TÜRKİYE’NİN ve DÜNYANIN DEĞİŞEN ŞARTLARINDA ATATÜRK’ÜN LAİKLİK ve DEVLETÇİLİK YAKLAŞIMLARINA YENİDEN BİR BAKIŞ Prof.Dr. Mükerrem Hiç 1- GİRİŞ Atatürk ve Atatürkçülük son yıllarda gerek içeride gerek dışarıda çok ağır tenkitlerin hedefi olmuştur. Çünkü, Atatürk’ün temel ilkeleri, özellikle laiklik ve devletçilik, bilerek ve bilmeyerek yanlış yorumlanmakta, bu yanlış yorumlar yabancılara da yansımakta, onlar da özellikle devletçiliğin yanlış yorumuna dayanarak Atatürk’ü eleştirmektedirler. Laiklik esas itibariyle merkez sağ ve sağ partiler tarafından “dinsizlik” olarak nitelendirilmektedir. Halbuki, aslında laiklik demokrasinin temel ilkelerinden biridir ve bu bakımdan gerek günümüz Türkiye’nin şartlarına gerek dünyanın gelişen şartlarına uygun ve o istikamettedir. Atatürk’ün devletçiliği ise esas itibariyle merkez sol ve sol tarafından katı, yoğun ve kalıcı olarak yorumlanmakta, böyle bir devletçilik modelinin en doğru model olduğu ileri sürülmektedir. Halbuki, gerçekte Atatürk’ün devletçiliği akılcı, pragmatik ve dinamiktir; zamanın şartlarına göre değişir. Devletçiliğin bu yorumu ise aslında doğru olan modeldir ve bu model yine gerek günümüz Türkiye’sinin gerek dünyanın ulaştığı ekonomik şartlara uygundur. İstanbul Üniv., İktisat Fakültesi eski öğretim üyesi ve Aydın Üniv. İ.İ.B.F., İktisat Bölümü öğretim üyesi. Bu gerçekleri daha iyi görebilmek için Atatürk’ün laiklik ve demokrasi açısından attığı adımları ve onun devletçilik ilke ve uygulamalarını objektif bir yaklaşımla ele almamız gerekmektedir. Atatürk’ün başardıklarını daha iyi takdir edebilmek üzere yeni Türkiye Cumhuriyetini kurduğu yıllarda Türkiye’nin ve Avrupa’nın durumuna kısa bir göz gezdirelim. Osmanlı devleti 16. yüzyıldaki muhteşem Osmanlı İmparatorluğu’ndan zamanla duraklamaya ve gerilemeye geçmiş, sonunda Avrupa’nın “hasta adamı” olmuş, 1920 Sevr anlaşmasıyla da küçücük bir peyk devlet durumuna düşmüştür. Çünkü, Osmanlı Devleti Avrupa’nın uzun yıllardır kaydettiği kültürel, siyasi, ekonomik ve teknolojik alanlardaki gelişmelere yabancı kalmıştır. Nitekim, skolastik orta çağdan sonra Avrupa 14. yy. sonu ve 15. yy.’da “rönesans” ve “hümanizma” akımına sahne olmuş, bunu izleyerek “aydınlanma çağı”na girmiştir. Böylece insan, insanlık, kültür ve ilim öne geçmiştir. 16. yy.’da Martin Luther ve Jean Calvin öncülüğünde dinde “reform” yapılmıştır. Arnold Toynbee’ye göre, 1760-1840 yıllarında ise İngiltere’nin öncülüğü aldığı “sanayi devrimi” gerçekleştirilmiştir. Sanayi devriminde demir-çelik ve kömür önem kazanmış, buhar makinesi icad edilerek ulaşımda gemi ve demiryollarına geçilmiştir. Dokuma tezgahı mekanikleştirilmiş, böylece fabrika doğmuştur. Elektriğin icadının tamamlanması daha uzun bir süre almıştır. 1789’da ise Fransız ihtilali ile demokrasi rejimi başgöstermiş ve zamanla yayılmıştır. Ayrıca, ulus ve ulus-devlet kavramı kabul edilmiş, Almanya ve İtalya bu kavrama dayanarak tek devlet halinde gelmişlerdir. Aynı kavram Balkan ülkelerinin teker teker Osmanlı devletine isyan ederek, Avrupa devletlerinin de yardımlarıyla, bağımsızlıklarını almalarında temel hedef olmuştur. Osmanlı devleti ise bu gelişmelerin hiç birini gerektiği düzeyde takip edememiştir. Bunun tüm sebeplerinin incelenmesi ayrı bir ihtisas konusudur. Burada sadece iki dramatik örnek vermekle yetinmek durumundayım. Birinci örnek Hezarfen Ahmet Çelebi’dir. Daha 17. yy.’ın ilk yarısında, uçak motorunun söz konusu olmadığı bir dönemde, Ahmet Çelebi imal ettiği kanatlarla Galata Kulesi’nden Üsküdar’a uçmayı başarmıştır. Sultan Murat IV ilmi, teknik ilerlemeyi, ilim adamını teşvik edecek yerde, “bu adam çok şey biliyor, başımıza iş açabilir” endişesinden hareketle Hezarfen Ahmet Çelebi’yi Cezayir’e, sürgüne göndermiştir. Ahmet Çelebi Cezayir’de ölmüştür... İkinci örnek matbaadır. Matbaa ve kitap basımı (tipo) Avrupa’da 1448, 1453’de Gutenberg tarafından icad edilmiştir. Osmanlı devletinde ulema matbaanın ülkeye girmesine çok uzun bir süre karşı çıkmıştır. Sonunda, Macar asıllı İbrahim müteferrika 1727’de, yani yaklaşık üç yüzyıl sonra matbaayı Osmanlı’ya getirebilmiştir. Bunun için de dönemin Şeyhülislamı dinimize ait kitap basılmamasını kesin şart olarak koşmuştur. Maksadı dinimizi yanlış yorumlayacak kitapların basılmasını önlemekti. Avrupa’da gerçekleşmiş olan ve fakat Osmanlı devletine intikal etmeyen bütün bu gelişmeler, yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken Atatürk’ün önünde ve zihninde idi. Onun için, Atatürk’ün birinci hedefi, cemaat fikrinin bir tarafa bırakılarak, “ulus” şuurunu geliştirmek olmuştur. Yeni ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel vasıflarını saltanatın yerine cumhuryetin, hilafetin yerine laiklik ilkesinin hakim kılınması oluşturmuştur. Bu ilkeler aslında Türkiye Cumhuriyeti’ne demokrasiye giden yolları açmıştır. Saltanat ve hilafet ile bu hiçbir zaman mümkün olamayacaktı. Onun için, laiklik başta olmak üzere, Atatürk’ün ileriki yıllarda demokrasinin tesisi için attığı önemli adımları, burada yeniden ve doğru bir şekilde ele almamız gerekir. Müteakiben Atatürk’ün devletçiliği incelenecektir. 2- ATATÜRK, LAİKLİK ve DEMOKRASİ Atatürk saltanatın kaldırılmasını ve 1923’de cumhuriyetin ilanını nispeten sorunsuz olarak yürütebilmiştir. Fakat 1924’de hilafetin kaldırılması ve laikliğin getirilmesi ciddi sorunlara, itirazlara, isyanlara yol açmıştır. 1924’de hilafetin kaldırılmasıyla birlikte şeriat vekaleti (bakanlığı) ve şeriat mahkemeleri de kapatılmıştır. Fakat, 1924 Anayasasında devletin islam olduğu ifadesi muhafaza edilmiştir. Bu ifade daha sonra, 1928’de anayasadan kaldırılmıştır. Devletin laik olduğu ilkesi ise ancak 1937’de anayasada açık olarak ifade edilebilmiştir. Atatürk 1925’de tarikatları, tekkeleri ve zaviyeleri de kapatmıştır. Çünkü bunlar politikaya, nüfuz ticaretine bulaşarak yozlaşmış ve böylece aslında dinimizin bu konudaki temel kaidesine aykırı düşmüşlerdi; yeni laik cumhuriyeti ise zedeleyebileceklerdi. Din adamlarının idari işlerinin yürütülmesi, gerektiğinde doğru olan dini kaidelerin belirtilmesi fonksiyonlarını görmek üzere ise Diyanet İşleri Reisliği kurulmuştur. Diğer taraftan, dinimizin daha iyi ve doğru öğrenilmesi için Atatürk Elmalılı Hamdi bey’e Kur-an’ı Kerim’in tefsirini yaptırmıştır. 1924’de eğitim alanında ise Tevhidi Tedrisat Kanunu getirilmiştir. Hilafetin kaldırılması üzerine, daha 1924’de Atatürk’ün bazı yakın mesai arkadaşları (Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar, Rauf Orbay) CHP’den istifa etmişlerdir. Atatürk bu arkadaşlarının bir ikinci parti kurmalarına (Terakkiperver Cumhuriyeti Fırkası) izin vermiştir. Fakat, fanatik dincilerin bu partiye girerek cumhuriyete karşı menfi faaliyetlerde bulunmaları sebebiyle sözkonusu parti 1925’de kapatılmıştır. Ayrıca, 1925’de Şeyh Said, yine hilafetin kaldırılması nedeniyle ve kısmen de etnik nedenlerle ciddi bir isyan başlatmıştır. Bu isyan ancak sert bir “Takriri Sükun” kanunu çıkartmak, sıkı yönetim tesis etmek ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni isyancılara karşı göndermek suretiyle, 1925’de bastırılabilmiştir. İsyancıların başları idam edilmiştir. O devirde genç Saidi Nursi de Şeyh Said’in isyanı yanında taraf tutmuştur. 1926’da da yine aşırı dinci gruplar Atatürk’e başarısız bir suikast düzenlemişlerdir. Mahkeme bu suikastte maliyeci Cavit bey’in de dahil olduğu yolunda karar vermiş ve Cavit bey’in idamına hükmetmiştir. Laiklik, kısa bir ifadeyle, dinin devlet işlerine karıştırılmaması, devletin de fertlerin dinine karışmaması demektir. Bu nedenle de laiklik tüm vatandaşların, inançları ne olursa olsun, kanun karşısında eşit olmasını sağlayacak temel ilkelerin başında gelir. Laiklik olmadığı takdirde demokrasi, hukuk devleti, eşitlik işleyemez. Buna mukabil, demokrasi ile hilafet ve din devleti (teokrasi) beraber yürüyemez. Atatürk’ün ileride demokrasiyi getirebilmek üzere, laiklik yanında attığı ikinci önemli adım hukuk devletinin tesisidir. 1925 Takriri Sükun Kanunu yürürlükte iken ve daha sonraki yıllarda hukuk devletinin temelleri atılmış, yeni medeni kanun, yeni ceza kanunu yürürlüğe girmiştir. Bu arada Atatürk ve yeni Türkiye Cumhuriyeti kadınlara monogami, miras eşitliği yanında seçme ve seçilme hakkı getirmek suretiyle kadın haklarının tanınması konusunda Avrupa ülkelerinin dahi önüne geçmiştir. Atatürk’ün ikinci bir partiye müsaade etmesi de onun uzun vadeli hedefinin demokrasi olduğunun bir başka göstergesidir. Daha sonra, devletçiliğin getirilmesi dolayısıyla da yine ikinci bir partiye müsaade etmiş, yine aynı sebeple bu sefer partinin kurucusu partiyi kapatmıştır. Atatürk’ün Türkiye’yi “muasır medeniyetler”e (o dönemde Avrupa ülkeleri medeniyetine) ulaştırabilmesi için “eğitim seferberliği”ni başlatması da çok önemli bir adımdır. Gerek demokrasi gerek ekonomi ancak belirli bir eğitim seviyesinde daha etkin sonuçlar verebilir. Atatürk, siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkileri kolaylaştırmak için Avrupa’nın kullandığı tarihi kabul etmiş, ayrıca Latin harflerini getirerek okur yazar olmayı kolaylaştırmıştır. Aynı gaye ile dilimizin ağdalı Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılması süreci başlatılmıştır. Demokrasinin iyi işlemesi için eğitim seviyesinin yükseltilmesi şart olduğu halde, çok partili demokrasiye girildikten sonra bu yöndeki çabalar ve eğitime tahsis edilen bütçe gerekli olan seviyenin altında kalmıştır. Çünkü, seçimle iş başına gelen hükümetler eğitimin uzun vadeli ve görünmez bir yatırım olduğunu düşünerek daha çok fabrika, bina, yol gibi somut, gözle görülen alanlara yönelmişler, eğitim seviyesinin süratle yükselmesi için bütçeye yeterli fon tahsis etmekten kaçınmışlardır. Son yıllarda ise eğitim temel gayelerinden saptırılmaktadır. Özellikle son yıllarda bu kere bazı çevrelerin Atatürk’ü diktatör olmakla itham ettiklerine şahit olmaktayız. Fakat, şunu teslim etmek gerekir ki, Cumhuriyetin ilk kuruluş yılarında halkın genel eğitim seviyesi çok düşük, demokrasi hakkındaki bilgisi ise çok azdı. Bu şartlar altında, faraza bir referandum yapılsa idi, halk saltanatın, hilafetin kaldırılmasını reddederdi. Böylece de uzun vadede demokrasiye ve özgürlüğe ulaşılma imkanları kapanmış olurdu. Bugün, genel eğitim seviyemiz hâlâ gerektiği kadar yüksek olmamakla beraber, artık demokrasi rejiminden ve onun ayrılmaz parçası olan laiklik ilkesinden dönülemez. Atatürk demokrasiye ancak ileriki yıllarda, Türkiye’nin toplumsal, kültürel şartlarının gelişmesi suretiyle ulaşılabileceğini görmüş, toplumu ona göre yönlendirmiş, bu hedefin önüne çıkacak engelleri ise bertaraf etmek istemiştir. O halde, Atatürk ülkesini hep kendinin ve kendi partisinin diktatörlüğü altında idare etmiş olan diğer liderlerden, Hitler’den, Mussolini’den, Lenin, Stalin, Mao’dan farklıdır. Ve bu sebeple de adı geçen diktatörlükler, diktatörler öldükleri halde Atatürk hâlâ yaşamaktadır. Yine devamlılık niyetiyle hareket eden adı geçen diğer liderlerin hepsi kendilerini ve partilerini sivil baş kaldıranlara karşı koruyan teşkilat kurmuşlardır. Hitler’in SS subayları, Mussolini’nin kara gömleklileri, İran’ın devrim muhafızları, komünist rejimlerdeki ajanlar bunun tipik misalleridir. Atatürk’ün idaresinde ise böyle bir teşkilat yoktur. Ayrıca, Atatürk tarikatları, vs. yozlaştıkları için kapatmakla beraber partisinde tüm mesleklerin temsil edilmesi ilkesini titizlikle uygulamıştır. Adı geçen diktatörlerin idaresinde yine böyle bir çaba da yoktur. Laiklik, demokrasi Türkiye’nin bugün eriştiği toplumsal, kültürel düzey için – bütün aksamalarına rağmen – daha uygun ve geri dönülmez olduğu gibi, dünyanın gidişine de uygun düşmektedir. Nitekim, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra birçok eski müstemleke bağımsızlığına kavuşmuş ve demokrasi rejimini seçmiştir; en bariz misal Hindistan’dır. Yine Avrupa’da Yunanistan, Portekiz, İspanya da diktatörlük rejimini atmış, demokrasiyi seçerek AB’ye üye olmuşlardır. Bu kere, 1989’da bağımsızlıklarını kazanan Doğu Avrupa ülkeleri, 1991’de SSCB’nin çökmesiyle bağımsızlıklarını kazanan Balkan ülkeleri de demokrasi rejimini seçmiş, çoğu AB’ye üye kabul edilmiştir. Rusya Federasyonu da komünist diktatörlükten demokrasiye geçmiştir. Komünist diktatörlük bugün sadece beş ülkede devam etmektedir: Çin, Küba, Vietnam, Laos ve Kuzey Kore. İslam ülkelerinin çoğu, İran başta olmak üzere yine demokrasiden yoksun ülkeler grubundadır. Bu kategoriye Afrika’nın en az gelişmiş ülkeleri de dahildir. Tüm bu gerçeklere rağmen, Türkiye’de merkez sağ ve sağ partiler laikliği dinsizlik olarak göstermekte, bu yanlış iddiaya dayanarak Atatürk karşıtı bir tutum takınmakta ve özellikle eğitim seviyesi düşük olan sosyal gruplardan, din istismarı yoluyla oy almaya çalışmaktadırlar. Bu, uzun vadede ülkemizin aleyhine sonuç verecek bir tutumdur. Demokrasiyi benimsediğimiz sürece laikliği de benimsemeliyiz. Ve bunun demokrasinin temel bir şartı olduğunu unutmamalıyız. Yani, laiklik aslında hem merkez sol ve sol partilerin hem de merkez sağ ve sağ partilerin benimsemesi gerekli bir temel ilkedir, daha doğrusu, öyle olmalıdır. 3- TÜRKİYE’NİN İNÖNÜ DÖNEMİNDE ÇOK PARTİLİ DEMOKRASİ REJİMİNE GİRİŞİ Türkiye’nin çok partili demokrasi rejimine girişi İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde vuku bulmakla beraber, konunun devamlılığı dolayısıyla bu olaya bu safhada kısaca temas edilecektir. İnönü’nün çok partili demokrasiyi kabul etme fikri, kanaatimce, savaş yılları boyunca aklından dahi geçmemişti. Bunu İnönü’nün o yıllarda toplumu idare etmesi hususundaki tutumundan da çıkartabiliriz. İnönü 2. Dünya Savaşı boyunca dış siyaset açısından büyük bir dirayet göstererek, bir taraftan Almanya ve mihver devletlerinin, von Papen vasıtasıyla, diğer taraftan müttefiklerin, Roosevelt ve Churchill’in ısrarlarına rağmen, tarafsızlığını muhafaza etmiş, her iki grupla da saldırmazlık paktları, anlaşmalar imzalamıştır. Şayet herhangi bir taraf tutarak, savaşa erken girseydi, Türkiye Yalta Konferansı’nda Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri gibi, çok muhtemelen SSCB’nin nüfuzu altına verilirdi. Türkiye de buna karşı çıkarak SSCB ile bir mücadele ve savaşa sürüklenecekti ki, bu savaşta Yalta Konferansı kararları dolayısıyla müttefikleri yanına çağırması mümkün olamayacaktı. Ancak savaş bitmek üzereyken ve müttefikler komünist bloka karşı yeni bir dünya kurma hazırlıklarına başlamışken, 1945’de İnönü müttefiklerin yanında mihver devletlerine savaş ilan etmiştir. İnönü’nün gayesi yeni kurulacak Birleşmiş Milletler’e üye olmaktı. Ancak, hemen Yalta Konferansı’ndan sonra SSCB (Stalin ve Molotov) 1945’de Türkiye’ye bir nota vererek saldırmazlık paktını uzatmayacağını bildirmiştir. Ayrıca Boğazlar konusunda Montreux Anlaşması’nın terk edilerek yeniden Mondros ve Lozan şartlarına dönülmesini, yani boğazların idaresinin SSCB’nin de yer alacağı bir uluslararası siyasi teşkilata verilmesini talep etmiştir. Aynı zamanda da Kars, Ardahan ve Artvin başta olmak üzere, Doğudan büyük miktarda toprak istemiştir; bunu Ermeniler’in toprak talebine dayandırmış olmalıdır. İnönü, SSCB ile Türkiye’nin tek başına mücadele etmesinin güç olacağını, doğru olarak hesap etmiş ve bu konuda ABD ile İngiltere’yi yanına almak istemiştir. ABD ve İngiltere, kendi menfaatleri de icabı, bu konuda Türkiye’nin yanında yer almışlardır. Ancak, mütefikler Batı dünyasına dahil olacak ülkeler için çok partili demokrasi rejimini şart koşmuşlardır. Çünkü, savaş öncesi Hitler ve Mussolini gibi, tek partili rejimlerden, savaş sonrası da bu sefer yine tek partili SSCB’nin yarattığı sorunlardan bezmişlerdi; en iyi idarenin çok partili demokrasi olacağına inanıyorlardı. İnönü de mecburen 1945’de yeni partilerin, bu arada DP’nin kurulmasına izin vermiş, 1946’da şaibeli bir seçim yapmış ve iktidarda kalmıştır. 1950 seçimleri ise nispeten düzgün yürütülmüş ve fakat iktidar DP’ye devredilmiştir. Burada temel mesele şudur ki, SSCB’nin Yalta Konferansı sonrası talepleri ve müttefiklerin Batı Dünyasına girecek olan devletlerin siyasi rejimi ile ilgili kararı Türkiye’yi halkın genel eğitim seviyesi henüz yeterince yükselmeden, çok partili demokrasiye girmeye mecbur bırakmıştır. Böylece gerçi SSCB’nin talepleri bertaraf edilebilmiştir ve bu büyük bir başarıdır. Ne var ki, eğitim seviyesinin henüz yeterince yükselmemiş olması müteakip yıllarda özellikle demokrasinin ve aynı zamanda ekonominin idaresinin aksamalarında başlıca sebebi teşkil etmiştir. 4- ATATÜRK’ÜN DEVLETÇİLİK REJİMİ ve GÜNÜMÜZ PİYASA EKONOMİSİ Atatürk’ün uyguladığı ekonomik rejim, kabul ettiği devletçilik de yanlış yorumlanan bir başka önemli alandır. Atatürk’ün devletçiliğinin yoğun, kalıcı ve dışa kapalı bir model olduğuna inanılmakta veya öyle olduğu iddia edilmektedir. Bu tür devletçilik rejimi ise gerek bugünkü Türkiye’nin ekonomik şartlarına gerek dünyadaki ekonomik gelişmelere uygun değildir. Halbuki, tam tersi vakidir. Atatürk’ün devletçilik rejimi yaklaşımı aslında gerek bugünkü Türkiye’nin gerek dünyanın ekonomik şartlarına uyumludur. Onun için burada Atatürk’ün devletçilik rejimini doğru bir şekilde yorumlamamız gerekmektedir. Önemle vurgulamak isterim ki, Lozan Anlaşması müzakerelerinde Batı devletleri, Türkiye’nin SSCB’de uygulanan komünist rejime kayıp kaymayacağından endişe ediyorlardı. Bu ve diğer birçok çözümü güç sorun yüzünden bir ara müzakereler kesildiğinde Atatürk derhal, 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihinde 1. İzmir İktisat Kongresi’ni toplamıştır. Kongrenin ekonomi rejimi ve politikası konularıyla ilgili tavsiyelerinin başında yeni devletin özel teşebüsü teşvik etmesi ilkesi gelmiştir. Mevcut özel yabancı sermaye şirketlerinin ise, kapitülasyonlardan arındırılmak şartıyla, faaliyetlerine müsaade edilmesi tavsiye edilmiştir. Atatürk’ün ekonomi rejimi konusundaki temel eğilimi de esasen budur. Kongreden sonra Lozan müzakereleri yeniden açılmış ve anlaşma 24 Temmuz 1923’de imzalanmıştır. 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet ilan edilmiştir. Atatürk İzmir İktisat Kongresi tavsiyelerine uyarak, 1923’den itibaren “liberal” ekonomi rejimi uygulamaya başlamıştır. Bu bağlamda liberal’den kasıt özel teşebbüsün esas alınması ve teşvik edilmesidir. Bunun için 1926’da “Teşviki Sanayi Kanunu” çıkartılmıştır. Mevcut özel yabancı sermaye de kapitülasyonlardan arındırılmak şartıyla, muhafaza edilmiştir. Ancak, o devirlerde kamu hizmeti kabul edilen iletişim (muhaberat) ve münakale alanlarında, yani deniz ve demiryollarında çalışmakta olan özel yabancı sermaye şirketleri, bedeli ödenmek suretiyle, kamuya devredilmiştir. Fakat o yıllarda Avrupa’dan ve ABD’den Türkiye’ye yeni özel sermaye girişi olmamıştır. Buna mukabil, SSCB’nin ekonomik yardımlarıyla bazı temel mallarla ilgili sanayi kolları İktisadi Devlet Teşebbüsleri olarak kurulmuştur. İçeride yerel özel teşebbüs, özel tasarruf ve özel yatırım imkanları ise çok düşük seviyede idi. 1929-1934 Büyük Dünya Buhranı tüm dünya ekonomilerini vurduğu gibi, Türkiye’nin ekonomisini de vurmuş ve Türkiye’yi ekonomik rejim konusunda değişiklik yapmaya zorlamıştır. Devletçilik ilkesi, ilk olarak 1930’da İnönü tarafından ve doğru ilkeler çerçevesinde ifade edilmiş, fiili uygulama Atatürk tarafından 1932’de başlatılmıştır. Daha 1930’da Atatürk’ün liberal görüşlü, yakın dostu Fethi Okyar CHP’den ayrılarak Atatürk’ün müsaadesi ile liberal iktisat yaklaşımını benimseyen yeni bir parti kurmuştur (Serbest Cumhuriyet Fırkası). Fakat bu parti de dinci grupların istilasıyla karşılaştığında bizzat Fethi Okyar aynı yıl partisini kapatmıştır. Atatürk, yeni uygulanacak ekonomik rejimi tespit etmeden önce evvela dünyadaki sonra da Türkiye’deki bellibaşlı yaklaşımları incelemiştir. Avrupa’da ve ABD’de liberal ekonomik rejim uygulanmaktaydı. Hitler ve Mussolini de özel teşebbüse yer veriyorlardı, fakat özel teşebbüs bu ülkelerde diktatörlük rejiminin sıkı kontrolü ve müdahalesi altındaydı. SSCB’de ise merkezi planlama uygulanıyordu. Türkiye’de ise ekonomik rejim konusunda başlıca üç görüş ve yaklaşım mevcuttu. Bunlardan ilki, kadroculardır. Şevket Süreyya Aydemir’in başını çektiği kadro yazarları (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vedat Nedim Tör, Burhanettin Asaf Belge) aslında Aydemir’i izleyerek, Türkiye gibi henüz sanayileşmemiş, feodal yapılı bir az gelişmiş ülkede komünist rejim tedricen nasıl kurulur, bu hedefi kabul etmişlerdi. Esasen Aydemir aynı konuyu Moskova üniversitesinde okumuştu. Kadrocular Atatürk’e uygulamasını tavsiye ettikleri ekonomik rejime “Kemalizm” adını koymuşlar, kemalizm’in kapitalizm (liberal ekonomi) ile sosyalizm (komünizm) arasında, ayrı bir ekonomik rejim olacağını – tabii yanlış olarak – ileri sürmüşlerdi. Atatürk ise daha başlardan itibaren komünist (bolşevik) rejim aleyhdarıydı. Kadro mecmuasını kapattırmıştır. Özel teşebbüs karşısında devlete yer veren, devletçilik rejimi konusunda ise iki farklı yaklaşım vardı. Birincisi, İnönü’nün başını çektiği, bir kısım CHP milletvekillerinin ve özellikle bürokratların katıldığı yoğun ve kalıcı bir devletçilik. Bu devletçilik yaklaşımı yoğun devlet yatırımları yanında yoğun devlet müdahalesi ve yoğun korumacılık içeren, daha ziyade dışa kapalı bir ekonomik model idi. İkincisi, o zamanlar İş Bankası Genel Müdürü olan Celal Bayar’ın başını çektiği ve iş adamlarının tercih ettiği ılımlı ve geçici bir devletçilik yaklaşımıydı. Bu devletçilik yaklaşımında, Büyük Dünya Buhranı’nın zor şartları altında yatırım ve üretim özel teşebbüs yanında devlet teşebbüsleri tarafından da yürütülecekti. Fakat, zor şartlar geçtikten sonra bu yaklaşımdan vazgeçilecekti. Atatürk’ün seçtiği devletçilik rejimi Bayar’ın tavsiye ettiği devletçilik rejimine daha yakın olmakla beraber onun aynı da değildir ve başlıca şu ilkeleri içerir: - Özel teşebbüs esastır; yani teşvikine devam edilecektir. - Ancak, sanayileşmenin süratlendirilmesi için, özel teşebbüsün ele alamadığı sanayi sektörlerinde yatırım ve üretim İktisadi Devlet Teşebbüsleri tarafından yapılır. - O sanayi sektöründe özel teşebbüs yeterince geliştiği zaman o sektör özel teşebbüse devredilecektir. - Tarımda ise devlet kesinlikle piyasa için üretim yapmaz. Atatürk devletçilik rejiminin uygulanmasına başlandığında, yani 1932’de dönemin iktisat bakanını istifa ettirmiş ve onun yerine Celal Bayar’ı iktisat bakanı atamıştır. Devletçilik rejimi boyunca da “Teşviki Sanayi” kanunu ile özel teşebbüsün teşvikine devam edilmiştir. Atatürk İktisadi Devlet Teşebbüslerinin ise verimli ve kârlı çalışmalarını şart koşmuştur. 1934 kanunu ile İktisadi Devlet Teşebbüslerinin “müdebbir (tedbirli) tüccar” gibi hareket etmeleri esasını getirmiştir. 1937’de İnönü’nün başvekillikten istifası üzerine de Celal Bayar’ı başvekil tayin etmiştir. Atatürk’ün 1938’de ölmesi üzerine, Mareşal Fevzi Çakmak’ın da ısrar ettiği gibi, cumhurbaşkanlığına İnönü getirilmiştir. İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasından kısa bir süre sonra, 1939’da 2. Dünya Savaşı patlamış ve 1945’e kadar sürmüştür. İnönü bu dönemde çok yoğun ve kalıcı nitelikte bir devletçilik rejimi uygulamıştır. Birçok merkez sol partili yazar Atatürk ile İnönü’nün devletçiliğinin esasta aynı olduğunu, yalnız savaş şartları dolayısıyla İnönü’nün biraz daha yoğun bir devletçilik ve denetim uygulamak zorunda kaldığını iddia ederler. Böyle bir yorum belki particilik açısından münasip olabilir, fakat gerçek değildir. İnönü daha başlangıçta, Atatürk’ten farklı, yoğun ve kalıcı bir devletçilik yaklaşımını benimsiyordu. Cumhurbaşkanı olarak da fiilen bu yoğun devletçilik yaklaşımının uygulamasına geçmiştir. Bu arada, özel teşebbüs artık yeterince gelişti diye, yanlış bir yorumdan hareketle, Teşviki Sanayi Kanunu’nu, yani özel teşebbüsün teşviki ilkesini kaldırmış, devletin tüm teşviklerini İktisadi Devlet Teşebbüslerine yöneltmiştir. İktisadi Devlet Teşebbüsü yöneticilerini ise, kâr ve verimlilik hesabına bakılmadan, devlet memuru yaparak, bareme tabi tutmuştur. Ayrıca, karaborsayı önlemek üzere çıkartılan 1940 Milli Korunma Kanunu çok sert uygulanarak esnaf açısından ciddi sıkıntılara yol açılmıştır. 1942 Varlık Vergisi ve Aşkale olayı ise – milliyetçilik ile karışık – fakat hükümetin de vazgeçmek zorunda kaldığı yanlış bir uygulama idi ve gerek içeride gerek dışarıda çok ağır tenkitlere hedef olmuştu. Atatürk döneminde ziraatte Osmanlı devletinden kalma aşar vergisi (%10) daha 1925’de kaldırılmıştı. İnönü ise savaş esnasında ve enflasyon ortamında tarım ürünleri için çok düşük narh fiyatları tespit etmiştir. Çiftçinin ürününün %25’ini bu narh fiyatı üzerinden devlete (Toprak Mahsülleri Ofisi’ne) vermesini şart koşmuştur. Ancak mütebakisi piyasa fiyatı üzerinden tüccara satılabilecekti. Tarım, ayrıca askerlik nedeniyle işgücünün büyük kısmını kaybetmiş, üretim de bu yüzden düşmüş bulunuyordu. Dikkat edilirse İnönü’nün katı, yoğun ve kalıcı devletçilik yaklaşımı gerek Türkiye’nin bugün ulaşmış olduğu ekonomik seviyeye gerek dünyadaki ekonomik gelişmelere aykırıdır. Ne var ki, daha önce de değinildiği gibi, özellikle sol yanında merkez sol partiler ve yazarlar Atatürk’ün devletçiliğini İnönü’nün katı devletçiliği olarak göstermektedirler. Bu da Türkiye’nin ve dünyanın bugünkü ekonomik durumuna ve şartlarına uygun olmadığı için Atatürk gerek içeride gerek dışarıda ekonomik rejim açısından haksız yere eleştirilmektedir. Bu tutum ve yorum şüphesiz merkez sağ ve sağ partilerin de işine gelmektedir. Halbuki, aslında Atatürk’ün devletçilik yaklaşımı gerek Türkiye’nin gerek dünyanın bugünkü şartlarına uygundur. Bu yönden bakacak olursak, Atatürk’ün devletçilik rejimi başlangıç noktası olarak gerek merkez sol gerek merkez sağ partiler tarafından kabul edilebilir. En azından merkez sol partiler Atatürk’ün gerçek devletçilik ilkelerine dönmek zorundadırlar. Aksi halde, ekonomik rejim açısından çağ dışı kalırlar ve iktidara geldiklerinde de ekonomi alanında bocalarlar. Çünkü, bugün artık Türkiye de özel teşebbüs çok yüksek yatırım ve tabii kaynaklar kullanımını gerektiren enerji alanı hariç, her alanda yeterli seviyede özel yatırım ve üretim yapabilecek durumdadır. Ayrıca, dünyada da zamanla dışa kapalı ekonomi modelinden açık ekonomi modeline yönelme vuku bulmuştur. Bugün gelişmiş ülkeler piyasa ekonomisi uygularken Türkiye gibi gelişen ülkeler ise özel teşebüs ağırlıklı, dışa açık karma ekonomi rejimi uygulamaya başlamışlardır. Gelişmiş ülkeler piyasa ekonomisine 2. Dünya Savaşı sonrası girmeye başlamışlar ve GATT uyarınca dış ticareti serbestleştirmişlerdir. 2. Dünya Savaşı sonrası, Türkiye dahil, gelişen ülkeler yoğun devlet müdahalesi, yoğun korumacılık ve devlet yatırımlarının payının yüksek olduğu, dışa kapalı ithal-ikame sanayileşme modelini seçmişlerdir. Fakat bu ülkelerin çoğunluğu dışa kapalı modeli yanlış uygulamaları dolayısıyla ciddi menfi sonuçlarla karşılaştıkları ve aynı zamanda eski yıllara kıyasla gelişme seviyeleri yükseldiği için bu modeli terketmişlerdir. Onun yerine, 1970’li yıllarda IMF ve DB’sının da uzun süredir yaptıkları tavsiyeler istikametinde, dışa açık ekonomi modelini uygulamaya başlamışlardır. Bu modelde özel teşebbüs ve özel yabancı sermaye akımının teşviki ön plana alınır. Özelleştirme suretiyle kamu teşebbüsleri özel teşebbüse ve özel yabancı sermayeye devredilir. Devlet yatırımlarının payı azaltılır. Fakat toplam yatırımlarda devletin payı yine de gelişmiş ülkelere kıyasla daha yüksektir. Asıl önemlisi, sabit döviz kuru rejimi yerine piyasa döviz kuru rejimine geçilir ve ithalat liberalleştirilir. Devlet yatırımları ise büyük çoğunluğuyla sosyal ve verimli alt-yapı alanlarına yöneltilir. Aynı alanlarda özel teşebbüs yatırımlarına da izin verilir. Fiyat istikrarı için bağımsız Merkez Bankasının para politikası ile Maliyenin bütçe denkliğine dayanılır. Türkiye dışa açık ekonomi modeline ilk ciddi adımı 1980’de atmış, 1984’de bu ekonomi modeli çok daha geliştirilmiş, 1999 ve 2001 krizinden sonra daha da kuvvetli ve sistemli hale getirilmiştir. Dünyada piyasa ekonomisine yönelen dışa açık, özel teşebbüs ağırlıklı, karma ekonomi modeli, 1970 yılları boyunca gelişen ülkelerin bu modeli uygulamasıyla genişlediği gibi, 1989, 1991’de SSCB’nin yıkılmasından sonra bağımsızlıklarını kazanan Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri, bu arada aynı zamanda yeni Rusya Federasyonu da aynı açık ekonomi modelini seçmişler, piyasa ekonomisine yönelmişlerdir. İlginç olan, Çin de 1980’li yıllardan itibaren pragmatik ekonomi modeli uygulamaya başlamış, sonunda ‘90lı yıllarda komünist sistemin şartı olan merkezi planlamayı terkederek özel teşebbüsün ve özel yabancı sermaye akımının teşvikine dayanan, dışa açık bir karma ekonomi modeline geçmiştir. Çin ‘90lı yıllarda başgösteren küreselleşme sürecine de girmiştir. Gerek Çin gerek Hindistan kendi bünyelerine uygun akıllı küreselleşme stratejileri uygulayarak ekonomisi en büyük devletlerin arasına girmişlerdir (BRIC: Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin). Türkiye ise 2000’li yıllardan itibaren rizikolu, ekonomiyi kırılgan yapan bir küreselleşme stratejisi izlemektedir. ‘90lı yıllarda dünyanın girdiği küreselleşme sürecini burada sistemli ve etraflı şekilde ele almak vakit darlığı dolayısıyla pek mümkün değildir. Küreselleşme en az ayrı bir konferans konusu olabilir. Küreselleşme konusunu terk ederek, Atatürk ve devletçilik konusuna yeniden dönersek, mutlaka şu hususun vurgulanmasına gerek vardır. Atatürk’ün uyguladığı ekonomik rejim ve devletçilik gerek Türkiye’deki gerek dünyadaki gelişmelere ayak uydurabilen, bu gelişmelerle çelişkili olmayan bir yaklaşımdır. Aksi yorumlar ise hem Atatürk’ü hem de bizzat yorumcuları, ekonomi modeli açısından gerek Türkiye’de gerek dünyada çağ dışı bırakır. Şunu da özellikle belirtmeliyiz ki, sağ ve merkez sağ partilerin laiklikle ilgili yanlışları daha da vahimdir ve uzak bir ihtimal dahi olsa, bizi hayati önemde tehlikelerle karşılaştırabilir. Sol ve merkez sol partilerin Atatürk’ün devletçilik rejimi hakkındaki yanlışları ise bu partilerin iktidar alternatifi olmak imkanlarını azaltır ve bu yüzden demokrasiyi aksatır. Bu partilerin iktidar olmaları halinde ise ciddi ekonomik sıkıntılara yol açabilir. Veya zamanla, Türkiye’nin ve dünyanın şartlarına uygun, uygulandığında müspet sonuçlar alınabilecek bir merkez sol ekonomi modeli ortaya çıkartılır. Daha da önemlisi doğrudan halkla, işçi sendikalarıyla, esnafla vs. yakın temasa geçerek bu model kamuoyuna da benimsetilebilir. 5- SON SÖZ: ATATÜRK BİR DAHİ İDİ Bu konferansta Atatürk’ün yeni Türkiye Cumhuriyetini kurduktan sonra, devlet adamı olarak başardıkları, özellikle laiklik, demokrasi ile ekonomik rejim alanlarında yaptığı devrimler özetlenmiştir. Devletin idaresindeki, devlete istikamet vermesindeki uzak görüşlülüğü ve başarıları onun bir dahi olduğuna işaret etmektedir. Aynı dehayı askeri alanda, elindeki malzeme sıfıra yakın olduğu halde, kurtuluş savaşını kazanmakla da göstermişti. Atatürk’ün “dahi” olduğu fikri sadece benim bir şahsi görüşüm değildir ve en yetkili yabancılar tarafından teyit edilmiştir. Kurtuluş savaşında Yunanlıları maddeten, manen destekleyen İngiliz İmparatorluğu’nun başbakanı, meşhur Lloyd George Yunanlılar’ın askeri başarısızlıkları karşısında, İngiliz parlamentosunda ağır eleştiriler ile karşılaşmıştır. Lloyd George, parlamentoda şu mealde bir savunma yapmıştır; “Devlet adamları içinde dehaya yüzyılda bir rastlanır. O da maalesef Mustafa Kemal çıktı”. Yine Atatürk hakkında klasik bir referans olan Lord Kinross da kitabında Atatürk’ün bir dahi olduğunun altını çizmektedir. Biz ise maalesef bilerek, bilmeyerek, yanlış yorumlarla Atatürk’ü küçültmenin beyhude çabası içindeyiz. Teşekkür ederim.