Haftalık Bülten 01 Ekim 2010 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Orucun koruyucu bir zırh / kalkan olması ne demektir, oruç bizi nasıl korur? .........................3 İmam Azama nisbet edilen, subhanel ebediyyil ebed, duasının aslı ve tercümesi nedir? Bu duayı sabah ve akşam okuyanın kıyamet azabından kurtulacağı doğru mudur? .......................6 Mahşerde peygamberler de mi kendini düşünecek ve kendi derdine düşecek? "Peygamberleri bile kendi derdine düşüren mahşer gününde Resulullah (asv)'ın şefaatine layık eyle" şeklinde bir duada bulunmak uygun mudur?............................................................................................... 7 Her haber için kararlaştırılmış bir zaman vardır. Ve yakında bileceksiniz. (Enam, 6/67) ayeti, günümüzde geldiğimiz bilgi seviyesince anladığımız ve daha ileride anlayacağımız gerçeklerin varlığına işaret ediyor olabilir mi?................................................................................................ 11 Hz. Ömer (ra), Hz. Abbas’a giderek yağmur duası için onu vesile kılmıştır. Hz. Peygamber (asv)'in ruhu, kabir hayatında hayatta olduğu halde, neden onun hatırı için istememiştir? Tevessül sadece yaşayanlarla mı olur?......................................................................................... 12 Sokrates, Aristo gibi filozofların yaşadığı dönemlerde hangi peygamberler dünyadaydı? Ve bu peygamberler Allah yolunu dünya insanlarına hangi yollar ile anlatmıştır?.......................18 Erkek ve kadınlar cemaatle namaz kılarken, yer darsa, kadınların ne kadar geride durması lazımdır?......................................................................................................................................... 20 Aç insanlar varken, kediye yapılan aylık 50 TL masraf günah mıdır? Hijyen açısından sorun çıkarıyor; sokağa bıraksam günah olur mu? Ne yapmalıyım? ................................................... 21 İmam Gazali’nin, bir Müslüman kadının zorunlu olmadıkça evden çıkması mekruhtur, fetvasına göre, Müslüman bir kadının sohbet, hal hatır için de olsa komşusuna gitmesi yanlış mıdır?.............................................................................................................................................. 22 Muhammedi ruh nedir, nasıl elde edilir?..................................................................................... 23 İmam Rabbani, hoparlör ezan okumaya değil, ezanı yok etmeye sebep oluyor, demiş midir? 24 Cinler dumansız ateşten yaratıldığına göre, maddeden olan nasıl metafizik olur? Belki de cinler dahi belirli fizik kurallarına tabidirler; bu yüzden metafizik denilemez? ......................25 İmam Azam Ebu Hanife, Caferi Sadık’tan hadis almış mıdır? Ehl-i sünnet alimleri, Hz. Ali (ra), Zeynelabidin, İmam Bakır, Caferi Sadık gibi Ehl-i beyt alimlerinden neden hadis almamıştır?..................................................................................................................................... 26 İnsana, elest bezmin(bezm-i elest)deyken olmuş olacak her şey gösterilmiştir, biz bunları çeşitli kayıtlar altına girme sonucu (beden, aura, vs...) unuturuz, ifadeleri doğru mudur? .....29 Siyasi olaylardan ve eylemlerden uzak durmaya çalışanlar, kötü emeli olan insanların ekmeğine yağ sürmekle ve haksızlığa karşı bir tepki göstermemekle itham ediliyorlar. Bu insanlara nasıl bir cevap vermeliyiz?............................................................................................ 30 Bazı kaynaklarda, Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin, Yunus Emre'yi küfürle suçlayıcı fetvalar verdiği, şeklinde bilgiler gördüm. Böyle bir fetva var mıdır? .......................................32 2 Orucun koruyucu bir zırh / kalkan olması ne demektir, oruç bizi nasıl korur? Orucun koruyucu vasfı hem Kur’an’da hem hadislerde vurgulanmıştır. “Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak size de farz kılındı. Böylece umulur ki fenalıklardan korunursunuz.”(Bakara, 2/183) mealindeki ayette orucun koruyuculuğu asıl hedef olarak gösterildiği gibi, hadis-i şerifte de “Orucun koruyucu bir zırh olduğu.”(Buharî, Savm, 2; Müslim, Sıyam, 162) bildirilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, oruç kuru bir açlık ve susuzluktan ibaret değil, koruyucu zırh özelliğine sahip bir ibadettir. Prensip olarak bu korumanın üç ayağından söz edilebilir: a. Biyolojik ayağı: Orucun biyolojik açıdan koruyucu bir zırh görevini yaptığını şöyle açıklayabiliriz: İnsanda yaratılıştan var olan kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiyenin kaynağı nefistir. Hayvanî ve nebatî kaynaklı olan bu iki kuvvetin aşırılığa kaçmaları ve serserice hareket etmeleri her zaman söz konusu olabilir. Bunların ruhanî hayata karşı bu aşırı, dengesiz ve orantısız hayvanî güç kullanmalarını engellemek için, onların dizginlenmesi ve dengeli hareket etmelerinin sağlanması gerekir. Bu ise, kalp, akıl ve ulvî duyguların tarafını temsil eden ruhanî hayatın güçlendirilmesi; nefis, his ve süflî duyguları temsil eden cismanî hayatın güçsüzleştirilmesi ile mümkündür. Yani, ruhanî hayatın cismanî hayata üstün gelmesini sağlamak için biyolojik-cismanî bünyenin enerji kaynağı olan maddî gıdaları kısmak ve lojistik desteği kesmek, buna mukabil manevî-ruhanî hayatın enerji kaynağı olan manevî gıdaları yetiştirmek, ibadet, zikir, tefekkür gibi ulvî duyguları pekiştiren bir ortam hazırlamak gerekir. Bazı hadis rivayetlerinde Ramazan ayında şeytanın bağlanacağı ifade edilmektedir. (Buhari, Savm, 5) Bunu şeytanların azgınlarının bağlanması şeklinde anlaşılacağı gibi, mecaz olarak algılanması da mümkündür. Buna göre Ramazan ayında şeytanın bağlanması demek, şeytanın yanlış telkinler yapmasına zemin hazırlayan şartların olmaması demektir. Şeytan, fırsat bulduğu yerden insanlara sokulabilir. Bu yerlerin başında insanların nefsini şımartan tokluk gelir. Ramazanda bu tokluk ortadan kaldırılmakla şeytanlara telkin etme yolları kapanır, hareket alanı daralır. Bu da onun bağlanması anlamına gelir. Nitekim bir hadis-i şerifte “Şeytan insan oğlunun kanının dolaştığı yerde dolaşır.” (Tirmizî, Radâ 17, 1172) diye ifade edilmiştir. Bu da damarlara giren gıda oranında, insanda şehevî duyguların kabaracağını ve şeytan için telkin yolu açılacağını; bu damarların açlıkla daralması nispetinde şeytanın hareket kabiliyetinin kısıtlanacağını, bir manada onun bağlanacağını göstermektedir. Konuyu daha açık bir ifadeyle özetlemek gerekirse; şeytan, cin kabilesinden olduğuna göre, hava gibi her yerde, damarlarda dolaşabilir. “Damarıma dokundu” derken bile, bel ki de şeytanın oradaki tahribatını da dillendirmiş oluyoruz. Şeytanın telkinleri ile nefsin istekleri bir konuda birleşince, artık insanın ona karşı mücadele etmesi çok güç olur. Nefsin arzuları daha çok yiyecek ve içecekle alakalıdır. Lezzet aldıkça daha fazlasını ister. Tok olduğu zaman direnç kazanır ve şeytanın telkinlerini -kendi işine de yaradığı için- ısrarla gerçekleştirmeye çalışır. Fakat aç, susuz kaldığı takdirde direncini 3 kaybeder ve şeytanın telkinlerini dinlemeye mecali kalmaz. Hikmetli bir menkıbede denildiği gibi, Allah nefse her türlü azabı verdiği halde “Ben kimim, sen kimsin?” diye sorduğunda, azgın bir âsi olarak “Ben benim, sen de sensin.” demiştir. Ne zaman ki kendisini bir süre aç bırakmış o zaman bu soruya “Sen benim merhametli Rabbimsin, ben ise senin âciz kulunum.” itirafında bulunmuştur. İşte oruç bu manada şeytanı hakkıyla bağlayan, şeytanın yardımcısı olan nefsi dizginleyen ve böylece insanları gayri insanî ve gayri İslamî davranışlardan koruyan ve bir anlamda koruyucu hekimlik görevini yapan bir koruyucu zırhtır. b. Psikolojik ayağı: Bu günkü bilimin verilerine göre, insanların hareket ve davranışları üzerinde psikolojik etkinin varlığı tartışmasızdır. İnsanın oruçlu olmadığı zamanki açlık ve susuzluk hali ile oruca niyet edip oruç tuttuğu zamanki hali arasında büyük çapta fark olduğu binlerce tecrübe ile sabittir. Oruca niyet eden kimse, bu niyetle Allah’a verdiği sözün bir gereği ve kendi öz benliğiyle yaptığı sözleşmenin bir sonucu olarak, artık gün boyunca bir şey yiyip içemeyeceğine dair kendisinde oluşan bir azim bir dayanma gücü verir. Allah, Hakîm isminin bir tecellisi olarak, oruçlu kimsenin bu niyet ve azmi ekseninde meydana gelen psikolojik direnci, bu dayanma gücünün oluşmasına bir vesile kılmıştır. Normal zamanlarda helal olduğu halde, oruçlu iken geçici bir süre zarfında haram kılınan bazı eylem ve davranışlarını frenleyen kişi, her zaman haram ve yasaklar listesinde bulunanlara karşı daha mesafeli kalmasının zorunluluğunu daha iyi kavramaya başlar ve bu psikoloji ile kötülüklerden daha fazla sakınmaya çalışır. İşte orucun koruyuculuk zırhının bir boyutu da bu psikolojik idrakin oluşmasıdır. c. Sosyolojik ayağı: Bilindiği üzere, insan fıtraten medenîdir, sosyal bir varlıktır, hayatını ancak toplumsal bir hayatta sürdürebilir. Hem etken hem de edilgen bir yapıya sahip olan insanların yaptığı işler, fert bazında kalmaz sosyal yapıyı da etkiler. Bu sebeple, çevrenin durumu, toplumun konumu fertlerin kişiliklerinin oluşmasında önemli rol oynar. “Üzüm üzüme baka baka kararır.”, “Herkes kendi evinin önünü süpürürse belediyeye ihtiyaç kalmaz.”, “toplum baskısı, mahalle baskısı” gibi ifadelerin hepsi, sosyolojik birer vakayı tespit etmeye yöneliktir. Tecrübelerle sabittir ki, Ramazan ayı, oruç sayesinde İslam âlemini çok güzel bir ahlakî disipline sokar, şefkat ve merhamet hislerini kabartır, yardım ve dayanışma ruhunu canlandırır. Kötülüklerden azamî derecede uzaklaştırır. Kur’an’ın ilk indiği saadet asrının havasını teneffüs ettirir. İnsanlar, oruç sayesinde bir nevi melekleşmeye kanat çırpar. Kalbin nefse, aklın heva ve hevese, ulvî duyguların süflî duygulara, mananın maddeye, dimağın damağa, ruhun mideye hâkim olduğu bir ortam sayesinde insanlık erdemleri toplumda yaygınlaşmaya başlar. Toplum âdeta bu ayda nefsanî boyuttan sıyrılıp ruhanî bir boyut kazanır. Oruçlu toplumda artık akıl konuşur, şeytan susar, gönül konuşur, nefis susar. Artık fert gibi toplum da orucun koruyucu zırhına bürünmüştür. İşte Orucun sosyolojik koruma boyutu. Konuyu oruçla ilgili önemli bir uyarıda bulunan bir hadis-i şerifle bitirelim: Ebu Hüreyre’nin bildirdiğine göre Efendimiz (a.s.m) şöyle buyurdu: 4 “Yanında ismim anıldığı halde bana salavat getirmeyen kimsenin burnu yere sürünsün; Ramazan ayı girip çıktığı halde, affolunmayan kimsenin burnu yere sürünsün; yaşlı olan ana-babasının her ikisine veya onlardan birine kavuştuğu halde, cennete girmeyen kimsenin burnu yere sürünsün.”(Tirmizî, Daavat, 101). 5 İmam Azama nisbet edilen, subhanel ebediyyil ebed, duasının aslı ve tercümesi nedir? Bu duayı sabah ve akşam okuyanın kıyamet azabından kurtulacağı doğru mudur? Kaynaklarda -Hafız en-Necm el-Gayzî’den naklen- bildirildiğine göre, İmam-ı Azam şöyle demiştir: "Yüce Rabbimi rüyamda doksan dokuz kere gördüm -kendi kendime “Eger Rabbimi yüzüncü defa görürsem "Kıyamet gününde mahluklar ne ile azabından kurtulacak?" diye kendisine soracağım dedim” Arkasından Hak Sübhanehü ve Teala’yı gördüm ve "Ey Rabbim! Senin koruman güçlüdür, övgün yücedir ve isimlerin mukaddestir. Kıyamet gününde kulların senin azabından ne ile kurtulur?” dedim, Hak Sübhanehu ve Teala şu cevabı verdi: “Her kim sabah, akşam namazından sonraَ”Sübhanel ebediyyil ebed…” duasını okursa azabımdan kurtulur.” Duanın tamamı -Arapça ve Latin harfleriyle- şöyledir: ( سبحان من بسط الرض، سبحان رافع السماء بل عمد، سبحان الفرد الصمد، سبحان الواحد الحد،سبحان البدي البد سبحان الذي لم يتخذ، سبحان من قسم الرزق ولم ينس أحد، سبحان من خلق الخلق فأحصاهم عدد،على ماء جمد سبحان الذي لم يلد ولم يولد ولم يكن له كفوا أحد،)صاحبة ول ولد “Sübhânel ebediyyil ebed. Sübhânel vâhidil ehad. Sübhânel ferdis samed. Sübhâne râfiis semâi bi ğayri amed. Sübhâne men besatal arda alâ mâin cemed. Sübhâne men halekal halka fe ahsâhum aded. Sübhâne men kasemer rizka ve lem yense ehad. Sübhânellezî lem yettehiz sâhibeten velâ veled. Sübhânellezî lem yelid ve lem yûled. Ve lem yekun lehû küfüven ehad.” Aayrıca bazılarına göre o duanın sonunda şunlar da vardır: “Sübhâne men yerânî ve ya’rifu mekânî ve yerzukunî velâ yensânî.” (bk. İbn Abidin, 1/51) Duanın Türkçe Anlamı: “Ebedî olan Allah her türlü noksanlardan münezzehtir. Vahid-Ehad olan Allah münezzehtir. Ferd ve Samed olan Allah münezzehtir. Gökleri direksiz yüksekte tutan Allah münezzehtir. Yeri donup yoğunlaşmış suyun üzerinde yayan Allah münezzehtir. Bütün mahlukları yaratan ve onları bir bir sayan Allah münezzehtir. Rızkın taksimatını yapan ve hiç birini unutmayan Allah münezzehtir. Ne eş ne de çocuk edinmeyen Allah münezzehtir. Doğurmayan, doğmayan ve hiçbir dengi olmayan Allah münezzehtir.” Duanın ilave kısmının tercümesi: “Beni gören, yerimi bilen, rızkımı veren ve beni hiç unutmayan Allah münezzehtir.” İlave bilgi için tıklayınız: Okunan dualara verilen sevaplarla ilgili rivayetler var. Dualara vadedilen netice ve sevaplara kavuşmanın şartları nelerdir? O duayı her okuyan o sevabı alabilir mi? 6 Mahşerde peygamberler de mi kendini düşünecek ve kendi derdine düşecek? "Peygamberleri bile kendi derdine düşüren mahşer gününde Resulullah (asv)'ın şefaatine layık eyle" şeklinde bir duada bulunmak uygun mudur? Evet, sahih rivayetlere göre, mahşerin dehşetinden herkes, hattâ peygamberler dahi “Nefsî, nefsî - Nefsim, nefsim” dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm “Ümmetî, ümmetî - Ümmetim, ümmetim” diyerek (Buharî, Tevhid, 36; Müslim, Îmân: 326, 327) ümmetini esirgemesini, korumasını, acımasını ve şefkatini gösterecektir. Buna göre "Peygamberleri bile kendi derdine düşüren mahşer gününde Resulullah (asv)'ın şefaatine layık eyle." şeklinde bir duada bulunmak uygundur. Hayatı boyunca ümmeti diyen, sıkıntı, keder ve ızdıraplarını herkesten derince vicdanında duyan Allah Resûlü (asv), ümmetinin dünya ve ahirette takılıp yollarda kalmaması; en önemlisi de cehennem azabına düşmemesi için çırpınıp durmuş, dua dua Allah’a yalvarmıştır. Ümmetinin ebedi helake götürecek yollara makas gibi kollarını gererek çıkmaz sokak diyen Allah Resûlü (asv), her fırsatta Yüce Mevla’dan ümmetinin affını, ahiret saadetini istemişti. İşte bir gece sabaha kadar, Hazreti İbrahim (as)in duası olan, “Ya Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların çoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tâbi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, o da Senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafûrsun, Rahîmsin.” (İbrahim, 14/36) mealindeki ayet ile; Hazreti İsa (as)'ın duası olan, “Ya Rabbî! Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen'in kullarındır. Onları affedersen, Aziz ü Hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen'sin!” (Mâide, 5/118) mealindeki ayeti tekrar tekrar okumuş, ellerini kaldırıp "Allah'ım! Ümmetimi (mağfiret et), ümmetimi (mağfiret et!)" diye yalvarmış ve ağlamıştı. Bunun üzerine Allah Teala Hazretleri: "Ey Cebrail! Muhammed'e git ve O'na de ki: "Biz seni ümmetin hususunda razı edeceğiz ve asla kederlendirmeyeceğiz." buyurmuştu. (Müslim, iman, 346) Ve yine Peygamber Efendimiz (asv)’e “Elbette Rabbin sana ileride çok ihsanda bulunacak, tâ ki sen de O'ndan ve verdiğinden razı olacaksın.” (Duha, 93/3) buyurulmuştu. Selef-i salihinden bazıları, “Kur'ân'da en ümit verici ayet budur, zira kendisine ümmet olma şuur ve şerefini taşıyan kimseler kurtulmadıkça Efendimiz (asv)'in razı olması düşünülemez.” demişlerdir. (Kurtubi, el-Câmi li Ahkami’l-Kur’an, Duha suresi 5. ayetin tefsiri) Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetine karşı duyduğu büyük şefkat de bunu gerektirmektedir. Peygamber Efendimiz (asv), hiçbir kimseye nasip olmayan bir hususiyet olarak şefaat-ı uzmâ (Buhari, Salat 56; Cihad 122; Müslim, Mesacid 3, 5-8) ve makam-ı mahmudla müjdelenmiştir. (İsra suresi, 17/79) 7 Sürekli ümmetini düşünen ve ümmetinin afv ve mağfirete mazhar olması için dua dua yalvaran Şefkat Peygamberi (asv), gökler ötesinden gelen teklife tercih hakkını ümmetine ebedi hayatta en faydalı olanı seçmekle cevap vermişti: “Rabbimin nezdinden bir melek geldi ve ümmetimin (ümmeti icabet) yarısını Cenab-ı Allah cennete koymak ile şefaat arasında bir tercih yapmamı istedi. Ben şefaati tercih ettim. Zira şefaat daha umumi ve kifayetlidir. Siz bu şefaatin ümmetimin müttakilerine mi olduğunu sanıyorsunuz. Hayır! O ümmetimin hata ve günah işlemiş, günahlarla kirlenmiş olanları içindir.” (İbn-i Mace, Zühd, 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/75) Âhirette peygamberlerin hepsine mü'minlere şefâat etme hakkı tanınmıştır (Buhârî, Rikak, 45; Tevhid, 33; Müslim, İman, 81). Ancak peygamberler içinde ilk defa şefâat edecek ve şefâatı kabul olunacak peygamber, Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. (Müslim, Fadâil, 2). Âhirette Hz. Muhammed (s.a.s.)'in bu ilk şefâatı, mahşer halkının muhakemeye başlanılması hakkındaki umûmî ve büyük şefâattır. (bk. Buhârî, Tevhid, 24; Müslim, İman, 84) Cennet'te derecelerin artırılması için ilk şefâat edecek olan peygamber de Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (asv) bir hadisinde, "Cennet'te insanların ilk önce şefâatte bulunanı benim." buyurmuştur (Müslim, İman, 85). Peygamber Efendimiz (asv)'in şefaatinden bütün insanlık istifade edecektir. Mahşer günü, güneşin iyice yaklaşmasıyla kan-ter içinde kalan insanlık, sıkıntı ve dehşet içinde bir an evvel bu atmosferden kurtulmaya çalışacak “Aman ne olur şefaat edecek birini bulalım” diyerek insanlığın babası Hz. Adem (as)’e koşacak. Hz. Adem (as), kendisinin böyle bir hususiyetinin olmadığını söyleyerek insanları Hz. Nuh’a gönderecek; Hz. Nuh, Hz. Musa’ya; Hz. Musa’da Hz. İsa’ya (Aleyhimüsselam) gönderecek. Hz. İsa da bu hususiyetin Hz. Muhammed (asv)’e ait olduğunu söyleyerek onları Peygamber Efendimiz (asv)’e gönderecek. Zira o gün herkes kendi derdine düşecek ulü’l-azm olan peygamberler bile “nefsî nefsî” diyecek, kendilerinin umum insanlığa şefaat etme gibi bir kredilerinin olmadığını söyleyeceklerdir. (Buhari, Enbiya, 3; Tefsir, 17/5; Tirmizi, Kıyamet, 10) Mahşer yerinin eşi-benzeri görülmemiş bir şekilde insanın kan-ter içinde kaldığı bunaltan atmosferinden bir an evvel uzaklaşmayı isteyen beşer, Peygamber Efendimiz (asv)’in kapısına dayanacak ve ondan şefaat etmesini isteyecek. Allah Resûlü (asv), arşın altına gidip Yüce Mevla’ya secde ederek O’nun ilham ettiği dualarla Rabbini tesbih edecek yakarışa geçecek ve kendisine vaad edilen umum insanlar için şefaat etme kredisinin yerine getirilmesini, kendisine lutfedilmesini isteyecek, Peygamber Efendimiz (asv)'in nezd-i ilahideki hiçbir varlığa nasip olmayan fazilet ve şerefi bütün insanlığa gösterilerek insanlar arasında hüküm verilerek mahşer yerinde dehşet içinde beklemenin ızdırabından Allah’ın şefaat dalga boyundaki rahmeti ile kurtulacaklardır. Allah Resûlü (s.a.s), ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp "Ümmetim! Ümmetim!" diye yakarışa geçecek, o esnada cenneti, hurilerin perdedarlığını ve kim bilir daha nice güzellikleri unutacak ve gözyaşlarını ceyhun ede ede hep ağlayacak O'na "Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!" deninceye kadar başını yerden kaldırmayacak ve hep "Ümmetî! Ümmetî!" diye inleyecektir. (Buhari, Tevhid, 36; Tefsirü'l-Kur’ân, 5; Müslim, İman, 326,327; Tirmizi, Kıyamet, 10) 8 Böylelikle Şefkat Peygamberi (asv)’in şefaatinden olabildiğince istifade edecek olanlar ise O’nun getirdiği mesaja iman ederek icabet eden ümmeti olacaktır. Zira Peygamber Efendimiz (asv)’e kimlere şefaat edeceği sorulduğunda “Benim şefaatim dili kalbini tasdik ederek yürekten kelime-i tevhidi getirenleredir.” buyurarak samimi olarak "La ilahe illallah Muhammedün Resûlüllah" diyenlerin şefaat atmosferinden istifade edeceğini bildirmiştir. (Tirmizî, Daavat, 126; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/307) Mücessem rahmet olan ve Allah’ın engin rahmetinden istifade yollarını gösterip rehberlik eden Allah Resûlü (asv)’ın şefaati ile ümmeti, kabirden, haşirden, mahşer yerinden, sırattan, hesaptan, cennet ve cehenneme uzanan uzun yolda en tehlikeli yerleri Peygamber Efendimiz (asv)’e iman ve O’nun şefaati sayesinde geçecek ve hayal ufuklarını aşkın nimetlere mazhar olacaktır. Ümmeti içinde de Efendimiz (asv)'in engin şefaat kredisinden en çok istifade edecek olanlar ise en çok darda kalanlardır. “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir.” buyurarak şefaat dairesinin ne kadar geniş olduğunu bildirmişlerdir. Evet, günah-ı kebaîr işlemiş, düşmüş kalkmış, yer yer sürüm sürüm olmuş ve kirlenmiş, fakat ümidini yitirmemiş, ümitle ve zayıf da olsa imanla Huzur-u Risaletpenâhî’ye varabilmiş, Rasulü Ekrem (asv)’in şefaat atmosferi içine girmiş ne kadar mücrim varsa herkese bir bişarettir bu. Allah (celle celâluhû) O’na “Şefaat et! Şefaatin kabul görecektir.” buyurmuşsa, O da bu teveccühü değerlendirecektir.. evet, Cenab-ı Hak, Habibi başını yere koyup, “Ümmetim, Ümmetim!” diye yalvardığında O’nun içine su serpecek ve rahmet esintili şu sözleri söyleyecektir: “Ya Muhammed! İrfa’ ra’seke, işfa’ tüşeffa’ - Ya Muhammed! Başını kaldır. Şefaat et! Şefaatin makbuldür bugün.” İşte bu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Rasulü (asv)’ın, günah-ı kebâir işlemek suretiyle cennet yolundan aşağıya düşmüşlere yeniden çizgilerini bulma manasında bir rahmet tecellisidir. Allah Resûlü (asv)’ın şefaatinden en çok büyük günah işleyip cehenneme düşmüş olanlar istifade etmekle birlikte, her mümin de Allah’ın rahmetinin farklı bir tecellisi olan şefkat atmosferinden istifade edecektir. Ümmetinden tevhid hakikatini arızasız inanıp temsil eden yetmiş bin insan Efendimiz (asv)'in şefaati ile sorgusuz-sualsiz, hesaba çekilmeden cennete girecektir. (Buhari, rikak,50; Müslim, iman, 369) Ve yine Allah Resûlü (asv)’in şefaati ile ümmetinden cennete girenler, sevaplarının üstünde makamlara, lütuflara nail olacaklardır. (Bu konudaki hadisler tevatür derecesindedir. bk. Kettani, Nazmü’l-Mütenasir fi ehadisi’l-mütevatir, 304 nolu hadis) Tabii ki Efendimiz (asv)'in şefaatinden istifade nisbeti, O’na iman etmeye, O’nun getirdiği dini rızay-ı ilahi eksen ve hedefli yaşamaya bağlıdır. Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimiz (asv)'in ruhaniyatından, şefaatinden istifadeyi rızasına ve Efendimiz (asv)’e karşı duyulması gereken saygıya bağlamıştır. Efendimiz (asv)'in şefaatinden olabildiğince istifade Allah’ın hoşnutluğu dairesinde inanmaya ve o çizgide hayat yaşamaya bağlıdır. Allah’ın hoşnutluğuna, rızasına götüren yol da Efendimiz (asv)'in tebliğ ve temsil ettiği mesaj çizgisinde yaşamaktan geçmektedir. 9 Peygamber Efendimiz (asv)’in şefaat atmosferinden olabildiğince istifade edebilmenin en önemli yolu nam-ı celil-i Muhammedî’yi (asv) her yerde dalgalandırmak, insanlığın ızdırap ızdırap üstüne kıvrandığı günümüzde O rahmet ve şefkat peygamberi ile insanları tanıştırmak, O’nu sevdirmek ve hayatımızı sünneti çizgisinde yaşamaktır. O’nun şefaatinden istifade yollarının en önemlilerinden biri de her fırsatta Allah Resûlü (asv)’e salat u selam okumak, ezan-ı Muhammedî’den sonra dua etmektir. Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimiz (asv)'in şefaat atmosferinden olabildiğince istifade eden kullarından eylesin… (bk. Dr. Ergün Çapan, Efendimiz'in Ümmetine Düşkünlüğü, Yeni Ümit, Ocak - Şubat - Mart 2006 Sayı :71 Yıl :18) 10 Her haber için kararlaştırılmış bir zaman vardır. Ve yakında bileceksiniz. (Enam, 6/67) ayeti, günümüzde geldiğimiz bilgi seviyesince anladığımız ve daha ileride anlayacağımız gerçeklerin varlığına işaret ediyor olabilir mi? İlgili surenin 66-67. ayetlerinin tam meali şöyledir: “Bu, hakikatin ta kendisi olduğu halde, senin halkın onu yalan saydı. De ki: “Ben sizden sorumlu değilim. Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır; Siz de yakında öğrenirsiniz.” Bu ayetten anlaşılıyor ki, zamanla ortaya çıkan bazı gerçekler ışığında ilgili ayetlerin manası daha iyi anlaşılır. Yani “Zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor, remiz ve işaretleri daha açığa çıkıyor.” İbn Abbas ve daha başkaları ayetten şunu anlamışlardır; Kur’an’da verilen her haberin gerçekleşeceği bir zaman mutlaka gelecektir.(İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri). Tabii ki, ayetten ilk anlaşılması gereken husus, ölüm ötesinde yapılacak bir hesabın varlığına yapılan vurgudur. Kur’an’a inanmayan, onun haber verdiği hesap gününün olacağına inanmayan inkârcılara özellikle bir tehdit ve uyarı söz konusudur. Bununla beraber, Kur’an’ın dünyada gerçekleşecek ve gözler önüne serilecek hakikatlerinin ortaya çıkacak bir zamanının olacağına dair işareti sezmek de mümkündür. “İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur'an'ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi? “(Fussilet, 42/53) mealindeki ayetin vurgusu da, söz konusu ettiğimiz ayetin bu işaretini pekiştirir mahiyettedir. Alimlerin belirttiği gibi, bu ayette vurgulanan husus şudur: İster dünya ister ahiretle alakalı olsun, Allah’ın Kur’an’da haber verdiği her şey bütün gerçekliğiyle mutlaka zamanı geldiğinde ortaya çıkacaktır. Her haberin vukuuna dair belirlenen bir zaman vardır, o zaman geldiğinde ilgili gerçek de olduğu gibi ortaya çıkacaktır.(bk. Beğavî, Enam, 6/67. ayetin tefsiri). İlave bilgi için tıklayınız: Kuran-ı Kerim Her Zaman Taze ve Gençtir 11 Hz. Ömer (ra), Hz. Abbas’a giderek yağmur duası için onu vesile kılmıştır. Hz. Peygamber (asv)'in ruhu, kabir hayatında hayatta olduğu halde, neden onun hatırı için istememiştir? Tevessül sadece yaşayanlarla mı olur? Bu konu, selefî düşüncede olanlarla Ehl-i sünnet alimleri arasında eskiden beri münakaşa mevzuu olmuş geniş bir konudur. Her iki tarafın da kendilerine göre delilleri vardır. Şu bir gerçektir ki, insan, bir şekilde benimsediği kendi düşüncesinden kolay kolay sıyrılamaz, tarafsız konuya bakamaz. Karşı tarafın elinde dağ gibi bir delile çok zayıf bir emare gözüyle bakabildiği gibi, kendi düşüncesini destekleyen en zayıf bir emareyi sağlam bir delil olarak görebilir. Bu psikoloji ile bir meseleye bakanların zihnine, düşüncesinde olmayan her türlü şaibeden uzak elmas gibi bir hakikat gelse, kömür görünümüne bürünür ve abesiyete dönüşür. Bu sebeple, hakkı hak olarak görmek için hepimiz her zaman Allah’a yalvarmalıyız. Hz. Enes b. Mâlik’ten rivâyet edildiğine göre ikinci Halife döneminde, Müslümanlar kuraklık yüzünden kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya geldikleri zaman, halife Hz. Ömer (ra), Hz. Abbas bin Abdulmuttalib’i vesile kılarak Allah’tan yağmur talebinde bulunur ve şöyle der: “Allah’ım! bizler daha önce Peygamberimizi (asv) vesile edinerek sana niyazda bulunurduk. Sen de bize yağmur verirdin. Şimdi ise Peygamberimiz (asv)'in amcasını vesile kılıyor ve senden taleb ediyoruz, bize yağmur ihsan et." Enes b. Mâlik, Hz. Ömer (ra)’in bu duâlarından sonra kendilerine yağmur ihsan edildiğini belirtir. (Buhârî İstiska, 3) Hz. Ömer (ra)’in Hz. Abbas’ı duanın kabulüne vesile kılması, her şeyden önce salih bir insanla Allah’a tevessül etmenin caiz olduğunu göstermektedir. Burada Hz. Abbas’ın Hz. Peygamber (asv) ile olan irtibatının kurulması ise, vefatından sonra dahi Hz. Peygamber (asv)'in vesile kılınmasının caiz olduğunu göstermektedir. Çünkü, Hz. Ömer (ra)’in bu duasında Hz. Abbas’ın Resulullah (asv) ile olan yakınlığının zikredilmesi, Hz. Abbas’ın diğer sahabe arasında bir ayrıcalığının olduğunu, Allah nezdinde bir itibarının olduğunu gösterir. Hz. Peygamber (asv) ile irtibatlı olarak zikredilmesi ise, vefatından sonra da Allah’ın Peygamber Efendimiz (asv)'e sağlığında olduğu gibi değer verdiği, onun adının zikredildiği yerde hatırını sayıp ilgili duayı onun vesilesiyle kabul ettiğinin belgesidir. İslam inancına göre, ölüm hiçlik değil, yokluk değil, sadece bir yer değiştirmektir, bu fani hayattan bakî bir hayata kavuşmaktır. Durum böyle olunca, ölüp öbür hayata geçmiş olan bir kimsenin ilk hayatı ile ikinci hayatı arasında ne fark var ki? Şimdi Allah için düşünelim; bizim çok sevdiğimiz bir yakınımız, sadece dünya hayatında iken mi hatırını sayıyoruz? Vefatından sonra artık gözümüzde değersiz bir varlık mı olmaktadır? Bunu hangi vicdan kabul eder? Peki Allah’ın en sevdiği elçisi Hz. Muhammed (asv)’i dünya hayatında iken -deyim yerindeyse- yere-göğe sığdırmazken, vefatından sonra onun üzerine çizgi çekmesi, öldü diye bütün bütün değerden düşürmesi, adeta en büyük dostunu en âdi bir konuma sokması mümkün müdür? Kaldı ki, ölümle insanlar Allah’ın huzuruna varıyorlar, daha da yakınlaşıyorlar. Nitekim, Kur’an’da Rabbimiz sık sık “bana döneceksiniz” diye buyuruyor. Selefîcî kardeşlerimizin bir yanılgısı da ölü ile diri olanları ayırmalarıdır. Onlara göre, hayatta iken birinin vesile kılınması caizdir, fakat öldükten sonra vesile kılınması ise şirktir. Oysa, 12 diri olanlarda zahiren görülen bir güç olduğu için onların vesile kılınması şirke daha müsait zannedilebilir. Kaldı ki, “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rablerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar.” (Al-i İmran, 3/169) mealindeki ayette ifade edildiği gibi, şehitler diridir. Peygamberler de diridir, çünkü, onlar şehitlerden çok üstündür. Şehitlik bir nevi velayettir. Şehitlerden daha üstün mertebede olan veliler de vardır. Kur’an’da şehitlerin özelikle söz konusu edilmesi, onların kendilerini ölü bilmeyecek derecede Berzah aleminde bir hayata mazhar olmalarındadır. Yoksa, bütün ölüler diridir, çünkü asıl olan ruhtur ve o da zaten -Allah’ın izin ve inayetiyle- bâkidir. Bir Müslümanın “Allah’ım! Peygamberinin hakkı için / onun yüzsuyu hürmetine şu işimi yap...” şeklinde bir duada bulunmasında bir sakınca yoktur. Bu konuda önemli olan “vesilelik” konusudur. Eğer kendi salih ameli veya başkasının salih ameli bir şefaatçi olarak bir vesile kılınıyorsa, bunda bir sakıncanın olduğunu düşünmüyoruz. Yok, eğer iş “vesilelik” ten çıkarılıp bizzat yaratıcılık konumuna taşınırsa; bunun tehlikeli bir yaklaşım olduğu ortadadır. Bu konuda karşıt görüşlere yer veren Alusî, vefatından sonra da Resulullah (asv)’ı vesile kılmak ve “Allah’ım! Peygamberinin yüz suyu hürmetine şu işimi yap.” demekte bir sakıncanın olmadığını söylemiştir. Alusi’ye göre, peygamberlerin dışındaki salih insanların vesile kılınmasında da bir sakınca yoktur.(bk. Alusî, Maide, 5/35. ayetin tefsiri). Prof. Dr. Mesut Erdal, “Kur’ân'da Vesile Kavramı ve Tevessül Meselesi” isimli makalesinde (bk. Yeni Ümit Temmuz-Ağustos-Eylül 2010 Sayı :89 Yıl :23) vesile kavramına ilişkin bilgi ve yorumları serdettikten sonra, tevessül konusunu daha açık şekilde ve kısımlarıyla şöyle açıklar: 1. Allah’a İsim ve Sıfatlarını Vesile Kılarak Yalvarmak Bu tevessül şöyle misâllendirilebilir. “Allah’ım, Senin Rahmân, Rezzak vb. isimlerinin hakkı için beni şununla rızıklandırmanı veya bana şunları ihsan etmeni diliyor ve dileniyorum.” Bu duada Allah’tan istenenler, O’nun Rahmân ve Rezzak ismi vesile kılınarak istenmektedir. Efendimiz (s.a.s) de pek çok hadîslerinde Cenâb-ı Allah’a isim ve sıfatlarını vesile kılarak tazarru ve niyazda bulunmuşlardır. Allah Resulü (s.a.s) çok sıkıntılı olduğu anlarda, “Ey Hayy ve Kayyum olan Allah’ım! Sen’in rahmetinden medet bekliyorum.” (Tirmizi, Sünen, Hadis no: 3524) diye yalvarmıştır. Bir diğer dualarında ise şöyle buyurmuşlardır: “Bir kul başına gelen bir sıkıntı ve üzüntü karşısında, ‘Allah’ım, ben Sen’in kulunum, bir kulunun oğluyum, bir cariyenin oğluyum, benim bütün her şeyim Sen’in elindedir. Sen, hakkımda istediğin hükmü verirsin; Sen’in verdiğin bütün hükümler benim için âdilânedir. Kendini bize tanıttırdığın bütün isimlerinin hakkı için, kitabında inzal buyurduğun bütün isimlerinin hürmetine veyahut kullarından birine talim buyurduğun isimlerinin hürmetine yahut da gayb ilmindeki bize açıklamadığın isimlerinin hürmetine, Kur’ân’ı kalbime bahar kılmanı, gönlüme ışık yapmanı, onun vasıtasıyla sıkıntı ve üzüntümü gidermeni diliyorum.’ derse, Allah onun sıkıntı ve üzüntüsünü giderir ve o 13 sıkıntılar yerini sevinç ve feraha bırakır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 452; Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, X, 169) 2. Allah’a, Geçmişte Yapılan Salih Amelleri Vesile Kılarak Dua Etmek Bu şekilde tevessül ile duaya örnek olarak, Allah Resulü (asv)’nden nakledilen, mağarada mahsur kalan üç adamın kıssası verilebilir. Hazreti Enes Allah Resulü’nden şöyle işittiğini anlatıyor: “Üç kişi birlikte yürürken yağmura yakalanınca dağdaki bir mağaraya sığındılar. Dağdan kopup yuvarlanan bir kaya parçası, sığındıkları mağaranın ağzını kapattı ve onları mağaraya hapsetti. Birbirlerine şöyle dediler: ‘Allah için yaptığımız amelleri araştıralım ve o amellerle Allah’a dua edelim. Ümit edilir ki, Allah o amellerimizin hürmetine bizi bu sıkıntıdan kurtarır.’ "Biri yaşlı ve ihtiyar anne ve babası olduğunu, eşi ve küçük çocuklarından önce onları doyurmak için sabaha kadar başlarında uyanmalarını beklediğini ifade ettikten sonra, ‘Allah’ım, eğer biliyorsan ki bunu yalnız senin rızan için yaptım, mağaranın ağzını birazcık arala da gökyüzünü görebilelim.’ diyerek yalvardı. Allah da bunun üzerine mağarayı biraz açtı, o aralıktan göğe baktılar." "İkincisi çok sevdiği bir amca kızından bahisle, onu çok sevdiğini, bir gün onunla yalnız kalarak evlilik dışı ilişki kurmayı talep ettiğini ve sonunda kızın direnmesi ve 'Allah’tan kork' demesiyle vazgeçtiğini anlattıktan sonra, ‘Allah’ım, eğer bunu Sen’in için yaptığımı biliyorsan, mağaranın ağzını biraz daha arala.’ diyerek yalvardı. Allah da bu duaya mukabil mağaranın ağzını biraz daha açtı." "Üçüncü kişi de ücret mukabilinde işçi tuttuğunu ama işçinin hakkını almadan ayrılıp gittiğini, ancak o ücreti çalıştırarak nemalandırdığını, yıllar sonra o işçi yanına gelip de hakkı olan ücreti istediğinde sürülerle hayvanların ona ait olduğunu ve sonunda adamın o sürüleri götürdüğünü ifade ettikten sonra ‘Allah’ım, eğer bunları senin rızan için yaptığımı biliyorsan, mağaranın geri kalan kısmını da açıver.’ dedi. Akabinde Allah mağaranın geri kalan kısmını da açıverdi.” (Müslim, Zikir, 27, Hadis no: 2743) Anlaşıldığı üzere her üç mağara arkadaşı yaptıkları salih bir işi Allah’a arz ederek o amellerle tevessülde bulunmuşlardır. 3. Allah’la İrtibatının Kuvvetli Olduğuna İnanılan Birini Vesile Kılarak Allah’a Dua Etmek Bu tarz tevessül şöyle izah edilebilir: Birisi salih bir zâta gider ve ondan mevcut sıkıntısını gidermesi için Allah’a dua etmesini istirham eder. Hadîslerden buna misâl olarak Hazreti Ömer (ra)’in naklettiği şu rivayet zikredilir: “Allah Resulü’nden şöyle derken işittim: ‘Tâbiînin en hayırlısı, Üveys adındaki şahıstır. Onun bir annesi vardır. Vücudunda da beyazlık vardır. Ona söyleyin de sizin için Allah’a istiğfarda bulunsun.’” 14 Diğer bir rivayette ise “Sizden kim onunla karşılaşırsa, sizin için dua etmesini istesin.” demiştir. (Müslim, Fedâilü’s- sahâbe, 55, Hadis no: 2542) İmam Nevevi bu hadisin şerhinde şöyle der: “Bu hadîsten, dua talep eden daha faziletli de olsa, salih zâtlardan dua istemenin müstehap olduğu anlaşılmaktadır.” (Ebu Zekeriyya en-Nevevi, ilgili hadisin şerhi) Osman İbn Huneyf nakleder: Gözünden rahatsız olan bir adam Allah Resulü (asv)’ne geldi ve “Ey Allah’ın Resulü, bana afiyet ve sıhhat vermesi için Allah’a dua et.” Efendimiz, “İstersen dua edeyim ya da istersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır.” Adam “Dua et” dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (asv) ona mükemmel ve kusursuz bir abdest almasını ve şu dua ile yalvarmasını tavsiye etti: "Allah’ım, rahmet peygamberi olan Senin peygamberin Muhammed’in hürmetine sana teveccüh ediyor ve senden istiyorum. Sen’inle bu ihtiyacımın giderilmesi konusunda Rabbime teveccüh ettim. Allah’ım, o Rahmet Peygamberi’ni benin iyileşmem için vesile eyle." (bk. İbn Mâce, İkâme, 189; Tirmizî, De’âvât, 118; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/138) 4. Dua Esnasında, Bekâ Yurduna İrtihal Eden Peygamber, Veli ve Diğer Salih Kulları Vesile Kılmak Bu nevi tevessül de önceki üç türde olduğu gibi, İslâm bilginlerinin çoğunluğu tarafından kabul görmüştür. Yani cumhur-u ulemanın kâhir ekseriyetinin genel görüşü budur. Buna göre bir peygamber, bir şehit veya velinin kabri ziyaret edildiğinde ziyaret edenle kabirde medfun olan zât arasında mânevî alışveriş söz konusudur. Karşılıklı istifade ve istifâza bahis mevzudur. Nitekim bu konuyu Allâme Fahreddin Razi şöyle izah etmektedir: “İnsanın ruhu bedeni öldükten sonra ebedî olarak kalıcıdır. Bedenlerini terk eden ruhlar henüz bedenlerden çıkmamış ruhlardan pek çok yönden daha güçlüdürler. Şöyle ki ruhlar bedenlerini geride bıraktıkları zaman perdeler kalkar, onlara gayb perdesi ve âhiret menzillerine ait sırlar ayân olur. Ruh bedende, yani hayatta iken delille elde edilen bilgiler bedenden ayrıldıktan sonra zaruri / kesin bilgiye dönüşür. Beden kaybolunca bu ruhlar aydınlanır, nurlanır ve bir nevi kemale erer. Diğer taraftan henüz bedende olan ruhlar da bazı yönlerden bedenlerini terk etmiş ruhlardan daha güçlüdürler. Çünkü onlar talep etme / araştırma ve kazanma vesileleri olan tefekkür ve nazar sayesinde her gün yepyeni bilgilere ulaşırlar. Bu durum ölenlerin ruhlarında olmaz. İkinci mesele ise şudur: Ruhların bedenleriyle olan ilişkisi şiddetli bir aşka ve tam bir sevgiye benzer. Bu sebeple, dünyada elde etmek istediğin her şeyi bu bedenini rahat ettirmek ve ona iyilik etmek için yaparsın. İnsan öldüğünde ve ruhu bedenini terk ettiğinde o muhabbet ve aşk kaybolmaz. Böylece ruhlar geride bıraktıkları bedenlerine meyilli ve müncezip olarak kalırlar. Bunların üzerine şunu bina edebiliriz: İnsan, kâmil ve etkili bir ruha sahip bir zatın kabrine vardığında ve orada bir süre durduğunda onun nefsi/ruhu o topraktan etkilenir. Ölen zatın ruhunun o toprakla olan ilişkisi malumunuzdur. İşte ziyaret esnasında canlı bedenin ruhu ile orada yatan zatın ruhu o toprak vesilesiyle karşılaşırlar. Sanki cilalanmış aynaya benzeyen bu iki ruh ışıklarını birbirine aksettirmeye başlarlar. Ziyaret edenin ruhunda hâsıl olan ilim, mârifet, fazilet, Allah’a boyun eğme ve kadere teslimiyet gibi güzellikler oradaki meyyitin ruhuna akseder. Diğer taraftan o meyyitin ruhundaki parlak ve kâmil ilimler de nur olarak ziyaret eden kişinin ruhuna akseder. Böylelikle bu ziyaret hem ziyaretçi hem de ziyaret edilen hakkında büyük bir menfaate ve güzelliğe vesile olur. Kabir ziyaretinin meşruiyetindeki asıl 15 hikmet de budur. Burada zikrettiğimizden daha ince, daha esrarengiz sırlar da hâsıl olabilir; ama eşyanın hakikatlerini kuşatıcı şekilde bilmek Allah’a mahsustur.” (Kevseri, Makâlât, s.383-384) Aynı şekilde Sa’duddin Teftâzânî de dünyada iken aralarında muârefe olan kişiler arasında kabir ziyareti anında mânevî alışveriş olacağından söz eder ve şöyle der: “Kabirleri ziyaret faydalıdır. Dünyada hayır yörüngesinde yaşamış olan şahsiyetlerin ruhlarından iyiliklerin celp edilmesi ve birtakım musibetlerin defedilmesi konusunda yardım istenebilir. Zîrâ insanın ruhu bedeninden ayrıldıktan sonra bedeni ve onun defnedildiği toprakla sımsıkı bir alâkası olur. Hayatta olan kişi o toprağı ziyaret ettiğinde iki ruh arasında bir mülâkat ve karşılıklı bir feyiz alışverişi olur.” (Teftazânî, Şerhu’l- mekâsıd fî ilmi’l- kelâm, Pakistan, 1981, II/ 43) Sözün tam burasında Allâme Kevserî der ki: “Büyük imamın bu meselede vardığı sonuç böyledir. Acaba bu imam da tevhid ile şirki ayırt edemeyen kimselerden midir? Tuh böyle tahayyül edenlerin yüzüne!” (Makâlât, s.385) Tevessüle dair bazı ölçü ve prensipleri şöyle özetleyebiliriz: a. Allah her şeyin yaratıcısıdır. Her şey O’nun kudret elindedir. Hakiki anlamda bütün işleri evirip çeviren O’dur. O’ndan başka Hâlık, Mûcid ve Müdebbir yoktur. Nebiler ve veliler ise kendilerinden yardım istenilen ve O’nun inayetine davetiye anlamında birer vesile-sebeptirler. b. Bizim Allah’a ve Peygamber Efendimiz (asv)’e yönelik sevgimiz ve muhabbetimiz, O’nun dışındaki her şeyden bize daha sevimli olmalıdır. Allah’tan ötürü Efendimiz (asv)’i, velileri, şehitleri, sıddîkleri vs. severiz. c. Hakiki anlamda Allah’ın dışında medet ve yardım edecek hiç kimse yoktur. Her ne kadar o yardımlarını yaratıklarının eliyle veya vasıtasıyla bize ulaştırıyorsa da bütün yardım ve medetler O’ndandır. d. Bizler, dua ederken, “Nebinin hakkı için, onun yüzüsuyu hürmetine veya filan veli kulunun hürmetine” dediğimizde, bu ifadelerle Allah’a daha yakınlaşmayı ve o zatların Allah katındaki mevkilerinin hürmetine dualarımızı kabul etmesini istiyoruz. e. Tevessülün cevazı konusunda yaşayan biriyle vefat eden biri arasında ayrım yapmak, yani yaşayan biriyle tevessülü kabul edip de bekâ yurduna intikal edenlerle tevessülü reddetmek temelsiz bir iddiadır. Kaldı ki peygamberler ve şehitler bu dünyadan irtihal etmiş olsalar da, belirli bir hayat mertebesinde yaşamakta ve dünya ile alâkaları devam etmektedir. Dünya ile irtibatlı olan peygamber ve şehitleri vesile kılmakla bedeni ile hayatta olanı vesile kılmanın ne farkı olabilir ki? f. Hakikatte tevessül, Allah’ın belirlediği ve takdir ettiği neticeler için yerine getirilmesi gereken sebeplerden sadece biridir. Hakiki tesir Allah’tan olmakla birlikte, Allah, varlık âleminde sebeplerle sonuçlar arasında bir mukarenet (birliktelik, yakın sebeplilik) kılmıştır. Buna göre tevessülün hükmü diğer sebeplerden farklı değildir. Zîrâ Allah’ın bir hastalığın iyileşmesini ve şifa bulmasını yahut herhangi bir ihtiyacın giderilmesini veya rızık genişliğine kavuşmayı salih kullarından birinin duasına bağlamış olabilir. (Abdullah el-Humeyri, etTeemmül fi hakikati’t-tevessül, Dâru Kurtuba, Beyrut, 1422, s.50 vd) 16 Sonuç olarak, kendisiyle tevessül edilen şahıslar, esas gaye ve maksat yerine geçirilmemeli ve onların sadece bir vesile ve vasıta olmaktan öte hiçbir yetkilerinin bulunmadığı unutulmamalıdır. Bütün bunlarda İlâhî iradenin esas olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu kıstaslara uyularak yapılacak bir tevessülün, şirkle ilgisi yoktur. Ancak her masum düşüncenin kötüye kullanımı mümkün olduğu gibi, bunu da suistimal eden bir kısım cahiller bulunabilir. Bu, meselenin özüne zarar vermez. İlave bilgi için tıklayınız: Dua ederken vesile kılmak, evliyalardan medet istemek caiz midir? 17 Sokrates, Aristo gibi filozofların yaşadığı dönemlerde hangi peygamberler dünyadaydı? Ve bu peygamberler Allah yolunu dünya insanlarına hangi yollar ile anlatmıştır? Sokrates, Milattan önce 470-399 yılları arasında yaşamıştır. O dönemde hangi peygamberin yaşadığını tespit etmek güçtür. Kaynaklarda o devirde yaşamış ünlü bir peygamberin varlığına dair kesin bir bilgi yoktur. Yalnız, Kitab-ı Mukaddes'te 17 Sifrin sahibi olarak bilinen peygamberlerden olan UBDİYA ve MELAHÎ adındaki nebiler m. Ö. 450 civarında yaşamışlardır.(el-Azamî, el-Yahudiyetu ve’l-Mesihiye, s.149) ki, Sokrates’in yaşadığı döneme denk geliyor. Prensip olarak Hz. Muhammed (asv)’den önceki bütün peygamberler içinde bulundukları topluluklara tebliğ ile görevli idiler. Bütün dünyaya hitap eden tek din İslam’dır. Hristiyanlar da Hz. İsa (as)’dan sonra böyle bir yola başvurdular. Bu sebeple, onların tebliğleri de kendi güçleri nispetinde cereyan ediyordu. Bazıları bir kasabaya peygamber oluyordu. Onun içindir ki, aynı dönemde bazen birden çok peygamber bulunuyordu. Söz konusu peygamberlerden bazılarına birkaç sayfa vahiy veriliyordu. Bir kısmı ise daha önceki peygambere ait sayfaların mesajlarını tebliğ etmekle yükümlü idi. Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve onların gerçek vazifelerindendir. Bu gerçeği ifâde eden bir ayetin meâli şöyledir: "Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur."(Mâide 5/67). Bu görev yalnız Hz. Muhammed (a.s.m.)'e verilmemiş, diğer peygamberlere de verilmiştir.(A 'raf, 7/62, 68, 79, 93; Ahkâf, 46/23). Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu vazifelerinde zorlayıcı herhangi bir yola başvurmamışlar, sadece tebliğ vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu Allah'a bırakmışlardır: "Peygambere düşen, sadece tebliğ yapmaktır." (Mâide, 5/99)(1) Allah'tan aldıkları mesajları, muhatabı olan insanlara tebliğ etmekle görevli olan peygamberler, tebliğ vazifelerini yerine getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Ama hiç bir zaman yollarından sapmamışlar ve davalarında taviz vermemişlerdir. Hayatları bu hususta ibretli olaylarla doludur. Bu şekilde sabırla davranarak tebliğde bulunmak, insanları hikmetli sözler ve güzel öğütlerle Allah'ın yoluna davet etmek Allah'ın, Kur'an'a kulak veren her mümine ilâhî bir emridir: "(Ey Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et." (Nahl, 16/125). Bu ayette söz konusu olan "hikmet" ve "güzel öğüt", tebliğ ile ilgilenen insanlar için çok önemlidir. Hikmet, kişinin tebliğ sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarını gözönünde bulundurulmasını ve mesajın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. "Güzel öğüt" ise, kişinin muhatabını sadece mantıkî ikna metotlarıyla değil, aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmasıdır . 18 Bu ayette geçen "Onlarla en güzel şekilde mücadele et." emri de, tebliğ vazifesini ciddi bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı bir dile sahip olmalı, tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna etmeye çalışmalıdır.(2). (1) Bu konu ile ilgili olarak bk. Âl-î İmrân, 3/20; Mâide, 5/92; Ra'd, 13/40; Nahl, 16/35,82; Nûr, 24/54; Ankebût, 29/18; Yâsîn, 36/17; Şuarâ, 42/48; Teğâbûn, 64/12. (2) Kurtubî, el-Camiul'i-Ahkâmi'l-Kur'ân; Razî, et-Tefsiru'l-Kebir, Zemahşerî, el-Keşşâf, ilgili ayetin tefsiri 19 Erkek ve kadınlar cemaatle namaz kılarken, yer darsa, kadınların ne kadar geride durması lazımdır? Muhazat, dini bir terim olarak, namazda erkek ve kadının aynı hizada olması anlamına gelmektedir. Muhazatta muteber olan, bacakla topukların aynı hizada bulunmasıdır. O halde kadının topukları erkeğin topuklarından geride olursa, erkeğin namazı bozulmaz. Çünkü muhazat gerçekleşmemiştir. Erkekle aynı hizada duran kadının, yabancı ya da erkeğin çok yakını olması arasında bir fark yoktur. Önemli olan bu konuda kadın unsurudur. (bk. Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/312.) İlave bilgi için tıklayınız: MUHÂZÂT (MUHÂZÂT-I NİSA) 20 Aç insanlar varken, kediye yapılan aylık 50 TL masraf günah mıdır? Hijyen açısından sorun çıkarıyor; sokağa bıraksam günah olur mu? Ne yapmalıyım? “Aç insanlar varken kediye yapılan bu masraflar günah mı?” sorusu, biraz serbest bir muhtevaya sahiptir. Yani, şayet bu masraf kediye yapılmasaydı, o aç olan insanları bulup kediye yaptığınız masraf kadar her gün o kişilere harcar mıydınız? Sanmıyoruz, çünkü bizim kedimiz olmadığı halde böyle bir şey yapmıyoruz. Böyle bir düşünce sanki, “kediden kurtulma” adına fetvaya bir gerekçe gibi görünüyor. Bununla beraber, muhtaç olan hayvanlara bakmak da önemlidir. Ama hiç şüphesiz muhtaçlardan biri insan diğeri hayvan ise, insanın ihtiyacının giderilmesi önceliklidir. Bu sebeple, eğer mümkünse, güvenilir bir kişi veya kuruma bırakılması uygun olur. Hijyenlik durumu elbet çok önemlidir. Kaldı ki eşlerden birinin istemediği bir kedinin evde olması, aile huzurunu da bozabilir. Bizim tavsiyemiz kediyi sokağa bırakmak yerine, kedi satan kişilere veya uygun gördüğünüz bir yere hediye etmek en makul olanıdır. 21 İmam Gazali’nin, bir Müslüman kadının zorunlu olmadıkça evden çıkması mekruhtur, fetvasına göre, Müslüman bir kadının sohbet, hal hatır için de olsa komşusuna gitmesi yanlış mıdır? Bir Müslüman kadının dinî sohbetlere katılmak veya komşusunun, akrabasının hal hatırını sormak için dışarıya çıkmasında bir sakınca yoktur. Çünkü bunlar da bir zorunluluk nevindendir. Özellikle her zamanın bir hükmü vardır. Bu günkü şehirleşmeden kaynaklanan hayat şartlarında aynı apartmanda oturanların bile birbirlerine gitmediği bir dünyada, kadınların -İslam’ın ön koşul gördüğü şartlarına uyarak- bazen uygun yerlere gitmek üzere dışarı çıkması bir zorunluluk gibi görünüyor. Zira, yaratılış gereği sosyal bir varlık olan insanların başkalarıyla konuşması, dertleşmesi, sohbet etmesi, bir şeyler öğrenmesi, öğretmesi insanların olmazsa olmaz şartıdır. Kadın da bir insan olduğuna göre, onun da bu ihtiyaçlarını gidermesi çok önem arz etmektedir. Gerek bazı hadis rivayetlerinde ve gerek alimlerin eserlerinde “kadınların lüzumsuz yere dışarı çıkmasının hoş görülmemesi” sedd-i zerayi kabilinden, muhtemel fitnelerden ve zararlardan kadınları korumaya yöneliktir. Dolayısıyla, bu zararların olmadığından emin olunduğu bir ortamda kadınların bu beşerî ihtiyaçlarını gidermesinde bir sakınca olmasa gerektir. “Kadınların babasının evine gitmesi durumunda bile, eşinden izin alması”nın ön görülmesi de aile emniyetini, karşılıklı güven ortamını sağlamaya yönelik bir tedbirdir. Bu sebeple, aile ortamını zedelememek için, kadının hiçbir yere kocasının haberi olmadan gitmemesi ne kadar uygundur. Ayrıca lüzumsuz yere çarşıda-sokakta gezmemek de bir kadın için bir onur ve mürüvvet anlamına gelir. Şunu da belirtelim ki, İmam Gazalî’nin “mekruh” dediği, tenzihen mekruh manasınadır. Çünkü, kendisi şafidir, Şafii mezhebinde “tahrimen mekruh” kavramı yoktur, “haram ve mekruh” vardır. Onun için “mekruh” denildiği zaman sadece tenzihî kerahet söz konusudur. 22 Muhammedi ruh nedir, nasıl elde edilir? Bu tür ifadeler mecazdır. Benzetme yönü hazfedildiği için “teşbih-i beliğ” türündendir. Yani, “Hz. Muhammed (asv)’in ruhuna benzeyen ruh” ifadesi yerine “Hz. Muhammed (asv)'in ruhu” anlamında “muhammedî ruh” ifadesi kullanılmıştır. Çünkü, gerçekte hiç kimsenin ruhu başkasının ruhu olamaz. Herkesin ruhu kendine mahsustur. Mecaz manada “Muhammedî ruhu elde etmek” Hz. Muhammed (asv) gibi yaşamaktan geçer. Hz. Aişe (ra) validemizin ifadesiyle “Hz. Muhammed’in ahlakı Kur’an ahlakı idi.” (Müslim, Müsafirin, 139) Demek ki, Onun ruhu Kur’an’la beslenmiş ve öyle olgunlaşmıştı ki, “Şüphesiz sen çok büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 68/4) şeklindeki Allah’ın iltifatını kazanmıştır. “Peygamber'de sizin için güzel bir misal/örnek vardır.” (Ahzab, 33/21) mealindeki ayette ifade edildiği üzere, Hz. Muhammed (asv) ’e ahlakta, kullukta, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etme hususunda uyarsak, onu gibi yaşamaya çalışırsak, onun kutsî ruhundan -bir parıltıda olsa- ruhumuza yansıtabilir, feyzinden istifaza edebilir, marifetinden istifade edebiliriz. Özetle, Hz. Muhammed (asv)’in ruhu iman ve İslam prensipleri çerçevesinde şekillenmiştir. Onun ruhundan bir ışık almak ve aydınlanmak için onun gibi hareket etmek gerekir. Bu da kitap ve sünnet dairesinde Ehl-i sünnet alimlerinin verdiği derslerinden istifade etmek ve bildiklerimizi amelle, pratiğe dökmekle olur. 23 İmam Rabbani, hoparlör ezan okumaya değil, ezanı yok etmeye sebep oluyor, demiş midir? Öyle zannediyoruz ki, bu bilgiyi doğrudan İmam Rabbanî’nin Mektubat'ından değil, ondan alıntı yapan kiaplardan okumuşsunuz. Oralarda yazılan mektupların metinlerine, açıklama mahiyetinde kendi bilgileri de ilave edildiği için, okuyucu bazı sözlerin -yanlışlıkla- İmam Rabbanî’ye ait olduğu zannına kapılabiliyor. Önce şunu çok net olarak söyleyelim ki, ezan kelimelerinin 7 olduğuna işaret edilmiş ve kısaca o kelimelerin ne anlama geldiği izah edilmiş olan İmam Rabbanî’nin 303. mektubunda “hoparlör”den hiç söz edilmemiştir. Zaten hoparlörden söz etmesi mümkün değildir; çünkü, İmam Rabbanî devrinde “HOPARLÖR” diye bir şey yoktu. İlave bilgi için tıklayınız: Camilerde mikrofon ve hoparlör kullanımı caiz midir?.. Kur'an ve ezanın hoparlörle okunması hakkında... 24 Cinler dumansız ateşten yaratıldığına göre, maddeden olan nasıl metafizik olur? Belki de cinler dahi belirli fizik kurallarına tabidirler; bu yüzden metafizik denilemez? Cinlerin metafizik varlıklar olarak adlandırılması söz konusu ise şayet, bu, duyu organlarımız tarafından görülmeyen varlıklar manasına gelir. Bunu böyle ifade edenler, sanki fizik kavramını duyu organlarımızla görülen, metafizik ise duyu organlarımızla görülmeyen fizikötesi varlıkları kastederek bunu seslendiriyorlar. Bu açıdan bu tanımlama doğrudur. Çünkü, şeytanların / cinlerin insanlar tarafından görülmeyen varlıklar olduğu hususu Kur’an’da açıkça ifade edilmektedir: “Şüphesiz şeytan ve kabilesi (cinler), sizin kendilerini görmeyeceğiniz yerlerden sizi görürler.”(Araf Suresi, 7/27). Fakat, ayette vurgulanan husus, cinleri kendi hakikî şekillerinde görmeme olayıdır. Çünkü, cinler Allah’ın izniyle kılık değiştirip insan veya başka bir cisim şeklinde ortaya çıkabilir ve o şekilde görülebilir. Bu konuda Peygamberimiz (a.s.m)’in şeytanı gördüğüne dair rivayetler de vardır. Ve başka insanlar da onları bu hallerinde görmüşlerdir. (bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri). Fizik alemini maddî alem olarak düşündüğümüzde, cinlerin de fizik dünyasının bir parçası olduğunda şüphe yoktur. Çünkü onlar da bir maddeden / ateşten yaratılmışlardır. Bu manada melekler de bir maddeden / nur unsurundan yaratılmışlardır. Bununla beraber, cinler ateşten yaratıldıklarına göre bir nevi enerji olarak da düşünülebilir ki, enerji de maddedir. Çünkü madde, enerjinin yoğunlaşmış ve kesafet peyda ederek şekillenmiş halidir. Ancak maddenin kesif hali olan fizikî unsurlar ile enerji hali olan letafeti nuranî bir şeffafiyet ve saydamlığa sahiptir. Bu açıdan genel prensip olarak fizik sözcüğü -letafetiyle şeffaf- bir enerji konumunda olan cinler için kullanılmayabilir. 25 İmam Azam Ebu Hanife, Caferi Sadık’tan hadis almış mıdır? Ehl-i sünnet alimleri, Hz. Ali (ra), Zeynelabidin, İmam Bakır, Caferi Sadık gibi Ehl-i beyt alimlerinden neden hadis almamıştır? İmam Azam Ebu Hanife, Caferi Sadık’tan hadis almıştır. ayrıca, Ehl-i sünnet alimleri, Hz. Ali (ra), Zeynelabidin, İmam Bakır, Caferi Sadık gibi Ehl-i beyt alimlerinden de hadis rivayet etmişlerdir. a. Güvenilir tarih kaynaklarında İmam Ebû Hanife’nin özellikle hadîs dersi aldığı hocaları arasında, Ata b. Ebî Rebah, Zeyd b. Ali, Şa’bi, Tavus, İkrime, Katade, Nafi, Zühri, Simak b. Harb ve Hammad b. Ebi Süleyman başta olmak üzere yüz civarında büyük tâbiûn âliminin ismi geçmektedir. Bazı kaynaklarda ise Ebû Hanife’nin yüzlerce tâbiûn âlimiyle görüşüp hadîs aldığı bilgileri yer almaktadır. Ebû Hanife, Kufe’deki tâbiûn âlimlerinin bilgi birikimini elde etmede en fazla, Hammad b. Ebî Süleyman’dan faydalanmıştır. Onun Hammad b. Ebî Süleyman’ın derslerine hiç aksatmadan yaklaşık yirmi yıl kadar devam ettiği bilinmektedir. Hattâ onun bu hocasından iki bin civarında ahkâm hadîsi yazdığı bilgisi de güvenilir kaynaklarda yer almaktadır. İmam Ebû Hanife, Ehl-i beyt imamlarının hadîs birikimlerine de vâkıf olmuştu. Bu kapsamda onun Zeyd b. Ali ile uzun süre yakından görüştüğü ve kendisinden hadîs dinlediği bilinmektedir. Onun tahsil hayatında Hammad b. Ebî Süleyman ve Ata b. Ebî Rebah gibi, Zeyd b. Ali de çok özel bir yere sahiptir. Ayrıca tarihî kaynaklarda onun hac esnasında Ehl-i beyt imamlarından İmam Muhammed Bâkır ve İmam Cafer Sadık ile de görüşüp bazı fıkhî konuları müzakere ettikleri bilgisi yer almaktadır.(1) b. Hadisler daha çok Emevî döneminde toplanmaya başlanmıştır. O dönemde bir kısım Emevi yetkililerin Ehl-i beyte karşı olumsuz tutumları ve zulümleri, Ehl-i beyt'ten açıkça hadis rivayetinde bulunmaya engel teşkil etmiştir. Hasan Basrî’nin “Neden mürsel hadis rivayet ediyorsun, sahabenin adını niçin vermiyorsun?” diyen birisine verdiği cevapta söylediği şu sözleri bu konuda çok manidardır: “Bulunduğumuz devrin (Haccac devrinin) durumunu biliyorsun. Ben mürsel olarak rivayet ettiğim hadislerin hepsini esasen Hz. Ali (ra)’den naklediyorum. Fakat bu devirde onun adını söyleyebilir miyim.”(bk. Suyutî, Tedribu’r-râvî, 1/204). c. O günkü siyasî ortamda meydana gelen olayların bir sonucu olarak bazı kimseler kendi taraftarlarını haklı çıkaracak şekilde hadis uydurdukları bilinmektedir. Bu siyasî cereyanlar arasında hariciler, nasıbiler ve Şialar da vardır. Ehl-i sünnet bu açıdan bu grupların rivayetlerine ihtiyatla yaklaşmışlardır. Şunu unutmamak gerekir, Ehl-i sünnetin Ehl-i beyt tarikiyle gelen bazı hadis rivayetlerine itibar etmemeleri, söz konusu rivayet zincirinde yer alan Ehl-i beyt imamlarına karşı olumsuz tavırlarından değil, Ehl-i beyt'in dışında kalan ravilere karşı bir tavırdır. d. Bununla beraber, Ehl-i sünnet kaynaklarında Hz. Ali (ra) ile ilgili hadisler diğer raşit halifelerle ilgili hadislerden kat kat fazladır. Bu da Ehl-i sünnetin İmam Ali (ra)’ye karşı gösterdikleri saygı ve sevginin açık bir belgesidir. e. Ehl-i teşeyyu / Şia alimlerine göre, Hz. Zeynelâbidîn, Hz. Muhammed Bakır, Hz. Cefar-i Sadık gibi imamların sözleri de -masum kabul edildikleri için- dinde bir hüccet kabul edilmiş ve bu açıdan onların sözlerine de hadis telakkisiyle bakılmıştır. Ehl-i sünnet alimlerine göre, Peygamber (asv)'den başka kimse masum değildir. Bu sebeple, -özellikle sahabeden sonra 26 gelen- alimlerin sözleri bir hadis hüviyetinde kabul edilmemiştir. f. Bununla beraber, Ehl-i sünnet kaynaklarında Ehl-i beyt imamlarının sözlerine, görüşlerine yer verilmiştir. Burada İmam Zeynelâbidin Ali b. İmam el-Hüseyn’i bir örnek olarak göstereceğiz: Bilindiği gibi Meşhur hadis hafızı İbn Hacer, Kütübü Site kaynaklarında yer alan râvileri tanıtmak üzere “Tehzibu’tehzib” adlı bir eser yazmıştır. Bu eserde Zeynelâbidin Hazretlerine de yer vermiştir.(bk. Tehzib,7/304-307). Bu eserde kendisinin hadis aldığı kimselerin bir listesi verilmiştir. Babasından, amcasından -mürsel olarak- dedesinden yaptığı rivayetler yanında, Ebu Hureyre, İbn Abbas, Hz. Aişe, Hz. Safiye, Hz. Ümmü Seleme’den (Radiyallahu anhum ecmain) de rivayet ettiği belirtilmiştir. Kendisinden de bir çok ünlü Ehl-i sünnet muhaddisleri; Tavus b. Keysan, Zuhrî, Ebu Zennad gibi ünlü hadisçilerin de içinde bulunduğu pek çok Ehl-i sünnet alimi kendisinden hadis rivayet etmiştir.(a.g.e). Büyük bir muhaddis olam Zuhri: “Ondan (İmam Zeynelâbidin Ali b. İmam el-Hüseyn) daha fakih olan kimseyi görmedim. Kureyşliler arasında ondan daha faziletlisini görmedim” derken, İmam Malik, “Ehl-i beyt içerisinde ondan daha faziletlisini görmediğini…her bir gece ve günde/24 saatte 1000 rekat namaz kıldığını” söylemiştir. İbn Sad da “Onun çok hadis rivayet eden bir alim, takva sahibi, güvenilir, sika, tabiilerin ikinci tabakası arasında yer alan mümtaz bir zat olduğunu” söylemiştir.(a.g.e). g. Keza, İmam Muhammed Bakır’a da aynı eserde yer verilmiştir. Kendisi, dedeleri ve amcalarının yanında, Semüre b. Cündub, İbn Abbas, Ebu Hureyre, Hz. Aişe, Hz. Ümmü Seleme ve daha başka bir çok alimden hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de İmam Cafer, İshak es-Sebuî, A’rac, Zuhrî, Makhul, Evzaî, İbn Ata, Mamer b. Yahya gibi pek çok Ehl-i sünnet alimi hadis rivayet etmiştir. İbn Sad, “onun Tabiî, muhaddis, sika bir zat olduğunu” söylemiştir. Ünlü Hadisçi, Nesaî, “onun tabiinden ve Medine fakihlerinden olduğunu” belirtmiştir. Muhammed b. el-Mükender şunları söylemiştir: “Ben İmam Zeynel’abidin’den daha üstün bir kimseyi görmedim. Ta, oğlu İmam Muhammed Bakır’ı görünceye kadar.. Kendisine biraz vaaz etmek istedim fakat o bana vazetti.”(a.g.e, 9/350-352). h. Keza, İmam Cafer-i Sadık hakkında da aynı eserde(2/103-104) bilgi verilmiş, İmam Şafii,Yahya b. Main, Ebu Hatim, İbn Adî gibi ünlü ehl-i sünnet alimleri onun sika, güvenilir olduğunu vurgulamışlardır. Amr b. Ebi’l-Mikdam, “onu gördüğümde, peygamber sülalesinden olduğunu hemen fark ederim” demiştir. Süfyan Servî, Sufyan b. Uyeyne, İmam Malik, İbn Cureyc, Ebu Hanife, Kattan ve daha başka bir çok ehl-i sünnet alimi ondan hadis rivayet etmişlerdir.(a.g.e). i. Bu bilgiler gösteriyor ki, Ehl-i sünnet alimleri Ehl-i beyt imamlarına gereken saygı ve sevgiyi göstermiştir. Bu gibi bilgiler veren daha pek çok Sünnî kaynak vardır. Fakat, bizim İbn Hacer’in bu kitabını seçmemiz, bu eserde, Ehl-i sünnetin en fazla itibar ettiği hadis külliyatı olan Kütübü Sitte'de yer alan hadisçilere özel olarak yer ayrılmış olmasıdır. j. Ehl-i sünnet ile Ehl-i beyt sevgisiyle ortaya çıkan Şialar arasındaki feri meseleleri ortaya atmak, İslam’a ve Müslümanlara bir fayda vermez, fakat İslam düşmanlarına yarar sağlar... Birbirimizi daha yakından tanıma imkânı bulursak, imanda kardeş olduğumuzu daha iyi anlarız. Kur’an’la şerefleri, imanları, samimiyetleri sabit olan sahabeye dil uzatmakta hiçbir sevap yok, aksine günah çoktur. 27 Kur’an’da, Sünnette, Ehl-i Beyt sevgisinde buluşmak dileklerimizle… Dipnot: (1) bk. Prof. Dr. Beşir Gözübenli, İmam Âzam Ebû Hanife’nin İçtihat Sistematiğinde Sünnet ve Hadis, Yeni Ümit, Sayı : 88 Nisan-Mayıs-Haziran 2010 28 İnsana, elest bezmin(bezm-i elest)deyken olmuş olacak her şey gösterilmiştir, biz bunları çeşitli kayıtlar altına girme sonucu (beden, aura, vs...) unuturuz, ifadeleri doğru mudur? Bu bilgiler doğru değildir; her şeyi bilmek sadece Allah’a mahsustur. Bezm-i elestte “Allah’ın rububiyeti / Rab olduğu gerçeği” öğretilmiştir. Kur’an ve hadislerde, bunun dışında geçmiş ve gelecekle ilgili bir ilmin verildiğine dair herhangi bir işaret söz konusu değildir. Bilakis Kur’an’da “...Size ilimden çok az şey/bilgi verilmiştir.” (İsra 17/85) denilmektedir. Bununla beraber, -bir çok kötülüklerine rağmen- insanların meleklerden tercih edilerek yaratılmış olmalarının en önemli bir hikmeti, Hz. Adem (as)’a “talim-i esma” unvanıyla öğretilen ilimlerdir. Bu açıdan bakıldığında, insanlarda maddî ve manevî ilimleri öğrenme kabiliyeti vardır. Maddî teknik metoduyla, aklın inkişafıyla maddî ilimlerin keşfi mümkün olduğu gibi, manevî teknik metoduyla (iman, takva, salih amelle), kalbin inkişafıyla da manevî ilimleri keşfetmek mümkündür. Fakat bu her iki ilmin de sınırlı olduğunda şüphe yoktur. Konuyla ilgili ayet hakkında bilgi için tıklayınız: Misak, yani kalubeladaki "anlaşma" ne demektir? Ruhlar âlemindeyken Allah'a verdiğimiz sözü, niçin hatırlamıyoruz? Bu sözü hatırlamayışımız, bizi sorumluluktan kurtarır mı? 29 Siyasi olaylardan ve eylemlerden uzak durmaya çalışanlar, kötü emeli olan insanların ekmeğine yağ sürmekle ve haksızlığa karşı bir tepki göstermemekle itham ediliyorlar. Bu insanlara nasıl bir cevap vermeliyiz? Buna belli bir cevabı tespit etmek zordur. Çünkü, karşı tarafın gerekçelerini iyi bilip ona göre bir argüman geliştirmek gerekir. Bununla beraber, işin ifrat ve tefrit tarafına kaçmadan konuşmak gerekir. Yani eğer “Hiç kimse siyaset yapmasın, siz de yapmayın.” derseniz, “uzak durmakla kötü emeli olan insanların ekmeğine yağ süreceğiz” yargısını haklı çıkaracaksınız. Çünkü, sahneden iyi insanlar çıkarsa ister istemez orası kötü insanlara kalır. Müslümanlar olarak, kendi aramızda iş bölümü yapmak zorundayız. Bir kısmı siyasetle uğraşsın ki, zaten uğraşmaktadır. Ama bütün insanlar siyasetle meşgul olsa, diğer çok önemli işler sahipsiz kalır. Örneğin, herkes siyasetle iştigal etse, o zaman bütün insanları kucaklaması gereken iman hizmetine darbe vurulmuş olur. Halbuki bütün siyasetlerin üstünde bir öneme sahip olan İman ve İslam hizmetini yapmak için hiçbir partiye açıktan bağlı olmamak gerekir. Çünkü, eğer siz A partisine bağlı iseniz, B partisine mensup olanların yanında “karşı tarafsınız”. Bu durumda ağzınızdan kuş uçursanız size kulak asmazlar. En halis, en samimi olan söz veya davranışınızı hep bir “siyaset propagandası” olarak görürler. Bu ise İslam’a büyük bir zarardır. Ayrıca siyasetle meşgul olmak herkese gerekmez; yalnız siyasî olanlara gerekir. Dört yılda bir olacak bir seçim esnasında vereceğimiz her oy bizim siyasetimizi belirler. Yani bu da bir siyasettir. Ancak, doğrudan siyaset içinde olmayan halkın lüzumsuz yere, “bir saatte yapacağı işi / oy işini” dört yıl boyunca diline dolamak ve her yerde onu konuşmak gerçekten akla ziyandır. Çünkü, “Dervişin fikri ne ise zikri de odur.” Gece-gündüz işi gücü siyasetle iştigal eden kimsenin “Rabbini, peygamberini, dinini ve kendini düşünmeye” fazla vakti kalmaz. En büyük siyaset, siyasetsizliktir. Çünkü, bu tavrınızla çok daha güzel neticeler alma imkânına sahip olabilirsiniz. Eğer maksat, iyi insanların iş başına gelmelerini sağlamak ise, bunun tek çaresi vardır; milletin evladını iyi yetiştirmek, imanlı yetiştirmek, ahlaklı yetiştirmek... Çünkü, iş başına geçenler bu milletin fertleri arasından seçilirler. Toplumda iyi insan yoksa veya çok az ise o zaman işi hangi iyi insana bırakırsınız? Bu gün iş başında olan bazı iyi insanlar varsa, bunun tek sebebi, daha önce toplum fertlerini iyi yetiştirmeye yönelik olarak yapılan hizmetlerdir. İşte siyasetsizlik siyaseti… Ahlaklı, dürüst, Allah korkusuna sahip, fazileti esas alan, "halka hizmeti Hakk’a hizmet" olarak kabul eden bir anlayış olmadıktan sonra, adamın adı “Müslüman / mümin” olmuş ne yazar. Nitekim, bu unvanı taşıyan nice kimselerin “keseyi doldurmaktan” başka işlere vakit bulamadıklarına şahit olmuşuzdur. Bu sebepledir ki, Bediüzzaman Hazretleri 1950’lerde şu tespitte bulunmuştu: “Şu zamanda İslam adına her hangi bir partinin başa geçmesi isabetli değildir. Çünkü, ahlak o kadar bozulmuştur ki, yirmi kişiden birine itimat edilmez...” Yani, din adına ortaya çıkıp da her türlü ahlaksızlığı yapanların bu “kırık notları” halk tarafından yanlışlıkla “din” hanesine yazılır. Bu ise İslam’a yapılan en büyük hıyanettir. 30 Bir ordunun karacısı, havacısı, denizcisi vardır; hepsinin hedefi yurt savunmasıdır. Eğer bütün ordu sadece havacı veya karacı veya denizci olsa düşmana karşı ta baştan mağlup olmuş demektir. Bunun gibi, kendini Allah’ın dinine hizmete adayan kimseler bir sivil ordu gibidir. Bir kısmı ilimle, bir kısmı güzel ahlakla, bir kısmı sosyal hizmetle, bir kısmı idare / siyasetle uğraşmalıdır ki, toplum her yönden mükemmel olsun. Bir ülke düşünün ki, üniversiteleri, sivil toplum hareketleri, sosyal aktivite sahipleri, sanayici ve esnaflarının iş yerleri, hepsi birer askerî kışlaya dönmüş, böyle bir ülkede terakki, huzur ve de onur namına bir şey kalır mı? İşte bir sermeşk, artık buna göre aşk edebilirsiniz. İlave bilgi için tıklayınız: Dinimiz siyasette ne oranda yer vermiştir, dindar bir insan siyasette yer alablir mi? Bir Mayıs gibi eylemleri yapmanın ve protesto yürüyüşlerine katılmanın bir sakıncası var mıdır? Bu tür eylemlere katılamayanları kınayanlara ne demeliyiz? 31 Bazı kaynaklarda, Şeyhülislam Ebussuud Efendi'nin, Yunus Emre'yi küfürle suçlayıcı fetvalar verdiği, şeklinde bilgiler gördüm. Böyle bir fetva var mıdır? İslam Tarihi içerisinde bir kısım ehl-i tasavvufun “şatahat” denilen ve görünürde İslam dininin esaslarına ters düşen sözlerinin küfür kabul edildiği bir gerçektir. Hallac-ı Mansur bunlardan biridir. İbn Arabî de kıl payı kurtulmuştur. Bunun sebebi şudur: Şeriat, fıkıh alimleri, şeriatın zahirî hükümlerine göre konuları değerlendirmek durumundadır. Bu sebeple, zahiren / görünürde küfür sayılan söz ve davranışlara müsamaha göstermelerini beklememek gerekir. Nitekim, bir rivayete göre Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: “Kim kendini töhmet altında bırakacak bir konuma soktuğu için başkası tarafından suizanna muhatap olursa, sadece kendini ayıplasın.”(Kenzu’lUmmal, 3/804). Bununla beraber, tarih içerisinde bu gibi olayların yaşanmasına, yanlış imaj oluşturan bir kısım kapalı sözlerin varlığı yanında, işin tevil tarafına kulak asmayan alimlerin tolerans tanımayan sertlikleri de sebebiyet vermiştir. Yunus Emre’nin tekfir meselesine gelince: “Bugün İstanbul’un tarihi bir caddesine ismi verilmiş bulunan Şeyhülislam Ebussuud Efendi, dönemin devlet işlerini ve sivil hayatını dinsel hükümlere (şeriata) göre şekillendirmiştir. Bu yüzden, Yunus Emre’nin şiirleri bile dine aykırı sayılmış, "Bu şiirleri okuyanların öldürülmesi gerekir." diye fetvalar verilmiştir. "Yunus Emre’nin, 'Cennet cennet dedikleri, bir ev ile birkaç huri / İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni.' diye başlayan şathiyesini okumak, idam edilmeyi göze almak demekti." bilgisine yer veren yazar, kaynak olarak da M. Ertuğrul Düzdağ’ın yayımladığı “Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları"nı vermiştir. Siz de bu kaynağa bakabilirsiniz. Bu fetvaları, verdiğimiz bilgiler ışığında değerlendirmek ve Yunus Emre ve Hallac-ı Mansur gibi insanları -bu tür fetvalara bakarak- tekfir etmeye yeltenmemek en zararsız ve faydalı yoldur. 32