Eylem Kaftan: “Belgeselin heyecanı, nasıl bir yolculuğa çıktığınızı ve neyle karşılaşacağınızı hiç bilmiyor olmanızdan kaynaklanıyor” 14 Mart Çarşamba günü, Hisar Kısa Film Festivali kapsamında Eylem Kaftan’ın filmleri gösterildi. Filmlerin gösterimlerinin ardından, Eylem Kaftan’la moderatörlüğünü Yamaç Okur’un yaptığı bir söyleşi gerçekleştirildi. Katılımın yoğun olduğu söyleşide Eylem Kaftan, filmlerinin hikâyesinden ve film çekim sürecinden söz etti ve dinleyenlerin sorularını yanıtladı. E ylem Kaftan: Bledi, Burası Bizim Evimiz’i (2006) Montreal’de yaşarken yaptım. 2000 yıllarıyla 20052006’ya kadar Montreal’de yaşıyordum. İsmi Güzide’yi (2004) yaparken, Cezayirlilerle ortak yürüttüğümüz bu projeyi yapmaya başladım. Filipinli bir kadın mülteciyle ilgili bir kısa film yapıyordum. Gene Malcolm Guy’la birlikte. Montrealli küreselleşme karşıtı ve göçmen ve mülteci haklarını savunan, son derece aktivist bir yapım şirketi yardımcı oldu. Zaten o deprem filmini ücretsiz olarak orada montajlamama da izin verdiler. Onlarla o vesileyle tanıştık. O mültecilerin hikâyesinde Filipinli kadını dinlerken, Cezayirliler bir anda ayaklanmaya başladılar, filmde de göreceksiniz. Binlerce Cezayirli sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Tabii ben de göçmen olduğum ve onların psikolojisini çok iyi anladığım için, kendime en yakın hissettiğim konuya yöneldim. Bu kadar uzun süreceğini düşünmüyordum ama üç yıl sürdü. Üç yıl boyunca 274 Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007 o hareketin bir parçası olarak yapılmış bir film bu. Arada bir sürü küreselleşme karşıtı ve göçmenlerle ilgili kısa film de yaptım. Kanada’da çeşitli yerlerde gösterildi. Olaylar, hiç beklenmedik yerlere gitti, karakterlerimizin başına çok inanılmaz şeyler geldi. Belgeselin de heyecanı nasıl bir yolculuğa çıktığınızı ve neyle karşılaşacağınızı hiç bilmiyor olmanızdan kaynaklanıyor. Belgeseli yeniden sizinle izleyince, oradaki yedi senelik yaşamıma dönüp tekrar bakma şansına sahip oldum. O karakterlerin hayatımda oynadıkları rolü hatırlayıp izlerken çok duygulandım. Her cumartesi, toplantılarına giderdik; çocuklarına baktım, birlikte çok şey paylaştık. O insanların değişimlerini gördüm. Cemal’i gördünüz başta, pırıl pırıl bir insan. İyi bir hayat yaşamış olsaydı olağanüstü yerlere gelebilecek bir insanken harcanmış birisi Cemal benim için. Cemal’in ne kadar değiştiğini görüyorsunuz. Muhammed ve Lousie de öyle. O insanların tanışmaları, âşık olmaları, ayrılmaları, hapishaneye düşmeleri, hepsine tanık oldum, hepsi yaşamımın bir parçası oldu. O yüzden hepsi arkadaşlarım aynı zamanda. Bir şey için on sene mücadele ediyorsunuz ve bir Kanada var kafanızda. “Çocuklarım burada yaşayacak” düşüncesiyle, geleceklerini garantiye almış olmak için savaştan kaçmışsınız. Göç duygusunun en az savaş kadar travmatik, trajik bir durum olduğunu düşünüyorum. Benim göçüm o kadar ağır olmadı tabii. Bir savaştan kaçmadım, benim tercihimdi ama o insanlar sahte pasaportlarla ailecek gidiyorlar. Titreyerek, polisin karşısında duruyorsunuz, o ulusun dilini bile bilmiyorsunuz. Ama tabii ki, o insanlar da özlüyorlar kendi ülkelerini, özlemez misiniz? Savaştan kaçmışsınız ama mesela İsmail “Bir zamanlar ülkemiz çok güzel bir ülkeydi” diyordu. Hakikaten Cezayir çok hoş bir yer, deniz kıyısında o olağanüstü mimarisiyle. Kanada’da –30 derecede 6 ay bitmeyen bir kış geçiriyorsunuz. Oysa Cezayir nar ağaçlarının ve yasemin kokularının arasında cennet gibi bir yer hakikaten, ama tabii cehenneme çevrilmiş durumda. Ama orada sizin yoğunlaştıkları şey, “Ben kâğıdımı alacağım, hayatımı kur- Eylem Kaftan 275 taracağım, bunca seneyi boşu boşuna geçirmedim” oluyor. O duygu, çok kötü bir duygu. Doğru dürüst bir işe sahip olamıyorlar, eğitim hakları yok, hiçbir hakları yok, on yılı hapishanede geçirmek gibi bir şey. O belirsizlik insanı gerçekten tüketen bir şey. Üniversitede felsefe okumanın amacı neydi? E ylem Kaftan: Felsefe hep vardı kafamda. Sorgulayan, düşünen bir insanım felsefe de buna çok uygun. Her şeyden çok soru sormayı öğretiyor. Çok belirsiz bir iklimde yaşadığımızı düşünüyorum, bir şeylere cevap bulmak çok zor ama doğru soruları sormak ve soruları kendine ait kılmak çok önemli bence. Felsefe de böyle bir şey, sinemaya da öyle bir katkısı var. Çünkü kendine ait sorular sorduğun zaman kendi dünyanı oluşturmaya başlıyorsun. “Ben bu hikâyeyi niye anlatmak istiyorum? Bu karakterler niye, nereden çıkıyorlar? Benim derdim, tasam, meselem ne?” gibi soruları sormak gerekiyor ve felsefe bunun için çok sağlam bir süreç. Çünkü bir sürü şey öğreniyoruz, yıllarca okula gidiyoruz, bir sürü kitaplar okuyoruz ama bütün bu öğrendiklerimizi ne kadar içselleştirebiliyoruz? O bilgileri ne kadar bize ait kılıyoruz? Felsefe böyle bir şeyi sağlayabiliyorsa eğer, ne mutlu felsefecilere ama tabii her zaman öyle olmuyor. Okul yıllarında sinemayla ilişkin nasıldı? Sinema kulübüyle başladım. Hep birlikte, yoğun bir şekilde filmler izleyip analiz ediyorduk. Tabii ki o felsefedeki sorgulama sürecini sinemaya taşıdım. En baştan almak isterdim kamerayı elime ama o zamanlar o kadar güvenmiyorduk kendimize. Kamera da yoktu zaten, biz de oturup film izleyip tartışıyorduk mecburen. Sağlam bir temel attığımızı düşünüyorum. Felsefe okuduktan sonra sinema okumak nasıldı? Aslında bir nevi tembellik sinema okuluna gitmek. Sinema kurslarına gitmek, öğrenmek, çok film izlemek, bir takım temel bilgilere sahip olmak önemli. Ama bir de sinema okuluna gidip asıl üretimi ertelemek gibi bir duruma yol açıyor. 276 Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007 Aslında en zoru, gidip düşünmek, ondan sonra bir senaryo yazmak, parayı aramak… Polis görüntülerini nasıl aldın? E ylem Kaftan: Oradaydım tesadüfen, olayların böyle gelişeceğini hiç düşünmüyordum. Onlarla gitmiştim, sabaha kadar bekledim, onlar tutuklandılar, sabah mahkeme salonuna alındılar, bekledim, kendi kameramla onları çektim. Ama polis videosunu istedik. Çünkü gazeteciler olarak böyle bir hakkımız var, polisin de bize bunu vermek yükümlülüğü var. Görüntüyü edit edilmemiş bir şekilde vermediler, daha vahşi sahneleri çıkartmış olabilirler ama gene de bize birkaç dakikalık bir görüntüyü alabildik. İki yönetmenli bir proje. Malcolm’la nasıl bir iş bölümü vardı aranızda? Malcom’la zaten başka bir proje üzerine çalışmıştık. İkimizde de bir ego problemi olmadı. Malcolm İngiliz asıllı ve orta yaşlı; çok farklı geçmişlerden geliyoruz ama bir dostluğumuz, arkadaşlığımız vardı. Kurgu sana mı ait? Kamerayı kim kullanıyordu? Kamerayı önce ben kullandım. Malcolm bir süre yoktu, başka bir şeyler çekiyordu. 6 ay ben kendi kendime bir şeyler çektim. Küçücük bir kamerayla çektim, o yüzden görüntü iyi değil o kadar. Sonra profesyonel görüntü yönetmenimiz, Ali Regap devreye girdi. 1 yıl falan bütçesiz çektik, sonra televizyon devreye girdi, bütçeli olarak çektik, Cezayir’e gittik. 300–350 bin Kanada doları kadar bir bütçeyi Quebec televizyonu verdi. Zaten Quebec, Kanada’nın diğer bölgelerinden daha ilerici göçmenler konusunda. Bir de Fransızca konuşan bir topluluk olduğu için daha sıcak bakıyorlar. Bu tarz, aktivist belgesel diyebileceğimiz projelerde çalışmanın zorlukları nelerdir? Bu filmin, onlar için çok önemli bir film olduğunu düşünüyorum. En azından verdikleri mücadelenin bir karşılığı Eylem Kaftan 277 gibi oldu bu film. Çok yoğun bir eğitim ve bilgilendirme çalışmasının bir parçası oldu. Benim için de çok anlamlı oldu o süreç. O insanların güvenini kazanmanız gerekiyor onların içine girebilmek için. Onların arasına girdiğim zaman Fransızca bile bilmiyordum. Elime kamerayı alıp gittim, beni aralarında istemediler. Zaman aldı, sık sık toplantılarına gittim. Onlarla dayanıştığınızda size güveniyorlar ve hayatlarını açıyorlar. Gene de o mahremiyetlerini ve dünyalarını çok da açmadılar, çünkü Cezayir toplumunun biraz daha muhafazakâr bir tarafı var. Aslında İsmi Güzide’den daha önce başladın Bledi’ye? Neredeyse aynı anda ama diğeri için bütün bütçeyi toparlayıp parayı bulup yolculuğa çıktık. Üç hafta içerisinde yoğun bir çalışma oldu. İsmi Güzide için Diyarbakır’a gittik, çektik, döndük, montajladık. Ama bu çok farklı oldu, olaylar akıyordu, olayların akışının bir parçası olmak zorundaydık ve böyle yüzlerce saat çektik. Ne çektiğimizi, ne işe yarayacağını, nasıl kullanacağımızı bilmediğimiz çok zaman oldu. Ama olayların bir parçası olmak zorundaydık ve dediğim gibi onların böyle şiddete maruz kalacaklarını, hapishaneye düşüleceğini, kiliseye sığınılacağını hiç bilmiyorduk, öngöremezdik. O anlamda her ikisi de farklı süreçleri olan filmler. İkisi de çok daha farklı anlatım tarzları olan filmler. Biz döndüğümüzden bu yana Leyla’nın hayatında çok büyük bir değişiklik yok, okula gidemiyor ama arkadaşları okuma-yazma öğretmeye devam ediyorlar fırsat buldukça. Berdel olayının gerçekleşme riski oldu geçenlerde. Leyla’nın abisini onların akrabası olan bir başka ailenin kızıyla evlendirmek istemişler, çocuk da istiyormuş kızla evlenmek fakat karşı taraf bu evliliği berdelle gerçekleştirmek istedikleri için Leyla’nın babası vazgeçmiş. Bir yere kadar onların gerçekliklerini izleyebiliyorsunuz ama filmin bir etkisi olduğunu gördüm en azından. En azından Şakir ve Leyla’nın ilişkisi açısından. 278 Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007 Dinleyici Soruları Bir akrabamın başına böyle bir hadise gelseydi, hangi soruları sorardım kendime diye merak ediyorum. Seni biraz tedirgin, biraz çekingen gördüm. Kadınlara mesela töre cinayetlerine dair ne düşündüklerini, böyle bir olay karşısında verdikleri tepkileri sormak gerekir. Töre cinayetleriyle ilgili filmlerin iki tanesini izledim. Onlarda hep cinayetin peşinden gidiliyordu, erkeklerle konuşuluyordu, kınayan erkekler konuşuyordu, bu ferdi bir yaklaşım. Arkadaşın eleştirdiğinden daha fazlası var; “Benim sözüm geçer” diyen erkek var ama bir de acı çeken erkek var. Aslında çok sakin bir şekilde cephesel yaklaşmamışsınız, susarak olayın içine girmişsiniz. Bu filmin konuyla ilgili yapılmış diğer filmlerden farkı olduğunu düşünüyorum. E ylem Kaftan: Film yaparken bir süreçten geçiyorsun, bir şeyleri yaparken çok rasyonel kararlar vererek yapmıyorsun. Tabii ki, “Tavrım nasıl olmalıydı, nasıl sorular sormalıydım?” gibi birtakım düşünceler vardı aklımda ama yolculuğa çıktığımda, kendi sezilerim, kendi içgüdülerim ve o andaki hissiyatımla soruları sorup insanlarla ilişki kurdum. Evet, belki fazla yumuşak ve fazla naif bir tarafım vardı, doğru. Şu anda olsaydı belki daha farklı olurdu. Çünkü 1 yıldır Türkiye’deyim ve çok daha öfkeli bir insan haline geldim. Yani Türkiye’de yaşayan bir insan bu filmi yapmış olsaydı, farklı olurdu. Benim genel tarzımdır, sinirlenmem, sinirlenince de çok sinirlenirim. Orada da mesela şoförle olan olayda, böyle algılandığında, senin dediğine benzer şeyleri söyleyenler oldu. Feministlerden “Ben olsam onu öldürürdüm, böyle laf denir mi” diyenler oldu. Ama ben bir ay geçirdim o adamla, bizim şoförümüzdü, aşk hikâyelerini anlattı. Biz kadınlardan oluşan bir ekiptik ve bizim onun üzerinde bir iktidarımız vardı, onun duyduğu başka eziklikler, başka duygular vardı. Ben onunla ilgili, beni tehdit eden, üzerimde iktidar kurmaya çalışan bir adammış gibi bir hissiyata kapılmadım ki. Orada, kameraya söylüyor onu, bana söylemiyor. Onun kendi gerçekliğine dair insanlara vermeye çalıştığı bir mesaj var. Bu sakin Eylem Kaftan 279 tavrım, bilinçli ve rasyonel bir seçim olmamasına rağmen filmin genel başarısı; filmin insanlar tarafından beğenilmesindeki en büyük rolün bu olduğunu çok daha sonraları fark ettim. Çünkü ben çok içinde olduğum için filmi tam algılayamıyorum. O insanlara dair ötekileştirme gibi bir şey çok sık yapıldığı için bu film farklı ve Kürtler tarafından da çok seviliyor. Çünkü onlarda hep ötekileştirme hissiyatı olduğu için bu filmi kendilerine tutulmuş bir ayna olarak görüyorlar. Genelde böyle olduğunu söylüyorlar, bir de bu belgesel olduğu için kurmacadan farklı, orada gerçek bir şey oluyor, gerçeklik yansıtılıyor. Ötekileştirmeyi engellediğini de düşünüyorum bir anlamda o tavrın. Hangisi daha kabahatli, onun tartışmasını yapmak ne kadar makul bilmiyorum ama gerçekten de o insan toplum tarafından mahkûm ediliyor. Yani Kürtlerde “mahkûm” diye bir şey var, kan davası olduğu zaman “bir şeye mahkûm olmak” gibi bir şey var. Bu böyle. Namus söz konusu olduğu zaman adam kahveye gidemiyor.”Namussuz adam, aramıza nasıl girersin?” diyorlar. Esnaf onunla alışveriş yapmıyor, insanlar selamı kesiyorlar. Böyle bir gerçeklik var, o insanın ötesinde, o insanın üstünde başka bir sistem var. Ben onu yansıtmaya çalıştım. Bu yüzden dediğim gibi diğer etkenlere bakmak gerekiyor, ekonomik etkenlere bakmak, göçe bakmak gerekiyor. Onlar filmde çok fazla yansımamış ama o zaman da filmin ekseni kayardı. Bazen bunu söylemek bile yeterli oluyor: Yüzde yetmiş işsizlik, erkeklerin çoğu kahvehanede oturuyor, sokaklarda çocuklar çalışıyor. Yani bu bilgiyi bilmek bile töre cinayetlerine dair bir bilinç sıçraması yaratmalıdır bence. KAMER diye bir kuruluş var ama onlar da sadece bir avuç kadına ulaşıyor, bu da bir gerçeklik. Kadınlar zaten komşusunun evine bile gidemiyor. Öyle bir kız tanıdım, çok güzel olduğu için komşunun evine yollamıyor babası, aynı köyde. Bırakın okula ya da KAMER’e gitmesini! Kürtler nasıl görüyorlar filmi? 280 Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007 E ylem Kaftan: Filmden ya Kürtler nefret edecek ya Türkler diye çok korkuyordum. Bir sürü Kürt film festivallerine gittim, genelde çok beğeniyorlar. Erkeklerin, “Bizi kötü gösteriyorsunuz” diye düşüneceklerini sanıyordum ama genellikle kendilerine tutulmuş farklı bir ayna olarak algıladıklarını söylüyorlar. Zaten empati yapmamız gerekiyor. Filminde o empatiyi bir bedende somutlaşmış, öyle bir şansın var. Baban orada büyümeni istememiş, o açıdan bir erkek ajan var yine bir kadına farklı bir yol çizme olağanı veren. Bütünü de, kurguyu da çok tutarlı buldum. Evet, çok zor oldu kurgulamak. Zaten ben onlara ”Ya siz niye böyle yapıyorsunuz? Ben olsam böyle yapardım” gibi davranmadım, o zaman bana açmazlardı dünyalarını. Biraz da benim tavrımdan dolayı bu kadar rahat olabildik. Yoksa çok zor bir konu, hem töre cinayetleri ve namus gibi bir şey tartışılıyor, hem de ben orada bir yabancıyım. Ama Diyarbakır hiç öyle değildi, sanıyorum hem benim tavrımdan hem de Kürtlerin genel olarak ihmal edilmiş hissetmelerinden dolayı. “Tamam, gel, bizi anlat. Biz de zaten böyle bir fırsat bekliyorduk” gibi bir şey de vardı. Türkiye de son 5–10 yıldır sivil hakların daha fazla gündeme gelmesiyle beraber kadın meselelerine dair aslında cinsellikle ilgili birçok filmler üretilmeye başlandı, namus ve töre cinayetleri gündem oluşturuyorlar, haber oluyorlar, bu konuda kampanyalar düzenleniyor. O törenin namusun ne olduğunu, bu insanların mesela şoförün- niye böyle barbarca bir şeye soyunduğu meselesine çok fazla yaklaşamıyoruz. Belki de önyargılı bir şekilde onları da oraya hapsediyoruz. Özellikle töre cinayetlerine eğilen filmlerde bir kapalılık söz konusu. Meseleyi çözmeye dair de bir pratik çaba yok. O kadar büyük bir kavram kargaşası var ki zaten buna dair. Bu ‘töre cinayeti’ kavramının kendisi çok problemli. Biz de bilmiyoruz töre nedir, ne değildir? “Evet, bu insanlar farklı insanlar ve bir töreleri var ve böyle bir şey yapı- Eylem Kaftan 281 yorlar” demek bizi rahatlatıyor. Çünkü bu töre nedir diye sormaya başlasak onun arkasından bir sürü soru geleceği için bu bizi huzursuz ediyor. Bunun Araplardan, Ortadoğu’dan geldiğini söyleyenler var. Son yüzyıl içerisindeki imamlarla birlikte, iyice yozlaştığı söyleniyor. Yani İslamiyet’le ilişkisini kuranlar var ama İslamiyet’e baksan, bir zina meselesi söz konusu olduğu zaman zinanın kanıtlanması gerekir. Gerçekten İslamiyet’i uygulamaya kalksalar zina için 4 şahit falan gerekecek. Namus kirlendi gibi bir söylenti olması yetiyor zaten o kadını öldürmeye. Bir şeyi kanıtlamak gerekmiyor. Oraya sosyologların, sosyal bilimcilerin gidip saha araştırmaları yapması gerekiyor. Biz bir yere kadar bir şeyler yapıyoruz ama sinemacılar, belgeselciler olarak biz hikâye anlatıyoruz daha çok. Henüz saha araştırmaları falan çok fazla yok. Ama bu töre cinayeti meselesi son dönemde, yükselen milliyetçilik, yükselen faşizm, yükselen ayrımcılıkla birlikte o kadar onların işine yarayan bir şey haline geldi ki, bizim onlardan nefret etmemiz için çok güzel bir sebep çıktı. Bu meseleye, kadına yönelik şiddet olarak bakmak gerekiyor ama töre cinayeti dediğinizde hakikaten ötekileştiren bir tavırla karşılaşıyoruz. Ertuğrul Özkök’le Ahmet İnsel arasında bir tartışma olmuştu ve Özkök, “Benim ailem de o kadar eğitimli değil ama bizde töre cinayeti yok. Dolayısıyla bu bir eğitim meselesi değil, bu bunların doğasında olan bir şey” gibi bir şey yazmıştı. Ahmet İnsel ona çok güzel bir karşılık vermişti. Bu, ırkçılığı, ayrımcılığı tetikleyen o büyük medya kesiminin çok işine yarayan bir şey haline geldi. O yüzden basın bunu bir provakasyon malzemesi olarak kullanılıyor. Ben bu filmi izlerken yepyeni bir coğrafyayla da karşılaştım. Cidden ülkemizi tanımıyoruz. İlk belgeselinizde oryantal müzikler vardı, bu benim tüylerimi diken diken ediyor. İster istemez oryantal bağı kuruyor, sürekli doğuyu ve batıyı telaffuz ettiğimiz için sürekli bir karşıtlık kuruyoruz. Bu karşıtlığı kurmamamız lazım. Benim ricam bu belgesele de açıklayıcı bir üst ses 282 Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2007 metni koymanız. Çünkü erkekliğin ya da namusun nereden çıktığını anlatmalıyız. E ylem Kaftan: Kesinlikle katılıyorum. Bu film 50 dakikalık bir televizyon filmi. Bir uzun metraj olmalıydı belki. Aslında yaptığım her şeyde sorularımı olabildiğince derinlemesine sormayı ben de çok tercih ediyorum. Ama belki de bu bir kitabın konusu ve benim hayatım da iktidar alanlarını sorgulamakla geçiyor. Bunu sürdürmek lazım, film bittikten sonra başka bir şey gelir, başka bir alan olur, başka bir mücadele alanı olur. Bu hayatımızın sonuna kadar daima yapmamız gereken bir şey. İsmi Güzide’de, Güzide’nin eksikliğini hissedenler erkeklerdi. Erkeklerin hiçbiri mutlu değildi filmde. Bir de o insanlar Güzide’yi tanımlarken erkek gibi tanımlıyorlar. Onun eksikliğini hissediyorlar değil mi? Zaten o kadar zor bir şey ki erkeğin kadını algılaması. Bu batıda bile hala çok zor, kadın korkulan bir şey. Ama orada özellikle güçlü kadına bir yandan hayran kalıyorlar, bir yandan da onu var etmelerinin tek yolu onu yok etmek onlar için. Yani onun gerçekliğini kabul edemiyorlar. Güçlü kadından hakikaten korkuluyor o çok sorgulayan, korkusuz, güçlü, iktidar sahibi kadınlarla baş etmek zor. Oradaki yaşanan töre cinayetlerini olumlayan kadınlar var mıydı? Vardı, mesela o pamuk tarlasındaki kırmızı eşarplı kadına, “Böyle bir şey olsa sence bu kadını öldürmek doğru mudur?” diye sormuştum, “Doğrudur” demişti. Onlar da inanılmaz içselleştirmişler bu söylemi. Çünkü içselleştirmedikleri takdirde onlar da ‘namussuz’ yaftasını yiyebilirler Eylem Kaftan 283 Eylem Kaftan Kimdir? İstanbul doğan Eylem Kaftan, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe bölümünden 1998 yılında mezun oldu. Bilgi Üniversitesi’nde ve Toronto’da York Üniversitesi’nde sinema eğitimi aldı. 1999 yılında belgesel sinema üzerine çalışmaya başladı. Eylem Kaftan, belgesel projeleri dışında pek cok kısa filme yönetmen ve editör olarak imza attı. Yönetmenliğin yanı sıra öykü, roman, senaryo ve şiir yazıyor. 2006 yılından beri İstanbul’da yaşıyor. Başlıca Filmleri Bledi, Evimiz Burası (2006) İsmi Güzide (2005) Bak Devlet Baba (2002)