başkomutanı Korgeneral İan Hamilton, anlarında Osmanlı Sultanı için neler yazıyordu, onu da okuyalım: “Asrımızda ekonomik zafer nasıl kazanılır? Bir: Amerika’nın Sempatisini sağlayarak. İki: Constantinopl’u(İstanbul’u) Türklerden alarak. Ümit ediyorum ve inanıyorum ki, geleceğin harp okulu öğrencileri, büyük bir imparatorluğu harakiri yapmağa mecbur bırakmak için, neden bu kıraç, değersiz kayalıklar üzerinde, eteklerine sıkıştığımızı değerlendirebileceklerdir. Biz,bu kayalıklara,hançerimizi Osmanlı Sultanının Kara kalbine saplamak için tutunuyoruz.Yalınız,hançer henüz etini deldi.Yarasından yeni,yeni kan akmağa başladı.biz,bir metre ilerleyemesek bile,Halife’nin canı alınıncaya kadar,kanı bu kaba akıtılacaktır!”General Sir İan Hamilton,Gelibolu Günlüğü,çeviren Osman Özdeş,Hürriyet Gazetesi23 Mart 1972 gün,s.5.Kitap S.192-193. Halife Sultan Altıncı Mehmet Vahdettin’in kaçışından sonra; Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in veciz bir uyarısı üzerine, Saltanat, Osmanoğullarından alınarak, gerçek sahibi olan Türk Ulusuna verilmişti. Bu tarihi olayı bazı kaynaklardan inceleyelim: “1Kasım1922 tarihinde, Türkiye“Büyük Millet Meclisince çıkarılan bir yasa nedeniyle, üzerinde yalınız harp gemisi Halifelik unvanı kalan Vahdettin Efendi,16/17 Kasım 1922 gecesi, sabaha karşı, İngilizlere sığınarak Malaya adlı bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan ayrılmıştı. Halife’nin bu firar olayı, İstanbul’daki İngiliz İşgal kuvvetleri komutanı ve müttefik işgal kuvvetleri başkomutanı General Harrington’un l7 Kasım 1922tarihli bir mektubu ve buna bağlı beyannamesi ile resmi olarak açıklanmıştı. Harrington’un mektubu şöyle idi: 124 “Bir nüshasını eklediğim resmi beyannamede söylendiği gibi; Padişah, İngiltere’nin himayesine sığınarak, bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul’dan ayrılmıştır.”Bu mektuba bağlı beyannamede şöyleydi: “Resmi olarak beyan olunur ki; padişah, şimdilik durum konusunda hürriyet ve Hayatını tehlikede gördüğünden, bütün İslamların halifesi sıfatıyla İngiliz himayesini ve aynı zamanda, İstanbul’dan başka bir yere naklini istemiştir. Padişahın bu arzusu bugün yerine getirilmiştir. Türkiye’deki İngiliz Kuvvetleri Başkomutanı Sir Charles Harrington, padişahı alarak İngiliz harp gemisine kadar birlikte gitmiş ve padişahı gemide, Akdeniz filosu genel komutanı Amiral Sir de Bruk tarafından karşılanmıştır. İngiltere Fevkalade Komiser Vekili Sir Noil Henderson, kendisini gemide ziyaret Kral Beşinci Jorj’a bildirilmek üzere arzularını sormuştur.” Bağımsızlık ve özgürlüğümüz için Türk ulusunun sel gibi kan akıttığı sıralarda, kendi huzurunu ve can güvenliğini düşman süngülerinin gölgesinde arayan, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın kazanılmaması için de düşmanlarımızla birlikte çalışan bu gibi hain kişilerin bu tarz kaçış yolu aramaları da kişilikleri gereğidir. Ancak, bu kaçış şekli, miras yoluyla Türk ulusunun mukadderatına hükmeden bir Halifenin karakterini açığa vurması bakımından çok canlı fakat çok acı ve hazin bir örnek vermiştir.”Genel Kurmay Başkanlığı, Harp Dairesi Resmi Yayınları Seri No=1,Türk Kurtuluş Savaşı, c.11,Batı Cephesi,6’ınc kısım 1V’üncü kitap, s.112-113. “Kaçak Vahdettin’in halifeliği de18 Kasım1922 tarihinde, TBMM’Sİ tarafından kaldırılmış ve yerine, sonuncu halife olarak, Abdülmecit Efendi seçilmiştir. Ancak, yeni halife seçilmesinden önce, onun da padişahlık dav asına kapılmasını, herhangi yabancı bir devlete iltica etmesini önlemek gerekiyordu. Bu maksatla, Abdülmecit’ten TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİ ve Halifelik ve Saltanat hakkında aldığı kararı tamamıyla kabul ettiğine dair bir de senet alınmıştı. Bundan sonradır, TBMMECLİSİ Başkanlığının 19 Kasım 1922 tarihli açık bir telgrafı ile Abdülmecit’e halife seçildiği tebliğ edilmişti. Bu telgraf kapsam olarak: “Türkiye devletinin egemenliğini kayıtsız ve şartsız milletin elinde tutan Anayasaya uyarak yürütme gücü ve yasama yetkisi kendisinde toplanmış bulunan milletin biricik ve gerçek temsilcilerinden kurulu Türkiye Büyük Millet Meclisinin Kasım 1922 tarihinde yaptığı oturumda, Halifeliğe seçilmiş bulunduğu tarzında idi.”Genelkurmay H.D.Bşk.A. G.E.S113-114. Gerek Meclis içinde, gerekse meclis dışında bulunan bazı Hocalar ve taassup sahibi kimseler, Halifeye siyasi ve hukuki alanlarda geniş yetkiler koparmanın yoğun çalışmasına koyuldular: “Millet Halifenin, Halife Meclisindir!”Sloganı etrafında koparılan yaygaralarla sonuç almak isterlerken, Mustafa Kemal’in olayın üzerine eğilmesi nedeniyle, seslerini ve soluklarını keserek sindiler. Başkomutan Mustafa Kemal, Halife Abdülmecit’in İslam dünyasına bir beyanname yayınlamasını uygun gördü. Ana hatları kendisi tarafından çizilen beyanname, Abdülmecit tarafından kaleme alınıp, gerekli düzeltmenin yapılması 125 için Başkomutan Mustafa Kemal’e şifre ile gönderilecekti. Beyanname için tespit edilen noktalar şunlardı: “1-Türkiye Büyük Millet Meclisinin kendisini Halife seçmesine memnunluk beyanı, “2-Vahdettin’in hareket tarzı geniş ölçüde suçlandırılacaktır, “3-Anayasa’nın onuncu maddesine kadar olan maddelerinin kapsamı, münasip bir şekilde ve önemli anlam ve kavramı olduğu gibi ifade edilmek suretiyle; Türkiye Devletinin ve Büyük Millet Meclisi ve Hükümetinin özel niteliği ve idare usulünün Türkiye halkı ve bütün İslam âlemi için en yararlı ve en uygun olduğu anlatılacaktır, “4-Türkiye milli hükümetinin şükre değer hizmetlerinden ve Çalışmalarından övücü bir dille bahsedilecektir, “5- Bu işaret edilen noktalar dışında, beyannamede siyasi sayılabilecek bir nokta ve düşünce ileri sürülmeyecektir.” Abdülmecit, kendisine verilen direktife uygun olarak beyannameyi hazırlamış ve Ankara’ya göndermişti. Yalınız, Vahdettin’in suçlandırılması konusunu beyannameye almamıştı.Bunun için de ileri sürdüğü özürde;”başkasının fena hareketlerini bahis konusu etmek suretiyle bile olsa bile,bu gibi beyanların meslek v e karakterine ağır geleceğinin aşikar olduğu..”İdi.Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından,beyannamede gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra yayınlanmasına izin verilmiş ve 24 Kasım 1922’de,Abdülmecit Efendi tarafından İslam âlemine yayınlanmıştı.”GNLK.B.S.G.E.S.114-115. Bu konuda Yüce Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü dinleyelim: “Şeriye Encümenindeki Hocalar, Hilafetin, Saltanattan ayrılamayacağını savunurlarken; biz, çok kalabalık olan odanın bir köşesinde münakaşayı dinliyorduk. Sonunda, Müşterek Encümen Reisinden söz aldım, önümüzdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şu beyanatta bulundum: “Efendim; dedim, Hâkimiyet Saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye, müzakere ile münakaşa ile verilemez. Hâkimiyet ve Saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınız. Osmanoğulları, zorla, Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına vazıulyet olmuşlardı, bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de; Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek; hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek, kendi eline almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan; milletin saltanatını ve hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? Meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl olacaktır. Burada içtima hakikat edenler, meclis ve herkes, meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifa olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir. İşin cihet’i ilmiyesine gelince, Hoca Efendilerin hiç merak ve endişelerine mahal yoktur. Bu hususta ilmi izahat vereyim, dedim. Uzun uzadıya bazı izahatta bulundum. Bunun üzerine, Ankara mebuslarından Hoca Mustafa Efendi,”affedersiniz Efendim,”dedi,”biz meseleyi başka 126 noktayı nazardan mütalaa ediyorduk, izahatınızdan tenevvür ettik”.”Mesele, müşterek encümende halledilmiştir.”Nutuk, c.2s.690-691. Türkiye büyük Millet Meclisi Başkanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in bu açıklamasından sonra, Hilafet ve Saltanat biri birinden ayrılmıştır. Saltanat Türk milletine, Hilafet te, Osmanoğullarının en yaşlı üyesine, Abdülmecit Efendiye, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla verilmiştir. Abdülmecit Efendi, Vahdettin’in Türkiye’nin düşmanı İngilizlere sığınarak, onların savaş gemisiyle kaçışını kınamadığı gibi; bazı garipsenecek davranışlara da yönelmişti: Başına, Fatih Sultan Mehmet tarzında sarıklar sararak ve gösterişli Cuma Selamlıkları da düzenleyerek, bir güç gösterisine kalkışmıştı. İşi, bu kadarla da bırakmayarak, Hükümet işlerine dair beyanatlar verdiği gibi, ordumuzun muzun her yaştaki subaylarına el atmıştı. Şimdi, Nutuk’tan iki önemli pasajı okuyalım: “Halife’i Resulullah Hiadimülharemeyniş şerifeyn,”cümlesinin altına,”Abdülmecit bin Abdülaziz Han,”imzası kullanıyordu.”C.2.S.697.Cumhuriyet Ans. C.5,s.1598. “Beyannamenin Dördüncü maddesinde, maddesinin yazıldığı İstanbul şehrinin,”Dârulhilafafetülâliye, olduğunu yazıyordu.”Halife’i Müslimin” yerine de “Halife’i Resulullah”,yazıyordu… Türkiye Büyük Millet Meclisine göndermek zorunda olduğu cevabını da:”Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa yazmıştı…”Nutuk, c.2,s.698.Türkiye Büyük Millet Meclisinin kararı ile, Hilafet makamına getirilen Abdülmecit Efendinin yukarıda kısaca değindiğimiz bu davranışları, bazı sempatizanlarına tehlikesizmiş gibi görünebilir. Bunun için Halife Abdülmecit’in Veliaht bulunduğu sırada; Anadolu’daki Ulusal Kurtuluş Savaşımız hakkındaki görüşlerini yansıtan, Sultan Vahdettin’e vermiş olduğu layihasını incelemek gerekir: “Damat Ferit Paşa riyasetindeki heyetin, Paris sulh düşmesi konferansında feci bir duruma düşmesi, bazı kimseleri intibaha davet etmiş olduğu gibi, bir kısmını da harekete geçirmişti. Veliaht Abdülmecit Efendi,16 Temmuz1919 tarihinde, Zat’ı Şahaneye sunduğu layihasında, Anadolu hükümetini tanımamak tarzında başlayan teşevvüşatın Celaliler devrini andıran şekavetin, maazallahü teâlâ netayici müessife tevlit edeceği yolunda milli mukavemet taraftarlarına ağır ve haksız ithamlarda bulunduktan sonra, şöyle diyordu:”Keyfiyet tetkik ve tahlil edilince, evvela bu halin bilhassa hükümeti hazıranın böyle buhranengiz bir zamanda idareiumuma, âdemi kabiliyetinden ileri geldiği ve keza esbabı atiyenin tevellüt ettiği nümayan olur. Mütarekeden beri merkezi saltanatı seniyede ve vilayatı şahanede kulübü ammeyi temin ve tatmin edecek bir idareifenniye ve salime tesis edilememiştir. Umumun müstahak olduğu hak ve adaletin tesisine v e selameti memleketin hukukuna hâdim icraat yerine bir takım ağraz ve ihtirasat takip olunarak, halk arasında tefrika ilka ve âdayı vatanın mahasali âmeli olan şekavet ve nifak seylanı ihdas olundu. Umuru idarede devam eden tezebzüb ile fırkacılığın şiddetlenen ihtirasatı yüzünden, günden güne merkezde ve vilayetlerde mütezayit olan teşettütü efkâr milleti Osmaniye’yi en vahim ve buhranengiz bir zamanda vahdeti milliye neticesinden mahrum ve müstehiddi tefessüh olunmayarak göstermektedir ki bunun maddi ve manevi mazarratı müellimesi muhtacı izah değildir…” YANLIŞPOLİTİKA! Veliaht Abdülmecit Efendi, layihasına şu satırlarla devam ediyordu:”İzmir ve Edirne vilayetleriyle Vilayat’ıŞarkıye gibi her an tehdide maruz olan aksam’ı vatanda kulübü 127 ahaliyi tatmin edecek tedabiri şaibenin ittihazıyla sarfı makderet olunmamakla beraber ahalinin hukuku milliyelerini muhafaza emrinde yapmak istedikleri mesaili vataniyenin hükümetçe müzahereti münasibeden mahrum bırakılması ve bilhassa İzmir fecayiini müteakip ahalide uyanan müdafaai vatan hissiyatı necibesinin hüsnü idare ve tevcihine hizmet olunmayarak, Dâhiliye Vekâletine yağmagerlik, çetecilik gibi hasis emeller innadıyle şaibedar edilmesi, inkisarı kulübü ammeye badi olduğu gibi, sadrazam Paşanın vilayatı şarkiyede vâsi Ermenistan muhtariyeti tesisi yolundaki beyanatı dahi havalii mezkurece mucibi teessürü azim olarak memleketlerinin âhara terkolunacağı zehabını tevlit eylemiştir.” Ali Fuat Cebesoy, M.M. H.S.106-107.İşte Abdülmecit Efendi, Ulusal Kurtuluş Savaşımızı, Osmanlı dönemindeki Celali ayaklanmaları ile bir tutan bu Halife Abdülmecit Efendiden başkası değildir. Saltanat meselesi Türk Ulusunun lehine çözümlendikten sonra, sıra Hilafet meselesine gelmişti. Başkomutan ve Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, İzmirdeki bir Harp Oyununda, Hilafet meselesini komutanlarla görüşüp, tartıştıktan sonra; Halifelik, 3 Mart 1924 tarihinde, bir kanunla kaldırıldı. Halife Abdülmecit Efendi, Fatih Sultan Mehmedin soyundan geldiğini söyleyerek direnmek istediyse, sonunda, karılarını, çocuklarını ve eşyalarını yanına alarak Küçükçekmece istasyonundan Avrupa ya kalkan trene bindirildi.3 Mart 1924 tarihinde, iki kanun daha kabul edilmişti: 1-429 Sayılı Kanun, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan’ı Harbiye’i Umumi Vekâletlerinin kaldırılması, 2-430 Sayılı Kanun, Tevhidi Tedrisat Kanunu/Eğitim ve Öğretim Birliği Kanunu:”Bir ülkede, iki çeşit eğitim, iki tip insan yetiştirir, bu da ulusal birliğin oluşturulmasına en büyük engeldir.”Gerekçesi. 3-431 Sayılı Kanun, Hilafetin İlgası/Halifeliğin Kaldırılması. Abdülmecit Efendi, Fransa’nın NİS şehrine yerleştikten sonra, ilk iş olarak bütün İslam ülkelerine bir beyanname göndermek olmuştu. Beyannamesi aşağıdadır: “Türkiye Büyük Millet Meclisinin hilafet aleyhindeki kararı ciddiyetten uzak, dinsiz ve İslamın çıkarları ile bağdaşamaz. Bu kararı tamamen reddediyoruz. Bu sorunun çözümlenmesi için büyük bir İslam kongresinin toplanmasını teklif ediyorum. Bu mukaddes ve dini davamızın karara bağlanmasını dilerim.”Dediği bu bildirinin altına da:”Rabbülâlemin Resûlü Halife,”İmzasını atıyordu. O günden bu güne bu bildiriye cevap veren bir tek Müslüman bile çıkmamıştır. Peygamberin ortaya çıkmıştı.Beyannamede,”Bu kararı tamamen reddediyoruz!ir ”Çoğul cümlesi kurulmuş!?Bu, bir karar değil,bir çağdaş yasadır?! Türkiye Büyük Millet Meclisinde, hilafetin kaldırılması sırasında uzun tartışmalar yaşan anmıştı. Bu tartışmaları kitabıma almamak, o büyük insanlara hakaret etmek demektir. Bunlardan birisini Hilafet özlemi çeken Çağ düşmanı Arap sevdalılarına bir cevap olarak almak durumundayım: “Halifeyi ziyaret meselesi halife meselesidir. Devlet adamı olarak, hiçbir zaman hatırımızdan çıkaramayız ki, hilafet orduları bu memleketi baştanbaşa harabeye çevirmişlerdi. Hilafet orduları vücuda getirmek ihtimalini daima nazardan dûr tutamayız. 128 Türk milleti, en elim ıstıraplarını halife ordusundan çekmiştir. Bir daha çekmeyecektir. Bir hilafet fetvasının, Harb’i Umumi bildirisine bizi attığını hiçbir vakit unutmayacağız. Bir hilafet fetvasının millet ayağa kalkmak istediği zaman, ona düşmanlardan daha eşna bir surette hücum ettiğini unutmayacağız. Tarihin her hangi bir devrinde, bir halife, zihninden bu memleketin mukadderatına karışmak arzusunu geçirirse, o kafayı behemehâl koparacağız. Her hangi bir halife, ananeten, fikren ve şeklen, usulen, zımnen ve sarahaten, Türkiye mukadderatına alakadarmış gibi vaziyet almak isterse, Türkiye ricalini taltif edermiş, iltifat edermiş gibi zir zihniyet ile düşünürse, bunları memleketin hayatıyla ve mevcudiyetiyle zıddı tam addedeceğiz, hareketlerini hıyaneti vataniye addedeceğiz.”Nutuk, cilt.2,s.843. Hilafet kurumunun tüm desteklerinin kokuşmuş olduğunu görmüştük. Bu kokuşmuşluk, uzunca bir süre, ülkemizin içinde ve dışında devam ettirildi. Bunları da incelememizde zorunluluk görmekteyiz: Son Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi!,Yunan ordusunun denize dökülmesi ve Mudanya ateş kes görüşmeleri üzerine,telaşe kapılarak İngiltere Büyük elçiliğine sığınmıştı.General yıkımlar yardımıyla pasaport alarak,25 Hain ile birlikte bir gemiye sığınarak firar etmişti.Kendisinin Tokatlı olmasına karşın,eşinin Selanik’te çok geniş bir çiftliği vardı.Sonunda,Mısır’a yerleşti.Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal aleyhinde çok sayıda makale ve kitap yayınladı.1342/1926/ yılında,Beyrut’ta bastırttığı kitabının129’uncu sahifesinde:”Mustafa Kemal’in, İzmir’i Yunanlılardan geri almasının İslama ne faydası olmuştur?Dediği gibi,150’inci sahifesinde de:”Müslüman olmayan bir devlet,Kemalcilerin ve İttihatçıların yaptıklarını yapamaz!”Fikrini savunarak,Kemalcilerle İttihatçıları terazinin aynı kefesine koymuştu.Akıttığı zehirler,bu kadarla da kalmamıştı: Kitabının 151’inci sahifesinde de:” Dinimize dokunmayan bir devletin-Yunanlıların-idaresine girmek,bunların idaresine girmekten daha ehvendir!”Buyurmuştur.Yunanlıların,Anadolumuzda yaptığı zulümleri ve yıkımları görmeyerek,162’inci sahifesinde:”Rumların,Anadolu’dan ,Yunanistan’a gönderilmeleri,çok yazık olmuştur.”Diye de hayıflanmıştır.Besim Atalay,Türk Dili İle İbadet,s.62,dipnot. Başlangıcından günümüze kadar,kısaca,tarihi seyrini anlatmaya çalıştığımız halifeliği niçin istemiyoruz?!Kendi fikrimizi söylemeden önce,bu hususta söylenmiş sözlere başvurmak faydalı olur sanıyorum! “Hayır, biz, yirminci asır Türkleri, vaktiyle Orta asaya Türklerinin, Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin kendilerini, Arap ve Fars kültürüne, kayıtsız ve şartsız teslim ederken, düştükleri hatayı tekrarlamak istemiyoruz:”On üçüncü asırda, İslam Felsefesi, İslam edebiyatı ve İslam sanatı, Orta Asya Türklerinin ruhuna o kadar işledi ki, Türk ulusu, ana topraklarına yabancılaştı ve birbirini anlayamaz oldular. Buhara Hocaları, yüz yılı hiçbir tezattan, hiçbir şüphe ve sorudan gocunmayarak, zihinlerini sabit kalıplar içinde dondurdular. Meçhule doğru, hür araştırmaya doğru, isyana doğru cesaretle atılacak yerde, halifenin imamları tarafından kabul edilmiş doğmaya, tevekküle teslim oldular. Zihinleri, bir daire etrafında dolaştı, durdu. Bütün bir fikir faaliyetleri, kendini skolâstikte, fıkıhta, belagatte harcadı. Büyük emekle Aristo’yu, Euklid’i, Ptoleme’yi, Hipokrates’i tekrar kurdular. Eflatun’a ancak dokunmaya cesaret ettiler. Onbeşinci asırda fedakârlık tamam oldu. Türk, fikri otoriteyi pirine ve dünyevi iktidarı Sultan’a bırakarak, kendisi tahttan 129 indi.”TheHistorians, History of the world”-Tarihçilerin dünya tarihi—“Hasan Cemal Çambel, TTK Yayınlarından, Makaleler, Hâtıralar. S.31. 1932 yılı Türk Tarih Kurumu Kongresine; Macar Türkoloji Bilgini Profesör Dr.Zayti Ferenç te davet edilmişti. Bir akşam yemeğinde, Atatürk’ün sofrasında ve Atatürk’ün yanında oturan Davetli Macar Profesör, Atatürk: “Profesör,dedi,Türkler ve Macarlar iki kardeş millettir.Dilleriyle,kültürleriyle,menşeleriyle iki kardeş millet…Fakat bu iki kardeş millet ne yaptı?!İki kardeş millet gibi mi,kendi yüksek milli gayelerini gören iki olgun kardeş millet gibi mi hareket etti?!Hayır,ne yazık ki hayır.Biz Türkler,illaki Kelimetullah,diye,bir fedai gibi İslam âleminin önüne geçtik.Siz Macarlar,Ruhullah diye,gene bir fedai gibi Hıristiyan dünyasının önüne düştünüz ve asırlarca birbirimizi kırdık ve karşılıklı kırıştık,değil mi?Fakat ne için?Hangi büyük maksat,hangi milli gaye,hangi yüksek istikbal için?!Ve kimin için?Kimin hesabına ?Böyle yapacağımıza ,eğer gurur ve ihtirasa,boş davalara,vahi,hayalperest emellere başkalarının maksatlarına kanmayıp ta,iki kardeş millet,elele sulh içinde birleşseydik,hem kendi milletimizin ,hem de bütün insanlığın refah v saadetine hizmet etmez miydik?!Bu derin hikmet ve cesur realist görüş tecellisi önünde,Macar Bilgini,ruhundan yaralanmış bir canlı heykel gibi,yüzü kıpkırmızı, gözleri dolu, ayağa kalktı, sandalyesini geriye itti ve Atatürk’ün önünde, iki dizi üstüne çökerek ve elini iki elleri arasına alarak, tekrar, tekrar öptü, öptü. Mukaddes hakikat önünde huşu ile ibadet eder gibi, Atatürk’ün ellerini yüzüne ve gözlerine sürdü.”Hasan Cemal Çambel, s.g.e. s.43-44. Macaristan Muhalefet Lideri: “Ne Avrupa Birliği?Ben,Türklerle birlik kurmaktan yanayım, çünkü biz Türklerle kan kardeşiyiz?! “Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, İş Forumu’nda Kazak-Türk işadamlarına seslenirken, ’Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!’Sözünü Atatürk’e mal etti. ATATÜRK BABAMIZIN DEDİĞİ GİBİ! Nazarbayev,"’Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur,’ diyen Atatürk babamızın dediği gibi bundan böyle biz daima dost ve akraba kalarak edindiğimiz yüksek amaçlara birlikte ulaşmayı hedeflemeliyiz “Dedi. Bu konuda, Atatürk’ün en yakın arkadaşı Mahmut Esat Bozkurt’u dinleyelim: “Hilafet: 1-Milliyetçilik duygularını uyuşturuyordu, 2-Osmanlı saray politikası, hilafeti güçlendiriyordu, 3-Bütün bir Hıristiyan dünyasını bize düşman ediyordu, 4-Laik devlet sistemine aykırı idi, 5-Hilafet, gerilik kaynağı idi. Atatürk İhtilali, s.43. Günümüz İslam Dünyasında, hilafet kurumunu savunan iki büyük uluslar arası kuruluş, çok mesafeler kat ederek her İslam ülkesinde taraftar kazanarak, ülke rejimlerine kafa tutar 130 hale geldi. Bunlardan birisi”,Hizb-üt Tahrir”,diğeri de,”Rabıtatül Âlemdir.”Bu iki örgütün tek dayanağı da Ülkemizdeki bazı siyasi partiler ve gerici çevrelerdir.1967 yılından sonra; ülkemizde bu örgüt mensupları zaman, zaman cezalandırılmışlarsa da günümüzde çok güçlendirilmişlerdir. Başında Hz. Muhammed’in torunu bulunan Ürdün Haşimi Kırallığında bu suçların cezası kurşuna dizilmektir. Ülkemizde yapılan tevkiflerin devamı gibi, Ürdün de yapılan soruşturmalar sonucu Altı kişi kurşuna dizilmiş, yakalanamayan yedi kişi hakkında da gıyabi ölüm cezası verilmişti. Rahmetli Metin Toker’in,”Sağda ve Solda Vuruşanlar ”S.137-143. HALİFELİK NİÇİN İSTENİYOR? Halifelik, bir dış propaganda olarak körüklenerek beslenmektedir. İktidar hırsı ile halkın din duygularından ve cehaletinden yararlanan bazı ihanet odaklarınca da kullanılmaktadır.”Halifelik, şeriat düzeni getirmek için istenmektedir. Şeriatçılık:”Ferdin fert ve devlet ile olan ilişkilerinin din hukuku ile düzenlenmesidir”,diye tanımlayabiliriz”,Fuat Kadıoğlu, Gericilik ve Ötesi, s.17.Bu istek Türk ulusunun sosyal yapısına, Türk hukukuna ve çağımıza aykırıdır. Osmanlı Devletinden yıkık bir ülke,hiçbir zaman Ulus olması düşünülmemiş yaşlı bir güruh ile,tüm Hıristiyanların ve Müslümanların düşmanlığını,yoklukları,hastalıkları ve cehaleti miras olarak almıştık.Asırlarca,Kuzeyinden gelen düşmanlarına karşı koruduğumuz Müslüman Arap Âlemi,başlarında Hz.Muhamedin torunları olduğu halde,Haçlılarla birleşerek Müslüman Türk’ü vurmaktan çekinmemişlerdir.Türk,Türk olduğunu,neyi neden savunduğunu ve ne için öldüğünü bilmeden ölüp durmuştur.Bin seneyi aşkın bir zamandan beri,başkalarının hürriyetlerini korumak için kendi hürriyetinden,başkalarının kültürlerini korumak için kendi kültüründen,başkalarının yurdunu korumak için kendi yurtlarından olan Türk Ulusu,Mustafa Kemal sayesinde yurdunu korumasını öğrenebilmiştir.Değil okuyup,bilgi sahibi olmayı;kendi yatağında,çoluk,çocuğunun ve eşinin yanında ölmeye bile fırsat ve izin bulamamıştır.Acıları alın yazgısı,özlemleri türküleri ve manileri olmuştur.Gülmesi günah sayılmış,gülmeyi unutmuş,elinde olmayarak tebessüm ettiğinde,bunun gelecek büyük bir felaketin habercisi olduğuna inandırılarak bin tövbe ve bin istiğfarla,Tanrıya yakarır,yalvarır olmuştur.Osmanlı devleti Altıyüz seneyi aşkın bir zamanda, halkının sadece%6’sını okur,yazar edebilmiştir.1965 senesinde,Yaşlı bir Generalimiz,bir Osmanlı tümenine %3 okur ve yazar geldiğinde bayram ettiklerini anlatmıştı.Jefferson:”Bir ulus,aynı zamanda hem Cahil hem de hür olamaz!”demişti.Türk ulusu da cehaleti seçmek zorunda bırakıldığından,ne hür ne de özgür olabilmişti. Mustafa Kemal Atatürk ile çağımızı ve özgürlüğünü seçtiğinden, önce uygar bir insan sonra da, hür bir vatandaş olabilmişti. Cezaevinden çıktıktan sonra; hürriyete ve ışığa tahammül edemeyip, tekrar cezaevinin yolunu tutanlar, nasıl başkalarını peşlerinden sürükleyemezlerse, hürriyetten, bağımsızlıktan ve aydınlıktan karanlığa gideler de, peşlerinden Atatürk’ün yaratmış olduğu Türk Ulusunu sürükleyemezler. İşte bu nedenle, Cahilliğin ve Karanlığın bayraktarı tüm kurum ve Kuruluşların amansız düşmanıyız. Bunun için de Hilafeti ve Türk düşmanı Osmanlılığı istemiyoruz. Hilafeti yalınız biz mi istiyoruz?!Hayır!Bizden önce,Hilafetin sahibi olduğunu savunanlar da istememişti.10 Ağustos 1920 tarihinde,Osmanlı Devletinin,galip devletlerle imzalamış olduğu Sevr paçavrasına bir göz atalım: 131 “Son Osmanlı Padişahı ve Müslümanların Halifesi Sultan Altıncı Mehmet Vahdettin, Sevr antlaşmasına boyun eğerken:”Türkiye, her hangi bir devlet tabiiyetinde ve himayesinde bulunan Müslümanlar üzerinde her çeşit nüfuz,germenlik ve yargı hukukundan resmi surette feragat eyler…”Hükmünü de kabul ederek,kendi eliyle ve onayıyla,hilafet makamının taşıdığını iddia ettiği yetki ve sorumluluklardan vazgeçmişti…!”Aynı padişah ve Halifenin,İngilizlerin sağladığı olanaklarla, Türk bilincinden yoksun kimselerden oluşturduğu””Hilaf Ordusu,”adını verdiği hainler ordusunu,Ulusal Kurtuluş Savaşını vermek için,örgütlenme çabası içindeki Türk Milliyetçilerinin üzerine saldırtması,Türk Devrim tarihinin en acı olaylarından birisi olmak durumundadır!”CumhuriyetAns.C.5,S.1598. Halife Olmanın Şartları: En birinci şart:”Hilafet,Arap soyundan Kureyşlilerin hakkıdır!?”HADİS? El-Maverdi’nin Kitab-ül Ahkâm üs-Sultaniyye’sine göre, Halife seçilebilmenin koşulları belirlenmiştir: 1-Hem düşünüşte, hem işte âdil olmak. 2-Bir karar ya da hüküm verirken, içtihatta bulunabilecek kadar fıkıh bilmek. 3-Görme, işitme ve konuşmasını engelleyecek bir özrü bulunmamak. 4-Harekete engel vücut sakatlığı bulunmamak. 5-Uyrukları yönetmek ve işleri yürütmek için gerekli akla sahip olmak. 6-İslam topraklarını korumak ve düşmana karşı cihad açıp yürütebilmek için gerekli cesarete sahip olmak. 7-KUREYŞ KABİLESİNDEN OLMAK?! Aynı kitaba göre, Halifenin başlıca vazifeleri: 1-İslam dininin savunulması ve korunması. 2-Adli kararların infazı ve hukuki anlaşmazlıkların çözümlenmesi. 3-Can, mal ve onurun her türlü saldırıya karşı korunması. 4- eza kurallarının uymaliyegulanması. 5-Sınırların korunması için savunma önlemleri alma ve saldırıyı önleyecek kuvvetleri hazırlamak. 6-İslamı kabul etmek ya da Müslüman devletine uyruk olmak istemeyenlere karşı savaş=Cihad = açmak. 7-Vergileri ve zekâtı toplamak ve bunları şeriata göre bölüştürmek. 132 8-Maaşları belirlemek ve bunları tam zamanında ödemek. 9-Yönetime ve maliyeye güvenilir kimseleri atamak. 10-Bütün din ve devlet işlerine kendini vermek. 11-Halifeyi seçecek kimselerde bulunması gerekli üç hal: 1-Hem düşünüşte hem de işte âdil olmak. 2-Halife olarak seçilmek istenende ne gidi özellikler Olacağını bilmek. 3-Halifeliğe en layık ve en becerikli ve işleri en iyi yürütecek adayı seçebilecek kadar akıl ve zekâya sahip olmak. Halife olacak kişide aranılan Dört önemli özellik: 1-Müslüman olmak. 2-Özgür olmak. 3-Ergin olmak. 4-erkek olmak. Fıkıhta iki türlü Halife seçimi de kabul olunur: 1-Bir önceki Halifenin ataması ile. 2-Seçmenlerin seçimi ile. Türk Hukuk Tarihi,s.59-61.Profesör Dr.CoşkunÜçok--”Profesör Dr. Ahmet Mumcu.Dünya üzerindeki 56 Müslüman ülkeyi bir araya getirinizde Halifeyi seçiniz ey Demokrasi kaçkını Zavallılar?! TÜRKLER ALEYHİNDEKİ HADİSLER. “Hz.Muhammedin Türk düşmanlığı:”Özellikle "Türkler" için "hadis"ler vardır. Türkler için hiç de iyi şeyler söylemeyen bu hadisler, örnek ve yürekli bilim adamı Prof. Dr. ilhan Arsel'in "Arap Milliyetçiliği ve Türkler" adlı kitabında çok çarpıcı biçimde yer almakta. ( Bkz. istanbul, 1987, inkılâp Kitabevi, s. 18 ve öt.)ERTUĞRUL AYDIN, NASIL MÜSLÜMAN OLDUK? ŞERİAT VE KADIN, PROF.DR. İLHAN ARSEL Muhammed'in Türk düşmanlığı Kendilerini "Müslüman" sayan "Türkleri Muhammed, "Müslüman" saymak şöyle dursun; "düşman" diye ilan etmiştir. İslam dünyasında en sağlam kabul edilen hadis kitaplarında da bu var. Başlı başına bir bölüm olarak. Bölümün adı da çok. İlginç: "Kıtalu't-Türk". Anlamı da: "Türklerle öldürüşmek (savaş)". Buhari'de, Ebu Davud'da ve Tirmizi'de bölümün adı bu. İbn Mace'de "Babu't-Türk", yani "Türkler Bölümü". Müslim'deyse, "Kıyamet alametleri" arasında yer alıyor. Muhammed, "Peygamberliğinin bir kanıtı" olarak, gelecekten haber verirken, Kıyametin bir alameti olarak Türklerle nasıl çarpışılacağını, Müslümanların, Türkleri nasıl öldüreceklerini de anlatıyor. Hem Türk diye ad vererek, hem de tarif ederek, yüzlerinin, gözlerinin, 133 burunlarının, derilerinin, renklerinin nasıl olduğunu anlatarak. Anlaşılan o ki, Türkler konusunda kendisine bir takım bilgiler verilmiş. Muhammed'in anlatmasına göre, "Türklerle öldürüşme", taa "Kıyamet"e dek söz konusu. Kıyametin bir alameti olarak da Müslümanlar, yeryüzündeki Türkleri öldürüp temizleyecekler. Yoksa kıyamet kopmayacak. İşte hadislerden bir kesim: - Müslümanlar, Türklerle öldürüşmedikçe, kıyamet kopmayacaktır. Yüzleri kalkan gibi, üst üste binmiş (kalın) derili olan bu toplumla.... Kıl giyerler."( Bkz. Müslim, e's-Sahih, Kitabu'l-Fiten/62-65, hadis no:2912; Ebu Davud, Sünen, Kitabu'l-Melahim/9 Babun fi Kıtali't Türk, hadis no: 4303; Nesei, Sünen, Kitabu'l-Cihad/ Babu Gazveti't-Türk...) -"Siz (Müslümanlar), küçük gözlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi, derisi üst üste binmiş olan toplumla öldürüşmedikçe kıyamet kopmayacaktır." (Buhari, e's-SAhih, Kitabu'l-Cihad/96; Müslim, e's-Sahih, kitabu'l-Fiten/62 hadis no: 2912; Ebu Davud, Sünen, hadis no: 4304; Tirmizi, h. no: 2251; ibn Mace, h. no: 4096-4099) "KITALU'T-TURK" HADİSLERİNDEN. "Türklere karşı k'tal, kesinlikle olacak."... (Buhari, e's-Sahih, Kitabu'l-Cihad/96) "Şu da kıyamet alametlerinden: Kıldan (keçe) ayakkabı giyen bir toplumla vuruşup öldürürleşeceksiniz. Geniş yüzlü, yüzleri kalkan gibi, üst üste derili toplulukla vuruşmanız-öldürülmeniz kıyamet alametlerindendir. Siz (Müslümanlar), küçük gözlü, kızıl yüzlü, basık burunlu, yüzleri kalkan gibi, derisi üst üste binmiş olan Türklerle öldürüşmedikçe kıyamet kopmaz."( Bkz. Buhari, e's-Sahih, kitabu'l-Cihad/95; Müslim, e's-Sahih, Kitabu'l-Fiten/66, hadis no: 2912; ibn Mace, h.no: 4097-4098). - "Sizinle(siz Müslümanlarla), küçük (çekik) gözlü toplum, Türkler savaşacaktır. Siz onları, üç kez önünüze katıp süreceksiniz. Sonunda Arap Yarımadası'nda karşılaşacaksınız. Birincide, onlardan kaçan kurtulur. İkincide kimi kurtulur, kimi yok edilir. Üçüncüdeyse onların tümü kırılacaktır."(Ebu Davud, sünen, hadis no: 4305.) Muhammed'in, bugün kendisine "Peygamberimiz, efendimiz" diyen Türklere bakışı tutumu budur işte. İnsanlara "insan" olarak bakmak gerekir. Hangi ırktan, hangi renkten ve hangi "din"den olurlarsa olsunlar ya da hiçbir dinden olmasınlar. Ama "dinler", "dinliler", "ırkçılar" böyle bakamamakta. Yahudi’si, Hristiyanı, İslam inanırı hep birbirine düşman. Irkçılar da kendi ırklarından olmayanlara karşı böyle. Bugün dünyamızın yaşadığı nice acı olaylarda, bu ilkelliğin payı az değildir. Bunlardan arınmalı artık insanlık. Yoksa acımasızlıklar, acılar, gözyaşları sürüp gidecektir. Arap Kavminin Türk Düşmanlığı Duygularıyla Yoğrulmasını Sağlayan Kur'an Ayetleri Muhammed'in Günlük Siyasetinin Sonucudur Kuran’ın Kehf ve Enbiya surelerinde "Ye'cuc" ve "Me'cuc" adları geçer ki, Araplar ve tüm insanlık için felaket kaynağı sayılan bir milleti tanımlar ve bu millet, Muhammed'in söylemesine göre, Türklerdir. Konuyu Arap Milliyetçiliği ve Türkler başlıklı kitabımda incelediğim için burada kısa bir özetleme ile yetineceğim. Muhammed'in söylemesine göre Tanrı, insanlığa zarar veremesinler diye vaktiyle Orta Asya'daki Türkleri bir set ile çevirtmek istemiş ve bu işi yapmaya da ZülKarneyn'i (ki "Büyük iskender" diye bilinir) görevli kılmıştır. Kehf Suresi'ndeki anlatışa göre Tanrı tarafından "iktidar ve kudret sahibi" kılınan ZülKarneyn, güneşin battığı bir yere gittiğinde "kâfir" bir milletle kaşılaşır. Tanrı ona şöyle emreder: "Onlara ya azap edecek veya haklarında iyilik etme yolunu seçeceksin." ZülKarneyn, kendisine verilen emre uyacağını söyleyerek yoluna devam eder ve bu kez 134 güneşin doğduğu yere gider. Orada bir kavme rastlar ki, Tanrı "onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştır. " Sonra yine yoluna devam eder ve bu kez iki dağ arasında bir yere ulaşır; görür ki orada hiçbir sözü anlamayan bir kavim yaşamaktadır. Bunlar ZülKarneyn'e şöyle derler: * Kehf Suresi, ayet 83--89; Enbiya Suresi, ayet 96. "Ey ZülKarneyn! Bu memlekette Yecuc ve Me'cuc bozgunculuk yapmaktadırlar. Bizimle onlar arasında bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi?" ZülKarneyn onlardan para istemez, sadece kendisine güç vermelerini söyler Ye'cuc ve Me'cuc olarak tanımladığı bu Türkleri Muhammed, mümkün olduğu kadar tiksinti verici kılıkta göstermeye çalışmış ve örneğin "yayvan suratlı, basık burunlu, kırmızı yüzlü" olarak tanımlamıştır. Ve anlatmıştır ki, bu Türklerle savaşılmadıkça ve onlarla öldürülmedikçe kıyamet günü gelmiş olmayacaktır. Bu konuda bıraktığı hadislerden biri böyle” Halifelik/Hilafet/ konusunda sözü Cumhurbaşkanımız ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e bırakalım, onun kararını da gerektiği yerlerde, vatan hainleri Çağ, Aydınlık ve Türlük düşmanlarımızın suratlarına haykıralım: “Cumhuriyet Halk Partisi grup toplantısında, Adliye Vekili Seyyid Bey tarafından Hilafet Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e önerildiği vakit, şu cevabı almıştı:”TENNEZZÜL ETMEM!”Esat Mahmut Bozkurt, ATATÜRK İHTİLALİ, S.325.ATATÜRK’ÜN ÇOCUKLARI OLARAK, BİZ DE TENEZZÜL ETMİYORUZ VE TENEZZÜL ETMİYECEĞİZ. 135 136 137 . 138 139 140