başbakan 4x4 alavi oluyor! müslümanlar da

advertisement
kızılbaş
Eyl ü l 2013 - S a y ı 30
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
başbakan 4x4
alavi oluyor!
müslümanlar da
kızılbaş mı
olacaklar?
6-7 eylül 1955
kızılbaş - sayfa 2 - sayı 30 eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş
yayınlayan / veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni:
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi: hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
kizilbasankara@hotmail.com
berlin temsilcisi: ali koçak
alikocak50@hotmail.com
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi: ali usta
info@ali-usta.net
tel: 0176 78 56 12 71
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
kizilbasdergisi@kizilbas.biz
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 eylül 2013 sayı: 30
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg
6 sayı 30 € - 12 sayı 60 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek iler:
Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Ali Ülger
Sayfa 06 - Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar - 8 Savaş; ....... A.H. Kanlı
Sayfa 07 - Ahmet’in ön otopsi raporu açıklandı ......................................
Sayfa 08 - Putin’in NY Times’taki makalesi ..................................................
Sayfa 09 - Mihail Vasilyadis ile 6-7 Eylül üzerine: “Susanlar da suçlu”
............................................................................... Arife Köse
Sayfa 12 - BETHNAHRİN VE DÜNYA KAMUOYUNA!
Sayfa 13 - MİT, Hrant Dink’in infaz emrini Kiril alfabesiyle verdi
..................................................................... Av. Fethiye Çetin
Sayfa 14 - Açıklama ve belgeler ........................ Gani PEKŞEN - Tolga SAĞ
Sayfa 15 - İZZETTİN DOĞANA YAZDIĞI MEKTUP
Sayfa 15 - İSLAM BİZİM NEREMİZDE? ..................... Hüseyin Gazi Metin
Sayfa 16 - izzettin doğan asimilasyoncu bir düşkündür
.................................................................... Erdal YILDIRIM
Sayfa 17 - Spasî ji bo weşanên rȇveberiya giştî ya karubarȇn Êzȋdiyan!
........................................................................................ Kemal Tolan
Sayfa 18 - tertele... ..................................................... ARAM ARARAT
Sayfa 20 - ÜLKE KOKUYORSUN .......................................... Mehmet Söğüt
Sayfa 21 - Bu savaşa da bu barışa da hayır ....................... Davut Kurun
Sayfa 23- Vahhabilik, Suudiler ve Mekke Şerifi ........ Prof. Dr. AYŞE HÜR
Sayfa 25 - Şah İsmayıl Xətai. Bayatılar ..........................................
Sayfa 26 - Ermeni Katliamlarında Kürtlerin Rolü Üzerine Bir Tartışma
................................................................................... Alişan Akpınar
Sayfa 29 - 1915 ve öncesi: kürt tarih yazımında inkarcı eğilimler
üzerine - 1. Bölüm ......................................... Hovsep Hayreni
Sayfa 35 - beşikçi’nin dersim toplantısı ve çıkmaz sokakta kuyrukları ile
oynayanlar ................................................................... Munzur Cem
Sayfa 41 - İSMAİL BEŞİKÇİ VE DERSİM PANELİ’NİN YANKILARI
DEVAM EDERKEN ................................... Dr. Daimi Cengiz
Sayfa 44 - Dersim’de Bilincin Uyanışı .............................. Dr. İsmail Beşikçi
Sayfa 46 - ‘’MANKURTLUK’’ ................................................................
Sayfa 47 - Ahmet Zeki Okçuoğlu: Kürdistan?ı verin, Kürtlüğünüzü
verelim! ........................................................................... Çetin Çeko
Sayfa 50 - Ergenekon ve Ermeni soykırımı ........ Prof. Dr. Taner Akçam
Sayfa 51 - Sivaslı Ermeni aile, arazisi için dava açtı ........................................
Sayfa 51 - Öcalan İmralı’ya 3 gazeteci istedi ...........................................
Sayfa 52 - Kürtçe lazımsa onu da devletimiz konuşur! .................. Ali Topuz
Sayfa 53 - Muazzam bir servet sahibi olan Atatürk, vasiyetini yazdırdı
Sayfa 55 - Genelge Bilgileri ....................................................... Sait Çetinoğlu
Sayfa 56 - Bir Kıbrıslının yeryüzünün lanetlisi olarak portresi ya da
bir enternasyonalistin Türkiye işçi sınıfına ve tüm
ezilenlerine mektubu! ............................................... Aziz Şah
Sayfa 59 - ulusal konger; ulus ve ülkenin birliği için bağımsızlığa
açılmalıdır! ................................................................... Ahmet Önal
Sayfa 60 - İslamiyet’i Kürtlerden öğrenin ..................... Gültan Kışanak
Sayfa 61 - Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurulmasının Tek Bir Mantığı Vardı:
‘Anti-Ermeni’ .................................................................. Cevat Sinet
Sayfa 61 - Midyat’taki Süryanilerin arsa ve tarlaları çete tarafından
elinden alındı. ..........................................................................
Sayfa 62 - Türkler nasıl Türkiyelileşir? ................. Yard. Doç. Bülent Küçük
Sayfa 64 - Kayseri de Kızılbaş Alevileri .................................. Ali Ülger
Sayfa 64 - Dedelere maaş verilmeli mi? .......... Prof. Dr. Bekir Berat Özipek
Sen Gittin Gideli Deliye Döndüm
Ali Kızıltuğ
Sen Gittin Gideli Deliye Döndüm
Her Gün Gözyaşımı Dökerim Ali
Ana Bacı Gardaş Bilmez Diyorlar
Duydukça İçimi Çekerim Ali
Seni Sevenlerin Yaralı Dertli
Şu Elin Zalımı Bizden Kıymetli
Keramet Sahibiydin Güçlü Kuvvetli
Yoksa Bir Kul İdin Öldünmü Ali
Zalimin Zulumü Bizi Yakarsa
Ağladıp Karşıdan Bakarsa
Ahirette Elimiz Boşa Çıkarsa
Tutar Zülfikarı Kırarım Ali
Zalim Yazdı Katlimize Fermanı
Tütüyor Başımda Derdin Dumanı
Geleceksen Tez Gel Tam Da Zamanı
Yoksa İkrarımdan Dönerim Ali
Kızıltuğ'um Pire Gönül Bağladım
Yıllar Var Ki İçin İçin Ağladım
Can Boğaza Geldi Küstüm Söyledim
Yine Senden Özür Dilerim Ali
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cangözü
ile
görmek
sadece devletin dayattığı gibi mi algılayacagız?
Camiye gidip gelmek mi din ve vicdan hürriyeti?!.. Bizce hayır.
Ali Ülger
Devletin örgütleyip inşa ettiği cemevi-cami ve aşevi projesi yeni
degil! Osmanlıdan İttihatçılar aracılığıyla tc’ye geçişteki devlet siyasetini iyi bilmedin mi olmaz, adamı
tefe alırlar. Durum da tam bu...
Devletin Alevi-Bektaşi dernek ve
vakıfları aracılığıyla yürüttüğü top
yekün türkleştirme ile ihtiyacı kadar müslümanlaştırma siyaseti devam ediyor.
Diğer yandan cami-cemevi projesine şeklen karşı çıkanlar da esasında devletin bu siyasetine çanak
tutuyorlar. Şöyle ki; sistematik bir
şekilde islam müslüman düşmanlığı
yapılıyor. Ve bu düşmanlık her iki
kesimde de yapılıyor. Kızılbaş-Alevi-Bektaşi kesiminde islam müslüman düşmanlığı üzerinden siyaset
yapılıyor. Diğer yandan da İslamMüslümanlar arasında KızılbaşAlevi-Bektaşi düşmanlığı yaptırılıyor!. Peki neden devlet bu siyaseti
işletiyor?
Dinler ve farklı topluluklar arasında sağlıklı, hoşgürülü insani ve
siyasi ilişkiler gelişirse, devletin
ırkçı inkarcı ve de anti demokratik
kurum ve kurumları ölmeye, yok olmaya başlar da ondan.
Toplumda olması gereken yeni bir
mutabakata kapı açılır, açık demokratik bir süreç başlar ve buradaki despotik yapılar küçülmeye
başlarsa, devleti elinde araç olarak
tutan elitin ve işbirlikçilerinin işi
zorlaşır. Esas sıkıntı budur.
***
- Devletin bu türkleştirme sunnileş-
tirme siyasetine elbette karşı çıkacağız.
- Sadece olmaz demekle olmuyor.!
Önce denensin, sonra bakalım diyenler var. İslam ve inananlar, biz
Kızılbaş Alevileri, kendileriyle eşit
görüyorlar mı? Buyursun konuşsunlar bakalım!...
- Biz Kızılbaşlar hakkında, Şeyhlül İslamın aldığı fetvalar var.
ht t p:// w w w. k i z i l ba s . b i z /
b e l ge l e r/ 101- s eyhue l i s l a m ebussuud-efendi-fetvalari.html
Bu fetvalarını geri alıp özür dilesinler.
- Müslümanlar bizim cemevimize
buyursun gelsinler, istedikleri gibi
ibadet etmelerine kapılarımızı açar
ve rahatsız da olmayız.
- Biz de camilerde Kızılbaş-Alevi
cemi yaparız, saz da çalarız engürde ezeriz, semahta yürürüz. Bacı
Ğardaş yan yana can cana oluruz.
- Peki müslümanlar buna evet diyecekler mi? Yoksa buyurun namaza
mı, bizim gibi yapın mı diyecekler?
Öyle olacaksa cemevine ne hacet
var? İsteyen camiye gider. Biz Kızılbaş-Alevinin camiye gitmesini
engelleyip kuyruğundan tutmadık.
Din ve vicdan hürriyeti, istediği
dine girme, istediği zaman dinden
çıkma, inancının geregini yerine
getirme de hukuki güvence de olmaktır. İnancını yaşarken başkalarına zarar ziyan yapmadan!..
Bunlar tc. islamında ve ümmetine
geçirdiği müslümanlar da var mı?
Tabii ki yok, olamaz da çünkü devlet laik degil. Hiç bir an laik olmadı. Din düşmanlığı laiklik olarak
dayatıldı!...
Şimdi başa dönersek, devletin Alevi örgütlenmelerinde din ve vicdan
hürriyetini gerçekten savunuyorlar
mı? Müslüman ve diğer din ve inanç
grupları içinde savunuyorlar mı?
Şimdi doğru durup doğru konuşalım devletin, müslüman örgütlenmelerinde ve de alevi örgütlenmelerinde din ve vicdan hürriyeti
yoktur, olmasını da beklemek ayıptır, günahtır, zuldür!....
Önerimiz ve çabamız ne olmalı;
Herbir din ve inanç grubunun, açık
ve demokratik örgütlenme hakları,
devletten bağımsız ama yasal güvence altında sağlanmalı.
Demokratik toplumun oluşturulmasını devletten beklemek ise abes ileiştigaldir!
Demokratik toplumun oluşması,
hak hukuk isteyenlerin tümünün,
demokratikleşme siyasetlerine aktif
katılımı ile gerçekleşir.
Camiye giden Kızılbaş’ın da Kızılbaşlığını alırız elinden, ona müslüman deriz!...
İslam-Müslüman düşmanlığından
Kızılbaş-Aleviler olarak vazgeçilmeli. Karşılıklı yüzleşme, demokratikleşmeyle, gelecegin modern demokratik toplumun yolunu açmaya
özen göstermeliyiz.
Şimdi biz, din ve vicdan hürriyetini
Devletin asimilasyon siyasetlerinin
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
barışa ve dostluga engel olduğunu
görmek gerekir. Taraflar arasında
gerçekten dayanışmaya, yüzleşmeye çok ihtiyacımız olduğunu bilince
çıkarmalıyız!...
Kızılbaş-Aleviler aktif siyasetini
nerde yapıyorlar? Kendilerine ait
olmayan el kapılarında, devletin şu
ya da bu partisinde, bu partilerin
tırkçılık ve asimilasyon siyasetlerinde ortaklıkları var. İster solcu
ister sağcı ne olurlarsa olsunlar
hiçte fark etmez, hepsinin ana siyaseti aynı inkar asimilasyon türkleştirme, devlet ümmeti müslüman
yapmaktır!...
Türk-Kürt-İslam birliği dahilinden
Kürt devleti istemeyen beyaz Kürtlere marabalık yapak Kürt ve Zaza
Kızılbaşarının durumuda aynı!..
Gezi, Okmeydanı, Tuzluçayır ve
benzerlerinde öldürülenlerin hepsi
Kızılbaş evlatlar. Neden?
Devletin Ergenekon siyasetine malzeme olmamalı bizim Kızılbaş Alevi gençliğimi. Kendine sahip olan
kendini temsil eden bir yola girmelidir!...
Kızılbaş-Alevilerin artık bulundukları ecnebi tırk siyasi örgüt ve partilerindeki marabalıklarına bir son
vermelerini hatırlatıyorum. Öneriyorum, talep ediyorum!..
Kızılbaş-Aleviler olarak bu devlet
siyasetinin dışında kendi öz açık
siyasetimizi oluşturarak kendimizi
temsil etmeliyiz, kendi partimiz ile
kendi vekilimiz ile!..
***
Türk devleti her daim kendine düşman bir komşu ülke bulmuştur. Bu
siyaseti bilinir. Bulgaristan, Yunanistan, Kıbrıs, Mısır, Irak, İran,
Rusya, Ermenistan, şimdi de Suriye!... bu siyaset ile sağlıklı komşuluk ilişkileri geliştirilemez, bölgesel barış sağlanamaz!... Bunun
düzelmesini tc’den beklemek aşırı
şaşkınlık olmaz mı?
Yaşadığımız coğrafyada var olan
mazlumların demokratik ittifakıyla
kendilerini temsil etmeleri gerekir!..
Demokratikleşme ve yeniden yapılanma için, modern kapıları açmak
gerekir.
***
Hazır bir reçeteyle de olmaz bu işler. Tabuları kaldırarak yeni adım
lar atılabilinir. Örneğin Kürt milli
sorunu, Ermeni sorunu ve KızılbaşAlevi sorunu vd....
Bu hayati sorunlar, islam kardeşliği ile çözülemez!... Sorunu üretenler ile birlikte kalınarak demokratik
çözüm olamaz!...
Bu yönde kalıcı tek bir örnek yok!..
Kürt milleti devletleşmek istemeyen
bir örgütleme ile yüz yüze ve önemli bir kesim de bu örgütlenmenin
daytmalarını destekliyor!
Kürt milletinin demokratik kesimi,
demokrat aydınlarının bu sorunu
aşmanın fikriyatını ve kurumunu
üretip geliştirmedikçe sömürgecilerin egemenliğinde mahkum kalırlar!...
“Testi suyu ile değirmen dönmez
imiş” öz deyişi bize çok şey anlatmakta, tabii ki can gözüyle görüp
duyanlara!...
***
Suriye meselesi Abd’in ve Moskovanın çözümleri ile uzun vadede
barışı huzuru getiremez kanısındayım geçici kısa bir süre ateşkes olsa
da!...
Çözüm;
1. Suriye’nin üçe bölünmesidir.
Nusayriler ve Hırıstiyanlar dinli
dinsizle ne varsa!..
2. Kürt devletinin kurulması.
3. Şeriatçı müslüman Arapların
Nusayrilerden ve Kürtlerden ayrı
devlet kurmaları.
Sınır bölgelerinde de birleşmiş
milletlerin mavi barış güçleri bekçilik yapmalı!...
Akla ve mantığa en uygun olan bir
öneri olsa gerek!...
Can cana Saygılarım ile....
yeni çıktı PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen
herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 €
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir Kavram
Bin KIRIM
Yanilsamalar - 8
Savaş;
Ali Haydar Kanlı
Savaş isim, askerlik
1. İsim, askerlik devletlerin diplomatik
ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı
mücadele, harp, cenk, cidal
2. Uğraşma, kavga, mücadele
3. Bir şeyi ortadan kaldırmak, yok etmek amacıyla girişilen mücadele “Veremle savaş.”
Atasözü, deyim ve birleşik fiiller savaş
açmak (veya ilan etmek) savaş vermek
Birleşik Sözler savaş alanı savaş düzeni savaş gemisi savaş sebebi iç savaş
kimyasal savaş psikolojik savaş sıcak
savaş soğuk savaş çete savaşı gerilla savaşı meydan savaşı sınır savaşı
uzay savaşı yaşam savaşı yıldız savaşı
(yukarıdaki aktarı TDK Sözlüğünden
alıntıdır) “Savaş”: En özlü tanımıyla
politikanın başka araçlarla devamıdır...
İnsan türünün mülkiyetle başlayan tarihinde; önceleri komşuların hayvanlarını, yiyecek stoklarını yağmalamakla
başlayan savaşlar (çatışma) giderek yer
yurt işgallerine ve ya işgale karşı savaşlara dönüşmüştür.
Köleci Toplum Sürecinde ganimet ve
esir edinme savaşları olarak adlandırabileceğimiz savaşlarda soylular silahlanarak sefere çıkar ve savaşlardan ganimet ve köle getirirlerdi. Getirdikleri
ganimetle zenginleşir, köleleri çalıştırarak da toprağı işler, sair işler yaptırırlardı. Soyluların(!) çalışması adetten
değildi. Ta ki; savaşlardan yenilgiyle
dönenlerin (kolsuz, bacaksız vs.) sayısı sağ dönenlerden çok daha fazla
olduğu ve sağ dönenlerin de ganimet
ve köle getiremedikleri için itibarlarını
kaybettikleri, giderek daha da yoksullaştıkları zamana dek ve işte o zaman
egemenler kendileri yerine kölelerin
çocuklarının savaştırılmasını öngörür,
buna uygun yasal düzenlemeye giderler. Adına “ordu” dediğimiz kurumsal
oluşum da böylece hayata geçirilir.
Object 1
Başlangıçta Dünyanın sınırlarının nehirlerden oluştuğunu sanan insanlık
giderek denizlere ulaşır ve deniz ötesi
hedefler edinir. Keşifler birbirini izlerken savaş ve kırımlardan da nasibini
alıyordu insanlık. Hint diyarlarından
baharat, Siyam ve Çin´den pirinç, ipek
vs. getirmek için ardı arkası kesilmez
seferler düzenlenirdi doğuya. Gemilerin küreklerine asılan kölelerin can
bedeli, baharatın gramına eşit bile değildi. Ve bu seferlerde onlarca gemiden
ancak biri ya da birkaçı dönebilirdi
yurda.
Kimya taşından umudu kesen hükümdarlar rehine verdikleri servetleri
karşılığında tefecilere olan borçlarını
ödeyebilmenin yeni bir yolunu bulmalılardı. Bu nedenle habire yeni gemiler
inşa ettirerek denizlere, okyanuslara
çıkarırlardı. Bizanslı, Hollandalı, Romalı, Portekiz ve İspanyol tefecilerinin
ambarları tıklım tıklım baharat, kürk
ve kumaşlarla dolar taşardı. Ticaret
güzergâhları artık birer savaş alanına dönüşmüştü. Ve takvim MS. VII.
yüzyılı gösterdiğinde yaklaşık yarım
yy. lık zaman diliminde İslam Ordularını takip eden Medine Tüccarları
Akdeniz’i çevreleyen bir kara işgaline
ve yağmacılığına girerler.
Karalar İslam’ın, Denizler ecnebilerin
derler ve doğu-batı ticaret güzergâhındaki limanları kapatırlar. Kılıcı keskin
Bedeviler kuzey Afrika´dan İspanya´
ya, Mısır’dan İran´a, Kaf kaslardan
Baltık kıyılarına, Tuna boylarından
Viyana önlerine kadar yayılırlar. Bu
yayılışlarında güzergâhlardaki halkları kırımdan geçirir mal ve mülklerini
talan ederler. Tarihi Semerkant kütüphanesini yer ile yektan eder, bilim
düşmanı yüzlerini en vahşi şekilde
gösterirler. Takvimler XII. yy.ı gösterdiğinde ise: Selçuklu İslam devleti Haçlı orduları ile işbirliği yaparak
Baba İshak halk hareketini kadın çocuk gözetmeksizin kılıçtan geçirirler.
Kan kustururlar, kızıla boyanan toprak
yeşile küser ..
İslam batıda yayılırken Hristiyanlık
da doğuya seferler düzenler ve ortanın doğusuna oturur Batıdan doğuya
sadece baharat seferleri yapılmıyordu.
Dünyanın ortası diye bilinen Kudüs’e
de Haçlı seferleri düzenlenmişti. İşgalciler gittikleri yerlerde sadece insani
kırmakla yetinmiyor, bilimi yayan kitapları da kırımdan geçiriyor, yakıyorlardı. Tarihi İskenderiye Kütüphanesi
yakılır. İnsanlığın bin yıllardır emeği
tarumar edilir derken, doğuya giden
ikinci bir güzergâh bulmak zorunluluk haline gelmişti. Hindistan’a sefere
çıkan Kristof Colomb Afrika kıyılarını takip etmek yerine batı rotasını
izler ve tüm benliğiyle odaklandığı
Hindistan´a vardığını sandığında yeni
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bir Kıta’da olduğunu fark etmez, şüphe
ile bakan herkese biat yemini ettirerek
aksine davrananların öldürüleceğini
söyler, hayalleriyle geri döner.
Ama Colomb´un ardılları yeni kıtayı
Amerika diye adlandırır ve akınlar düzenlerler.
Kıta Amerika’sında neredeyse yerli insan kalmaz. Kalanlar da yük hayvanı
gibi çalıştırılır. Soydaşlarını yok edecek topları, barutları, sair savaş araç ve
gereçlerini taşırlar. Hac´ı kalkan edinen Avrupa’nın tefeci tüccarları böylece tarihin gördüğü en büyük soykırımı
işleyerek yeni kıtayı işgal ederler.
Einstein atomu bölerek insanlık kırımlarına araç olabileceğini bilseydi belki
de icadından vaz geçerdi.
Ne ki; kara ve deniz savaşlarından hava savaşlarına gecen emperyaller Hiroşima, Nagazaki ve Vietnam´da salt
insanı değil, doğayı ve doğayla birlikte
insanın geleceğini de yok eden Atom
ve Napalm bombalarıyla yok ederek
insanlık tarihinin utanç sayfalarına
vahşet fotoğrafı eklediler.
İnsanlık tarihinin derinliklerinde; savaş ve savaşın yarattığı sonuçlara ilişkin söylenmesi gerekenler elbette ki
burada aktardıklarımızdan ibaret değildir. Sonuç itibariyle, savaşın kazanı
yoktur. “savaş” baştan sona bir yıkım, bir
kayıptır!..
Ahmet'in ön otopsi raporu açıklandı
Hatay Armutlu'da dün gece gerçekleşen eylemlerde polisin hedef gözeterek attığı gaz bombasıyla ağır yaralanarak hayatını kaybeden Ahmet
Atakan'ın ön otopsi raporu savcılık tarafından hazırlandı.
Hatay Armutlu'da dün gece gerçekleşen eylemlerde polisin hedef gözeterek attığı gaz bombasıyla ağır yaralanarak hayatını kaybeden Ahmet
Atakan'ın ön otopsi raporu savcılık tarafından hazırlandı. Otopsi tutanağında ölümün "künt genel beden travmasına bağlı etraf ve kafatası
kemiği kırıklarıyla omurilik kopması, beyin kanaması ve iç organ yaralanmasıyla gelişen iç kanama sonucu" meydana geldiği belirtildi.
Hatay Valiği daha otopsi işlemleri tamamlanmadan, olayın hemen ardından yaptığı açıklamada, Atakan’ın “yüksek bir binadan düşüp öldüğünü” ileri sürmüş, ön otopsiye giren Hatay Tabip Odası Başkanı
Selim Matkap ise “Atakan’ın vücudunda yüksek bir binanın üzerinden
düştüğünü ispatlayan bir bulguya rastlamadık. En önemli iki bulgu var:
Birisi akciğerlerde kanama, diğer kafa travması. Kafasında künt travma olarak tabir edilen çökme kırığı ve morarma vardı. Ölüm sebebi
bunlardan biri. Bunlarla ‘yüksekten düştü’ diye açıklama yapılamaz.”
ifadelerini kullanmıştı.
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Putin’in
NY Times’taki
makalesi
MOSKOVA - Suriye çevresindeki SON
olaylar Bana Amerikan halkı ve siyasi
liderler doğrudan konuşmak için
teşvik etmiştir. Bizim toplumlar arasındaki yetersiz iletişim bir anda bunu
yapmak için önemlidir.
Bizi arasındaki ilişkiler farklı aşamalardan geçti. Biz soğuk savaş sırasında
birbirlerine karşı durdu. Ama müttefik
bir kez de vardı. Birlikte Naziler yendi.
Evrensel uluslararası örgüt - Birleşmiş
Milletler - sonra bir daha oluyor bu
tür yıkım önlemek için kurulmuştur.
Birleşmiş Milletler 'kurucuları savaş
ve barış etkileyen kararlar oy birliği
ile sadece gerçekleşmesi gerektiğini
anladım ve Amerika'nın onayı ile Güvenlik Konseyi daimi üyeleri tarafından veto Birleşmiş Milletler Şartı'nda
kutsal kabul edildi. Bu derin bilgelik
yıllardır uluslararası ilişkilerin istikrar destek vermiştir.
Kimse gerçek kaldıraç olmadığı için
Birleşmiş Milletler çöktü Milletler,
Cemiyeti kaderi istiyor. Etkili ülke
Birleşmiş Milletler bypass ve Güvenlik
Konseyi onayı olmadan askeri eylemde, bu mümkündür.
Birçok ülke ve Papa dahil olmak
üzere önemli siyasi ve dini liderler,
güçlü muhalefetine rağmen Suriye'ye
karşı ABD tarafından potansiyel grev,
potansiyel olarak çok Suriye sınırları
ötesinde çatışma yayılıyor, daha fazla
masum kurbanlar ve eskalasyon neden
olur. Bir grev şiddet artırmak ve terör
yeni bir dalga açığa olacaktır. Bu
İran'ın nükleer sorunu ve İsrail-Filistin ihtilafı çözmek ve daha fazla Orta
Doğu ve Kuzey Afrika istikrarsızlaştırmak için çok taraflı çabaları zayıflatabilir. Bu uluslararası hukukun tüm
sistemi atmak ve dengesiz sipariş.
Suriye demokrasi için bir savaş tanık,
ama hükümet ve bir çok dinli ülkede
muhalefet arasında bir silahlı çatışma
değildir. Suriye'de demokrasi birkaç
şampiyon vardır. Ama yeterli Kaide
savaşçıları ve hükümet mücadele her
tür aşırı daha vardır. ABD Dışişle-
ri Bakanlığı terör örgütleri olarak,
muhalefet ile mücadele, Al Nusra Ön
ve Irak ve Levant İslam Devleti belirlemiştir. Muhalefet sağlanan yabancı
silah körüklediği Bu iç çatışma, dünyanın en kanlı biridir.
Arap orada mücadele ülkeleri ve hatta
Batı ülkeleri ve Rusya'dan militan
yüzlerce, gelen paralı askerler bizim
derin endişe bir sorun vardır. Onlar
Suriye'de edinilmiş tecrübe ile ülkelerine geri olabilir mi? Sonuçta,
Libya'da savaşın ardından, aşırı Mali
geçti. Bu hepimizi tehdit ediyor.
Başından itibaren, Rusya Suriyeliler
kendi geleceği için bir uzlaşma planı
geliştirmek sağlayan barışçıl diyalog savundu. Biz Suriye hükümeti
korumak, ancak uluslararası hukuk
değildir. Biz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kullanımı ve günümüzün karmaşık ve çalkantılı dünyada
hukuk ve düzenin korunması kaos içine
kaymasını uluslararası ilişkiler tutmak
için birkaç yollarından biri olduğuna
inanıyoruz gerekir. Kanun hala kanundur, ve biz o ya da değil gibi olsun
onu takip gerekir. Mevcut uluslararası
hukuka göre, güç sadece kendini savunma ya da Güvenlik Konseyi kararı
ile izin verilir. Başka bir şey, Birleşmiş
Milletler Şartı altında kabul edilemez
ve saldırganlık eylemi oluşturacaktır.
Zehirli gaz Suriye'de kullanıldığını
kimse şüphe. Ama bu Suriye Ordusu
tarafından değil kullanılan inanmak
için her türlü neden, ama muhalefet
güçlerinin, köktendinciler ile dış cephe
kaplaması olacaktır onların güçlü yabancı patronları tarafından müdahale
kışkırtmak için. İsrail'e karşı bu kez
- militanlar bir saldırı hazırlık yaptıklarını Raporlar göz ardı edilemez.
Bu yabancı ülkelerde iç çatışmalarda
askeri müdahale ABD için olağan hale
gelmiştir ki endişe verici. Amerika'nın
uzun vadeli çıkarına mı? Sanmam.
Dünyada milyonlarca giderek değil bir
demokrasi modeli olarak değil, kaba
kuvvet üzerinde sadece güvenerek sloganıyla koalisyonlar birlikte cobbling
olarak Amerika görmek "Bizimle ya da
bize karşı da konum."
Ama kuvvet etkisiz ve anlamsız kanıtlamıştır. Afganistan çile olan, ve hiç
kimse uluslararası güçlerin geri sonra
ne olacağını söyleyebiliriz. Libya kabileler ve klanlar ayrılmıştır. Irak'taki
savaş her gün öldürülen onlarca ile
devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri, birçok Irak ve Suriye arasında
bir benzetme ve hükümet son hataları
tekrarlamak isterim neden isteyin.
Grev ya da ne kadar gelişmiş silah
hedef ne olursa olsun sivil kayıpların
grev korumak içindir kime, yaşlılar ve
çocuklar da dahil olmak üzere kaçınılmazdır.
Dünyanın sorarak tepki: Eğer uluslararası hukuk sayılmaz eğer o zaman
güvenliğini sağlamak için başka yollar
bulmak gerekir. Böylece ülkede giderek artan sayıda kitle imha silahları
elde etmeye. Bu mantıklı: Eğer bomba
varsa, hiç kimse size dokunacaktır.
Biz gerçekte bu aşınmış edilirken,
nükleer silahların yayılmasını önleme
güçlendirmek için ihtiyaç konuşma ile
bırakılır.
Biz güç dilini kullanmayı bırakın ve
uygar diplomatik ve siyasi çözüm yolunu geri dönmelidir.
Askeri harekat önlemek için yeni bir
fırsat son birkaç gün içinde ortaya
çıkmıştır. Amerika Birleşik Devletleri
Rusya ve uluslararası toplumun tüm
üyeleri daha sonra yok edilmesi için
uluslararası kontrol altında kimyasal
cephanelik yerleştirmek için Suriye hükümetinin istekli yararlanmak
gerekir. Başkan Obama'nın ifadelerine
bakılırsa, ABD askeri eylem alternatif
olarak görüyor.
Ben Suriye Rusya ile diyalog devam
içinde başkanın ilgisini bekliyoruz.
Biz Haziran ayında Kuzey İrlanda'da
Killyhevlin 8 toplantı Grubu'nda kabul
olarak, bu umut canlı tutmak için birlikte çalışır ve geri görüşmeler doğru
tartışma yönlendirmek gerekir.
Biz Suriye'ye karşı güç önleyebilirsiniz, bu uluslararası ilişkilerde atmosfer geliştirmek ve karşılıklı güven
güçlendirecektir. Bizim ortak bir başarı olduğunu ve diğer kritik konularda
işbirliği için kapıyı açacak.
Başkan Obama ile benim çalışma ve
kişisel ilişki artan güven ile işaretlenir. Ben bu takdir ediyorum. Ben
dikkatli bir şekilde Salı günü ulusa
yaptığı konuşmada okudu. Ve yerine
o ABD'nin politikası Amerika farklı
kılan "olduğunu belirten, Amerikan
istisnai yapılan bir vaka ile aynı fikirde olacaktır. Bize olağanüstü yapan
budur." Bu ne olursa olsun motivasyon, insanlar olağanüstü olarak kendilerini teşvik etmek için son derece
tehlikelidir. Zengin ve fakir büyük ülke
ve küçük ülkeler, uzun demokratik
gelenek ve hala demokrasiye olan yol
bulma olanlar ile olanlar var. Onların
politikaları da farklı. Hepimiz farklı,
ama biz Tanrı'nın nimetlerine sorduğunuzda, Tanrı'nın bize eşit yaratılmıştır
olduğunu unutmamak gerekir.
Kaynak:
http://www.nytimes.com/2013/09/12/
opinion/putin-plea-for-caution-fromrussia-on-syria.html?hp&_r=0
Çeviri:Google Çeviri
Aktaran: Ali İhsan Avgül
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Mihail Vasilyadis ile 6-7 Eylül üzerine:
“Susanlar da suçlu”
Alt Üst Dergisi'nin üçüncü sayısı için
Apoyevmatini gazetesi yayın yönetmeni Mihail Vasiliadis ile Türkiye
tarihinin en utanç verici noktalarından biri olan 6-7 Eylül ile ilgili
bir röportaj yapmıştı. Anadolu'yu
"Türkleştirme" operasyonunun son
halkası olan yağma ve linç girişimlerinin yıldönümünde bu röportajı
okurlarımızla paylaşıyoruz:
6 Eylül 1955 günü saat 13.00′te, devlet
radyosu, Selanik'te Atatürk'ün doğduğu eve bombalı saldırı düzenlendiği haberini verdi. Bu haber, aynı gün öğleden sonra İstanbul Ekspresgazetesinin
yaptığı iki baskıyla yayıldı. Günün ilerleyen saatlerinde çeşitli öğrenci gruplarının ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin
çağrısıyla Taksim Meydanı'nda bir gösteri düzenlendi. Gösterinin ardından
bazı gruplar İstiklal Caddesi'nde gayrimüslimlere ait işyerlerini yıkıp yağmalamaya başladı. Beyoğlu, Kurtuluş,
Şişli, Nişantaşı, Eminönü, Fatih, Eyüp,
Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy ve Adalar'da yağma ve
şiddet olayları meydana geldi. Resmî
kaynaklara göre, olaylar sonucunda
4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ve aralarında çeşitli işyerlerinin bulunduğu 5317
tesis saldırıya uğradı ve tahrip edildi.
Böylece Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihine yüzleşmesi, hesabını vermesi gereken bir sayfa daha eklendi.
Günlerce önceden gayrimüslimlerin
kapılarını kim işaretlemişti? Binlerce
insan nasıl birdenbire sokaklara dökülebilmişti? Polis neden olaylara müdahale etmemişti? Bu soruları, o günleri
bizzat yaşayan Apoyevmatini gazetesi
yayın yönetmeni Mihail Vasiliadis ile
konuştuk.
- Önce 6-7 Eylül olaylarının arka planından başlayalım isterseniz. 6-7 Eylül olaylarını hangi çerçevede, nasıl
algılamak lazım?
- 6-7 Eylül olaylarını tek başına ele
alarak anlamak mümkün değildir. 6-7
Eylül olayları bir olaylar zincirinin bir
halkasını oluşturur. Bu zincirin diğer
halkalarını bilmeden sadece 6-7 Eylül'ü
ele alıp izah etmeye çalışmak nafiledir.
- Hangi halkalardan oluşuyor bu zincir?
- Bu zincir, ulus devlet kurma sevdasında olanların, ulus devleti kendi kafalarındaki biçimle düşünenlerin, yani
tek dil, tek din, tek devlet, tek milletten
oluşan bir Türk ulus devleti yaratmak
isteyenlerin yaptıklarından oluşuyor.
Fakat Türkiye'nin ulus devlet olmasının önünde büyük engeller vardı.
- Nasıl engeller?
- Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluklar dağıldı, onların yerine
ulus devletler kuruldu. Ama bu ulus
devletlerin çoğu o milletlerin yaşadığı
yerlerde kuruldu, yani örneğin Polonya
Polonyalıların yaşadığı yerde kuruldu.
Osmanlı İmparatorluğu dağıldığında
ise bir dizi ülke ortaya çıktı. Ama bunlar genellikle ulus bilincinde olmayan,
daha çok din bilincinde olan ülkelerdi.
Türkiye'de de o zamanlar Jon Türkler
ile birlikte milliyetçi fikirler gelişmeye
ve güçlenmeye başlamıştı. Jon Türkler
de ulus devlet kurma fikrini benimsiyordu. Fakat bu ulus devleti Türklerin
yaşadığı bölgelerde kurma olanağı yoktu. Dolayısıyla Türkiye, ulus devletini
Türklerin yaşadığı yerlerde değil gücünün yettiği yerlerde kurmak zorunda
kaldı.
- Bu ne anlama geliyor?
- Misak-ı Millî olarak belirlenen sınırlar icinde ortaya çıkması düşünülen
ulus devlet esasında küçük bir imparatorluk gibi. Bu topraklarda Türkler
var, ama onlarda Türklük bilincinden
çok müslüman olma bilinci öne çıkmış
durumda. Kürtler var, Lazlar var, daha
birçok milliyet var. Bu arada gayrimüslim gruplar da var tabii. Onlar da Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler. Ulus devlet kurmak için ne yapmak gerekiyor?
Herkese "Türk" dedirtmek gerekiyor.
Dolayısıyla "Ne mutlu Türk'üm diyene"
deniliyor, "Ne mutlu Türk olana" değil,
çünkü Türk olanı arayıp bulmak zaten
neredeyse imkânsız. Dolayısıyla Türk
olmayanları Türkleştirerek bu devleti
kurma yoluna gidiyorlar. Ancak müslüman olmayan gruplar Lozan anlaşması
ile korunuyor, anlaşmanın müslüman
olmayan azınlıklara tanıdığı haklar onların asimile edilmesini zorlaştırıyor.
Bunun üzerine iki ayrı plan kurmak zorunda kalıyorlar. Müslüman azınlıkları
asimile etmek, müslüman olmayanları
eritmek. Bu düşünce biçimi hâlâ günümüzde bile var. Rumlardan, Ermenilerden ve Yahudilerden bahsederken
Cumhurbaşkanı bile "yabancılar" diyebiliyor, onların vakıflarından bahsederken "yabancı vakıflar" diyebiliyor.
- Nasıl bir eritme programı uygulanıyor?
İşte, başta bahsettiğim zincir bu eritme
programının halkalarıdır. Bu zincirin
bazı halkaları küçük, bazı halkaları ise
çok kaba ve acı verici. Bu kaba ve acı
verici olaylar arasında 6-7 Eylül olayları, Varlık Vergisi, 20 yaşındakilerin
toplama kamplarına gönderilmesi gibi
olaylar var. Lozan'dan dönülür dönülmez yapılan ilk şey azınlıkların önde
gelenlerini toplayıp Lozan'ın kendilerine tanıdığı hakları reddetmek olmuştur. Böylece bu eritme programı başlamış oldu. Bu, resmî olarak da kendisini
CHP gençlik kollarının hazırladığı raporda gösterdi. Raporda, "İstanbul'un
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
fethinin 500. yılında İstanbul'da bir
tek Rum kalmamalı" deniyor. Tabii bir
programın uygulanabilir olması biraz
da uluslararası konjonktüre bağlıdır.
Önce mübadeleyle 1 milyon 200 bin
Rum Ortodoks Anadolu'dan sürüldü,
Yunanistan'a gönderildi, 600 bine yakın müslüman Türk de Yunanistan topraklarından buraya gönderildi. İkinci
Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte
dünyadaki hava değişti, milliyetçilik
yeniden yükseldi ve Türkiye'de de bu
bahsettiğim zincirin ilk kaba halkası
olan 27-47 yaş arası bütün azınlık erkeklerinin toplama kamplarına gönderilmesi olayı gerçekleşti. Ardından
Varlık Vergisi faciası yaşandı. Dikkatinizi çekerim. Saydığım bu halkaların
hepsi yasal zemini hazırlanarak, yasalar çerçevesinde hayata geçiriliyor.
Yani böyle bir yöntemle ulus devlet
kurma projesini savunanlar, devlete
hakim olup istediklerini yaptırabiliyor.
- Kim bunlar?
- Ergenekon. Bence bugünkü Ergenekon'un temeli ta o zamanlarda atılmıştı
ve yapı, bu çekirdek hep devlete hakim
olma mücadelesi verdi.
- CHP'nin bu planına ne oluyor peki?
- Türkiye'nin NATO'ya girme süreciyle
birlikte çok partili dönem başladı. CHP
1946 seçimlerini hile ile kazanmasına
rağmen 1950 seçimlerini kazanamadı.
Dolayısıyla gençlik kollarının raporunda yer alan İstanbul'da tek bir Rum kalmaması planı kesintiye uğruyor. Ve bugünkü Ergenekon'un temelini olusturan
bu yapı 1950′den sonra devlet icindeki
gücünü kısmen kaybediyor. Bundan
sonraki büyük darbe, yani 6-7 Eylül
olayları, bir devlet yasası ile olmuyor.
- Biraz açabilir misiniz bu noktayı?
- Aslında o zaman da kısmen yasal bir
çerçeve var, ama o da hükümeti aldatarak oluşturuluyor. Şunu demek istiyorum: 6-7 Eylül olayları kendiliğinden meydana gelen olaylar değildir.
İyice planlanmış, hazırlanmıştır. Eski
MGK Genel Sekreteri ve Özel Harpçı Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih
Güllapoğlu'na verdigi bir röportajda,
"6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve
muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı. Sorarım size? Bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?" dedi.
Sonra da sözlerinin yanlış algılandığını ifade ederek, "6-7 Eylül olaylarının
arkasında MİT'in imzası olabilir" diye
konuştu. MİT ya da Özel Harp, sonuçta
6-7 Eylül olayları planlı olaylardır.
- 6-7 Eylül olayları nasıl planlandı?
- Bir provokatörün Selanik'teki Türk
konsolosluğunda ufak bir patlama gerçekleştirmesi basit bir iştir. Asıl başarı
böyle basit bir işi Türkiye'deki halkı
harekete geçirmek icin kullanabilmek,
halkı sokağa dökülmeye ikna edebilmektir. Bu olaylar, ta 1950′lerin başından itibaren planlanıyor. Kıbrıs'ta
yaşayan Yunanlılar kendilerine "Rum"
değil "Yunan Kıbrıslı" der. Türkiye'de
ise ısrarla Kıbrıs'ta yaşayan Yunanlılara kendilerinin ifade ettiği gibi "Yunan
Kıbrıslı" değil "Rum" denir.
- Aradaki fark nedir?
- Türk kelimesi ırk belirtir. Rum kelimesi ırk belirtmez. Rum kelimesinin
içindeki en güçlü öğe Ortodoksluktur.
Yani bütün Rumlar ırk olarak Yunanlı
değildir. Peki neden Türkiye'de ısrarla
bu kişilere Rum deniyor? Gayet basit.
Bu kişilere Rum demekle, Kıbrıs'ta
meydana gelen ve Türk kamuoyunda kızgınlık uyandıran bütün olaylar
Rumlara maledilmek isteniyor. Peki
Rum kimdir? Kapı komşularımız, mahallede beraber oynadığımız arkadaşlarımız.
- Yani 6-7 Eylül olayları tamamen o
dönemin iktidarının inisiyatifinin dışında mı gerçekleşti?
- Tamamen değil, kısmen. Son hazırlık aşamasına geliniyor, kapılara
işaretler konmaya başlanıyor. Halkın
sokağa döküldüğü aşamanın gerçekleşebilmesi için polisin olaylara müdahale etmemesini sağlamak lazım. Polisin
devletten böyle bir emir alması lazım.
Celal Bayar ve Menderes'e deniyor ki,
"Efendim, siz yarın öbür gün Londra'ya
gidiyorsunuz, Kıbrıs konusunu görüşeceksiniz, elinizde bir koz olsun, biz bir
miting yapalım, birkaç tane vitrin kıralım, böylece Londra'ya gittiğinizde
eliniz daha güçlü olur, arkanızda halk
desteği olduğu görülür" diyerek bu izni
alıyorlar. Ve bugün biz hâlâ Kıbrıslılardan bahsederken Rum diyoruz. O
dönemde gazeteleri incelerseniz nefret
söyleminin merkezinde Rumların yer
aldığını görürsünüz. O dönemde Rum
anneler sokakta çocuklarıyla yürürken
çocukların ellerinden tutmazlardı. Ellerini çocukların omzuna atar ve ağızlarını kapatırlardı ki çocuklar yolda
Rumca konuşup başlarını belaya sokmasın diye.
- Olaylar nasıl gelişti?
-Suat Hayri Ürgüplü o dönemde İngiltere'de Türkiye Büyükelçiliği'nde görev
yapıyor. Biliyorsunuz, 6-7 Eylül olaylarını başlatan Atatürk'ün Selanik'teki
evinde Rumlar tarafından bomba patladıldığı iddiasıdır. Bundan bir sene
önce Atina'dan konsolosluktan Dışişleri Bakanlığı'na cevaben yollanan bir
yazı var. Diyor ki, "Bugün Türkiye ile
Yunanistan'ın arasını bozmak kolay
değil. Dolayısıyla nasıl olacak bilmiyorum, ama birisi kalkıp Yunanistan'da
Atatürk'ün evine bir bomba koyarsa,
onu bilemem artık". Böylece bu yazıyı
görenler ne yapacaklarını bulmuş oldu.
Bu fikir Suat Hayri Ürgüplü aracılığıyla Türkiye'deki o çekirdeğe empoze
edilmiş ve olaylar bu şekilde gelişmiş.
Bu arada zaten hergün çıkan yayınlarda Rumlara yönelik inanılmaz bir nefret söylemi var. Bunu görmek için sadece Peyami Sefa'yı okumanız bile yeter.
Zaten 2000'e yakın provokatör hazırlanmış. Bunlar yedişer sekizer kişilik
gruplar halinde İstanbul'u bölmüşler,
sokaklarda aşağı yukarı gidip geliyor
ve Ekspres Gazetesi'nin yayınlanmasını bekliyorlar. Bundan günlerce önce
kapılara işaretler konmuştu zaten. Bu
olayların olacağı aslında halk arasında
yayılıyor, camilerde konuşuluyor, ama
insanlara kimseye söylememeleri icin
yemin ettiriliyor. Bunu duyanlar ve
onaylamayanlar korktuklarından kimseye açık açık bir şey diyemiyorlar, ama
sevdikleri Rum, Ermeni, Yahudi komşularına o gün "Sizin hanım çocukları
alsın da bize gelsin bugün, bizim hanım
özledi" gibi alttan alta uyarıda bulunmaya, evde kalmamalarını sağlamaya
çalışıyor. Haber duyulur duyulmaz hemen provokatörler görevlerine başladı.
Zaten birinin bir taş atması yetti ve
taşlar sel gibi akmaya başladı. Yağma
başladı. Olaylar geceyarısına kadar
devam etti. Adnan Menderes ve Celal
Bayar olayları duyup Beyoğlu'na geliyor ve Bayar, Fahrettin Kerim Gökay'a,
"Biz bir taş atılsın dedik, nedir bu hal?"
diyor.
- Peki siz neler yaşadınız o gün?
- Ben 15 yaşındaydım ve yaz aylarında
Mısırçarşısı'nda Rıza Paşa yokuşunda
bir mefruşat dükkânında çalışıyorum.
Babam ben 11 yaşındayken ölmüştü. Bizim orada hergün sahne bellidir. Sabah
8.30 gibi dükkânlar açılır ve süpürülür.
Patronlar çayını icer. Dışarıya iki sandalye atılır, ortasına masa konur, tavla
atılır. Çıraklar siler süpürür, vitrinleri
düzeltir. Yolda çöpçüler temizlik yapar.
Saat 11′e doğru herkes dükkânlarının
içindedir, kadınlar alışverişe gelmeye
başlar. Daha sonra erkek müşteriler
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
gelir. Akşama doğru da dükkânları kapatma işi başlar. Dışarıya konan mallar
toplanır falan. Fakat o gün durum değişikti. Bir kere Rıza Paşa yokuşunda
dükkânlar dörtte bir şeklinde Türkler,
Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar arasında paylaşılmıştır. Türk dükkânlar tuhaf
bir haldeydi, keyifsizdiler, bizlere acıyarak bakıyorlardı. Yolun ortasında da
5-6 kişilik bir grup bir köşeden öbür
köşeye gelip gidiyordu. Bakışlar aşağıda, gözlerimize bakmıyorlar, suratları
somurtkan. Türk dükkânlardan bazıları
bize "Bugün işler iyi değil, siz kapatıp
gidin" diye tavsiyelerde bulunuyor. Bu
arada Mısırçarşısı'ndan çıkışta hemen
sağda iki dükkân var yan yana, biri Ermeni, biri Türk. Türk olan arkadaşını
kapatmaya ikna etmiş sanırım, kendi
dükkânına da Türk bayrağı asmış. Kepengini yarıya kadar kapatmış. Olaylar
başlıyor ve sıra kapalı dükkâna gelince
o Türk çıkıp "Yapmayın, orası benim"
diyor. Geri çekiliyorlar. Arkadan birisi
geliyor ve "Ne dedin sen? Burası senin
mi? Bana bak senin dükkânın da gider.
Onun gâvur olduğunu sen bilmiyor
musun?" diyor ve dükkânı paramparça
ediyorlar. Yani önceden biliniyor nerelerin kırılıp döküleceği. Öğleden sonra
çok gergindiler artık zaten. Çünkü her
şeyi hazırlamış, gazetenin çıkmasını
bekliyorlardı. Bu arada bazı insanlar
dükkânlarını kapatmaya başlamıştı,
ellerinden kaçıracaklar diye korktular
ve giderek daha da gerginleşmeye başladılar. Çünkü gazete çıkmadan olayları başlatsalar gerekçe olarak neyi ileri
süreceklerdi? Ayrıca sadece kendileri
yetmiyordu, bu kadar büyük çaplı bir
olayın gerçekleşmesi için binlerce kişi
gerekiyordu ve bunun için de halkın
onlara katılması gerekiyordu. Ama gazetenin çıkmasını bekledikçe de gerginleşmeye başladılar. Sağa sola laf
atmaya, sataşmaya başladılar.
- Siz ne yaptınız, evinize mi gittiniz?
- Biz dükkânı kapattık. Ben Eminönü'nden Tarlabaşı'na evime gittim. Bizim
kapıcımız vardı, Mehmet Efendi. Baktım, kapıda bekliyor. Ben gider gitmez
"Çabuk gir içeri" dedi ve kale kapısı
gibi olan demir kapıyı kapattı. Eline
bayrak aldı ve kapının önünde beklemeye başladı. İstiklal Caddesi'nde ise
durum tam bir felaketti. Güruh Tarlabaşı Caddesi'nin başından başlayarak
kırıp dökerek geliyordu. Karakola koşanlar polisten, "Bugün polis değiliz,
Türk'üz" cevabını aldı. Bizim eve geldiklerinde bizim Mehmet Efendi, elinde bayrak, "Burada gâvur yoktur, herkes Türk burada" dedi ve böylece bize
dokunulmasını engelledi. Güruh bizim
önümüzden geçip gittikten sonra Mehmet Efendi elindeki bayrağı bıraktı,
kazmasını aldı ve diğer Rumlara saldırmak üzere o da o güruha katıldı. O an
benim içim tamamen boşaldı. İçimdeki
hisler, ne var idiyse boşaldı.
Çünkü bizi tanıyor, biz onun için
Rum değil, Mihail ya da Katina ya da
Marika'yız, o yüzden bizi korumayı
kendine görev biliyor. Ama diğerleri
onun için sadece Rum. Rumlar kim?
Kıbrıs'ta kardeşlerimizi öldürenler. İşte
Yirmibeşoğlu'nun dediği başarı bu. O
yüz binleri bir haberle sokağa dökmek
ve bir toplum mühendisliği eseri olarak
her yeri kırıp dökmelerini sağlamak.
Bitirmeden bir olay daha anlatayım.
- Lütfen.
- Halalarım Çengelköy'de bir yalıda
oturuyor, karakolun hemen yanı başında. Kapı kırılıyor, içeri 15-20 kişi giriyor. Ne var ne yoksa kırıp döküyorlar,
eşyaları denize atıyorlar. Kadınlar şaşırıyor ve salonun kenarına yere oturuyor. Çünkü üzerine oturacak eşya yok.
Yere oturup yapılanları seyrediyorlar.
Bunu yapanlar işleri bittikten sonra
halalarıma, "Bugün malınıza, yarın canınıza. Gelecek hafta yine geleceğiz,
eğer buradaysanız öldünüz" diyor ve
gidiyor. Aradan 48 saat geçtikten sonra bizim aklımıza halalarım geldi, onlara ne oldu diye merak ettik. Annem
Çengelköy'e gittiğinde 48 saat sonra o
iki kadını yerde oturmuş buluyor. Tuvaletlerini oldukları yere yapmışlar ve
hâlâ şok içindeler. Ne su içmişler ne
yemek yemişler. Hemen hastaneye götürdük ve halalarım 15-20 gün sonra
kendilerine gelip konuşmaya başladı.
Dikkat edilmesi gereken başka bir husus, bu kadar büyük çaptaki olaylarda
ölü olmamasıdır. Çünkü her şey önceden çok iyi planlanmış. Normalde bu
çaptaki bir olayda yüzlerce ölü olması
lazımdı.
- O günden sonra neler hissettiniz?
Mehmet Efendi'nin gözüne bakmaktan hep çekindim. Duygularımı tarif
etmem çok zor. Siz Picasso'nun Guernica tablosunda benim gördüğüm şeyleri asla göremeyeceksiniz. Dünyanın
her yerinde bugün ezilen kişiler vardır,
millî kimlikleri bir yana, çingene oldukları ya da homoseksüel oldukları,
engelli oldukları için çoğunluğun baskısını üzerinde hisseden kişilere sormak lazım.
- Peki sizce 6-7 Eylül ile yeterince
yüzleşildi mi?
Başka olaylarda olduğu gibi 6-7 Eylül
olayları hakkında da bazı ezberlere kapıldık. Önce azınlıkların kötü olduğu
düşüncesi hakim oldu. Sonra bunun
yerini, "Evet, 6-7 Eylül oldu, fakat pek
çok Türk de onlara yardımcı oldu" palavrası aldı. Evet, Yorgo'ya, Niko'ya
yardım eden Ahmet, Mehmet oldu,
fakat bu kişiler dostu arkadaşı olduğu
için yardım ettiler. Dostluk görevini
yaptılar, fakat ondan sonra benim yanımdaki dükkânları kırdılar, parçaladılar. "Rumlara yapılan doğru değil. Bu
insanlar bizim kadar bu ülkenin sahibi"
diyen olmadı. Geçmişle doğru yüzleşmek gerekir. Yeni yeni azınlıklar konusunda yapılan çalışmalardan sonra,
büyük kalemler de elli sene sustuktan
sonra, baktılar bu konularda yazmak
moda oldu, bu olayları anlatmaya, bu
olaylar hakkında yazıp çizmeye başladılar. En az bu olayları yapanlar kadar,
susanlar, konuşmayanlar da suçlu.
Söyleşi: Arife Köse
ht t p://m a rk sist.org / h ab e rle r/8242m i h a i l - v a s i l y a d i s - i l e - 6 -7- e y l u l uzerine-susanlar-da-suclu#.UiiOjOaZG2c.facebook
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
BETHNAHRİN VE DÜNYA KAMUOYUNA!
Biz, Süryani (Asuri/Arami) halkının
politik sivil örgütleriyle bağımsız aydın ve aktivistleri olarak yabancı ülke
silahlı kuvvetlerinin Suriye’ye askeri
müdahalesini kesinlikle reddediyoruz.
Askeri çözüm denemesi Suriye’ye
ve bölgeye daha fazla istikrarsızlık
getirecek ve dünya barışını tehlikeye
sokacaktır. Biz, Birleşmiş Milletler
ve Arap Birliği öncülüğünde yeni bir
Cenevre konferansını –daha önceki
iki bildirimizde de açıkladığımız gibi
– Suriye’deki sorunu çözmek için tek
şans olarak görüyoruz.
İki seneden fazla süren amansız savaş, etnik ve dini azınlıkları ve özellikle Hristiyanları iki cephe arasında
bırakmıştır. İsyancı gruplar, Cephet
El-Nusra cihatçıları tarafından yönetilmektedir.
El-Kaidenin alt örgütü olan Cephet
El-Nusra, başta ABD olmak üzere
Batı ülkeleri tarafından terörist olarak
ilan edilmiştir. Cihatçı gruplar ve
Selefiler, dünya kamuoyu önünde
fütursuzca kadınların ırzına geçiyor,
çocukları öldürüyor, din adamlarını
kaçırıyor, kellelerini uçuruyor. Bu çeteler Katar, Suudi Arabistan, Türkiye
ve bazı Batılı ülkeler tarafından destekleniyorlar. Cihatçı ve Selefi çeteler
her türlü imha aracını kullanmaktan
çekinmemektedirler. Bu nedenle 21
Ağustos 2013’teki zehirli gaz saldırısının bu çeteler eliyle gerçekleştirilmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Batı ülkelerinin, Suriye’deki kimyasal silah saldırısını dikkatle ve ve
objektif şekilde incelemesi gerekir.
Bu ülkeler Suriye rejiminin bu yola
başvurmasının akıl ve izan ölçüsünde
olmayacağını bilmelidirler. Kimyasal
silah saldırısının Suriye rejimi tarafından yapıldığı açık ve net kanıtlarla
ispatlanmadan söz konusu olan bir
askeri müdahale, Cihatçı ve Selefi
çetelere destek anlamına gelmektedir.
Bu ayrıca Suriye’de demokrasi ve
insan haklarının değil, Batılı ülkelerinin stratejik çıkarlarının korunduğu
anlamına gelecektir.
Geçtiğimiz yüzyılda Türkiye’de Hıristiyan halklar soykırıma ve sürgüne
uğratılarak, yurtlarından kovularak
nüfusları önemsiz oranlara düşürülmüştür. Tarihin kendisini tekrarı,
Hıristiyanları benzer bir kıskaç içine
düşme tehlikesi ile karşı karşıya getirecektir. Doğu Hıristiyanları kendilerini Batılı ülkeler tarafından terkedilmiş ve yalnız hissetmektedirler.
Daha önce Irak’ta olduğu gibi dünya
kamuoyunun gözleri önünde yine
kitlesel göçlere zorlanmaktadırlar.
DÜNYA KAMUOYUNDAN ASKERİ MÜDAHALEYE KARŞI ÇIKMALARINI BEKLİYORUZ: AKSI
TAKDİRDE TÜM KATILANLARIN
ELLERİ MASUM HIRİSTİYANLARIN KANINA BULAŞACAKTIR.
BETHNAHRİN AYDINLARI VE
AKTİVİSTLERİ
Almanya Süryani Federasyonu (HSA)
Beth-Sefro Othuroyo/Suryoyo (Belçika)
Hamburg Süryani Kültür Derneği
(Almanya)
Mor Gabriel Derneği Hamburg (Almanya)
Dr. Yusuf Güney (Avusturya)
Gabriel Azar (Hamburg Meryemana
Kilisesi heyeti başkanı)
Zeina Alkan (Turkiye)
Yuhanen Danho (Türkiye)
Ferit Sağ (Almanya)
Murat Arslan (Türkiye)
Johannes Gauro (İsviçre)
İshak Akyüz (Almanya
Shabo Boyacı (Türkiye)
Özcan Metin (Türkiye)
Jakob Tan (Almanya)
Gilgamesh Gabriel (Avustralya)
Suphi Shmuel (Avusturya)
İsoh Malke (Almanya)
Fikri Göksal (İsveç)
Hanna Mezopotamya (Almanya)
Turan Gulo (Hollanda)
Malke Girre (Türkiye)
Gabriel Oussi (İsveç)
Nuri Şen (Almanya)
Ayüb Dano (Türkiye)
Adnan Oyal Awrohum Geliyo (Almanya)
Seyfi Genç (Türkiye)
Hazni Aktaş (Türkiye)
Daniel Begic Masse (Türkiye)
Hanna Kerkinni (ABD)
Sait Eser (İsveç)
İbrahim Seven (Almanya)
Abut Can (Almanya)
Kenan Araz (Almanya)
Kermo Cilli (İsveç)
Aydın Aslan (Belçika)
Nail Beth-kinne (Belçika)
Aydın Ünval (Belçika)
Süleyman Arpaz (Almanya)
Gabriel Uygur (Hollanda)
Emil Shalalo (ABD)
Josef Kopar (İsveç)
Sabri Yildiz (İsveç)
Musa Ergün (İsveç)
Fehmi Aykurt (Mor Gabriel Derneği
Hamburg – Başkan)
Aziz Kurt (Almanya)
Aminuel Akbaş Ravi (İsviçre)
Yaşar Ravi (İsviçre)
Ursus Ravi (İsviçre)
Fehmi Bessara (İsviçre)
Aziz Sak (İsviçre)
Kerim Kayar (İsviçre)
Denho Ravi (İsviçre)
Bedia Akbaş (İsviçre)
Meryem Kangus (Hollanda)
Yosef Bahdi (Hollanda)
Yusuf Haddadoğlu (Avusturya)
Emanuel Poli (İsveç)
Cemil Konutgan (Almanya)
Denho Ishak (İsveç)
BarSawmo BarAbrohom (İsveç)
Hamurabi Beth Shammas Stayfo
(Türkiye)
Metin Akyol (Almanya)
Özcan Can (Almanya)
Zeitoun Athour (Avustralya)
Simon Betar (İsviçre)
Emily Korkis (Almanya)
Aryo Sağ (Almanya)
Hikmet Sağ (Almanya)
Michayel Yacoub (Almanya)
Melis Korkmaz (Almanya)
David Sallum (Almanya)
Abdülmesih Barabraham (Almanya)
Amanuel Eker (Almanya)
Hanno Bayru (Almanya)
Aslan gabriel (Avusturya)
Yakup Atuğ (Türkiye)
Suat Arslanlar (Hollanda)
Robert Rhawi Akbaş (Hollanda
Sanharip Gorgis (Hollanda)
Ninos Gorgis (Hollanda)
Adnan Challma Kulhan (Hollanda)
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
MİT, Hrant
Dink'in infaz
emrini Kiril
alfabesiyle verdi
bu konuda bilgisi var. MİT ile CSİS
arasında bağlayıcılık sözleşmeleri var,
ortaya çıkarmıyorlar. Davayı AİHM’ye
taşıyın. Burada dava bitmez, katili yatar,
azmettirenler gezer. AİHM’ye giderseniz
tanık olarak bilgi veririm.”
Kitapta Fethiye Çetin ile Ramazan Dündar arasında geçen konuşmanın devamı
ise şöyle:
Av. Fethiye Çetin
Fethiye Çetin yeni yayımlanacak kitabında, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın Hrant
Dink’in infaz emrini Kiril alfabesiyle
kriptolayarak verdiğine ilişkin bir iddiaya yer verdi
Hrant Dink cinayeti davasının avukatı
Fethiye Çetin, yeni kitabında MİT’in
infaz emrini Kiril alfabesiyle verdiğini
iddia etti. Çetin, bu belgeyi MİT’te kriptoloji uzmanı olarak çalıştığını söyleyen
Ramazan Dündar’dan aldığını anlattı.
Hrant Dink cinayeti davasının avukatı
Fethiye Çetin dava sürecini ve perde
arkasında yaşananları anlattığı ‘Utanç
Duyuyorum-Hrant Dink Cinayeti’nin
Yargısı’ isimli kitabında, Milli İstihbarat
Teşkilatı’nın (MİT) Dink’in infaz emrini
Kiril alfabesiyle kriptolayarak verdiğine
ilişkin bir iddiaya yer verdi.
Çetin iddiasını kendisine ulaşan ve
MİT’te kriptoloji uzmanı olarak çalıştığını iddia eden Ramazan Dündar’ın anlatımlarına ve kendisine verdiği belgelere
dayandırdı.
Musa Kesler’in Milliyet’teki haberine
göre, Çetin’in kitabında esrarengiz ihbarcıyı ve ardından yaşananları anlattığı
bölüm şöyle:
“16 Mart 2010 günü cep telefonumdan,
gizli numaradan arayan ve isminin
Ramazan olduğunu söyleyen şahıs, MİT
Doğu Anadolu Bölge Başkanlığı’nda
kriptografi ve haberleşme şifreleri
geliştirme uzmanı olarak çalıştığını,
elinde Dink cinayetine ilişkin önemli
bir belge olduğunu, Halep’teki Fransız
Konsolosluğu’na gitmemiz halinde elindeki belgeyi bize verebileceğini söyledi.
(...)
‘Belgeler kriptolu’
Gaziantep’te güvendiğim bir avukat
arkadaşımı aradım, Anlattım, benim
yerime gitmeyi kabul etti. Ramazan
adlı kişi ile Skype üzerinden görüşmeye
devam ettim; yüzünü göstermedi. MİT
ambleminin bulunduğu bir sayfayı gös-
teriyor, hızlıca üzerinde ‘gizli’, ‘hizmete
özel’ damgaları bulunan başka belgelere geçiyordu. Belgelerden biri ‘Anka
Kuşu’ amblemiyle imzalanmıştı. ‘Hiçbir
şey anlamadım, bunların Dink’le ilgisi
nedir’ diye sordum. ‘Elimdeki evrak
kriptolu evraktır, hiçbir devlet kurumu
iç yazışmalarında ‘Git Hrant’ı öldür’
demez’ diye cevap verdi.”
‘MİT’ten birine sorun’
Çetin, kriptonun çözümünü de Ramazan
Dündar’ın tarifiyle yaptıklarını belirterek, kriptonunu çözümü esnasında
Dündar’la aralarında geçen diyalogları
da şöyle anlattı:
“Dündar, ‘Osmanlı Mac:
00:0F:A3:34:76’, ‘Seri No.
1176M26600329’ şeklindeki bilgileri
vererek “MİT’te çalışan tanıdık yani
size bilgi verecek birini bulursanız
bunu sorgulayın” dedi. Ayrıca, “Sayı:
k.rip-2006-195, Konu: Türk-Amerikan
İlişkilerinde Ermeni Diasporası’nın rolü,
İlgi: Dışişleri Bakanlığı’nın 2009-kril1-2-23-18-1-15-20, Kültür Bakanlığının:
2009-Kiril-1-/10-15-12 sayılı emrini
sorun.
Çetin bu konuşmanın ardından internetten Kiril alfabesinin çıkışını aldıklarını
belirterek, Dündar’ın tarifiyle kriptonun
çözümünü de şu şekilde aktardı:
“Gerçekten Kiril alfabesini yukarıdan
aşağıya saydığınızda 23. sıradaki harfi
H harfiydi. 18’in karşısındaki harf ise
“R” harfiydi. Diğer rakamlara da aynı
yöntemle bakıldığında Hrant ismi ortaya
çıkıyordu.”
‘AİHM’de tanık olurum’
Fethiye Çetin, kriptoyu çözdükten sonra
Dündar’la yaptıkları görüşmeye de kitabında şu şekilde yer verdi:
“Evrakın sonunda MİT’in iç yönetmeliği
gereği 80-85 kurum içerisinde infaz emridir(...) MİT içerisinde çözülmeler başladı. Kanada istihbarat servisinin (CSİS)
F.Ç.: Gaziantep’te belgenin fotokopisini
verecek misiniz?
R.D.: Fransız istihbaratı izin verirse...
F.Ç.: Onların ne ilgisi var?
R.D: Fransız istihbaratı izin vermezse
verememem. Çünkü güvenliğimi ve
çıkışımı onlar sağlayacaklar. Etrafta sivil
görürsem görüşmem. Yakalanırsam da
inkâr ederim.
F.Ç.: Uyarmanız gereksiz...
R.D.: Bu yaşımıza kadar kurumda vatansever olarak yetiştirildik. Vatan haini
değilim ama son gelen iç yönetmelik
gereği operasyon kısmında çalışan herkes bir suça bulaşık ve kurumda dosyası
bulunacak. (...)
F.Ç.: (R.D’nin Halep’e gideceğini söylemesi üzerine) Halep’te görüşemez miyiz?
R.D.: Elçilikte görüşürüz.
F.Ç.: Nasıl?
R.D.: İstanbul’daki Fransız
Konsolosluğu’nu bilgilendirin, Perşembe günü gideceğimi ve orada elçilikten
sığınma talebi isteyeceğimi ve belgeleri
teslim edeceğimi...
MİT’ten yalanlama geldi
Çetin ertesi gün sabah, görüşmeye gönderdiği arkadaşının kendisini aradığını,
R.D.’nin birtakım şahıslarla kapısına
dayandığını, etraftaki adamların Fransız
istihbaratının adamları olduğunu anlattı.
Çetin, Hrant Dink’in ağabeyi Hosrof
Dink hemen Dündar ile görüşmeye gidip
belgeleri alıp döndüklerini, fotokopi
belgelerden birinin Hrant’ın; Anka Kuşu
yazılı diğerinin ise Savaş Buldan’ın infaz
emri olduğunu yazıyor kitabında. Çetin,
şöyle devam ediyor:
“Ertesi gün Fransa’nın İstanbul
Başkonsolosluğu’na gittim, Ramazan Dündar’ı sordum. Şahsın Halep
Konsolosluğu’na sığındığını, sonra
Lübnan’a gitmek üzere ayrıldığını ve
nereye gittiğini bilmediklerini söylediler.
Savcılığa gittim; dilekçemde MİT’in cevaplandırması istemiyle sorular yazdım.
MİT’ten gelen kısa cevapta Ramazan
Dündar isimli bir personelleri olmadığı,
fotokopi belgelerin ise MİT’e ait olmadığı yazıyordu.”
Kaynak: http://www.agos.com.tr
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
(Düzenlenmiştir)
İyi akşamlar. 26 Ekimde Ankara'da Cem vakfı gençlik komitesinin öğrencilere burs sağlayabilmek adına yapılması
planlanan konsere aşağıdaki nedenlerden dolayı sevgili
Tolga Sağ ile katılmama kararı aldık.
Kültürümüzü yüzlerce yıldan bu yana canı pahasına bizlere ulaştıran Dedelerimizin, Ozanlarımızın, Aşıklarımızın
tabi ki Aile büyüklerimizin bizlere emekleri ve katkıları
yadsınamaz bir şekilde büyüktür. Tarihi irdelediğimizde Aleviliğin-Bektaşiliğin yok edilmek amacıyla değişik
zamanlarda yapılan katliamların, Ozanların, Pirlerin ve
Dedelerin asılıp, kesilip yok edilişlerini yaşadık, Bunların
hep izlerini taşıdık. Fakat her zaman kültürümüze sahip
çıkıp, dik durduk. Büyüklerimiz bizlere onurlu ve dik durmayı öğrettiler. Bizler onlara çok şeyler borçluyuz ve minnettarız. Buna rağmen Alevi olup, yada olduğunu sandığımız bazı örgüt temsilcilerinin Alevilik adına dünü unutup,
bizleri asimile ederek yok etmek isteyen gerici, yobaz kişi
ve kurumlarla hareket etmesi bizleri rahatsız etmektedir.
Bu kurumun son dönemdeki icraatları ve Sünni anlayışın
kendine göre Aleviliği yok ederek asimile edeceği kendine
göre Alevilik yaratıp, tamamen ortadan kaldırılmaları çabası görmemezlikten gelinmektedir. Zemine taşıması, bu
ve benzeri ilişkiler nedeniyle 26 Ekimde yapılması planlanan konsere katılmama kararı aldım. Kamuoyuna bilgilerimle. Gani PEKŞEN (02.09.2013)
açıklama
26 Ekim'de Ankara Cem Vakfı Gençlik Komitesi'nin öğrencilere burs dağıtmak adına organize ettikleri etkinlikte
sevgili Gani Pekşen'le beraber yer alacaktık.
Ancak Türkiye'de alevilere karşı baskı ve asimilasyon politikalarının bu denli yükseldiği, komşu ülkelerle olan ilişkilerimizde de mezhepsel ayrışmaların arkasındaki gizli
planların savaş çığırtkanlıklarıyla ayyuka çıkarıldığı bu
hassas dönemde, kendisini bir Alevi önderi olarak addeden bir şahsın derin cemaatle işbirliği planlarını kamuoyuyla hiç sıkılmadan paylaşmasını şahsım adına hazmedemiyorum. Özellikle okyanus ötesindeki zatı "Hoca" diye
şereflendiren bir zihniyetin onursal başkanlığını yürüttüğü bir kurumun etkinliğinde, amaç burs dağıtmak olsa bile
yer almamın mümkün olmadığını paylaşmak istedim.
Yüzyıllarca inancını her türlü baskıya, katliama, yok sayılmaya rağmen onuruyla taşımış bir toplumun, böyle son
derece ucuz bir şekilde pazarlıklar içerisine itilmesini bir
alevi olarak şiddetle kınıyorum.
Saygılarımla - Tolga SAĞ
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
MERHUM SİNEMİLLİ DEDESİNİN 1996 DA
İZZETTİN DOĞANA YAZDIĞI MEKTUP
Sayın Doğan!
Alevilik, renk tanımayan ve dünya milletlerini kardeş sayan bir yaşam sistemidir. Bir Felsefi inançtır. Bir ırk değildir. Kürt-Türk-AcemArap-Arnavut ve Pomak milletlerine mensup birçok Alevi vardır. Bu
insanlar inançları ve görüşleri sebebiyle asırlardan beri nice zulümler, İşkenceler, Sürgünler ve Ölümler görmüşlerdir. En son olarak 12
Eylül vahşeti yine Alevilere uygulanmıştır. Alevi çocukları mecburi
din derslerine tabi tutulmuşlardır.
Sayın Doğan! Rahmetli babanız(hepimizin saygı duyduğu) Hüseyin
Dede, Alevileri Diyanet İşleri Başkanlığına alalım dememişlerdi.
fakat sizler, 15 Şubat 1996 günü Sabah gazetesinde Kartal Cem
evi açılırken, “Türkiye de Diyanet İşleri Başkanlığı yanlış tanzim
edilmiştir. Alevi Mezhebine resmiyet kazandırılmamıştır demişsiniz.
Bu sözler beni, demokrat ve aydın Alevileri çok düşündürmüştür.
Dede kökenli oluşunuz size bu hakkı vermez. Sayın Doğan! Profesörsünüz. Hocasınız. Bu hususları iyi bilirsiniz. Fakat 1983 den beri
yanlış adımlar attınız. Bir ara, Paşaların konseyi parti kurulmasına
müsaade ettiğinde, Turgut SUNALP paşanın Milliyetçi Demokrasi
Partisinin (MDP) 27.nci kurucu üyesiydiniz . Onun akabinde Malatya
da DYP den aday oldunuz. Orada bulunan tüm baba dede dostlarınız
size karşı çıktılar. Yine bu yanlışlara devam ediyorsunuz. Aleviler
için devletten para almak istiyorsunuz. Evet. Vakfınız için isteyebilirsiniz. Fakat yirminci asrın sonunda, Demokrasinin sigortası olan
Aleviler devlet parası istemezler. Hakikaten gücünüz varsa, Diyanet
İşleri Başkanlığının devlet bütçesinden para almamasına çaba gösterin.
Sayın Doğan! Türkiye de 70.000 in üzerinde Cami, binlerce Kuran
Kursu, Devlet Lise ve Sanat okullarından ziyade İmam Hatip okulları
vardır. Bunlar az geliyorsa noksanlarını Cem evleriyle mi tamamlayacaksınız? Sayın Doğan! 12 Nisan 1996 tarihli Cumhuriyet gazetesinin üçüncü sahifesinin alt köşesinde dört sütun üzerine “Şeriata giden yol açılıyor” başlığı ile, Pir Sultan Abdal Derneği Genel Başkanı
sayın Murtaza DEMİR ve Hacı Bektaşı Veli Anadolu Kültür Vakfı
İstanbul Şube Başkanı sayın İsmail SAÇLI, izlediğiniz yolun yanlış
olduğunu belirten çok açık cevap vermişlerdir. Sizler ezilen Alevileri
ne yapmak istiyorsunuz? Arkanızda devlet emrinde İzzettin Dedenin
milyonlarca oyu vardır. Sermayenin hangi partisi olsa kucak açar
kanısına varıyorsanız yanılıyorsunuz. Bizler (Aleviler) kişilerin peşinde değil, fikirlerin İlkelerin peşindeyiz. Mektubuma son verirken,
Aleviler ezile ezile bileylenmişlerdir. Bu insanların önderi ve başkanı
olmak istiyorsanız, yukarıdan beri izaha çalıştığım uygulamalarınızdan geri durmalısınız.
Elbistan-Kantarma Köyü Sinemilli Dedelerinden
Hasan SİNEMİLLİOĞLU
Aktaran - Süleyman Deprem
İSLAM BİZİM NEREMİZDE?
Hacı bilmem hoca bilmem
Beş vakit namazı kılmam
Ramazanda oruç tutmam
İslam bizim neremizde?
Çarşafım yok türbanım yok,
Ehl-i sünnet fermanım yok
Arafat'ta kurbanım yok,
İslam bizim neremizde
Cemimde yok sazımda yok
Karımda yok kızımda yok,
kırpık sakal yüzümde yok
İslam bizim neremizde,
Dem çekerim dolumda yok,
Bilimde yok ilimde yok,
Türkçe duam dilimde yok,
İslam bizim neremizde
Mezhep deyip nifak sokmam,
Tekbir ile insan yakmam,
Tesbihim yok takva takmam,
İslam bizim neremizde,
Kandilimiz gecemiz yok
Arapçamız hecemiz yok
Hülleyecek kocamız yok,
İslam bizim neremizde?
Muhammet'le Ali öldü,
Soyu sopu sürgün geldi,
Meydan muaviye'ye kaldı,
İslam bizim neremizde,
Ehl-i beyt benim dostum
Ezdiler bağrıma bastım,
Ben İslam'a çoktan küstüm,
İslam bizim neremizde,
Saltanatı halifesi,
Hiç tanımam neyin nesi,
İrticası,Kara sesi
İslam bizim neremizde,
Tutturmuşlar ehl-i sünnet,
Ne cehennem ne de cennet,
Kul köle değilim ümmet,
İslam bizim neremizde,
Tüm dinlerden alıntım var,
Şamanlıktan kalıntım var,
Çok üzgünüm anlatmak zor
İslam bizim neremizde,
Özümde benlik yazılmaz,
kimseye kuyu kazılmaz,
İç abdestim hiç bozulmaz,
İslam bizim neremizde,
Arıyorum tarıyorum,
Can gözüm var görüyorum,
GAZİ METİN soruyorum,
İslam bizim neremizde?
Hüseyin Gazi Metin (Dede)
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
izzettin doğan asimilasyoncu bir düşkündür
da, canları helâldir”, “Alevi öldüren cennete gider” diyen bir zıhnıyetin en önemli
temsilcisiyle gizli pazarlıklar, anlaşmalar yapmış olabilir. Maraş’ın, Çorum’ın,
Sivas’ın, Madımak’ın, Gazi’nin ve daha
birçok yerdeki Alevi katliamlarının en
büyük koruyucusu, savunucusu, destekleyicisi ve asimilasyoncusuyla aynı arazi
üzerinde, yan yana Cami, Cemevi, Aşevi
yapabilir, ama oraya Alevileri götüremez
Fethullah Gülen’le hangi menfaatler ve
çıkarlar karşılığında olduğu belli olmayan bir ortaklığa soyunup, aynı arazi
üzerinde Cami, Cemevi ve Aşevi yapılması işbirliğini gururla anlatan, asimilasyonun gönüllü bir neferi olan İzzettin
Doğan bir düşkündür.
Ancak burada çok önemli bir tespiti daha
yapmazsak havanda su dövmüş olacağımız da kaçınılmazdır. Alevi toplumu,
Alevi örgütleri, kanaat önderleri “Alevilik, 1400 yıllık tarihi olan İslamiyetle
Müslümanlıkla ilgisi olmayan, aksine
Aleviliğin binlerce yıllar öncesine dayanan, kendine özgü kuralları, ritüelleri
olan, Tanrı’yı insanda, insanı Tanrı’da
gören, 72 millete aynı nazarda bakan,
insanı ve doğayı merkezine alan, dinin
sorduğu sorulara da verilecek cevapları olan ve sosyal yaşamı düzenleyen bir
erkân, bir kültür, bir felsefe, bir yaşam
biçimi ve kadim bir yol” olduğunu söylemedikçe, daha çok kereler bu kısır döngüden ileri gitmeyen tartışmaları yapar,
aynı sularda debelenir dururuz.
Sonra da “İzzettin Doğan, Fethullah Gülen ile birlik oldu, şunu yaptı. Tayyip ve
zihniyeti Aleviliğe şöyle hakaret etti,
Alevileri ibadet için Camiye çağırdı” vb
şikayet ve serzenişleri konuşur dururuz.
Oysa Fethullah veya başkalarından önce
asimilasyonun çok kararlı askerliğine
soyunan İ.Doğan’ın bugüne kadar yaptığı işlere, söylediği sözlere bir bakarsak
birçok şeyi daha rahat anlatabiliriz Alevi
kamuoyuna.
Hani derler ya, annesini babasını karıştırma diye. Ama bu zihniyeti tanımak
için babasını, abisini de tanımak kaçınılmazdır. Doğan’ın babası Hüseyin Doğan
da 1950 yılındaki seçimlerde CHP’den
milletvekili seçilir ve önce Demokrat
Partiye (DP) katılır, sonra 1960 yılında
da Demirel’in Adalet Partisine girer ve
birkaç dönem milletvekilliği yapar. Oğlu
Doğan Doğan da (İ.Doğan’ın abisi) Adalet partisi Malatya il başkanı olur.
12 Eylül askeri faşist darbesinin hemen
sonrasında İzzettin Doğan, darbeyi
gerçekleştiren generallerden biri olan
Em.Org.Turgut Sunalp ile birlikte Milliyetçi Demokrasi Partisini kurmuştur.
O Turgut Sunalp ki, kendisine solcu,
sosyalist, Alevi, Kürt kızlara, kadınlara
gözaltında “tecavüz ve taciz edildiği, tecavüzlerde jop kullanıldığı”, bu kadın ve
kızlardan bazılarının intihar ettiği şeklindeki iddiaların doğru olup olmadığını
Erdal YILDIR IM
soran gazetecilere “neden jop sokalım
ki, elimizde taş gibi delikanlılar var” diyecek kadar insanlık, Alevilik düşmanı
aşağılık biridir. İzzettin Doğan da onun
en sadık dostudur.
Babası, abisi ve de kendisi Alevi toplumunu son yıllara kadar, önceleri kapalı
kapılar ardında gizlice ve sinsice, ama
şimdilerde açıkça sistemin içine çekmeye çalışan, işbirlikçilikte kusur etmeyen Hızır paşalardır. İ.doğan yıllardır
emperyalistlerce ortaya atılan “Ilımlı
İslam” projesine paralel olarak “Alevi
İslam” söylemiyle Aleviliği, Müslümanlığın, İslamın içinde eritmeye, devlete,
sisteme peşkeş çekmeye, yamamaya çalışmaktadır.
Anımsanmalıdır ki, 2 Temmuz 1993 Madımak katliamı sonrasında Alevilerin sol
hareketlerle, Kürt hareketiyle bir araya
gelmemesi, bir başka deyişle devletin güdümüne girmesi, sistemle barışık olması
ve siyasetten uzak olması için İ.Doğan’a
Süleyman Demirel ve Tansu Çiller tarafından örtülü ödenekten para aktarılır.
Alevileri yanıltmak için de özenle Aleviliği çağrıştıracak bir isim seçilir ve
açılımı ‘Cumhuriyetçi Eğitim Merkezi’
(CEM) olan bir vakıf kurdurulur.
İzzettin Doğan, sadece Süleyman Demirel’in, Tansu Çillerin ve Turgut Sunalp’ın
ve Fethullah Gülen’in iyi dostlarından
birisi değildir. O aynı zamanda Maraş
katliamın planlayıcılarından, Ökkeş
Kengerler, Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte
en önemli sorumlulardan olan Musa Serdar Çelebi’nin ve Türk İslam sentezinin
ideologlarından Namık Kemal Zeybek
gibi birçok ülkücü faşistin de dostlarındandır.
Doğan, yüzyıllar boyu “Aleviler, Kızılbaşlar ana, bacı, kardeş tanımaz”, “kestikleri yenmez”, “namusları da, malları
Ve da yıllarca insan hakkı yiyen, haram lokma yiyen, kendi inancındakileri
bile soyup soğana çeviren, dünyanın en
büyük zenginliklerine ulaşmış olan birisiyle aynı mekanda, aynı masada lokma yiyebilir. Oysa biz biliriz ki, bizim
itlerimiz bile haram sofrasına oturmaz,
haram lokma yemezler..
İzzettin Doğan, Alevi çocukları için işkenceye dönüşen “Zorunlu Din Dersleri”
politikasına karşı çıkan, “Eşit Yurttaşlık
Hakkı” talebinde bulunan, bu talepleri
de basın açıklaması, mitinglerle protesto eden Alevilere, Alevi örgütlerine ve
yöneticilerine “provokatörler” diyecek
kadar düşman olan birisidir.
Maraş, Çorum, Sivas, Madımak, Gazi
katliamlarını ağzına almayan, Madımak’
a bir kez bile gitmeyen, Madımak katillerini himaye edenlerle belirsiz işbirliklerine giren, aynı yere ‘Cami-Cemevi’
yaptıran İzzettin Doğan zihniyetiyle,
Hace Bektaş Dergahına cami minaresi
diken Sultan II.Mahmut zihniyeti arasında herhangi bir fark var mıdır?
‘Cami –Cemevi-Aşevi Projesi’ tam anlamıyla sinsice, kahpece ve kalleşçe
uygulanmaya çalışılan bir asimilasyon
projesidir. Bu projenin boşa çıkarılması için Aleviler bir an önce 2004 yılında
yurt içi ve yurtdışı örgütlerinin, kanaat
önderlerinin Ankara’da birlikte ve güçlü,
cesur bir şekilde deklere ettikleri ‘Alevilik tarifine’ birçok yönden gelen ya da
gelebilecek saldırıları göğüslemeyi seçerek cesurca sahip çıkmalı ve Aleviliği
savunmalıdırlar.
Alevi toplumu da tarihine, kültürüne,
Alevi yoluna ihanet eden bu ve buna
benzeyen asimilasyonun gönüllü işbirlikçilerini, Hızır paşaların, Alevi ritüellerine uygun olarak toplumdan dışlamalıdır, görüldüğü her ortamda teşhir
edilmelidir. Ve mademki İzzettin Doğan
bir asimilasyoncudur, mademki bir düşkündür, düşkünlere hak görülen yaptırımı İzzettin Doğan’a da uygulanmalıdır.
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Spasî ji bo weşanên rȇveberiya giştî ya
karubarȇn Êzȋdiyan !
Hêjayan,
ez gelekî bextewarim ku, weşanên rȇveberya giştî ya karubarȇn Êzȋdyan, bi alîkariya wezareta ewqaf û karubarȇn Ayȋnȋ
ya Hukumeta Herema Kurdistanȇ, ev
pirtûka min a jimara zincîrê (8), di bin
derhênana hûnerî: rêzdar Hesen Omer
Xidir de û di sala 2012 de li çapxana
rewşenbîrî / Hêwler `ê da çapkirin.
Spasî yên bê sînûr arasteyî mamoste Xeyrî
Bozanî, rȇveberya giştî ya karubarȇn
Êzȋdiyan li Hukumeta Kurdistanê dikim,
ku çapkirina vê pirtûkê bi erkê xwe zanî
û bo her kesê keda wî ketî nav perên vî
berhemî da.
Li hêla din sipasdarî nivîskar Heso Hurmî
me, ku ev berhem di bin çavên wîra
bi xwendinek hûr derbas bû, zêdebarî
nivîsandina pêşpeyveke bi qîmet.
Pêşpeyva nivîskar Heso Hurmî weha ye:
Ĵi sala 2002 ande, ez xemxorê kulturê
kurdên Ȇzȋdȋ mamosta Kemal TOLAN
nas dikem ,kedeka mezin di vê biyava
hanê de mezaxtȋ ye û her xebata xwe di
domȋne ,meriv ĵi hȋza wȋ ya leşȋ û hizrȋ
çavnebare,ku kesek bi vȋ emrȋ gelek ĵê
li diyasporan derbas kirȋ,tim ziman,
kultûr,dȋrok û perwerde li ser nirxên kurde waryê di nax û fikra wȋ dane,belkû
serkêşiya bizav û çalakȋyan sexmeratȋ
bi cihanȋna van nirxên Ȇzȋdȋyatê di de
meşandin,zêde barȋ weşandina berheman.
Ev pirtûka li ber destê we yên hêĵa amêza
barcemeke nivȋsar û gotar û dȋdarên
nivȋska K.Tolan dike,anlȋzeyên xweşik bi
zimanekȋ rind û sakar dayȋ ne nivsȋandin
,ez bi bawerim demê mirov vê pirtûkê di
şopȋne lave nake ku dev ĵê bi qire,heya
temam bike, çûnke şêwazê nivȋsȋnê pir
bilinde û hêĵaye,gelek pêzanȋn bi nirx û
giran buha li ser miĵarên cûda ,cuda yên
girêday Ȇzȋdiyatȋ yê, di ȋne holê, bê guman wê asoyên xwendevanê xwe ber fireh
bike û bibe handerek ȋdȋ ciwan û xortên
me li kevneşopên kal û pêşȋyan mêze biken ,belkû lê xwedȋ der bikevin bi armanca paristin û pêşdebirinê .
Berhevkerê pirtûka Nasandina Kevneşopên Êzdîtiyê II hewil daye bi dekomentikrina pȋrozȋ yên Ȇzȋdiyan rabe li gel pêşkêş
krina şirove yên zanistȋ û hêja derbare yȋ
dȋrok û çand û rewişt û tȋtalên Ȇzȋdiyan.
Dest xeşyê li nivȋskarȋ dikem û miraz
xwazim ku ev pirtûk sûd bexiş be û bigeha armancên xwe. Hollanda 05.02.2012
PÊŞGOTİN Û HİNEK DÎTİN Lİ SER
KEVNEŞOPÊN ÊZDİYATİYÊ
Xwandevanê/a hêja;
Gelek ji me dizanin, dema ku mediya
elektronîk, bi taybetî jî gava îmkanên ragihandin û weşandinê bi saya derketina
înternetê derket, hingê firsenda ku meriv
bikaribe zanîn, çavkanî û lêkolîn kirina
xwe zêde bi rêkûpêk û pêşkêşî xwandevan
bike jî derket.
Şikir ji Xwedê ra, gelek xizmetkar,
zahmetkêşên mediya ragihandin, weşan û çapemeniya Kurdî jî ji vê fersendê
fêdekirin û zanîna xwe pê bilndkirin.
Dûre bi saya pêşketina wan yên di nav
van salên derbasbuyî de gelek nêrîn, gotar, çalakî û nivîsên min jî gihîştine nav
mal û ber destên xwandevanên dilxazên
Êzdîtiyê. Li virê dîsa dibêjim, gelek spas
ji bo wan dezgeh û kesên ku di quncikên
weşanên xwe da cîh dane nêrîn û gotarên
min.
Lê, ez bi xemgînî dibînim ku vêga piraniya wan nêrîn, gotar, çalakî û nivîsên min
di nav arşîva gelek mediya, weşan, çapemeniya Kurdî û bi taybetî jî di nav çavkanî
û ragihandinên civaka me Êzdiyan de ne
hatine xwanê kirin û parastin. Vêga ev
kesên ku ew xizmeta ku min berê ji bo
nasîna ola civak û netewa xwe kiriye ne
xwandi bin, ew îro nizanin ka min çi ji
bo parastin, pêşveçûn, hebûna nasname û
nasîna Kurdayetiya resen kiriye.
Ji xwe ev yek ji sedema min ya ku ez wan
nêrîn, gotar, çalakî û nivîsên xwe, yên ku
di nav gelek kovar, malperên înternetê û
roinameyên cûde de hatibûne weşandin,
cardinê di vê pirtûkê de çapbikim.
Sedema min ya diduyan jî li ber dilê
min gelekî girînge û ez timî li goriya zanîn - derfetên xwe dibêjim; di nav
kevneşopên civaka me Ezdahiyan de
gelek nirxên Kurdayetiya resen, yên
mîna ziman, dîrok, çand, folklor, adet û
toreyên Kurdîtiyê têne xwanê kirin hene.
Û piraniya van nirxên Kurdayetiya resen hîna ji aliyê rewşenbîr, rojnameger,
nivîskar û niştîmanparêzên Kurdistanê
û me Êzdiyan ve baş ne hatine gengeşekirin û zelal ne hatine xwanêkirin. Ji ber
van kêmasiyan jî gelek agehdariyên ku
„zane“ û „dîroknivîsên“ xerîban û her
wisa jî gelek nezan, belangaz, rewşenbîr,
rojnameger, nivîskar û niştîmanparêzên
Kurdistanê ku li ser Êzdîtî û jiyan me
êzdiyan gotine an hêjî beladikin şaşin.
Bi dîtina min, gava meriv baş ji naveroka çand, helbest, sitran, çîrok û
metelokên Ezdahiyan yên kevn hatine
parastin fêhmbike, meriv dibîne ku di
nav wan de ne tenê ziman, dîrok, çand,
folklor, adet û toreyên Kurdîtiyê hatine
parastin. Her weha di nav wan de gelek
nîşanên kesayetî, libas, gund, çiya, deşt,
newal û dîmenên xwezaya Kurdistanê
jî têne ber çavên meriv. Dîsa meriv dikare gelek xeleq û dîmenên dîroka xwe
yên bi hezarê salan derbasbuyî, hestên
evînî, êş û tadeyên cihê cihê hatine serê
gelê me jî fêm bike. Heta bi saya hebûna
ilm, Qewl(bingeha sitran, destan, çîrok û
dengbêjiya Kurdî ne), duha, serpêhatî û
metelokên Êzdiyan yên ku heta vêga tenê
bi devkî dihatine gotin, êdî pêşeroja xwe
jî zelaltir bide xwanê kirin. Ez bawerim,
lewma jî bav-kalen me gotine, „kesên ku
kevnê wî nebin, wê nuyên wî jî nebin“.
Vêca, ji bo ku ciwanên me jî bikaribin
çande, ol, tore, kevneşopên nasname û
dîroka netewa xwe baş analîze û nas bikin, divê gelek arşîv û çavkaniyên ku
nirxên parastin, pêşxistina nasname, ziman, dîrok, çand, folklor, adet û hemû
toreyên civaka me Êzdiyan didine xwanê
kirin, li ber dest û zanîna wan hebin.
Ji xwe gelek ji we rêzdaran jî dizanin,
min ji bo vê armancê heta vêga 3 pirtûk
jî ji nav dewlemenidiya çanda Kurdîtiya
resen, zargotin, kevneşop, jiyan xwe
û serpêkhatiyên endamên civaka Êzdî
pêşkêşî xizmeta parastin, pêşveçûn,
hebûna nasname û nasîna Êzdiyatiyê kirine.
Heta ji destên min bê, ezê zanîn û şêweya
ku min di wan kitêban de bi kar anîbû,
divê pirtûka berhevkirina Nasandina
Kevneşopên Êzdiyatiyê II de jî bi kar
bînim.
Lavan ji Xwedê dikim ku hinek ji
ciwanên me, xêrxwaz, olzane, dîroknas û
lêkolînerên olnasînê bikaribin ji vê xebata
min fêdebikin. Ev xebat û berhevkirinên
min ji wan re bibe handanek û ew karibin hê zaniyarên zêde li ser wan babetên
ku destê min ne gehîştiye anjî min bi
wan nizanîbû tevan kombikin, kêmasî û
pakiyên demên derbazbuyî baş fêr bibin
û ew bikaribin pêşerojeke gelekî paqij, tijî
aremî, aşîtî û azadî ji xwe û nebiyên xwe
ra biafirînin.
Herweha hêvîdarim ku tu nijad, civat, ol
û kes vê mîtolojiya afirandina dinyayê û
bingeha mirovatiyê ji bo berjivendiyên
nijad, civat, ol, dezgeh, rêxistin, ziman û
kesayeta xwe neguhêzin. Em bikaribin ji
vê resenî, heqî û wekheviya di mîtolojiya
“HAVEYNÊ MIROVATIYA MEZOPOTAMIYA YÊ Û BI TAYBETÎ JÎ XIZNA
NASNAMA GELÊN KURD E “ re xwedî
derkevin. Berhevkar KEMAL TOLAN
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bir aksanla (oğul yürek dayanır mı
söylediklerime) dedi ve başladı anlatmaya...
A R A M A R A R AT
tertele...
acıya acı katık zehir zemberek
vurduk kendimizi dağlara
dağlara durmadan dağlara
koyakları yurt eyledik kendimize
inlerde ceset ceset öldük
ve kan kızıla dönüştü Munzur
ay ışığı düştü yaramıza
ve yaramız Dersim
Dersim feryat ve figan.
İkindi vaktiydi hafif bir yel esiyordu
içime tatlı bir korku saplamıştı az biraz heyecanlıydım da. Bir kaç günden
beri hedef koyduğum menzile nihayet
bir kaç dakika sonra ulaşıyordum. Yol
boyunca sıra halında göğe yükselen
biçimsiz binaların ön cephesinde gelişi güzel çakılmış tabelaları okuya
okuya yol alıyordum. Bir zaman sonra
elimdeki adrese ulaştım. Arabamı müsait bir yere çektikten sonra hiç vakit
geçirmeden direk kapıya yöneldim.
Heyecanla kapı ziline bastım, kapı ziline basmamla birlikte zeytin karası
gözleri altı yedi yaşlarında esmer bir
çocuk kapıyı açtı. Çocuk beni görür
görmez cin görmüş gibi, korku içinde
hemen geri kaçtı ve “Ana ana” diye
bağırdı. Az sonra yaşı çoktan sekseni
geçmiş yaşlı bir nine geldi yaşlı kadın
gözümün içine içine baktı. Bende ona
baktım. Neden daha sonra hiç tanımadığım sadece bir kaç kere telefonda konuştuğum bu kadına sarıldım.
Kadında hiç çekilmeden sarıldı bana.
“xeramo kerekmke” dedi arka odaya
geçtik. Ev derme çatma bir gece konduydu, nenenin tek oğlu siyasetten
ceza almıştı. Koca evin yükü sadece
gelinin omuzundaydı gelin onlara bakıyordu. Hiç vakit kaybetmeden hemen (kılé hele vajé) dedim o da bozuk
Hewtemala birlikte bahar geldi. Bahar
doğayı derin uykusundan uyandırdı.
Cıvıl cıvıl kuş sesleri, taze ot kokuları
tuttu her tarafı. Sıcak bahar güneşiyle
birlikte prırl pırl oldu gökyüzü. Kozasında çıkmayı başaran bir kelebek gibi
mutluydum. Mutlu olmak için yeterince gerekçem de vardı. Sanırım daha on
yaşında coşkulu bir çocuktum. Annem
Hewtemalı kutlama konusunda çok titizdi Hz. Ali’nin bir Hewtwmal günü
doğduğuna inanıyordu. Aslında bir
kaç haftadan beri büyüklerimiz korku
içinde geceleri dışarıda geçirip sabaha kadar nöbet tuttuğunu biliyordum,
ama gene de biz çocuklara yansıtmıyorlardı. Sürekli Kemal Paşa’dan bahsediliyordu. Kemal Paşa’nın sözü geçtiği her kelimede büyüklerimiz korku
ve saygı içinde toparlanıyordu. Bir kaç
gündür babam kayıptı...
O gün akşamüstü gelmişti. Babamın
gelmesiyle “Hazırlanın gidiyoruz”
demesi bir oldu. Annem karşı koydu.
“Nereye gidiyoruz. Bu dokuz çocukla birlikte açılıktan ölürüz” demesine
rağmen babam annemi dinlemiyordu
bile. Annemin kulağına eğildi, bir şeyler söyledi. Annem ikna olmuştu. Ne
kadar eşyalarımız ve öteberimiz varsa
aldık, bir kağnın üstüne yığıp yola koyulduk.
Gecenin yarısında ancak menzilimize
varabildik. Babam ve annem ile birlikte bende büyük olana abla ve abilerim eşyalarımızı mağaraya taşıdılar.
Mağara karanlık ve korkunçtu bizden
başka çok insan kaçmış ve bu mağaralara sığınmıştı... Birkaç hafta bu
mağaralarda kaldık. Son yiyeceklerimizde bitmişti. Annem babam zaman
zaman aşağı vadiye iniyorlar çeşitli otları getirip kaynatıp bize veriyorlardı.
Mevsim de yavaş yavaş bitiyordu. Bu
nedenle yiyilebilecek otlar da bitmişti.
Hepimiz bitlenmiştik. Babam nereden
bir makas bulmuşsa getirdi, annem
dâhil hepimizin saçlarını sıfıra vurdu.
İnsanlar korku içinde akın akın mağaralara geliyorlardı. Açlık, hastalık sıtmadan her gün onlarca çocuk ölüyordu. Benim de kundakta bir kardeşim
vardı, henüz adını koymamıştık. Anemin kurumuş memelerini eme eme
açlıktan ölmüştü. Annemin kardeşime
yaktığı ağıt hâlâ kulağımda çınlıyor.
Bir sabah ansızın uçaklar geldi. İlkin
iki uçak alçaktan uçtular sonra beş altı
uçak daha geldiler ve bulunduğumuz
mağaralara rasgele bomba yağdırdılar.
Babamdan hiç ayrılmadığım için babamla birlikte mağaraların az ötesinde
bir çukurda olup bitenleri izliyordum.
Bu Kanbax makinalar cehennem ateşi
yağdırıyorlardı. İnsanlar çığlık çığlaydılar, annelerin, babaların, gençlerin,
yaşlıların, çocuklar ve bebeklerin parçalanan bedenleri şarapnel parçalarıyla birlikte havaya uçuyorlardı. Feryat
figan uçakların dehşet sesleriyle karışıyor ve arşa kadar yankılanıyordu.
Kimisinin kafası kimisinin kolu kimisinin bacağı kopmuştu. İnsanların yoğun et kokusu ve kurumuş ot kokları
perde perde göğe yükseliyordu. Yaklaşık bir yarım gün belli aralıklarla bombaladılar. Uçakların gittiğinden iyice
emin olduktan sonra babamla birlikte
bizim mağaraya koştuk. Babam bende
önce vardı. Ansızın yaban bir hayvan
gibi böğürdü. Babamın bu dehşet sesiyle birlikte olduğum yere yığıldım.
Sonra toparladım kendimi. Koştum,
mağaranın duvarları kenarında üst
üste yığılmış yüzlerce ölü ve yaralı
vardı. Mağara olduğu gibi kandı. İnlemeler, bağırmalar, çığlıklar ağlamalar
ve ağıtlar mağaranın bu kanlı ve yaslı
duvarların sinmişti. Babam ağzını annemin yere dökülmüş bağırsaklarına
koymuş sadece şuursuzca bağırıyor.
Annem küçük kardeşime zarar gelmesin diye onu kucağına almış, kardeşim annemim parçalanmış bedeninin
altında, öylece dili ağzında dışarı çıkmış ve ölmüştü. Aha şuracıkta ağabeyim yatıyordu, ondan az ötede ablam
ve değer kardeşlerim. Hepsi kucak kucağa cansız yatıyorlardı. Bir gelin parçalanmış bebeğin yarısını almış, kan
reva içinde sersem bir koyun gibi sağa
sola koşuşturuyordu. Başka bir adam
elini beline koymuş sadece ağlıyordu.
Duvarın tam dibinde bir bebek ölmüş,
annesi onun boynuna sarılmış ağlıyordu. Acı acıya ölüm ölüme ve zulüm
zulme katıyordu. Çaresizlik ve vahşetin ne menem bir illet olduğunu bütün
çıplağıyla yaşanıyordu...
Gün kavuşana kadar babam bir yanda
ağlıyor bir yanda annemi ve kardeşlerimin cesetleri üst üste bir çukura
gömüyordu. Az sonra uçakların sesleriyle birlikte babam ve ben, bedenlerimizin birer yarısını toprağa gömerek
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ayrıldık. Geceyi başka bir mağaradan
geçirdik. Mağara bizim eski kaldığımız mağaradan daha kalabalıktı. Çok
hasta ve yaralı vardı. Bu mağarada diğerleri gibi kan revan içindeydi…
Artık babamın bir organı gibiydim,
babam nere giderse bende oraya. Yorgun ve açlıktan yarı baygın bir halde
babamın kucağında süzülmüş kalakalmıştım. Gözümü açtığımda babam yanımda yoktu. Sonra etrafa iyicene bakınca babam ve yüzlerce erkek elleri,
ayakları bağlı, öylece yerde çömelmiş
bir halde gördüm. Askerler mağaranın
dört bir tarafını kuşatmıştı. Kadınları
ayrı, yaşlı ve kız çocukları ayrı, yetişkin erkekleri ayrı ve bir de sekiz ile
on iki yaşlarında erkek çocukları da
ayrı yere toplamışlardı. O esnada ayağa kalktım. Ayağa kalkmamla birlikte
bir asker ensemde tuttuğu gibi beni erkek çocukların olduğu gruba katması
bir oldu. Alan insanlarla dopdoluydu
fakat kimsede çıt yoktu, sessizlik çın
çın ötüyordu. Korku ve hüzün kol geziyordu. Öğlene doğru büyük komutan
geldi komutan eline bir megafon alarak aynen şu konuşmayı yaptı:
“Sizi adi sergerdenler… Hain şakiler…
Siz ki koskoca Kemal Paşa’nın kanunlarına karşı geldiniz. Kemal Paşa’nın
talimatıdır hepinizi geberteceğiz” diye
avazı çıktığı kadar bağırarak en aşağılık küfürleri savuruyordu. Komutanın
konuşması zaman zaman askerlerin
“Yaşa yaşa Kemal Paşa çok yaşa” sloganlarıyla kesiliyordu. Bir süre sonra
erkekleri yüksekçe bir tepenin ardına
götürdüler. Kız çocukları, kadınları ve
yaşlıları başka bir tarafa, benim de bulunduğum erkek çocukların grubu da
Munzur’un kıyısına götürdüler. Ben
grubun ortasında yürüyordum. Az
sonra askerler durdurdular bizi. Ha bu
arada babam bitlenmiş saçlarımı kestiği için askerler beni erkek bellemişlerdi. Durduğumuz yer Munzur ırmağın
çarptığı ve suyun kırıldığı geri döndüğü en yüksek kayaların ve çıkmaz
asi mevkisiydi. İki yüze yakın çocuktuk, askerler ilk önce silahlarla birkaç
çocuğu vurdular. Çocuklar oldukları
gibi yere yığılıp sessizce can verdiler.
Kaçabilecek yer yoktu birbirimize sarıldık hepimiz ağlıyorduk. Askerlerin
komutanı bağırdı:
“Silahla değil mermilere yazık, silah-
ların dipçikleriyle öldürün!” diye emir
verdi. Bu defa askerler silahların dipçikleriyle bizlere vurmaya başladılar.
Yine komutan bağırdı:
oğula kulak kestik. Oğul önce söylüyordu:
“Silahlar zarar görür, ağaçların kurumuş kötekleriyle vurun!”
be kesamın wayé
İşte şimdi can pazarıydı. Askerler koca
koca kötekleri ince, dermansız kalmış,
küçücük çocukların bedenlerine indiriyorlardı. Hangi çocuğa vuruyorlar, o
çocuk oracıkta yere yığılıyordu. Yere
yığılan çocuğun ayığından tutup Munzur nehrine atıyorlardı. Ve böylece
yüzlerce çocuğu köteklerle kafalarına vurarak öldürdüler. Ben ise bayılmışım, gözümü açtığımda bir kadın
feryat figan ağlıyordu. Orada cansız
yatan çocuklara tek tek dokunuyor,
kanlarını yüzüne sürüyor, kucağına
alıp bağrına basıyor, sonra başını kaldırıp
“Haq diyor...
Düzgün baba diyor...
Can pazarı diyor
çocukların ölü mü diyor…”
Ve...
“Dayé “diye bağırdım cılız bir sesle.
Kadın bana döndü, kucakladı beni.
Korktum. Kadın az sonra bu katiller
sürüsü geri gelip beni öldürürler gibi
bir düşünceyle alıp kaçtı. Sanırım o
çocuklardan tek ben sağ kalmıştım.
Az biraz gittikten sonra bir ana ve
oğul ikisi de yaralı bir halde ağıt yakıyorlardı birbirlerine. Beni kaçıran kadın durdu ve ikimiz de sadece bu ana
“dayé dayé dayé
felek qımiş biyo
şiya herdu şiyayé
ezo çı rıjiyayé...”
Sonra birlikte hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı bu sefer ana başlıyordu:
“vana hiris u heşta
tépeya vésaniya
lacem çı pırskena
amediya kes nediya”
Beni götüren kadın da onların ağıt
figanlarına katıldı. Hep beraber ağladık... Ama dağ bize siper olmadı,
Munzur hain çıktı. Zalime yol verdi.
Düzgün Baba ve Hızır imdadımıza
koşmadı. Zira Dersim yalnız ve yaralıydı...
Yaşlı nine bütün bu yaşananları, tek
bir solukta, bakışları salt bir noktaya
mıhlanmış ve o anı yeniden yaşıyor
gibi bir duyguyla karışık ruh haliyle
anlatı. Yüzünü bana çevirdi. Yüzü kırışıktı. Gözlerinden süzülen iki damla
yaş yanağında bir nehir yatağı gibi kurumuştu.
Not: Değerli dostlar amacım yaşanmış
bu acıları dillendirmektir. Saygılar
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ÜLKE KOKUYORSUN
si yamaçtaydı. Bir eski zaman şatosunu
andırıyordu. Karışık bir mimarisi vardı.
''Sentez'' diyorlardı buralarda.
Vahit uyanır uyanmaz pencereyi açtı.
Uçsuz bucaksız göl çarşaf gibi karşısındaydı. Kalbi okyanuslar gibi dalgalandı.
Kalktı. Aniden bir dalga yükselip adeta
ikiye bölündü göl. Dalgaların arasında
sarışın bir kız belirdi. Karşıdansa bir
oğlan... Bakışıp gülüştüler. Sonra da birbirlerine sarıldılar. Oya’ya benziyordu
kız. Ay yüzlü, ışıl ışıldı. Hayali; buruk
bir gülümsemeye yol açtı. Bugün farklı
olacaktı, hissediyordu bunu.
Gelmeden önceki bir yılını zindanda
geçmişti Vahit. Hâlâ gördüğü işkencenin
etkisindeydi. Dalıp dalıp gidiyordu. Kürt
siyasetinin legal kanadındaydı ama, bölücülükle yargılanamıştı. Hiç bir şeyden
zevk alamıyordu. Değişmiş, bambaşka
biri olmuştu. Davası sonuçlanmadan da
apar topar İsviçre'ye kaçtı. Oya ise o hengamada evlenip gitmişti. O neşeli, cesur
Vahit gitmiş, suskun, melankolik biri
gelmişti. Ama bugün farklıydı. İçinde bir
bahar havası... Neşeliydi.
Pırıl pırıl bir gündü. Montrö ışıl ışıldı.
Parklar, caddeler, pencere pervazları,
teraslar, balkonlar çiçek fışkırıyordu.
Her çiçek güneşin bir rengini çalmıştı.
Renkler kaynaşıyor, Oya oluyordu. Kulaklarında şuh bir gülücükle ölesiye onu
özlüyordu Vahit.
Efil efildi yel. Dallar salınıyor, yapraklar
kımıldıyor, kuşlar ötüşüyor, göl menevişleniyor, parlıyor, sönüyordu. Ufukta tekneler, kaynarcasına ilerliyorlardı. Göl,
göl değil de, ışık yağmurunda, saçlarını
dağıtmış, mavi gözlü bir kızdı sanki.
Kahvaltısını yaptı, fotoğraf makinasını
alıp çıktı. Aşağı doğru dar bir sokaktan
sahile indi. Taş yapılardan, kuş yuvasını andıran balkonlardan mistik bir hava
yayılıyordu. Sıkıldı daha da hızlandı
Vahit. Zengin Araplar henüz gelmemişti.
Yine de kalabalıktı. Yan yana sarı panjurlu oteller uzayıp gidiyordu. Şehir, yerli turistlerden, Fransızlar'dan, adım başı
fotoğraf çeken Japonlar'dan, sarsak ihtiyarlardan, genç gözükmeye çalışan boyalı kadınlardan geçilmiyordu. Gençler
serin suda yüzüyor, çiftler, köpeklerinin
ardı sıra sessizce dolaşıyorlardı.
Sarı, mor, kızıl çiçekler kaplamıştı ağaçları. Suya yer yer ağaçların aksi çökmüştü. Durmadan fotoğraf çekiyordu Vahit.
Sanki bir yararı olacakmış gibi. Sahili
envai çeşit bitki süslüyordu. Sümbüller, menekşeler, papatyalar ve laleler...
Manolyalar, palmiyeler ve ılhamurlar...
Koşturup durdu Vahit. Kelebek gibi hafifti. Güneş batmış, sular kararmış, şehrin ışıkları göle vurmuştu. Restorantçı
Hüseyin'e uğramadan, evin yolunu tuttu.
Bezgin, yorgun adımlarla tırmandı tepeyi. On yaş ihtiyarlaşmış gibi hissetti
kendini.
Mehmet Söğüt
Gölgede kemancılar, darbukacılar ve
ressamlar...
Vahit kırmızı bir gül kopardı, birilerine
sunacakmış gibi arandı. ''Yoktu anasını
satayım, yoktu işte şu koca İsviçre'de
sevebileceği biri.'' Birinde kırık dökük
Fransızca'sıyla, yan yana oturan, iki
kızdan birine aşkı ilan etmişti. Kızsa
korkudan kaçmıştı. Sonra 50 Frank karşılığında, yırtık pantolunlu, eroinman
bir kızla yatmış, bir hafta kendine gelememişti. Bingöllü bir arkadaşına uyup,
erotik bir sinemada masturbasyon yaptığı bile olmuştu. Ama yüreği boştu. Gözleri, sırılsıklam aşık olabileceği, elindeki
gülü sunabileceği birini arıyordu. Gülünü kokladı, kokmadığını hissedince de
attı. Derin derin soludu. Birden Oya'yı
hatırladı. Ay yüzünü, kiraz dudaklarını,
şuh gülüşünü ve de gözlerini. Acı acı
gülümsedi. ''O olsa yaşlanmam'' dedi.
Restoranlar, adeta teraslara taşınmıştı.
İçkilerini yudumlayarak sohbet ediyordu
müşteriler. Kazanmanın, yiyip, içmenin,
sevip, sevilmenin, suyun ve güneşin tadını çıkarıyordu İsviçreliler. Oysa yurdunda olmayı, Oya'nın gözlerinde eriyip
kaybolmayı ne kadar da istiyordu şimdi.
Böyle düşünürken Restorantçı Hüseyin’i
gördü. Yüzünde güller açıyordu. Zaten
ne zaman neşesizdi ki... Hal hatırdan
sonra onayını alırcasına, ''Doğa güzel
değil mi? dedi Hüseyin.
''Evet'' dedi Vahit, ''Ülkemiz başka ama...
Bunu en iyi sen bilirsin, çünkü elde silah
yıllarca dolaştın''
Duygulandı önüne baktı Hüseyin. Sonra ''İşim var'' deyip gitti. Gitmeden önce
Vahit'in makinasına gülümseyen bir poz
verdi.
Tekrar sahile indi Vahit. Leman gölü
usulca kıyıya vuruyordu. Montrö'nün
yaslandığı dağa baktı. Göz alabildiğine
ormanlıktı. Otel ve Turizmcilik Fakülte-
Evdeydi. Dizüstü bilgisayarını açtı. Facebook sayfasına girdi, gelen mesajları
gösteren kırmızı sayısını gördü. Üzüldü,
''Topu topuna bir tane'' dedi. Hemen de
açtı. Gözlerine inanamadı. Mesaj Oya'ya
aitti, gençlik aşkına... Bir kere değil, birkaç kere okudu. ''Seni unutmadım. El
ele tutuşanları gördükçe ağladım. Çok
aradım seni, yıllarca... Sonunda buldum
seni. Tahmin edemiyeceğin kadar yakınım sana. Korkma, boşandım çünkü.
Hâlâ seviyor, hâlâ affedebileceksen beni
ara.''
Gözlerine inanamadı. Şok olmuştu. Kendisine geldiğinde online bölümüne girdi.
Oya hâlâ Facebook’taydı. Klavyeye dokundu, kalbi duracak gibi oldu.
''Gerçekten sen misin Oya?''.
''Evet'' dedi gelen cevap.
''Neredesin şimdi?''
''Nerede olduğumun ne önemi var, sana
yakın olduğumu bil yeter.''
Vahit, uzun uzun yazışmayı gereksiz
buldu.
''Yerini söyler misin?'' dedi.
Yokuş aşağı inerken aklı köydeki düğündeydi. Düğünden sonra, bahçe ve meyve
ağaçlarının arasında Oya'nın teyzesine
gittikleri o karnlık geceye gitti. Oya'yla
aynı odada, tenine dokunamadan sabahladığı geceye... Biliyordu, o da uyanıktı.
Ama sormadan, bir hırsız gibi koynuna sızmak istememişti. Oysa o bakışların boş olmadığını biliyordu. Bu kadar
onurlu, bu kadar temizken, nasıl da tanımadığı birinden aşk dilenmişti? Nasıl
da 50 Frank karşılığında inneci bir kızla
yatmıştı? Utandı, kendinden iğrenir gibi
oldu.
Sahile bu duygularla indi. Kumarhanenin oralarda dikkatle etrafına bakındı.
Birden Oya'yı gördü. Bir çiçek tarhının
yanı başında kendisine bakıp gülüyordu.
İkisi de aynı anda koştu. Sarılıp uzun
uzun ağladılar. ''Biliyor musun?'' dedi
Vahit, ‘’Ülke kokuyorsun.’’
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bu savaşa da
bu barışa da hayır
Davut Kurun
Savaş, politik amaçları şidet yöntemi
ile gerçekleştirmedir. Bugün Kürdistanda sürdürülen savaşın ne politik bir
amacı, nede savaşın kazanımlarına,
zaferine dair bir umut kalmıştır. Savaş
kürdistan tüplumunun canlı dinamiklerini yok etmiştir. Kürt toplumu katliamlar, tutuklamalar, sürgünler işkenceler yoluyla sindirilmek istenmesine
rağmen, dünyada eşine az rastlanan
bir direnc göstermiştir, savaşan PKK
ye dünyada benzeri olmayan bir destek
sunmuştur.
Dünya dengelerini alt-üst eden Ekim
devrimi toplumun yüzde ondördünün
desteği ile gerçekleşmiştir, Viyetnam
savaaşı toplumun yüzde 40 desteği ile
kazanılmıştır. Bu örgnekler çoğaltılınca görülecektir ki Kürdistan halkının
savaşa verdiği desteğin örneği yoktur.
Kuzey kürdistanda, sadece halkın değil, muhalif güçlerin bile dolaylı veya
kehren desteği , korucuların bile gizli
desteği gözönünde tutulursa toplumun
yüzde 80 desteğini alan PKK siyasi
önderligi- ki somut olarak A.Öcalansavaşı çıkmaza sürüklemiş, ve bugün
Kürtler ve Kürsdistan adına hiç bir
talep ileri sürmeden sisteme entegre
olma çabası içine girmişlerdir.
O halde bu savaş bitirilmelidir. Barış
denen yeni dönemi kürdistandaki bu
umutsuluk üzerine kurulmak isteniyor. Her savaş mutlaka bir andlaşma
ile bir barış ile sonuçlanmaz. Kendi
tarihiminzde bunun örnekleri çoktur.
Kürtler bir çok kereler ayaklandılar,
savaştılar, ama her savaş mutlaka bir
antlaşma ile sonuclanmamıştır. Kürtler
askeri olarak yenilmelerine rağmen siyasi olarak hiç bir zaman teslim olmadılar, kendilerinin yenilgilerini sürekli
kölelige dönüştürecek, geleceklerini
bağlayacak bir antlaşmaya yanaşmadılar. Bugün ise ortada bir askeri yenilgi
olmamasına rağmen barış adı altında
TC den af dileme derekesinde, müzakere ve andlaşmadan bahsediliyor..
Kafa karıştırmak, manüpüle etmek,
yanlış ikilemler tartıştırmak v.s adına
herşey yapılıyor. Her kelimenin baışan
demokrasi kelimesi koyarak uyduruk
yanlış anlamlar algılamalar yaratmak.
Demokratik ulus, demokratik cumhuriyet, demokratik özerklik, demokratik
halklar federasyonu demokrasi ha demokrasi.
Her şeyden önce bizimin demokratik
olmayan türk ulusunu, faşist sömürgeci niteliklerini ezmeden demokratikleştimemiz mümkün değil, buna ne
gücümüz nede yetkimiz nede hakımız
vardır. Her şeyden önce Türk ulusunun demokratikleşmesi, türk ulusunun
demokratik güçlerinin işidir. İkinci
olarak bizim demokrasiden anladığımız Devletin siyasi yapısı ile ilgilidir,
siyasi demokrasidir, sosyal demokrasi
değil. Ücüncü olarak TC demokratik
bir yapıya kavuşsa bile, anayasa ve yasalarını demokratikleştirse bile, Kürdistan sorunu çözülmez. Türkiyenin
demokratikleşmesi Kürdistan sorununun çözümünü kolaylaştırabilir, ama
sorunu otomatikmen çözmez. Dünyanın en büyük sömürgecileri dünde bugünde dünyanın demokratik ülkeleri
dediğimiz Batılı Devletlerdir. Bunun
örneklerini kendi tarihimizde ve kendi
bölgemizde de verelibiliriz. Örneğin,
1961 Anayasası, Türk halkı açısında
nispeten demoratikti, Anayasa, siyasi
parti yasası, sendikal, basın yayın kişi
hak ve özgürlükleri bakımında demokratikleşme yaşandi, ama Kürdistanda
zulüm ve katliamlar, Kürt dili ve kültürü hakındaki yasaklanmalar, dahada
arttı. Sömürgeci baskı daha da dayanılmaz boyutlara ulaştı.
Demek ki, demokratikleşme ile ulusal sorunun illiyet bağı yoktur. Biri
hukuk ve hak sorunu, diğeri siyasi bir
sorumdur. Dolayısı bugün türkiyenin
demokratikleşmesinin,
demokratik
ulus talebinin kürdistan sorunuyla bir
ilgisi yoktur. Demokrasi bir aldatmaca
olarak kulanılıyor. Kürtler Türk Demokrasisinde ancak türk olarak yararlanabilirler. Yani dün olduğu gibi. Yeni
bir şey yok.
PKK Türkiyeye demokrasi getirme
misyonunu bir tarafa, evela kendisi
demokratikleşssin, kürdistan toplumu
ve güçleri arasında demokrasiyi uygulasın. Galiba, “herkes kendi eksiğini
ihtiyaç duyduğu şeyi dillendirir” lafı
bu anlamda PKK içindir. Demokrasiye
en çok kendileri muhtaçken, türkiyede
demokratik ulus misyonunu üstlenme
gibi
PKK “bağımsız sosyalist Kürdistan”
talebinden “TC vatandaşlığı” na nasıl
geldiği ayrı bir yazı konusudur. Bugün
PKK dile getirdiği taleplerin Kürdistan
sorunu ile ilgisi yoktur. Kürdistan sorunu ülke ve devlet sorunudur. Kendi
kaderini tayin sorunudur. PKK, devletin sınırlarını, tartışma konusu yapmıyoruz. TC nin Tek bayrak, tek devlet,
tek ulus ilkelerini kabul ediyoruz. “
devlet istemiyoruz , verseniz de kabul
etmiyoruz” hata “demokratik özerklik
te “ tartışma tezi olarak savunduk sadece ,, deme noktasındadırlarl
Buna karşı Türkiye başbakanı “kürt
sorunu yoktur,” “inkar,asimilasyon
artık yok, dilinizi de konuşuyorsunuz
artık ne istiyorsunuz” “tek dil, tek bayrak, tek devlet prensiplerimizi tartışma konusu yapmaycağız”(Ceylanpınar
konuşmasında)”imralıdaki bizim dediğimiz noktaya gelmiştir,” muhalefet partisindende “türk ulusu ile kürt
milliyeti eş ve eşdeğer olarak gördürtemezsiniz” söylemleri gibi bir çok konuda gelişmelirin nereye varacağının
işaretleridir.
Savaşın ve Barışın iki tarafı olur.
Açıkca görüldüğü gibi Kürtler adına
konuşan kimse yok. Türk hükümeti tek
kalede kurallarını kendisinin koyduğu
bir oyunu oynuyor.Savaşı kendi kurallarına çıkarlarına göre yürüttüler, barışı da kendi çıkarları için yapıyorlar.
PKK ve DTP KCK iradelerini, Türk
Başbakanının “bizim istediğimiz cizgidedir” dediği ve TC nin esiri olan
Öcalana teslim ettiler. Yani bir tarafın
özgür iradesi düşmanın elinde esirdir
ve muhtaptır. Bu utanç verici durumu
TC de ciddiye almıyor ve muhatap olarak kabul etmiyor, gizli servis aracılığı
ile bir “enstrüman” olarak kulanıyor.
Gizli servisle ilişki kurulamaz demek
istemiyorum, gizli servis ilişkileri siyasi iradeye görürürse kurulur,, aksi
halde siyasi bir tarafın muhatabı gizli
servis olamaz. Siyasi iradeye taşınmayan gizli ilişkiler her zaman tehlikelidir. Ama açıkça görüldüğü gibi Pkk
her ülkede istihbarat örgütleriyle ilişki
kurmuştur, ama hiç bir ülkede siyasi
arenaya taşınmamıştır bu ilişkiler. Bi-
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
linidiği gibi bu ilişkiler gecicidir konjektüreldir, hergün değişebilir. Çünkü
bağlayıcı bir yönü yoktur. Kürdistan
gibi dünyanın en karmaşık sorununu,
dünya güçlerinin çıkarlarının çatıştığı
bir sorunu, gizli ilişkiler seviyesinde
çözmeye çalışmak kelimenin hafif haliyle ahmaklıktır. Uluslararasılaşan bu
gibi sorunlar nasıl çözülürse Kürdistan
sorunu da öyle çözülür.
Bu tür sorunlar ya BM himayesinde
yada güçlü ve yaptırım gücü olan devletlerin himayesinde, açık ve tarafların
tam yetkili özgür siyasi temsilcileri
arasında yapılır. PKK neden gizli servis ilişkilerini aşamıyor, neden bunca
desteğe ve güce rağmen dünyada siyasi
bir güç olarak kabul görmüyor, bunun
nedenlerini düşmanın kötülüğünden
arayacağına kendi konumunu gözden
geçirmesi gerekiyor. Dünyada kabul
görmeyen bir siyaset kürtleri nasıl
temsil edebilir. Dolayısıyla düşmanda
ciddiye almıyor. Muhatap almıyor. burada bir barış değil, PKK yi silahssızlaştırarak sisteme entegre etme projesi
uygulanmak isteniyor. PKK kadroları
Öcalanı aşamıyorlarsa, bu entegre projesine engel olamıyorlarsa, çaresiz ve
daha fazlade imkanları yoksa, böyle
bir uğursuz “barışın”da tarafı olmasınlar. Kürdistan halkının geleceğini ipotek altına alacak bir anlaşmaya imza
atmasınlar, .Türk sistemine entegrasyonu sağlayan bir barışa hayır demek
de hayırlıdır. A. Öcalan gerçek bir kürdistani önder ise, görüşmeleri özgür
olan, parti ve halkın dinamizmini iyi
bilen ve halka gerçekleri anltama imakanlarına sahip siyasi heyetlere bırakır, kendisi, kürdistan adına muhatap
olan bu heyetlerle ilişki kurar, Mit ile
değil.
Bu şavaş bitmeli ve türk mit ile de bir
barış yapılmamalıdır. Kürdistan ulusal
kurtuluş tarihinde türk gizli servislerinin oynadığı olumsuz örnekler çoktur.
Şuna çok eminim ki hileleriyle ünlü
Osmanlı, İttihatcıların kemalistlerin
yanında yaya kalır. Bunlarda ne savaş
ahlakı ne barış ahlakı vardır. Kürtler,
hep savaşın da barışında, tarihten süzülüp gelen değerlerini benimsediler
ve bunu ittihatçı kemalistlerden de
bunu beklediler. Örneğin, verilen sözleri namus sayıp yerine getirmek, elçilere zeval vermemek, esire sivile çocuğa dokunmamak, gölgene sığınamı
korumak gibi bir çok konuda kurallara
uyarken, batı taklitçisi darbeci türk
savaş güçleri hep kürtlerin bu değerlerini istirmar etmiş , devlet adına istibarat yetkililerini elçi olarak gönderip
kürtleri kandırmış, bölmüş parçalamış
ve sinsi fırsatçı bir şekilde ilk darbeyi
vurmuştur. Kürdistan ulusal kurtuluş
tarihinde, Kocgiri, Şeyh Sait, Ağrı Zilan, Hakari Dersim gibi bütün kürdistan hareketlerinde Karakol, Mim,Mit
gibi gizli servislerini etkili bir şekilde
kulanmış sahte vaatler, konjektürel
barış ortamı yaratılmış ve ilk fırsatta
askeri darbeyi vurmuştur. Konumuzu
dağıtmamak için TC nin bu yöntemlerini ayrı bir yazıda ele alacağım.
dır” demekle yaptı. Öcalan esirdir ve
AKP cizgisini kabul etmiştir. Ve AKP
nin barışını dikte ettirmeye çalışacaktır. Bu durum birlik ugruna gözyumulacak bir durum değildir. Böyle bir bir
barış AKP türk islam cizgisindeki bir
barış olacak ve Kürdistana tesilimiyet
dayatılacaktır.
Zaman Kürdistani güçlerinin lehine
gelişirken, ortadoğuda önemli bir güç
olarak uluslararası arenaya çıkarken,
Kuzey deki bu telaşlı gizli “barış görüşmeleri” neden şimdi gündeme alındı,
Barış, af dileme gibi barış dilenerek
kazanılmaz. Bu gün kürtlerin sürekli
barış dilenmeleri, masaya sinik yenik
bir şekilde barış masası yerine sanık
sandelyesine oturtulmaları kürtler adına kabul edilemez. Burada suçlu ve
gaspçı olan TC dir. Barış masasında
kürt sorunu değil türk sorunu konuşulmalıdır. Bizim kürt sorunumuz yoktur,
bizim türk sorumuz vardır. Sorunlu
olan, başka halkların topraklarını zenginliklerini gaspedenler kürtler değil
türklerdir. Sorgulanan Türklerdir ve
yanlışlarından vazgeçmesi gereken
türklerdir.Kürtlerin boynunda mazlumları ahı, ellerinde başka halkların
kanı, ceplerinde başka ulusların zenginlikleri yoktur. Aksine bizim kanımız zenginliğimiz türklerin ellerindedir. O halde bu silik, edilgen, kendi
adına karar verilen masada suçlu suçlu
oturma, TC nin dayattığı “çizgiye gelme” hali kabul edilemez.
Amaç Kürdistan sorununu çözmek
ise, Kürd ulusunun talebi açık ve nettir. Diger uluslar gibi kendi ülkesinde
yani Kürdistan da bağımsız egemen bir
devlet olmaktır. Türkler ve bölgemizdeki diger uluslar gibi kendi kaderini
belirleme hakkı, yani devlet kurma
hakı vardır. Bu hak kayıtsız şartsız kabulden sonra, kürdistan halkı kendi özgür iradesi ile diger güçlerle karşılıklı
çıkarlar gözetilerek itifaklar yapabilir,
federasyon konfederasyonlar kurabilir.
Bütün bunlar halkların ulusların özgür
iradesiyle olur. Hiç bir antlaşma barış
adı altında demokrasi adı altında halkların ulusların özgür iradesine sınır
koyamaz, koyarsa gayrı muşru ve yok
hükmünde olur, bu ilkeler türk ulusu
içinde kürt ulusu içinde geçerlidir. Taraflardan biri özgür değilse yapılacak
antlaşma sakattır, yok hükmündedir.
Oysa bugün Öcalan, esir ulusun esir
lideri olarak, hakim ve zorbalarla antlaşmaya oturuyor, çıkacak sonuç başından belirlenmiştir.
PKK KCK kadrolarının Türk devletinin bölme parçalama oyunlarına karşı,
birlik çabaları, kendi içindeki yanlışa
birlik uğruna tahamül etme çabalarını görüyor ve anlayışla karşılıyorum.
Kürtler birlik olmalı, birbirlerinin
“yanlışlarına” tahamül etmelidirler.
Dikat edilmesi gereken düşman çizgine taşıyan yanlışlara düşmemektir..
Eger içimizden birileri bizlerin birlik,
düşmanın bölme planlarına karşı olma
sorumluluğumuzu istismar ederek
düşman çizgisine çekmeye çalışırsa,
kürdistan davasına zarar verirse, böyle bir birliktelik yarar değil zarar gelir,
koparıp atmak gerekir. Yakın tarihimizde bunun örnekleri çoktur. Özellikle PKK birligi sağlama adına birçok
hatalar yapmıştır. Ancak PKK hatayı
“muhatap Öcalandır, irademiz önalan-
Toptancı görüşlere rağbet etmem, ya
hep ya hiç anlayışını doğru görmem.
Kurdistan sorununun ara çözümleri de
gündeme gelebilir. Bu ara çözümlerin
de asgari ilkeleri cizgileri vardır. Dünya da bunun örnekleri çoktur.Avrupayı
temel alırsa, çokca bilinen İspanya da
katalan ile Bask ülkesi, Kuzey-İrlanda
,slovakya ile çek cumhuriyeti gibi örnekler alınabilir. Her özgür birlik kaçınılmaz olarak ayrılma hakını da kabul
etmek zorundadır.ara çözümler hiç bir
zaman ulusun haklarını yok sayamaz,
tanır ama sınırlamalar getirir. Bu sınırlamaları da taraflar, halkoylamalarıyla yapabilir. Birligin önşartı birligi
oluşturan devletlerin demokratik olmasıdır. Faşit ve ırkçı bir devlet ile demokratik bir devletin birliği sözkünusu
olamaz.
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Vahhabilik,
Suudiler
ve
Mekke
Şerifi
Prof. Dr. AYŞE HÜR
hurayse@hotmail.com
Mısır'la Suudi Arabistan arasında
Arap dünyasının liderliği konusunda her zaman bir rekabet oldu. Buna
Mısır'da Hasan El Benna ve ardılı
Seyid Kutup'un başını çektiği Müslüman Kardeşler hareketinin, Vahhabiliğe göre daha ılımlı olmasının
getirdiği gerilim eklendi.
Mısır’da seçilmiş Mursi yönetimine
darbe yapan Sisi yönetimindeki ordu
birliklerinin ülkeyi kan gölüne çevirdiği bu günlerde, Suudi Arabistan Kralı
Abdullah bin Abdulaziz, ‘Mısır’ı teröre karşı savaşında desteklediğini’ açıklayarak, “Mısır’ın içişlerine karışarak
fitneyi ateşlemeye çalışanlar karşısında Mısır’la birlikte duruyoruz” dedi.
Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün de
bu açıklamaya destek verdi.
Türkiye’de hükümet çevreleri öfke oklarını ‘darbe’ sözünü ağzına almamaya
çalışan ya da darbeyi yarım ağızla kınayan Batı ülkelerine çevirmiş olduğu
için bu açıklama hükümete yakın ajans
ve medya tarafından ustaca yönlendirilen kamuoyunda pek tepki uyandırmadı.
Suudilerin tavrını açıklamak için, Mısır’daki Müslüman Kardeşler (veya İhvan) hareketinin nasıl bir İslam’ı temsil ettiğini ve Suudi Arabistan’ın resmi
mezhebi olan Vahhabiliği anlamak
gerekir. Bunlardan ilkini 6.12.2011 tarihinde, Taraf gazetesindeki köşemde
‘Müslüman Kardeşler kimdir?’ başlıklı
yazımla uzunca anlatmıştım. Vahhabiliği anlamak için ise Selefiye hareketinin tarihçesinden başlamak gerekir.
SELEFİYE’NİN DOĞUŞU
Temel kaynaklara yani Kuran’a ve
kesmek, adakta bulunmak vb. yasaktır.
Bunları yapanlar şirk içindedir ve şirke
düşenlere karşı her türlü şiddet uygulamak vaciptir.
sünnete dönme hareketi olan Selefiye hareketini, Abbasiler Dönemi’ne
damgasını vuran Mu’tezile ve Eş’ariye
tartışmasına bir cevap verme iddiasında olan Ahmed bin Hanbel’e dayandırmak mümkün. Selefilere göre akıl,
vahiy karşısında Mu’tezile’nin iddia
ettiği biçimde mutlak bir ölçüt olmayacağı gibi, Eş’ariye’nin ifade ettiği gibi
imanın sağlam temellere oturtulması
görevine de uygun değildi. Hanbeli
mezhebine mensup alimler tarafından
bile eleştirildiği için uzun yıllar gizli
seyreden akıma ikinci kez can veren
İbn-i Teymiyye (ö.1328) ve onun öğrencisi İbn-i Kayyım el-Cezviyye’di
(ö.1350). Bu canlanışı dönemin siyasi
olaylarından, yani Abbasi halifeliğinin
çöküşü, Moğolların 1258’de Bağdat’ı
yağmalaması üzerine İslam ülkelerinde ortaya çıkan çöküşten ayrı düşünmek doğru olmaz. Selefiye’yi bir adım
daha ileri götüren ise Hicaz’lı Muhammed bin Abdülvehhab (ö.1792) oldu.
Tarih boyunca pek çok isyana katılan
savaşçı Temime kabilesinin bir üyesi
olan Abdülvehhab’ın izleyicileri kendilerini Muvahhidin olarak adlandırıyorlardı, ancak hareket rakipleri tarafından kısaca Vahhabilik diye anıldı.
Bazı İslami yazarlara göre İngilizlerin
desteklediği Abdülvahhab şirk içindeki insanlara tevhidi benimsetmek için
kılıç kullanmanın zorunlu olduğunu,
can ve mallarının helal sayıldığını öne
sürmüş, böylece yağmacılık ve yayılmacılığa cihat adına kutsallık kazandırmıştı. Halen Suudi Arabistan’ın
resmi mezhebi olan Vahhabilik’e göre
Kur’an ve sünnet, metinlerin sözel
anlamına bağlı kalınarak anlaşılmalı,
kesinlikle yorumlanmamalıdır. Buna
karşılık içtihat kapısı açıktır ve herkes
içtihatla yükümlüdür. İslam’ın öngördüğü görevleri yerin getirmeyen kişiler
mümin sayılamaz, tütün içmek, çalgı
dinlemek, ipek elbise giymek, kurban
Vahhabilik bölgenin güçlü ailelerinden
Suud ailesinin şahsında Necd bölgesini
ele geçirdiğinde II. Mahmud’un askeri
yollarla hareketi sindirme çabaları işe
yaramamıştı. Osmanlılar eski bir devlet geleneğine başvurarak işi nasihatle
halletmeyi düşünmüş, Müderris Âdem
Efendi’yi 1802’de Kudüs Kadısı tayin
edip sadrazamın mektubuyla Necd’e
göndermişlerdi. O sıralarda Mekke
Şerifi olan Abdülaziz İbn-i Suud başlangıçta Âdem Efendi’ye saygı göstermişse de bu durum kısa sürmüştü. II.
Mahmud, Vahhabi meselesinin hallini
1805’te Mısır Valisi Kavalalı Mehmet
Ali Paşa’ya ısmarladı. Kavalalı Paşa
Suudilerden geri aldığı Kâbe’nin anahtarlarını 2 Mayıs 1813’te İstanbul’a
göndererek ilk zaferini kazandı ancak
Osmanlılarla Kavalalı’nın bozuşmasından sonra Mısırlılar Hicaz’dan çekildiler ve Arabistan yeniden Suudilerin kontrolüne girdi.
SUUDİ İHVANI VE BAĞIMSIZLIK
1900’lere gelindiğinde İstanbul, Hicaz bölgesine gönderecek valiyi bile
zor buluyordu. Örneğin 1909’da Beşinci Ordu Müşiri Osman Fevzi Paşa
ve Piyade Dairesi Reisi Ferid Paşa,
valilik görevini reddetmişti. Kosova
Valisi Hadi Paşa ise atandığı halde göreve gitmemişti. Sonunda görevi kabul
eden Manastır Kumandanı Fuad Paşa
ise çok geç gittiği yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra geri dönmüştü. 1910’da
Müşir Abdullah Paşa, 1913’te Münif
Paşa atanmaya çalışılmış ama başarılı
olunamamıştı.
1912’de Suud Ailesi İhvan (Mısır İhvanı ile karıştırılmamalı) adlı dinsel ve askeri bir örgüt kurdu ve tam
bağımsızlık için mücadeleye başladı. Bedevilerin desteğini alan İhvan
birlikleri 1919’da Hicaz’a saldırarak
(hikâyesini aşağıda anlattığım) Mekke
Şerifi Hüseyin’in kuvvetlerini ağır bir
yenilgiye uğrattı, ardından da Kuzey
Arabistan’ı ele geçirdiler.
Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubu
Osmanlı İmparatorluğu 1918 tarihli
Mondros Mütarekesi gereğince Hicaz’
dan çekilince Vahhabiler 1924’te Mek-
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ke ve Taif’e girdi, ardından Medine ve
Cidde teslim alındı. 1921’de kendini
Necd Meliki ilan eden Suudi ailesinden Abdülaziz 1926’da Hicaz ve Necd
Kralı oldu, 18 Eylül 1932’de bugünkü
Suudî Arabistan Krallığı’nın başına
geçti. İngilizlerin de yardımıyla Hicaz, Taif ve Mekke’yi alan Abdülaziz
bunun karşılığında İngiliz egemenliği
altındaki Irak ve Ürdün’le çatışmaktan
vazgeçtiğini açıkladı ve İngilizlerle bir
dostluk antlaşması imzaladı.
Ancak Abdülaziz’in Batı ile sıkı ilişkiler içine girmesi ve ülkede modernleşme hareketlerine başlaması tutucu
İhvan birliklerinin hoşuna gitmedi.
Birlikler Irak’a bir sızma harekâtı örgütleyince Abdülaziz İngilizlerle birlikte örgüte karşı sert tedbirler almaya
başladı ve 1930’da İhvan isyanı kesin
olarak bastırıldı. 1930’da Suudi Arabistan petrollerine ilişkin ilk etütler
yapıldıktan sonra, 1933’de ABD şirketlerine tanınan imtiyazla ARAMCO
şirketi kurulduğunda İngilizler petrol
işlerinin dışında tutuldu. 1933’te. Roosvelt ile Abdülaziz arasında başlayan dostluk ilişkisi 1942’de Riyad’da
ilk ABD elçiliğinin açılışıyla resmi
hal aldı, 1944’te ARAMCO petrol
çıkarmaya başladı. 1945’te Süveyş
Kanalı’na demirleyen Amerikan gemisi Quincy’nin güvertesinde yapılan
toplantıda iki lider Ortadoğu’nun geleceğini konuşuyordu.
EZELİ REKABET
Mısır’la Suudi Arabistan arasında
Arap dünyasının liderliğini yapma konusunda her zaman bir rekabet oldu.
Buna Mısır’da Hasan El Benna ve
ardılı Seyid Kutup’un başını çektiği
Müslüman Kardeşler hareketinin, Selefiye hareketinin bir devamı olmasına
rağmen Vahhabiliğe göre daha ılımlı
bir çizgiyi temsil etmesinin getirdiği
gerilim eklendi. Son olarak, Mursi’yi
savunmak için orduya karşı yürütülen kahramanca direnişin ilerde Suudi
Arabistan’daki muhalif çevrelere kötü
(!) örnek olmasının telaşını da anlayışla (!) karşılamak lazım elbette. Peki
Türkiye’nin Mısır’daki son katliamlar
üzerine ağır da olsa pozisyon değiştiren Batılı ülkelere karşı en ağır ifadeleri kullanmayı sürdürdüğü halde, Mursi
yanlılarına terörist diyecek kadar ölçüyü kaçırmış olan Suudi Arabistan
ve Katar gibi Arap ülkelerine karşı
hoşgörülü tavrını nasıl açıklamalıyız?
Bunun cevabını vermeyi siyaset bilimcilere bırakalım...
Mekke Şerifi Hüseyin ve ‘Arap İsyanı’
Hicaz’dan bahsedip de Mekke Şerifi Hüseyin’den bahsetmemek olmaz.
Osmanlı İmparatorluğu başından beri
Arabistan Yarımadası’ndaki egemenliğini Mekke şerifleri aracılığıyla kullanmıştı. Hüseyin bin Ali (ö.1931) II.
Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’de
Abdülhamid’in yerel beyleri gözetim altına alma politikası kapsamında
İstanbul’da ikamet ediyordu. 1 Kasım
1908’de Şerif Ali Paşa’nın azledilmesinin ardından, saray ve İTC arasında
yapılan bir dizi tartışmadan sonra varılan uzlaşma ile Mekke’ye şerif olarak atanmıştı. Şerif’i destekleyenler
arasında İngilizler de vardı.
Şeriflik makamı geleneksel olarak çok
büyük itibara sahipti çünkü Şerif, Hazreti Muhammed’in soyundan gelmekte
olup Mekke ve Medine’nin muhafızlığını yapmaktaydı. Mekke’ye döndüğünde Şerif’i karşılayan, İstanbul’daki
‘devrim’in yansımaları olan toplumsal
huzursuzluktu. Buna ilaveten Arabistan Yarımadası’ndaki modernleşme
çalışmaları Şerif’i rahatsız etmeye başlamıştı. Bunlar arasında sembolik önemi en büyük olan Hicaz Demiryolu idi.
Demiryolunun Medine’ye kadar olan
bölümünün 1908’de tamamlanmasıyla
merkezi devletin elinin yöreye ulaşır
hale gelmesi bölgedeki huzursuzlukları körüklemiş ve Hicaz’da karışıklıklar çıkmıştı. Şerif’in ilk seferi İbn-i
Suud’a karşı oldu. Suud bazı ayrıcalık-
larından Şerif lehine vazgeçti ancak
1910’da yerel mahkemelerin yeniden
düzenlenmesine ilişkin karar; köleliğin kaldırılmasına yönelik uğraşlar,
1913’te Medine’nin Hicaz’dan ayrılarak ‘müstakil sancak’ yapılması ve hac
gelirlerinin bir bölümünün merkeze
bırakılması ihtimali, Şerif Hüseyin’in
keyfini kaçıran diğer olaylardı.
Kitchener-Abdullah görüşmesi Şubat 1915’Te, Şerif Hüseyin Osmanlı Meclisi’nde Mekke-i Mükerreme
mebusu olan oğlu Abdullah’ı Kahire’deki İngiliz Yüksek Komiseri Lord
Kitchener’e göndererek Osmanlı İmparatorluğu ile herhangi bir açık çatışmada İngilizlerin kendilerine destek
olup olmayacağını sorduğunda Kitchener, iki kadim imparatorluk arasındaki
geleneksel dostluğa atıfta bulunarak,
Osmanlı’nın içişlerine karışmayı düşünmeyeceklerini söylemişti. O sırada
henüz Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu müttefik olmadığı gibi Almanya ile Britanya da henüz savaşta değildi. Bu yüzden Kitchener, Ürdün (Şeria)
Nehri ile ikiye bölünmüş olan Filistin
topraklarında, Akdeniz’le Ürdün Nehri arasında kalan bölgenin Yahudi yerleşim alanı olarak tanımlanması gerektiğini, Ürdün Nehri’nin doğusundaki
toprakların ise Britanya’nn denetiminde, Şerif Hüseyin’in büyük oğlu Abdullah tarafından yönetilmesine izin
vereceğini ima etmekle yetinmişti.
Ama savaşla birlikte durum hızla değişti. Britanya Savaş Bakanlığı’na atanmak üzere Londra’ya çağrılan Lord
Kitchener, Şerif Hüseyin’le ilişki kurma görevini Sir Henry Mc Mahon’a
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bıraktı. Mc Mahon Hüseyin’in iki
oğlu Abdullah ve Faysal ile 10 mektupluk bir görüşme trafiği başlattı. 18
Şubat 1916’daki dokuzuncu mektupta
Şerif’in halifeliğine bırakılan ‘Bağımsız Arap Devleti ise kuzeyde AdanaMersin’e, batıda Kızıl Deniz’e, doğuda
Basra Körfezi’ne, güneyde Aden’i dışarıda bırakmak suretiyle Hint Okyanusu’na uzanıyordu.
Bu görüşmeleri yaparken, Şerif Hüseyin bir yandan da dönemin SuriyeLübnan Valisi Cemal Paşa ile teması
sürdürüyordu. Öyle ki, 1916 Şubatı’nda
Cemal Paşa’dan 1.500 kişilik bir deve
birliği oluşturmak için 50-60 bin lira,
İngilizlerden ise aylık 50 bin Pound
karşılığı altın ile on binlerce çuval
tahıl, kahve, şeker, ayrıca 500 sandık
mavzer almak üzere anlaşmıştı.
10 Mart 1916 tarihli son mektupta Mc
Mahon, Erzurum’un Rusların eline
geçmesi ve Osmanlı ordusunun Kafkaslar’daki yenilgilerini Şerif’e müjdeleyerek bir anlamda ‘Gazan mübarek
olsun’ diyordu.
İsyan için 10 Haziran 1916 tarihi kararlaştırılmıştı. Bu tarihi günden 24 saat
önce Şerif Hüseyin, Cemal Paşa’ya
bir mektup gönderdi: Mektupta özetle
Arap milletinin taleplerinin yerine getirilmemesi halinde Türklerle olan bağlarının tamamen kopacağı belirtiliyordu. Elbette 24 saat içinde taleplerinin
yerine getirilmeyeceğini de biliyordu.
11 Haziran’da Mekke Şerif Hüseyin’in
birliklerinin eline geçti. 27 Haziran’da
Şerif Hüseyin kendini halife ilan etti.
Cemal Paşa’nın birliklerinin ağustos
ayında II. Kanal Seferi’nde de başarısız olması üzerine Britanya kuvvetleri Filistin’e ilerlediler ve Mart 1917’de
Bağdat’a girdiler. Haziran ayında Britanya Ordularının başına General Allenby atandı. Şerif Hüseyin’in birlikleriyle desteklenen Allenby’nin orduları
önce Birüşşeba’yı, sonra Gazze’yi aldılar ve 9 Aralık 1917’de Kudüs’e girdiler.
Savaş herkesin gayet iyi bildiği gibi,
Ortadoğuda Britanya’nın zaferi ile bit
ti. Türkiye’deki yaygın kanıya göre
bu nu Şerif Hüseyin’in komutasındaki
Arapların ‘Osmanlı İmparatorluğu’nu
arkadan hançerlemelerine’ borçluydular. Peki, durum gerçekten böyle miydi?
Aslında, Ortadoğu’daki savaş Birinci
Dünya Savaşı açısından ikincil öneme
sahipti. ‘Arap İsyanı’ ise Ortadoğu’daki savaşta ikincil öneme sahipti. Bu
ilişki İngilizler tarafından, Fransızların bölgedeki hedeflerini sınırlamaları için özellikle abartılmıştı. Şerif
Hüseyin’in Hicaz dışındaki kabilelerce desteklenmediği, hatta Hicaz’daki
İbn-i Reşid, İbn-i Suud ve İmam Yahya
gibi önemli liderlerin dönemin Cemal
Paşa’nın yanında olduğu, milliyetçi
talepleri olmayan Şii Arapların Şerif’e
uzak durdukları, Şerif Hüseyin’in cihat
ilanının Mısırlı entelektüeller arasında
büyük huzursuzluk yarattığı, Suriyeli
ve Iraklı milliyetçilerin kendisine tabi
olmaya hiç niyetleri olmadığı artık biliniyor. Cemal Paşa’nın sert politikalarına rağmen Lübnan bile İstanbul’a sırt
çevirmemişti.
Şerif Hüseyin’in İngilizlere verdiği askeri destek cılızdı. İngilizlerden
200 bin kişi toplamak için para almış
ancak Haşimilerin kontrol ettiği kabilelerin asker gücü 15 bin kişiyi aşmamıştı. Arap birlikleri Cidde, Taif ve
Medine’ye saldırmış ancak Medine’de
Fahreddin Paşa ve askerlerinin kahramanca müdafaaları yüzünden geri
adım atmak zorunda kalmıştı. Sadece Akabe’yi işgal ederek İngilizlerin
Kudüs’ü almalarına yardımcı olmuşlardı. Bütün bu tabloyu David Fromkin şöyle özetlemişti: “Arap İsyanı’nın
Britanya’yı kurtarması planlanıyordu,
halbuki Britanya Arapları kurtarmak
zorunda kaldı.”
Özet Kaynakça:
Mehmet Zeki İşçan, Selefilik, İslami Köktenciliğin Tarihi Temelleri,
Kitap Yayınevi, 2006; Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı
İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918),
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998;
Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’ne
Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi,
1982; Efraim Karsh&Inari Karsh,
“Myth in the Desert, or Not the Great
Arab Revolt”, Middle Eastern Studies,
C. 3, No:2, Nisan 1997, s. 267-312
Kaynah: Radikal
Şah İsmayıl Xətai. Bayatılar
Xətayi, can arxına,
Əhli-ür fan arxına.
Mə’rifətdən su gəlib,
Tökülür can arxına.
Könül vermə nadana,
Haqqı inkar edənə,
Müridəm, haqq demişəm
Məhəbbət xanadana.
Xətayim der bayağı,
Atılandır bayağı,
Quşlarda nə quşu var,
Təpəsində ayağı?
Xətayiyə han gəldi,
Mürdə cismə can gəldi,
Yə’qubi-zar оlmuşam,
Yusifi-Kən’an gəldi.
Xətayiyəm, xəttaram,
Həq sirrinə səttaram,
Həkimlərin dərmanı,
Təbiblərə əttaram.
Xətayiyəm bir halım,
Əlif üstündə dalam.
Sufiyəm təriqətdə,
Həqiqətdə abdalam.
Xətayim, ver cəvablən,
Qırmızı gül gülablən,
Səndən can əsirgəməm,
Zira kim, bir hesablən.
Xətayi Mehdi оldu.
İmamlar cəhdi оldu,
Gətir, getdi qəm-qüssə,
Şadilik vaxtı оldu.
Xətayi, işin düşər,
Gəlib-gedişin düşər,
Dişləmə çiy löqməni,
Yerinə dişin düşər.
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ermeni Katliamlarında
Kürtlerin Rolü Üzerine Bir Tartışma
Ayşe Hür, Kürt-Ermeni ilişkileri üzerine üst üste üç yazı kaleme
aldı. Bu yazılardan ilki Radikal gazetesinde 14.07.2013 tarihinde, ikincisi 21.07.2013’te, üçüncü yazı ise
28.07.2013 tarihinde yayınlandı. Bu
yazıların, Kürt-Ermeni ilişkileri üzerine canlı ve yaratıcı bir tartışma ortamı
yaratacağına dair bir umut beslesem de
maalesef böyle bir şey olmadı. Birkaç
karşıt yazı ve sanal alemdeki ölçüsüz
bazı tepkiler dışında pek bir şey çıkmadı. Uzun yıllardır Türkiye’de, her
hangi bir konuda yaratıcı bir tartışma ortamı oluşturmak veya izlemek
imkânsız hale gelmiş durumda.
Örneğin Özgür Gündem yazarlarından
Ahmet Kahraman bu konuda yazdığı
yazıda, Ayşe Hür’e tepki göstererek,
Ermeni katliamlarının sorumlusu olarak Kürtleri göstermeye çalıştığını,
Ermenilerin başına ne geldiyse Kürtlerden geldiğini ima ettiğini belirtiyor.
“… Ayşe Hür, son yazısında bir savrulmayla, Kürtleri, Ermenilere gün yüzünü göstermeme yeminlisi gibi gösterip,
amaçlarına ulaşmak için, yapay gerekçelerle Osmanlıya bile isyan ettiklerini montajlıyor… Yazarın montajına
göre, Ermenilerin çektiği acılar Kürtlerden…” Kahraman ayrıca, Hür’ün
Kürtlerin tarihiyle ilgili yanlış bilgiler
verdiğini örneklerle açıklayarak yazısını şöyle bitiriyor: “Kısacası, bugünkü korucular, kiralık dönekler, pişmanlar ne kadar Kürtse, o dönemlerde
Ermenilerle çatışan Kürtler de o kadar
“Kürt”tü. Şeyh Ubeydullah örneğinde
görüldüğü gibi, dünden bugüne ortaya
çıkan Kürdistani iradeler yalnız Ermenileri değil, bütün halkları korudular.
Halkın adalet ve vicdanı açısından da
bütün anneler, bebeklerine önce, “yazıktır, onlar da can” insani ilkesini öğrettiler.” (Özgür Gündem, 16/07/2013)
Ermeni katliamlarında Kürtlerin rolü
konusu gündeme geldiğinde bazı Kürt
entelektüellerinin ve kimi çevrelerin,
“Ermeni katliamları Kürtlerin üzerine
fatura edilmeye çalışılıyor” kaygısına
kapılmaları ve “katliamlara katılan
Kürtler zaten bu gün koruculuk yapan
Kürtler gibi satılmış, devlet yanlısı un-
ilgili olarak kapsamlı çalışmalar yapmak gereklidir. Bugün Kürdistan toprakları olarak bildiğimiz topraklardan
tehcir edilen Ermenilerin malları hangi aşiretlerin eline geçmiştir? Kurtulmak için Müslümanlığı seçen, Kürtlerle evlenen veya evlat edinilen binlerce
Ermeni kadının ve çocuğun akıbeti ne
olmuştur? Bu insanlar bu gün nerededir? Şeklinde çoğaltabileceğimiz birçok soruyu sormak ve cevabını aramak
zorunludur.
Alişan Akpınar
surlardır, katliamın gerçek sorumlusu
Osmanlı Devletidir, bazı Kürtler bu
katliamlarda kullanılmışlardır ama bu
konuda Kürtlere sorumlu tutulamaz”
şeklinde bir hassasiyet göstermeleri tamamen yersiz midir?
Ben bu endişe ve hassasiyetin tümüyle
yersiz olduğunu düşünmüyorum. Bilindiği gibi özellikle 2000’li yıllardan
sonra, “Osmanlı tehcir planı yaptı ama
katliamları yapan Kürt aşiret ve çeteleridir” şeklinde bir söylem servis edilmeye başlandı. “Ermeni katliamı diye
bir şey yoktur” söylemini sürdürmek
artık imkânsız hale gelince olayı Kürtlere fatura etmek şeklinde bir resmi
yaklaşımın geliştiğini görmek gerekiyor ve bazı Kürt çevrelerinin tepkileri
de biraz da bu duruma karşı.
Bununla birlikte, “sorumluluk Osmanlı Devletindedir, Kürtler kullanılmıştır” diyerek kenara çekilmek, bu
konuda derinlikli çalışmalar ortaya
koymadan yüzeysel ve tepkisel yazılarla yetinmek hiçbir şekilde kabul
edilemez. Kürt entelektüellerinin,
Kürt-Ermeni ilişkileri ve daha özelde Ermeni katliamlarında “Kürtlerin
rolü” üzerine ciddi olarak eğilmeleri,
bu konuda çalışmalar yapmaları ve yaratıcı bir tartışma ortamına girmeleri
artık zorunludur.
Bu katliamlara katılmış Kürtlerin anlatılarını veya bıraktıkları kaynakları
ortaya çıkartmak, belirtilen dönemle
Konuyla ilgili düşüncelerimi de hiç
uzatmadan burada söylemek isterim.
Bana kalırsa Ermeni katliamlarının
sorumluluğu tümüyle bir etnik gruba
fatura edilemez. Bu katliamları Kürtler, Türkler, Arnavutlar veya Çerkezler yaptı demek, maksatlı ve milliyetçi
tarihçileri bir yana bırakırsak en hafif
tabiriyle yapılabilecek en kötü tarih
okumasıdır.
Tehcir ve katliamlar 1914- 1915 koşullarında bizzat dönemin Osmanlı
Devleti ve hükümeti tarafından “özenle” planlanmıştır. Bu plan çerçevesinde çeşitli etnik gruplardan Osmanlı
devlet görevlileri ve yine farklı etnik
gruplardan (Çerkez, Kürt, Arap…)
birçok insan, siyasi veya ekonomik
nedenlerle bu katliamlarda yer almışlardır. Katliamlarda yer alan herkesin
sorumluluğu bakidir ama buradan yola
çıkarak bu katliamları Türkler, Kürtler veya falanca etnik grup yapmıştır
demek kesinlikle yanlış bir tespit olur.
Bu etnik gruplar arasında katliamlara
katılmak bir yana önlemeye çalışan
insanlar olduğu gibi, bahsedilen dönemde bu kimlikler doğru düzgün tanımlanabilir bile değildir. Yapılması
gereken, Osmanlı Devletinin son döneminde yaşanan tüm katliam ve zorunlu
göç meseleleriyle ilgili sansürsüz ve
derinlikli tartışmalar yürütebilmektir.
Son zamanların yaygın tabiriyle, olup
bitenlerle her açıdan yüzleşmeyi göze
almak gerekmektedir.
Bazı Kürtlerin bu katliamlar sırasında
Osmanlı Devleti tarafından kullanıldığı tezine ise kesinlikle katılmıyorum.
1890’lı yıllardan itibaren yeniden ku-
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rulmaya başlayan Osmanlı- Kürt ittifakının temel dayanaklarından biri, her
iki tarafın da Anadolu’da bir Ermeni
devleti kurulmasını istememeleridir.
Dolayısıyla da ortada kullanılma ilişkisi değil iradi bir ittifak söz konusudur.
1820’lerden sonra bozulan ve hatta bir
iç savaşa dönüşen Osmanlı-Kürt aşiretleri ilişkisi, temelde “Ermeni meselesi”
nedeniyle yeniden inşa edilmiş ve 1923
yılına kadar da devam etmiştir. Burada
elbette tüm Kürtlerden söz etmiyorum.
Bahsedilen Kürtler daha çok Hamidiye Alaylarına bağlı olan Kürtlerdir.
Bu Kürt aşiretleri, Ermenilere karşı
Osmanlı politikaları doğrultusunda
ittifak halinde olmuşlar, katliamlarda
yer almışlar ve Ermeni mülklerinin el
değiştirilmesi sürecinde aktif rol oynamışlardır. Yani ortada ekonomik ve siyasi çıkarlar doğrultusunda kurulmuş
bir ittifak söz konusudur.
Ayşe Hür’ün yazılarına gelince, ben
yazıları okuduğumda Hür’ün, katliamları Kürtlerin üzerine yıkmak şeklinde bir maksatla bu yazıları yazdığı
kanısına kapılmadım. Zaten gelen tepkilerden sonra Hür, bu konudaki görüşünü açıkça ifade etti. “Sonuç olarak
benim tarih okumama göre, 1915’in
asli faili Türk milliyetçiliğinin öncü
örgütü İTC (İttihat ve Terakki Cemiyeti) ile onun etrafında örgütlenen asker-sivil Müslüman-Türk unsurlardır.”
(21.07.2013)
Bununla birlikte Ayşe Hür’ün yazılarında başka bazı ciddi sorunların olduğunu düşünüyorum. Tarihsel bir anlatı
kurgularken, olgularla ileri sürdüğünüz düşünceler arasında iyi bir denge
tutturmanız gerekir. Düşüncelerinizi
fazlaca öne çıkarmanız olguları görünmez kılar ki bu anlatının muhayyelleşmesine doğru sizi götürebilir.
Olguları fazla öne çıkardığınızda ise
tarihçi olarak sizin düşünceleriniz ve
bakış açınız görünmez olabilir. Bu
noktadan Ayşe Hür’ün yazılarının sorunlu olduğunu, fazlaca genellemeler
kullandığını, olguları titizlikle ele almak yerine genellemelere başvurarak
anlatısını büyük oranda zayıflattığını
düşünüyorum.
Bu konuda birkaç örnek vermek gerekirse; 14. 07. 2013 tarihinde yazdığı
yazısında Hür şunları söylüyor. “Ermeniler, Osmanlı egemenliği altına
girdikleri tarihten itibaren ağırlıklı
olarak Vilayet-i Sitte denilen çok etnisiteli altı eyalette (Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas ve Mamuretü’lAziz) yaşıyordu. Buralar aynı zamanda
Kürtlerin de yurduydu. İmparatorluğun bütün vilayetlerinde hatırı sayılır Ermeni nüfusu olmasına karşın,
Kürtler Dersim ve Kürdistan dışında
sadece İstanbul’da büyükçe bir grup
oluşturuyordu.” Öncelikle burada
Hür’ün Osmanlı İmparatorluğu’nun
hangi döneminden bahsettiği belli değil. Bu bilgiler hangi dönem için ve
hangi Osmanlı coğrafyası için söyleniyor? Örneğin 19. Yüzyılın ikinci
yarısına kadar İstanbul’da büyükçe
bir Kürt grubunun olduğunu söylemek
imkânsızdır. Hadi iyi niyetli davranalım ve yazının genelde 19. Yüzyıldan
bahsetmesi nedeniyle burada kastedilen düşüncelerin bu yüzyıl için geçerli
olduğunu kabul edelim. Ancak “İmparatorluğun tüm vilayetlerinde hatırı
sayılır Ermeni nüfusu” genellemesini
nasıl açıklayacağız? Milyonlarca kilometre karelik Osmanlı’nın hangi vilayetlerinden söz ediyoruz? Yazar acaba
Anadolu vilayetleri mi demek istedi?
Böyle olsa bile Anadolu’nun tüm vilayetlerinde hatırı sayılır bir Ermeni
nüfusu olduğunu söylemek abartılı bir
genelleme değil mi?
ödemeye yönelince Ermeniler çifte vergi ödeme zorunluluğu ile karşı karşıya
geldi. Bu durum yıllar içinde ciddi bir
sorun halini almış olmalı ki, 1868’de
Geghi (Kiğı) kasabasını ziyaret eden
Herman N. Marnum adlı bir misyoner
şöyle yazmıştı raporuna: “… Bu yöreyi
Kürtler tamamen istila etmiş durumda.
Kürtler Hıristiyanlara her türlü kötülüğü yapıyorlar, gözlerini kırpmadan
cinayet işliyorlar. Yerel makamlar,
merkezi idareden çok uzak bir yerde
oldukları için çok yozlaşmışlar... Aynı
şekilde, 1872’de Ermeni Cismani Meclisi tarafından Bab-ı Âli’ye sunulan bir
raporda Kürtlerin ve Çerkezlerin Ermenilere ve bölgedeki diğer etnik gruplara yönelik saldırılarından şikâyet
ediliyor, bu grupları etkisiz bırakmak
için bazı önlemler alınması isteniyordu. Bunlar arasında Osmanlı-İran sınırına ve Kürdistan’ın bazı bölgelerine
kışlalar inşa edilmesi de vardı.”
Yine aynı yazıda yer alan bir bölüm
şöyledir: “II. Mahmut döneminde
(1808-1839) devlet asker ve vergi toplama usullerini değiştirdiğinde Doğu
vilayetlerinde huzursuzluk arttı. Ermeniler görece varlıklı oldukları için
vergilerini ödemekte sorun yaşamıyordu ama Kürt beyleri kendi vergilerini
de Ermenilerden aldıkları haraçlarla
Bilindiği gibi, 1820’lerden sonra merkezi devlet kurma amacıyla Kürt Mirliklerini ve Hükümetlerini ortadan
kaldıran Osmanlı büyük bir sorunla
karşılaşır. O güne kadar bölgeyi bu
Mirler aracılığıyla kontrol etmiş olan
devlet, Mirleri ortadan kaldırınca, göndermiş olduğu memurlar eliyle kontrol
kuramamış ve kontrol edilemeyen yüz-
Durumu bu şekliyle açıklayıp bıraktığınızda, hakikaten yöreyi istila etmiş,
Hıristiyanlara saldıran acımasız Kürtler imajı çıkmaktadır. Bahsedilen durum II. Mahmut döneminden önce de
böyle miydi? Eğer değilse bu dönemde
neden kontrol edilemeyen Kürt çeteleri
ortaya çıktı?
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
lerce küçük aşiret güvensiz bir ortam
doğmasına neden olmuştur. Ayrıca bu
Mirliklerin ortadan kaldırılması için
düzenlenen seferlerde bölge büyük bir
tahribata uğramıştır. Bu güvensiz ve
kontrolsüz ortamdan yararlanan bazı
Kürt aşiretleri sadece Ermeni köylerinden değil Kürt köylerinden de ikinci
vergiyi alıyor, sadece Ermeni köylerini
değil Kürt köylerini de yağmalıyordu.
Kürt köylülerinin başındaki tek dert
bu da değildi. Zorunlu askerlik uygulaması nedeniyle birçok insan askere
gidiyor, ya hiç geri dönmüyor ya da
yıllar sonra geri dönebiliyordu. Gayrimüslimlerin para karşılığı askerlikten muaf tutulmaları ise onlara tanınmış bir ayrıcalık olarak görülüyor ve
büyük rahatsızlık yaratıyordu. Yine
misyonerlerin gayrimüslimler lehine
yarattığı avantajlı durum başka bir rahatsızlık kaynağıydı.
Yani, yeni bir yapı kurmak için eski
yapıyı tasfiye eden Osmanlı devleti,
bunu başaramayınca bölgeyi büyük
bir karmaşaya ve kaosa sürüklemişti.
Üstelik bu durumdan mağdur olanlar
sadece gayrimüslimler değil bölgede
yaşayan tüm insanlardı. Durumları
gereği ve doğal olarak bölgedeki gayrimüslimlerin durumuna odaklanmış
misyonerlerin ya da cemaat temsilcilerinin raporlarını bu anlamda dikkatli okumak gerekir. Bu raporlarda
yazılanlar yanlıştır demiyorum ama
sadece bir tarafın yaşadıklarını anlatmaktadır. Bu anlatılar çok boyutlu bir
dönemsel analizin içine yerleştirilmezse eğer doğru bir okumanın imkânını
zayıflatırlar.
Ciddi yanlışlar içeren bir genelleme ise
ikinci yazıda karşımıza çıkıyor: “Ancak bu kısa tarihçenin de gösterdiği
gibi, 1514’ten itibaren merkezi devletle
sıkı ittifak içinde olan Kürt unsurların
en azından bir bölümü, bazen kendi
inisiyatifleriyle bazen devletin yönlendirmesiyle veya zorlamasıyla fer’i
(ikincil) failler olarak önemli roller
üstlenmiştir.” (21/07/2013). Öncelikle
bu ifadeyi okuyan biri şunu rahatlıkla
düşünebilir, “demek ki Kürtler 1514 yılından itibaren Osmanlıyla işbirliği halinde bölgedeki gayrimüslimleri katlediyor”. Ayşe Hür bu amaçla yazmamış
olabilir ama bir kez böyle genellemeler
üzerinden anlatı kurmaya başlarsanız,
sonu gelmez yanlış anlamaların da kapısını açmış olursunuz.
Gelelim Kürtlerin 1514 yılından itibaren merkezi devletle sıkı bir ittifak halinde olma durumuna. Bu bilgi her şeyden önce yanlış bir bilgidir. 1514’den
sonra Osmanlı ile Sünni aşiretler arasında bir ittifak kurulduğu doğrudur
ancak birincisi yeni çalışmalar bize
gösteriyor ki bu ittifak sık sık ve çeşitli nedenlerle bozuluyor ve yeniden
kuruluyor, ikincisi 1820’lerden sonra
bu ittifak tamamen bozuluyor. Hatta
ittifakın bozulması bir yana Osmanlı devleti ile Kürt Mirlikleri arasında neredeyse 30 yıl süren bir iç savaş
dönemi yaşanıyor. Bozulan bu ittifak
1890’lı yıllardan itibaren, her iki tarafın da bölgede bir Ermeni devleti kurulacağı endişesi çerçevesinde yeniden
inşa ediliyor. Hamidiye alayları gibi
girişimler bu ittifakın sonucudur. Ancak Hür’ün belirttiği gibi 1514 yılından
1923 yılına kadar sürmüş kesintisiz bir
ittifak durumu söz konusu değildir.
Ayşe Hür’ün şu tespitine ise tamamen
katılıyorum. “Ve elbette o günün suçlarından bugünün Kürtleri (aynı şekilde Türkleri, Çerkesleri vb…) hiçbir
şekilde sorumlu değildir. Ancak tarihte
işlenmiş bir suçla ya da suçun failleriyle açık, doğrudan ya da örtük biçimde özdeşlik kurmak, dayanışmak,
onları haklı görmek vb. davranışlar,
görenleri ‘kolektif failler’ haline dönüştürür. Hukukun değil, sosyal bilimlerin ürettiği bir kavram olan ‘kolektif
faillik’ten kurtulmak açısından devlet
adamlarının, toplum liderlerinin dahil oldukları gruplar adına diledikleri
‘kolektif özürler’, ‘geçmişle/tarihle hesaplaşma’ ya da daha doğru bir terimle ‘geçmişle/tarihle barışma’ sürecinin
parçası olarak ele alındığında çok
önemli işlev görür.” (21. 07. 2013)
1925 yılından sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve pek çok Türk, bu katliamları yok saymış, böyle bir durumun
söz konusu olmadığını hatta asıl katliamları Ermeniler yaptığını savunmuş
ve Hür’ün deyişiyle bir tür “kolektif
faile” dönüşmüşlerdir. Daha çok 1965
yılından sonra şekillenen Kürt siyasi
hareketinde ise bu tür bir eğilim görmek mümkün değildir. Kürt siyasi
hareketinin pek çok bileşeni, Ermeni
katliamlarını soykırım olarak adlandırmış ve bu olaylarda Kürtlerin de rol
oynadığını rahatlıkla dile getirmişlerdir. Yeni dönemde gösterilen hassasiyet ise daha çok katliamların Kürtlere
fatura edileceği şeklinde bir endişeden
kaynaklanmaktadır. Bu hassasiyet ve
endişe anlaşılabilir olsa da “katliamları Osmanlı Devleti yaptı ve bazı Kürtleri kullandı” şeklindeki bakışı kabul
etmek mümkün değildir.
Kaynak:
ht t p://w w w.bgst.org /ulke-g undem /
ermeni-katliamlarinda-kurtlerin-roluuzerine-bir-tartisma
Devletin Hamidiye Alaylarında Kürt Aşiretlerinden
Oluşturulan Soykırımcı Kürt Birliği
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1915 ve öncesi: kürt tarih yazımında
inkarcı eğilimler üzerine - 1. Bölüm
Soykırım Öncesi Yüzyıllık İlişki ve Gerginliklere Dair Xerzî'nin Muhasebesi
Daha önceki bir yazımda 1915 soykırımına alet edilen Kürtler açısından tarihle
yüzleşme gereğine karşı Eziz e Cewo'nun
ileri sürdüğü argümanları eleştirmiştim
[1]. Konuyu tamamlamak üzere aynı anlayıştan yazarların 1915'te yaşanan durum,
öncesindeki gelişmeler ve Kürt-Ermeni
ilişkilerine dair yorumlarını da irdeleyecektim. Bunu önceki yazımın ikinci bölümü olarak düşünüyordum, fakat kapsamını
dikkate alarak şimdi ayrı bir başlıkla sunmayı tercih ediyorum.
Soykırım gerçeğini bulandıran, tersyüz
eden, sorumluluğunu yok edilmiş halkların kendilerine yükleyen Türk tarih tezleri
herkesin malûmudur. Bunların Kürt versiyonu diyebileceğimiz yorumlar ise yakın
zamana kadar birkaç eski örnekle sınırlı
olup pek yaygın bilinmiyordu. Ancak soykırımda kullanılan Kürtlerin rolü konuşuldukça milliyetçi savunma refleksleri bu
alanda yeni ürünler veriyor. Bazıları Türk
inkarcılarına rahmet okutan karşı ataklara
geçiyor. İki defa uğraşmak zorunda kaldığımız muazzam abartılı Xanasor iddiası
tamamen bu zeminde ortaya atılmıştı [2].
Verilen ana fikir “Ermenilerin sanıldığı
gibi masum olmadıkları ve imha edilmelerinde bir kısım Kürtlerin rolü olsa bile, önceden husumet yarattıkları için vebalinin
yine kendilerine ait olduğu” yönündeydi.
Êziz ê Cewo'nun Xanasor iddiasını kullananlardan Xerzî, daha gerilere uzanarak
yaptığı tarih muhasebesinde iki halk arası
gerginliklerin esas sorumluluğunu başından itibaren Ermeni tarafına mal etme yoluyla bu kanaati güçlendirmeye çalışıyor.
Xerzî'nin “Kürt-Ermeni İlişkileri, 1915 ve
Özür Meselesi” başlıklı makalesi, günümüzde bir ulusal özgürlük mücadelesinden
yana görünürken, tarihteki bir benzerini
boğmaya çalışanlarla zihinsel planda ne
kadar uyuştuğunu göstermesi bakımından
ibret vericidir.
Eskilerden Nuri Dersimi'nin Türk ordusu
içinde etkilendiği İttihatçı bakışla Kürt
milliyetçiliğini harmanlayarak yazdıkları,
Ermeni ulusal hareketine karşı gösterilen
bu çarpık ve insafsız yaklaşımların besleyici damarlarından biri sayılır. Fakat onun
“asıl Ermeniler Kürtleri katletti” yolundaki
karşı iddiaları çok dayanaksız olduğu için
aynı doğrultuda yeni arayış sürdürenler
yabancı kaynaklardan işlerine yarayacak
veriler bulmaya ağırlık vermektedir. Aso
Zagrosi, böyle bir “cevher” olduğu inan-
İlgili makalesinde [3] öncelikle 19. yüzyılın ilk yarısındaki Osmanlı merkezileşmesine karşı Kürt ayaklanmalarını konu
eden Xerzî, Ermenilerin bunları desteklemediğine dikkat çekerek, iki halk arasında
artan mesafenin gittikçe gerginliklere ve
çatışmalara dönüşmesini esasta Ermeni tarafına, özellikle de onun şehirli kesimine
yüklüyor:
Hovsep Hayreni
cıyla Rusçadan çevrilen biri Kürt (Kamil
Bedirxan), biri Rus (Prens Şachovski), iki
müttefik şahsiyetin Ermeni aleyhtarı soyut
ve abartılı iddialarını yakın bir zamanda
yazdığı üç ayrı makalesinde tekrar tekrar
kullanmıştır. Nuri Dersimi'nin gerçekliğe
aykırı katliam rakamlarını da bu şüpheli
anlatımlara ekleyerek hepsini “belgeli gerçekler” gibi gösterme çabasındadır.
Bütün bunları sırasıyla ele alıp değişik kaynaklar ışığında çok yönlü değerlendirmeye
çalışalım. Aynı zamanda Kürt-Ermeni ilişkilerinin soykırım öncesi yüzyıllık seyrine
Ermeni tarihçilerinin nasıl baktıklarını da
konu edelim ki, hangi yaklaşımların daha
milliyetçi ve tarafgir, hangilerinin daha
hakkaniyetli olduğu anlaşılsın; karşılaştırmalı bir muhakeme içinde en adil sonuçlara okuyucular kendi akıl ve vicdanlarıyla
varabilsin.
Konuya girmeden özellikle birşeyin altını çizmek istiyorum. Bu tartışmaları yürütmemin önde gelen amacı, Kürt halkı
arasında geçmişten beri önyargılara konu
olan Ermeni ulusal hareketinin ve genel
anlamda pek bilinmeyen ihtilaflı tarihsel süreçlerin daha doğru algılanmasına
hizmet etmektir. Bu aynı zamanda günümüzün özgürlük, adalet ve demokrasi sorunları etrafında halklar arası dostluk ilişkilerinin eski acı tecrübelerden öğrenerek
daha bilinçle örülmesi için yararlı olabilir.
Ancak içeriğe önem verilmeden, salt polemik yürütme durumuna bakılarak, bu tür
yazıların yersiz gerginlik körüklediğini
düşünmek de mümkündür. Bu hisse kapılma durumundaki arkadaşlara, bunları hiç
yazmamanın daha iyi olmayacağını, ancak
somut bilgilere dayalı olgun tartışma ve
adil yaklaşım temelinde düşündürücü olma
yoluyla olumlu dönüşümlere vesile olunabileceğini hatırlatmak isterim.
“93 Harbine kadar Ermeniler bu isyanları
daha çok uzaktan seyretmekle yetinmiş ve
özellikle şehirlerde yaşayan orta ve üst sınıf Ermeniler, daha çok Osmanlı’nın tarafında yer alarak “Millet-i Sadıka“ teriminin Osmanlı’da daha da kuvvetlenmesine
sebeb olmuşlardır. Bu tavırda Kürt Beylerinin gayrimüslim topluluklara yönelmesinin de etkileri olduğu göz ardı edilmemelidir. Toplumlar arası çelişki ve her iki
toplumda da bulunan fanatikler, beraber
hareket etme tavrının sergilenmesine engel
olmuşlardır. Ama en önemli etkenin, şehirli
Ermeni nüfusun bu hareketlere, rahatlarının bozulmaması için uzak durmaları olduğu söylenebilir” diyor.
Kürt feodal beylerinin yerel otoritesi yüzyıllardır Ermeni halkının zararına işlemiş
olmasına rağmen, bunu sürdürme çabaları Ermeniler tarafından niçin yada hangi
güvenle desteklenecekti? Konuyu bu açıdan değerlendirmeyen yukardaki görüş
Ermenilerin uzak durma nedenini anlama
ve açıklamaktan uzaktır. Düşünüldüğünün aksine Kürt beyliklerinin gücünün
kırılmasına o dönem şehirliden çok doğu
vilayetlerindeki Ermeni köylüsü sevinmişti. Bir örnek olarak, Çarsancak beylerinin
elinde zar ağlayan Ermeni köylülerinin,
1830'lu yıllarda Xarpert (Harput) ve çevresindeki beyleri asıp kesen Reşid Paşa'yı
nasıl “kurtarıcı” gibi karşıladıklarına dair
yaşlı maraba Giro Kehya'nın anlatımları
ilginçtir [4]. Benzeri duygular pek çok yörede paylaşılmıştı. Çünkü o yerel zorbalar
kırsal alanda Hristiyan reayayı keyfinin istediği gibi kullanıyor ve canından bezdiriyordu. Yoksul Kürt köylüsü de mağdur olmakla beraber, Hristiyan reaya sınıfı daha
aşağı serflik koşullarında yaşıyor, daha
katmerli sömürülüyor ve pek çok fiili saldırı karşısında daha savunmasız bulunuyordu. Bu nedenle Ermeni halkı derebeylerin
kanunsuz hakimiyeti yerine devletin getireceği nizamdan yana bir tutum içindeydi.
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Müslüman beylerin yaşattığı mağduriyet
ümmetçi Osmanlı sisteminden bağımsız
bir olgu değilse de, Tanzimat'ın bu sistemi iyileştirme vaadleri Hristiyan halkların
devlete daha hayırhah bakmasını getiriyor
du [5].
Bu etkenlerden yoksun olarak çizilen “rehavet” tablosunun olan biteni gerçekçi
bir şekilde yansıttığı söylenemez. Xerzî,
özgürlükçü bir ulusal hareket geliştirecek aydınlanmadan o zamanki Kürtlerin
çok uzak olduklarını ve ayaklanan kimi
liderlerinin Ezidilere, Nasturilere katliam
yaptıklarını da belirtmesine rağmen, onları sırf Osmanlı'dan kopuş eğilimine girdikleri için dönem itibariyle Ermenilerden
bir adım ileride gösteriyor. Ermenilerin
“millet-i sadıka” diye nitelenmesine de
bu açıdan vurgu yapıyor. Yakın zamana
kadar Kürt beyleri Osmanlı sultanlarına
Ermeni elitlerinden daha az sadık değildi
oysa. Son durumda otonom beylik düzenleri sarsıldığı için isyankâr olmuşlardı.
19. yüzyılın birinci yarısında gerçekleşen
ilk Kürt ayaklanmaları böyle bir zeminde,
ulusal bilinci gelişmemişken bağımsızlık
arzusu kamçılanan feodal beylerin, kendi
çıkarları hesabına bir tür ölüm-kalım meselesi gibi zorlanarak giriştikleri politik
egemenlik mücadeleleriydi. Şüphesiz diğer
bağımlı uluslar gibi Kürtlerin de, nasıl bir
önderlikle olursa olsun, bağımsız bir devlet
kurmaya yönelmeleri meşruydu. İlk ayaklanmaların veya Osmanlı askeri seferlerine
karşı direnişlerin olduğu yerler (Süleymaniye, Revanduz, Hakkari, Sincar, Harzan,
Cizre, Botan) Kürt halkının köklü tarihsel
geçmişi ve mevcut demografik ağırlığıyla
da öz Kürdistan kapsamına giren yerlerdi. Ancak kuzey çevrelerden desteği istenen Ermenilerin o harekette kendileri için
daha iyi bir gelecek düşünebilmeleri zordu.
Bundan başka, o sıralar henüz Ermeni ulusal hareketi doğmamış ve Batı Ermenistan
ile Kürdistan'ın Ermeni halkı birkaç küçük
dağlık yöre dışında genellikle silahsız olduğu için, ortak bağımsızlık yönünde geniş bir güçbirliğinin pratik koşulları da son
derece zayıftı.
Yine de örneğin en güçlü çıkışı yapan Cizre-Botan merkezli Bedirxan Bey'in hareketi dar bir alanda bile bağımsızlık elde
edebilse (ki hedefi Diyarbekir'den Muş'a,
Bitlis'e, Van'a ve Urmiye'ye kadar hükümranlık kurmaktı), bu durum Osmanlı'nın
doğu bölümünde başka çözülmeleri tetikleyip, hem Kürtlerin hem Ermenilerin kaderini daha farklı şekillendirebilirdi. Öyle
bir kopuştan sonra hiç değilse geri kalan
bölgelerdeki Kürtlerin daha sonra gelişen
Ermeni hareketine karşı kullanılma riski
zayıflar ve muhtemelen Hristiyan halklara
1915 boyutunda bir felaket yaşatılamazdı.
Fakat 1830 ila 1840'lı yılların atmosferi
içinde Ermeni toplum temsilcilerinin bunları tasavvur edebilmeleri mümkün değildi. Kürt beyliklerine ilişkin genel duyguları negatif olduğu ve güven duymadıkları
için, Bedirxan Bey'in kuracağı yönetimde
Ermenilere yer vermeyi vaadetmesi bile
(ki özellikle ekonominin yönetimi için
bunu öngördüğü anlaşılıyor) şüpheyle
karşılanır ve çokları doğal olarak öyle bir
riske girmek istemezdi. Sonuçta Bedirxan
Bey'in ayaklanmasına onun etki alanında
bulunan yakın çevrelerin (Bohtan, Moks,
Şatah) yarı bağımsız Ermeni aşiretleri katılmış, buna karşılık Vaspuragan bölgesinin bazı Ermeni grupları ise Osmanlı ordusuna yardımcı olmuşlardı. Birbirine karşıt
vaziyet alma durumları Kürtler arasında
da görülmüş, örneğin Diyarbekir tarafındaki aşiretler harekete destek olmadığı
gibi, Muş'tan Bitlis'e kadar nüfuzu bulunan
Modikan aşireti reisi Mirza Bey tersine
Osmanlı yanında yer almıştı [6].
Yani eğer o ayaklanmanın desteksiz bırakılması ve/veya karşısına geçilmesi yanlışsa, bunu öncelikle Kürt toplumunun kendi
içinde sorgulamak gerekir. Ancak daha
sonra ve ona güven verebilir olduğu ölçüde
Ermeni toplumu açısından sorgulanmasının bir anlamı olabilirdi. Yoksa öyle “şehirli Ermenilerin rahatlarını bozmak istememeleri” gibi bir genellemeyle Van'dan
İstanbul'a bütün Ermeni halkının şehirli
nüfusunu daha sonraki Kürt-Ermeni gerginliğinin sorumlusu saymak gülünçtür.
Xerzî'nin özellikle konu etmemiş olmasına
rağmen biz burada Ermeni toplumu için bir
muhasebe noktası olarak, dönemin Ermeni
cemaat lideri Patrik Madteos Çuhacıyan'ın
politik tutumunu eleştirebiliriz. Onun Kürt
beyliklerine karşı Osmanlı askeri seferlerini hararetle desteklemesi, taşradaki ruhani öncülüklere ilettiği yazılı yönergelerle
tüm Ermenileri bu tavırda bütünleşmeye
çağırması ve sonunda da Osmanlı'nın zaferini kutlaması çok talihsiz bir tutumdur.
Kaleme aldığı metinlerde Kürtlere ilişkin
kullandığı dil oldukça rencide edici, Sultan Abdülmecid'e ise kilisenin olağan iltifatları ötesinde yaranmacı olmuştur [7].
Sultan ile paşalarının Kürt beylerini dize
getirmedeki amaçları sanki doğuda Ermeni halkını korumak ve ona özgürlük
getirmekmiş gibi, olmadık payeleri bahşetme yoluyla Osmanlı'ya yapılan övgüler,
Ermeni halkını boş hayallerle avuturken,
muhakkak ki ilerde Kürtlerin Ermenilere
karşı duygularını da olumsuz etkilemiştir.
Bunu o dönem patrikliği fazlasıyla denetleyen İstanbul'daki “amira”lar (saraya yakın Ermeni aristokrat burjuva) sınıfının
etkisinden bağımsız düşünmek mümkün
değil. Doğudaki Ermeni halkının şehirli ve
köylüsüyle Kürt ayaklanmalarına mesafeli
duruşu ise eski beylik düzeninden gördüğü
mağduriyet nedeniyle daha farklı değerlendirilmelidir. Ermeniler arasında o dönem
yaygın olarak paylaşılan şey, Tanzimat reformlarının yarattığı aldatıcı umut ile devletin merkezi düzenini yeğlemek olmuştur
ki, bunun Kürt-Ermeni gerginliğini körükleme anlamında suçlanacak bir durum olmadığını belirtmek gerekir.
19. yüzyılın ikinci yarısı ise Ermeni halkının, henüz Kürtlerde görülmeyen bir ulusal
uyanış ile özgürlük mücadelesine yöneldiği
dönemdir. Xerzî bu durumu şöyle tanımlıyor: “Millet-i Sadıka payesinin verilmesinde en önemli rolü oynayan Osmanlı devlet
kademesindeki elit ve nispeten daha zengin
olan Ermeni önde gelenlerinin çocukları
ve onlarla beraber aynı okullarda okuyan
orta sınıf Ermenilerin çocukları arasında
zaman içerisinde bir özgürlük fikri gelişmeye başlamıştı. (...) Bu lokomotifin itici
güçlerinden biri olan din faktörünü de
buraya eklememiz gerekir. Özellikle Ortodoks Ermeni Kilisesi'nin ve papazlarının
dini fanatizmi de kullanarak bu sürece katkı yaptıkları tarihi bir gerçektir. (...) Başlangıçta haklı olan bu düşünceler, zamanla din faktörünün de devreye girmesiyle,
yüzyıllarca beraber yaşadıkları halklara
doğru evrilmeye başladı. Bu halkların en
önemlisi de en yakın komşuları olan Kürt
halkı idi.”
Yapılan bu tasvir somut bilgiden yoksun
ve keyfi bir yakıştırma ürünüdür. Ulusal
özgürlükçü fikirler yalnız Osmanlı başkentinde ve özellikle de elit kesimin çocukları arasında değil, daha erken olarak
Rusya'da (özellikle Tiflis, Eçmiyadzin,
Moskova Ermeni okullarında) yetişen
ve genelde varlıklı da olmayan aydınlar
arasında gelişmiştir. Xaçadur Abovyan,
Mikail Nalbantyan, Rapayel Badganyan,
Raffi, Krikor Ardzruni, Kapriel Sundukyan, Berc Broşyan, Ğazaros Ağayan ve
başkaları 19. yy. ilk yarısı ve ortalarından itibaren eserler vermiş Kaf kas Ermenilerinin öncü yurtsever, devrimci ve
demokrat aydınları olup, görüşleri Tiflis
üzerinden Batı Ermenistan'ın ErzurumVan çevrelerini de etkilemiştir. Osmanlı
Ermenilerinden bunlara paralel fikirleriyle erken ürünler veren, kimisi Venedik ve
Paris gibi dış merkezlerde eğitim görmüş
olan Dzerents, Mıgırdiç Beşiktaşlıyan,
Madteos Mamuryan, Harutyun Sıvacıyan,
Hagop Baronyan, Bedros Turyan, Arpiar
Arpiaryan gibi yazar, şair ve yayıncılar da
Ermeni ulusal hareketinin doğuşu aşamasında etkili olmuşlardır. Bu önemli kalemlerin biraraya geldiği süreli yayınlardan
Moskova'da “Hüsisapayl” (Kuzey Parıltısı), İstanbul'da “Yeprad” (Fırat) ve “Meğu”
(Arı), Tiflis'te “Mışag” (Çiftçi), İzmir'de
“Arevelyan Mamul” (Doğu Basını), yine
İstanbul'da “Arevelk” (Doğu) ve “Masis”
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ilerici fikirlerin yayılmasına hizmet etmiştir. Aynı dönem başka bazı aydınlar ve çıkarttıkları süreli yayınlar ise muhafazakar
görüşleriyle bunların karşısında yer almış,
aralarında şiddetli tartışmalar yaşanmıştır
[8]. Xerzî'nin ima ettiği Osmanı devletiyle içli dışlı “elit”lerin tarafı işte bu karşı
cephe olmuştur. Onların eğitim gören çocukları arasından tek tük devrimci saflara
meyledenlerin olması bu gerçeği değiştirmez. Yukarda anılan isimlerin pek çoğu
eğitimlerini maddi güçlükler içinde kendi
emekleriyle sürdürmeye çalışmış orta halli
ve yoksul aile çocuklarıdır. Biyografileri
bulunup okunabilir.
Osmanlı Ermenileri arasındaki ilk gizli
ulusal-devrimci örgütlenmeler ise, çelişkilerin daha keskin olduğu doğu vilayetlerinde kendini gösterir. 1868'de Erzincan
Ermenileriyle Dersim Kürtlerinin ortaklaştığı bir Ermeni-Kürt Ulusal Kurtuluş
Komitesi ve silahlı gücü “Xol” (Kol) kurulur. 1872'de Van'da “Miutyun i Pırgutyun” (Kurtuluş Yolunda Birlik), 1881'de
Erzurum'da “Başdban Hayrenyats” (Anavatan Savunucusu) gizli örgütleri oluşur.
Sonuncusu özellikle 1878'de vaadedilen
reformların hayal kırıklığına dönüşmesi üzerine, Ermeni halkının alışılmış göç
eğilimini önleme ve kendi vatanında haksızlıklara direnerek yaşama ısrarının ürünüdür. Bu örgütlerin saflarına katılanlar
genellikle yoksul köylüler ve zanaatkârlar
olmuştur. 1883'e kadar yüzlercesi tutuklanır ve yargılanır [9].
İlk Ermeni partisi olarak bilinen Armenagan da 1885'te Van'da kurulmuştur. Düşünsel öncüsü olan Mıgırdiç Portugalyan
1876'dan beri burada öğretmenlikle beraber eğitsel-kültürel birlikler kurulmasına
önayak olur. Bunlar ulusal kurtuluş propagandasının ocaklarına dönüşür. Bölge
halkının büyük saygı duyduğu yurtsever
ruhani lider Xrimyan Hayrig daha erken
(1858-64 arası) çıkarttığı “Ardziv Vaspuragani” (Vaspuragan Kartalı) dergisiyle
ulusal uyanışa önemli katkı yapmıştır. Portugalyan sık sık Tiflis'e giderek “Mışag”
(Çiftçi) dergisinin editörü Krikor Ardzruni
ile görüşmelerde bulunur. Düşünsel olarak
onun yanında Rafael Badganyan ve Raffi
gibi devrimci yazarlardan yoğun etkilenir. 1880'lerden itibaren özellikle Raffi'nin
devrimci roman kahramanları Ermeni
gençlerin ilham kaynağı olmuştur. 1885'te
Van valisi Hasan Paşa hem Portugalyan'ı,
hem Xrimyan Hayrig'i İstanbul'a sürer.
Portugalyan oradan kaçıp Marsilya'ya gider ve “Armenia” isimli Ermenice dergiyi
çıkartmaya başlar. Aynı yıl Van'daki öğrencileri onun izinde “Armenagan” platformunu kurarlar.
1887'de Cenevre'deki Kaf kas çıkışlı Er-
meni öğrenciler tarafından kurulan “Heğapoxagan Hınçakyan Gusaktsutyun”
(Devrimci Sesleniş Partisi) de bir yanıyla
Portugalyan'ın Avrupa'da yaydığı fikirlerden etkilenmiştir. Diğer yanıyla bu parti
Rus Marksisti Plehanov'la ilişkili olarak
Marksizmi savunur, ki daha sonra Sosyal
Demokrat Hınçakyan ismini alacaktır.
1890'da Tiflis'te kurulan “Hay Heğapoxagan Taşnaktsutyun” (Ermeni Devrimci
Federasyonu) ise, isminden anlaşılacağı
üzere değişik görüşlerden devrimcilerin
bir tür cephe örgütü gibi kurulur. Onda da
sosyalizm ile milliyetçiliğin sentezi vardır. Ama özellikle Rusya'daki Narodnik
(halkçı) devrimcilerden etkilenmiş olup
zamanla Hınçaklara göre daha milliyetçi
bir çizgiye oturur. Her iki parti dışarda kurulduktan sonra Osmanlı başkenti ve taşra
merkezlerinde örgütlenmeye koyulur. Hınçaklar ilk dönem etkin olup Kumkapı ve
Bab-ı Ali gösterisini, Sasun ve Zeytun direnişlerini örgütler, daha sonra bir ayrışma
sonucu zayıflamaya başlar. Liberal kanadının oluşturduğu “Veragazmyal” (Yeniden
İnşa) örgütü ileride kurulan “Sahmanatragan Ramgavar” (Anayasal Demokrat)
partiye katılır. Zaman içinde dağılan Armenaganların da Hınçak, Taşnak ve Ramgavar'lara katılan üyeleri olur. 1895 sonrası
asıl güçlenen Taşnak partisidir. Hınçakların programındaki “bağımsız ve birleşik
Ermenistan” hedefine karşılık, daha milliyetçi bilinen Taşnakların Osmanlı ülkesinde özerklikten öte bir amaç ilan etmemiş
olmaları ilginçtir. Rusya'nın ve Avrupa
devletlerinin Hristiyan bir halk olarak Ermenilere sahip çıkmalarını isteme, onların
müdahalesine bel bağlama durumu -zaman
zaman ikiyüzlü siyasetlerini eleştirmekle
birlikte- bu partilerin her birinde az çok
görülmüştür. Ama dinsel fanatizm yakıştırması hiç biri için doğru değil. [10]
Ermeni ulusal hareketinin itici güçlerinden
biri olarak kiliseyi işaret eden ve oradan
da dinsel fanatizm yakıştırmasını yapan
Xerzî, ya birşey bilmeden duydukları ile
yazıyor, yada işine gelmeyen bilgileri öteleyip keyfince bir ideolojik imaj çiziyor.
Gerçekte Ermeni kilisesinin İstanbul'daki
yönetici kuruluşu patriklik ve yakın olduğu muhafazakar burjuva çevreler, zaman
zaman reform taleplerine aracılık etmekle
beraber yukarda gördüğümüz ulusal örgütlenmelere ve onların reform için olsun
devleti zorlayan hareketlerine karşıydı.
Devletten beklentilerini rica minnet Bab-ı
Ali'ye iletme dışında bir etkinlikleri yoktu.
Halka yakın bazı rahip ve papazların direnişten yana tavırlarını ayrı tutarsak, kilisenin Ermeni halkına verdiği daha çok pasifizm, itaat duygusu ve kanaatkârlıktı. O
yüzden devrimci hareketin öncüleri yüksek ruhani sınıfını eleştiriyordu. Örneğin
Raffi “Birgün Ermenilerin Tanrısı, yıkılan
Ermenistan'ın ve kanı akıtılan evlatlarının
intikamını isterse ulusal düşmanlarımızdan, ilk sorumlu olarak görmemiz gereken
bizim kilise adamlarımızdır. Onlar halkın
yüreğini gömdüler, yiğitliğini çaldılar, bütün yaşamsal güçlerini öldürdüler ve Hristiyanlık sabrı adına köle olmayı öğrettiler”
diyordu [11]. Mübalağalı olması bir yana,
bu eleştiri, devrimci ulusal öncülerin kiliseyle nasıl bir uyuşmazlık içinde olduklarını göstermesi bakımından çarpıcıdır.
Ermeni ulusal kimliğinde Hristiyanlığın
belirleyici bir yere sahip olması, yüzeysel yaklaşımla Ermeni ulusal hareketinin
de bu temelde geliştiğine yorulabiliyor.
Böyle kanaat belirtenlerden biri de “ana
akım” Kürt hareketinin lideri Abdullah
Öcalan'dır. O da dönemin Ermeni ulusal
hareketini “dar milliyetçilik”le suçlarken
daha özelde “dine dayalı milliyetçilik” vurguları yapmıştır. Ama karşılaştırmak gerekirse Öcalan'ın yaklaşımı, Xerzî ve onun
gibi düşünen bazı Kürt yazarlarının iddiaları yanında daha yumuşak kalır. Xerzî'nin
Ermeni ulusal hareketine bakışı neredeyse
Türk şovenizmiyle paralellik arzediyor. O
bunun Rus emperyalizmi tarafından güdümlenen bir milliyetçilik olduğunu, din
faktörüyle onların emellerine alet olmak
dışında bir işlev göremeyeceğini vs. tıpkı
Türk tarih tezlerinden tanışık olduğumuz
klişe ifadelerle vurgulayıp duruyor. Ama
sonuçta yazdığı şey o tezlerin tıpatıp aynısı değil, Kürt milliyetçi bakışıyla dizayn
edilmiş değişik bir versiyonudur. Dolayısıyla “Ermenilerin yönelimi” konusunda
şöyle bir görüş şekillendirmiş:
“...özellikle Taşnak ve Hınçak Partileri bu
amaç doğrultusunda, esas yönelmeleri gereken güç olan Osmanlı’yı daha sonraya
bırakarak, kendilerine en büyük engel olarak gördükleri Kürtleri bu devletlerin yardımıyla tasfiye etmeyi ve öncelikle onların
güçlerini kırmayı hedef edinmişlerdir. Bu
amaç doğrultusunda içlerinden seçtikleri
devrimci kadroları Kürdistan’a göndererek, öncelikle burada ses getirecek eylemlerle olaya uluslarası kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışmışlardır. İlk eylem yeri
olarak da Kürtler ve Ermenilerin yüzyıllar
boyunca barış ve huzur içerisinde yaşadıkları, elbirliğiyle Osmanlı’nın girmesine
asla izin vermedikleri Sason bölgesini seçmişlerdir...”
Buradan yavaş yavaş 1891-94 Sasun direnişini suçlamaya giriş yapılıyor. Sasun
bölgesi ve o dönem Ermenilerin Kürtlerle içiçe yaşadığı her yer Kürdistan'a ait
gösteriliyor. Bir kısmı Batı Ermenistan
ya da bütün o alanlar artık Ermenistan'la
Kürdistan'ın ayrıştırılması güç bir bileşkesi değilmiş gibi... Fakat Ermeni partileri
oraları Ermenistan yapmak için “Kürtleri
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tasfiye etmek” istiyorlarmış. Bunun için
öncelikle Sasun'u hedeflemiş ve karışıklık
çıkartmak üzere dışardan adam göndermişler. Okuyanı Ermenilere karşı infiale
sevkedecek mizansen yazı boyunca eksik
değil. Bundan sonra olayların gelişimi
de büsbütün taraflı ve yanlış yansıtılıyor.
Güya o devrimciler Ermeni halkını Kürtlere saldırmaya teşvik etmiş, hatta katliam
yapmışlar. Sonuçta Kürtler kendini savunma amacıyla çatışmalara girmiş, karşılıklı
kayıplar olmuş, Osmanlı ordusu uzun süre
seyirci kaldıktan sonra mecburen müdahale etmiş, ortalık kan gölüne dönmüş (özellikle hangi tarafın kırıldığı belirsiz bırakılıyor) ve Ermenilerin yarattığı bu çatışma
ortamı devam ederek sonraki yıllarda daha
büyük karışıklıklara yol açmış!.. Böyle bir
sunumla Ermeni direnişçileri haksız ve
saldırgan taraf konumuna yerleştiren yazar, sonraki yıllarda Ermenilere yapılan
yaygın katliamları da katliam saymıyor.
Sasun'daki haklı ulusal köylü direnişini bir
Osmanlı resmi sözcüsüne yakışır biçimde
şöyle suçluyor:
tapular ve gaspedilmiş Hristiyan mülkleri dolduruyordu. Ermeni köylüsü yine
devletin yanında Kürt feodal beylerinin
de ezdiği, şüphesiz kendi tefecilerinin de
soyduğu, bütün bölgenin en fazla mağdur
edilen kesimiydi. Başkaldırma nedenleri
çok yerde geçerliyken genelde çaresiz kalıyordu. Sasun'da direniş geleneğine sahip
olan köylülük haksız vergileri reddederek
mücadeleye başlamış, Kürt aşiretlerinin
saldırı tehditi karşısında ise savunma için
dağa çıkmıştı. Ciddi nedenleri olmadan
bir iki devrimcinin binlerce köylüyü direnişe sevketmesi mümkün müydü? Bu basit
mantık sorusunu bile umursamayan yazar,
Osmanlı bakışıyla adına “ayaklanma” denilen Sasun direnişini adeta durduk yere
bir kalkışma ve özellikle Kürtlere karşı
provokatif bir girişim olarak mahkum etmeye çalışıyor. Hemen ardından tam da
böyle bir basitliği başkalarına mal ederek
ayna karşısında kavga eden biri gibi davranıyor: “Yapılan yorumlar, Kürtlerin hiçbir
sebeb yokken, saldırıya geçtikleri ve sivilleri katlettikleri şeklindedir.”
“Burada önemli olan nokta, Sason
Halkı’nın huzur ve barış içerisinde süren
hayatının Damadyan ve Murad gibi aslen
Sasonlu olmayan ve dışarıdan gönderilen
milliyetçi Ermeniler tarafından bozulmasıdır... Buradaki esas amaç halklar arasına
düşmanlık tohumları ekilerek, gelecek yıllardaki toplu bir başkaldırının temellerini
atmaktır.”
Ermeni tarihçilerin Sasun için öyle anlaşılmaz bir tablo çizdikleri yok aslında. Katliamı esasta Kürtlere mal ettikleri de doğru
değil. Oradaki katliam (1894) üç yıllık direnişi ezmek için büyük güçlerle nihai saldırıya geçen Müşir Zeki Paşa komutasındaki Osmanlı 4. Ordusu'nun eseri olmuş,
yanısıra Hamidiye alaylarında örgütlü
Kürt aşiretleri de rol oynamıştır. Durumu
incelemek için Avrupa'dan heyet gelince
Abdülhamit yönetimi bütün sorumluluğu
Kürtlerin üstüne yıkmaya çalışır. Buna
karşılık Ermeni temsilcileri “katliam yapanların Kürtlerden ziyade Osmanlı askeri
olduğuna” tanıklık ederler. [12]
Bugün de “cennet yurdumuzdaki huzur ortamını bozmak için nifak tohumları eken
bölücü terör örgütü” gibi suçlamalar yaygın olarak yapılmıyor mu? Kendini ulusal
özgürlükçü sayan yazar, günümüzün Kürt
hareketine yapılan benzer ithamlara bu bakış açısıyla ne cevap verebilir acaba? Son
otuz yıldır süregelen durumu düşünelim;
nasıl ki beyaz Türkler bunca Kürdün neden
dağa çıktığını bile anlamazlıktan geliyorsa, şimdi bu direnişin taraftarı olan Kürt
yazar da yüz küsur yıl önce Sasun'da Andok dağına çıkan köylüleri ve fedailik yapan devrimcileri anlamak istemiyor. Hangi
huzur ortamı varmış acaba? 1860'lardan
itibaren bütün o kırsal bölgelerdeki Ermenilerden İstanbul'daki cemaat liderlerine
sayısız şikâyet mektupları gidiyor, yapılan
toprak gaspları, zorbalık ve tecavüzlerin
önüne geçilmesi için Babıâli'yi zorlamaları isteniyor, fakat bunların hiç bir etkisi
olmuyordu. Osmanlı devletinin eski Kürt
beyliklerini ortadan kaldırması ve Tanzimat-İslahat yenilikleri Hristiyan halklar
için özünde çok şey değiştirmemişti. Eski
mirlerin ya da büyük beylerin yerini daha
küçük aşiret reisleri, şeyhler ve ağalar alıyor, eski mir-i arazilerin veya devlet adına
işletilen toprakların yerini de 1858 tarihli
arazi kanununun istismarı yoluyla hileli
Onu izleyen iki yıl boyunca Ermeni halkına karşı her tarafta bir Cihad gibi örgütlenen pogrom tipi katliamların ise provokasyon anlamında Sasun'daki gibi mazeretleri
bile olmamıştır. Fakat Xerzî onları da yine
Sasun'un doğal sonucu sayıyor. Bu anlama gelmek üzere “Sason olayları, KürtErmeni ilişkilerinde bir kırılma noktası
olmuştur. Halklar arasındaki nefret giderek çoğalmış ve yakın bölgelere de sirayet
etmiştir” diyor. Öyle ise 1895-96 yılları yaşanan katliamlar karşılıklı mı olmuş acaba? Bu can sıkıcı konuda bir şey diyemediği için olsa gerek, o dönemi atlıyor. Daha
sonra o katliamlara misilleme olarak yapılan ve onlarla mukayese edilemeyecek olan
Xanasor eylemini Cewo'nun uyduruk rakamıyla ortaya atıp bir kere daha Ermenileri
asıl kışkırtıcı ve saldırgan taraf konumuna
yerleştiriyor. Dönemin en kıyıcı gücü olan
Hamidiye alaylarının kuruluş amacı ve
fonksiyonlarını elden geldiğince hafifleterek, Abdülhamit'in Ermenileri tırpanlama
yolunda Kürtleri kullandığı gerçeğini de
sulandırıyor. “Hamidiye alayları sadece
Ermenilere karşı değil, belki de daha yoğunluklu olarak isyan eden Kürtlere karşı
kullanılmıştır” diyor. Gerçekte bu örgütlenmenin Kürtlere dair işlevi onları tekrar
sıkıca devlete bağlamak olmuş, yani Abdülhamit doğuda imparatorluktan kopma
ihtimali bulunan iki milletten birini yanına
çekip disiplin altına da alarak daha öncelikli hedef olarak gördüğü diğerine karşı onun
askeri gücünden yararlanmıştır. Xerzî sonunda “bu alayların da Kürt-Ermeni çelişki ve düşmanlığının oluşumuna verdikleri
büyük katkı inkar edilmemelidir” diyor
ama, genel değerlendirmede Ermeni örgütlerine yüklediği sorumluluk her halükarda
daha ağır görünüyor.
Buraya kadar yazarın verdiği ana fikir,
“eğer Ermeniler önceleri Osmanlıya sadık
olarak Kürt ayaklanmalarına karşı vaziyet
almasalar, sonra da Rusların desteğiyle
Kürtleri tasfiye etmeye dönük kışkırtıcı
eylemlere girişmeseler, Kürtlerin onlara
karşı kıyıcı rollere girmeleri hiç söz konusu olmazdı” şeklinde özetlenebilir. Hatta
“yine de Kürtlerin fazla kıyıcı olmadıkları, ne yaşandıysa karşılıklı yaşandığı,
fitili ateşleyenin ise her zaman Ermeniler olduğu” düşüncesi işlenmektedir. Bu
yaklaşımlarda iki komşu halkın tarihsel
ilişkileri, mevcut sistem içindeki toplumsal-ekonomik konumları, kültürel durum
ve ulusal uyanış süreçleri, devletle uyuşan
ve zıtlaşan yönleri, önderlik ve iç örgütlülük durumları, birlikte kurtuluş fikrine
yakınlık-uzaklıkları ciddi bir incelemeye
tabi tutulmuş değil. Osmanlı'nın dağılma
döneminde başka uluslar bağımsızlıklarını
kazanırken, doğu bölümünde aynı coğrafyayı paylaşan Ermenilerle Kürtlerin dayanışma içinde ortak kurtuluşu hedefleyememiş olmaları nedendir? Bunun koşulları ve
tarafların rolleri üzerine derinlikli düşünüldüğü hiç söylenemez. Yüzeysel bakışla
yapılan baştan sona taraflı değerlendirmeler, yer yer resmi Türk tarihiyle çakışacak
ölçüde dönemin Ermeni ulusal hareketini
kötüleme ve sonunda adeta Ermeni ulusunun yok olmasını bile onun kendi günahlarıyla açıklamaya dönüşmüştür. Nihayeti
1915'e yaklaşırken de bu yazarların dikkat
çektikleri şey, “Taşnakların önce İttihat
ve Terakki'yle ittifak yapmaları, sonra ise
Rusya'ya güvenerek kışkırtıcı olmaları”dır.
Taşnakların izlediği politikalar şüphesiz
eleştirilebilir. 1908 öncesi Jön-Türklerle
ittifakları Abdülhamit istibdadına karşı
anlaşılır iken, daha sonra iktidarda gerici yüzünü gösteren İttihat ve Terakki'yle
ittifakı sürdürmeleri ahmaklık olmuştur.
Ama soykırım arifesinde tam tersine kışkırtıcı olduklarını söylemek hakkaniyetli
değil. Dünya savaşına girilirken Taşnak
partisinin Osmanlı şubesi oldukça temkin-
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
li davranmış, Ermeni halkının seferberlik
emirlerine uymasını istemiş, Rusya ile işbirliği yapmaktan özellikle kaçınmış, Erzurum milletvekili Karekin Pastırmacıyan
(Armen Garo) ile Van milletvekili Vahan
Papazyan dışında lider kadrosundan tehcir
öncesi Rus saflarına geçen kimse olmamıştır. Rus ordusuna bağlı Ermeni gönüllü
birlikleri önceleri o devletin tebası olan Ermenilerden ve kısmen de başka ülkelerdeki
göçmenlerin katılımından oluşmuştur. Osmanlı Ermenilerinden katılımlar ise esasen tehcir ve kırımların başlaması üzerine
gelişir. Osmanlı tarafında Taşnaklar dahil
Ermeni ulusal öncülerinin kışkırtıcı olmama hassasiyeti, çoğu yerde istense harekete geçirilecek direniş potansiyeli var iken
ondan bile kaçınmayı getirmiş, bu nedenle
istisnai yerler dışında tehcir ve kırımlar engelsiz yapılabilmiştir. Ermeni siyasi öncülerinin asıl büyük zaafını bu noktada tespit
etmek, yani imha tehlikesini sezme ve yaygın direniş örgütlemede gevşek kalmalarını
eleştirmek gerekir. Sonuçtan bakışla o hassasiyet hiç işe yaramamış olduğuna göre,
keşke Osmanlı Ermenileri suçlanmayı hakedecek şekilde Ruslarla işbirliğini daha
baştan açıkça tercih etseymiş demek dahi
mümkün. Doğrusu, reform beklentilerinin
boşa çıktığı ve lokal kırımların yaşandığı
yıllar boyunca Batı Ermenistan halkının
bir bölümü içten içe Rusya'nın müdahalesini de arzu etmiş, fakat dünya savaşı patlak verdiğinde “hainlik” suçlamasına fırsat
verilmemesi için fiili işbirliğinden özenle
geri durulmuştur. Aksi yöndeki iddia, Türk
tarafının tehciri gerekçelendirmek için
yaptığı kasıtlı bir saptırmadır. Tarihi kendi
açılarından benzer şekilde okutmaya çalışan Kürt milliyetçileri de bu haksız ithama
dört elle sarılıyor.
Nedense Ermenilerin Rusya veya İngiltere'den birşeyler ummaları her zaman bağışlanmaz suç oluyor da, Kürtlerin bu tarz
girişimleri olduğunda başka türlü oluyor.
Xerzî 1. Dünya Savaşı'nın başında İttihatTerakki'nin içerdeki asıl hedefinin Ermeni halkı olduğunu gözardı ederek, onun
“Kürtlerden kurtulma planları yapmaya
başladığını”, bunu sezinleyen Kürt liderlerinden bazılarının Rus ve İngiliz desteği
arama çabalarının “Ermeniler tarafından
engellendiği”ni ileri sürüyor. Farzedelim
ki öyle olsun, o taktirde Kürtler için normal saydığı dış desteği Ermeniler için neden suç sayıyor? İşte, o bölgeler bütünüyle
Kürdistan'mış, Kürtler her yerde çoğunlukmuş, Ermeniler azınlık olmalarına rağmen
bölgeye hakim olup nüfus dengesini tersine çevirmek istiyorlarmış da, o yüzden tasvip edilemezmiş!.. Bu gerekçeler, ki doğru
da değil; yüzyıllardır Batı Ermenistan'da
imtiyazlı konumlarıyla yayılan, Ermeni
köylülerini mağdur ederek göçe zorlayan
Kürt yerel otoritelerinin kendi anlayış ve
arzularını gizlemek üzere ileri sürülmüş
tutarsız bahanelerdir. Sözü edilen Kürt liderlerinin tersi yönde üstünlük arayışları
yoksa, ortak kurtuluş için Ermenilerle adil
bir plan etrafında birliği neden gözetmediklerini sormak gerekir. Savaş arifesinde
Rusya ile işbirliği arayan Abdürrezak Bedirxan Bey Van'daki Rus Konsolos yardımcısı Olferov'la görüşmesinde “Şüpheli Ermeniler yerine Kürtlerin komşuluğu Rusya
için daha elverişlidir” diye telkinde bulunur, o da bunu benimseyerek hükümetine
iletir, fakat Rus hükümeti Kürtleri Ermenilere tercih etmez. [13] Bu bilgi Xerzî'nin
iddiasının tam tersi bir yoruma da imkan
veriyor. Yani Ruslarla işbirliği konusunda
asıl Bedirxan Bey'in Ermenileri ekarte etmek istediği söylenebilir.
Devamında Kürtlerin Osmanlı ile ittifakının savunulma tarzı ise daha da ilginç:
“Kürtlerin yeminli Hristiyan düşmanları
oldukları ve Osmanlı'yı destekledikleri
propagandası istedikleri sonucu vermiş ve
Kürtler bu kurtlar sofrasında yalnız kalmaya mahkum edilmişlerdir... Çaresizlik ve
anti-propagandalarla ittifaksız bırakılan
Kürtler, emperyalizmin üzerinde en çok
durduğu topraklarını ve namuslarını korumak amacıyla Osmanlı'nın yanında saf
tutmuş, deyim yerindeyse denize düşerken
yılana sarılmıştır. Burada önemli bir etken
olan din faktörü de unutulmamalıdır. Halifenin ordusunda kafirlere karşı savaşmak
propagandası etkili olmuştur. Aynı tavrı
Ermeni Ortodoks Kilisesi'nde de görmek
mümkündür. İşte tam da bu ortamda, kılıçlar karşılıklı olarak bilenmiş ve binlerce
yıllık komşuluk ve dostluğun yerini düşmanlıklar almaya başlamıştır...”
Buna göre Kürtlerin önde gelenleri de Ermeniler gibi Rus ve İngiliz desteğiyle bir
kurtuluş ararken, Ermenilerin çelme takması ve o Hristiyan devletlerin de zaten
güvenmemesi sonucu Osmanlı'nın kucağına düşmüş oluyorlar. Gerisi ise “Rusların
öncü kolu olarak Ermenilerin Kürt katliamlarına girişmeleri” şeklinde resmediliyor.
“Daha savaşın başlarında Rus Orduları
Van ve Bitlis yörelerine inmeyi başarmıştır. Kendilerine destek veren Ermeni çeteleri ise Rusların işgal ettikleri bölgelerde
sivillere geniş çaplı saldırılarda bulunmaya başlamışlardı. Bu hareketlerinin sebebini tahmin etmek zor değildir. Bilindiği
gibi Kürt nüfusu her zaman Kürdistan'da
çoğunluğu oluşturmuştur. Ermeni çetelerinin amacı bu orantıyı Ermeniler lehine
çevirmek ve böylece amaçladıkları Büyük
Ermenistan için nüfus avantajlarını kendi
lehlerine çevirmekti...” deniyor.
Bir defa Rus ordularının Van ve Bitlis yörelerine ulaşmaları savaşın başlarında değil; Van'a girmeleri 1915 Mayısı, Bitlis ve
çevrelerine ise 1916 baharıdır. Van'da direniş gösteren şehir halkı Rusların bölgeyi
ele geçirip sonra çekilmeleri üzerine yığınlarla Kaf kas bölgesine kaçmış, Bitlis, Muş
ve çevre kazalardaki Ermeniler ise çoğunlukla tehcire bile çıkarılmadan yerinde
katliama uğratılmıştır. Bu katliamları örgütleyen vali-kaymakam ve komutanların
harekete geçirdikleri Kürt aşiret güçleri de
olmuştur. Doğu cephesinde Rus ordularına destek olan Ermenilerin de ele geçirilen
yerlerde çeşitli gaddarlıklar yapmış olmaları mümkündür. Fakat belirsiz genellemeler yerine bu tür olayların nerelerde ne
zaman cereyan ettiklerine bakılırsa, bunların daha çok Ermeni tehcir ve kırımlarından sonra girilen yerlerde ve öc alma
dürtüsüyle işlenmiş suçlar olduğu anlaşılır.
Öyle büyük çapta sivil katliam yaptıklarını öne sürebilmek için ise somut verilerle
konuşmak gerekir. Yoksa bir inandırıcılığı
olamaz. İnandırıcı olmayan iddiaya bir de
“Büyük Ermenistan için nüfus avantajı”
gibi tahmini sebepler uydurmaya çalışmak, 1915'in tablosunu tersyüz etme isteğinden başka birşeyle açıklanamaz.
Xerzî bu konuda Abdürrezak Bedirhan'ın
ve Hasan Hişyar Serdi'nin tanıklığından
söz ederek kuzeylerde katledilenler dışında 1 milyondan fazla Kürdün de Rus ve
Ermeniler önünden kaçıp güney bölgelere
göç ettiğini, “yollarda soğuk, hastalık ve
Ermenilerin saldırıları yüzünden bu bir
milyonun üzerindeki nüfusun ancak yüzde onu bu tufandan kurtulabildiği”ni ileri
sürüyor. Buna göre doğu vilayetlerinde henüz Ermeni tehciri başlamadan önce Rusların eline geçen ve hatta geçmeyen yerlerde Ermeniler Kürtlerin yaklaşık bir milyon
nüfusunu katletmiş oluyor!.. Düşünebiliyor
musunuz? Daha sonra Ermenilerin başına
geleni neredeyse eşit ölçüde onlar Kürtlere
çoktan yapmışlar bile. Üstelik tanık gösterilen kişilerin bunları “bütün ayrıntılarıyla
yazdıkları” söyleniyor. Öyle ise nerede o
ayrıntılar? Hangi yörelerde ne tür saldırılar tespit edilmiş? Özellikle de güneylere
kaçan Kürtleri, Türk ordusunun ve Kürt
aşiretlerinin denetimindeki o hatlarda hangi silahlı Ermeniler nasıl katledebilmişler?
Bu sorular yanıtsız kalıyor.
Nihayet konu Ermenilerin tehcir ve kırımlarına geldiğinde ise Xerzî “Ermeni çetecilerin ve Rus ordusunun günahının sivil
Ermenilere çıkarılması”ndan söz ediyor.
Lâkin “göçettirilen Ermenilerin büyük
çoğunluğu yollarda katledildi” derken
yukardaki gibi saldırı öznelerini de anmıyor. Böyle bir resmedişe bakılırsa önce
Ermenilerin Kürtlere, sonra da Türklerin
Ermenilere soykırım uyguladığını söylemek mümkün. Sonuçta “Kürtler en az
Ermeniler kadar mağdur ve bütün taraflar
içinde en masum olan kesimdir” demeye
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
geliyor. Haksızlık etmemek için, yazarın
bütün sivil kurbanları masum gördüğünü
belirtelim. Fakat Ermenilerin yöneticilerini ve Rus safındaki savaşçı kesimlerini
ilk katliamcılar olarak suçlarken, Kürtlerin
Osmanlı safında kıyım yapan kesimlerini
anmaktan imtina ediyor. Daha sonra ise,
İttihatçıların bu soykırımı Kürtlerin üzerine yüklemek istediklerini, 1916 tarihli bir
Ermeni gazetesinin buna dikkat çektiğini
belirterek, Kürtlerin yardımcı anlamda olsun bir rolü ve sorumluluğu bulunmadığını
ima ediyor. Şüphesiz Türk devletinin asli
sorumluluğunu Kürtlerin üstüne yıkma
çabası göz yumulacak bir olgu değil. Ama
bu haksız gayreti teşhir etmek, devletle suç
ortaklığı yapan yerel güçlerin payını hiçe
indirmeyi de gerektirmiyor.
Sonuç olarak Xerzî'nin yaptığı muhasebe
denemesinin özü, daha önceki Kürt-Ermeni
gerilimiyle beraber 1915'in de vebalini asıl
kurban olan Ermenilerin boynuna yüklemek şeklinde özetlenebilir. Yazısının girişinde “Ermeni Soykırımı konusunun her
zaman olduğu gibi yine gündeme gelmesi,
özellikle Kürtlerin, bu kırımda iddia edilen katkıları sebebiyle, payı olanlar adına
özür dilemeleri ve bu konunun tartışmalara sebeb olması yüzünden, bu konuya katkı sunmaya, olayların gelişimini, tarihsel
boyutunu ve Kürtlerin özür meselesinin
gerekçelerinin ve sebeblerinin neler olabileceğini yazmaya karar verdim.” demesine rağmen, yaptığı açıklamalarla aslında
Kürtlerin özür beyan etmelerinin büsbütün
gereksiz olduğunu anlatmaya çalışmış gibidir. Bu yaklaşım ve sonraki bölümlerde
göreceğimiz benzerleri, hakkaniyetli muhasebe çabalarının zayıf kaldığı durumda,
Türk toplumundaki gibi resmi bir görüş
oluşturmaya doğru ilerleyebilir. Bunun ne
kadar paradoksal ve zararlı olacağının iyi
anlaşılması dileğiyle...
08/09/2013
[1] http://www.gelawej.net/index.php?option=com_content&v
iew=article&id=10175:2013-0510-08-39-46&catid=215:hovsephayreni&Itemid=236
[2] http://www.gelawej.net/index.php?option=com_content&
view=article&id=8861:2013-0226-01-06-23&catid=215:hovsephayreni&Itemid=236
[3] (http://www.mezopotamya.gen.tr/droktarih/kurt-ermeni-iliskileri-1915-ve-ozurmeselesi-h1716.html)
[4] Antranik, Dersim Seyahatname, Aras
Yayıncılık, İstanbul, 2012, s. 41-49
[5] Ayrıntılı tasvir ve analizler için bkz:
Arsen Yarman, Palu-Harput 1878, I. cilt,
Adalet Arayışı, Derlem Yayınları, 2010
[6] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri
ve 15. Yüzyıldan Günümüze Ermeni-Kürt
İlişkileri, Med Yayınevi, İstanbul, 1992,
s. 78-81
[7] Garo Sasuni, age, s. 84-85
[8] Prof. M. K. Nersisyan, “Hay Joğovırti
Badmutyun, Hınakuyn Jamanagnerits
Minçev Mer Orerı” (Antik Dönemlerden
Günümüze Ermeni Halkının Tarihi), Yerevan, 1985, s. 284-296
[9] Hamo K. Vartanyan, “Arevmıdahayeri
Azadakrutyan Hartsı yev Hay Hasaragagan-Kağakagan Hosanknerı XIX Tari
Verçin Karortum” (19. Yüzyıl Son Çeyreğinde Batı Ermenilerinin Kurtuluş Sorunu
ve Ermeni Sosyal-Siyasal Akımları), Yerevan, 1967, s. 104-122
[10] Geniş bilgi için bkz: Anaide Ter
Minassian, Ermeni Devrimci Hereketi'nde
Milliyetçilik ve Sosyalizm (1887-1912),
İletişim Yayınları, 2012
[11] Raffi'den aktaran Hamo K. Vartanyan, age, s. 142
[12] Vahan Bayburtyan, Kırderı, Haygagan Hartsı yev Hay Kırdagan Haraperutyunnerı Badmagan Luysi Nerko
(Tarihin Işığında Kürtler, Ermeni Sorunu
ve Ermeni-Kürt İlişkileri), Yerevan-2008,
s. 159
[13] Stepan Boğosyan, Kırderı yev Haygagan Hartsı (Kürtler ve Ermeni Sorunu),
Yerevan, 1991, s. 212
Devletin Hamidiye Alaylarında Kürt Aşiretlerinden Oluşturulan Soykırımcı Kürt Birlikleri!
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
beşikçi’nin dersim toplantısı ve çıkmaz sokakta
kuyrukları ile oynayanlar
Munzur Cem
mun zur çem’ in ya zısı dr. daimi ceng iz’ in ismail be şik çi ve dersim paneli - ba şlıklı ya zına at fen ya zılmışt ır.
çem , taraf ından söz k onu su yapılan ya zının tam met ni k ızılba ş derg isinin 29 sayısında var w w w.k i z i lbas.bi z
Giriş
21-31 Temmuz tarihleri arasında Dersim`deydim. Oraya yaptığımız bu ziyaret ise
özünde bir çalişma gezisiydi. TV-10`daki
“Hardo Dewrês” programının yapımcısı Süleyman Ateş`in önerisi üzerine, Dersim`in
ünlü Sey Sabun Ocağı evlatlarından Pir Hasan Kılavuz, Pilvank Ocağından Bava Rıza
Katurman (Pîro) ile birlikte hem Dersim`i
doyasıya gezdik hem de tanıtım amacı ile
yapılan çekime, elimizden geldiğince katkı
sunmaya çalıştık.
Aynı zamanda her yıl düzenlenmekte olan
Munzur Doğa ve Kültür Festivali günlerine
de rastlayan bu gezi ile ilgili gözlemlerimi
önümüzdeki günlerde okuyucuya iletmeye
çalışacağım. Aslında değerli bilim adamı
İsmail Beşikçi`nin 27 Temmuz tarihinde
konuşmacı olarak katıldığı toplantı ile ilgili kısa bir değerlendirmeyi de bu çerçevede
yapmayı düşünüyordum. Ne var ki sonraki günlerde “Dersim News” ve “Kızılbaş”
adındaki sitelerde Daimi Cengiz tarafından
kaleme alınmış bir yazıyı görünce bu görüşümü değiştirdim. Değiştirdim; çünkü Cengiz bu yazıda, muhtemelen bahsini ettiğimiz
Dersim´deki toplantıda arkadaşları ile içerisine düştükleri zor durumun verdiği eziklikle alabildiğine keyfi ve çarpıtmalarla dolu
bir değerlendirme yapıyor. Bu satırlarda,
olanaklar ölçüsünde ve fazla detaya girmemeye de özen gösterek onun kimi iddialarını
irdelemeye çalışacağim.
Kirmancca (Zazaca) Kürtçe İlişkisi Üzerine
Toplantıda, Beşikçi`ye yöneltilen sorulardan
biri, Kırmancca (Zazaca)nın Kürtçenin bir
lehçesi mi yoksa ayrı bir dil mi olduğu şeklindeydi. Beşikçi ise yanıt olarak:
“Ben Zazacayı bilmiyorum. Bu konuda kendi araştırmalarım yok. Ama konu ile ilgili
çalışmalar yapan Malmîsanij, Munzur Çem,
Roşan Lezgin gibi arkadaşların konu ile
ilgili yazılarını dikkatle okuyorum. Bu arakadaşlara güveniyorum, onların söylediklerinin doğru olduğuna inancım var. Zazaca
Kürtçenin bir lehcesidir,” dedi.
Bu yanıt, Beşikçi`nin öteki bir çok görüşü
gibi Daimi Cengiz ve arkadaşları için çok
rahatsız ediciydi. Nitekim içlerinden bazıla-
rı bu rahatsızlığı, her türden terbiye kuralını
ayaklar altına alan bir uslup ile dile getirmekten bile geri kalmadılar.
D. Cengiz`in, Bahsi geçen yazısında aynı
konuya ilişkin söyledikleri şöyle:
“Kürt çevrelerde “Bilimin namusu” olarak
onurlandırılan Beşikçi, dilbilimci olmayan,
sadece sahada folklorik çalışma yapan bu
kişilerin Zazaca konusundaki düşüncelerine
itibar edeceğine, dünyaca ünlü dilbilimci
David Neil MacKenzie, Karl Hadank, Oskar
Mann, Jost Gippert, Paris Kürt Enstitüsü
başkanı Joyce Blau’nun düşüncelerini muteber göremez miydi?“
İşte size bir „aydın tavrı!“ Cengiz adeta
Beşikçi`yi „Neden benim gönlümden geçenleri değil de, kendi düşüncelerini söyledin“
diye eleştiriyor, bu yüzden onu bilimsel kriterlere uymamakla suçluyor.
Madem lafı kendisi açmış, söylediklerini biraz irdeleyelim:
1. D. Cengiz`in dilbilimci diye adlarını saydığı bu kişilerin kat kat fazlası kürdolog ve
dilbilimci, Cengiz`in düşündüklerinin tersi
görüşler savunuyor, Kırmanccayı (Zazacayı) Kürt dilinin bir lehçesi olarak kabul ediyorlar. Eğer Beşikçi, Cengiz`in hoşuna giden
şeyler söylemiş olsaydı, pek ala bazıları da
çıkar, onun yaptığı gibi üç-beş yabancının
adını peş peşe sıralar ve Beşikçi`yi aynı sözlerle ama bu kez de tersinden eleştirebilirlerdi.
söylüyor.
Oscar Mann`ın Kirmancca (Zazaca) bilgisi,
Elazığ`da kısa bir süre konuştuğu bir kişiden aldığı örnek tekstlerden ibarettir. O,
Kirmanccayı (Zazacayı), Kürtçeden ayrı bir
dil olarak kabul ettiği Gorancanın bir lehçesi olarak kabul eder. Hadank yaptığı ise
Mann`nın çalışmasını gözden geçirip kimi
ekleme ve dipnotlarla yeniden yayınlamaktan ibarettir. Bir ara karşılaştığım J. Blau`ya
„Kırmanccayı (zazacayı) bilip bilmediğini
sorduğumda , „bilmiyorum“ demişti. Elbet
bütün bunları, bu kişilerin çabalarını küçümsemek için yazmıyorum ama okuyucunun „uluslarası üne sahip bilimadamları“
diye lanse edilen bu kişilerin çalışmalarını
biraz daha yakından tanımasında da yarar
var.
Beri taraftan, kendisin uygun düşen görüşlere sahip olanları „dünyaca ünlü bilimadamları“ ilan etmek, tersi görüşe sahip olan araştırmacı ve bilimadamlarını ise görmezlikten
gelmek, Cengizvari bir bilimadamı tasnifi
olsa gerek.
2. Daimi Cengiz gayet iyi biliyor ki dil-lehçe
ayırımında genelgeçerliliği olan bilimsel bir
kriter yok. Bu konuya eğilenler, farklı kriterlerle hareket ediyor, pekala aynı konuda
farklı sonuçlara varabiliyorlar.
4. Beşikçi`nin bahsettiği bizlere gelince; elbet bizim isimlerimizin önünde Dr., Prof. vb.
ünvanlar yok. Ülkemizi paylaşmış olan sömürgecilere ait politikaların bir sonucu olarak, Güney Kürdistan istisnası bir yana, su
ana kadar ünvan dağıtan üniversite ve öteki
bilimsel kurumlara sahip olabilmiş değiliz.
Bu bakımdan, eğer her hangi bir alanda bilgi
sahibi olmanın ölçüsü bu ünvanların varlığı
ise Cengiz`in söyledikleri doğrudur. Biz kırmancki (Zazaki) konusunda bilgi sahibi değiliz ve onunla ilgili konuşma hakkımız da
yok demektir. Bizim dilimizle ilgili olarak
ancak yabancılar konuşup karar verebilirler.
Tabi yabancıların da hepisi değil, sadece
Cengiz gibi düşünenler yapabilirler bunu.
3. Cengiz`in „dünyaca ünlü bilim adamı“
olarak lanse ettiği kişilerden bazılarının
Kırmancca ve Kurmancca ile ilgili araştırmaları hiç te söylendiği tarzda bir değerlendirmeyi hak etmiyor. MacKenzie göre, zaten
Kürt Dili diye bir dil yok. Ona göre Kürtçe
Orta Farsçanın bir lehçesidir. Hewramancayı ise Kürtçenin dışında kabul eden yazar,
onu da eski Farsçanın bir lehçesi olarak
kabul ediyor. Yani bu konuda, resmi Türk
tezinin Kürtçe ilgili söylemine yakın şeyler
Ne var ki hayat hiç te bu alanda Cengiz gibilerine hak tanımıyor. Kırmancca (Zazaca),
bizim anadilimizdir. Üstelik anamızdan öğrendiğimiz Kürtçenin bu koluna on yıllardır
emek veriyoruz. Terminoloji, doğru yazım
yani imla, gramer çalışması yapıyor, sözlükler hazırlıyor, kültür dergileri ve gazeteler
çıkartıyoruz. Son dönemde yaptıklarımıza
ders kitaplarını hazırlamak te dahil oldu ki
bazı arkadaşlarımız bu kounda yoğun çaba
harcamaktaklar. Kısacası dilimizi, bilim
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
adamı olarak lanse edilen bir çok kişiden onlarca kez daha iyi bildiğimizden kuşkumuz
yok. Ayrıca Kürtçenin Kurmanci lehçesini
de oldukçi iyi biliyoruz. İçimizde bu dilin
diğer lehçelerini, Farsça, Arapça ve değişik
batı dillerini bilenler var. Kendimize güven
konusunda ise her hangi bir sorunumuz yok.
O halde dilimizle ilgili olarak neden biz kaynak olamıyoruz da sadece onu uzaktan tanıyabilen yabancılar oluyorlar? Öyle oluyor
çünkü Cengiz ve içerisinde bulunduğu çevre
için bilimsel kriter, kendilerinin gönlünden
gecehnelerdir.
Ama bu noktada asıl yanıtı aranması gereken soru, kendi anadilleri ile ilgili kayda
değer bir çalışması olmayan D. Cengiz gibilerinin ne adına ve hangi hakla bu ölçüde büyük laflar ettikleridir. Eğer birileri yerlerinde oturup susacaksa, bunu en başta yapması
gerekenler o ve onun gibileri degiller mi?
5. Öte yandan, Kırmanccanın Kürt dilinin
bir lehçesi olduğunu ilk söyleyen bizler degiliz. Yani bu bize ait bir icat değil. Belgeler,
onu konuşanların oldum olası kendilerini
Kürt, konuştukları dili de Kürtçenin bir kolu
saydıklarını ortaya koyuyor. Arşivler buna
ilsihkin bilgilerle doludur. Bazılarının hoşuna gitmeyecek ama 17. yy. da yaşamış olan
Evliya Çelebi de Kürt dilinin lehçelerini sayarken Zazacayı başa koyuyor. Ne dersiniz,
yoksa Çelebi, Zazacaya düşman bir asimilasyoncu muydu?
6. 1980`lere kadar halkımızın Kırmanccayı
(Zazacayı) konuşan kesimi içerisinde, Kırmancca (Zazaca)`nın Kürtçenin bir kolu ya
da lehçesi olmadığını söyleyen, kendisini
de kürt saymayan bir tek kişiye rastlıyamıyoruz. Peki ondan sonra ne değişti ki D.
Cengiz`in de içerisinde yer aldığı bir grup,
Kirmanccanın Kürtçe ilgisi bulunmadığını,
ulusal olarak ta Kürt olmadığımızı kesfettiler? Tek değişiklik, 12 Eylül faşizminin
ardından sol ve demokratik çevrelerde yaşanan kimlik krizi ile devletin „Zazaca Kürtçe, Zazalar ise Kürt Değiler“ tezini bir kampanya halinde yayamaya başlamasıdır.
1938 Soykırımı Hangi Nedenle Yapıldı?
Makale yazarı Cengiz, Beşikçi`nin 1938
soykırımının bir Kürt soykırımı olduğunu
söylemesi ile ilgili olarak ta şu satırları yazıyor:
„Beşikçi; `1938 Dersim soykırımı bir Kürt
kıyımıdır, bir Alevi kıyımı değildir...` Bu
açıklamasına karşı cevabımız şu oldu,“ diyor.
Aslında bahsedilen noktaya ilişkin görüş belirten Daimi Cengiz değil, Dersim Dernekler
Federasyonu`nun eski başkanıydı. Ama Cengiz „cevabımız şu oldu,“ diyerek kendisine
ait olmayan sözlere sahiplik ediyor. Hem de
bunu yazısının değişik yerlerinde defalarca
tekrarlıyor. Anlaşılıyor ki o toplantıya grup
olarak „hazırlıklı“ gelmişler.
Zaman zaman hayli saygısız bir uslüp ile
söylenen gerçek dışı iddialara karşılık söz
alanlardan biri de ben oldum. İlk yaptığım
şey, 1938 öncesi yıllarda devleti yöneten üst
düzey yöneticilerin hazırladıkları raporları
hatırlatmak oldu. Bu raporlarda ısrarla öne
çıkartılan Kürt kimliği ve Kürtlerin talepleri
olduğu noktasının altını çizdim. Tartışmalar
devam edince yeniden söz aldım ve belgeleri
göz önüne sermeye devam ettim. Üstelik dile
getirdiğim belgeler sadece devlet yönetcilerine ait olanlar değildi. Dersimlilerin istemlerini içeren belgelerle yabancı gözlemcilere
ait olanlardan örnekler verdim, Alevi olmayan Kürtlerin uğradıkları katliamları hatırlattım. Özetle, „1938 soykırımını yapanların
kendileri çok açık şekilde sorunu bir Kürt
sorunu olarak gördüklerini dile getirmiş,
Dersimliler de yine çok açık biçimde ulusal
talepler ileri sürmüşken, birilerinin ısrarla
bunu görmek istememesi gerçgeği değiştirmez. Alevilik elbette devlet için bir sorundu
ama 1938 soykırımının ana nedeni bu değil,
Dersimlilerin Kürt kimlikleri ve buna ilşkin
talepleriydi,“ diyerek sözlerimi bağladım.
D. Cengiz devamla „Ama M. Cem, devletin
A.Reşit Tankut’a hazırlattığı “Dersim Zazadır, Zaza kökenlidir ve Zaza Kızılbaşıdır”
roporundan hiç söz etmemekle dürüst davranmadı...“ diyor.
O rapora değinmedim, bu doğrudur. Kısa
konuşmada yapmaya çalıştığım şey, devleti
yönetenlerin, Dersimi vurmak için hazırladıkları raporlardan örnekler sunmaktı yoksa Dersim üzerine hazırlanmış raporların
bir listesini çıkarmak değil. Değindiğim
raporlarda dile getirilenler, doğrudan doğruya 1938 jenösidinin gerekçesini oluşturan belgelerdi. Eğer böyle bir ölçüyü esas
almamış olsaydı, konu ile ilgisi bakımından Tankut`un raporundan önce üzerinde
durmam gereken çok daha önemli belgeler
vardı. Kaldı ki zaten Tankut`a ait bahsi geçen sosyo-politik çalışma soykırıma gerekçe
olarak gösterilen bir belge değil, geleceğe
yönelik bir asimilasyon, bir böl ve yönet belgesidir. Cengiz`in sorusu üzerine ise mikrofonu alıp yanıt vermek istedim ama maalesef
sıra gelmeden toplantı bitti.
Cengiz`in “... Oysa devlet yer yer Kürt ve
yer yer de Zaza ve Kızılbaş kimliği altında
Dersim’i raporluyordu. Beşikçi ve Cem sadece işine geleni alıyor ve kürtlüğe entegre
ediyor. Zazalık ve Kızılbaş vurgusundan
özellikle vebadan kaçar gibi kaçıyorlardı.“
Görüldüğü gibi sırf bir şeyler söylemek için
kaleme sarılmış olan D. Cengiz, burada bir
kez daha sapla samanı birbirine karıştırıyor.
Bir kere bahsi geçen dönemde devletin “za-
zalar Kürt değildir” tarzında güncelleşmiş
bir politikası yoktu henüz. Tersine yöneticiler, Zaza” terimini nerdeyse hiç kullanmıyorlardı. Onlar için Zaza da Kurmanc da
Kürttü ki bizzat Mustfa Kemal de yeri geldiğinde, “Dersim Kürtleri”, “Zaza Kürtleri”
terimlerini kullanıyordu. H. R. Tankut`un
kendisi de 1931 yılında hükümete sunduğu
bir muhtırada Kürtleri “Kürdler, Kırmançlar
ve Zazalar” olmak üzere üçe ayırıyor.
“Kızılbaş vurgusundan vebadan kaçar gibi
kaçtığımz” belirlemesine gelince, bu bizim
için sadece gülünüp geçilecek bir laf salatasıdır. Gecmişimiz, pratiğimiz, bizzat o
toplantıda söylediklerimiz Daimi Cengiz
gibilerine laf söyletme hakkını tanımayacak
derecede berraktır.
D. Cengiz, yazısında bir de damdan düşer
gibi, yani hiç yeri degilken 1938 üzerine
söylenmiş halk türkülerinden (Derê Laçî)
bir bölüm aktarıyor:
‘Nıka ke teseliya ho mara gurete
Peniya sıma peniya Hermenano
Nıkake teseliya ho mara gurete
Cereno ra kaf u koke sıma ano.
Oysa, doğru yazım kuralları bakımından
tam bir fiyasko halininin sergilenmiş olması
bir yana, konumuzla ilgisi bakımından asıl
aktarılması gereken satırlar bunlar değil,
aşagıda naklettiklerim olmalıydı. Çünkü bu
bölümde, Dersimlilerin, etnik olarak kendilerini nasıl tanımladıklarına ilsihkin bir
örnek var:
Derê Laçî bivêso,
İvîsê mi gavan o
Bira, pêro dê na qewxa aşîre nîya
Merevê kirmancan û zalimanê tirkan o
Türkçesi:
Laç Deresi yansin İvis`im
Çetin geçit
Döğüşün kardeşler aşiret kavgası değil bu,
Kürtlerle zalim türklerin kapışmasıdır.
Kendi dillerinden kendilerine „kırmanc“
diyen dersimlilerin, yabancı dillerde aynı
sözcüğü „Kürt“ olarak ifade ettiklerini
unutmayalım. 1980`lere kadar dersimlilerin,
yabancı dillerde kendi etnik kimliklerini ifade için „Kürt“ten başka bir terim kullandıklarına şahsen rastlamış değilim.
D. Cengiz, aynı konudaki çarpık değerlendirmelerine şöyle devam ediyor:
„Dersim halkına uygulanan jenosid, Osmanlı ve İttihat dönemlerinde hazırlanan
raporların yeniden icrasından öte bir şey
değildir. Jenosidin bu katmerli boyutu ancak Alevi inanç kimliği ile açıklanır. Ulusal
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kimlik bu kıyımda ikinci yerde durur. Dersim kıyımında bir tek sunni vatandaşın burnu bile kanamamıştır. Cumhuriyet dönemi
sunni Kürtlerin katliamlarında inanç talidir.
Ağılıklı olarak şeriat talepli Şıh Sait İsyanı
hariç, bu katliamlarda sadece ulusal kimlik
ön plandadır. Devlet hiç bir Kürt hareketini
bastırmada Kızılbaş Dersim üzerinde uyguladığı Ebu Suud Fetvası fermanını ve Yavuz
ile İdri-i Bitlisi’nin kök kurutma planını uygulamadı. Desim soykırımı ile diğer Kürt
katliamları ve harekatları arasındaki fark
budur.“
çok tesir yapar ve islahın esasını teşkil eder.
Peki 1920`lerde Dersimliler ne istemişler,
davalarını nasıl dile getirmişler acaba? Erzincan Valisi Ali Kermal buna ilişkin ilginç
bir örnek olay aktarıyor:
„Şey Sait, bir Kürt Cumhuriyeti kurmak istiyordu. (...) Dersim isyanı, tamamen Kürtlerin siyasi düşünceleridir. Bunlar ne anarşİsttir, ne şudur ne budur. Bunlar doğrudan
dioğruya müstakil bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlardı. (…) Dersimliler'in, Kürtlük
hesabına en idealistleri Koçgiri'de toplandılar, teşkilat yaptılar. Sivil, asker bütün kuvvetleriyle oraya toplandılar. Orada mühim
bir kuvvet teşekkül etti. Koçgiri'de isyan çıktı. (...) Koçgiri bence diğer isyanların hepsinden mühimdir. Yunanlılar'a karşı durmak
için nasıl tedbir alıyor isek, orada da aynı
şekilde teşkilat yaptık. Koçgiri'de bir ordu
merkezi yapıldı. Onun başına da Nurettin
Paşa'yı tayin ettiler. Koçgiri'de çok mühim
muharebeler oldu. İki taraftan da çok telefat
verildi. (...) Hadiseler üzerine Merkez Ordusu Kumandanlığı'na tayin edilen Nurettin
Paşa duruma el koydu ve bölgede tam bir
tenkil harekatı başadı. İki taraf da büyük zaiyat verdi.." (Tercüman gazetesi 10, 9. 1986.
Ayrıca Kurtul Altuğ: Celal Bayar Anlatıyor.
B. Nuri, Hatıratım, Öz-Ge Yayınları, Ekler
Bölümü s. 230'dan naklen)
„Elaziz vilayetinden, Garbi Dersim aşiretlerine bir nasihat heyeti gönderildi.Heyetin
izamını za` f nişanesi addeden Şey Hasanlı
ağaları, giden zevata karşı çok barit davrandılar ve şu yolda cevap verdiler:
`Sevr muahadesi mucibince Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van vilayetlerinde bir Kürdistan teşekkül etmesi lazım geliyor. Bu teşekkül etmelidir; aksi taktirde bu hakkı silah
kuvvetiyle alacağiz.“ (Ali Kemali, Erzincan
Tarihi, Resimli Ay Matbaası, 1932 s. 154.)
Bu satırlar, Dersimlilerin Alişêr ile birlikte
25 Kasım 1920 tarihinde Ankara TBMM
Başkanlığına gönderdikleri telgraf metni ile
hemen hemen aynıdır. Dikkat edilirse Dersimliler burada istemlerini Dersim ile sınırlı
tutmuyor, onu bu gün Türkiye sınırları içerisinde bulunan Kürdistan`ın kuzeyini kapsayacak şekilde dile getiriyorlar. Kanımca bu
iki paragraf sadece Dersimlilerin o dönemki
politik taleplerini göstermek bakımından
değil, aynı zamanda Aydın rolüne soyunmuş
D. Cengiz gibilerinin, dönemin ağalarına
göre bile ne kdar gerilerde kaldıklarını ortaya koymak bakımından önemlidir.
Dersim`deki toplantıda da söylediğim gibi
Dersim jenosidini yapanlar, konuya ilişkin
bütün belgelerinde Dersim`in Kürtlüğü üzerinde durmuş, asıl bertaraf edilmesi gereken
tehlike olarak onu görmüş ve hazırlıklarını
da ona göre yapmışlardı. Örneğin silahlı
kuvvetlerin başında buluan Fevzi Çakmak,
1935`lerde hazırladığı konuya ilsihkin raporunda:
(...)
f) Propagandaya ağırlık verilmesi ve Türklüğün telkini,
g) Kürtçe yerine Türkçenin yerleşmesi için
ilmi ve idari tedbirlerin alınması (büyük kız
çocuklarının okutulması),
(...)
2. Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimli`ye daha
3. Dersim evvela koloni gibi ele alınmalı.
Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra da aşamalı öz Türk hukukuna tabi
kılınmalıdır,“ diyordu. (siyahlar bana ait,
M.Ç.)
1938 yılında Başbakanlık koltuğunda oturmakta olan Celal Bayar, Dersim dahil Kürt
direnişlerinin niteliği ile birlikte devletin
amaç ve hedeflerini de hiç bir tereddüde yer
vermeyecek şekilde dile getiriyor:
Yabancı devlet temsilcilerinin konuya ilsihkin mektup ve değerlendirmeleri de farklı
bir sonuca işaret etmiyor. Örneğin, dönemin
Avusturya Başkonsolosu, Winter, ülkesinin
Dışişleri Bakanlığına yazdığı mektupta gelişmelerle ilgili endişelerini şu sözlerle dile
getirimişti:
"1925 isyanı ve Şeyh Sait'in idamından sonra
da ülkenin doğusunda sürekli karışıklıklara
yol açan Kürt sorununu tümden ortadan
kaldırmak için baskı önlemlerinin en kısa
zamanda uygulanacağı söyleniyor. Güvenilir Türk kaynaklarından edindiğim bilgilerin ışığında, dünyada eşine rastlanmayacak
derecede bir katliama girişilmesinden korkuyorum." (Khalid, Fadel, Kurden Heute,
3.. aktualisierte u erw. Aufl., Wien; Zurich:
Europa Verl., 1992, Kurden Im 20. Jahrhundertt, Kurdistasn ASG FU, Berlin, s. 39`dan
naklen, siyahlar bana ait).
Onlarcasından birine ait bu belgede yer alan
görüşlerden sonra Kürtlüğün soykırımın ana
nedeni olduğu konusunda terddüt edilebilir
mi?
Bütün bunları söylerken, Dersim halkının
kendi inançsal taleplerini önemsemediklerini, devletin de bu onların dini inancı olan
Alevilikten hoşnutusuz olmadığını söylemek isetmiyoruz. Devlet elbette bu inancın
yaşamasından hoşnut değildi ve onu asimile
edip bitirmek, hedefleri arassındaydı. Ancak
konjokturel olarak T.C. nin kuruluş döneminde, devleti korkutan ve uğraştıran en
büyük sorun, Kürdistan sorunuydu. Devlet
Osmanlı İmparatorluğunu ve Seriat düzenini lağvetmekten doğan sıkıntılarla, Kürt
sorunu gibi dev boyutlu bir sorunla uğraşırken, Alevileri mümkün olduğunca tarafsızlaştırmaya ve ondan da öte yanına çekmeye
çalışıyordu ki bu kendi içerisinde tutarlı bir
politikaydı.
Kaldı ki Alevilerde de inançsal taleplerini
topluca dile getirme ve bunun için mücadele
etme yönünde bir hareketlilik, bir başkaldırı
isteği yoktu.
1938 Jenosidi ve “Sünni Vatandaşlar” ın Durumu
Daimi Cengiz, „Dersim kıyımında bir tek
sunni vatandaşın burnu bile kanamamıştı,“ derken yine ezbere konuşuyor. Örneğin,
Şey Sait`in kardeşi Şey Abdurahim`in 1937
yılında dersim`e destek olmak amacıyla
Suriye`den Kuzey Kürdistanı`na geçtiğini ve bir ihbar sonucu bunların tamamının
katledildiğinden bilgisiz mi yoksa kasıtlı mı
bu tür yorumlarda bulunuyor bilmiyorum.
„Sünni vatanaşlar“ onun iddia ettiği gibi
öldürülmesler bile hiç değilse içlerinden
milislik yapan, Dersimilere silah sıkan da
çıkmadı. Oysa 1925 başkadırısı sırasında,
özellikle de Orta ve Doğu Dersim`den bazı
gruplar milis olarak devletin yanında yer
alıp direnişçilere karşı savaşmışlardı. Uluorta başkalarını suçlamayı gelenek haline
getirmiş „dersimcilerimiz“ biraz da „bizimkiler ne yaptı?“ sorusunu sormaya ve yanıt
vermeye kendilerini alıştırsalar fena olmaz.
Açıktır ki Türk devletinin Kürt politikası bu
gün olduğu gibi o gün de bir bütündü, aynı
temeller üzerinde yürütülüyordu. Ancak
bölgelere göre uygulama yöntemleri ve baskıların dozu değisebiliyordu. Dersim`deki
panelde de belirttim: 1930`lu yıllarda Ağrı
Dağı çevresinde meydana gelen direniş
sırasında, yaşamını yitiren sivillerın sayısı Dersim`dekinden daha az değildi. Ne
var ki Ağrı`da gerçekleştirilen soykırım
Dersim`dekine göre göreceli olarak daha
geniş bir zaman diliminde gerçekleşmişti.
Dolayısıyla katliamın dozu göreceli olarak
daha hafif gözüküyordu. Ama Zilan Vadisi katliamında durum, tam da Dersim`deki
gibidir. Açıkçası, Devlet dini inanç farkına
bakmaksızın gerektiğinde kürt halkına karşı her yerde aynı baskı ve terör politikasını
hayta geçirmekten geri kalmadı.
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Horasan`dan Gelme Olayı
dir. Bu dil Kürtçe değildir...“ diyor.
Cengiz`in de aralarında bulunduğu kesimin
kafaya taktığı şeylerden biri de Beşikçi`nin
Dersim`liler arasında sıkça tekrtarlanan
„Horasan`dan geldik“ söylemi ile ilgili sözleri oldu.
Kırmancki (Zazaca) nin başlı başına bir dil
olması, onun deyişi ile Kürtçe olmaması ile
„Horasandan geldik“ söylemi arasında nasıl
bir bağ var ya da olabilir; anlayan varsa beri
gelsin.
Beşikçi özetle, Mehmet Bayrak`ın, Hollandalı bilim adamı M. Von Bruineseen`den
aktarmalar yaparak, dışarıdan gelen saldırılara karşı bir set oluşturmak amacıyla bazı
Dersim aşiretlerinin Şah İsmail tarafından
Horasan`a götürüldüklerini, daha sonra da
bunlardan bir kısmının geri geldiklerini;
Horasan`dan gelme söyleminin ise bu gelişgidişlerden sonra oluştuğunu ifade etti.
Öte yandan, Dersim uzmanı yazar Dersim`deki Ocakzade aşiretlerin çoğunun Kırmmancca (Zazaca) değil Kurmanccayı konuştuklarından habersiz gözüküyor. Örneğin;
Bamasur, Sey Safi ya da Sey Sabun, Ağuçan, Pilvank, Dewreş Gewr ve Kurêşan
Ocakzadeleri böyledir. Gerçi Kurêşan aşireti Dersim`de ağırlıkla Kırmancca (Zazaca)
konuşuyor ama bunun asimilasyon sonucu
oluşmuş bir durum olduğu anlaşılıyor. Bu
aşiretin atası olan Kurêş, Dersim`e Semsûr
(Adıyaman)`dan gelmiş. Aşiretin AdıymanAntep yöresi kolu ise Kurmancca konuşmaktalar. Yine Dersim ve Sivas yörekerinde
de Kurmanccayı konuşan kurêşan mensupları var.
Daimi Cengiz, söz konusu makalesinde bu
noktaya da değinerek şunları yazıyor:
„Ancak Şah İsmail döneminde Çemisgezekli aşiretlerden sadece Khewu aşireti ile
yanındaki bir-iki küçük aşiret ve Şadlu aşireti (ki bu aşiret Azeri Kürtleri arasında da
var) Özbek akınlarını durdurmak amacıyla
Horasan’a yerleştirildi. Bu aşiretlerin az
bir kısmı Şah Abbas dönemi sonrası tekrar
Dersim’e döndü. Oysa Horasan’a gitmeyen onlarca aşiretin (%95) yerleşik olduğu Dersim’de ortak söylem “Horasan’dan
geldik”tir. Bu söylem daha çok Dersim’den
Horasana gitmeyen ocakzade Dersim aşiretleri ve diğer talip aşiretler arasında çok
daha yaygın ve kadimdir. Neden? Çünkü
konuştukları Kırmancki (Zazaca) dili başlı
başına bir dildir. Bu dil Kürtçe (Kurmanci)
değildir, ancak Kürtce’ye komşu olan bir dil
olarak kadim kökleri İran Daylamistan ve
Horasan bölgelerindedir. 16-17. yy’ın 1.Şah
Abbas dönemi ve sonrası söylemi hiç değildir. “Horasandan geldik” söylemi geriye
doğru ve kadim bir tarihe, 9. yy ve 10. yy
İran’ına referans verir...“
Bir kere Şah İsmail tarafından Horasan`a
gönderilen dersimlilerin sayısal olarak Cengiz`in belirttiği gibi az olduklarını söylemek
kolay değil. Uzunca bir sınır hattı üzerine
yerleştirildiklerine ve Özbek saldırılkarını da esas olarak durdurabildiklerıne göre
sayılarının az olduğu söylenemez. Daimi
Cengiz`in Horasan`a gitmemiş olan aşiretler için verdiği %95 oranını nasıl bir kerametle tesbit ettiğini ise bilmiyoruz doğal
olarak. Ayrıca, yazar „Horasan`dan geldik“
söyleminin „Horasan`a gitmemsih aşiretler
arasında daha yaygın olarak kullanıldığını“
nasıl tesbit etmiş, onu da ayrıca merak ediyor insan.
Bu konu ile ilgili olarak en dikkat çekici
nokta ise Dr. Cengiz`ın „Horasan`dan geldik“ söylemine gösterdiği kanıt olsa gerek.
Cengiz bu konuda „Çünkü konuştukları
Kırmancki (Zazaca) dili başlı başına bir dil-
Daha da önemlisi bütün bu Ocakzadeler,
soy olarak kendilerini Hz. Muhammed`e
bağlar, „Ehli-Beytiz“ derler. Eğer halk arasında rastlanılan bu tür söylemleri tarih diye
algılarsak o zaman ocakzadelerimizin tamamının aslen arap olduklarını kabul etmekten
başka çaremiz kalmaz.
Ne var ki M. Bayrak`ın verdiği ve Beşikçi`nin de değindiği „Horasan`dan gelme“
olayı dışında, Dersimlilerin atalarının Horasan`dan geldiklerini doğrulayacak her hangi
bir tarihi veri yok. Örneğin eğer bu yöre halkımızın ataları Horasan`dan geldiyseler, Osmanlı belgelerinde buna ait açıklayıcı bilgi
ve belgeler neden yok? Bu tür veriler olmadığı zaman da söylence söylence olarak kalır, ona daynılarak tarih yazılmaz elbet. Hem
Dersimliler, söylendiği gibi Horasan`dan
gelmiş olsalar bile bu onların Kürt olmadıklarına ne diye kanıt teşkil etsin ki? Emevi
saltanatına son veren Eba Muslimi Horasani
de bir Kürt değil miydi?
Bu Günkü Dersimlilerin Ataları Ne Zamandan beri Bu Topraklardalar?
Bu günkü Dersimlilerin atalarının ne zamandan beri buralarda yaşadıklarına ilişkin
kesin bilgi yok elimizde ama bazı belirtiler
var. Örneğin M. Nuri Dersimi bu tarihi Med
dönemine kadar götürüyor. Rus arşivlerinde bulunan ve 1860`larda kaleme alınmış
olan „Dersim Kürtleri“ isimli bir belgede, Kürtlerin Dersim`e yerleşme tarihinin
Ermenistan`ın yıkılışı dönemine kadar uzanabileceğini belirtiliyor.
Dersimlilerin atalarının yukarıda belirtilen
tarihlerde bölgeye yerleşip yerleşmedikleri
tartışılabilir ama daha sonraki dönemle-
re, Emevi ve Abbasi İmparatorluklarının
İrana`a doğru yayılışları sırasında, Zagros
dağları ile Mezopotamyanın kuzeyinden
bölgeye yapılan göçlere ilişkin bir hayli belge ve bilgi mevcut.
Bunlardan biri, ünlü arap tarihçisi Mesudi
tarafından „Kürt Narseh“ olarak bahsedilen
Hüremist önder dönemine aittir.
Bir diğer ünlü arap tarihçilerinden Tebari`ye
göre, Narseh taraftarlarına karşı gerçekleştirilen büyük bir katliam, 833 yılına gerçekleşti. Abbasiler tarafından 60 bin savaşçısı
birden kılıçtan geçirilen Narseh, taraftarları
ile birlikte Bizans topraklarına göçederek
Kapadokya ve çevre bölgelere yerleşti. Günümüzde Aleviliğin en güçlü damarının bu
bölgede (Dersim, Sivas, Erzincan, Malatya,
Maraş, Çorum, Amasya, Tokat ve Kırşehir)
bulunmasında bu olayın etkisi olduğu tartışma götürmez. Bu bölgedeki Türk Alevilerin kayda değer bir kesiminin de sonraki
dönemlerde asimile olmuş Zagroos göcmeni
Kürtler olduklarını söylemek te yine yanlış
olmasa gerek.
Daha da ilginci Zagros`larda yüz yıllarca
mücadele veren söz konusu Mazdekçi-Huremist grupların eyleminin tarihteki ilk komünist hareket olarak biliniyor olmasıdır.
Tarihte kızıl bayrağı ilk kez sembol olarak
kullananlar da bunlardır.
„Mazdekiler ve Hurremiler sembol olarak
giysi ve bayraklarında kırmızı renk kullanmışlardır. Bu yüzden surhalamân „kızıl bayraklı insanlar“ ya da surjamagân (surcamadan M.Ç.) „kızıl giysili insanlar“ olarak
adlandırılıyorlardı... (Sykes 1908, aktaran
Mehrdad R. İzady, Kürtlerin Din ve İnanç
yapısı, M, Bayrak Alevilik ve Kürtler Öz-Ge
Yay. 1997, Ankara, s. 582. Ayrıca Munzur
Çem Dersim Merkezli Kürt Aleviliği, Vate
Yay., İstanbul, 2012, s. 130)
Burada verilen bilgiler, Türkçeye girmiş
olan „Kızılbaş“ teriminin kaynağına da
açıklık kazandırıyor. Aslı, Kürtçe „surcamedan“ bazı kaynaklarda ise „surcamegan“
olan bu sözcük, Safevi ve Osmanlı döneminde Türk dilinin etkinlik kazanmasıyla Türkçeye çevrildi ve „kızılbaş“ olarak literatürdkei yerini aldı.
Dersim`e yapılan önemli göç dalgalarından
biri de Şah İsmail dönemine rastlıyor. Bu
günkü Dersimlilerin atalarının en azından
bir bölümü, Dersim alevilerinin çok sevip
saydıkları, kimilerine göre ise haksızlığa ve
zulme karşı çıkmış olan Şah İsmail`in zulmünden kaçarak buralara gelmiş olmaları
ilginçtir.
Türk tarihçisi İşak Sunguroğlu bu dönemde
yapılan büyük göç dalgası ile ilgili olarak şu
bilgileri veriyor:
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
"... Şah İsmail ise, zaptettiği bölgelerde emniyeti temin etmek için kendi tebaasından
olan Dinbilli aşiretini tedibe girişince etrafında bulunan bütün Irak Kürtleri korkularından batıya doğru kaçmağa başlamışlar
ve gelip Van, Bitlis, Diyarbekir, Harput gibi
dağlık bölgelere yayılmışlar ve bunlardan
bir kısmı bilhassa sarp dağlara ve vahşi
meşe ormanlarına sahip ve aynı zamanda
yol uğrağı da olmayan Dersim'i bir yurd
olarak seçmişler ve buraya yerleşmişlerdi...“
(İşak Sunguroğlu, Harput Yollarında, 1958,
c. 1. s.134.135).
Günümüzde, aynı adı taşıyan bazı Kürt aşiretlerının Sivas`tan Vana-Hakkari`ye kadar
olan bölgenin değişik yerlerinde yaşadıkları
biliniyor. Örneğin, Lolan, Demenan, Haydaran ve Alan gibi... Bu aşiretler, yöreye göre
Kurmancca konuşan Alevi, Kurmancca konuşan Sünni, Kirmancca (Zazaca) konuşan
Alevi ya da Kirmancca konuşan Sünnilerdir.
Daimi Cengiz yazısının bir yerinde „Munzur Cem; Sah İsmail-Yavuz Sultan Selim ve
İdrisi Bitlisi karşılaştırmasında Osmanlı tarihçilerine itibar ederek “Şah İsmail’in katliamcı ve anasını öldürdüğünü, İdris-i Bitlisi
ve Yavuz Sultan Selim’den daha gaddar olduğunu” söyledi. Dersim halk inancında ve
Alevi-Bektaşi inancında Ali algısı gibi Şah
İsmail (Hatayi) algısını kavramama cahaletini gösterdi. Tarihsel Ali ile Şah İsmail
kişiliğini değil, Anadolu Alevi-Bektaşileri ve
Dersimlilerin inancında yarattığı Ali ve Şah
İsmail algısı Dersimliler için önemlidir. M.
Cem bu ayrımın farkında bile degildir.“
Benim için „Dersim halk inancında ve AleviBektaşi inancında Ali algısı gibi Şah İsmail
(Hatayi) algısını kavramama cahaletini gösterdi“ diyen D. Cengiz`in kendisi söylediklerimi anlamış mı dersiniz? Kuşkuluyum.
Ya anlammamış ya da bile bile zikzak çizerek işin içinden çıkmaya çalışıyor.
Her şeyden önce ben Şah İsmail`in anasını
öldürdüğünü söylemedim, çünkü böyle bir
bilgiye bu güne kadar hiç bir yerde rastlamamıştım, ilk kez onun yazdıklarında görüyorum.
İkincisi ben Şah İsmail ile ilgili sözlerimi,
her fırsatta „İdrisi Bitlisi ile Yavuz Sultan
Selim Alevileri katlettiler“ söyleminin toplantıda da dile getirilmesi üzerine söyledim.
Peki İdrisi Bitlisi ile Yavuz kime karşı işbirliği yaptılar? Açıktır ki Daimi Cengiz`in
bahsettiği hayali Şah`a değil, düpedüz Safevi hükümdari Şah îsmail`e karşı. Böyle
olunca da bizim değerlendirmemin de bu
Şah hakkında olması kaçınıllmazdı
Yavuz-İdrisi Bitlisi İttifakın Perde Gerisi
Söz bu noktadan açılmışken, o toplantıda kısaca dile getirdiğim Yavuz S. Selim-İdrisi Bitlisi
ilişkisini biraz açmakta yarar görüyorum.
Her şeyden önce bu konuda unutulmaması
gereken nokta şudur; Osmanlı İmparatorluğu ile Safeviler arasındaki mücadele, haklı
ile haksız arasındaki bir mücadele değildi.
Bu, sömürgeci, işgalci iki imparatorluk arasındaki çıkar çatışması, paylaşım mücadelesiydi. Dini inanç ise her iki sömürgeci güç
için bir propaganda ve taraftar kazanma
aracı olmaktan öte bir şey değildi.
Beri taraftan Şah İsmail`in Kürdistan Beylerine karşı ilediği politikayı bilmeden, Yavuz
Sultan Selim-İdrisi Bitlisi ittifakının özünü
kavramak mümkün değil. Şah İsmail`in
Kürdistan politikası, ileri derecede baskı ve
terör üzerine şekillenmiş bir politikaydı. O,
Kürdistan`ı işgal ederken Kürt Beylerinin
mülklerine el koyuyor, yerlerine kendi valilerini atıyordu. Bunun ise büyük bir altüst oluşa ve kaosa yolaçması kaçınılmazdı.
Kürdistan Beyleri, başlangıçta kendisi ile
uzlaşabilmek için büyük çaba harcadılar
ama başarılı olamadılar. Şah, görüşme amacı ile yanına giden Kürt beylerinden bazılarını idam etti, bazılarını ise zindana tıkadı.
Onun, görüşme sırasında, Kürt beylerini
„Siz benimle babamın arasını bozmak istiyorsunuz,“ dedigi söyleniyor. „Babam“ dediği kişi ise Yavuz`dan başkası değildi.
İşte İdrisi Bitlisi ile Yavuz Sultan Selim arasındaki antlaşma bu koşullarda imzalandı.
Şah İsmail`in tersine Yavuz Sultan Selim,
sadece Kürdistan Beylerinin mülklerinin
kendilerine ait olduğunu kabul etmekle yetinmedi, aynı zamanda babadan-oğula geçme yöntemiyle bu hakka süreklilik kazandırdı.
Şimdi Dersim`deki toplantıda sorduğum soruyu tekrarlıyorum:
İdrisi Bitlisi`nin yerinde siz olsaydınız ne
yapardınız acaba? Beyliklerinizi sona erdirerek sizi çırılçıplak ortada bırakan Şah
İsmail`le mi yoksa mülkünüzü size bırakan Yavuz Sultan Selimle mi anlaşırdınız?
Bu sorunun yanıtını bu günü yaşayan bir
Alevi olarak değil, o dönemde yaşayan bir
Kürt beyi olarak vermeye çalışın lütfen. Sıradan bir alevinin, bu olayı değerledirirken
„keşke sonuç böyle olmasaydı“, ya da keşke
„Bu ittifak gerçekleşmemiş olsaydı“ demesi
doğaldır. Çünkü sıradan Alevi „Yavuz, Şah
Hatayi karşısında galip gelmeseydi, benim
inancımdan olanlar yüzyıllardır uğradıkları
haksızlıklara uğramıyabilirlerdi,“ diye düşünür. Bu, doğaldır da. Ama tarih üzerine
yapılan değerlendirmelerde, hisler, özlemler değil, gerçeği ortaya çıkartabilecek bilgi
ve belgeler esas alınır, onlar konuşturulur.
Yavuz`un zulmüne karşı çıkmak başka, bir
antlaşmayı ortaya çıkartan koşulları doğru
bir şekilde analiz etmek başkadır.
Demek oluyor ki İdrisi Bitlisi`nin attığı bu
adımın, sıradan bir Alevi katliamı ile ilgili
olduğunu gerçekle bağdaşmaz. Çemişgezek
Beyleri örneğinde de görüldüğü gibi, Kürt
Beyleri ile Yavuz arasındaki söz konusu
ittifakta yer alanlar içerisinde Süni olmayanlar da vardı. O günün belgelerinde yer
alan „Kızılbaş“ teriminin ise en başta Şah
İsmail güçlerini, onun taraftarlarını kapsadığını unutmamamız gerekir. Sefere çıkan
Yavuz`un cephe gerisini sağlama almak
amacı ile giriştiği kızılbaş katliamı, İdris
Bitlisi ile yapılan anlaşma olmasaydı da pekala gerçekleşebilirdi.
Şimdi isterseniz bir de Alevilerin çok yücelttikleri Şah İsmail`in döneminde Dersim`de
neler oldu, kısaca ona bakalim:
Şah İsmail bölgeye hakim olduğunda Çemişgezek Beyliğinin başında Rüstem Bey bulunuyordu. Şah, Rüstem Bey`i beyliğin başından alıp İran`da sıradan bir göreve atarken,
yerine kendi adamlarından Nur Ali`yi Vali
olarak tayin etti. Ancak halk Nur Ali`nin
yönetminden memnu değildi ve kısa sürede
huzursuzluklar baş gösterdi. Dersim`de huzursuzluk ve karşılıklar sürerken de Çaldıran Savaşı patlak verdi.
Rüstem Bey, bu Savaşta Şah İsmail`in
yanında yer aldı. Savaştan hemen sonra
Çemişgezek`i yönetmekte olan Nur Ali`den
yana şikayetlerin artması üzerine, Rüstem
Bey beyliğinin başına dönmeye karar verdi ve o sırada Tebriz`de bulunan Yavuz`un
yanına giderek bağlılığını bildirdi. Ne var ki
Yavuz 40 adamı ile birlikte kendisini idam
etti.
Rüstem Beyin idamından sonra oğlu Pir Hüseyin Bey bir süre kurtuluş yolları aradı ve
sonunda Amasya`ya giderek babasının katili
Yavuz`la görüştü. O sıralar Kürdistan Beylerini yanına çekme politikasına sahip Sultan
Selim, Pir Hüseyin Bey´n Çemişgezek beyliğinin başına geçmesini kabul etti. Anlayacağınız, İdrisi Bitlisi`nin Sultan Selim ile
yaptığı anlaşma dersimli Pir Hüseyin Beyin
imdadına da yetişmiş oldu. Ondan sonra da
Osmanlı eğemenliğini kabul etmiş olan öteki beyler gibi o da İdrisi Bitlisi ile birlikte bu
imaparatorluğa hizmet etti.
Dersimi İle Bender Yine Hedef Tahtasında
Daimi Cengiz yazısında, M. Nuri Dersimi
ile Cemşid Bender`e verip veriştirmekten de
geri kalmıyor. Cemşid Bender, yılllarca yazdı, eleştirildi, eleştirdi. Ama doğu ve yanlışlarıyla bir yazı emekçisi, bir araştırmacıydı
o. Onunla ilgili değerledirmelerin de bu
çerçeve gözetilerek, belli saygı kurallarına
uyularak yapılması gerkir. Ahalki açıdan da
doğru olan bu, politik açıdan da.
Nuri Dersimiye gelince; o, halkını hep seven, onun acı ve sevinçlerini paylaşmış olan
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
biridir. O kadar ki bir ara Halep`te kendisini
ziyaret eden bir hemşehrisinin 1938 jenösidi ile ilgili olarak anlattıklarını dinlerken,
üzüntüsünden kalp krizi geçirmiş, hayata
güçlükle dönebilmişti. Üstelik, onunkisi
sadece sevmekle de sınırlı kalmadı, O, halkının özgürleşmesi için verilen kavgada hep
yerini aldı, yaşamının son anına kadar elinden geleni ardına komadan çabaladı ve bu
yüzden de büyüyk acılar çektı; işinden oldu,
işkence gördü, yargılandı, hapse girdi ve nihayet 30 yıldan fazla sürgün hayatı yaşadı,
38`de ise ailesi katledildi.
Yurtdışına çıktıktan sonra ise yaptığı ilk
işlerden biri, Dersim`e karşı sürdürülmekte
olan kemalist zulmü dünyaya duyurmaya cahılaşmak oldu. Ardından, Dersim`in cografyasını, tarihini, halkının kültürünü, inanclarını ve mücadelesini anlatan iki önemli eser
hazırladı. Onun yaptığı bu iş, Dersim halkı
bakımından bir ilkti. Ona gelene kadar hiç
bir Dersimli, kendi yöresi ile ilgili bu düzeyde bir çalışma yapmamıştı. Her çalışma
gibi, onun eserleri ve pratiği de irdelenmeye,
eleştirilmeye açıktır elbet. Nuri Dersim`in
Özellikle de 1937`de yurt dışına çıktıktan
sonraki dönem ile ilgili olarak yazdıklarında tartışmaya açık yanlar var. Ama bu tür
eksiklik ve yanlışlar, bu esrelerin taşıdğı
büyük degeri görmemize engel teşkil etmez.
Hal böyle iken Dersimi, bizim „zazacı“ ve
„dersimsever!“ çevreler için Nuri dersimi
adeta bir baş düşmandır. Ona karşı kullandıkları karalayıcı dil, attıkları iftiralar kemalistlere bile parmak ısırtacak düzeydedir.
Bunun tek nedeni ise onun Dersimlileri
Kürt, Dersimi de Kürdistan`ın bir parçası
olarak görmesi, Dersim halkının mücadelesinin yurtsever yönüne vurgu yapması, yani
gerçeği söylemesidir. Kuşkusuz, Dersimi
bütün bunları kendiliğinden iddia etmiyor.
Bizim tarihimiz, gerçeğimiz budur. Girin
Arap, Fars, Osmanlı ve Batılı arşivlerine
bakın, bir kaç istisna dışında, bu konularda
onun söylediklerinden başka bir şey göremezsiniz. 600 yılık Osmanlı tarihinde, bu
günkü dersimlilerin atalarını için „kürt“
ten başka kullanılan bir etnik kimlik adına
rastlıyamazsınız. Dersim yüz yıllarca Kürdistan adıyla anıldı. Bu yörenin halkı, 20
yy. da Kürt yurtsever mücadelesinin en ön
saflarında yerini aldı. Soykırımlar dahil, uğradığı zulmün ana nedeni de zaten bundan
başkası değildi.
Elimizden geliyorsa, Nuri Dersimi`inin
eserlerini objektif olarak irdelemeli, katkı
sunarak zenginleştirip gelecek kuşaklara
aktarmalıyız. Bu tür değerlendirmelerin
ötesinde hiç ama hiç kimsenin onun gibi tarihi kişilere ve emeklerine saygısızlık etmeye, ideolojik-politik saplatılarına göre onları
karalama yoluna başvurmaya hakkı yoktur.
Sonuç
Dikkat edilirse D. Cengiz`m in de içerisinde yer aldığı sözüm ona Dersimci ve Zazacı
kesiminin devletle nerdeyse her hangi bir sorunları yok. Eleştirilerinin, kavgalarının ana
hedefi hep Kürt yurtseverleridir, bizleriz.
Üstelik bu saldırılar çoğu kez normal ölçüleri aşan düşmanca bir tutumla sürdürülüyor.
Oysa, bu halkın dilini, kimliğini, kültürünü
inkar eden, onları Türk-İslam potasında eritip asimile etmek isteyen ve bu yüzden de
zulmün her türlüsünü yapan güç ortada. Bu
sömürgeci gücün söz konusu politikasına
karşı neler yapılması gerektiği de belli. Bu
çevreler, çımaz sokakta kuyrukları ile oynayıp duracaklarına ve uydurma gerekçelerle
sürekli mazlum rolü oynayacaklarına meydana çıksınlar. Örgütleri ve programlarıyla
ortaya çıkıp görüşlerini anlatsınlar halka.
Eğer günün birinde bu halk, söylediklerini
benimser ve kendileriyle birlikte olursa kimsenin bir şey söylemeye hakkı olmaz. Yeter
ki bu iş uygarca ölçüler içerisinde, kirmadan
dökmeden olsun. Ama bunu yaparken sakın
boş bir meydan da hayal etmesinler. Bu meydanda doğal olarak onlar gibi başkaları da
her zaman olacak.
Pavlükalar yandı gel sende dayan
Vallahi beyime çok oldu ziyan
Dersim beylerine olmadı ayan
Kırıldı kırk yerden beli Koçgir’in
Konağın kapısı kıbleye bakar
Ab-ı revan olmuş çeşmesi akar
Lalesi sümbülü nergisi kokar
Soldu goncaları gülü Koçgir’in
Mevziler kazıldı toplar atıldı
Mallar geldi dellallarda satıldı
Asker kalkıp geldi Bey’im tutuldu
Söylemeye aciz dili Koçgir’in
Alişan bey derler işittim adın
Gelenler geçenler veriyor methin
Kardaşı kardaştan ayırmak çetin
Gayet sarpa sardı hali Koçgir’in
Çifte çifte pavlükalar dönerdi
Şişeler kurulup bade sunardı
Her konağa beşyüz atlı inerdi
Kesildi kervanı yolu Koçgir’in
Görünüyor Alişan’ın söğüdü
Alişir oturmuş verir öğüdü
Acep n’oldu Koçgirler’in yiğidi
Kırıldı kanadı kolu Koçgir’in
Kimisi vurulmuş kimi yatıyor
Yüz senelik emlakinden çıkıyor
Araziyi eller ekip biçiyor
Yıkıldı bentleri sulu Koçgir’in
Sefil Gazi’m eydur bu da böyl’olur
Evvel ahir herkes ettiğini bulur
Elbet Mevlâm bize bir fırsat verir
Eser ılgıt ılgıt yeli Koçgir’in
--------------------------------
Ali Haydar Avcı, Kürt Halk Hareketleri ve
Türküler, Berhem Dergisi, Sayı 10, Ocak
1991, İsveç. Ağıt deyiş elyazmasından.
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İSMAİL BEŞİKÇİ
VE DERSİM PANELİ’NİN YANKILARI
DEVAM EDERKEN
Ağustos 2013’te ‘İsmail Beşikçi ve
Dersim Paneli’ adı altında Beşikçi’nin
Dersim panelini eleştiren bir yazı kaleme almıştım. Bu yazı yaklaşık on
kadar sitede yayımlandı. Yazıya ilgi
oldukça yüksekti. Bu yazıda panelde
sorduğum sorular ve verdiğim cevaplar
ile söz hakkının sınırlılığı vesilesi ile
söylemediklerimi ve de diğer soru ve
cevap ikilemlerini de vererek eleştirel
katkı sunmak istedim.
Amacım Beşikçi’nin Dersim’e dair
bazı eksik ve yanlış bilgilerini ve bilgilenmelerini eleştirerek kendisine
katkıda bulunmak ve de ‘Beşikçi’nin
ödediği bedel’den ötürü Beşikçi’yi
eleştirmekten sakınan dinleyicilerinin
ve okurlarının da dikkatlerini çekmekti.
Bu eleştiriyi yaparken iki hususa dikkat ettim:
1. Beşikçi 1960’lı yılların Türkiye’sinde bütün akademisyenler Kürt kimliği
ve sorunu konusunda ya inkarcı ya da
suskunken bir Türk akademisyen olarak Kürt Alikan Aşireti’nin sosyolojik
tetkikini yaptı ve Kürt kimliğine dair
kırmızı çizgisi olan devletin hedefi
oldu. Daha sonra Kürtler konusunda
yazdığı pek çok yazılarla ağır bir bedel
ödedi. Bu bedelden ötürü Beşikçi’ye
karşı saygılı davranmak gerekir.
2. Herkes Dersim kıyımı için ‘isyan’
veya ‘katliam’ derken, Beşikçi: ‘Dersim soykırımı’ ve ‘Dersim Jenosidi’ diyerek yapılan kıyımın adını ilk
ve doğru koyan oldu. Bu nedenle de
Beşikçi’ye karşı saygılı davranmak gerekir.
Yukarıda belirttiğim hususları dikkate
alarak ve azami derecede hassas davranarak panelde ve eleştiri yazımda
Beşikçi’ye karşı saygılı üslup ve dil
kullandım. Aynı dil ve üslubu yıllardır
büyük bedeller ödeyerek pek çok değer
ortaya çıkaran Kürt Halk Hareketi’ne
karşı da kullandım. Bir akademisyen
olarak bu değerlerin ağır bir fatura ile
ğim doğruları, bazı eleştiri oklarını da
üzerime çekme pahasına edep ve üslup
dahilinde yaptım. İnsanlar anlaşılır
bazı nedenlerle o ortamlarda suskun
davransalar da, o mekandan ayrıldıktan ve o yazıyı okuduktan sonra bazı
soru işaretleri ile baş başa kalacaklarından hiç kuşkum yok. Bu eleştiri
sonrası aldığım pek çok mesajdan da
bu anlaşılıyor.
Dr. Daimi Cengiz
elde edildiğinin hep bilincinde hareket
ettim.
Yıllardır pek çok insan farklı şekillerde bedel ödüyor. Anadolu halklarının
ve özellikle aydınlarının ödediği bedel
çok ağır olmuştur. Biz yaşam ve mücadelemizde bu bedellere karşı saygılı
davranırken, eleştiri denilen katkı aracını birbirimize karşı kullanmaktan
vaz geçemeyiz.
Beşikçi’yi eleştirirken 35 yıllık akademik hayatımda bir Dersimli olarak
Dersim halk kültürü üzerine yaptığım
çalışmada yöreyi adım adım gezerek
yaptığım sözlü tarih çalışması ve tanıklığımdan hareket ettim. Beşikçi
belli bir çevreye angaje olduğundan
Dersim’e dair alan çalışması da pek
olmadığından ve uzun yıllar hapis
yattığından ötürü bilgileri sınırlı ve
kusurludur. Bu nedenledir ki bu güne
kadar birçok kişinin de Beşikçi’yi eleştirdiğini belirtmem gerekir. Söz konusu yazıma olumlu tepki veren Sayın İhsan Aksoy’un da belirttiği gibi ‘kadir-i
mutlak’ yoktur. Dokunulmazlar da
eleştirilir.
Beşikçi’nin ‘ödediği bedel’den ötürü
O’na dokunmayan, o bedelin gölgesinde ezilen, ‘eleştirirsem yanlış mı yaparım!’ ya da ‘yanlış mı anlaşılır!’ kaygısıyla mesafeli yaklaşan pek çok kişi
tanırım. Ben bunu yapmadım. Bildi-
Beşikçi ve Kürt Halk Hareketinin değerlerine dair tavır, tutum ve üslup
meselemi bir yana bırakarak Munzur Cem’in ‘İ. Beşikçi ve Dersim Paneli’ adlı yazımdan ötürü yazdığı
‘Beşikçi’nin Dersim toplantısı ve çıkmaz sokakta kuyrukları ile oynayanlar’ adlı yazısına gelmek istiyorum.
Burada üzerinde durduğum nokta M.
Cem’in yazıma dair eleştirel düşünceleri değildir. Yazısının o kısmına
girmiyorum. İleri sürdüğü fikirlere katılmıyorum. İddialarına tek tek cevap
vermeyi de gerekli görmüyorum. Benim panel yazım zaten cevabı veriyor.
Yeni cevaplar yerine önümüzdeki aylarda daha kapsamlı yazılarla ve yeni
kitap çalışmalarımla okuyucuları bu
konuda bilgilendirmenin daha faydalı
olacağını, enerjimi ve zamanımı daha
verimli kullanmanın gerekliliğine inanıyorum. Zaten benim eleştirdiğim
esas olarak Sayın Beşikçi idi.
Burada sadece Munzur Cem’in yazısındaki ‘paneldeki tutumum’ ve şahsımı hedef alan uyduruk isnatlarına dair
bazı cevaplar vereceğim. Beni, politik
ve akademik yaşamım boyunca hiç
girmediğim bir konum ve pozisyonda
göstermesine cevap vereceğim.
M. Cem yazısının başlangıcında benim
için şu kışkırtıcı cümleleri kullanarak
karalamalarına başlıyor: “arkadaşları
ile düştükleri zor durum”, “içlerinden
bazıları bu rahatsızlığı, her türden terbiye kuralını ayaklar altına alan bir
üslup ile dile getirmekten geri kalmadılar..”, “Daimi Cengiz’in de içerisinde
yer aldığı bir grup” , “Toplantıya grup
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
olarak hazırlıklı gelmişler” ve “Zaman zaman hayli saygısız bir üslup ile
söylenen gerçek dışı iddialara..” gibi
cümlelerdir.
Dijital zamanda yaşıyoruz. Munzur
Cem’in elinde kayıt varsa (ki kayıt
yapılıyordu orada ve pek çok telefon da kayıtta idi) bunu sosyal medya
portallarına yüklesin. Varsa bir terbiyesizlik okurlar da izlesin. Orda sadece tanımadığım bir bayan sert bir
üslupla Beşikçi’yi eleştirdi. Bu üslup
beni de rahatsız etti. Doğrusu Beşikçi Hoca bu üslubu hakketmiyor. Zaten
dinleyicilerden tepki de aldı. Ama bu
kişi beni bağlamayan biri. Diğer eleştirenlerden Y. Kaya ve iki-üç kişi de
saygısızlık yapmadı. Gayet normal
üslupla Beşikçi’yi eleştirdiler. Pekâla
Beşikçi’yi destekleyen bir çok kişi de
konuştu.
Ben o ortama hiçbir kişi ile gelmedim.
Kendi adıma geldim. Ne bir grubum
var ne de bir grubun mensubuyum.
O panelde Y. Kaya dışında Beşikçi’yi
eleştiren kimseyi de tanımıyorum. Benim o paneldeki tavır ve üslubum ile
önceki yazımdaki üslubum bu yazının
başında da önemle altını çizdiğim iki
kriter/prensip dahilindedir. Bu anlamda M.Cem’in iddia ettiği ‘saygısız
üslup’ ve ‘ayaklar altına alınan terbiye kuralı’ iddiaları benimle ilgi bağlamında iftiradır. Elma ile portakalı aynı
sepete koyup ve adına ‘öteberi’ deme
basitliğidir. Muhatabı ben değilim.
Ben kendi soru ve cevaplarımın ve de
üslubumun muhatabıyım. Sözünü ettiği ‘grup olarak hazırlıklı gelmişler’
iddiası da hayalidir. Hatta iftiradır. Panelde Beşikçi’ye yönelik eleştirilerin
spontane, kendiliğinden ve o ortamın
gereği olarak geliştiği kanaatindeyim.
Boğa altında buzağı aramaya gerek
yoktur.
‘Zor duruma düşme’ meselesine gelince… Zor duruma düşmedim. Onurlu,
saygılı ve eleştirel davranmanın gururuyla ayrıldım. Beşikçi’nin yanlışlarına sessiz kalamazdım. Dersimli
bir akademisyenim ve Avrupa Dersim
Akademik Değişim Vakfı’nın kurucu
üyesiyim ve yönetim kurulundayım.
Dersim halk kültürünü ve yakın tarihini Beşikçi’den daha iyi bilirim.
Dersim’de Beşikçi gibi bir şahsiyet tarafından Dersim Kıyımı konuşuluyor.
Burada ‘gölgede’ kalma, sessiz kar-
şılama ya da alkışlama yerine tabuyu
kırıp doğruları söyledim. Kaç kişinin
beni ya da Beşikçi’yi alkışlamasının
hiçbir önemi yoktur. Bu tür eleştiriler
meyvelerini geç verir.
M. Cem, yine yazısında şunu iddia ediyor: “kendi ana dilleri ile ilgili kayda
değer çalışması olmayan D. Cengiz
gibilerinin ne adına ve hangi hakla bu
ölçüde büyük laflar ettikleridir. Eğer
birileri oturup susacaksa, bunu en
başta yapması gerekenler ve onun gibileri değiller mi?”.
Munzur Cem ve aynı zihniyeti taşıyanlara, ‘Halkbilim ve etnomüzikoloji’
bilim alanında hazırladığım doçentlik
dosyamda aşağıda belirttiğim akademik ortam ve dışı yayımlarımın en az
% 50’sinin Sivas’tan Varto’ya kadar
uzanan Dersim coğrafyasının ve toplumunun dil, kültür ve tarih değerlerini
içerdiğini söylemek isterim:
1) 28 Üniversitede yaptığım sunumlar
(Sempozyum bildirileri)
2) 21 Uluslararası akademik dergide
yayımlanmış inceleme yazıları
3) 1 master ve 1 doktora tezi
4) 2 kitap
5) 6 kitap içi yazısı
6) 59 Akademik ortam dışı süreli yayınlarda yayımlanan makaleler
7) 82 gazete yazısı (makale)
8) 14 Uluslararası Festivalde sunum
9) 16 TV programı
10) 12 Müzik Grubu ve müzisyenin
beste ve derlemelerimi icra etmeleri
11) 21 Araştırmalarım hakkında yayımlanmış yazılar
12) 24 Akademik ortamda yapılmış
yayımlarımdan yapılmış alıntılar/aktarmalar
13) 42 Akademik ortam dışı yayımlardan yapılmış alıntı/aktarmalar
14) 3 kitap önsözü
15) Dersim Ezgileri Albümü
16) Sevda ve Kavga Ezgilerinde Dersim Albümü
Bunlara Dersim halk müziğinin 3000
ezgisini ve de folklor ve etnografyanın
çeşitli alanlarına dair derlemeleri ve
sözlü tarih çalışmalarını da eklemek
isterim.
Dersim kültürü ile ilgili birçok alanlarda yapılmış ve henüz yayımlanmamış
çalışmalarımı ve yayımlanmış ‘Dersim
Fablları’ adlı kitabımı saymazsam sa-
dece ‘Tarihe Tanık Dersim Şairi Sey
Qaji’ kitabım başlı başına Dersim Kırmanc (Zazaca) dili edebiyatı ve müziği
için temel başyapıt olarak çok önemli
bir kazanımdır. Akademik ortamda bu
çalışmanın aldığı övgüler biz Dersimliler ve kültürümüz için çok önemli
motivasyondur. Öyle inanıyorum ki
yukarda dökümünü yaptığım dosyamı
bir yana bıraksak bile, bu şairi 35 yıllık
çaba ile unutulmaktan kurtarıp, hafızanın kısa tarihinden alıp dil-edebiyat
ve müziğin yazılı tarihine kazandırmak bile anadilim için ne yaptığıma
delildir. Ama M. Cem’in kulağı tıkalı ve gözleri de bantlıdır. O hala bana
‘ana dilin için ne yaptın? Ve susmak
gereken biri varsa Daimi Cengiz’dir’
diyor. Taktir akademik ortam ve Dersim halkınındır.
Bu arada belirtmek isterim ki Kürt
kültürü ve Dersim kültürüne dair
Türkiye’nin akademik ortamlarında
yaptığım birçok sunumum da sansürlendi. Ve akademik eserlerde yayımlanmadı.
Son olarak M. Cem şu iftirayı da atmaktan geri durmuyor ve bunu şöyle
özetliyor: ‘D. Cengiz’in de içinde yer
aldığı sözüm ona Dersimci ve Zazacı
kesimin devletle neredeyse herhangi
bir sorunları yok. Eleştirilerinin, kavgalarının ana hedefi hep Kürt yurtseverleridir, bizleriz. Üstelik bu saldırılarını çoğu kez normal ölçüleri aşan
düşmanca bir tutumla sürdürüyor’.
Eh be!... Şimdi sıralıyorum:
1) 1974’ te namaz kılmadığım için
1200 kişilik Kırşehir İlköğretmen
Okulu birinciliğini MC Hükümeti
paralelli okul yönetimi ve Nurcu din
dersi öğretmeni bana kaybettirdi. Yine
1975 yılında aynı okulda ‘Kürt halkı
ve onun ayrı dili var’ fikrini MEB’den
teftişe gelen müfettişe, sınıfta yüzüne karşı söylediğim için ve okul müsameresinde Pir Sultan Abdal ve Şah
Hatayi deyişlerini icra ettiğim için
okuma hakkım elimden alındı. Av.
Halit Çelenk’in Danıştay’da davayı
kazanması ile okuma hakkımı yeniden
kazanabildim. Herhalde ‘bunu Kürtler
yaptı’ demedim.
2) Nisan 1976’da sürgün gittiğim Diyarbakır İlköğretmen Okulu’nda Kürt
MHP’lilerin saldırısına uğradım, bı-
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
çaklandım. Diyarbakır’da hani o Kürt
muavin çocukların ‘Dağ Qapiii!, Dağ
Qapiii!’ diye bağırdıkları sur önünde,
kanımı o sur önü sokaklara dökenler
de MHP’li Kürt gençlerdi. Ama bunu
da ‘Kürtler yaptı’ demedim.
3) 1976 sonrası kazandığım en gözde
üniversitelerin bazıları işgal altında olduğu için okuyamadım. 1979 yılında
sürgün öğretmen olarak batıya gönderildim. ‘Bunu Kürtler yaptı’ demedim’.
4) 1989’da Konya Personel Okulu’nda
asteğmen acemi birliğinde, şimdiki İstanbul Valisi H. Avni Mutlu ile beraber askerlik yaparken, O valiliğe doğru
yükseliş istikametine gönderilirken,
bana Kuleli Askeri Lisesi Müzik öğretmenliği gelmişken, meslek kur’asını
vermeyip ‘sakıncalı-şüpheli personel’
olarak Ağrı istikametine sürdüler.
Bunu da ‘Kürtler yaptı’ demedim.
5) 1986-87 yılında İTÜ Sosyal Bil.
Enst’ ndeki sözleşmeli Öğr. Gör. işime kadro vermediler. Onu da ‘Kürtler
yaptı’ demedim.
6) Birkaç gözaltında tutulmam için de
‘Kürtler yaptı’ demedim.
Sistemden kaynaklanan bunca belalara
maruz kalan ben bunları bir tarafa atıp
‘devletle değil, Kürt yurtseverleri ile’
mi uğraşıyorum? Hay topraklar başına
senin!
Bakınız ben sizin dilinizden düşürmediğiniz o ‘Zazacılık ve Dersimcilik’(!)
konusunda ne düşünüyorum:
1) Son 30 yıldır Zazacanın (Kırmancki) Kurmanci’den ayrı bir dil olduğunu söylüyorum. Kardeş olan bu diller
tarihsel süreç içinde ayrı diller durumuna geldiler. Tıpkı Türkçe-Kırgızca
ve İngilizce-Almanca gibi. Zazaca,
Kurmanci’ye en az bu dillerin farklılığı kadar uzaktır. Bunu ben değil en
az Kürdologların yarısı söylüyor. İşin
dilbilim kısmına girmiyorum. Sınır
bölgesi kontakları dışında ancak tercüman ile anlaşabiliyoruz.
2) Bu ayrımı Kürt dilleri olarak da algılayabilirsiniz.
3) Ayrı dil ayrı ulus gerektirmez. Hepimizin bildiği başka şartlar da gereklidir.
4) Ayrı dil ayrı örgütlenmeyi de gerektirmez. Ama bu dillerin özgürce ge-
lişimleri için alan açılmalı. Arka bahçe
muamelesi yapılmamalıdır.
5) Dilimize sahip çıkalım derken Kurmancı ve Kürt düşmanlığı gerekmez.
Düşmanlıktan sakınmak gerekir
6) Kurmanci’yi ön plana çıkarıp geleceğin devlet, otonomi ve özerk bölge
dili olarak önemserken, Kırmancki’ye
(Zazaca) öteleme, sofrada tuzluk muamelesi yapılmaktadır ki Kürt Enstitüleri ve diğer kurumlar maalesef bu
hassasiyeti gösteremiyorlar.
7) Kürt hareketinin başarısı Anadolu
coğrafyasında özgürlükler için bir kazanımdır. Yenilen Kürt hareketi beraberinde pek çok özgürlük alanlarını da
daraltır.
8) Bugün bir çok inanç ve etnik unsur
kendi kimliğini sorguluyor ve kayıp
kültürlerini eşeliyorsa, bunda Kürt hareketinin yarattığı ortam ve psikolojik
desteğin etkin rolü vardır.
9) Kürt yurtseverleri Zazacanın gelişmesi için caba harcayan, dernek,
süreli yayın vb. kurumlaşmaya giden
çevrelere destek olmalıdır. Ya da engel
olmamalıdır. Bu çabaya bir kılıf bulup
onları karşı saflara itmemelidir.
10) Zazaca üzerine çalışanlar, dernek,
yayın vb. kurumlaşmaya gidenler Kürt
hareketi ve yurtseverlerine karşı üsluplarına dikkat etmelidirler. ‘Kaş yapayım derken göz çıkarmamalıdırlar.
Sekter tavırları ile karşı saflara kaymamalı ve o görüntüyü vermemelidirler.
11) Dersim’in özgünlüğü mutlaka korunmalıdır. Onun kendine özgü kültürü, dilleri ve inancı için hassasiyet
gösterilmelidir. Bu doğrultudaki örgütlenmesi (Kürt karşıtlığına varmadan), özgünlüğü gereği, gereklidir.
Sanırım bu kadarı yeter. Benim Zazaca
ve Dersim hakkında ne düşündüğümü
bu açıklamalar yeterince izah ediyor.
Cem gereksiz yere bir kaşık suda fırtına koparmasın. Bizleri de gereksiz
yere olmadığımız yapılanmaların içine
sokmasın.
Not: Panele dair yazımda geçen ‘M.
Cem, Şah İsmail annesini öldürdü dedi’
cümlesi Munzur Cem’e ait değildir. O
anda panelde o yönde bulunan başka
dinleyicinin iddiası idi. Yanlış anlaşıldı. Bu düzeltme, yazıyı yayımlayan
kimi sitelere tarafımdan bildirildi.
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim’de
için yaşının büyütülmesi bu keyfilikler
arasındadır. Seyit Rıza’nın yaşının küçültülmesi mahkemesinde, duruşmaya
getirilen tanığın, Seyit Rıza’nın küçük
oğlundan iki yaş daha küçük olduğu
da, bizzat Seyit Rıza tarafından belirtilmektedir.
Bilincin
Uyanışı
Dr. İsmail Beşikçi
Türkiye’de, 1925-1945 yılları arasında
tek partiye dayanan bir siyasal hayat
vardı. Doğal olarak anti-demokratik
bir siyasal sistem, anti-demokratik
bir siyasal rejim egemendi. Genel seçimler aslında atama şeklinde cereyan
ediyordu. Milletvekilleri Cumhuriyet
Halk Fırkası Genel Başkanı ve aynı
zamanda Cumhurbaşkanı Mustafa
Kemal Atatürk tarafından atanıyordu. Seçimlerden yani bu atamalardan
sonra TBMM’nin ilk oturumunda milletvekilleri Mustafa Kemal Atatürk’ü
Cumhurbaşkanı seçiyorlardı. Otoriter,
totaliter, anti-demokratik bir siyasal
sistem, siyasal rejim vardı. Tunceli Kanunu bu siyasal sistemin, bu siyasal rejimin doruk noktalarından biridir. Yasanın gerekçesinde Dersim, bir çıban
başı, yok edilmesi, temizlenmesi gereken bir mikrop olarak değerlendirilir.
Tunceli Kanunu 1935 yılında kabul
edilmiştir. Ve hemen yürürlüğe konulmuştur. Bu yasanın en önemli özelliği,
idarenin her türlü keyfi davranışına yol
veriyor olmasıdır. Yasa bu bakımdan
dönemdeki zihniyet yapısının önemli
bir göstergesidir. Tunceli Kanunu’yla
Dördüncü Genel Müfettişlik kurulmuştur. Dördüncü Genel Müfettişlik Dersim bölgesini içine almaktadır. Bugünkü Tunceli’den daha geniş
bir bölgedir, Erzincan’ın, Bingöl’ün,
Elazığ’ın bazı yörelerini de içine almaktadır. Dördüncü Genel Müfettiş
bölgenin valisidir. Aynı zamanda,
bölgedeki en yüksek askeri komutandır. Dördüncü Genel Müfettiş kişileri
yakalama, suçlama, yargılama, verilen
cezaları, örneğin idam cezalarını infaz
etme yetkisine haizdir.
Tunceli Kanunu makable şamil bir ka-
nundur. Tunceli Kanunu’nun makable
şamil bir kanun olduğu, yasanın 35.
maddesinde yazılıdır. Yani yasanın,
yürürlüğe girdiği tarihten önceki fiiller, “suçlar” için de uygulanacaktır.
Bunun, ceza hukukunun ana prensiplerine aykırı olduğu açık bir gerçektir.
Ceza yasalarının, yürürlüğe girdiği
tarihten sonraki suçlar için uygulanacağı, ceza hukukunun temel prensiplerinden biridir.
Suçlanan kişilere iddianame verilmemesi, yasanın dikkate değer bir
özelliğidir. Sanıklara savunma hakkı
verilmemektedir. Sanıkların avukat
tutamamaları, yargılama sürecinde avukatın olmaması, dikkatlerden uzak
değildir. Bunlardan çok daha önemlisi,
yargılama sürecinde, tercüman da yoktur. Sanıklardan çoğunun hiç Türkçe
bilmediği, Türkçe konuşamadığı bir
ortamda, tercüman olmaması, yasanın
niteliğini açıkça ortaya koymaktadır.
Yasanın önemli bir özelliği de, idam
hükümlerinin müfettişin onayıyla infaz edilmesidir. Herhangi bir mahkeme
tarafından verilen idam hükümlerini,
TBMM tarafından onaylandıktan sonra
infaz edileceği 1930’lardaki ceza mevzuatı için de söz konusudur. Fakat, Dördüncü Genel Müfettiş’e, TBMM’nin bu
yetkisi de verilmiştir. Vali, Müfettiş ve
Komutan’ın, köyleri yakıp yıkma, ahaliyi sürgün etme, köylerin, beldelerin,
ilçelerin sınırlarını değiştirme, yetkisi
de vardır.
Yasanın keyfi uygulamalara yol verdiğini belirtmiştim. Seyit Rıza’nın
idam edilebilmesi için yaşının küçültülmesi, Seyit Rıza’nın küçük oğlu
Resik Hüseyin’in, idam edilebilmesi
Köylerin yakılması-yıkılması, mağaralara sığınan kadınların, çocukların zehirli gazlarla imha edilesi, gebe
kadınların karnına kılıç sokulması,
bir-iki yaşlarındaki bebeklerin bir ayağının bileğinden kavranılarak, başlarının taşlara çarpıla çarpıla öldürülmesi,
dere kenarlarında, dağ yamaçlarında
toplanan sivil halkın, kadınların, çocukların üzerine uçaklarla bombalar
atılması sık sık rastlanan olaylardır.
10 Kasım 2009 da, TBMM’de yapılan “demokratik açılım” görüşmelerinde, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen,
AKP Hükümeti’ni, Başbakan Recep
Tayip Erdoğan’ı eleştirirken, “Atatürk 1937’de, 1938’de, Şeyh Said’de,
Ağrı’da, müzakere yaptı mı?” diyordu.
Ama ne yaptığını söylemiyordu. Fakat
aynı şeylerin yapılmasını istiyordu.
Dersim’de 1937’de, 1938’de olup bitenlerden, Sabiha Gökçen’in sivil halkı
nasıl bombaladığından Atatürk’ün habersiz olduğu düşünülebilir mi?
Tunceli Kanunu’nun yapıldığı sırada,
TBMM’de 60’a yakın profesör vardır.
Bunların önemli bir kısmı da hukuk
profesörüdür. Tarih, sosyoloji, siyaset
bilimleri, antropoloji, ekonomi gibi
dallarda profesör olanlar da vardır.
Onur Öymen’in amcası Hıfzırrahman
Raşit Öymen de bu profesörlerden biridir. Onur Öymen’in amcası Hıfzırrahman Raşit Öymen ve babası Münir
Raşit Öymen, Almanya’da özellikle
eğitim, iletişim, sosyoloji gibi alanlarda eğitim görmüşlerdir. Ama bu profesörlerin, yasanın hiçbir maddesine,
daha doğrusu keyfi davranışlara hiçbir
itirazlarının olmadığı görülmektedir.
Tunceli Kanunu tasarısı TBMM’ye
geldiğinde şöyle bir yol izlendiği anlaşılmaktadır. TBMM Başkanı maddeleri birer birer okutmuş, kabul edenleretmeyenler demiş, daha sonra da kabul
edildiğini zapta geçirmiştir. Maddeler
üzerinde, genel olarak görüş açıklaması olmamış veya tartışma yaşanmamıştır.
Tunceli Kanunu 38 maddedir.
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bu milletvekillerinin TBMM’ye tayin
yoluyla geldikleri bilinmektedir. Tayini yapan şüphesiz, Cumhuriyet Halk
Fırkası Genel Başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür.
Yukarıda sözü edilen 60’a yakın profesörden biri de, Ordinaryüs Profesör Mahmut Esat Bozkurt’tur. Mahmut Esat Bozkurt 1930’larda Adalet
Bakanı’dır. Ord. Prof. Mahmut Esat
Bozkurt, 1930 Ağrı ayaklanması sırasında şöyle bir konuşma yapmıştı. “Biz Türkiye denen dünyanın en
hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz
inançlarından samimiyetle bahsetmek
için bundan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hissiyatımı saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegane
efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk
soyundan olmayanların bu memlekette
tek hakları vardır. Türklere hizmetçi
olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve
düşman hatta dağlar, bu hakikati böyle
bilsinler. (Milliyet, 30 Eylül 1930, söz
eden, Lucien Rambout, Çağdaş Kürdistan Tarihi, Komal Yayınları, Ankara 1978, s.132)
Eğitimli olmak, eğitimin kalitesini
yükseltmek, otoriter ve totaliter bir
yönetimin kurulmasına engel olmuyor.
Kürtlerin, inkarı, imhası, asimilasyonu çabaları, Türkiye’de, her zaman faşist düşünce ve uygulama için elverişli
bir ortam hazırlamaktadır. Bu sürecin
Dersim 1937-1938 de olduğu gibi soykırıma varan uygulamaları da olmuştur.
Bu sözün dönemin Adalet Bakanı tarafından, Türkiye’nin Batı illerinden
birinde, bir “seçim” döneminde söylendiğini unutmamak gerekir. Dikkat
edilirse, Adalet Bakanı, profesör Mahmut Esat Bozkurt, “Türkiye, dünyanın
en hür ülkesidir” diyor. Ama, “en hür
ülke” de, Kürtlere, “hizmetçi olma
hakkı’ndan, “köle olma hakkı’ndan
başka bir hak tanımıyor. Bunu resmi
ideolojinin bir tutarsızlığı, çelişkisi
olarak değerlendirmek gerekir.
Son 25-30 yıllık mücadele sürecinde,
Kürtlerin mücadelesini kırmak için,
devletin, Zazacılık diye bir akım geliştirmeye çalıştığı gözlenmektedir.
Zazaların Türk olduğu, bazı Türklerin Zazalaştığı anlatılmaktadır. Resmi
ideolojinin ikiyüzlülüğü hemen dikka-
ti çekmektedir. Kürt olduklarından ve
Kızılbaş olduklarından dolayı soykırıma uğratılanlara, bugün de Türk oldukları söylenmeye çalışılıyor. Devlet,
bu propaganda çerçevesinde, bazı Zaza
Kürtlerini de hareket ettirebilmektedir. Bu konuda Zaza Kürtlerinin her
zaman hatırlaması gereken süreç şudur. Dersim’de, Alevi inancında olan,
Zaza Kürtleri yaşamaktadır. Alevi
inancında olan Dersim’deki Zaza Kürtleri, 1937-1938 de neler yaşadı? Zaza
Kürtlerine neden bu muamelenin layık görüldüğünü, Kürtlere neden soykırım yapıldığını da dönemin Adalet
Bakanı, Ordinaryüs Profesör Mahmut
Esat Bozkurt çok açık bir şekilde dile
getirmektedir. Resmi ideolojinin Kürtlerle ilgili bu tutarsızlıklarına, çelişkilerine de dikkat etmek gerekir. Zaza
Kürtleri konusunda Roşan Lezgin’in,
“Kirmanckî, Kırdkî, Dimilkî, Zazakî”
başlıklı yazısına bakmakta yarar var.
(www.zazaki.net, 26 Tebaxe 2009) Bu
yazının “Zaza Kürtleri” başlığı altında
Türkçesinin de yayımlanacağını umuyorum.
Burada, olguların algılanması ve analizi bakımından Türklerin büyük bir
çoğunluğuyla Kürtler arasında çok
önemli bir zihniyet farkı olduğu hemen
göze çarpmaktadır. Türk aydınları
Mahmut Esat Bozkurt’u “solcu” olarak
değerlendiriyor. Baroların bir kısmı,
hukuk fakültelerinin bir kısmı kendi
kurumlarına heykellerini, büstlerini dikiyor. Mahmut Esat Bozkurt’un,
Cumhuriyetle birlikte başladığı vurgulanan Türk aydınlanmasının önemli
bir ismi olduğu vurgulanıyor. Kürtler, örneğin Kürt aydınları ise, Mahmut Esat Bozkurt’u, “ırkçı”, “faşist”,
“çağdışı”, sömürgeci” gibi kavramlarla değerlendiriyor. Kürt aydınlarının
ve Türk aydınlarının Mahmut Esat
Bozkurt algılamasının birbirine zıt
olduğu açık bir gerçektir. Bu noktada
şu konu açık bir şekilde kendini belli
etmektedir. İttihat ve Terakki, Türk
milli mücadelesi, Lozan Antlaşması,
1925 Büyük Kürt Ayaklanması, Ağrı
1930, Dersim 1937-1938, Otuzüç Kurşun Olayı (1943), Halepçe, Kürdistan
Bölgesel Yönetimi’nin kurulması gibi
olgular Türkler için ve Kürtler için çok
farklı, birbirine zıt mesajlar vermektedir. Bunun dikkatlerden uzak tutulmaması gerekir.
Unutma-Unutturma
Kürtler konusunda söylenmesi gereken
önemli sözlerden biri, yoğun bir unutmanın ve unutturmanın yaşanıyor olmasıdır. Dersimliler, daha düne kadar,
1937-1938 de neler yaşandığın konuşmazlardı. Bu konuya bir ilgi de yoktu.
1970’leri düşünelim. Dersim Türkiye’deki solun bir minyatürü gibiydi.
Türk solunun bütün fraksiyonlarının
Dersim’de büroları, taraftarları vardı.
Kürt fraksiyonları ise, cılız bir şekilde
vardı. PKK ile bu durum değişti. Ama
köklü bir değişiklik olmadı.
Dersimliler, Kürtlerle, Kürt inancıyla hiç ilgisi olmayan Dördüncü Halife Ali’yi, Ali’nin oğulları Hasan’ı,
Hüseyin’i hiç unutmuyorlar. Sık sık
onlardan medet bekliyorlar. 681 yılında gerçekleşen Kerbela, Araplar’daki
bir iktidar kavgasıydı. Kerbela’da öldürülenler 72 kişidir. Hüseyin taraftarları
Fırat Nehri’ne çok yakın bir yerde çadır
kurmalarına rağmen, Yezid taraftarları nehre gidiş yollarını kestikleri için
72 kişinin çoğu susuzluktan ölmüştür.
Yezit taraftarlarının, Kur’an sayfalarını kılıçlara sokarak Hüseyin taraftarlarına saldırdığı biliniyor. Bundan dolayı
Dersimliler dövünüp duruyorlar.
1937-1938’deyse, 50 binin üzerinde
Alevi Kürdün öldürüldüğü görülmektedir. Akşam Gazetesi’nden Özlem
Çelik, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’le yaptığı röportajda,
bu sayının 90 bin olduğunu söylemektedir. (Akşam, 16 Kasım 2009)
Genelkurmay’sa, 11 bin civarında ölü,
13 bin civarında sürgün olduğunu söylemektedir. Buna rağmen Dersimliler,
Onur Öymen’in 10 Kasım 2009’da,
TBMM’de, yaptığı konuşmaya ve konuşmaya karşı kamuoyunda gelişen
tepkiye kadar, bu olaylardan söz etmezlerdi. Seyit Rıza’nın, Alişer’in,
Nuri Dersimi’nin adını anmazlardı. Bu
konuda büyük bir unutma ve unutturma yaşanıyordu. Örneğin 8 kasım 2009
da, İstanbul’da, Kadıköy Meydanı’nda,
Büyük Alevi Mitingi yapıldı. Bu mitinge Dersimlilerin de katılması muhtemeldir. Ama mitingde, Seyid Rıza’ya,
Alişer’e, Nuri Dersimi’ye, Dersim
soykırımına ilişkin hiçbir fotoğraf,
pankart göze çarpmıyordu. Konuşmalarda, bu isimlerden, bu olaylardan söz
edilmedi.
Onur Öymen’in konuşmasından sonra
konuşmaların tartışmaların başlama-
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sı, yaşlı insanların anılarını dile getirmeleri bir uyanış olarak değerlendirilebilir. Bilinçteki bu uyanış, ırkçı
ve sömürgeci ideolojinin çözülmesi,
sömürgeciler tarafından sistematik
olarak öldürülen ruhun canlanması
anlamına gelmektedir. Bu bilincin, bu
uyanışın güçlenerek süreceği kanısındayım.
Aleviliğin, insanı ön plan koyan anlayışından, mazlumun yanında yer almasından dolayı, Ali, Hasan, Hüseyin
taraftarlarının desteklemesi doğaldır.
Ama bu kesimi içselleştirmesi, bu kesimle aralarında organik bağlar tesis
etmeye çalışması yanlıştır. Şiilik elbette İslamlıktır. Ama Alevilik İslamın
dışında olan bir inançtır. Bugünkü Alevilerin atalarının İslam olmadığı açık
bir gerçektir. Aleviliği Müslümanlığa
asimile etme çabaları, devletin baskısını hafifletmek için, Alevilerin Müslüman gibi görünmeleri, dikkatlerden
uzak bir süreç değildir.
Dersim 1937-1938’i hatırlama sürecinde irdelenmesi gereken esas kişi Onur
Öymen değildir. Kemal Kılıçdaroğludur. Soykırım sırasında, Kemal Kılıçdaroğlu ailesinden de yaşamını yitiren
pek çok kişi vardır. Kılçdaroğlu ailesinden bazı kişiler hasbelkader hayatta
kalabilmişlerdir. Soykırım, Dersim’in
her yöresinde olduğu gibi Nazımiye’de
de yoğun bir şekilde gerçekleşmiştir.
Kızılbaş Kürtlerin nasıl katledildiğini, Cumhuriyet Senatosu Başkanlarından ve Dışişleri eski Bakanlarından
İhsan Sabri Çağlayangil’in, Kemal
Kılıçdaroğlu’na özel olarak anlattığını
Kılıçdaroğlu’nun kendisi söylemektedir. Köylerin, evlerin, ağılların, ahırların yakılmasından yıkılmasından
sonra mağaralara sığınmış kadınların
çocukların üzerine zehirli gazlar sıkılarak Kızılbaş Kürtlerin fareler gibi
zehirlendiğini İhsan Sabri Çağlayangil
anlatmıştır. Bunlara rağmen Kemal
Kılıçdaroğlu kendi köklerine karşı yoğun bir yabancılaşma içindedir. Bunları unutmuş. Bunların unutturulması
için geliştirilen politikalara karşı hiçbir tepkisi yok. Bir insan, eğitimli bir
insan, kendi köklerine, ailesine karşı
yaşama geçirilen katliamlara nasıl bu
kadar duyarsız bir hale gelebilir? Bu
da elbette bir eğitim sürecinde edinilebilecek bir sonuçtur. Resmi ideoloji
eğitiminin nasıl uygulandığını, zengin olgusal dayanaklarıyla incelemek
önemli olmalıdır.
29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Kemal Kılçdaroğlu, İstanbul Büyükşehir
Belediye Başkan adayıydı. Bu seçimler sırasında, propaganda döneminde,
Kemal Kılçdaroğlu’na basında, “Gandi” deniyordu. Bu çok yanlış bir benzetmedir. Tarih bilincinden yoksun bir
benzetmedir.
Gandi, ülkesi ve halkı için mücadele eden çok saygın bir önderdir. Hind
Milli Kurtuluş Hareket’inin önemli bir
ismidir. Kemal Kılıçdaroğlu ise, kendi
ülkesini, kendi halkını, anadilini-kültürünü tarihten ve yeryüzünden silmek
isteyenlerle işbirliği yapmaktadır. Bu
tür bir değerlendirmeyi ancak, devletin
propagandasının yapan, Milli İstihbarat Teşkilatının bir şubesi gibi çalışan,
Türk basını yapabilir.
“Emperyalist işgale karşı olmak”,
ABD’nin Irak’a silahlı müdahalesi öncesinde, Mart 2003 öncesinde ve sonrasında çok tekrar edilen bir slogandı.
Türkiye’de “sol”un önemli bir kısmı,
Kürtlere, “Kürtler, Saddam Hüseyin’le
birleşerek, ABD’ya karşı mücadele etmelidir, savaşmalıdır” diyorlardı. CHP
ve Kemal Kılıçdaroğlu da bu düşüncedeydi. Burada, “emperyalizme karşı
mücadele”, “emperyalist işgale karşı
olma” gibi, devrimci içerikli sloganları kullanıyorsa da aslında, çok büyük
bir gericiliktir. Çünkü Kürtleri, kendilerin karşı soykırım yapan Saddam
Hüseyin’le, kendi kasaplarıyla işbirliği
yapmaya çağırmaktadır. Ama Saddam
Hüseyin’in Kürtlere karşı sistematik
olarak geliştirdiği soykırım sırasında
sessiz kaldıkları, bu olaylar görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan geldikleri bilinmektedir. Türk solu grupları içinde, Saddam Hüseyin’i, “neden
sadece bir Halepçe yaptın neden onlarca Halepçe yapıp gerici Kürtlerin kökünü kazımadın” diye eleştirenler de
vardır.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun adı “yolsuzlukları deşifre eden adam” olarak geçiyordu. Kendisi olamayan, hasmının,
düşmanının kişiliğiyle bütünleşen,
ailesine, halkına karşı yapılan yolsuzlukları hiç sorun yapmayan bir kişinin
Türkiye’nin ekonomik ve toplumsal
hayatındaki yolsuzlukları deşifre etmesinin, bu yolsuzlukları izlemesinin
hiçbir değeri yoktur. Zira en büyük
yolsuzluğun, haksızlığın, 1938-1938
de, Dersim halkına yapıldığı açıktır.
Kaynak:
h t t p s : // w w w. f a c e b o o k . c o m /
besikcismail?hc_location=timeline
''MANKURTLUK''
Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı yapıtında anlattığı bir efsane
vardır:Mankurt Efsanesi.
uan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak
ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini
silermiş.
Bunu şöyle yaparlarmış:
Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek
tek kökünden çıkarırlarmış.
Bu arada bir deveyi keser derisinin
en kalın yeri olan boynundaki deriyi
tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına
sımsıkı sararlarmış.
Kuruyup büzülen deri kafayı mengene
gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş.
Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp
dışarı çıkamayınca başına batarmış.
Tutsak başını yerlere vurmasın diye
bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan
çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları
bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün
aç susuz bırakılırmış.
Beşinci günün sonunda tutsakların
çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini
yitirirmiş.
Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış.
Ama o artık bir insan değil, ölünceye
kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt”
olurmuş.
Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan
geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmezmiş.
İnsan olduğunun bile farkında değilmiş.
Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine
büyük avantaj sağlarmış.
Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan
farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir
tehlike arz etmeyen bir köle.
Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş.
(Rênas Mêrdîn)
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ahmet Zeki Okçuoğlu:
Kürdistan?ı verin, Kürtlüğünüzü verelim!
Müzakere söyleşilerimizin konuğu
yayıncı ve hukukçu Ahmet Zeki Okçuoğlu. Abdullah Öcalan’ın 1999’da
Kenya’dan kaçırılarak Türkiye’ye getirilmesi ardından Öcalan’ın avukatlığını üstlenen Okçuoğlu, devletin Kürt
meselesini çözmek, hatta silahlı çatışmaları sona erdirmek gibi bir niyetinin
olmadığını ifade ediyor. Kürt aydınları,
Kürdistan meselesinde ısrar etselerdi,
şu anda Kürtçe seçmeli ders mi, zorunlu ders mi olsun yerine; Kürdistan
bağımsız mı, federe mi olsun tartışılıyor olacaktı diyen Okçuoğlu, Kürtler
kendilerine kurulan tuzakları eninde
sonunda aşarak, varlıklarının tek teminatı olan bağımsız Kürdistan devletini
kuracaklar tespitinde bulunuyor. Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun sürece ilişkin
görüşlerini okuyucularımızla paylaşıyoruz.
Çetin Çeko
Sayın Okçuoğlu, bir kısım çevreler
hükümetin MİT aracılığıyla Öcalan’la
sürdürdüğü müzakerelerin Kürt sorununun çözümüne yönelik olduğunu
belirtirlerken, bir kısım çevreler de
Kürt hareketinin “Türkiyelileştirilmesi”, Kürt sorununun sürdürülebilir
bir kriz şeklinde idare edilmesi süreci
olarak değerlendirmekte. Sizce söz konusu müzakerenin hedefi nedir?
Önce “Kürt sorunu” tabiriyle ilgili
birkaç şey söylemek istiyorum. “Kürdistan meselesi” yerine ikame etmek
üzere türetilmiş bir tabir bu. Dünyanın
her yerinde milli meseleler ülke adıyla
anılır. Bir tek Kürt milli meselesinde
bu prensibe riayet edilmez. “Kürt meselesi” demelerinin nedeni, onu milletdevlet bağlamı dışında azınlık meselesi
seviyesine indirgemek. “Kürt”, “Kürdistan” sözcüklerinin yasak olduğu
dönemde Kürtlerin, meseleyi tartışmak
için olsa da bu tabiri kullanmaları bir
ölçüde mazur görülebilir. Ancak silahların konuştuğu şu dönemde, Kürtler
adına söz söyleyenlerin meseleyi hala
Türk resmi ideolojisinin tabiriyle tartışmasına mazeret gösterilemez. Türk
ler bu sayede, milli bir meseleyi, azınlık meselesi seviyesine indirgediler.
Kürt aydınları, “Kürdistan meselesi”n-
linde idare edilmesi amacıyla yapıldığını savunanlar.
Geçmişte olduğu gibi Türklerin bugün
de, “Kürt meselesi”ni çözmek, hatta silahlı çatışmaları sona erdirmek gibi bir
niyeti yok. Baskıları hafifletmek için
böyle bir görüntüyü veriyorlar. Bazı
Kürtler de bunu ciddiye alarak umutlanıyor. Yirmi yıldan beri Kürtleri bu
yalanlarla oyaladılar.
de ısrar etselerdi, şu anda Kürtçe seçmeli ders mi, zorunlu ders mi olsun
yerine; Kürdistan bağımsız mı, federe
mi olsun tartışılıyor olacaktı. Bir Filistinliye, “Filistinliler meselesi” derseniz
kafanızı kırar. Bir de Kürtler neden
devlet olamıyorlar diye yakınıyorlar.
Devlet kurmak için, devlet fikrine sahip
olmak gerekir. Türklerin bütün gayreti,
devlet fikrini Kürtlerin zihninden silmek. Türkler, Güney Kürdistan’la ilgili
de bu politikayı izliyorlar. Bütün dünya “Kürdistan” derken, onlar “Kuzey
Irak” diyor. Bir ara “Irak’ın Kuzeyi”,
“Türkmeneli” bile dediler.
Bir şey verdiklerinde, karşılığında daha
büyük bir şey almak Türklerin adetidir.
Alevi Kürtlere, bize Kürtlüğünüzü verin, size Aleviliğinizi verelim dediler.
Alevi Kürtler onların bu isteğine uyarak Kürtlüklerini verdiler, ama Türkler
verdikleri sözü tutmadılar. Üstelik onlara Aleviliklerini verseler ne kıymeti
var. Alevilikten Kürtlüğü çıkardığınızda geriye bir şey kalmaz. Onları Müslüman Kürtler izledi. Kürdistan’ı verin,
size Kürtlüğünüzü verelim dediler.
Kürtler bekledikleri tepkiyi göstermeyince, onlardan Kürtçeyi de istediler.
Geriye bir şey kalmadı zaten. Kürtler
lisanları ve ülkeleriyle vardırlar. Bu iki
şey olmazsa Kürtlük olmaz. Lisanları ve ülkeleri Kürtlerin varlık nedeni,
amiyane tabirle namuslarıdır. İnsan namusunu pazarlık konusu yapar mı hiç?
Gelelim sorunuza. Kürtler arasında iki
çizgiden söz ediyorsunuz. İmralı’da
“Kürt meselesi” müzakere edildiğini ve
bunun sonucunda çözüme varılacağına
inananlar; bütün bunların, Kürt hareketinin “Türkiyelileştirilmesi”, Kürt
sorununun sürdürülebilir bir kriz şek-
Bir süre önce Türk başbakanı Tayip Erdoğan CNN Türk’te “İmralı süreci”nde
nelerin “müzakere” edildiğini açıkladı. Erdoğan üç şeyden söz etti; “Öcalan Ergenekon’a bağlıydı, şimdi bizim
adamımız oldu, artık ne desek onu yapıyor. Bunun karşılığında biz de onun
cezaevi şartlarında ufak tefek iyileştirmeler yaptık. Bunun dışında aramızda
herhangi bir pazarlık söz konusu değil.”
Öcalan’ın cezaevi şartları ile ilgili yapılanlar ufak tefek iyileştirmelerden daha
iyi şeyler. Otuz yıllık savaştan sonra
Kürtlerin kazanımı da bu olacak galiba.
Kürtlerin Türkiyelileştirilmesi, Kürt
meselesinin sürdürülebilir bir kriz şeklinde idare edilmesi fikrine gelince. Bu
yeni bir şey değil. TC’nin kurulduğu
günden beri yürürlükte. PKK’nin çıkarılmasının esas nedeni bu. “Düşük
yoğunlukta savaş”, “kabul edilebilir
düzeyde savaş” stratejisine bağlı olarak
bu proje yürürlüğe kondu. “Savaş” yerine “kriz” ikame edildi, adına da barış
dendi.
Hükümet ile Öcalan arasında varılan mutabakatın içeriği bilinmiyor.
BDP ve PKK’nin bile bu konuda tümüyle bilgi sahibi oldukları konusunda kuşkular var. Murat Karayılan,
“Erdoğan’ın bir çözüm projesi gerçekten var mı? Varsa nasıl bir çözüm projesi? Daha bilmiyoruz bunları…” diyor. BDP ve PKK gerçekten Öcalan’ın
söylediklerine iknalar mı? Yoksa Öcalan faktöründen dolayı söylenenlere
evet demek zorunda mı kalıyorlar?
Ortada Öcalan’dan başka bir şey olmadığı için insanlar bir şeyler var ama
bizden gizliyorlar zannediyor. Oysa her
şey ayan beyan. Türk başbakanı daha
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
önce birçok defa “Kürt meselesi” diye
bir şey olmadığını söyledi.
Kürdistan’a çekilecek o kadar. Dinlenme molası demek daha doğru.
Öcalan ile Said’i Nursi arasında birçok
benzerlikler var. İttihatçılar, daha sonra
Kemalistler Saidi Nursi’yi kullandılar.
Aralarındaki tek fark, Saidi Nursi başlangıçta samimi bir Kürt’tü, daha sonra
taraf değiştirdi. Taraf değiştirdiğinde
fikirleri gibi ismini de değiştirdi. Abdullah da taraf değiştirdi, ama Kürtlükten Türklüğe geçmedi (o hiç Kürt milliyetçisi olmadı, başından beri Türklerin
adamı) Türk yönetiminin iki büyük
gücü arasında yaptı bunu.
O kadar çok yalan söylüyorlar ki insanın doğru ile yanlışı ayırt etmesi
imkansız. Oslo görüşmeleri diye bize
yutturdukları şey aslında Hewlêr’de yapıldı. Onu izleyen görüşmeler de öyle.
Geçenlerde Türk medyası, Hewlêr’de
yapılan son bir görüşmeye Abdullah
Öcalan’ın da katıldığını yazdı. Doğru
olma ihtimali çok yüksek. Özal döneminden beri böyle. Özal’ın bir danışmanı, onun Güney Kürdistan’a gidip
Abdullah Öcalan’la görüşmeler yaptığını açıkladı. Kürtler, Özal’ın iyi adam
olduğu, Kürdistan meselesini çözmek
istediğine hala da inanırlar, ama o tam
bir sahtekardı. Özal Kürdistan’ı tamamen boşaltmak istiyordu. Büyük ölçüde
amacına da ulaştı.
Abdullah Öcalan’la PKK ve BDP arasında fikir ayrılığı olduğu iddiası bir
manipülasyon. Cengiz Çandar bu fikri attı ortaya. AKP’nin Genel Başkanı
Tayyip Erdoğan ile bu partinin il teşkilatının başkanı arasında ne kadar görüş
ayrılığı varsa, Abdullah Öcalan’la PKK
ve BDP arasında da o kadar var. Abdullah Öcalan daha TC’ye getirilmeden
PKK yeni konsepte göre dizayn edildi.
PKK içinde zaman zaman çıkan ayrık
otlar da dönem göre arada bir tasfiye
ediliyorlar. En son Sakine Cansız öldürüldü. BDP de hakeza.
Oslo görüşmelerinde bir sonuca varamayan AKP hükûmeti ile Öcalan ve
PKK’nin tekrar bir ucu yarı açık ‘süreç’ başlatmalarına neden olan bölgesel ve uluslararası koşullar nelerdir?
Oslo görüşmeleri, dediğiniz sürecin
bir önceki aşaması, ileri sürüldüğü anlamda bir başarısızlığa uğramadı. Test
mahiyetinde bir girişimdi o. Yukarda
da belirtiğim gibi, ortam tam elvermeyince geri adım attılar. Tabii ki her
zamanki gibi sorumluluğunu da PKK
üstlendi. Daha sonra projenin eksiklikleri tamamlandı ve yeniden uygulamaya kondu. Bu defa da istenen sonucun
alınmaması ihtimali var. O zaman bunu
yeni bir aşama izleyecek demektir. Ayrıca Türk devleti mümkün olduğu kadar
işi ağırdan almaya çalışıyor. Her şey o
kadar gönüllerine gidiyor ki, farklı bir
boyuta geçmeyi bir türlü içlerine sindiremiyorlar. O yüzden de uzattıkça uzatıyorlar. Bir yılda atılacak bir adımı, on
yılda atıyorlar. Kürtleri iyice canından
bıktırıp, Kürtlükten vaz geçirinceye
kadar bunu sürdürmek istiyorlar.
Ayrıca yapılan açıklamalara göre, “silahların gömülmesi” filan da söz konusu değil, PKK militanları Güney
PKK, BDP dışındaki Kürt kesimlerinin Öcalan’a yönelik iki temel önemli eleştirileri söz konusu. Birincisi,
Öcalan’ın tutsaklık koşullarından dolayı baş müzakereci olmasının yanlış
olduğu. İkincisi gerillanın otuz yıllık
mücadele sonucu hangi kazanımlarla
kayıtsız şartsız geri çekilmek zorunda
bırakıldığı. Bu eleştiriler konusunda
neler söylemek istersiniz?
Abdullah Öcalan dışarıda olsa, onun
Kürtleri temsil etmesini kabul mü edeceğiz yani? Hukukta temsilin şartları
bellidir. Bu, demokratik bir seçimle
tespit edilir. Ayrıca sınırsız bir yetki de
vermez. Gündelik tabirle temsilci, milleti satma yetkisine sahip değildir. Her
konuda olduğu gibi bu konuda da temsilciler, sınırları belli ve denetime tabi
bir yetkiye sahiptir.
Milli bir meselede müzakere iki çözüm
ihtimali üzerinde yürütülür. Bağımlı
milletin ayrılma hakkını kullanarak,
bağımsız devlet kurması ya da ayrılma
hakkını saklı tutarak, bir ya da birden
fazla milletle federal ya da konfederal
bir birlik içinde yer alması. Milli meselelerin çözümünde üçüncü bir ihtimal
yoktur.
Öcalan’ın Diyarbekir Newrozu'nda
okunan mesajında atıfta bulunduğu
“ortak tarih”, “misakı milli”, “Çanakkale ruhu” ve İslam’a vurgu yapan düşüncelerini içeren “yeni paradigmasını” nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kim olduğu, kime hizmet ettiği konu-
sunda Abdullah Öcalan yeterince açık
davrandı. Daha işin başında MİT’le
ilişki içinde olduğunu, ondan aldığı
paralarla PKK’yi kurduğunu söyledi
açıkça. Türk resmi ideolojisi ile ilişkisini de saklamadı. Bu nedenle, Öcalan
paradigma değiştirdi fikri yanlış.
Türk resmi ideolojisinin esas çizgisini
Türk-İslam sentezi oluşturmaktadır.
TC’nin kuruluşundan sonra jeopolitik
nedenlerle Türkler, kendilerine has bir
laisizm temelinde resmi ideolojinin revize edilmiş bir versiyonunu türettiler.
Kemalizm ya da Atatürkçülük dedikleri şey resmi ideolojinin bu yeni versiyonunu bir süre iktidarı tekelinde tutu.
Ancak 1950’de Demokrat Partisi ile
birlikte Türk-İslam sentezcileri yeniden iktidara geldiler. O günden bu güne
iktidar, resmi ideolojinin bu iki kesimi
arasındaki çekişmelere sahne olmaktadır.
Türk milliyetçiliğinin oluşumunda
(ideolojide ve pratikte) Kürtlerin önemli bir payı var. Ziya Gökalp, Süleyman
Nazif bunlardan ikisidir. Siyasi hayata
aktif bir Kürt milliyetçisi olarak başlayan Saidi Nursi tarafından ya da adına başlatılan Nurculuk hareketi günümüzde Türk-İslam sentezi hareketinin
omurgasını oluşturmaktadır. Apoculuk
da Türk milliyetçiliğinin Kürt versiyonudur. Rol icabı bugüne kadar dışlanan
Apoculuk yakın bir tarihte Türk milliyetçiliği panteonunda hak ettiği yeri
alacak. Abdullah Öcalan adına kaleme
alınan kitaplar Türk milliyetçilerinin
başucu kitaplarını arasında yer almaktadır.
Yukarda da belirttiğim gibi TC’de
resmi ideolojinin iki kanadı arasında
iktidar mücadelesi günümüzde bile
çekişmeli geçiyor. Kanatlar arasında
iktidarın el değiştirmesi, kaçınılmaz
olarak sistemin önemli bir unsuru olan
Abdullah Öcalan’ı ve PKK’yi de etkiliyor. Abdullah Öcalan, Kemalist akımın
kanatları altında doğup büyüdü. İktidarın el değiştirmesinden sonra resmi
ideolojinin iki kanadı arasında yaşanan
gerilimin bir benzeri de AKP ile Abdullah Öcalan ve PKK arasında oldu.
Son on yıl yaşanan AKP-PKK çatışması, Türk resmi ideolojisinin iki kanadı
arasındaki çatışmanın Kürdistan boyutunu oluşturuyordu. Nihayet Abdullah
Öcalan ve ona bağlı olarak PKK, Türk
başbakanının tabiriyle “hidayete erdi”
ve böylece gerilim de son buldu. Türk-
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İslamcıların bu ikinci büyük zaferidir.
Öcalan da ilk defa taraf değiştirmiyor.
Geçmişte de iki kanat arasında bir gelgidi var. Öcalan, Türk milliyetçiliğinin
her kılığına girdi, ama Kürt milliyetçisi
hiç olmadı.
Öcalan merkezli PKK ve BDP ile sürdürülen Kürt sorununun olası çözümüne ilişkin müzakerelerde bunun dışında kalan diğer Kürt örgütleri, sivil
toplum kuruluşları, Ermeni, Süryani,
Alevi ve kanaat önderleri temsilcilerinin bu sürecin içinde aktif yer almaları, sürece dahil olmaları gerekmiyor
mu? Gerekiyorsa bunun mekanizmaları nasıl oluşturulmalıdır?
Kürdistan meselesi çözüm bulduğunda
bütün mağdurların önü açılacak. İslam dünyasında gayri Müslimlerin en
korkusuzca yaşadıkları ve haklarının
teminat altına alındığı tek yer Güney
Kürdistan. Gelecekte Kürdistan’ın diğer parçalarında da öyle olacak.
Alevilerin durumu bir parça karışık.
Yukarda onlarla ilgili bir iki şey söyledim; bir kaç şey daha ilave etmek istiyorum. Türk Alevilerinin rejimle bir
problemi yok. Ayrıca onların Aleviliğinin ciddiye alınır bir yanı da yok. Mağdur olan Kürt Aleviler. Ayrıca Kürtler
içinde de en çok mağdur olan kesim onlar. TC devleti Müslüman Kürtlere bir
sopa vuruyorsa, Alevi Kürtlere iki sopa
vuruyor. Bazı Aleviler, Kürt oldukları halde Kürt düşmanlığı yapıyorlar.
Türklere yaranıp, belki bu sayede bir
şey elde ederiz diyorlar, ama yanılıyorlar. Aleviliği Kürtlükten ayırmak tarihi, etnik ve kültürel hakikatlerle bağdaşmıyor. Ayrıca bu, onların çıkarları
ile de bağdaşmıyor. Renan, “Kendisini
millet olarak his eden her topluluk millettir” diyor.
Yukarda sözünü ettiğim nedenlerle,
Alevilerin, ayrı bir millet olarak tarif edilmelerine itiraz etsem de, ilerde
yapılacak bir referandumda ayrılmaya
karar vermeleri halinde buna karşı çıkmam. Buna hakkım da olmaz zaten.
Ancak reel politik durum çok farklı.
Aleviliği bir din olarak kabul ettirmek,
Kürtlerin millet olarak kabul ettirmekten daha zor. Hatta imkansız. Aleviler
Kürtlükten ayrılırlarsa, Aleviliği de
terk etmek zorunda kalacaklar. Alevilerin önünde iki yol var. Yezidiler gibi,
kadim Kürt inancının ve kültürünün
saygın bir kalıntısı olarak, özerk bir
statü ile bağımsız ya da federe Kürdistan içinde yaşamak ya da Türk-İslam
içinde yok olup gitmek. Tercih kendilerinindir elbet.
Kürt ulusunun özerk, federe veya bağımsız bir siyasal statüye kavuşmadan
Ortadoğu’da kalıcı bir barış istikrarın
sağlanması mümkün müdür?
Barış ve istikrar izafi kavramlardır.
Lozan’dan sonraki durum da bir anlamda barış ve istikrar olarak tarif edilebilir. Ancak dünya değişti Lozan’la tesis
edilen “barış ve istikrar” artık işe yaramıyor. Yeni bir barış ve istikrar ihtiyaç
var. Bu, yeni çatışma ve istikrarsızlıkları da beraberinde getirecek.
İki kavram arasında diyalektik bir ilişki var. Kainatın ve insanın cevherinde
olan bir şey bu. Barış ve huzur insanlığın ezeli ve ebedi idealidir. Güzel bir
ideal ve bunun mutlaka canlı tutulması
gerekiyor. Aksi taktirde insanlık var
olma heyecanını ve gerekçesini yitirecek.
Bu bağlamda insanlığın acil yapması gereken şey, aralarındaki ihtilafları
savaş noktasına vardırmadan çözmek.
Savaş büyük yıkımlara neden oluyor.
İnsanlık savaşa son verebilirse en büyük idealini gerçekleştirmiş olacak.
Ancak savaşı, insan doğasının vaz geçilmez bir özelliği olduğunu söyleyenler de var. Benim neslim savaş içinde
doğdu, savaş içinde göçüp gidecek ve
ne acıdır ki bu daha uzun bir süre böyle
devam edecek.
Şu anda Kürtlerin bu felsefi problemlerle kafalarını meşgul edecek ne zamanları, ne de imkanları var. Onların
yapması gereken, sağa sola sapmadan,
bu savaş-barış, istikrasızlık-istikrar
ortamında yolunu bulup bağımsızlıklarını elde etmek olmalıdır. Ondan sonra
Allah kerim; insanlığın çıkarları neyi
gerektiriyorsa o yapılacaktır.
Kürtler, eğer hükümet samimi ise müzakerelerin sadece MİT-Öcalan görüşmeleriyle sınırlı kalmaması, meclisin de sürece dahil olmasını istemekte.
İktidar, Kürt sorununu resmiyette
belgelendirmeden, muhataplığı resmi
olarak kabul etmeden hala Kürtlerin
varlığını suya yazılmış kelimelerle telaffuz etmiyor mu? Yeni anayasa tartışma ve önerilerini, “Akil İnsanlar
Grubu” oluşumunu da dikkate alırsak
sürece ne kadar umutla bakabiliriz?
Hükümet samimi, hem de çok samimi.
Atacağımız bütün adımları açılım sürecinde attık, “Kürt meselesi diye bir
mesele yok diye” bas bas bağırıyorlar.
Buna rağmen Kürtler kendi kendilerine
gelin-güveyi oluyorlar.
“Kürt sorununun resmiyette belgelenmesi”ne gelince. Türkler sadece verdikleri sözlere değil, yaptıkları antlaşmalara da sadık kalmamakta şöhret
sahibidirler. Tanıyacakları hakların
milletlerarası güvence altına alınması
gerekir diyeceğim, ama Lozan Antlaşması ile hakları güvence altına alınan
gayrimüslim azınlıkların başına gelenleri hatırlayınca, bunun da çözüm olmayacağı aşikar. Ayrıca bu nedenle de
doğru olan Kürtlerin ayrılmalarıdır.
Her şeye rağmen günümüzde Kürtler,
geçmişte olduklarından daha iyi bir
durumda. Gelişen teknoloji sayesinde
seslerini duyurabiliyorlar. Ayrıca gerçekler bütünüyle ve uzun süre gizlenemiyor. Kürtler, kendilerine kurulan
tuzakları eninde sonunda aşarak, varlıklarının tek teminatı olan Bağımsız
Kürdistan Devletini kuracaklar, bundan şüphe edilmemelidir. Türkler yaklaşık bir yüzyıl boyunca eritemedikleri Kürtleri bundan sonra eritemezler.
Çok yakın bir gelecekte Kürdistan’da,
yüzyıldır yapılan zulümlere tepki olarak, çok katı bir Kürt milliyetçi dalgası yükselecek. Türkler akıllı bir millet
olsalardı, ihtilafı bu noktalara vardırmazlardı. Boşuna kendilerine “Etrakê
bêidrak” dememişler anlaşılan.
Akil adamlar... Sedası kulağa hoş gelen
bir söz… Bu kadar aptal insanın yaşadığı bir dünyada akil olmaktan daha
güzel ne olabilir ki! Bu akil adamlardan bazılarını yakından tanıyorum,
çoğu savaştan besleniyor. TC ile PKK
arasında bir yerde durarak, iki tarafı da
idare ediyorlar. Bu sayede bir o taraftan
bir bu taraftan nasipleniyorlar. “Kürtler
Vadisi” dizisinde onlara da nihayet bir
rol verildi. Sahte savaşın sahte barışçıları.
cetin.ceko@gmail.com
Kaynak:
http://blog.radikal.com.tr
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ergenekon ve Ermeni soykırımı
Komitesi’nin faaliyetleri soruşturulmaktadır. Zaten ‘Ergenekon’ soruşturması da işte budur.”
Dikkatten kaçıyor, unutuluyor oysa altının çizilmesi şart: Ergenekon davası
ile Ermeni soykırımı üzerine özgürce
konuşabilme arasında doğrudan bir
bağ vardır. Eğer bugün Ermeni soykırımı üzerine açık ve rahat konuşabiliyorsak, bunun önemli nedenlerinden
biri, Veli Küçük ve ekibinin tutuklanması ve Ergenekon yargılamalarıdır.
Elbette, Hrant Dink cinayeti ve cinayete verilen toplumsal tepkiyi de buna
eklemek gerekir. Ama cinayet ve gösterilen tepki de zaten Ergenekon ile
Ermeni soykırımı arasındaki doğrudan
bağa işaret ediyor. Bu bağı anlamadan
Ergenekon yargılamaları konusunda
doğru bir kanaate ulaşabileceğimiz
zannetmiyorum.
Hatırlatmak isterim. Ergenekon, amacı
sadece birtakım siyasi cinayetler düzenleyerek, darbeye zemin hazırlamak
olan sıradan bir terör örgütü değildi.
Aynı zamanda kitleselleşmek de isteyen bir siyasi hareket idi.
Her siyasi hareket, çok önemli gördüğü
bir kaç konuyu merkezine alır ve kendisini esas olarak bu konular etrafında
tanımlar. Bu konulara uygun politik
faaliyet içine girer ve bunlarla anılır.
Peki, Ergenekon, siyasi hareket olarak,
ağırlıklı hangi konuyu politik faaliyetinin merkezine koymuştu? “Asılsız
Ermeni soykırım iddiaları.” Bunun
Nitekim açıklanan kararda, Doğu Perinçek ve Ferit İlsever başta olmak
üzere Talat Paşa Komitesi üyelerinin
ağır cezalar aldıklarını görüyoruz.
Ergenekon soruşturmaları ve Ermeni
soykırımı arasındaki ilişkiye bir başka kişi daha dikkatimizi çekiyor: Veli
Küçük.
Prof. Dr. Taner Akçam
için öncelikle kimlere karşı savaş açmıştı: Hıristiyanlar ve Hrant Dink’e...
Kimleri kendisi için sembol olarak
seçmişti? Ermeni soykırımının mimarı
Talat Paşa ve tehcir sırasında işlediği
cinayetler nedeniyle 1919 nisanında
İstanbul’da idam edilen Boğazlayan
Kaymakamı Kemal’i.
Bu amaç doğrultusunda yaptıkları siyasi eylemleri hatırlayın: “Ermeni
soykırımı uluslararası bir yalandır”
sloganı altında, sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da Ermeni düşmanlığını örgütlemek. Bunun için Talat Paşa
Komitesi kurdular. Lozan’da 2005’te,
Berlin’de 2006’da ve tekrar Lozan ve
Paris’te 2007’de Ermeni soykırımı iddialarına karşı Talat Paşa Harekâtı
ve Yürüyüşü adı altında gösteriler düzenlediler.
Talat Paşa Komitesi kurucu üyelerinin
önemli bir kısmı Ergenekon davasında
tutuklandı. Soruşturmalarda, sanıklara sorulan sorular arasında Talat Paşa
Komitesi ve eylemleri önemli bir yer
tuttu. Tutuklulardan Komite Genel
Sekreteri Ferit İlsever verdiği bir röportajda kendisine sorulan 49 sorudan
17’sinin Talat Paşa Komitesi ile ilgili
olduğunu söyledi. İlsever, “‘Ergenekon Terör Örgütü’ örtüsü altında”
yapılan soruşturma ve yargılamaların
“Ermeni soykırımı’ yalanına karşı”
verdikleri mücadele nedeniyle olduğunu savundu.
Sorgusunda da bu görüşleri dile getirdi: “Kimse kimseyi kandırmasın.
Burada resmen ve alenen Talât Paşa
Küçük’e göre, Ergenekon yargılamaları, 1919’da Ermeni soykırımı nedeniyle
yapılan İttihatçı yargılamalara benzer.
Kendi durumu ise, 1915’te işlediği suçlar nedeniyle 1919 nisanında idam edilen Boğazlayan Kaymakam Kemal ile
aynıdır.
Nitekim, Ergenekon’un bir diğer önemli siyasi eylemi Boğazlayan Kaymakamı Kemal için anma toplantıları düzenlemekti.
Perinçek, Küçük ve Kerinçsiz ekibinin tutuklanması ile birlikte bu anma
toplantıları da bitti.
Ergenekon örgütünün siyasal faaliyetleri ve Ermeni soykırımı ile bağlantısı
gerçekten üzerinde durmayı hak edecek bir öneme sahip! Bu konuyu ele
almaya devam edeceğim.
Kaynak: Taraf Gazetesi
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Sivaslı Ermeni aile, arazisi
için dava açtı
Öcalan İmralı'ya
3 gazeteci istedi
MİT heyetinin KCK’nin “çekilmenin
durdurulduğuna” ilişkin açıklamasından hemen önce İmralı’da Abdullah
Öcalan ile görüştüğü belirtildi.
Öcalan, sürecin başından beri talep
ettiği Kandil ile doğrudan iletişim
kanallarının devreye girmesi talebini
tekrarladı ve sesini kamuoyuna duyurabilmek için hükümetin belirlediği 3
gazeteci ile görüşmek istediğini söyledi.
Milliyet ve Vatan gazetelerinde yer
alan haberlere göre, MİT heyetinin
KCK’nin “çekilmenin durdurulduğuna” ilişkin açıklamasından hemen
önce İmralı’da Abdullah Öcalan ile
görüştüğü belirtildi.
Sivas Ulaş ilçesi Çatalpınar Mevkii’nde
yer alan ve Hamurkesen olarak bilinen
bölgenin kendilerine ait olduğunu öne
süren Ermeni 3 kardeş, ‘Tapunun haksız
ele geçirildiği’ iddiasıyla Sivas 2. Asliye
Hukuk Mahkemesi’nde dava açtı.
‘Tapunun haksız ele geçirilmesi’
Arazilerine 1870 yılında Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olarak el
konulduğunu savunan Hamurkesen Ailesi, yaklaşık 20 milyon lira değer biçilen ve bir bölümüne devlet üretme çiftliği kurulan 50 bin dönümlük arazi için
açılan dava açtı. Milliyet gazetesinden
Esra Alus’un haberine göre, ailenin avukatlığını üstlenen Hikmet Güngör, can
güvenliği endişesi nedeniyle aile fertlerinin kimliklerini gizli tutmak istediğini
söyledi.
Sivas 2. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından 9 Mayıs 2013 tarihinde kabul
edilen dava kayıtlara ‘Tapunun haksız
ele geçirilmesi’ olarak geçti. Mahkeme
davanın kabulünün ardından davacıların
tapu, askerlik ve babalarının mezarlık
kayıtlarını talep etti. Avukat Göngör ise,
1915 tehciri nedeniyle ölüm kayıtlarına
ulaşmakta güçlük çektiklerini anlattı.
Güngör, “1915 yılında ailenin büyük
kısmı kaybolmuş bu nedenle mezarları
da yok. Ancak mahkeme Hamurkesen
Ailesi’nin kayıtlarını da istedi. Araştırma yaptık bazı mezarlara ulaştık ama
o dönemde pek çok Ermeni gibi bizim
müvekkillerimizin de aile büyüklerinin
mezarları yok” diye konuştu.
Tutanaklarda isimleri vardı
‘Davaya anlam veremedik’
Aile fertlerinden V. Hamurkesen’in konuyu 2000 yılında kendisiyle paylaştığını anlatan avukat Güngör, “Ne zaman
bir araya gelsek Sivas Ulaş’ta büyük
arazileri olduğunu söylerdi. Ancak 1870
yılında ellerinden alınmış olan topraklar
için yapılacak bir şey olmadığını düşündüğümüz için harekete geçmemiştik.
Bir gün ellerinde Sivas haritasıyla çıkageldiler. Haritada soyadlarıyla görünen bir yer vardı. Görünce ilgilendim ve
araştırmaya başladım. Ulaş’ta ilk Tapu
Müdürlüğü’ne gittim. Tapuda ailenin
soyadlarıyla geçen bölgenin kadastro tutanaklarına ulaştım. 10 binlerce dönüm
arazi ailenin adına kayıtlıydı. Ancak yitik kişiler sebebiyle devlet adına tescil
edildiğini gördük. Daha sonra da dava
sürecine başladık” dedi.
Açılan dava üzerine Hazine de avukatlarını görevlendirerek ve davanın reddini
isteyen dilekçesini mahkemeye sundu.
Hazine avukatları yapılan başvurunun
tamamen haksız ve hukuki dayanaktan
yoksun olduğunu belirterek zamanaşımı
iddiasında bulundu. Dilekçede, “Davanın kadastro tespit tarihi olan 1972 yılı
dikkate alındığında neredeyse 40 yıl
sonra haksız yapılan kadastro işlemi nedeniyle tazminat davası açmalarına anlam verilememiştir. Tapu maliki murisin
mirasçılarından bir kısmının İstanbul’da
yaşıyor olması böyle bir dava açılmasını
haklı göstermez” dendi.
http://agos.com.tr/haber.
php?seo=sivasli-er meni-aile-arazisiicin-dava-acti&haberid=5652
ÖCALAN ÜÇ GAZETECİYLE GÖRÜŞMEK İSTEDİ
İddiaya göre, Öcalan, sürecin başından
beri talep ettiği Kandil ile doğrudan
iletişim kanallarının devreye girmesi
talebini tekrarladı.
Sürecin ilerletilmesi için örgüt yöneticileri ile görüşmesi gerektiğini söyleyen Öcalan ayrıca MİT heyetine,
hükümetin belirlediği 3 gazeteci ile
görüşmek istediğini söyledi.
KCK’nın açıklamasından sonra gözler
BDP heyetinin İmralı ziyaretine çevrilirken, MİT heyetinin yeniden adaya
gidebileceği ifade edildi.
BDP HEYETİ BU HAFTA GİDEBİLİR
BDP heyetinin görüşme talebi konusunda ise Adalet Bakanlığı yetkililerinin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
ile görüşeceği, BDP heyetinin bu hafta
sonu İmralı’ya gitmesinin ağırlık kazandığı öğrenildi.
ÖCALAN NE DİYECEK?
Öcalan’ın İmralı’da BDP heyeti aracılığıyla Kandil’e ileteceği mesajların
çözüm sürecinin geleceği açısından
kritik olduğu konusunda görüş birliği olduğu belirtiliyor. Öcalan’ın 17
Ağustos’ta BDP heyeti ile yaptığı görüşmeden sonra verdiği mesajda konumunun araçsal olmaktan çıkarılmasını isteyerek “stratejik konum” talep
etmesi de ortaya çıkan yeni tabloda
önem kazanacak.
http://www.ilkehaber.com
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kürtçe
lazımsa onu
da devletimiz
konuşur!
Ali Topuz
Anadolu Ajansı Kürtçe haberler geçecek, TRT Kürtçe televizyon yayını
yapıyor. Güzel. Fakat 'Kürtçe eğitim
öğretim' kabul edilmiyor. Bu da tüm
'açılım'ları aslında terse çeviriyor.
Bülent Arınç, AA nın Kürtçe yayına
başlamasının yararlarını anlatıp, Hayırlı olsun dedi.
Anadolu Ajansı, kısaca AA 1 Eylül
2013’te Kürtçe yayına başladı. İngilizce, Arapça, Boşnakça, Sırpça ve
Rusça’dan sonra altınca dil; Türkçe hariç tabii. Ser seran ser çavan! Bir ajansın Kürtçe yayın yapması iyi. Bir devlet
ajansının yapması daha da iyi. Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin yapması çok
daha iyi.
İyi iyi de tuhaf az. Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç’ın (Evet, bir iki yıl önce
Kürtçenin medeniyet dili olup olmadığını soran Bülent Arınç’ın) sözlerini
aktararak, nesi tuhaf, bakalım. Radikal’deki haberden:
“AA’nın bu yayınıyla birlikte, özellikle
çevre ülkelerde bulunan ve Kürtçe yayın yapan medya organlarının, Türkiye
ve dünya ile ilgili haberleri en sağlıklı
bir şekilde alabileceğini, yine çevre ülkelerde Kürt nüfusunun yoğun olarak
bulunduğu ülkelerdeki haberlerin de
Anadolu Ajansı aracılığıyla dünyaya
sağlıklı bir şekilde yayılmış olacağını vurgulayan Arınç, şunları kaydetti:
AA Kürtçe yayınıyla tıpkı Balkanlar’da
Boşnakça, Ortadoğu’da Arapça yayınlarımızda olduğu gibi çevre ülkelerdeki Kürt nüfusuylav Kürt kardeşlerimizle ve oradaki kamuoyuyla Türkiye
arasında güçlü bir köprü oluşturacak.
Bu haberler aracılığıyla Türkiye’yi ve
Türkiye’nin zenginliklerini tanıtma fırsatıc bulacağız. AA’nın bu bölgelerde
Türkiye’ye yönelik güçlü bir kamuoyu
oluşturacağını da düşünüyoruz. Bu nedenle projede emeği geçen tüm Anadolu Ajansı çalışanlarını tebrik ediyorum.
Anadolu Ajansı’nın ilerde daha da güçlü
olacağına ve tüm dünyaya Türkiye’nin
sesini duyuracağına inanıyorum. Hayırlı olsun.”
Gelişme gelişmedir!
Elbette, hayırsız olsun diyemeyeceğiz.
Arınç’a, “Bakalım Kürtçe medeniyet
dili midir” sözlerini de hatırlatacak
değiliz, kendi sorusunu kendi cevaplamış oldu: En azından Ortadoğu’da
“Türkiye’ye yönelik güçlü bir kamuoyu
oluşturacak” kadar işe yarar bir dil olduğunu kabul ettiğine göre, kuşkuları
giderilmiş olmalı. Gelişme gelişmedir.
İşin tuhaflığına geçmeden önce, TRT
Şeş’i de hatırlayalım: TRT Şeş, devletin ilk tam günlük Kürtçe TV kanalı.
Daha önceki beş on dakikalık yayından
tam güne geçiş hayli ses getirmiş, tartışılmıştı. Şimdi durum şu: Okullardaki
‘seçmeli Kürtçe’ dersin yanı sıra devlet
hem tam gün Kürtçe televizyon yayını
yapıyor, hem de dünyaya, Türkiye’ye ve
yavru vatana Kürtçe haberler geçiyor.
“Kürtçeye vurulan yasak kalkıyor.
Prangalar birbir sökülüyor” diyebilir
miyiz? Bir perspektiften diyebiliriz,
devlet perspektifinden. Fakat bu perspektiften bakınca tuhaflık daha da belirginleşiyor: Devlet Kürtçe konuşuyor,
TRT Şeş’le. Devlet Kürtçe yayın yapıyor, AA ile. Devlet ‘seçimlik ders’ veriyor, Milli Eğitim ile.
Sırasıyla bakalım
Seçimlik ders daha gündeme gelir gelmez İsmail Beşikçi güzel söylemişti
olan biteni, özetle: “Seçmeli ders, Türkler için iyi bir adım. Kürtler için değil.”
Mantık da basit: Bir yurttaş anadilini
seçmeli dersle öğrenecekse, seçmeli
ders dışında o dili bilmiyor demektir.
Biliyorsa, seçmeli dersin ona pek de
yararı yoktur. Kürt olmayan biri için
iyidir seçmeli ders, nan û av’ı öğrenir,
aç susuz kalmaz, Kürtlerle selam sabah
edip ekmek su isteyebilir ya da istendiğinde anlar. Hasılı, Milli Eğitim’in bu
‘hamle’si pek ‘Kürt açılımı’ karakteri
taşımıyor. Daha çok Türklere ya da işte
‘Kürt olmayanlara’ bir hizmet bu.
TRT Şeş’teyse tuhaflık şu:
‘Devlet’ Kürtçe konuşuyor, Kürtçe ya-
yın yapıyor. Tabii Kürtlere yapıyor ama
Kürtlerin kendisi bu yayını yapamıyor.
Demek ki TRT Şeş de ‘Kürt açılımı’ karakterini sınırlı biçimde taşıyor.
AA için de aynısı geçerli. Devletin
Kürtçe yayıncılıktaki adımları, şimdinin kötü adamları listesinde üst sıralarda yer alan ünlü valinin sözünü hatırlatıyor, uyarlarsak: “Türkiye’de Kürtçe
lazımsa, onu da devlet yapar!” (Şeş dahil TRT’ye bakınca AA’nın da Kürtlerin
siyasal kadrolarına ‘Terörist’ demekten
başka ne işe yarayacağını kestirmek
zor, ama ‘içerik’ meselesine hiç girmeyelim şimdi.)
Bu tuhaflık, hükümetin Kürtçe eğitim
öğretime bakışıyla birlikte, daha da netleşiyor: CHP ve MHP ile birlikte buna
karşı. Kürtçe eğitim öğretim olmayacaksa, çok değil, bilemediniz iki en geç
üç kuşak sonra Kürtçe Kürtler için ancak ‘seçmelik ders’le öğrenilecek hale
gelecek. O vakit AA da TRT Şeş gibi,
“çevre ülkelerdeki Kürt nüfusuyla, Kürt
kardeşlerimizle ve oradaki kamuoyuyla
Türkiye arasında köprü” oluşturur belki, ama başka da bir işe yaramaz.
Tarihin esnek tekerrürü
Bu hal, bu perspektif hiç yeni değil.
Halin kökleri, 1923-1939 arası aralıksız uygulanan resmi deyişle ‘temsil’,
yani ‘asimilasyon’, yani inkâr-imha
ve de nasyonalizasyon sürecindedir.
Sürecin temel belgelerinden ‘İnönü
Raporu’ndan: “… kolayca Türklüğe dönecek yerleri okutmak hatta Kürtlere
Türkçe öğreterek Türklüğe çekmek için
ilk tahsil ve onun iyi hocası çok müessir
vasıtadır. İlk tahsil için ayırma siyasası
yapılamaz.”
Halin düzeltilmesi, yani “çözüm”, o dönem yapılanların tersine çevrilmesiyle
mümkün; yapılanları ve sonuçlarını
devlet defterine kâr yazıp, bugün istense de yapılamayacak olanları listeden
çıkarıp, kalanla yola devam etmek, başlangıçtaki projenin tamamına ermesini
istemekten ne anlama gelir? “İlk tahsil
için ayırma siyasası yapılamaz” diyen
İnönü, ilk tahsilini iyi öğretmenlerin
elinden Türkçe görmüş Kürt’ün artık
o kadar da Kürt kalamayacağını iyi
biliyordu. ‘İlk tahsil’in 12 yıl olduğu
yerde, birkaç kuşak sonra sadece ‘çevre ülkelerde’ kalmış ‘Kürt kardeşler’e
hitap edecek kurumların açılım olarak
sunulması, ‘çözüm’ün yine Kürt’süz bir
aklın çözümü olarak dayatılmasından
başka yere çıkmaz. İnönü’ye durmadan
laf saydırarak da yapsanız, durulan yer
fazlaca değişmez.
Radikal
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
5 Eylül 1938:
24) BUZ FABRİKASI; (Günde dört
bin ton buz üretme kapasitesine sahip)
Muazzam bir
servet sahibi
olan Atatürk,
vasiyetini
yazdırdı
25) SODA ve GAZOZ FABRİKASI :
(Günde 3 bin şişe soda ve gazoz üretebilecek kapasitede.)
26) DERİ FABRİKASI :
27) ZİRAAT ALETLERİ ve DEMİR
FABRİKASI :
28) SÜT FABRİKALARI ;
8) 15 dönüm kuşkonmazlık
Biri Ankara diğeri ise Yalova'da olan
bu iki fabrika günde 30 bin litre süt
ve bir ton tereyağı üretme kapasitesinde.
9) 100 dönüm park ve bahçe
29) İKİ YOĞURT İMALATHANESİ;
10) 2 bin 650 dönüm çayır ve yoncalık
30) ŞARAP İMALATHANESİ:
11) 1.450 (bin dört yüz elli) dönüm
yeni tesis edilmiş orman.
Yılda 80 bin litre şarap üretme kapasitesine sahip.
12) 148 bin dönüm ziraata elverişli
arazi ve meralar.
31) DEĞİRMEN
Türkiye'de okula giden her çocuk,
Atatürk'ün pembe boyalı bir evde
doğduğunu bilir, küçükken kargaları
kovaladığını bile. Hatta "birdirbir"
oynarken ben eğilmem! diyerek oyunbozanlık yaptığını da öğrendik, ancak
örneğin Atatürk'ün muazzam bir servet sahibi olduğu gibi öğrenmediğimiz şeyler de var. Vasiyetinde taşınır
ve taşınmaz mallarını CHP'ye bırakan
Atatürk'ün serveti göz kamaştırıyor.
7) 27 dönüm 1.654(bin altı yüz elli
dört) ağaçlı portakallık.
Türkiye'de "mal varlığı" her zaman
üzerinde konuşulan bir mesele olmuştur. Bilhassa önemli "devlet adamlarının" sahip olduğu servet hakkında
daima çeşitli görüşler ileri sürülmüş,
fikirler yürütülmüştü. Devlet adamlarının en önemlisi olarak Mustafa
Kemal Atatürk de mal varlığının
dile düşmesinden muaf tutulmamıştı
elbette.
1938 yılında sağlığı iyice bozulan
Atatürk, 5 Eylül'de mutemedi ve
Çankaya Köşkü Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ı yanına çağırtarak,
mal varlığını tespit etmesini istedi.
Soyak'ın hazırladığı liste oldukça
uzundu:
13) 45 adet büyük ve küçük idare
binası ve ikametgâh, bütün mefruşat
ve demirbaşları ile beraber.
14) 7 adet 15 bin baş koyunluk ağıl
15) 6 adet Aydos ve Toros yaylalarında tesis edilen mandıralar.
16) 8 adet at ve sığırlara mahsus ahır.
17) 7 adet umumi ambar
18) 4 adet hangar ve sundurma
1) 582 dönüm çeşitli meyve bahçeleri
19) 4 adet lokanta, gazino, ve eğlence
yerleri, lunapark.
2) Çeşitlerde 650 bin fidan.
20) 2 adet çeşitli imalat yapan fırın.
3) 400 dönüm Amerikan Asma Fidanlığı. Burada 560 bin kök bağ çubuğu
21) 2 adet, çiçek ve süsleme nebatı
yetiştirmeğe mahsus yer.
4) 220 dönüm bağ. Burada 88 bin adet
bağ çubuğu vardır.
(Toplam Bina 51 adet)
5) 370 dönüm çeşitli sebze yetiştirmeye elverişli bahçe.
6) 220 dönüm 6 bin 600 ağaçlı zeytinlik
22) BİRA FABRİKASI :
(Yılda 7 bin hektolitre üretme kapasitesine sahip.)
23) MALT FABRİKASI :
32) İstanbul'daki bir çelik fabrikasının yüzde kırk hissesi.
34) Biri Ankara'da, diğeri Yalova'da
kurulu iki tavuk çiftliği
35) Yalova'da ki Çiftliklerde İKİ HUSUSİ İSKELE ve LİMAN TESİSATI
36) ÜÇÜ ANKARA'DA ve İKİSİ
İstanbul'da ‚'BEŞ SATIŞ MAĞAZASI'
nın bütün tesisat ve demirbaşları.
37) ORMAN ÇİFTLİĞİNDE;
Hususi sulama tesisatı,
kanalizasyon,Telefon tesisatı,elektrik
tesisatı, küçük beton köprüler, hususi
yollar, içme su tevziatı şebekesi.
38) YALOVA ÇİFTLİĞİNDE ;
Hususi Su tesisatı, telefon tesisatı,
elektrik tesisatı, küçük beton köprüler
ve yollar.
39) SİLİFKE TEKİR ÇİFLİĞİNDE;
hususi sulama tesisatı, beton köprüler.
40) Orman Çiftliğinde kurulu ÇİFTLİK MÜZESİ ve ufak mikyasta
HAYVANAT BAHÇESİ tesisatı.
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bunların işletme levazımı ve bütün
demirbaşları.
46) 35 Tonluk bir adet DENİZ MOTORU. Yalova çiftliğinde.
41) 13 BİN BAŞ KOYUN.Kıvırcık,
Merinos,Karagül,Karaman ırklarıyla
bunların melezleri.
47) 5 adet, Çiftliklerin nakliye
işlerinde çalıştırılan KAMYON ve
KAMYONET.
2) 443 BAŞ SIĞIR,Simental, Hollanda, Kırım, Jersey, Görensey, Hale p
yerli ırklarıyla bunların melezleri,yeni
üretilen Orman ve Tekir cinsleri.
48) 2 adet Çiftliklerin umumi servislerinde çalıştırılan BİNEK OTOMOBİLİ.
43) 69 BAŞ İngiliz, Arap, Macar,
yerli ve bunların melezleri KOŞUM
ve BİNEK ATLARI
44) 2 bin 450 BAŞ Tavuk, Legorn,
Rodayland ve yerli ırklar.
UMUMİ 'CANSIZ' DEMİRBAŞLAR
45) 16 adet TRAKTÖR, 13 adet
HARMAN ve BİÇER DÖVER MAKİNESİ ve bilcümle ziraat işlerini
görmekte bulunan Ziraat işlerini görmekte bulunan ziraat alet ve edavatının Tamamı.
49) 19 adet, Çiftliklerin umumi servislerinde çalıştırılan, binek ve YÜK
ARABASI.
(Kaynakça; İsmail Cem / Türkiye'nin
Geri Kalmışlığının Tarihi)
Atatürk vasiyetinde servetini belirli
koşullarla CHP'ye bırakıyor, kendisine yakın olan birkaç kişiye de maaş
bağlatıyordu. Yukarıdaki listeden de
anlaşılacağı üzere, Atatürk dönemin
sayılı büyük toprak sahiplerinden ve
fabrikatörlerindendi. İlk maaşı 28 liraydı, daha sonra 150 liraya çıkmıştı.
Cumhurbaşkanlığı maaşı 5.000, köşk
ödeneği 2.000 TL idi. İş Bankası'nda
nemalandırılan bu paralar, vasiyet
gereği CHP'ye aktarılmıştı.
On beş yıl süren cumhurbaşkanlığı
esnasında fazla bir harcama yapmayan Atatürk'ün hatırı sayılır bir
meblağ biriktirmiş olduğu elbette
düşünülebilir, ancak insan yukarıdaki
servetin kaynağını merak etmekten
kendisini alamıyor.
Maalesef Türkiye'de arşivlerin büyük
kısmı henüz araştırmacılara açık
değil. Halaçoğlu gibi bazı ırkçılar
tüm arşivlerin herkese açık olduğunu
söylüyorlar ama bu durum gerçeği
yansıtmıyor. Örneğin Milli Güvenlik
Kurulu Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Planlama Daire Başkanı
Tuğgeneral Tayyar Elmas, 26 Ağustos
2005'te Tapu Kadastro Müdürlüğü'ne
gönderdiği yazıda, Osmanlı Tapu
Arşivleri'nin Türkçeleştirilerek halka
açılması konusunda "buralardaki
bilgiler asılsız soykırım ve Osmanlı
Vakıfları mülkiyet iddiaları gibi konularda istismara yol açabilir" uyarısında bulunuyor, böylece arşivlerin halka
açılması konusu derhal rafa kaldırılıyordu.
1915 Ermeni Soykırımı esnasında oluşturulan "Emval-ı Metruke
İdaresi"nin kayıt defterleri de henüz
açıklanmış değil. Dolayısıyla Ermenilerin ve daha sonra Rumların gasp
edilen mallarının ve servetlerinin
üzerine kimlerin oturduğunu şimdilik
ancak tahmin edebiliyoruz.
Bildiğimiz bir şey varsa, o da Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nün 1915'te el
konulan bir gayrimenkul olmasıdır.
"Kasapyan'ların Bağı", yıllardır
Türkiye'nin cumhurbaşkanlarına resmi ikametgâh görevi görüyor.
Bütün bu arşivler, kayıtlar, defterler sonsuza kadar saklanmayacak.
Açıklandıkları zaman da bu devletin
temelinde hangi kanlı harcın bulunduğu, kimlerin cesetlere basarak
kanlı servetler edindiğini hep birlikte
öğreneceğiz.
Kaynak:
http://marksist.org/tarihte-bugun/12680--5-eylul-1938-muazzam-birservet-sahibi-olan-ataturk-vasiyetiniyazdirdi
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Aktaran: Sait Çetinoğlu
Genelge Bilgileri
Mübadil (değiştirilen), mütegayyip (kaybolmuş), mufarakat (terkeden) ve firari (kaçak) kişilerin taşınmaz malları.
T.C. BAŞBAKANLIK
TAPU VE KADASTRO GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
Yabancı İşler Dairesi Başkanlığı
Sayı: B.02.0.0014/3.00-0694
Konu: .......................
Ankara
MALİYE BAKANLIĞINA
GENELGE
........................................
İLGİ: 31.10.1983 tarih, 4-1-1-7/1456 sayılı genelge.
İlgi genelge ile; mübadil (değiştirilen), mütegayyip (kaybolmuş), mufarakat (terkeden) ve firari (kaçak) kişilerin
taşınmaz mallarının Devlete intikal ettiği, bu kayıtlar
üzerinden herhangi bir tapu işleminin yapılmaması ve
hiçbir bilgi, belge ve tapu kaydı verilmemesi gerektiği duyurulmuş olmasına karşın, Merkeze intikal eden olaylardan, bu konuda bazı aksaklıklar olduğu tespit edilmiştir.
Bilindiği üzere, 6 AĞUSTOS 1340 (1924) tarihinden önce
ülkemizden firar eden, kaybolan, ülkeyi terkeden, değişime tabi tutulan ve o tarihte taşınmaz malının başında
bulunmayan kişilerin gayrimenkulleri (aynı tarihte vaziyet kararı olsun veya olmasın) Devletin uhdesine geçmiş
bulunmaktadır.
Bu nedenle, bahsedilen nitelikte kişilere ait kayıtlar farklı
tarihlerdeki kanun ve kararnameler gereği işleme tabi
kayıt niteliğini kaybetmiştir. Tescil işlemleri tamamlanmamış olsa dahi tescilsiz iktisap şeklinde Devletin uhdesine geçen bu gayrimenkullerin eski malik ve mirasçıları
Medeni Kanunun 928 inci maddesine göre “ilgili kişi”
sayılamayacaklarından tapu kaydı verilmesi dahil, hiçbir
tapu işlem talebinin kabul edilmemesi gerekir.
Bu itibarla; yabancı gerçek ve tüzel kişilerin 1924 yılı ve
öncesine ait kayıtlar ile ilgili herhangi bir işlem talebinde
bulunmaları halinde, öncelikle kayıt maliklerinin mü-
badil, mufarakat, firari veya mütegayyip olup olmadığı
mahalli mülki amirliklere başvurularak araştırılacaktır.
Araştırma sonucunda kayıt malikinin bu kişilerden olmadığının anlaşılması halinde talep konusu Merkeze intikal
ettirilecek (Yabancı İşler D.Bşk.) ve talimata göre işleme
yön verilecektir.
Bahsedilen kişiler ile ilgili işlemlerde;
1) Gerçek veya tüzel kişilere, mübadil, mütegayyip, firari
ve mufarakat edenlere ait tapu kayıtlarına ilişkin bilgi
ve belge verilmesi de dahil tapu işlem taleplerinin hiçbir
şekilde karşılanmaması, taleplerinin Genel Müdürlüğe
yönlendirmesi için bilgi vermekle yetinilmesi,
2) Kadastrosuna başlanılacak veya devam eden çalışma alanlarında, sözü edilen kişilere ait tapu kayıtlarına
dayalı olarak kayıt malikleri ve halefleri veya zilyedliğe
istinaden bu kişiler adına herhangi bir tespit yapılmaması, bunlara ilişkin yer gösterme veya benzeri talebe bağlı
hiçbir işlemin karşılanmaması,
3) 6 Ağustos 1924 tarihi öncesi tesis edilen kayıtlarla
ilgili herhangi bir talep anında kaydın kadastroya tabi
tutulup tutulmadığı ile herhangi bir parsele uygulanıp
uygulanmadığının araştırılarak, uygulanmış ise revizyonlarının yazılması, herhangi bir parsele uygulanmamış ise
kaydın kapatılması,
4) Mahkemelerin kayıt örneği veya kaydın tespitine
yönelik taleplerinde, kaydın kadastroya tabi tutulup
tutulmadığının, tabi tutulmuşsa herhangi bir parsele
revizyon görüp görmediğinin ve malik veya mirasçılarının mubadil, mufarakat, firari veya müteğayyip kişilerden
olup olmadığının sicil ve belgelere göre araştırılarak, bu
hususlarda tespit edilen bilgilerin bir üst yazı ile ilgili
mahkemeye bildirilmesi,
Gerekmektedir.
Ayrıca, kadastro çalışmaları sırasında yabancı uyruklular
adına zilyedliğe dayalı gayrimenkul tespiti yapılmadan
önce konu Merkeze intikal ettirilecek (Yabancı İşler
D.Bşk.) ve verilecek talimata göre işleme yön verilecektir.
İlgi genelge yürürlükten kaldırılmıştır.
Bilgi edinilmesini, belirtilen esaslar dairesinde işlem
yapılmasını önemle arz ve rica ederim.
Prof. Dr. Şuayip ÜŞENMEZ
Devlet Bakanı
Dağıtım Gereği:
Valilik ve Kaymakamlıklar
Tapu ve Kadastro Bölge Müdürlükleri
Tapu Sicil Müdürlükleri
Kadastro Müdürlükleri
Bilgi:
Başbakanlık
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği
Adalet Bakanlığı
Dışişleri Bakanlığı
İçişleri Bakanlığı
Maliye Bakanlıgi
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir Kıbrıslının yeryüzünün lanetlisi olarak portresi
ya da bir enternasyonalistin Türkiye işçi sınıfına
ve tüm ezilenlerine mektubu!
Aziz Şah
Türkiye ve Kürdistan proletaryası! İşçi
sınıfı ve tüm ezilenler!
Kadınlar! Kardeşler! Yoldaşlar!
Dile kolay! Kıbrıs’ın işgalinin 39. yılı!
Kendimi bildim bileli askeri törenler,
nutuklar ve gittikçe daha çok küstahlaşan sömürgeci politikacılar! Kıbrıs’ta
doğup siyasete bulaşmamak, inkâr
edilen işgal ile işgal hakikati arasında
seçim yapmamak imkânsızdır. Eğer
şanslıysanız, enternasyonal çizgiye
ulaşma yolunda adımlar atarsınız. Bu
çizgide yürüyenlerle tanışırsınız. Yoldaşlarınız olur dünyanın dört bir tarafında. Bu mücadelenin tek bir ülkede,
adada, hatta yarım adada değil, koca
bir dünyada olması gerektiğini erkenden kavrarsınız. Enternasyonal’in
Dünya Devrimi Partisi demek olduğunu kavrayarak başlarsınız işe. Silah
ambarına dönmüş bir adada melankoli
ile emperyalizm arasına sıkışmazsınız.
Bu biraz da size kalmıştır, atacağınız
adımlara bağlıdır, en nihayetinde tercih meselesidir! Adanın boğucu ortamında, yurtsever solculuk ve milliyetçi işgal taraftarlığı arasında, aslında
birbirine çok uzak olmayan iki düşman kardeş kampın parçası olursunuz!
Ya da zor olanı, “en sonuncu kavgayı”,
yani enternasyonalizmi seçersiniz!
Yaklaşık on yıl önce siyasallaşan Kıbrıslı gençliğin bir ferdiyim. Erken yaşta sayılabilecek bir dönemde Türkiyeli enternasyonalistlerle tanıştım. AB
emperyalizmi ile milliyetçilik arasına
sıkışmış garip bir kuşaktan geliyorum.
O dönem Türk işgalinden kurtulmak
için AB’ye sarılan Kıbrıslıları, Türkiye
solu emperyalizmle işbirliği yapmakla
suçluyordu. Ama o Türkiye solu, Kıbrıs’taki Türk işgaline karşı çıkma cesaretini de gösteremiyordu. İşte ben bu
dönemde Türkiyeli enternasyonalistlerin, devrimci Marksistlerin varlığından haberdar oldum. Sungur Savran’ın
“Kıbrıs kimin malı ki!” başlıklı yazısını okuduğumda derin bir nefes almış-
tım. Başka türlü düşünenler de vardı
Türkiye solunda. Kıbrıslıları kaba bir
biçimde yargılamadan, önce kendi
devletinin politikalarına karşı çıkabilen Marksistler de vardı! O günden beridir, iyi-kötü o enternasyonalistlerle
yan yanayım.
Farklı deneyimlerden ve “tezgâhlar”
dan geçtikten sonra, bir kere enternasyonalist hatta ilerlemeye başladık… “TC’nin iki sömürgesi” olduğu
tezi ile TC’nin çifte sömürgeciliğine
karşı “Kıbrıs-Kürdistan Kongresi”
fikri ortaya çıktı. Kıbrıs’ın üzerimize
serptiği “yurtseverliğin ölü toprağı”nı
enternasyonal bir kanala nasıl akıtırız,
“ada esareti”nden nasıl çıkarız sorusu
hep vardı. Konuyu önce Sungur yoldaşa açtım. Coşkuyla karşıladı. Sonra o
sıralar yeni tanıştığım aksakallı devrimci Temel Demirer’e açtım konuyu
ve sordum: “İsmail Beşikçi sempozyumunu örgütleyen aydınlar destekler
mi?” Evet, desteklediler. Ak saçlı Ermeni sosyalisti Mahmut Konuk, ömrünü “gayri Müslimler”in hakikatlerini
araştırmaya adamış Sait Çetinoğlu,
resmi ideoloji ile savaşın neferi Fikret
Başkaya, “Sarı Hoca” İsmail Beşikçi
ve –ister “abla” deyin, ister “hoca”, ister “yoldaş” deyin- Sibel Özbudun ile
yollarımız kesişti bu kez.
Önce Ankara Kongresi, sonra İstanbul… Ankara Kongresi’nin toplandığı günün sabahında Egemen Bağış
“Kıbrıs’ı ilhak ederiz” demişti bir kere.
Kongre’nin de verdiği dinamizmle,
Ankara’daki Kıbrıslı öğrencilerle 1-2
gün içerisinde bir eylem örgütledik.
Açtık pankartımızı yürüdük. Öncesinde Ankara’daki bütün sol örgütlere, tek
tek gidip eyleme çağırmamıza karşın
sadece devrimci Marksist / Trotskist
gruplar yanımızdaydı! Demek ki ideolojik hattımız doğruydu… Kongre’ye
de eyleme de benzer bir “boykot” anlayışıyla yaklaşmıştı devrimci Marksizm dışı gruplar.
Ankara ile İstanbul’un farkını sorarsanız, boykotun dozu arttı, örgütlenme
sürecinde, kendimi bir Kıbrıslı olarak
hep daha fazla “Ermeni” hissettim.
Görmezden gelinen, yok sayılan, unutulmaya çalışılan, hali hazırda unutulmuş, “hallolunmuştur” denen bir
meseleyi hatırlatırken kapılar yüzüme
kapandığında hep daha fazla Ermeni
oldum! Kürtlerin yaşadıklarını, Ermenilerin de öldüklerini ispat etmeye
çalıştıkları bir coğrafyada Kıbrıs’ı mı
hatırlatacaksınız?
Devrimci bir avukat arkadaşım, duyuru ile ilgili bürokratik bir meseleyi
çözmemde yardımcı olurlar diye, beni
bir insan hakları kuruluşuna yönlendirdi. Taksim’in ara sokaklarında
mekânı zar zor bulduktan sonra içeri
girdim, derdimi anlattım. Tepeden sorular, yargılayan, sorgulayan, buz gibi
soğuk insanlar! Sanki de suç işliyorduk… Ya da, İstanbul’da da Ankara’da
da “sömürgenin sömürgesi mi olurmuş!” sözünü pek az duymadım.
Ankara’da biliyorduk, Kongre’den de
eylemden de herkesin haberi olduğunu. İstanbul’da bir yoldaş geldi, nere-
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ye gittiysem herkesin haberi var dedi.
Aradaki fark, görmezden gelmenin ve
boykotun dozu arttı!
Siz kalkıp, sömürgeden gelmiş, sömürgeci solun sosyal şovenizmini, 40 yıla
ulaşan sorumsuzluğunu, dayanışma
yoksunluğunu yargılıyorsunuz, kendi
kaderinizi tayin etmek istiyorsunuz.
Bir de üstüne üstük, bizim yaptığımız
gibi Üçüncü Enternasyonal’e katılım
koşulunu hatırlatıyorsunuz (8.Madde):
“Burjuvazisi sömürge sahibi olan ve
başka ulusları ezen ülkelerde, partilerin sömürgeler ve ezilen uluslar sorununda özellikle belirgin ve açık tavır
almaları zorunludur… Kendi emperyalistlerinin sömürgelerde giriştiği
oyunları teşhir etmek, sömürgelerdeki
her kurtuluş hareketini sırf sözlerle değil, eylemlerle de desteklemek, kendi
ülkesinin emperyalistlerinin bu sömürgelerden kovulmasını teşvik etmek,
ülkesinin işçilerinin yüreklerinde sömürgelerin ve ezilen ulusların çalışan
nüfuslarına karşı gerçekten kardeşçe
duygular yaratmaya yönelik bir eğitim
çabası sürdürmek… yükümlülüklerini
taşır.”
Kürtlerin büyük mücadelesi karşısında
bile hep sosyal şovenizme savrulan,
Ermenilerin uğradığı soykırıma susan,
diğer onlarca katliamı ve soykırımı
bilmezden gelen bir sömürgeci sola,
bir de Kıbrıs’ı hatırlatırsanız boykot
edilirsiniz!
Kongre’ye davet ettiğimiz Marksist
Bakış çevresinden Emre Başer, Marksistlerin Kürt sorununda barış sürecini desteklemesini barışın işçi hareketi
içindeki şovenizmi ortadan kaldırarak
mücadeleyi birleştirme eğilimi yaratacağı gerekçesiyle savundu.1 Bir de üstüne üstük dönüp Kıbrıs’ın nasıl “dar
ölçekli” bir mesele olduğunu anlattı.
Sömürgeci devletin Kürt sorununu çözeceği safdilliği ile sosyal şovenizmin
burjuva devletin doğasından çıktığını
görmezden gelerek, sosyal şovenizmin
kendiliğinden sönümleneceğini iddia
eden liberal beklenti içerisinde, üst
perdeden Kıbrıs’ın küçük bir mesele
olduğunu dile getirdi! Sebahat Tuncel
ise Kıbrıs’ta YKP kongresine katıldığını, Kıbrıs’ta çokça Atatürk heykeli
gördüğünde şaşırdığını söylemişti. Kısacası bize “Kıbrıs’tan bihaberim” diyordu. Türkiye’nin 40 yıla yakındır işgali altında tuttuğu coğrafyadan ve 60
küsur yıllık dış politika meselesinden
haberi yoktu. Kürt hareketi içerisinde
Sırrı Süreyya dışında pek Kıbrıs’ı bilen de yoktur zaten. Türk solunun sabıkaları ise malumunuz!2
Adanın yarısının Türk ordusu tarafından işgal edildiği, Rus burjuvazisinin ve Alman emperyalizminin Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinde çarpıştığı,
Rusya’dan sonra İsrail ve Fransa’nın da
“üs” talebinde bulunduğu, hali hazırda iki Britanya üssünün, ABD dinleme ve casusluk tesislerinin bulunduğu,
Alman ordusunun da çöreklenmeye
hazırlandığı “küçük ölçekli” bir mesele! Bizim hayatımız… En nihayetinde
Adana’da, Mersin’de büyük ayaklanmalar yaşandığı ve Sovyetler kurulduğu zaman, Sovyetleri bombalayacak
savaş uçaklarının havalanacağı batmayan uçak gemisi bir Kıbrıs. “Küçük
ölçekli” bir mesele! 21. yüzyılın ilk
aşkı Mısır devrimi henüz emperyalist
bir askeri müdahale ile karşılaşmamış
olabilir. Mısır tarihi ile Kıbrıs tarihi
iç içedir. Mısır’daki gelişmelere göre
Kıbrıs el değiştirmiştir. Britanya üslerinin kurulması da Süveyş Kanalı
savaşı iledir! Mısır devrimine karşı
askeri bir harekât düzenlenecekse o da
Kıbrıs üzerinden olacak.
En nihayetinde bir enternasyonalist de
olsam, toprağına basıp yükseldiğim,
kendimi oraya ait hissettiğim, görmezden gelinen, duyulmak istenmeyen,
üst perdeden akıl verilen, aşağılanan,
sömürgeci küstahlıkları yutan, “hallolunmuştur” denen bir lanettir Kıbrıs.
Yine bir gün “gel-git”lerle “yersizyurtsuz”luğa dönüşen enternasyonalizmimiz ortasında bir dar sokakta
Haluk Gerger’le tanıştım. Tanışır tanışmaz kucaklaştık. O gün ve ondan
sonraki her karşılaşmamızda “Anlat
Kıbrıslı kardeşim” diye cümleye başladı. İlk karşılaşmamızda 80’li yıllarda
Kıbrıs’ta bulunduğu sıralardaki anılarını anlattı. Niye artık gelmiyorsun,
diye sorduğumda, bizi davet eden eski
dostlar yollarını değiştirdi, işgalciye
hizmete başladı, demişti. Haluk hoca,
geçenlerde Kürt hareketinin Avrupa’daki gazetesi Yeni Özgür Politika’da
bir yazı yazdı “ilhakçı kişiliği” başlıklı.
Bir “sömürge tebaası” olarak hissettiklerimi bir Fanon, bir Memmi sadeliğinde dile getiriyordu Hoca. “Dışarıdan
gelip başkalarının yaşadığı topraklara
el koyarak hegemon-egemen konuma
gelen milletlerin, kendine özgü halleri vardır” diye başlıyordu sözlerine.
“Temelde, farkındalık... Sahiplenilen
toprakların önceden başkalarına ait
olduğu gerçeğinin ağırlığı... Bu, derin
bir korku ile birlikte seyreder. Kapitalizmin şafağında mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirdiklerinden duyduğu
korkuya benzer bir duygu...” diye devam ediyor. “Eski sahipler günü gelir
dönerlerse, hak talep ederlerse, geri
isterlerse... Zihinlerde sorular kıvranır
durur, kuşatılmışlık nöbetleri depreşir,
panik, kin, saldırganlık birbirine dolanır (...) Kendi mezarlığında korkudan
ıslık çalmaya başlar. Fetih törenleri,
marşlar, bayrak çekmeler, “en büyük
ben başka büyük yok” çalımları...
Kompleksler, korkular... Ve, fethi her
gün yeniden üretme, fethedilene kabul
ettirme, rahatlama ihtiyacı...”3
Mahmut Konuk, Sait Çetinoğlu, Sibel
Özbudun, Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi, Sungur Savran, Temel Demirer
ve Haluk Gerger’in isimleriyle karşılaştınız şimdiye kadar. Tümünün bir
ortak noktası var. Türkiye devrimci
hareketi içerisinde Kıbrıs’a dokunmaya cesaret eden ender aydınlar ve yoldaşlar onlar. DİP, parti programında
“Kıbrıs’a kendi kaderini tayin hakkını” Kıbrıslı enternasyonalistler gibi
savunan tek parti. Bu aydınlarla ve
yoldaşlarla en büyük karşılaşma sebebimiz bu “dokunma hali”!
Yetmiyor ama! İki yıllık bir KıbrısKürdistan Kongresi deneyiminden sonra, bu işin hamallığında, beden ve fikir
işçiliğini birleştirdiğimiz bu aydınlara
ve yoldaşlara rağmen bir Kıbrıslının
“Ermeni”liği artmışsa, bu yılın Mart
ayının başından beridir, Babacan’ı
Davutoğlu Çiçek’i ile Tayyip’in bütün
kabinesi, Orman Bakanı’ndan Enerji
Bakanı’na, her gün Kıbrıs’tan bahsediyorsa, bu gözü dönmüş devlet karşısında biz daha çok “Ermeniyiz” ve Onlar
“Ermeni meselesi hallolunmuştur”
demeye hazırlanan sömürgeciler! Kürdistan petrollerinden sonra Kıbrıs’ın
doğal gazı, madeni, petrolü ağızlarını
sulandırıyor! Boşuna mı demişiz çifte sömürgecilik diye? Levent (Dölek)
yoldaş, İstanbul Kongresi’nde vurgulamıştı: Türk burjuvazisine çifte sömürge de yetmiyor artık!
Yoldaşlar! Biliyor musunuz Mart ayın-
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dan bu yana sömürgeci küstahlığıyla
Babacan, Egemen Bağış, sınır tanımaz
Davutoğlu ne zaman sustu ve günlerce konuşamadı? 31 Mayıs ayaklanması
başlayınca sustular! Onlarca gün konuşamadılar. Bu haddini bilmezlere
haddini bildirdiniz. Ama bu burjuva
siyasetçileri dışında birilerine daha
ders verdiniz: Kıbrıs’taki Türk işgalini
AB emperyalizminin bitireceğini sanan sol liberallere de teorik tartışmalarla verilemeyecek bir ders verdiniz!
Kıbrıs işgalini, diğer işgalleri ve savaşları, bizlerin ayaklanmasının, “sürekli
savaşa karşı sürekli devrim” şiarının
bitireceğini gösterdiniz!
Bazılarınızın “Türk işgali” demem
“ulusal gururu”na mı dokunuyor?
Dinleyin o zaman… Türkiye Odalar
ve Borsalar Birliği (TOBB), TÜSİAD,
Ecevit Hükümeti ile TSK’nın ortak koalisyonu, Amerikan emperyalizminin
desteği ile bir askeri harekât başlattı.
Karaoğlanlaştırılarak Ecevit’in öne
çıkarılması bütün bunları örtmeye yetmiyor. Hükümet savaşa girerken patronlar iki şeye hazırdı: Kıbrıs’ın ilk(el)
birikim olanaklarına el koymaya ve
TOBB gibi savaşı fırsat bilerek milli
askeri sanayi için hükümete talepler
yönetmeye. Patronlar grevleri yasakladı, DİSK fazlasını yaptı: Yasaklanan
grevlerin yanında işçi maaşlarından
kesintiye gidilmesi, ordu için bağış ve
gönüllü orduya katılma kampanyası
yürüttü. DİSK işçi sınıfının uluslararası birliğine ihanet ederek sosyal
şovenizm zehrini sınıfın üzerine saçtı! Harekât bitti ve TÜSİAD haykırdı: Askeri harekât bitti sıra ekonomik
harekâtta! Kısacası yoldaşlar, Kıbrıs
işgali sizin “ulusal gurur”unuzla veya
size anlatılan “ulusal çıkar” yalanı ile
ilgili bir mesele değil: Bu, uluslararası
burjuvazinin bir parçası olan Türk burjuvazisi ile uluslararası işçi sınıfı arasında bir mesele. Bir savaş. Sömürgeci
bir sınıf savaşı, işgal harekâtı…
İşgalin 38. Yılı4, yani geçen yıl, Kıbrıs’taki egemen bloktaki, sömürgeci
Türk burjuvazisi ile Kıbrıs’ta faaliyet
yürüten yerli burjuvazinin arasındaki
anlaşmazlıkların, yani bloktaki çatlakların yamanmaya çalışıldığı bir
törendi. Bir yama töreniydi. 39. yıla
geldiğimizde ise, o yamanın tutmadığı, AKP’nin ve Türk sömürgeciliğinin
Kıbrıs’taki dikişlerinin attığı görüldü.
Yönetemiyorlar! Ama hâkim olmak
istiyorlar. Sınıf mücadelesi silkeliyor
onları, baskıyı artırmak zorunda kalıyorlar! Türk devletinin 60 küsur yıllık
resmi Kıbrıs politikası “Kıbrıs’ı İstirdat Projesi”dir! Yani, Kıbrıs’ı Geri
Alma Projesi! Yani, ilhak!
Bu satırları sizlere 20 Temmuz işgal
harekâtının 39. yılı “kutlama törenleri”
nin akşamında, gece yarısından sonra
sabaha karşı yazıyorum. Haber sitelerinin manşetlerine bakıyorum. Sosyal
şovenizm doruk yapmış! Türkiye’nin
Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Beşir
Atalay, yani Kıbrıs Sömürge Bakanı,
iki devletli çözümden bahsediyor! TC
burjuvazisinin temsilcileri yeniden ve
ısrarla aynı nakaratları tekrar ediyor.
Bu saatten sonra iki devletli çözüm
diye bir yol yok! Zaten o hayata geçirilmiş. Bu saatten sonra ilhakın adını
koyarsınız! Ordusu olmayan, işgal altında, kendi para birimi olmayan, kendi bütçesi olmayan, sırf devlet densin
diye sözde bir hükümet ve bir parlamentosu bulunan, kişi başına 3 asker
ve polisten fazla silahlı bekçinin düştüğü, 12 Eylül darbesi ile kurulmuş bir
devlet! Tek devlet olma vasfı, burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde baskı aracı
olması!
İlhak ihtimali hep vardır. Türk burjuvazisi KKTC parlamentosunu dağıttığını ve Kıbrıs’ı ilhak ettiğini ilan etmeyi şimdilik göze alamaz. Ama ilhak,
zaten pratikte yarı yarıya hayata geçirilmiştir!
Bugüne kadar devrimci Marksizm
dışındaki Türkiye soluna ve sendikalarına ne zaman gittikse hep başka
gündemleri vardı. Yoğundular. Kıbrıs’ı
baştan savdılar. Sizler, Haziran Ayaklanması sırasında genel grevden süresiz ve kesintisiz genel greve kadar
çeşitli çağrılarda bulundunuz. Bize
sırtını dönen sendikalar, size de sırtını döndü. Sendika bürokrasilerini silkeleyip sendikalarınıza sahip çıkacak
olan güç de sizlersiniz! Bu yüzden size
sesleniyorum. Sömürgeci küstahlıkta
ısrarcı olan politikacılarınızın sesini
ancak siz kesebilirsiniz! Bunu Haziran Ayaklanması’nda gördük! Bunun
da tek bir yolu var: İşçi sınıfının işçi
sınıfı olarak işçi sınıfı adına tüm ezilenler için bu ayaklanmanın parçası
olmasıdır!
Kürdistan’dan sonra Kıbrıs üzerine
bir doğal gaz-petrol açılımına, sosyal
şovenizmin yükseltilmesine, halkların
birbirine kırdırılmasına, işçi sınıfının
uluslararası birliğinin daha da parçalanmasına siz engel olabilirsiniz!
Kardeş halkları, Türk burjuvazisinin
çığırından çıkmış bu liderliğinin elleri
arasından siz söküp kurtarabilirsiniz!
“Gerçek devrimcidir” denir hep! Gerçek ısrarla savunulduğu zaman devrimcidir. Gerçek tek başına kaldığı zaman çürümeye başlar.
1. http://dip.org.tr/ulusal-sorun/
ii-kibris-kurdistan-kongresi-ciftesomurgecilige-karsi-enternasyonalizm
2 Türkiye solunun Kıbrıs politikasının bir değerlendirmesine buradan
ulaşabilirsiniz: http://dip.org.tr/uluslararasi/kibris-kurdistan-kongresienternasyonalist-bir-hatta-ilerlemek
3 http://www.kurdistan-post.eu/tr/siyaset/ilhakci-kisiligi-haluk-gerger
4 Geçen yılki törenler hakkındaki
değerlendirmemiz: http://dip.org.tr/
ulusal-sorun/kibrisin-isgalinin-38yildonumu-egemen-blokta-yamatoreni
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ulusal konger; ulus ve ülkenin birliği için
bağımsızlığa açılmalıdır!
Uzun bir süreden beridir, Ulusal Kongre’nin ihtiyaçları üzerine tartışılmakta idi. Bugün ise Ulusal Kongre’-nin
oluşturulması ve yürürlüğe konulması aşamasına geldik. Bu Kürdistan ve
Kürt ulusal demokratik ve siyasal tarihimizde çok önemli bir merhaledir. Alkışlamamak, coşku ile karşılamamak
mümkün değildir. Tabi böyle bir kurumlaşmanın ortaya çıkarılması kadar,
işlevini yerine getirmesini beklemek
de aynı coşku ve gönül rahatlığı içinde
karşılamak isteriz, zira gerçekleşecekler üzerinde titremek ve yanlışların yapılmamasını istemek sorumluluğunu
da yüklemektedir.
Tüm alanlarda geç kalmış, adeta tüm
dünya ulusları, ulusal kurtuluşlarını
gerçekleştirmiş ya da gerçekleştirmesi
an meselesi olan halklar (Filistin gibi)
devletleşirken, Kürtler halen Ulusal
Kongre üzerinden anlaşma tartışmaları, siyasal, sosyal, kültürel, eğitim
vb. gibi ayrı bir gecikmişliğe/geriliğe tekabül etmektedir. Ulusal Kongre
konusunu da bugüne kadar gerçekleştirmemiş olmak bir zafiyetimiz olarak
kabul edilmelidir. Bu açıdan gerçekleşecek Ulusal Kongre’nin başarısı için
dikkatlice üzerine titremek önemlidir.
Önem arz eder!
Kırk yıllık ulusal kurtuluş mücadelesinin başarması için özlem çekmiş biri
olarak, Kürdistan Ulusal Kongresi’nin
Kürt ulusunun ve Kürdistanlıların birlik ve özgürlük özlemlerine mazhar
olmuş, işlevli ve başarılı bir kongrenin
ortaya çıkarılması kadar önemli bir
durumu tasavvur etmek bile mutluluk
vericidir.
Kürdistan’da, siyaset sınıfının ulusal
Kongreye hazırlanırken, bazı olguları
dikkatten kaçırmadan yapması doğru
olacaktır. Bu böylesine bir örgütlemeyi
şimdiye kadar yakalayamamış Kürdistanlıların başarılı olmalarını sağlamak
için önemli ve paha biçilmez değerdedir.
Ayrıca “Kürt Ulusal Kongresi” yerine,
Kürdistan Ulusal Kongresi demek
doğru olacaktır. Çünkü Kürdistan’da
kongre ise ulusal kongre sayılamaz.
Ulusal Kongre, partilerin ulusal mücadele sonucunda kazanılmış hakları
paylaşma minvaline düşüp, hesaplar
bunun üzerinde değerlendirilirse eksik
ve yanlış yapılmış olur, mücadelenin
geldiği ve girdiği olumlu durumu da
heba etmiş olur.
Ahme t Önal
sadece Kürt ulusu homojen olarak yaşamamaktadır. Asurîler, Ermeniler,
Araplar, Farslar, Türkler, Azeriler,
Gürcüler vs. halklar da yaşamaktadır.
Bu kongre, onları da kapsaması gerektiği için kongrenin coğrafik isimle dillendirilmesi daha anlamlı ve demokratik olacağı kadar, Kürdistan isminin
kullanılmasındaki tabuyu ve vatansızlık diye adolunan makus talihimizi
yenmemizin işareti olarak da önem arz
etmektedir. . Dünya gözlemi açısından
da Kürdistan mücadelesinin omuzladığı demokratik ve özgürlük kavramının
içeriğinin doğru kavranması açısından
da anlamlıdır.
Kürtler; çok dinli, çok lehçeli, aşiret
yapıları tümüyle çözülmemiş, parçalanmış, bölüşülmüş ve uzun süreli soykırıma tabii tutulan bir ulus ve
sömürge koşullarından tamamı ile
Kurtulamamış bir ulustur ve ülkeleri
Kürdistan’dır.
Parçalanmış, bölüştürülüp paylaşılmış
Kürt ulusunun üzerinde yaşadığı ve
yine parçalanmış ülkeleri Kürdistan’ın
birleştirilmesini programlamayan bir
Ulusal Kongre, Ulusal birliğini de gerçekleştiremez. Parçalar arası sıcak ilişkiler elbette çatışmalı ve ya hiç ilişkinin olmadığı durumdan yeğdir. Ancak
bu sıcak ilişkiler bir ulusal birliğe tekabül etmez. Zira parçalanmış bir ulusun
birliğini, programsal olarak ülkesel
düzeyde ele almayan bir Ulusal Kongre, ulusal birliği hedeflemiş sayılamaz.
Ulusal birliği esas almayan bir ulusal
Ulusal Kongreye giderken, sömürgeci
devletlere karşı egemen olma yerine,
birbirlerine karşı egemen olmayı esas
hesapları haline getiren siyaset, ulusal
kongreye ve oluşumuna hizmet etmez.
Ulusal Kongre, Kürt ve Kürdistan ulusal Kurtuluş mücadelesinin, devletler
ve milletler arasındaki meşruiyetini
sağlama ve milletlerin onurlu bir üyesi
olarak kendisini tarif etmeyen bir Ulusal Kongre, kendisini ulusal meşruiyete oturtamaz. Bunun sağlanması için
de Kürtlerin bir ulus, Kürdistan’ın bir
ülke olduğu gerçekliğinde taviz vermeyen bir program ile ortaya çıkmak
can alıcı noktadır. Bu noktanın da sübuta ereceği yer, Kürdistan’ın Birleşmiş Milletler(doğru tanımı Birleşmiş
Devletler)e üye olmasından geçecektir.
Burada da devletleşmeyi savunmaksızın, Birleşmiş bu devletler ya da milletler içinde meşru bir siyasi erk olarak yer almanın mümkünü olabilir mi?
Bu olmayacağına göre, devletleşmeyi
programına almayan bir ulus ve ülke
için Ulusal Kongre oluşturmanın amacı ne olabilir ki?
Daha Ulusal Kongre’nin programı ortaya çıkmaksızın, Türk sömürgeci ve
soykırımcı sistemin Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu “Umarım Kürt Ulusal Kongresi bütünlük içinde amacına varır” demesi manidardır. Burada
eğer;
a)- Toplanacak Ulusal Kongre, Kuzey
Kürdistan ulusal mücadelesini silahtan
arındırarak savunmasız bırakmak,(Ki Güney Kürdistan Başkanı Sayın
Mesut Barzani Kongre’nin hazırlık
toplantısında, “Kürtler silahsız ve demokratik bir mücadele dönemine girmiş bulunmaktadır” demesi bu kanıyı
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
güçlendirmektedir. Ayrıca, PKK’nın
farklı kanalları silah dönemini tamamlamıştır vb.). Zira gelinen konjoktürde
Kürdistan Ulusal Kongresi’nin hedeflemesi gerekli programlardan biri de
Kürdistan güçlerinin daha sağlıklı ve
koordineli bir yapıya eriştirilerek daha
profesyonel bir konuşlanmayı Kürdistan sathını gözeterek ve esas alarak
oluşturmaları üzerinde durmalarında bir haksızlık ve yanlışlık olmadığı
gibi, gündemleştirmeleri de gerekir.
Rojava’daki durum açısında acil olduğu kadar, Kürdistan geneli için de bu
vazgeçilmez bir gerçektir. Devlet tepeden tırnağa silahlı iken “silahlı dönem
bitmiştir” demek doğru değildir.
b) Devletsizleşmeyi savunarak, her
parçadaki Kürtlerin işgal edilmiş sistem içine entegrasyonunu sağlamış
olarak, mini birkaç ulusal değil de, etnik kültürel hak ile sınırlandırılmada
anlaşılmış ise Ulusal Kongre’nin amacı daha farklı bir yere çekilir ki, Kürt
Ulus ve Kürdistan Ülkesinin Kurtuluşunu hedefleyen değil, köleliğini meşrulaştıran bir kongre olur ki, bunu hiç
düşünmek bile istemiyoruz!
Ulusal Kongre’nin; ulusun savunmasını, mücadelenin gereklerini ortaya
çıkarmak ve işgalci güçlere ayarlı bir
mücadele yerine, tüm parçalarda birliği esas alan ve onurlu ve bağımsızlıkçı
bir çizgiye oturtarak oluşturamazsa rolünü oynaması güçleşecektir.
Rojava’da da ortaya çıktığı üzere,
Kürdistanlıların egemen devletin demokratikleşmesini bekleyerek, özgürleşmesini ertelemek gibi bir yanlışa
girmesinin tehlikesi ortaya çıkmıştır. Kuzey Kürdistan’ın ya da Doğu
Kürdistan’ın özgürleşmesi için, Türk
ya da İran devletlerinin demokratikleşmesini beklemek, Kürt Ulusal
Kongresi’nin hedeflerini bu derece küçültmek, gelinen aşama itibarı ile kat
ettiği yolu görememek, Kürdistanı ve
çevrelediği konjonktürü sağlıklı okumamak olur. Zira Ulusal Kongre’nin
birinci görevi komşularının, dünyanın,
başkasının ihtiyaçlarına ve arzularına
göre değil, kendi özgürlük ihtiyaçlarını ve kendisini özne alarak, Kürt ve
Kürdistan’ın özgürleşme ihtiyaçlarını
öne çıkaran bir çizgi izleyemezse, kendisini adeta boşluğa bırakan ve güvensizliğe endeksleyen, gücünün ve yakaladığı potansiyeli görememe körlüğüne
düşer ki, bu 21. Yüzyılda yakaladığı
lehine koşulları itmek olur.
BDP Milletvekili
Gültan Kışanak
Kürdistan’ın bu kongrede BM’ye gözlemci devlet talebini programlaştırarak girmesi önemlidir. Bölge devletlerinin yanı sıra müdahil olan devletler
çıkarlarını sağlamak pahasına da olsa
Kürdistan ve Kürt ulusal mücadelesini
istemezseler de gündeme getirmek durumundadırlar. Şimdiye kadar olmayan
hamlelerle karşılamaktayız. Rusya’nın
Rojava’daki Kürt katliamını BM’ye taşıması ve araştırmasını sağlaması gibi.
Bunlar giderek Kürdistanlıların Ulusal
Kurtuluş Mücadelesini Dünya ölçeğinde tartışmak, meşrulaştırmak için
önemli gelişmelerdir.
İslamiyet'i
Kürtlerden öğrenin
Doğu Kürdistan’daki idamlar, Kuzey
Kürdistan’daki barajlarla arkeolojik
kalıntıları ve doğal tabiatın tahribatı,
göç yolu ile yaratılan demografik değişiklik ve geçmişte yapılan ekonomik
sosyal kültürel ve ulusal soykırımlar
ile Yakın Doğu’nun imhası ile Türkiye
devletinin tarihsel ve şimdiki politikalarının karşısına ikirciksiz çıkmak
önemlidir. Devletin, devletlerin Kürt
Ulusal Kongresini kendisi/kendileri
için maniple etmelerine imkan vermemek, Kürt ulusal demokratik mücadelesi açısından önemlidir.
Tüm Kürtlerin Rojava halkının yanında olduğunu söyleyen Kışanak,
El Kaide bağlantılı çete gruplarının
Rojava halkına yönelik katliamlarına
sert tepki göstererek, Kürt halkının
inancına herkesten daha fazla bağlı
olduğunun altını çizdi.
Kürdistan Ulusal Kongresi, tüm Kürtdistan Ulusal Kurtuluşçu güçleri için
rastgelsin!
Kışanak,"Size orada dayatılan katliamı yüreğimizde hissediyoruz.
Asla yalnız değilsiniz. Hiçbir çete
faaliyeti, hiçbir katliamcı, halkımızın özgürlük mücadelesini yaptıkları
saldırılarla durduramayacak. Bizler
Rojava'daki halkımızın Baas rejiminde yıllarca neler çektiğini çok iyi
biliyoruz. Bu nedenle bu diktatörlük
rejiminin değişmesi herkesten önce
Kürt halkının arzusudur. Bizler,
demokratik bir Suriye'nin kurulmasını tüm halkların, tüm kimliklerin
özgürlüğünü yaşamasını savunuyoruz. Allah herkesi bir kimlikle, bir
dille, bir sıfatla yaratmıştır. Kimsenin bunu ortadan kaldırmaya, yok
saymaya hakkı yoktur. Bugün Rojava'daki halkımıza dini kullanarak
katliamı dayatanlar var. Bizler buradan sesleniyoruz; İslamiyet dini
insanlık dinidir. Kürt halkının varlığını, dilini, kimliğini tanımayanın
İslamiyet'le hiçbir alakası olamaz.
Kürt halkı Ortadoğu'nun en kadim,
en tarihi ve en mazlum halkıdır.
İslamiyet'i de kimseden öğrenecek
halimiz yoktur. Kimse kendine dini
kılıf yapmasın. Eğer İslamiyet'i öğrenmek istiyorsanız, gelin Kürt halkı
size öğretsin" dedi.
Kaynak: http://www.kurdistan-post.
eu/tr/ulusal-kongre-0
Kaynak:
Yeni Özgür Politika, 29.08.2013
Kongre’de temel sorun, partilerin birbirlerine karşı güç ve egemenlik sorunu kanıtlamak değil, Kürt ulusunun ve
Kürdistan ülkesinin özgürleşmesi sorunu esas olmalıdır.
Bu da “Em millet û welat’ın bibin dewlet (Biz millet ve ülkeyiz devlet olacağız)” şiarında şekillenirse ve devletleşmek için gerekli tüm kurumlaşmaları
sağlamayı koordine etmeyi başarırsa
hedefine varır.
Kürt Ulusunun ve Kürdistan ülkesinin
birliğini programlamayan bir kongre,
ulusal birliğe tekabül etmez.
Umuyoruz ki bu aksilikleri gideren bir
Ulusal Kongre gerçekleşir ve özgürleşme aşkımıza denk düşmüş olur.
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
AYKIRI
DOĞRULAR
Ce va t S i ne t
cevatyaylica72@gmail.com
Türkiye Cumhuriyeti’nin
Kurulmasının Tek Bir
Mantığı Vardı:
‘Anti-Ermeni’
Son iki yılda Suriye’de yüz binlerce
insan öldü. Özellikle Ermeniler, Aleviler ve Kürtler için, insan aklını ve
hayalini zorlayan öldürme biçimleri
yaşandı. Bir Alevi’yi tekbir getirerek
Allah’u Ekber deyip, Allah’ın adını
anarak katlediyorlar.
Dünya bu vahşeti 98 yıl önce Ermeni
soykırımında görmüştü. Batı Ermenistan coğrafyasında, 1895’ten 1915’e
kadar yaşanan süreç içerisinde, bütün
gayrimüslimlerin kökleri sökülüp
atıldı. Silindir bir çimin üzerinden ne
kadar geçerse geçsin o çim yeniden
yeşerir, ama kökünden sökülürse bir
daha yeşermez, kurur gider. Ermeni
halkına ve gayrimüslim halklara da
böyle bir soykırım yaşatıldı.
Soykırımı yapan ve soykırıma ortak
olanlar bir özür dilemeyi bile çok görüyorlar. Özür dilemenin bir erdem
olduğunun bilincinde olmayan bir
devletten ne beklenebilir ki? Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulmasının tek
bir mantığı vardı. Anti-Ermeni, AntiKürt ve Anti-gayrimüslimdi.
Atatürk’ün gerçekleştirdiği bütün
kongrelere baktığımız zaman ortaya
tek bir sonuç çıkıyor: Anti-Ermeni,
Anti-Kürt ve Anti-gayrimüslim olmasıydı.
Midyat'taki Süryanilerin arsa ve
tarlaları çete tarafından elinden alındı.
Midyat'taki Süryanilerin arsa ve tarlaları
çete tarafından elinden alındı. 24 tapunun bir günde el değiştirdiği ortaya çıktı. Savcılık, belediye meclis kararlarında
yolsuzluk tespit edince dava açtı. Bakanlık da soruşturma başlattı. Mardin'in
Midyat ilçesinde yaşayan Süryani Anter
Onar'ın suç duyurusu büyük bir soygun
çetesini ortaya çıkardı. Şikayet üzerine
soruşturmayı derinleştiren Midyat Cumhuriyet Savcılığı, çetenin hem Süryani
vatandaşların mallarına el koyduğunu
hem de belediye meclis kararlarında yolsuzluk yapıldığını ortaya çıkardı.
Şikayetlerin odağındaki çete elemanlarından Mahsun B'den ele geçirilen hesap
defterinde ise 36 vatandaşın ev, arsa, işyeri, dükkan ve bağ-bahçesinin elinden
alındığı, çete üyelerine verilen komisyon
ücretleri de belgelendi.
Bakanlık soruşturma izni verdi
Savcılık tarafından açılan davaya ilçe sakinleri de tanık olarak müdahil oldu. Tanıklaar, Süryani vatandaşa ait milyonluk
toprak ve gayrimenkulün yasadışı yollarda ellerinden alındığını anlattı. Mağdurlardan Anter Onar, kendisine ait 24
tapunun bir günde üçüncü şahıslara devredildiğini, Özcan Ergun ise çetenin 15
milyon lirasını gasp ettiğini öne sürdü.
Savcılık soruşturma sırasında iddiaların
Midyat Belediyesi'ne uzandığını tespit
edince İçişleri Bakanlığı'ndan soruşturma izni istedi. Bakanlık hem izin verde
hem de ilçeye iki müfettiş göderdi. Belediye kayıtlarını inceleyen müfettişler
ilçede tam 232 kişiyi dinledi ve birçok
ihalede ve meclis kararlarında yolsuzluk
tespit etti.
Malları alınanlar Midyat'ı terketti
nin şantaj ve tehditleri üzerine bölgeyi
terk etti. Çetenin bölgedeki Süryanilerin
kabusu haline geldiğini anlatan Anter
Onar, "Süryaniler 2004 yılında başlayan
yeni düzenlemeler ve değişimler sonucu
yıllardır terk etmek zorunda kaldıkları
Türkiye'ye geri dönmeye başladı. Bu kez
de mafya bize göz açtırmaz oldu" diye
konuştu.
Savcılığın el koyduğu çetenin hesap defterlerinde kimden ne alındığı, başta belediye olmak üzere kimlere ne kadar para
aktarıldığı belgelendi.
Belediye ile işbirliği iddiası
Çete elemanlarından elde edilen belgelere göre tuzağa düşürülen bir vatandaştan
alınan paranın 50 bin doları belediyenin
payı şeklinde not alınmış. Başka bir çete
üyesinden elde edilen dokümanlarda ise
belediyeye pay olarak belirtilen değişik
meblağlarda bir çok notlar yer alıyor.
İddiaların doğruluğunun Savcılık tarafından belgelenmesi üzerine Bakanlık
tarafından jet hızıyla verilen soruşturma
da çok yönlü olarak devam ediyor. Midyat Belediye Başkanı Şehmus Nasıroğlu,
"İnceleme belediyenin iş ve işlemleri ile
ilgilidir. Bunların içeriğiyle ilgili bir şey
bilmiyorum. Zaten mahkemelerde ve
savcılarda da bu konu var" dedi. Süryanilere yönelik iddialar hakkında bilginiz
var mı? şeklindeki soruya ise Nasıroğlu,
"Bakanlık Belediyedeki işlemlerle ilgili
soruşturma izni verdi, inceleme ve davalar devam ediyor. Benim hiç bir şeyle
alakam yok. Belediye iş ve işlemleri ile
ilgili açılan davalar var. Bakanlık bunları inceliyor" diye konuştu.
Malvarlıkları ellerinden alınan ve
Midyat'ta çoğu Kuyumculuk ve Emlakçılık işleri ile uğraşan Süryaniler, çete-
Kaynak:
http://haber.stargazete.com/guncel/mafya-suryanilere-coktu/haber-786400
KEMAL GÜMÜŞ -MARDİN
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Türkler nasıl
Türkiyelileşir?
ödemektedir? Kaçı orta sınıf bir Kürdü apartmanında ikamet edince, ya da
lüks bir arabaya bindiğini görünce asabı bozulmamaktadır?
Yard . Doç . Bülent Küçük
Türklerin Türkiyelileşmesi bir boş kav
ram, bir hayal olmaktan çıkıp toplumsal alanda bir karşılık bularak nispeten
bir gerçek olması belki ilk kez Gezi ile
mümkün oldu.
bdp-bayrak
Kürt hareketinin diğer toplumsal kimliklere kapılarını açarak Türkiyelileşmesi gerektiği konusu çokça -çoğu
zaman insafsızca- dile getirildi. Demokratik bir zeminde birlikte yaşamın
ancak Kürtlerin eşitlik, demokrasi ve
özgürlük mücadelesinin diğer toplumsal alanlarda verilen mücadelelerle
ortaklaşması durumumda mümkün
olacağının altı çizildi. Bu eleştirilerin haklılık payları vardı kuşkusuz,
fakat sorulması gereken asıl soru şu:
Türkler Türkiyelileşmeden Kürtlerin
Türkiyelileşmesi ne kadar mümkün?
Türkiye’de Müslüman Türk hakim
kimliğinin muteber mensupları ne ölçüde kendi Türklüklerini ve Müslümanlıklarını gözden geçirerek kendilerini ötekilere açmaktadırlar. Ne ölçüde
ötekilerin siyasi özneliklerine müdahale etmeden, onları terbiye etmeye
kalkışmadan, dönüştürmeye ya da mesafede tutarak idare etmeye çalışmadan, ötekilerin tekilliklerini tanıyarak
ilişkilenme zahmetine girmektedirler.
Başka bir deyişle, Türkler kültürel
olarak daha üstün olduklarına dair
fantezilerinden kopmadıkları sürece,
bu devletin ve toprağın otantik sahibi olduklarına dair kanılarını devam
ettirdikleri sürece, devletle kurdukları yakın ahbaplık ilişkilerine mesafe
koymadıkları sürece, felaketlerden,
utançtan milli gurur devşiren resmi
tarihlerinden azade olmadıkları sürece
Kürtlerin Türkiyelileşmesi ne neye yarar? Yani, Türkiye’de gerçekte kimlik
politikasını kimler icra etmektedirler?
Ezilenlerin kimlik politikası yapmasında ne tür temel çıkarı olabilir? Peki
aynı soruyu egemen olan kimlik için
soralım: Ezen kimliğin kimlik politikası gütmesi arkasında nasıl bir siyasal
rasyonalite yatmaktadır? Mesela neden
barış talebi Kürtlerde bu kadar toplumsallaşmıştır, buna karşın Türkiye’nin
batısında bu talep neden bu kadar cılızdır? Barış talebi ile eşitlik talebi arasında nasıl bir bağlantı vardır?
Kürtlere Türkiyeleşemediklerine dair
yapılan eleştiriler insafsız, çünkü
Kürtlerin bugün hem sosyolojik-demografik olarak, hem de siyasi olarak
birçok kimlikten çok daha fazla Türkiyelileştiği sabit bir olgudur. Sosyolojik
olarak bakıldığında durum böyledir,
çünkü Kürtler özellikle 1990’larda ki
zorunlu göçle beraber Türkiye’nin hemen hemen her köşesinde yaşamakta,
güvencesiz sektörler başta olmak üzere hemen her sektörde çalışmaktadırlar. Buna ilaveten hemen hemen bütün
Kürtler Türkçeyi sorunsuz konuşmakta, Batı’nın yazarını, film artistini,
şarkıcısını tanımakta, yıllardır Türkçe okullara gitmekte, Türkçe televizyon kanalları izlemektedirler. Siyasi
alanda cinsiyet politikaları, ekoloji ve
sosyal politikalar başta olmak üzere siyasi paradigmaları göz önünde bulundurulduğunda Kürt hareketi evrensel
ölçekleri referans alarak örgütlenmekte, konuşmakta ve bu politikaları icra
etmektedir.
Buna karşın, Türkiye’nin batısında
hangi kayda değer siyasi kimlik veya
cemaat öteki kimliklere bu ölçekte kapılarını açmaktadır. Kaç Türk, Kürtçe
öğrenmiştir, kaçı bu dilde iki kelam
etmesini, mesela “merhaba” demesini
bilmektedir? Kaçı, askerlik ve zorunlu
memuriyet dışında Diyarbakır’a, Van’a
Hakkari’ye gitmiştir, ya da gitmeyi
istemiştir? Kaçı Kürt edebiyatından,
popüler kültüründen haberdardır, kaçı
Kürtlerle komşu olmayı arzulamaktadır? Kaçı dolmuşta, sokakta, kahvede
okulda Kürtçe konuşulduğunda irkilmemektedir? Kaçı eşit işe eşit ücret
Literatürde kurumsal olarak ve gündelik hayatta dışlamanın ve kültürel
tahakkümün iki temel biçiminden söz
edilir: Malum, birincisi kültürel olarak
farklı olana karşı örülen sembolik ve
mekânsal duvarlalar marifetiyle konan mesafe üzerinden icra edilir. Kültürlerin uyuşmazlığına vurgu yapılır.
Sen farklı kal ki benim üstünlüğüm
görünür olsun denir. Avrupa’da birçok
yer – özellikle Almanca dilinin konuşulduğu coğrafyada – bu tip dışlanma
teknikliklerinin icra edildiği tipik mekanlardır. Buna göre, kir bahçede kaldığı sürece, öteki yerini bildiği sürece
güzeldir.
İkincisi, kendisini ötekinin eksikliği
üzerinden kurar, ötekinden örtük olarak üstün olduğunu ya da kendi kültürünün daha evrensel, daha modern
olduğu ima eder ve ötekinden kendine
benzemesini ister, onu özendirir, bonkör davranarak ötekini terbiye etmek
için kaynak mobilize eder, mektepler
açar, kendi saflarına çağırır, “benim
sevdiğim gibi sev bu vatanı” der. Bu
çağrıya itibar etmeyenlere baskıcı disiplin teknikleri uygulanmaktan çekinilmez. Fransa vatandaşlık pratikleri
de bu ikinci türe örnek olarak görülür.
Malum, vatandaşlık pratiği olarak
Türkiye sanıldığının tersine “Doğu”
ile “Batı” arasında değil, Almanya ile
Fransa arasında bir “köprüdür”, zira
burada her iki yönetme tekniği de mevcuttur: Arta kalan gayri Müslimlere birincisi, Müslüman azınlıklara ikincisi
münasip görülür. Birincisinin “bizden”
olması zaten imkânsızdır, ikincisinin
“Bizden ol, bizim gibi ol” çağrısı ise
koşula bağlanmıştır.
Türk olmayan Müslümanlar Türklerin
saflarına katılıp içinde eriyebilir, fakat
bu ancak kendi etnisitesini, inançsal
farklılığını evde, yani özel alanda bıraktığı sürece, kendisin siyasi olarak
temsil etmediği, kendi hesabına, kendisi için konuşmadığı ve kendi kendini
yönetmediği sürece mümkündür. Ben
kamu/özel ayrımı yapmadan Türklüğümün ve Müslümanlığımın tadını
çıkarayım, sokakta avazım çıktığı kadar Türk ve Müslüman olduğumu hay-
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kırayım, marşlar türküler okuyayım,
devletin memuru sırtımı sıvazlasın,
okulda, metroda, kahvede, cami de,
TV’de, sokakta, dolmuşta Türkçe konuşayım, bütün bayramlar benim olsun, bütün devlet ve medya ritüelleri,
resmi tatilleri bunun üzerine kurulu
olsun, bütün okullar ve camiler kamu
parasıyla ihya edilsin, ama öteki kendi
evinde ve kendi imkanı ile farklılığının tadını çıkarsın, ortalıkta görünmesin, orada burada farklı olduğunu
çaktırmasın. Devletin imkanlarıyla
ihya edilmiş “otantik” kimlik eşitlikten bunu anlamaktadırlar. “Farklılık
zenginliğimizdir” der fakat bu farklılık sokağa veya kamu alanında taşınarak siyasallaştığında devletin asker ve
polis şiddetinden müteşekkil mahrem
yüzü imdatta yetişir. Yani, birçok yerde olduğu gibi Türkiye’ de de – seküler
ya da dindar olsun fark etmez – devlete
gönülden bağlı başat kimliğe mensup
olanların eşitlikten anladıkları hep bir
soyut – legal – formel eşitlik olmuştur.
Herkes kanun önünde kâğıt üzerinde
sözde eşittir.
Peki, Türkiyelileşmek ve toplumsal barış hem kurumsal olarak hem de gündelik hayatta sosyal eşitlik meselesini
kapsamadığı sürece ne anlama gelir?
Kimler ne sebeple en güvencesiz sektörlerde çalışmakta, bu çalışanlar bu
koşullar altında neden çalışmayı kabul
etmek zorunda kalmakta, kimler en
çok iş kazasında ölmekte, kimler en
çok yeşil karta mecbur bırakılmakta,
kimler en çok savaş mağduru olmakta, kimler en düşük ücretle çalışmaya
mecbur bırakılmakta, kimler en çok
yerinden edilerek göç etmekte, kimler en çok kamu hizmetinden mahrum
kalmakta, kimler en çok işsiz kalmaktadır, kimler en çok hapishanelerde
çürümeye terk edilmiştir? Ve bütün
bu yapısal adaletsizlikler en çok kimlerin işine yaramaktadır. Dışlanma,
değersizleştirme ve inkâr ile yoksulluk, işsizlik ve düşük ücret arasındaki ilişki nedir? Avrupa’da göçmenler
gibi, Türkiye’de yüz yıldır devam eden
Kürtlerin değersizleştirilip, kriminalize edilmesi ile piyasada aldıkları düşük ücret ve yoksulluk arasındaki ilişki
nedir? Daha genel anlamıyla Kürtlerin
ve Kürdistan’ın inkârı ile kültürel tahakküm ve Kürtlerin ucuz emeği arasındaki bağlantı nedir?
Bu soruların yanıtlarını verebilirsek
o zaman işte hangi hakim kimliklerin
sosyal eşitsizlikten, inkardan, savaştan ve kültürel tahakkümden nemalandığını görürüz. Kimlerin daha dar
müstakil kimlik politikası yaptığını,
bu politikanın, siyasal alanda, bürokraside, medyada, piyasada ve gündelik hayatta nasıl iş gördüğünü ve kimi
ayarttığını görürüz. Yani kimlerin
Türkiyelileşmeye neden heveslenmediğini görürüz: Sivas’ın batısında barışın toplumsallaşmasının önündeki en
büyük engelin işte bu ötekiyle eşit seviyeye inmeye ayak direme olduğunu
düşünüyorum. Başka bir deyişle, kalıcı
bir toplumsal barışı istememek, bunun
için kılını bile kıpırdatmamak hakiki
eşitliği ve siyasi egemenliği paylaşmak
istememenin; devletin sunduğu imkanlardan ve hazlardan ödün vermek
istemeyişin başka bir ifadesidir. Bu
durum egemen kimliğin, seküler olsun
olmasın, toplumsal barıştan ve eşitlikten ötekilerin kendilerine müstahak
görülen ile yetinmesini anladıklarını
resmeder, eşitlikten ve barıştan dışlanmış kimliklerin toplumsal hiyerarşide
kendilerine münasip görülen yerlerde
durmasını ve nihayetinde siyasetsiz,
sessiz sedasız kalmasını arzuladıklarını ifade eder.
Sivas’ın batısında barışın toplumsallaşması Türklerin Türkiyelileşmesi
için, yani seküler ve Müslüman Türklerin geçmişin kolonyal yükünden kurtulması için bir fırsattır, Gezi Direnişi
sonrası durum bunun için bir imkanı
işaretlemektedir. Çünkü barışın toplumsal-popüler bir talebe dönüşmesi, yani sokaklarda, meydanlarda ve
parklarda dillendirilmesi belki ilk kez
Gezi’deki çok farklı kimliklerin müşterek direnişiyle zirve yaptı. Türklerin
Türkiyelileşmesi bir boş kavram, bir
hayal olmaktan çıkıp toplumsal alanda
bir karşılık bularak nispeten bir gerçek
olması belki ilk kez Gezi ile mümkün
oldu. Egemen kimliğe mensup geniş
toplumsal kesimler Türkiye’de yaşayan
herkesin hakkının kendi hakkı kadar
değerli olduğunu, ötekilerin acılarının
kendininkiyle eşdeğer olduğunu belki
de ilk kez bu ölçekte Gezi’de deneyimledi. Belki de ilk kez Türkiye’nin sırf
Türklerin değil burada yaşayan, bütün
Türkiyelilerin olduğunu idrak ettiler.
Bu çok önemli: toplumsal ve siyasal
alanda eşitlik olmadan, kültürel ve siyasi egemenlik paylaşılmadan toplum
barışamaz, barış toplumsallaşmaz.
Zira, barış mağdur olanın kendi temel
evrensel haklarından ve eşitlik ve özgürlük talebinden feragat etmesiyle değil, egemen olan kimliğin kendi lükslerinden ve ayrıcalıklarından feragat
etmesi veya ettirilmesi ile mümkündür.
Öteki de herkes gibi kendi farklılığını
icra edecek sokakta veya medyada şarkısını söyleyecek, anadilinde eğitimini
görecek, kendini siyasi olarak temsil edecek ve böylece bir kategorinin,
bir kimliğin içine hapsedilmiş birileri
olarak değil evrensel haklarını tadını
çıkaran herkes gibi olacak. Bunun için
Kürtlerin evrenselleşmesinden (yani
Türkiyeleşmesinden) çok, hakim Türk
kimliğin evrenselleşmesi gerekir.
Başka bir ifadeyle, barışın toplumsallaşması süreci Kürtlerden çok Kürt ve
Kürdistan hakikati devletin mektepleri ve medyası tarafından kendinden
yıllarca gizlenmiş, yalanla büyütülüp
terbiye edilmiş hakim kimliğin, onun
bedenine ve ruhuna nakşedilmiş ırkçılığın ve fesadın paklanması için bir
imkandır. Bu süreç, onların yeniden
sosyalleşmesi ve birlikte yaşamın zeminini oluşturacak yeni bir toplumsal
etiğin inşası için bir imkandır. Bunun
için, çokça söylendi, egemen Türk
kimliğin ilkin kendi inkârcı ve acılardan müteşekkil tarihiyle yüzleşmesi
gerekir, ancak o zaman yeni, siyasetten
ahlaklı nesiller yetişir.
Yani, barış ve eşitlik istemek Kürtlerden çok hakim kimliğin sorumluğundadır, çünkü bu kimlik değişmeden
eşitlik olmaz, bu kimlik dönüşmeden
barış gelmez. Bu kimlik etik davranmadan eşitlikçi bir toplumsal ve siyasal zemin inşa edilemez. Bu kimlik
kendini deşmeden, kendi Türklük sorununu aşmadan, bu sorun çözülemez.
Bilindik bir edebiyatçı düşünür nasıl
ki “Britanya’nın göçmen sorunu yoktur, beyaz İngiliz sorunu vardır” der,
Türkiye’nin de bu anlamda Kürt sorunu yoktur, temelde koskocaman bir
Türk sorunu vardır. Kürtler ve bütün
diğer mustarip kimlikler yalnızca bu
temel sorundan mustaripler.
Türkler Türkiyelileşip herkesleşmeden,
Kürtler Türkiyelileşip herkesleşemez.
Ancak o zaman Türkiye birilerinin değ
il bu coğrafyada yaşayan herkesin olur,
ancak o zaman birlikte yaşam bir hayal
olmaktan çıkıp gerçek olur.
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 30 - eylül 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dedelere
maaş
verilmeli mi?
Prof. Dr. Bekir Berat Özipek
Demokratikleşme paketinde cemevlerine hukuki statü sağlanacağı söyleniyor.
Kayseri de
Kızılbaş Alevileri
Ali Ülger
Kayseri de 25 tane alevi köyü ve birde beldesi vardır bunlar çoğu kızılbaş
olmak üzere afşar (avşar) alevilerde
vardır. Kayserideki aleviler yoğun bir
şekilde sunnileştirme politikası ile karşı karşıyadır. Yer yer bu politika etkili
olmuşsada halen bu politikalara dimdik ayakta duran Kızılbaş köyleri var
Kayserideki Alevi örgütlenmesi bazı
parti altında olduğundan dolayı alevilerin birliği değilde partilerin birliği
örgütlenmesi oluyor buda alevileri bölüp birlik olmasını önlüyor parçalıyor
etkisizleştiriyor. Çok acıdırki bazı cem
evi açılışında görünen manzaralar yürek dağlıyor en son iğdeli köyü cem evi
açılışında sanki bir ülkü oçağı yada
cumhuriyet bayramı gibi bayraktan
geçilmiyor buda ne kadar sistemin bizi
parça edip sunnileştirdiğinin kanıtı.
Önümüze kimliğimize yabancılaşıtırıyor artık alevilerin birlik olmasının
tam zamanı artık birilerine sığınarak
değilde kendimizi bir güç olarak görmemizin zamanıdır. Bugün artık her
türlü asimileştirme yok etme politikasına karşı Kızılbaş örgütlendirmesini
güçlendirmeliyiz geçmişimize sahip
çıkamazsak geleceğimizi belirleyemeyiz!. Kızılbaş tarihi katliyamlarla sürgünlerle doludur bu gidişe dur demenin zamanı gelmedi mi canlar? gidin
bakın yolu suyu, eletiriği olmayan köy
Kızılbaş yada Kürt köyüdür ve Kayseride bu taplo yoğun olarak karşımızda
buda gösteriyorki artık harekate geçme zamanı CANLAR.
Olumlu bir adım bu.
Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan’ın, Fethullah Hoca’nın önerisiyle
cami, aşevi ve cemevini aynı bahçede buluşturmak istemesi de güzel.
Ama asıl atılması gereken adım,
devletin dinler ve inançlar karşısında tarafsızlığını sağlayacak adil ve
kalıcı bir düzenlemeden geçiyor.
Evrensel anlamıyla din ve vicdan
özgürlüğünü garanti altına alan bir
anayasadan geçiyor.
Ve o gerçekleşinceye kadar, cemevi
düzenlemesi dahil bu süreçte atılacak bütün adımlar, bu perspektifle
çelişmeyecek biçimde olmalı.
**
Geçenlerde Başbakan Yardımcısı
Bekir Bozdağ, dedelere maaş verilebileceğini söyledi.
Dedelere maaş bağlanmasını eşitlik
ilkesinin bir gereği olarak görenler,
ideal düzenleme ne olursa olsun,
imama maaş verildiği yerde dedeye
de verilmesi gerektiğini düşünebilir.
Ama Fransız Devrimi’nden sonra
ilk yapılan işlerden birinin, papazları devlet memuru haline getirmek
olduğunu göz önüne aldığımızda,
Alevilerin de Sünniler gibi devlet
kontrolüne alınacağından kaygılanmak da mümkün.
**
Dedelere maaş, belki bir ayrımcılığın ortadan kaldırılması gibi görülebilir, ama yönelmemiz gereken asıl
hedef, devletin dinden elinin çekildiği, onun asıl sahiplerine, yani bireylere ve sivil topluma bırakıldığı,
herkesin dilediği dini faaliyeti kendi
imkanlarıyla yaptığı, imamını, papazını, hocasını, dedesini, şeyhini
kendisinin seçtiği, kendi dini eğitim
kurumlarını serbestçe oluşturabildiği, tüm faaliyetlerini kendisinin
finanse ettiği, cemaatin, tekkenin,
dergahın, türbenin, tarikatın serbest
olduğu bir hukuki çerçevenin inşası
olmalı.
Diyanet’in kapatıldığı, şeyhliği, dedeliği, pirliği, babalığı suçlaştıran,
insanların türbe ziyaretini bile yasaklamaya cüret eden İnkılap Yasalarının, evrensel anlamıyla dini
eğitimi imkansız kılan Tevhidi Tedrisatın çöpe atıldığı, dedeye maaş
verilmediği, imamın da maaşının
kesildiği, ibadethanenin tanımlanmadığı, ayrılık olmasın kaygısıyla
inanç alanının kamulaştırılmadığı
bir özgürlük durumu yani.
Bin yıl da tartışsak, sonuçta ulaşacağımız en adil çözüm bu.
Download