editör’den O kadar basit ki bir insanın ayaklarının kayması tahmin bile edemezsiniz. Kendini beğenme belasına düşme, “ben” pazarlama, “ben”den âlâsı mı var narsistliğine bürünme… Kısaca şu “ben” olayı ayaklarımızın kaymasına yetip artıyor günümüzde… O “ben”in yüzünden bizden önceki muazzam bir geçmiş siliniyor, o “ben”in yüzünden ayaklar kayıyor kaymakla kalmayıp başkalarının da ayaklarının kaymasına sebep olunuyor. “Ben böyle düşünüyorum” zavallılığı kendinden önceki sünneti ve muazzam bir sistem olan rivayeti (isnad) bir anda yok sayıyor. Böylece o kişi ıssız çölde kendi hevasının, arzularının kulu olarak yapayalnız kalıyor. Zamanımızda her şey birbirine karışmış durumda. Mesele “din” olunca apayrı bir önem kazanmakta. Dinimizi kimden nasıl öğreneceğimiz sorusunun cevabını çok iyi bilmeliyiz. Kendisinden başkasını göremeyen, “ben” duygusu tavan yapmış, nebevî ahlakın zerresinden nasiplenmemiş, kendisinden önceki ulemaya arsızca dil uzatmayı “özgürlük” sayan, her şeyin en iyisini kendisinin bildiğini zanneden ekran “ulu a’ma”larına çok dikkat etmeliyiz. Kimin ne dediği çok önemli. Bu din bizlere gelene dek bizden öncekiler çok büyük meşakkatlere katlandılar. Allah’a hamd olsun ki “Ehl-i sünnet yolu” bizden öncekilerin çaba ve gayretleriyle bize kadar ulaştı. Şimdi günümüzde bir insanın akidesinin ve Ehl-i sünnete bakışının nasıl olduğunun cevabını onun şu konulardaki inancına bakarak öğrenebiliyoruz: İman esaslarının yanında kabir azabı konusunda ne diyor, kadere iman konusunda ne diyor, hayızlı kadınların oruç tutması konusunda ne diyor, nüzulü İsa konusunda ne diyor, hadis, sünnet, icma konusunda ne diyor, bizden önce yaşamış olan ehl-i sünnet alimleri hakkında ne diyor, “Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin. Elbette bu, huşu sahiplerinden başkasına ağır gelir.” (el-Bakara;45) âyetini, “Direnerek ve dik durarak yardım isteyin. Ancak bu, Allah'a saygı duyanlardan başkasına ağır gelir.” misalinde olduğu gibi ayet-i kerimeleri “hevasına” göre yorumlama konusunda ne diyor? Dikkat edilirse verdiğimiz örnekler hakikaten insanı tehlikeye götüren örnekler. Öyleyse kimi okuduğumuzu, kimi dinlediğimizi, kimin takipçisi olduğumuzu çok iyi bilmeliyiz. Her dinden bahseden, ekranlarda tefsir yaptığını zanneden, güzel ve süslü şairane konuşanı gördüğümüzde kanmamalıyız. Ehl-i sünnet inancını çok iyi öğrenmeli, uyanık olmalı ve bu inanca sıkı sıkıya bağlı kalmalıyız. Ehl-i sünnet çizgisinden zerrece şaşan kim olursa olsun, “adı, sanı, unvanı ne olursa olsun” asla itibar etmemeliyiz. Kurtuluşumuz ehl-i sünnet çizgisinde sebat etmekle mümkündür. Ehl-i sünnet çizgisinin takipçisi olan her türlü yayını mümkün mertebe takip etmeli ve desteklemeliyiz. Dolu dolu bir “Burhan” dergisiyle yine sizlerleyiz. Beğeneceğinizi umuyoruz. Daha güzel “Burhan”larda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz. içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 4 Sayı: 47 Ağustos 2009 SAHİBİ Burhan Basın Yayın 4 YENİ EVLENECEK GENÇLERE 44 Nimet ve İkbâl TAVSİYELERİM Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR 12 RAMAZAN AYINI İYİ DEĞERLENDİRELİM Mehmet TALU 46 Seyyid Ahmed er-Rüfâî Hazretlerinin Allah’ın Mahlûkâtına Karşı Şefkati Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Mustafa ÖZKAYA 18 Bazı Hadis Kavramları ve Hadislere 50 Ümmî Üveysî Yaklaşımda Güncel Problemler Ahmet HALİLOĞLU Talha Hakan ALP Umut BULUT GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU 26 Gözümüzün nuru: “Namaz” Salih AYDIN 54 YEGANE DİN, İSLAM Ersan BİLGİN Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL 6 Aylık Abone: 36 TL 31 TÜKENİŞ 58 Muhabbet Bahçesi Halil ATİK Yusuf ELİBOL 32 Altayların Hallacı: Osman Batur 60 Hasan Çelebi: “Hat Sanatı İçin Ahmet HALİLOĞLU Kültürel Altyapı Şart” Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928-1 Mehmet Nuri YARDIM Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ 36 HASEN ve SAHİH HADİSLERDEN SEÇMELER 27 64 SİZE MUTLULUK YAKIŞIR Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR Ayşe BAĞCİVAN 38 KUYULANMAK 67 MAZLUMLARIN FERYADI Mehmet DEMİRCİ Mustafa AKCAN 40 PEYGAMBERLER, MUCİZELER… 68 BURHAN ÇOCUK YAYIN TÜRÜ (5) Musa KARACA Aylık Süreli Yayın Osman KARABULUTOĞLU Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com burhandergisi@gmail.com www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 70 DOĞU TÜRKİSTAN’IN SESSİZ 42 İnsanın İniş Serüveni ÇIĞLIĞI Aydın BAŞAR Hasan BAŞAR Yeni Evlenecek Gençlere Tavsiyelerim 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Ramazan Ayını İyi Değerlendirelim 12 Mehmet TALU Gözümüzün nuru: “Namaz” 26 Salih AYDIN Altayların Hallacı: Osman Batur 32 Ahmet HALİLOĞLU 50 Hasan Çelebi: “Hat Sanatı İçin Kültürel Altyapı Şart” Mehmet Nuri YARDIM 70 Ümmî Üveysî Ahmet HALİLOĞLU 60 Doğu Türkistan’ın Sessiz Çığlığı Hasan BAŞAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN mustafaagirman@gmail.com YENİ EVLENECEK GENÇLERE TAVSİYELERİM Yüce Allah, insanlığı bir erkek ve bir kadından yaratmıştır. Hz. Âdem, (a.s) hepimizin babası; Hz. Havvâ da hepimizin annesidir. İnsanlık, bu ikisinin evlenmesi neticesinde çoğalmıştır. Evlilik ilk insanla birlikte var olan tabiî ve kutsal bir kurumdur. Evlenmekten maksat, ana ve baba olup çocuk yetiştirmektir. Her baba, kendi çocukları için bir Âdem; her anne de kendi çocukları için bir Havvâ’dır. Evlilik, Yüce Allah’ın emri1, bütün peygamberlerin ve özellikle de Hz. Peygamber efendimizin sünnetidir.2 Evlilik neticesinde kurulan âile yuvası, cennet köşelerinden bir köşedir. Bu köşede yetişen çocuklar da kuş gibi hafif ve gül gibi sevimlidir. Kurulan âile yuvalarının cennet köşelerinden bir köşe veya cennet bahçelerinden bir bahçe olabilmesi için âile yuvasını kuran beylere ve hanımlara bir takım görevler ve sorumluluklar düşmektedir. Biz, bu yazımızda evlenmek üzere olan gençlere veya evlenmiş olan beyAğustos 2009 4 lere ve hanımlara biraz nasîhat edeceğiz. Okuyucularımız da bu nasîhatlara kulak verirlerse kendileri için iyi olur diye düşünüyorum. Nasîhatlarımızı anlaşılır bir şekilde, bir beyefendiye bir de hanımefendiye yaparak yazımızı devam ettireceğiz inşâallah. Önce beyefendiden başlıyoruz: Beyefendi oğlum! Evlendiğin gelin hanımın büyümesinde ve yetişmesinde senin hiçbir katkın ve zahmetin olmadı. Babasının ocağında ve annesinin kucağında bir gül gibi yetişen ve evlilik çağına gelen hanımına Yüce Allah’ın izni ile yani nikâh ile sahip oldun. Aranızda gerçekleşen nikâh akdi ile bu kızcağız senin hanımın oldu. Babasının evinde ve annesinin elinde sana böyle bir hanım yetiştiren Yüce Allah’a hamdetmeyecek misin? Güzel bir âile yuvası kurabilmen için sana bir hanım lütfeden Yüce Allah’a hayat boyu secde etmeyecek misin? Evinde, işyerinde ve bü- BAŞYAZI tün hayatında onun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçmayacak mısın? Ben, sana bunca nimetleri veren Yüce Allah’ı görüyor gibi O’na inanmanı ve seni senden daha iyi düşünen yüce Allah’tan gelen her emre değer vermeni, O’nun bütün yasaklarından kaçınmanı tavsiye ederim. Hanımefendi kızım! Evliliğe adım attığın gün, doğup büyüdüğün baba ocağını ve anne kucağını terk etmiş; eşinin evine taşınmış oluyorsun. Şöyle de diyebiliriz: Şimdiye kadar yanlarında geçici olarak kaldığın annenin ve babanın evinden ayrılıyor ve yaptığın evlilikle kendi evine taşınıyorsun. Eşinin evi, senin evindir. Sana, geldiğin bu yeni eve yani senin asıl evine “Hoş geldin!” diyor ve şunu hatırlatıyorum: “Kızım! Sen, geldiğin bu evde anneni ve babanı temsil edeceksin. Eşinin âilesinin yanında annenin ve babanın temsilcisi olacaksın. Sana, anneni ve babanı iyi temsil etmeni tavsiye ederim.” Eşin ve eşinin âilesi: “Gelin hanım! Seni yetiştiren anadan ve babadan Allah râzı olsun! Annen, baban nûr içinde yatsınlar! Makamları ve mekânları cennet olsun!” derlerse; sen, anneni ve babanı iyi temsil etmiş olursun. Hanımefendi kızım! Sen evleninceye kadar bulunduğun çevrede “falanca beyefendinin veya falanca hanımefendinin kızı” olarak biliniyor ve tanınıyordun. Evlendikten sonra da “falanca beyin hanımı” olarak tanınacaksın. Sana eşini de iyi temsil etmeni tavsiye ederim. Bilmiş ol ki, siz hanımlar, annelerinizi, babalarınızı ve eşlerinizi temsil etmektesiniz. Her iki tarafı da iyi temsil etmeni tavsiye eder ve bu konuda sana bol bol duâ ederim. Rabbim yardımcın olsun! Allah utandırmasın! (Âmin) Beyefendi oğlum! Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de: “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdır.”3 buyurarak, erkeğe âile içinde idârecilik görevi vermiştir. Yani dinimize göre evin reîsi erkektir. Bu sebepten dolayı evin her türlü idâresi ve masrafı erkeğe aittir. Âyette geçen “kavvâm” kelimesi, “koruyup kollayıcı” olarak tercüme edilmiştir. Yüce Allah tarafından erkeklere koruyup kollama görevinin verilmiş olması, iki cins arasında bir eşitsizlik gözetilmiş olmasından değil; erkeklerin güç, kuvvet ve fizikî yaratılış bakımından farklı bir yapıya sahip bulunmalarındandır. Bu durum, kadını erkekten aşağı bir konuma düşürmez; sâdece erkeklere, âilenin geçimini ve yönetimini sağlamak gibi ağır bir sorumluluk yükler. Buna göre hanımını ve çocuklarını en güzel şekilde geçindirmek senin asıl görevindir. Yaşadığın bölgenin hayat şartlarına uygun bir biçimde ve en güzel şekilde onları geçindireceksin. Hanımına geçim sıkıntısı çektirmeyecek, çocuklarını başkalarının eline baktırmayacaksın. Senin en güzel ve en hayırlı paran, eşine ve çocuklarına harcadığın paradır. Çünkü Sevgili Peygamberimiz, kocaların hanımları için harcadığını sadaka olarak nitelendirmiş ve Sa’d b. Ebî Vakkâs’a nasîhat ederken şöyle buyurmuştur: “Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hatta yemek yerken eşinin ağzına koyduğun lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfâtını alacaksın.”4 Beyefendi oğlum! Sen, evine harcama yaparken sadaka vermiş gibi sevap kazanıyorsun. Bunu bilmeni isterim. Hanımefendi kızım! Sen de tutumlu olacaksın. Kocanın malını ve eve getirdiklerini har vurup harman savurmayacaksın. Bileceksin ki, “Yuvayı dişi kuş yapar.” Evet, bizim böyle bir atasözümüz var, değil mi? Atalarımız ne kadar da doğru söylemişler. Gerçekten, yuvayı dişi kuş yapar. Bir de “İşten artmaz, dişten artar.” demişler. Yani yapılan işlerden ne kadar çok para kazanılırsa kazanılsın, kazanılan para ölçülü harcanırsa artar, demek istemişler. Bizim milletimizin bu konuda çok güzel atasözleri vardır. Bunlar5 Ağustos 2009 dan birkaçı şöyledir: “Sakla samanı gelir zamanı.” “Ak akçe kara gün içindir.” Evet, hanımefendi kızım! Güzel günlerinde ve geniş günlerinde biriktirecek ve saklayacaksın ki, bu biriktirdiklerin dar gününde eline gelsin. Rabbim, hiç kimseye dar gün göstermesin; sana da bana da göstermesin. Ama kızım! Bilmiş ol ki, biz insanız. İnsanın başına her türlü sıkıntı gelebilir. “Düşüp kalkmayan bir Allah’tır.” diye bir atasözümüz var bizim, değil mi? Ne kadar doğru bir söz! Çünkü insan, yıkılır ve düşer. Biz de insan olduğumuza göre biz de bir gün yıkılır ve düşebiliriz. Düştüğümüz zaman bizi ayağa kaldıracak bir birikimimizin olması lazım gelir, diyor ve seni devamlı dibine, köşene, sandığına, hesabına bir şeyler atarak biriktirmeye dâvet ediyorum. Böyle yaparsan hem ölçülü yaşar hem de ileride rahat edersin. Beyefendi oğlum! Sana, evine bağlı olmanı tavsiye ederim. Evine, eşine ve çocuklarına bağlı ve onları çok seven bir âile reisi olmanı tavsiye ederim. Sen ya işte, ya evde veya câmide olmalısın. Bu üç mekân arasında gidip gelmelisin. İşine değer veren ve iyi çalışan, evine bağlı ve ev halkını seven, câmiye ve cemaate devam eden ve İslâmî hizmetlere koşuşturan bir er kişi olarak yaşamanı tavsiye ederim. Bu üç mekânın dışındaki yerlere uğramamalısın. Uğrarsan kendine ve âilene yazık edersin. Özellikle yemek saatlerinde evinde olmalısın. İş îcâbı öğle yemeğine gelemiyorsan hiç olmazsa sabah kahvaltısı ve akşam yemeğinde evde bulunmalısın. Hem biliyor musun? Senin yediğin en güzel ve en lezzetli yemek, evinde eşinle ve çocuklarınla birlikte yediğin yemektir. Bilmiş ol ki, evde yediğin kuru ekmek dışarıda yediğin dönerden, kebaptan, baklavadan ve her türlü yemekten daha lezzetlidir. Evet, beyefendi oğlum! Evlenmek demek, hanımın ve çocukların sorumluluğunu üstlenmek demektir. Onlara çok vakit ayıracak ve onlarla çok ilgileneceksin. Özellikle çocuklarınla çok ilgilenecek ve onları geleceğe hazırlayacaksın. Bazı erkekler, evlerini otel ve lokanta olarak kullanıyorlar. Yani karınları acıktığı zaman evlerine gidiyorlar, bir de gece yatmak için gidiyorlar. Böyle bir erkek olmak ne kadar kötü, değil mi? Umuyorum ki, sen böyle olmayacaksın. Seni, evini her şeyin üstünde tutan sorumlu bir ev reîsi olmaya dâvet ediyorum. Hanımefendi kızım! Bilmiş ol ki, erkeği eve bağlayan hanımdır, hanımın ilgisi ve becerisidir. Hanımın, eşinin kendisi Ağustos 2009 ile ilgilenmesini istediği kadar, erkek de hanımının ilgisini ve alakasını bekler. Bu sebepten dolayı bütün hanımların, güler yüzlü ve tatlı dilli olması gerekir. Erkeği ile ilgilenmesi ve kendini sevdirmesi gerekir. Bak bu konuda sana bir-iki tavsiyede bulunacağım bunları yerine getir. Kızım! Her sabah eşini duâ ile uğurla. Yolcu ederken ona şöyle duâ et: “Allahım! Benim eşimi ve bütün müminleri koru. Sağ ve selâmet evine döndür. Onu başımızdan eksik etme. Kendisine uzun ve bereketli ömür ver. Öldükten sonra bizi cennette bir araya getir.” Sen her sabah içten ve gönülden böyle duâ edersen, Yüce Allah senin duânı elbette kabul eder. Hem biliyor musun? Yüce Allah, samîmî ve içten yapılan duâların hepsini kabul eder.5 Sana, eşin ve çocukların için devamlı duâ etmeni tavsiye ederim. Bir de onlara karşı çok nâzik, ince ve kibar olmanı tavsiye ederim. Özellikle çocuklarına karşı tatlı dilli olman için yalvarırım sana. Sakın, onlara kötü bir söz söyleme; bedduâ etme. Beni dinlemez de onlara kötü sözler söyler ve bedduâ edersen sonunda ağlayan sen olursun. Çünkü Yüce Allah, siz kadınların ve özellikle de siz annelerin hem duâlarınızı hem de bedduâlarınızı kabul eder. Ben, sana diyorum ki, ağzı duâlı ol! Beni kırma, e mi? Nasîhatlarımı tut ve sözümü dinle. 6 İnan ki, ben senin iyiliğin için konuşuyorum. Kurduğun yuvanın cennet köşelerinden bir köşe olması için çalışıyorum. Beni anla ve bana kulak ver! Ne demiştik? Sabahleyin eşin evden çıkarken onu duâ ile uğurla, demiştik. Buna ilâve olarak, akşam eve geldiğinde de güler yüzle karşıla, diyoruz. Hanımefendi kızım, siz kadınlara iki şey hiç yakışmaz. Bunlardan biri kötü söz, diğeri de asık surat. Benim sana tavsiyem odur ki, her zaman güler yüzlü olasın. Hele eşine karşı hiç surat asma, dâima güler yüzlü ol. Akşam eve geldiğinde onu güler yüzle ve tatlı dille karşıla. Eşin, akşama kadar senin için ve çocukların için çalışıp yoruluyor. O, eve geldiğinde senin güler yüzünü görür ve tatlı dilini dinlerse bütün yorgunluğunu unutur. Eğer onu, asık surat ve ekşi bir yüzle karşılarsan yorgun adamın bütün dünyası yıkılır. Bu böyle devam ederse eşin, işten çıktıktan sonra eve gelmek istemez; kahveye, kumarhaneye ve daha başka kötü yerlere takılır. O zaman da sana ve çocuklarına yazık olur. Ben, sana ve çocuklarına yazık olmasını istemiyorum. Bunun için çırpınıyorum. Artık bundan sonra sen de, eşini her sabah duâ ile uğurlayacak ve akşam da güler yüzle karşılayacaksın, değil mi benim güzel kızım? Bizim peygamberimizin, tatlı dilli ve güler yüzlü olma konusundaki sözlerini hatırlatayım sana: lerindir. Eşinin yakınlarını kendi yakınların gibi göreceksin. Herkese lâyık olduğu değeri verecek ve hepsi ile ilgiyi devam ettireceksin. Herkesi lâyık olduğu makama oturtacaksın. Yalnız, öz annenin makamının herkesin makamından üstün olduğunu bileceksin. Yani senin en çok hürmet edeceğin ve saygı duyacağın insanın annen olduğunu bileceksin. Beyefendi oğlum! Bilmiş ol ki, annenin yerini hiç kimse tutamaz. “Anne başta tâc imiş Her derde ilâc imiş Bir evlâd pîr olsa da Anneye muhtâc imiş.” sözü boşuna söylenmemiş. “Ağlarsa anam ağlar, gayrısı yalan ağlar.” sözü de ne kadar doğru bir söz, değil mi? “Ana gibi yâr olmaz, Bağdat gibi diyâr olmaz” sözünü de unutmayalım. Yani demek istiyorum ki, annen ile kayınvâlideni birbirine karıştırma. Kayınvâlidene hürmet et, ama onu annenin makamına oturtma. Böyle yaparsan anneni darıltmış olursun. Annesini darıltanın da bu dünyada da öbür dünyada da hali perişandır. Perişan olmak istemiyorsan anneni el üstünde tut; onun sözünden çıkma. Hanımefendi kızım! “Din kardeşini güler yüzle karşılamak gibi (tabiî ve doğal) bir iyiliği bile sakın küçük görme!”6 “Din kardeşine karşı güler yüzlü olman sadakadır.”7 “Yarım hurma vermek sûretiyle de olsa kendinizi cehennem ateşinden koruyunuz. O kadarını da bulamayanlar, güzel bir sözle olsun kendilerini korusunlar.”8 “Güzel söz, sadakadır.”9 Beyefendi oğlum! Şimdi sen beni iyi dinle! Evlilik, insanın akraba çevresini daraltan değil, genişleten bir kurumdur. Evlilikle yeni akrabalar edinirsin. Bu yeni akrabalar senin için güç kaynağıdır. Sana güç kaynağı olan bu insanlarla iyi geçinmeni, senden büyük olanlara saygı, küçük olanlara da sevgi göstermeni tavsiye ederim. Eşinin babası, senin baban yerinde; annesi de annen yerindedir. Babana saygı ve hürmet gösterdiğin gibi kayınpederine de saygı ve hürmet göstereceksin. Anneni saydığın kadar da kayınvâlideni sayacaksın. Kayınbirâderlerin kardeşin, baldızların da bacılarındır. Onların çocukları da senin yeğen- Şimdi sen dinle! Sen, evleninceye kadar annenin ve babanın sözünden dışarı çıkamazdın ya, şimdi de eşinin sözünden dışarı çıkmayacaksın.10 Evlendikten sonra, annenin ve babanın senin evine karışma haklarının olmadığını bilmeni isterim. Böyle söylememden, annene ve babana hürmet etmeyeceksin ve onları dinlemeyeceksin manasını çıkarmazsın, herhalde. Ben demek istiyorum ki, evlendikten sonra kocan senin her şeyindir. Sen hayatını artık onunla paylaşıyorsun. Her derdini ve sıkıntını ona açacaksın. Onunla istişare edecek ve onu dinleyeceksin. Bilmiş ol ki, o senin kötülüğünü ve zararını istemez. Ona saygı duy ve onu sev; onu anlamaya çalış. Onu, kendi annesine ve senin annene şikâyet etme; hiç kimseye şikâyet etme. Sıkıntılarınızı birlikte çözmenin yollarını arayın. Derdinize siz çâre olun. Çâreyi kendinizde arayın. Hanımefendi kızım! Bu dünyada senin, sözünü ilk dinleyeceğin ve saygı duyacağın insan eşin; eşinin de ilk önce saygı duyacağı ve sözünden çıkmayacağı insan annesidir. Sana, eşinin annesine yani kayınvâlidene saygı göstermeni tavsiye ederim. Sen onun annesine saygı duy ki, o da senin annene saygı duysun. Kayınvâlideni bir öğretmen ve tecrübeli bir anne olarak görmeni isterim. Onun bilgi, görgü ve tecrübelerinden faydalanman seni hayata 7 Ağustos 2009 iyice hazırlar. Unutma ki, kayınvâlideni bir yük olarak görürsen gün geçtikçe yükün artar; bir öğretmen olarak görürsen her gün ondan bir şeyler öğrenirsin. Yine bilmiş ol ki, kayınvâliden senin çocuklarına senden daha iyi bakar. Onları en güzel şekilde besler ve büyütür. Beşikte olan çocuklarına ninniler söyler, büyümekte olanlarına masallar ve hikâyeler anlatır. Biliyor musun, çocuklar geçmişi ve geçmişle ilgili hâtıraları dedelerinden ve ninelerinden öğrenirler. Onlar, dedelerine ve ninelerine çok düşkündürler; dedeleri ve nineleri de torunlarını çok severler. Yalvarırım size, bu ilgiyi koparmayın; bu bağı kesmeyin. Beyefendi oğlum! Şunu bilmiş ol ki, Hazreti Peygamber ve onun yolunu takip eden seçkin Müslümanlar, hanımlarını hiç dövmemiş ve onlara bir fiske bile vurmamışlardır. Onların yollarını takip eden bizler de, eşlerimizi dövmemeli ve incitmemeliyiz. Kadın dövülmez yavrum. Çünkü kadın anadır; analar da dövülmez. Anaların eli öpülür. Analar, çocuk yetiştirdiklerinden dolayı cennet onların ayakları altındadır. Eşinin yanlışları ve hatâları varsa nasîhat edersin, anlatırsın, öğretirsin ve yetiştirirsin. Kadını dövmek er kişinin kârı değildir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “Hanımlarınızla iyi geçinin.”11 “İyi hanımlar itaatli olanlardır. Allah, onların haklarını nasıl koruduysa; onlar da erkeklerinin haklarını öylece korurlar. Baş kaldırmalarından korktuğunuz hanımlara önce öğüt verin. Vazgeçmezlerse, kendilerini yataklarında yalnız bırakın. Yine yola gelmezlerse (hafifçe) dövün. Eğer size itaat ederlerse, onların aleyhine başka bir yol aramayın.”12 Beyefendi oğlum! Biz müminler için her işimizde ve hayatımızın her ânında uyulması gereken en güzel örnek Hz. Peygamber’dir. Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayan ve İslâm’ı en güzel yaşayan O’dur. Bu âyet-i kerîmeyi en iyi anlayan da şüphesiz ki O’dur. Kesin olarak biliyoruz ki O, ömründe bir defa olsun elini kaldırıp eşlerinden herhangi birine vurmamıştır. Eşleri ile çok iyi geçinmiş ve ümmetine de bunu tavsiye etmiştir. Vedâ hutbesinde ve vefâtından önceki rahatsızlık günlerinde ashâbına ve dolayısıyla ümmetine son tavsiyelerini yaparken, erkeklere kadınların haklarını korumalarını tavsiye etmiş ve bu konuda Allah’tan korkmaları gerektiğini de özellikle vurgulamıştır. Sevgili peygamberimizin bu konudaki hadîs-i şeriflerinden bir kaçı şöyledir: Ağustos 2009 “Müminlerin îmân bakımından en mükemmeli, huyu en iyi olanıdır. Sizin en hayırlınız da hanımlarına karşı en hayırlı olanlarınızdır.”13 “Ashâbım! Hanımlarınıza iyi davranmanızı tavsiye ederim. Vasiyyetimi tutunuz. Biliniz ki onlar, sizin idârenize ve himâyenize verilmişlerdir. Kesin olarak bildiğiniz bir ahlâksızlık yapmadıkları takdirde, onlar üzerinde zorbalık kurmaya hakkınız yoktur. Eğer ahlâk dışı bir hareket yaparlarsa, onları yataklarında yalnız bırakın. Bir yerlerini incitmeyecek şekilde (hafifçe) dövün. Şayet size itaat ederlerse, artık onlara zarar verecek bir şey yapmayın. Şunu bilin ki, sizin kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki haklarınız, yatağınızı yabancılardan korumaları, istemediğiniz kimseleri evinize almamalarıdır. Onların sizin üzerinizdeki hakları ise, giyim-kuşam ve yeme-içme konularında kendilerine iyi imkânlar sağlamanızdır.”14 “Mümin bir kimse eşine kin beslemesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.”15 Eşlerinden dayak yiyen birçok hanım, durumların Hz. Peygamber’in eşlerine arz ettiler. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: “Birçok kadın Muhammed âilesine gelerek kocalarını şikâyet ediyorlar. Hanımlarını döven o kimseler, sizin hayırlınız değildir.”16 Hz. Peygamber, eşlerini döven erkekleri azarlıyor ve şöyle buyuruyor: “Sizden biriniz, eşini köleyi döver gibi dövmeye kalkışıyor. Belki de akşam onunla aynı yatakta yatacaktır.”17 Beyefendi oğlum! Yukarıdaki âyet-i kerîmede ve hadîs-i şerîfte geçen “onları (hafifçe) dövün” sözünü şöyle anlamalıyız: Kadının, evlilik sorumluluklarını yerine getirmemek, kocasının haklarını gözetmemek, onun kişilik ve onurunu zedeleyici tavırlar sergilemek veya iffet ve nâmûsunu tehlikeye sürükleyebilecek durumlara düşmek gibi olumsuz davranışlara girmesi halinde, âile yuvasının devamını sağlamaktan birinci derecede sorumlu olan kocanın, içine düştüğü mecbûriyetten dolayı bazı tedbirlere başvur8 ması elbette doğaldır, tabiîdir. Bu tedbirler, zaman, mekân, sosyal şartlar ve muhâtaba göre farklılık gösterebilir. Âyette ve hadîste son seçenek olarak zikredilen dövme meselesi de çok istisnâî bir tedbirdir. Böyle bir tedbirin fayda getirmeyeceği, tam tersine zarar getireceği bilinen durumlarda, İslâm âlimleri, kesinlikle bu seçeneğe başvurulmaması konusunda söz birliği etmişlerdir. Beyefendi oğlum ve hanımefendi kızım! Sizin her ikinize de, misâfirlerinizi güler yüzle karşılamanızı, onlara bolca ikrâmlarda bulunmanızı ve onları iyi bir şekilde ağırlamanızı tavsiye ederim. Çocuklarınıza da misâfir karşılamayı ve onlara hizmet etmeyi öğretin. Kızınız bayan misâfirlerle, oğlunuz da erkek misâfirlerle ilgilenmeyi ve onlarla sohbet etmeyi öğrensin. Beyefendi oğlum! Sen, eşin tarafından gelen misâfirlere çok yakınlık göster ve onlarla çok yakından ilgilen ki, eşin de senin tarafından gelen misâfirlerle daha yakından ilgilensin ve onlara senden daha çok hizmet etsin. Her ikiniz de bilmiş olun ki, misâfiri bol olan evlerin bereketi de bol olur. Misâfir ağırlamanın ne kadar güzel bir iş olduğunu daha iyi anlamak için hep birlikte Hz. Peygamber efendimize kulak verelim ve onu can kulağı ile iyi dinleyelim. Bakınız! O yüce peygamber ne buyuruyor: “Allah’a ve âhiret gününe îmân eden kimse misâfirine ikrâm etsin. Allah’a ve âhiret gününe îmân eden kimse akrabasına iyilik etsin. Allah’a ve âhiret gününe îmân eden kimse ya faydalı söz söylesin veya sussun.”18 “…Misâfirlik üç gündür. Misâfiri üç günden fazla ağırlamak ise sadakadır.”19 Beyefendi oğlum ve hanımefendi kızım! Sizin her ikinize, komşularınıza da karşı çok iyi davranmanızı tavsiye ederim. Çünkü, komşularımıza karşı iyi davranmak bizim hem insânî görevimiz hem de dînî bir vecîbemizdir. Bu konuda sevgili peygamberimiz şunları buyurur: “Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım.”20 “ Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde sun!”21 “Yapacağı kötülüklerden komşusu güven içinde olmayan kimse cennete giremez.”22 9 Ağustos 2009 “Ey müslüman kadınlar! Komşu hanımlar birbiriyle hediyeleşmeyi küçümsemesin! Alıp verdikleri şey basit bir şey olsa bile!”23 “Sizin en hayırlınız çevresi ile iyi geçinen ve çevresinin de kendisi ile iyi geçindiği kişidir.”27 Hanımefendi kızım! “Allah’a ve âhiret gününe îmân eden kimse komşusunu rahatsız etmesin.”24 “Allah’a ve âhiret gününe îmân eden kimse komşusuna iyilik etsin.”25 “Yüce Allah’a göre arkadaşların hayırlısı, arkadaşına faydalı olandır. Yine Yüce Allah’a göre komşuların hayırlısı, komşusuna faydalı olandır.”26 Hanımefendi kızım! Doktorlar her türlü hastalığa çare bulmaya çalışıyorlar, ama iki hastalık var ki, bunların bir türlü çaresi bulunamadı. Sana, bu iki hastalığa yakalanmamanı tavsiye ederim. Bunlardan biri huysuzluk, diğeri de özenti hastalığıdır. Huysuzluk, yani geçimsizlik sana yakışmaz. Eşinle ve çevrenle çok iyi geçinmeni tavsiye ederim. Bizim peygamberimiz bu konuda şöyle buyurur: Ağustos 2009 Huysuzluk, sahibini yiyip bitiren bir illettir. Atalarımız “Keskin sirke küpüne zarar verir” demişler. Ne kadar da doğru demişler! Gerçekten öyledir. Huysuz ve geçimsiz insanları hiç kimse sevmez. Bu gibi insanlar toplum tarafından dışlanır, yalnız kalır ve rahatsız olurlar. Bu sebepten dolayı ben sana herkesle iyi geçinmeni tavsiye ederim. Hanımefendi kızım! Özenti hastalığı, zoraki başkalarına benzeme hastalığıdır. Bunun da ilacı ve çaresi yoktur. Bu hastalığa yakalananlar, başkalarında gördükleri her şeye heveslenir ve onları taklid ederler. Başkaları gibi giyinmeye, başkaları gibi yemeye ve içmeye özenir; kendilerini unuturlar. Bu da çok kötü bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalanan da iflah olmaz. Başkalarında gördüğün şeylerden dolayı eşini rahatsız etme. “İlla onlardan ben de isterim” diye adamı sıkboğaz etme. Ev eşyasının çokluğu ile, gi10 yim-kuşam ile huzur olmaz. Huzur, insanın içindedir. Başkalarına benzeme hastalığına yakalanan, huzuru kaybetmiş demektir. Sana, kendin olmayı, özün olmayı ve kendine benzemeyi tavsiye ederim. Bak, o zaman nasıl rahat edeceksin! Beyefendi oğlum! Biz, bu dünyaya cenneti kazanmak için geldik. Yüce Allah, bizim hepimizi cennete dâvet ediyor. Bilmiş ol ki, cennete giden yol dünyadan geçer. Dünyanın merkezi de evdir.Evini cennet köşelerinden bir köşe haline getiremeyenlerin öbür dünyada cennete girmeye hakları yoktur. Evini, sen cennet köşelerinden bir köşe haline getireceksin. Çünkü, evin reîsi sensin. Şimdi ben, sana bunun formülünü vereceğim. İki maddeden ibâret olan bu formüle iyice kulak verecek ve bunu uygulayarak evini cennet haline getireceksin. İyi dinliyorsun değil mi? çok da evdedir. Çünkü evde onun cennet hûrisi ve cennet meyveleri vardır. Bunu sağlayan bir erkek, dinlenmek için tatile çıkmaz, eğlence yerlerine gitmez. Çünkü onun evi, gidebileceği her yerden daha güzeldir. Ben, sana işte böyle bir yuva kurmanı tavsiye ediyorum. Böyle bir yuvan olursa, balığın suyun içinde rahat ettiği gibi rahat edersin. Böyle bir yuvan olmazsa, sudan çıkmış balık gibi çırpınır durursun. Sana ve eşine duâ ediyorum. Rabbim yâr ve yardımcınız olsun. Allah’ım dünyanızı ve âhiretinizi mâmur eylesin… (Âmin!) .................................................................................................................... 1 Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de konu ile ilgili olarak şöyle buyurur: “İçinizden bekâr olanları, kölelerinizden ve câriyelerinizden iyileri (durumu nikâha müsâid olanları) evlendirin. Eğer (evlendireceğiniz bu kimseler) yoksul iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (Kur’ân-ı Kerîm, en-Nûr sûresi, 24/32) 2 Rasûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde konu ile ilgili olarak şöyle buyurur: “Nikâh benim sünnetimdir. Kim, benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evleniniz, çünkü Formülün birinci maddesi şu: Eşine dünya güzeli ve cennet hûrisi gözüyle bakacaksın. Yani her erkek kendi eşini dünya güzeli ve cennet hûrisi olarak görecek. Bak yavrum! Bütün hanımlar güzeldir. Hanımlar çiçek gibidir. Çiçeklere bir bak. Lâle var, sümbül var, menekşe var, papatya var, daha nice çiçekler var. Bunların birinin rengi güzel, birinin kokusu güzel, birinin görüntüsü güzel… Yani hepsi güzel. Hanımlar da böyledir. Üstad Bedîüzzaman hazretleri: “Güzel bakan güzel görür.” der. Gerçekten öyledir. Eşine nasıl ve ne niyetle bakarsan öyle görürsün. Ben, sana diyorum ki, ona dünya güzeli ve cennet hûrisi olarak bak. Bu gözle bakarsan Allah da onu sana öyle gösterir. Sen de eşini daha çok sever ve evine bağlanırsın. Tabiî, eşine dünya güzeli olarak bakabilmen için gözünü bütün kadınlara kapatman gerekir. Sana, harama bakmamanı tavsiye ederim. Harama bakmadan yaşarsan hem gönlünde hem de evinde huzur bulursun. Söz dinlemez harama bakarsan bu dünyada huzursuz olur, öbür dünyada da yanarsın.28 Şunu bileceksin ki, eşinin dışındaki bütün kadınlar senin anan, bacın ve kızındır. ben (kıyâmet gününde) diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim. Kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Evlenme gücü bulamayan da oruca devam etsin. Çünkü oruç, onun için (harama karşı) bir kalkandır.” (İbn Mâce, Nikâh 1) Rasûlullah (s.a.v.) bir başka hadîs-i şeriflerinde de şöyle buyurur: “Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlilik yükümlülüklerine gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik gözü ve ırzı harama karşı daha fazla koruyucudur. Kimin evlenmeye gücü yetmezse oruca devam etsin. Çünkü oruç onun için bir kalkandır.” (Buhârî, Nikâh 2; Müslim, Nikâh 1; Ebû Dâvûd, Nikâh 1; Tirmizî, Nikâh 1) 3 Kur’ân-ı Kerîm, en-Nisâ sûresi, 4/34., 4Buhârî, Nafakât 1; Müslim, Vasiyyet 5., 5 Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana duâ edin ki, duânızı kabul edeyim.” Kur’ân-ı Kerîm, el-Mü’min (el-Ğâfir) sûresi, 40/60. “Rabbinize yalvara yakara ve sessizce duâ ediniz Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” Kur’ân-ı Kerîm, el-A’râf sûresi, 7/55. “Kullarım beni sana sorduklarında, (bilsinler ki) ben onlara çok yakınım. Bana duâ edenlerin duâlarını kabul ederim.” Kur’ân-ı Kerîm, el-Bakara sûresi, 2/186. “Darda kalanların, kendisine yalvardıkları zaman duâsını kabul eden ve onları sıkıntıdan kurtaran kim?” 6 Müslim, Birr 144; Ebû Dâvûd, Libâs 24., 7 Tirmizî, Birr 36., 8 Buhârî, Edeb 34; Müslim, Zekât 66., 9 Buhârî, Cihâd 128; Müslim, Zekât, 56., 10 Bu konuda Sevgili Peygamberimizin birçok tavsiyesi vardır. Onlardan birkaçı şöyledir: “Kocasını memnun ederek ölen kadın cennetliktir.” (Timizî, Rada’ 10; İbn Mâce, Nikâh 4) “Kadınların en hayırlısı, kendisine baktığın zaman seni sevindiren, emrettiğin zaman sana itaat eden ve senin yokluğunda kendisini ve senin malını koruyan kadındır.” (Ebû Dâvûd, Zekât 32; İbn Mâce, Ni- Formülün ikinci maddesi de şu: Çocuklarına, Allah armağanı ve cennet meyvesi olarak bakacaksın. Evet, çocuklar cennet meyvesidir. Onlar, evimizin gülüdür; gözümüzün nûrudur. Onlar, bizim geleceğimizdir, istikbalimizdir. Onları gözümüz gibi korur, canımızdan daha ileri derecede severiz. Onlar, evimizin ve hayatımızın neşe kaynağıdır; ağzımın tadıdır. Bak şimdi yavrum! Bir erkek bu formülün iki maddesini de uygularsa, onun evi cennet köşelerinden bir köşe olur. Evi cennet köşelerinden bir köşe olan erkek, dışarılarda boş vakit geçirmez. O, ya iştedir, ya câmidedir veya evdedir. Daha kâh 5) “Kadınların, kocalarıyla iyi geçinip onların hoşnutluğunu kazanmaları, erkeklerin yaptığı birçok nâfile ibâdete denktir.” (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 19), 11 Kur’ân-ı Kerîm, en-Nisâ sûresi, 4/19., 12 Kur’ân-ı Kerîm, en-Nisâ sûresi, 4/34., 13 Tirmizî, Radâ 11. , 14 İbn Mâce, Nikâh 3. , 15 Müslim, Radâ 61., 16 Ebû Dâvûd, Nikâh, 42., 17 Müslim, Cennet 49; İbn Mâce, Nikâh 51. , 18 Buhârî, Edeb 31; Müslim, Îmân 74. , 19 Buhârî, Edeb 31; Müslim, Lukata 14., 20 Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140, 21 Müslim, Birr 143, 22 Müslim, Îmân 73., 23 Buhârî, Hibe 1. , 24 Buhârî, Edeb 31; Müslim, Îmân 74. 25 Müslim, Îmân 77., 26 Tirmizî, Birr 28., 27 Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 400., 28 Yüce Allah, şöyle buyurur: “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar.” (Kur’ânı Kerîm, en-Nûr sûresi, 24/30). “Allah, gözlerin hâin bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” (Kur’ân-ı Kerîm, el-Mü’min (el-Ğâfir) sûresi, 40/19). 11 Ağustos 2009 Mehmet TALU RAMAZAN AYINI İYİ DEĞERLENDİRELİM Yüce ALLAH’ın lütfu ile sağlık ve esenlik içinde, Müslümanlar olarak arınma ve yenilenme bilincimizin tazelendiği, ferdi hayatta dindarlığın, sosyal hayatta huzur, dayanışma ve kaynaşmanın yoğun olarak yaşandığı, manevi derecesi çok yüksek ve kazancı pek büyük olan af, mağrifet ve bereket mevsimi yeni bir Ramazan ayına ulaşmış bulunuyoruz, elhamdulillah…Hepimize mübarek olsun! Ramazan! Mübarek ay... Hoş geldin! Evlerimize, yüreklerimize, dünyamıza şeref verdin. Semadan yere inen meleklerin kanadında gelen rahmet ve bereketi yağdır üzerimize. Dualarımız arşa ulaşsın. Gözyaşlarımız temizlesin bizleri. Ramazan! Mübarek ay... Hoş geldin! Kimsesizlerin kimsesi, çaresizlerin çaresi, Rabbimizin rızasını getir bizlere. Kelamullahla arındır yüreklerimizi, zihinlerimizi, Ramazan! Mübarek ay....Mahyalarımızı nurlandırdığın gibi yüreklerimizi de nurlandır. Bayrama coşkuyla kavuştur Ağustos 2009 12 bizleri. Bayram edenlerden, bayramı bayram gibi yaşayanlardan eyle bizleri. Rabbimizin ikramı bayramı hak edenlerden eyle bizleri. Ramazan! Hoş geldin! Evlerimize, yüreklerimize, dünyamıza şeref verdin! Mübarek Ramazan-ı Şerif geldi. Hoş geldi, safâ geldi. Başımız gözümüz üstünde yeri var. Yüce ALLAH'ın engin rahmet, mağfiret ve bağışlamasının diğer zamanlara göre daha fazla olduğu, sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın güzel örneklerinin verildiği Ramazan Ayına bir kez daha erişmenin, sahura kalkarak bu ayın manevi atmosferine girmiş olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Maddi ve manevi sayısız güzelliklerin yaşandığı ve yapılan amellerin mükafatlarının sınırsız olarak verildiği Ramazan ayına tekrar kavuşmanın sevincini yaşıyoruz. Kendi ailemizin nafakası ile birlikte ihtiyaç içerisinde bulunan insanların yokluklarıyla da ilgilenmenin verdiği hazzı tadıyoruz. Rahmet ve merhamet ayı olan Ramazan'da hem gönül soframızı, hem ocağımızı insanlara açmak suretiyle paylaşmanın ve yoklukta var olmanın mutluluğunu taşıyoruz. Bu mübarek ayın geceleri de, gündüzleri de çok iyi değerlendiril-meli, elden geldiğince ibadete, hayır ve hasenata ağırlık verilmelidir. Çünkü, çok kârlı bir uhrevî kazanç mevsimidir. Ramazan ayı, rahmet, mağfiret ve kurtuluş ümidinin tazelendiği, ibadet ve nefis muhasebesi ile gönüllerin arındığı, yardımlaşma, dayanışma, birlik ve beraberlik ruhunun canlanarak ayrı bir sosyal bütünleşmenin yaşandığı müstesna bir zaman dilimidir. Eriştiğimiz bu Ramazanın ayının, her bir mü’min için getirdiği rahmet, mağfiret ve kurtuluş müjdesinden bütün mü’minlerin ve insanlığın hissedar olmasını; bütün milletimize, İslâm âlemine ve insanlığa hayırlar getirmesini Yüce Rabbimizden niyaz ediyorum. Teravih namazları, iftar sofraları, okunan mukabeleler, davetler vb. davranışlar ile adeta "Sosyal Barışın" da sembolü olan Ramazan ayımızı tebrik eder, bütün güzelliklerin hepimizin olmasını temenni ederiz. Yıl içerisinde gönüllerin yumuşadığı, rahmet kapılarının açıldığı geceler, günler ve aylar vardır. İşte bunlardan biri de Hz. Peygamber (S.A.V.)Efendimizin "Evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennemden azad olmaktır."1 diye haber verdiği Ramazan ayıdır. Bu bakımdan Ramazan ayı; bir müjdeleme, bir uyarma, bir toparlanma, bir daha iyiye gitme ayıdır. Bu ay, öğrenmek, anlamak ve gereklerini yerine getirmek üzere okuyan herkesin zihninde ve kalbinde farklı, kalıcı ve derin izler bırakan yeryüzünde en çok okunan Kur'an-ı Kerim'in indirildiği; ve aynı zamanda nimetlerin kadrinin bilinmesine vesile olan, insanda şükran hisleri uyandırarak, yoksulların çaresizlerin halinden anlama şuuru veren ve maddenin esaretinden kurtararak “sabır” denilen en yüksek ahlaki bir meziyete eriştiren bir ibadet olan oruç ibadetinin farz kılındığı bir aydır. Ramazan sabır ve tahammül ayıdır. Bu ayda öfkelenmeyelim, kimsenin kalbini kırmayalım. Haklı da olsak, bazı haklarımızdan vaz geçelim, fitne ve fesat çıkmasını önleyelim. Öyle bir güzel bir aya kavuştuk ki, kıymetini bilenlere ne mutlu!.. İçinde, İslâmın en mühim farzlarından biri olan Oruc'un bulunduğu Ramazan Ayı, dinî hayatımızda çok ehemmiyetli, müstesna bir yere sahip. Her Müslümanın onun kıymetini bil- mesi, feyiz ve bereketinden istifade etmesi, akıl, zekâ ve inancının gereği, manevî yönden yücelmesinin de en önde gelen şartlarından biri. Ramazan Ayı diğer aylara nispetle dinî ve sosyal hayatımızda çok önemli bir yere sahiptir. Bu ayın ulviyeti; Kur'an-ı Kerim’in bu ayda inmiş olması, onu diğer aylardan daha hayırlı kılan "Kadir Gecesi"nin bu ayın içinde bulunması, bu ayda tutulan orucun bir arınma ve takva vesilesi olması, kulun ALLAH'a olan iman ve bağlılığını bu ibadet vasıtasıyla kendi nefsinde yaşayarak tecrübe edebilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu hakikati Kur'an-ı Kerim bize şöyle bildirmektedir: “Ramazan ayı öyle bir aydır ki, onda Kur'an-ı Kerim, insanlara sırf bir hidayet ve Hakk'a ileten dosdoğru yolun ve hak ile batılı ayırt eden hükümlerin apaçık delilleri olarak indirildi. Artık sizden her kim o Ramazan ayına erişirse onun orucunu tutsun. Ve her kim de hasta olur veya sefer-yolculuk halinde bulunur da orucu tutamaz sa, tutamadığı günler sayısınca, diğer günlerde oruç tutar. ALLAH Teâlâ, size kolaylık diler, size güçlük istemez. Kolaylık istemesi o sayıyı kaza borcunuzu ikmal etmeniz, tamamlamanız ve sizi hidayete erdirdiği, muvaffak kıldığı o şeyden dolayı ALLAH Teâlâ'yı tek¬bir etmeniz, yüceltmeniz içindir. Ve taki şükredici olmanızı ümit edebilesiniz."2 ALLAH Teâlâ Hazretleri, bu ayeti celilesinde oruç ayı olan Ramazan-ı şerifi diğer aylar arasından özellikle medhetmektedir. Şöyle ki: Mevla Teâlâ, Ramazan-ı şerifi diğer aylardan, Kur'an-ı Kerim'i o ayda indirmekle seçtiğini beyan etmiştir. Diğer peygamberlere indirilen ilahi kitapların da bu ayda indirildiği hususunda rivayetler vardır. Ramazan ayı ayların efendisidir. Kur'an-ı Kerim'in inişi bu ayda başlamıştır. Ramazan ayı ALLAH'a itaat ve ibadet, iyilik ve ihsan, mağfiret, rahmet ve rıdvan ayıdır. Ramazan ayı içinde, bin aydan hayırlı olan Kadir gecesi bulunmaktadır. Ramazan ayı mü'min kulun din ve dünya işlerinin düzeltilmesine yardımcıdır. Ramazan ayı duaların çokça kabul edildiği bir aydır. Selman-ı Farisi (R.A.)den rivayete göre, Resûlullah (S.A.V) Efendimiz, Şaban-ı şerifin son günü hutbe okuyarak şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Çok büyük ve mübarek bir ay sizi gölgeledi, gelmesi çok yaklaştı. O, kendisinde bin aydan daha hayırlı Kadir gecesi bulunan bir aydır. ALLAH Teâlâ, onun orucunu 13 Ağustos 2009 farz, gecesinin kıyamını, Teravih namazının kılınmasını da nafile kıldı. Her kim, onda bir hayırla ALLAH'a yaklaşırsa, nafile bir ibadet yaparsa, diğer aylarda bir farz eda etmiş gibi olur. Onda bir farz işleyen ise, diğer aylarda yetmiş farz eda etmiş gibi olur. O, sabır ayıdır; sabrın karşılığı ise cennettir. O, iyilik ayıdır; o, kendisinde müminin rızkı artan bir aydır. Her kim, onda bir oruçluyu iftar ettirirse, günahlarına mağfiret ve kendisinin cehennemden kurtulmasına vesile olur ve oruçlunun mükafatından bir şey eksiltilmeksizin, iftar ettirene de onun bir misli verilir. Dediler ki: - Ya Resûlellah! Hepimiz, oruçluya iftar ettirecek bir şey bulamaz ki… Bunun üzerine Resûlullah (S.A.V)Efendimiz şöyle buyurdu: - ALLAH Teâlâ; bir hurma, bir yudum su veya süt ile oruçluyu iftar ettirene de bu sevabı verir.3 O, bir aydır ki, başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da cehennemden azad olmaktır. O ayda her kim kölesinin, işçisinin işini-yükünü hafifletirse,azaltırsa; ALLAH da onu mağfiret eder ve cehennemden azad eder.O halde, onda dört şeyi çokça yapınız. Bunların ikisiyle Rabbinizi razı edersiniz, diğer ikisine de mutlaka muhtaçsınız. Rabbinizi kendisiyle razı edeceğiniz iki şey: La ilahe illALLAH kelime-i tevhidini söylemeniz ve O’na istiğfar etmenizdir. Mutlaka onlarsız duramayacağınız diğer ikisi ise: ALLAH'tan cennet isteyip cehennemden ona sığınmanızdır. O ayda her kim, bir oruçluyu doyurursa; ALLAH Teâlâ da ona, benim Kevser havzımdan öyle bir içirirki, cennete girinceye kadar bir daha susamaz. ”4 Bu hadis-i şeriften anlaşılıyorki: İnsan Ramazan ayında rahmete giriyor. Yani, şimdi biz ALLAH'ın rahmeti içinde yüzüyoruz elhamdülillâh... Suçluyuz, günahkârız, yüzümüz kara, mâzimiz karanlık... Eksiğimiz kusurumuz çoktur amma, oruç tuta tuta ayın ortasında ALLAH günahları mağfiret ediyor. Ramazanın sonu da cehennemden âzad olmaktır. “Ey kulum, sen ramazanı tuttun, ben seni affeyledim, mağfiret eyledim, cehenneme de atmayacağım; hadi bakalım âzâd oldun!" diyecek ALLAH Teâlâ Hazretleri. Kime? Tabii ki Ramazanı güzel geçirenlere... Rabbimizi râzı edeceğimiz, Rabbimizin rızâsına ereceğimiz iki iş nedir: “La ilahe illALLAH” kelime-i tevhidini çokça söylemek. İkincisi de, ikinci olarak yapılması gereken, istiğfar etmektir. Demek ki, bu Ramazan ayında ne yapacağız?.. "Lâ ilâhe illALLAH"ı çok söyleyeceğiz; bir... Estağfirullah'ı Ağustos 2009 çok söyleyeceğiz, ikii.. Kendisinden müstağni kalamayacağımız öteki iki iş: ALLAH'tan cennetini istememiz ve cehennemden ALLAH'a sığınmamızdır. Tamam, bunu da yaparız: "Yâ Rabbi, bizi cennetine dahil eyle!.. Yâ Rabbi bizi cehenneminden âzâd eyle!.." diye de çok dua edeceğiz. İmam Rabbani (K.S.) Hazretleri, mektubatında şöyle buyuruyor: "Bilinmelidir ki, Ramazanı şerif ayı çok büyük bir aydır. Bu ayda, namaz, zikir, sadaka gibi, yapılan her nafile ibadet Ramazanın dışında yapılan bir farzı edaya denktir. Bu ayda bir farz eda eden ise, diğer aylarda yetmiş farz eda etmiş gibidir. Kim bu ayda bir oruçluyu iftar ettiririse, günahları affolur, boynu cehennemden azat olur ve iftar ettirdiği kişinin ecrinden bir şey eksilmeden, bir mislini de iftar ettiren alır. Bu ayda, kölesinin ve işçisinin işini hafifleteni ALLAH Teâlâ affeder ve cehennemden azat eder. Ramazan ayı girdiğinde Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, bütün esirleri salar ve isteyene izin verirdi. Bu ayda hayırlara muvaffak olan kişiye, senenin tamamında Allâh Teâlâ'nın muvaffak kılması refik yani yoldaş olur. Bu ay, huzuru kalp olmaksızın, dağınıklık üzere geçerse bütün sene dağınıklık üzere geçer. O halde bu ayı ganimet bilerek bunda huzuru kalbi kazanmaya çok çalışmak lazımdır. ALLAH Teâlâ, Ramazan ayının gecelerinden herbirinde cehenneme girmeğe layık olmuş kişilerden binlercesini mağfiret eder ve bu ayda cehennem kapıları kapanır, şeytanlar zincire vurulur, rahmet kapıları açılır. İftarı acele yapıp sahuru geç yapmak sünnetlerdendir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, bu hususta çok mübalağa göstermiştir. Çünkü bu hal, ihtiyacı ortaya koymaktan ibarettir ki kulluk makamına da bu yaraşır. Hurma ile iftar etmek de sünnettir. Teravih namazını eda etmek ve bu ayda Kur'an-ı Kerim'i hatmetmek, sünneti müekkede yani kuvvetli sünnetlerdendir ve çok büyük bereketler kazandırır. ALLAH Teâlâ, bizi Habibi hürmetine muvaffak eylesin. Amin!" ALLAH Teâlâ, bizi böyle bir aydaki hayır ve bereketlere muvaffak kılsın ve bizi en büyük bir nasiple merzuk eylesin. Amin!.. 14 Ramazan-ı şerif ayı, çok büyük bir aydır. Bu ayda: Namaz, zikir, sadaka gibi, yapılan her nafile ibadet, Ramazanın dışında yapılan bir farzı eda etmeğe denktir. Diğer aylardaki iyilik ve ibadetlere bire on, bire yüz sevap sözkonusu olurken, Ramazan ayında durum aynı değil. Onda yapılan tüm iyilik ve ibadetler için bire yedi yüz ve daha fazlasından başlayan sevaplar. Bunun içindir ki zekatlar da, fitreler de diğer bütün ibadetler ve iyilikler de bu ayda daha çok yerini bulur. Zira Ebu Mesut el-Gifari (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Eğer kullar, Ramazan'da neler olduğunu bilseydiler, elbette ümmetim, bütün senenin Ramazan olmasını temenni ederdi" buyurdu.5 Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Ümmetime, Ramazanı şerif ayında beş haslet yani özellik verilmiştir ki, onlar kendilerinden evvel hiç bir ümmete verilmemiştir. a- Oruçlunun ağız kokusu ALLAH indinde misk kokusundan daha hoştur. b- İftar edinceye kadar melekler onlar için istiğfar eder. c- ALLAH Teâlâ her gün cennetini süsler, sonra ona hitaben: Yakında salih kullarım, kendilerinden sıkıntı ve eziyetleri atıp sana varacaklar, buyurur. d- O ayda azgın şeytanlar zincire vurulur. Binaenaleyh başka ayda yaptıklarına o ayda ulaşamazlar. e- Ramazanı şerifin son gecesinde, oruç tutan kullar affolunurlar. - O zaman, ya ResûlALLAH! O gece Kadir gecesi midir? diye sorulunca, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Hayır! Lakin çalışan kişiye ücreti, işini bitirdiği zaman verilir." buyurdu."6 Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz buyurdu ki: "Ramazan ayının birinci gecesi olunca, şeytanlar ve cinlerin şirretleri zincire vurulur. Cehennemin kapıları kapatılır ve hiç bir kapısı açılmaz. Cennetin kapıları açılır ve hiç bir kapısı kapatılmaz ve bir münadi: Ey hayır dileyen! Hakka ibadete gel! Ey şer dileyen! Günah işlemekten vazgeç, artık! diye çağırır. ALLAH'ın bu ayda, iftar saatlerinde cehennemden azat ettiği nice kimseler vardır ve bu, her gecedir." 7 Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: "Beş vakit namaz, bir cuma diğer cumaya kadar, Ramazan da diğer Ramazana kadar büyük günahlardan sakınıldığı takdirde aralarındaki gühahlar olurlar."8 buyurdu. Mübarek Ramazan-ı şerif ayı, bütün hayırları ve bereketleri kendinde toplamıştır. Bu ayda hayırlara muvaffak olan kişiyi, senenin tamamında ALLAH Teâlâ muvaffak kılar. Her kim bu ayı huzuru kalple geçirir ve bu ayın hayır ve bereketlerinden nasibini alırsa, senenin tamamını huzuru kalple geçirmeğe muvaffak olur ve bu ayda bulunan bütün hayır ve bereketlere nail olur. Bu ay, kalp huzuru olmaksızın, dağınıklık üzere geçerse bütün sene dağınıklık üzere geçer. O halde bu ayı ganimet bilerek bunda kalb huzurunu kazanmaya çok çalışmak lazımdır. Ramazan ayı, Kur'an-ı Kerîm'ın emri olan: Nefsi Tezkiye, Ahlakı Tehzib, Rezaili Tasfiye Ve Fezaili Tekmil'in pratikteki yolu ve çaresidir. Ramazan ayında, oruç tutarken, Müslümanların hiç unutmamaları gereken başlıca hakikat işte budur. Oruç asla, sadece yeme-içmeden kesilmekden ibaret değildir; bilakis her Müslüman, orucun nefsi emmareyi yenme, iradeyi kuvvetlendirme ve neticede takvâyı kendine hâl edinme ana gayesine hizmet eden bir idman ve egzersiz olduğunu daima göz önünde tutmalıdır. Mü’minlere erdem ve olgunluk kazandıran, diğer bir ifadeyle ruhu besle mek için bedenlerin aç bırakıldığı Ramazan ayında nefsâni arzular değil, insani mezi yetler öne çıkmalıdır. Demek ki oruçtan hedef takvadır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Ey iman edenler! Oruç tutmak, sizden önceki ümmetler üzerine yazılıp farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de yazılıp farz kılındı. Bu, öteden beri uygulanan ilâhi bir kanundur. Taki oruç sebebiyle günahlardan sakınmanızı, müttekî olmanızı ümid edebilesiniz. Oruç sayesinde nefsinize ve şehvetlerinize hâkim olma alışkanlığını elde ederek günahlardan, tehlikelerden sakınıp takva mertebesine erebilesiniz.9 Bu ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki: Bütün ibadetlere ve bilhassa oruca devam etmekten takva meydana gelir, yani bütün ibadetlere devam, sahibine takvayı, ALLAH korkusunu, ALLAH saygısını kazandırır. O halde ibadetsiz kişilerden takva beklenemez. Zira takva, ibadetin mahsulüdür. Takvayı kazandıramayan oruç ve diğer ibadetler ALLAH Teâlâ katında makbul değildir. Nitekim Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz: 15 Ağustos 2009 “Oruç tutan nice insan vardır ki, ellerine geçecek olan sadece açlık ve susuzluk çekmektir. Teheccüd namazını kılan nice insan vardır ki, kârları sadece uykusuzluktur.10 buyurmuşlardır. Orucun dünyaya bakan sayısız faydaları olabilir. Oruç bedenin yılda bir kez bakıma alınmasıdır. Vücudun kendisini yenilemesidir, sinir sisteminin düzelmesidir, midenin dinlenmesidir, abur cubur yeme alışkanlıklarının düzenlenmesidir, sabır eğitimidir, fakirlerin halinin anlaşılmasıdır, toplumsal birlik ve beraberlik eğitimidir, sağlığın ve nimetlerin bir şükrüdür, vs… Bunların hepsi doğrudur ve orucun sadece dünyaya bakan daha pek çok faydası vardır. Biz onların bir kısmını bilebiliyoruz bir kısmını ise hala anlamamış olabiliriz. Bunlar da doğrudur. Ama oruç tutmanın asıl amacı bunlar değildir. Orucu niçin tutmamız gerektiğini bize orucu farz kılan ayet söylemektedir: " Taki oruç sebebiyle günahlardan sakınmanızı, müttekî olmanızı ümid edebilesiniz.". O halde bir soru daha sormalıyız: Takvalı olmak ne demektir? Takva, kelime anlamı ile ‘korunma’ demektir. Ama bir terim olarak "takva", ALLAH’ın öğrettiği yollarla kişinin kendisini ALLAH’ın azabından ve gazabından korumasıdır. Görüldüğü gibi "takva", ancak ALLAH’ın öğrettiği yollarla, yani yapılmasını istediği şeyleri yapmak, yapılmamasını istediği şeyleri de yapmamakla olabilir. Bu da bu şeyleri bilmeyi gerektirir. Öyleyse takva bilgisiz olmaz. Şişedeki sıvının asit olduğunu bilmeyen birisi su yerine onu içebilir ve helak olur. Takvada da yanlış uygulamalar kişiyi korumaz, bel ki daha kötü durumlara götürebilir. Takvanın aslı, nefsi hesaba çekmektir. İlim, ALLAH korkusunu, zühd de gönül rahatlığını meydana getirir. Güzel ahlâk; eziyetlere tahammüldür, gazabın azlığıdır, rahmetin bol bol gelmesi ve yayılmasıdır, sözün güzelliğidir. Her şeyin bir cevheri vardır, insanın cevheri de aklıdır. Aklın cev-heri de sabırdır. Zalim, pişmandır, kendisini insanlar övse bile. Mazlum ise selamettedir, insanlar tarafından kötülense bile. Kanaatkâr olan zengindir, aç kalsa bile. Hırslı ise yoksuldur, servete sahip olsa bile. Her kim ki nail olduğu nimetten dolayı ALLAH Tealâ’ya şükretmezse o nimetin yok olmasını istemiş olur. Oruç tutmanın amacı takvalı olmaktır. Yani oruç insanı ALLAH’ın azabından ve gazabından koruyucu bir kalkandır. Orucun asıl gayesi budur. Ağustos 2009 Bununla beraber orucun dünyaya bakan ve yukarıda değindiğimiz faydaları da küçümsenmeyecek kadar çoktur. Hatta sadece bu faydaları için bile oruç tutmaya değer. Ama o zaman da böyle bir oruç ibadet olmaktan çıkar. Çünkü ibadetler ancak niyetlerle ibadet olur ve niyetin de ALLAH rızası olması gerekir. Oruç, ALLAH’ın verdiği helâl nimetleri, sırf ALLAH rızası için belli bir zamanda terk etmektir. Oruç, kul olmanın gereği, iman etmenin sonucudur. Oruç, sabretmeyi, direnmeyi, istekler karşısında hür olmayı öğretir. Kişinin en özgür olduğu an; isteklerine, şehvetine ve kızgınlığına yenilmediği andır. İşte oruç bu özgür iradeye kapı açar. Oruç, mü’minin duygu ve düşüncelerini inceltir, yardım duygularını artırır, şefkat ve merhamet ahlâkını geliştirir. Açlık çekmenin zorluğunu gösterir. Fakirleri, zorluk ve darlık çekenleri düşünmeyi sağlar. Kendini nimetlerde yüzdüren Rabbine şükrünü artırır. Oruç, günahlara karşı perde, Cehennem’e karşı kalkandır. Aşırı ihtiraslardan uzak bulunmak ve kanaat sahibi olmak, Ruhun Orucu’dur. Heva ve heveslere aykırı hareket etmek, Aklın Orucu’dur. Yeme, içme ve harama karşı perhizkâr olmak ise, Nefsin Orucu’dur. İnsan oruç sayesinde nefse ve nefsin arzularına hakim olmak melekesini kazanır. Kötü meyillerden, kötü arzulardan, masiyet ve günahlardan, manevi tehlikelerden sakınır, takva mertebesine erer. Nefsimizi kötüleyelim. Süleyman Daranî hazretleri (K.S. = ALLAH yüce sırrını takdis etsin) gibi yapalım. Ne demiş? “Bütün dünya halkı beni kötülemekte bir araya gelseler, benim kendimi kötülediğim kadar kötüleyemezler...” Nefs-i emmâremizin en büyük düşmanımız olduğunu bilelim. Kibir, gurur, benlik, büyüklenmek âfetlerinden kaçalım. Ülkemizin, İslâm dünyasının, insanlık âleminin durumu parlak değildir. Kötü günler yaşıyoruz. Nice İslâm ülkesinde, kardeşlerimiz öldürülüyor, yaralanıyor, damları başlarına yıkılıyor. Zulüm, açlık, sefalet, hıyanet, rezalet, yalan dolan, tufan gibi dünyayı kaplamış. Bunca fitne ve fesat içinde, rahat yaşamak mümkün değildir. Üzülelim, toparlanalım, kendimizi, ailemizi, çevremizi, emrimizdekileri ıslah etmek için çalışalım; emr-i maruf ve nehy-i münker yapalım, ağlayalım, dua edelim. Ba16 kalım bu Ramazan’da ağlayabilecek miyiz bir miktar. Kendimize ağlayalım, Türkiye için ağlayalım, İslâm dünyasına ağlayalım, insanlığın haline ağlayalım. Günde en az beş-on dakika Türkiye’deki ve İslâm dünyasındaki Müslüman kardeşlerimizin hali perişanına üzülelim, ağlayalım, geliyorsa gözümüzden yaş akıtalım. Çünkü Müslümanlar gerçekten perişan durumdadır. Taş kalplilerin gözlerinden yaş çıkmaz ki... Âhir zamanda bulunduğumuzu bir an bile hatırımızdan çıkartmayalım. Küçük alâmetlerin hepsi, büyük alâmetlerin bir kısmı zuhur etmiştir. Dünya fitne, fesat, zulüm, savaş yangınları içindedir. İslâm dünyasına karşı bir savaş başlatılmıştır. Korkunç fırtına ve kasırgalar, dehşetli zelzeleler, azgın seller, önüne geleni silip süpüren korkunç deniz dalgaları dünyanın çeşitli yerlerinde büyük felaket ve facialara yol açmaktadır. İstanbul büyük bir zelzele beklemektedir. Bizde, İstanbul’da deprem olacağı biliniyor, yıllardır bekleniyor. Hiçbir tedbir alınmıyor. İstanbul Teknik Üniversitesi’ne yaptırılan rapora göre şehirde 40 bin bina yerle bir olacakmış. Her binada en az on kişi olsa dört yüz bin kişi eder. Kaldı ki, bazı binalarda 10’dan fazla insan yaşıyor. ALLAH İstanbul’u ve Türkiye’yi idare edenlere akıl, fikir, vicdan ihsan buyursun. Amin. Önümüzdeki karanlık günler için azık hazırlayalım. İçimden bir ses, ileride dindar ve samimî Müslümanlara büyük zulümler yapılacağını söylüyor. ALLAH’a sığınmak, sadaka vermek, tedbir almak gerek. Belâ ve felâketleri sadaka ile, dua ile önlemeye çalışalım. İsyandan itaate, fısk u fücurdan salâha, bid’atten sünnete, cimrilikten cömertliğe, câhillikten ilme, nifaktan ihlasa, şerden hayra hicret edelim. Gaflet içinde aldatıcı keyifler sürmeyelim. Bu dünyayı kendimize yalancı bir cennet haline getirmek sapıklığına kapılmayalım. Dünya mihnet, çile, imtihan, deneme yeridir. Ramazanı nurlu ve feyizli şekilde geçirebilmeyi umud ediyoruz. Oruçlar tutup, teravihler kılıp, ibadetler ve hayırlar işlemeğe çalışacağız. Kabul olunmalarını ve hudutsuz sevaplar kazanmayı da istiyoruz. Ramazan boyu ince hesaplar yaparak, hiç bir hayrı atlamamaya çalışarak geçecek günlerin ardından, güzel hâl ve hareketlerimizin kabulünün en bariz ve sağlam alâmeti, bu durumun ramazandan sonra kesilmemesi, aynı hassasiyetin devam edebilmesidir. Ramazanın ayının gönüllerimize huzur, iftar sofralarımıza bereket, hayatımıza düzen,yaşantımıza samimiyet ve dindarlığımıza yüksek bir seviye getirmesini Cenab-ı Haktan niyaz ediyorum. Milletimizin ve İslam aleminin Ramazanını tebrik ediyor, Yüce ALLAH'tan bu ayın mana ehemmiyetine uygun olarak kulluk görevini yerine getirmek isteyenlere kolaylıklar sağlamasını, Ramazan ruhunu diğer aylara taşımasını niyaz ediyor, İslam dünyası için hayırlara, insanlık alemi için hidayete vesile olmasını diliyorum. Ramazan ayının nefsimiz, ailemiz, milletimiz, ülkemiz ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını, bizleri olgunlaştırmasını ve yüceltmesini Cenab-ı ALLAH'tan niyaz ediyorum. ALLAHım! Bildiğim tüm dillerde sana dua etmek istiyorum. Senin bize öğrettiğin tüm şekillerde sana kulluk yapmayı arzuluyorum. Efendimize, ki sevgilindir, sevgilimizdir tüm sevgi dolu sözcükleri adamak istiyorum. Olan biteni, ki malumundur, arz ediyorum: Madden ve manen büyük bir buhran yaşıyoruz. Benliğimizi yitirdik, birliğimizi kaybettik, onurumuzu yitirdik. Ey Yüce Rabbim! Şüphesiz varlık senin kudret ellerinde. Dilediğin gibi evirir çevirir, dilediğin şekle sokarsın. Şartları lehimize döndür, bize maddi ve manevi zaferler nasip eyle. ALLAHım! Dünyadaki tüm kardeşlerimize yardım et, bu mübarek Ramazan hürmetine sıkıntılarımızı gider, bize uyanış, kurtuluş ve diriliş bahşeyle. Ve: "De ki: Dua ve ilticanız olmasaydı, Rabbim size değer verir, itibar eder miydi?" demeyi öğrettin bize, bundan cesaret alarak dua ediyoruz, yalvarıyoruz. Sonsuz gücüne secde ediyoruz, af diliyoruz. Af Diliyoruz Yâ Rab!.. Bizlere mübarek kıldığın bu Ramazan ayında “Hüzün Peygamberi”nin, hüzünlü ümmeti olarak af diliyoruz Sen’den Yâ Rab. Bütün varlığımızla, her ne kadar affa layık olmasak da; kabulümüzü intizar ediyoruz, kabule layık olmasak da... ............................................................................... 1 Beyhekî, Şuabü’l-İman, 3/305,N0:3608, 2 Bakara suresi: 185, 3 Görülüyor ki; iftarın mükellef sofralar ve ziyafetler şeklinde düzenlenmesi şart değildir. Bir lokma ekmek, bir hurma veya bir yudum su ile de olsa aynı sevabı alır. Yeter ki ikramlar, ALLAH rızası için yapılmış olsun. İftar davetlerinde lüks ve israftan kaçınılmalı ve bu davetlerde fakirlere de yer verilmelidir., 4 İbn-i Huzeyme; Sıyam; 8; No: 1887; 3/191; Beyhekî, Şuabü’l-İman, 3/305,N0:3608, 5 İbn-i Huzeyme, Sıyam:7; No:1886; 3/190, 6 Ahmed b. Hanbel, 2/292, 7 Tirmizi, Savm:1, Nesei: Siyam: 3, İbn-i Mace, Siyam: 2, 8 Müslim; Taharet: 5; No:16, 1/209, 9 Bakara Sûresi:183, 10 İbn-i Mace: Sıyam;21; No:1690; 1/539 17 Ağustos 2009 Talha Hakan ALP Bazı Hadis Kavramları ve Hadislere Yaklaşımda Güncel Problemler İslamî ilimlerin oluşum ve gelişimi gözden geçirildiğinde, Hz. Peygamber Efendimiz’in sünnetiyle ilgili çalışmaların başlıca iki alanda temerküz ettiğini söylemek mümkündür. Bunlar sünneti tespit ve muhafaza çalışmaları ile mevcut sünnet birikimini anlama, yorumlama ve hayatın muhtelif alanlarına tatbik çalışmalarıdır. Sünneti tespit ve muhafaza çalışmaları, muhaddislerin öncülüğünde İslam’ın ilk yıllarından itibaren yürütülmüş, kendi içinde sistemli biçimde muhtelif dallara ayrılarak geniş bir alana yayılmıştır. Sünnetin tespiti açısından bakıldığında, bu alanda yapılan çalışmalar her ne kadar ilk yüzyıllarda tamamlanmış olsa bile, sonraki yüzyıllarda doğan ihtiyaçlara paralel olarak, özel alanlara (tahricü’lhadis alanı gibi) kaymak suretiyle olsa da, günümüze kadar varlığını korumuştur. Ağustos 2009 18 İkinci alanda icra edilen çalışmalar, kendi içinde tutarlı ve sağlam bir anlam projesi üzerinden Tefsir, Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf gibi hemen bütün İslamî ilimleri kapsamaktadır. Mevcut hadis birikimi, ayetleri tefsir eden müfessir için ne ifade ediyorsa, bir fakîh, bir mütekellim ve bir sûfî için de aynı değeri ifade etmiş, anılan ilimlerin sistem ve teferruatının oluşumunda hadisler daima etkin bir mevkie sahip olmuştur. Hadisleri tespit ve muhafaza çalışmaları ilk yıllarda yoğun olarak hadisleri zapt (zapt-ı sadr ve zapt-ı kitap) faaliyeti olarak tezahür etse de, sonraki dönemlerde hadislerin belli kıstaslara göre tasnifi de ilgili çalışmalar içinde önemli bir yer işgal etmiştir. Özellikle hicrî üçüncü (ve kısmen dördüncü) yüzyılda bu nevi tasnif çalışmalarında bir artış görülmüştür. Bu dönemde hadisler, sübût mertebesine göre Sahih, Hasen ve Zayıf olmak üzere başlıca üç kısma ayrılmıştır. Nitekim dönemin bazı hadis imamları sadece sahih hadislerden oluşan kitaplar telif etmişlerdir. Sahihi Buharî ve Sahih-i Müslim bunlar arasından ilk akla gelen örneklerdir. Yine bu dönemde sahih, hasen ve zayıf hadislerin hepsini içeren ve daha çok fıkhın temelini oluşturan hadisleri toplama gayesiyle kaleme alınan “Sünen” tarzı kitaplar telif edilmiştir. Tirmizî, Ebû Dâvûd ve Nesâî’nin sünenleri bunların ilk akla gelen örnekleri sayılabilir. Aynı dönemde özellikle usul ve kelam tartışmaları bağlamında hadislerin Mütevatir ve Âhâd olmak üzere ikili bir taksime tabi tutulduğuna şahit olunmaktadır. Bu yazıda hadis tarihinde geliştirilen bu tasniflerden, belirtilen bu iki tasnif ele alınacaktır. Bu meyanda önce Mütevatir ve Âhâd, sonra Sahih, Hasen ve Zayıf hadisler ana hatlarıyla ele alınacaktır. Yine bu yazıda söz konusu hadislerin gerek tariflerine gerekse hükümlerine ağırlıklı olarak muhaddislerin perspektifi esas alınarak temas edilecektir.[1] Hadislerin Mütevatir ve Âhâd diye ikiye taksimi temelde rivayetlerin tarik/varyant adedi ile alakalıdır. Sahih, Hasen ve Zayıf diye üçe taksimi ise hadislerin metin ve senet durumuna bağlı olarak güvenilirliğiyle alakalı bir taksimdir. Bu bakımdan söz konusu iki taksim aslında birbirinden ayrı ve bağımsız taksimlerdir. Bu taksimlerde zikredilen kısımlar da aynı maksime/küllîye ait kısımlar değildir. Ancak konuya başka açıdan bakarak bu taksimleri birbirlerine eklemek de mümkündür. Şöyle ki, önce hadisleri tarîk adedine göre Mütevatir ve Âhâd diye ikiye taksim edip daha sonra Âhâd hadisleri de metin ve sened durumuna bakarak Sahih, Hasen ve Zayıf diye üçe taksim etmek mümkündür. Bu son taksim şeklini esas alarak konuya ilgili hadis kavramlarının tarifleriyle girelim. Mütevatir Hadis: Sözlükte bu kelime, peş peşe gelmek, ard arda olmak anlamına gelen “tevatür” kelimesinden türemiş bir sıfat ismidir. Kelime “arka arkaya gelen” anlamında kullanılır.[2] Araplar yağmur sağanağını ifade için “tevâtera’l-mataru” ifadesini kullanırlar. Bir terim olarak mütevâtir kelimesi, örfen, yalan üzerinde söz birliği etmiş olmalarına ihtimal verilemeyecek sayı ve keyfiyeti haiz kimselerin/topluluğun rivayet ettiği haber manasındadır. Biraz daha tafsilata inecek olursak şöyle diyebiliriz. Mütevâtir haber, kaynağından itibaren her tabakasında kalabalık gruplar tarafından rivayet edilen ve rivayet edenlerin söz konusu haberi uydurduklarına âdeten/normal şartlarda imkan verilemeyen haberlerdir. Burada şunu da ifade edelim ki, bir haberin mütevatir olabilmesi onun muhtevasıyla da alakalı 19 Ağustos 2009 Usulcüler bir haberin mütevatir olabilmesi için genelde dört şart ararlar:[4] • Haberi nakleden râviler çok olacak • Bu çokluk senedin bütün tabakalarında bulunacak • Genel tecrübe (âdet) bu çokluktaki râvîlerin ilgili haberi uydurmuş olabileceklerine ihtimal veremeyecek • Her bir râvî haberi kaynağından bizzat kendisi duymuş olacak bir husustur. Haberin muhtevası hissî/duyusal olmalı, bir iş ya da oluş bildirmelidir.[3]Bu bakımdan Allah’ın varlığı, birliği, kemal sıfatları, âlemin sonradanlığı gibi insan his ve müşahedelerinin ötesinde olan aklî önermelerde tevatürden bahsedilemez. Nitekim Kelam kitaplarımızın bu konulara hasredilen ilk bahislerinde hadislerle ihticac edilemeyip yoğun aklî istidlallere yer verilmesi de bununla alakalıdır. Usulcüler bir haberin mütevatir olabilmesi için genelde dört şart ararlar:[4] • Haberi nakleden râviler çok olacak • Bu çokluk senedin bütün tabakalarında bulunacak • Genel tecrübe (âdet) bu çokluktaki râvîlerin ilgili haberi uydurmuş olabileceklerine ihtimal veremeyecek • Her bir râvî haberi kaynağından bizzat kendisi duymuş olacak Mütevâtir Hadisin Kısımları: Mütevatir hadisin lafzî ve manevî olmak üzere iki kısımda mütalaa edildiği bilinen bir husustur. Şöyle ki, bir hadisin lafzı üzerinde tevatür oluşursa buna “Mütevatir-i Lafzî” denir. Muhaddisler, Hz. Peygamber Efendimiz’den –aynı lafızla -[5] yetmiş küsur sahabî aracılığıyla nakledilen “Her kim kasıtlı olarak benim Ağustos 2009 söylemediğim sözü bana isnat ederse cehennemde oturacağı yeri hazırlasın.” hadisini bu kısma dâhil görür .[6] Bazen hadisin lafzı âhâd olmakla beraber manası mütevatir olabilir. Yani bir konu hakkında muhtelif münasebetlerle birçok sahabî tarafından çeşitli hadisler rivayet edilir. Bazen lafız itibarıyla birbirlerinden farklı olan bu rivayetlerin ortak bir noktası bulunur. Mesela Allah Resulü’nün dua sırasında ellerini kaldırdığına dair bu yönde mütevatir haberler bulunmaktadır. Her biri farklı hadiseleri anlatsa da, sonuçta Allah Resulü’nün dua sırasında ellerini kaldırdığını haber veren yaklaşık yüz civarında hadis bulunmaktadır. [7]İşte her ne kadar lafızları farklı olsa da ortak noktaya temas itibarıyla bu rivayetler tevatür derecesine varabilir. Bu nevi rivayetlere “Mütavatir-i Manevî” denir. Büyük muhaddis İbn-i Hacer, şefaat, havz-ı kevser ve ru’yetüllah gibi konularda farklı bağlamlarda ve muhtelif lafızlarla nakledilen hadislerin tevatür derecesine vardığını ifade etmektedir . [8]Ne var ki, lafızlarında ittifak olmadığı için bu tür mütevatir hadislerin sadece mana itibarıyla mütevatir olduğu bildirilmiştir. Son dönem muhaddis ve fakihlerinden Enver Şâh el-Keşmîrî’nin bu konuyla ilgili taksimi hem daha geniş hem daha derinliklidir. el-Keşmîrî mütevatir haberleri anlatırken önce “Mütevatiru’l-İsnad”dan bahseder. Bu, muhaddislerin senedlerini sayarak tespit ettiği mütevatir haberlerdir. Yukarıda Allah Resulü’ne asılsız söz isnad etmeyle ilgili hadis buna misal olabilir. Daha sonra “Mütevatiru’t-Tabaka”dan bahseder. Kuran-ı Kerim’in rivayeti bu yolla tevatür etmiştir. Yani ümmet-i Muhammed Kuran-ı Kerim’i, Allah Resulü’nden itibaren sayı ve senede gelmeyecek kalabalıkta tabakadan tabakaya/kuşaktan kuşağa nakledegelmiştir. El-Keşmîrî bu ikisinin yanında bir de “Mütevatirü’l-Amel ve‘t-Tevarus”tan söz eder. Namaz, oruç gibi başlıca ibadetler ve bunların başlıca rukünleri yine Allah Resulü’nden itibaren kalabalık kitleler tarafından amel/uygulama olarak tevarüs edilmiştir. ElKeşmîrî’nin talebeleri ve eserlerinden faydalanan birçok Hind muhaddisi bu üç kısmın yanında –yine el-Keşmîrî’nin beyanlarına dayanarak- bir de “Mütevatir-i Kadr-i Müşterek” kısmını zikrederler .[10]Bu kısım yukarıda “Mütevatir-i Manevî” adıyla zikrettiğimiz kısmın aynısıdır. Mevcut hadis mecmuaları içinde mütevatir sayılabilecek mahiyette hadisin bulunup bulunamayacağı konusu gerek geçmişte gerekse günümüzde tartışma konusu olmuştur. Eskilerden İbnü’s-Salah, bu mahiyette bir hadisi bulmanın çok zor olduğunu ifade eder ve buna ancak Hz. Peygamber Efendimiz’e asılsız söz isnad etmeyle ilgili 20 yukarıda da zikrettiğimiz hadisin misal olabileceğini söyler. İbn-i Hacer el-Askalânî, İbnü’s-Salâh’ın bu görüşünü tenkit etmiş ve bunun hadis sened ve ricaline dair inceleme ve bilgi eksikliğinden kaynaklandığını ifade etmiştir. İbn-i Hacer, ilim ehlinin ellerinde tedavül eden ve müelliflerine nispeti sahih olan meşhur hadis mecmualarının ittifakla rivayet ettiği ve yukarıda belirtilen ölçülerde çokça tarîki/varyantı bulunan hadislerin bulunabileceğini ve hatta bunun meşhur hadis mecmualarında çok denebilecek kemmiyette olduğunu ifade etmiştir. Nitekim birçok muhaddis mütevatir hadisleri toplamak üzere hususi telif çalışmalarına girişmiş ve en son el-Kettânî örneğinde olduğu gibi bu alanda ortalama üç yüz civarında hadis tespit etmişlerdir.[11] Ancak daha sonraki dönemlerde birçok muhakkık alim[12] İbnü’s-Salah’la İbn-i Hacer arasındaki bu görüş farkını lafzî bulmaktadır. Onlara göre İbnü’s-Salah’ın bulunması zor dediği mütevatir hadisler lafzî mütevatirlerdir. İbn-i Hacer’in çokça bulunabileceğini ifade ettiği hadisler ise manevî mütevatirlerdir. Şu halde maksatları farklı olduğundan aradaki görüş ayrılığı manada değil sadece ifade biçimindedir. Zaten el-Kettânî’nin zikri geçen kitabında yer alan hadislerin çoğu bizzat müellifinin beyanıyla ma’nen mütevatirdir. Yalnız konuya dair günümüzdeki tartışmalar maksadı ve keyfiyeti itibarıyla önceki tartışmalardan hayli farklıdır. Bir defa bu konuyla alakalı günümüz tartışmaları, biraz sonra anlatacağımız üzere kat’îlik bildiren rivayetler olarak mütevatir haberlerin bulunamayacağını ispata yöneliktir. Mütevatir haber bulunamayacağını savunanlar, ağırlıklı olarak Fıkıh ve Akaid gibi İslamî ilimlerde yer alan hükümlerle ilgili şüphe uyandırmak amacıyla bu fikri savunmakta ve modern dönem insanı için bağlayıcı dinî hükümleri azaltmak adına ellerinden geldiğince mütevatir haberin şartlarını zorlaştırmaktadırlar. Ayrıca keyfiyet ve üslup olarak da günümüz tartışmaları eskilerinden ayrılmaktadır. Günümüzde bu tartışmalar kafa karışıklığına yol açacak biçimde, ekseriya spekülasyonlar üzerine kurulu ve İslam dışı bir bakışla yapılmaktadır. Ayrıca kadim muhaddisler Mütevatir-i Lafzî ile Mütevatir-i Manevî arasında sadece tevatürün vuku ciheti haysiyetinden ayrıma gitmişlerdir. Yoksa hüküm olarak bu iki kısım arasında bir fark bulunmadığı çok açıktır. Onlara göre ister lafzî olsun ister manevî olsun bütün mütevatir haberler katîdir ve yakîn ifade ederler. Şu halde kadim muhaddislerin, lafzî mütevatirin bulunmadığı ya da Mütevâtir Hadisin Hükmü: Râvîlerinin yalan üzerinde sözbirliği yapmış olma ihtimali bulunmadığından mütevatir hadislerin gerçekliğinden şüphe duyulamaz. Bu bakımdan mütevatir haberler muhtevalarına dair kat’î bilgi ifade etmekte, ifade ettikleri hükme tereddütsüz iman etmek gerekmektedir. Bu hadislerin muhtevasını inkar etmek, bunları bizzat Allah Resülü’nün ağzından duyup da inkar etmek anlamına gelir. Bu Hz. Peygamber Efendimiz’i yalanlamaktır, küfürdür. çok az bulunduğu yönündeki görüşleri, mütevatirin hükmü ve buna bağlı olarak tevatürle sabit birçok dinî hüküm açısından genel çerçeveye ters düşmemektedir. Oysa günümüzde mütevatir hadisin bulunamayacağını savunanlar aslında katîlik bildiren hadislerin bulunamayacağını savunmakta ve bunun üzerinden tevatürle sabit birçok konu üzerinde şüphe uyandırmaktadırlar. Bu bakımdan onların İbnü’s-Salah ve benzerlerini referans olarak kullanması, ilmî usullerle de ilim ahlakıyla da örtüşmeyen bayağı bir çarpıtmadan başka bir şey değildir. Mütevâtir Hadisin Hükmü: Râvîlerinin yalan üzerinde sözbirliği yapmış olma ihtimali bulunmadığından mütevatir hadislerin gerçekliğinden şüphe duyulamaz. Bu bakımdan mütevatir haberler muhtevalarına dair kat’î bilgi ifade etmekte, ifade ettikleri hükme tereddütsüz iman etmek gerekmektedir. Bu hadislerin muhtevasını inkar etmek, bunları bizzat Allah Resülü’nün ağzından duyup da inkar etmek anlamına gelir. Bu Hz. Peygamber Efendimiz’i yalanlamaktır, küfürdür. Bu konuda Lafzî Mütevatir ile Manevî Mütevâtir arasında bir fark bulunmamaktadır . Zira mütevatirin bu her iki kısmında da yalan söylemiş olma ihtimali bulunmayan kalabalık bir kitle yer almaktadır. Bu iki kısım arasındaki farkı günlük hayatımızdan bir misalle şöyle anlatabiliriz. İstanbul’un 21 Ağustos 2009 Sahih Hadisin Hükmü: Genelde sahih hadisle amel etmek vaciptir. Ancak itikadiyyât alanında huccet olarak kullanılabilmesi için hadisin sadece sahih olması yetmez. Bunun yanında ma’nen de olsa tevatür derecesine ulaşmış olması gerekir. bir muhitinde büyük bir yangın olduğuna dair bize toplamda kalabalık bir kitle oluşturacak sayıda ayrı ayrı kimselerden haber ulaştığını iki şekilde düşünebiliriz. Birincisi, söz konusu kimseler ayrı ayrı bize gelirler ve sadece ilgili muhitte yangın olduğunu bildirirler. Bunlarla olan diyalogumuz münhasıran ilgili yangın üzerinedir. İkincisi, söz konusu kimseler yine bize ayrı ayrı gelirler ve bu defa kimi mesela ilgili muhitte bir arkadaşının yanına uğradığını o sırada yangın olduğunu söyler, kimi ilgili muhitten geçmekte iken yangına şahit olduğunu söyler, kimi zaten ilgili muhitte oturmaktadır ve söz konusu yangından bahseder. Ama sonuçta her birisi birbirlerinden bağımsız olarak o gün yaşadıklarını anlatırken bir vesileyle aynı yangından söz ederler. İşte burada da kalabalık bir kitlenin ortak bir noktada kesiştiğini görüyoruz; o da söz konusu muhitte olan yangındır. Bizim olaydan haberdar olmamızla alakalı veya haberin bize ulaştırılmasıyla alakalı bu iki tarzın birincisi Mütevatir-i Lafzî’yi, diğeri Mütevatir-i Manevî’yi temsil etmektedir. Şimdi gerek birinci suretle gerekse ikinci suretle bize bu yönde bir haber ulaştığında ilgili muhitte yangın olduğuna dair kafamızda nasıl bir şüphe ve tereddüt olmazsa, aynı şekilde ama lafzî olsun ama manevî olsun Allah Resûlü’nden bize nakledilen mütevatir haberlerde de, acaba Allah Resulü böyle bir şey demiş midir, dememiş midir; ya da böyle bir şey yapmış mıdır, yapmamış mıdır, şeklinde en ufak bir şüphe ve tereddüd olmaz. Ağustos 2009 Âhâd Hadis: Âhâd kelimesi “bir” anlamına gelen “ehad” kelimesinin cemisidir. Istılahta bu kelime, haber-i vâhid manasında kullanılır. Haber-i vâhid, tevatür mertebesine varmayan hadisler demektir. Tevatürde aranan şartlar kendisinde bulunmayan hadislere genel olarak Haber-i Vahid, Haber-i Âhâd ve Âhâd Haberler gibi isimler verilir. Buna göre râvî sayısı, ilk tabakadan itibaren, yalan söyleme ihtimallerini ortadan kaldıracak kesrete ulaşmayan haberler her ne olursa olsun Haber-i Vahid’dir. Çoğunluk hadis mecmualarında bir veya birkaç senetle nakledilen hadisler hep Haber-i Vâhid’dir. Âhâd Hadisin Hükmü: Âhâd hadisler, senetleri makbul olmak şartıyla zann-ı gâlip ifade ederler, yakîn bildirmezler. Sahih senetle naklolunsa bile, senetteki râvîlerin yüzde bir de olsa yalan söylemiş ya da sözü yanlış anlamış olma ihtimali vardır. Bu sebeple teorik olarak âhâd hadislerin yakîn bildirmediği görüşü Ehl-i Sünnet âlimlerinden kabul görmüştür. Bu bakımdan genelde âhâd hadislerin, sahih olsalar bile kelam alanında huccet olarak kullanılamayacağı hususu da hemen bütün kelamcılar tarafından kabul edilmiştir. Burada şunu da ifade etmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz. Âhâd hadislerin Kelam kitaplarında huccet olarak kullanılmaması, muarızları ilzamla alakalı bir durumdur ve bu tutum kelamcıların tamamıyla münazara ve cedel şartlarına riayet etme hassasiyetini göstermektedir. Tartışmada, yüzde bir dahi olsa içine şüphe karışan bir delille muarızı ilzam edemezsiniz, o kimse görüşünüzü kabullenmemek ya da kendi fikrine sahip çıkmak adına söz konusu şüpheyi bir fırsat olarak kullanmak isteyecektir. Bu sebeple itikat esaslarının ağırlıklı olarak aklî ve cedelî/diyalektik yöntemlerle ele alındığı Kelam ilminde haber-i vahidler de haliyle huccet olarak kullanılamazlar. Ancak normal şartlarda bir müminin Allah Resulü’nün hadisleri karşısındaki tavrı bu olmamalıdır. Her bir mümin, usul-i hadis ve usûl-i fıkıh ilimlerinde ortaya konan sened ve metinleri değerlendirme yöntemlerine bağlı olarak âlimler tarafından tenkid edilmemiş âhâd hadisleri kabul etmek, muktezasınca hareket etmek mecburiyetindedir. Aksi bir tavrı Müslüman sağduyusu zaten kaldıramaz. Bugün kelamcıların tutumunun günümüz modernist İslamcıları tarafından istismar edildiğini görüyoruz. Bunlar, âhâd hadisler itikatta huccet değildir, söyleminin arkasına sığınarak birçok dinî mesele üzerine şüphe uyandırmakta, ilgili söylemin ne manada ve hangi sâikle söylendiği yönündeki hakikatleri gözden kaçırarak Müslümanlarda kafa karışıklığına yol açmaktadırlar. 22 Modernist kesime yönelttiğimiz bu tenkitlerle kesinlikle önümüze gelen senedi sahih her âhâd rivayeti itikadımızı belirleyeceğimiz yegane delil olarak görmemiz gerektiğini savunmuyoruz. Bunu savunmadığımızın ve savunmaya da ihtiyacımızın bulunmadığının en büyük teminatı da Usul-i fıkıh ve Kelam tarihinde muhakkık âlimlerin rivayetlerin kabul ve red ölçülerine dair ortaya koydukları sübût, delalet ve istinbat sistemidir. Nitekim bu sistem dahilinde senedi sahih bile olsa bazı rivayetler ne itikad ne de fıkıh alanında delil kabul edilmemiş, makul sebeplerle tenkit edilmiştir. Burada şunu da ifade edelim. Birçok muhakkık âlim, karinelerle desteklenmesi durumunda haber-i vâhidlerin de (haber-i vâhid muhteff bil-karâin) yakîn ifade edeceğini ileri sürmüşlerdir. Bu bakımdan ümmetin/âlimlerin ihtilafsız kabul ettiği bazı âhâd hadisler yakîn ifade ederler. Âlimlerin bu gibi hadisleri ihtilafsız kabul etmeleri onların gerçekte sabit olduğunu gösteren önemli bir karinedir. Nitekim “Vârise vasıyyet yoktur.” hadisi -mütevatir olduğunu düşünen âlimler bir yana- seleften halefe bütün müctehidlerin kabul ettiği ve gereğince hükmettiği bir rivayet olması bakımından kat’î bilgi ifade etmektedir. [15] Hadislerin metin ve sened durumu itibarıyla başka bir taksime tabi tutulduğunu daha önce belirtmiştik. Bazı hadislerin senedleri külliyen sika râvilerden oluştuğu halde, bazı hadislerin senedlerinde sika olmayan kimseler bulunabilir. Bu durumu göz önünde bulunduran muhaddisler hadisleri Sahih, Hasen ve Zayıf olmak üzere üç kısma ayırmışlardır. Aşağıda bu hadislerin her birinin tarifi verilecektir. Sahih Hadis: Şaz ve illetli olmamakla beraber, senedi kesintisiz ve râvîleri âdil ve zâbıt olan hadislerdir. Tarif dikkatlice incelenirse bir hadisin sahih olabilmesi için beş şey aranır: 1. 2. 3. 4. 5. Râvîleri âdil olacak Râvîleri zâbıt olacak Senedi kesintisiz olacak Şaz olmayacak İlletli olmayacak Râvînin âdil olması; Müslüman olmak, akıllı olmak, buluğa ermiş olmak, fâsık olmamak ve mürüvvete muhalif işlerden uzak olmak gibi hadis ilminde adalet için gerekli görülen şartları haiz olmasıdır. Zâbıt olması, eğer hadisleri ezberinden rivayet ediyorsa, rivayetleri orijinal haliyle nakledebilecek hıfz kabiliyetini haiz olmasıdır. Eğer rivayetlerini, zamanında hadislerini kaydetmek için kullandığı defterlerinden naklediyorsa bu defterlerin aynıyla muhafaza edilmiş olması ve içindeki hadisleri dikkatlice nakletmesi gerekir. Bir râvînin pratik olarak zâbıt oluşunu tespit için muhaddislerin formülü, onun rivayetlerini sika ravilerin rivayetleriyle karşılaştırmaktır. Eğer rivayetleri çoğunluk sika râvîlerin rivayetleriyle örtüşen biri ise o kişi zâbıt, değilse zâbıt değildir. Bir hadisin sahih olabilmesi için mutlaka senedinin baştan sona kadar kesintisiz olması gerekir. Senedinde kopukluk bulunan hadis sahih olamaz. Hadisin şaz olmaması, kendisinden daha makbul/güvenilir bir rivayetle çelişmemesi demektir. Makbul bir râvinin kendinden daha makbul bir râviye muhalif olarak rivayet ettiği hadise ıstılahta şaz denir. Bir hadisin sahih olabilmesi için bu durumda olmaması gerekir. Hadisin illetli olmaması, senedin zahirinde dikkati çekmeyen ama hadisin sıhhatine mani teşkil eden gizli bir kusurun/hatanın bulunmamasıdır. Genelde, aslen mürsel bir hadisin mevsûl olarak, mevkûf bir hadisin merfû’ olarak rivayet edilmesi nev’inden illetlere rastlanmaktadır. İlk bakışta hadisin senedinde veya metninde bir problem görülmemekle beraber, hadisin diğer tarikleri cemedilip ehli tarafından dikkatle incelendiğinde bazı hadislerde râvînin ince bir hataya/vehme düştüğü tespit edilebilmektedir. Bunun gibi bazen râvînin gizli hatası hadisin metninde de olabilir. Hadisin senedi sağlam olmakla beraber metninde bir problem olabilir. Bunu da özellikle fıkıh birikim ve kabiliyeti yetkin olan muhaddisler tespit edebilmektedir. Gerek senedde gerekse metinde olsun, bu tür hatalara hadis dilinde İllet denir, böyle hadislere de Muallel adı verilir. Bir hadisin sahih olabilmesi için bu durumda da olmaması gerekmektedir. Buharî ve Müslim gibi munhasıran sahih hadislerden teşekkül eden kitaplarda misallerine sıkça rastlanabileceği için sahih hadise örnek vermeye lüzum görmüyoruz. Sahih Hadisin Hükmü: Genelde sahih hadisle amel etmek vaciptir. Ancak itikadiyyât alanında huccet olarak kullanılabilmesi için hadisin sadece sahih olması yetmez. Bunun yanında ma’nen de olsa tevatür derecesine ulaşmış olması gerekir.[16] Fıkıh alanında bir hadisin senedinin sahih olduğu tespit edildiğinde, eğer metninde bir problem bulunmazsa bu hadisle amel etmek gerekir. Ancak, hadisin neshedilmiş olması, bir başka sahih hadisle metninin taâruz edip tercih edilmemiş olması gibi daha çok metinle alakalı teknik tafsilat sebebiyle 23 Ağustos 2009 olmakla beraber, Cafer bin Süleyman adında nispeten zaptı zayıf bir râvî bulunduğu için hadisin hasen olduğunu bildirmiştir. Hasen Hadisin Hükmü: Arada derece farkı olmakla beraber gereğiyle amel konusunda sahih hadisle hasen hadis arasında hiçbir fark yoktur. Hasen hadisler de ahkâm konusunda bağlayıcıdır. söz konusu hadisle amel edilmemiş de olabilir. Şu halde Buharî veya Müslim gibi sahih hadisleri câmî kitaplarda fakihlerin fetvalarına muhalif hadislerle karşılaşıldığında acele karar vermeyip bu konuda fakihlerin anılan konudaki istihracını iyi tespit etmek gerekir. İlgili konuda mezhep imamlarının mezkûr hadisle niçin amel etmediklerinin usûlî gerekçelerini özel olarak araştırmak gerekir. Hasen Hadis: Şaz ve illetli olmamak kaydıyla, senedi kesintisiz ve râvileri âdil ve sahihten biraz az derecede zâbıt olan hadistir. Dikkat edilirse hasen hadisle sahih hadis arasındaki tek fark ravinin zaptı konusundadır. Sahih hadiste râvinin tam anlamıyla zâbıt olması gerekirken hasen hadiste râvinin, temelde zapt ehli olmakla beraber sahih hadisin râvisine göre zaptı daha zayıf olan biri olması yeterli görülmüştür. Zaptla ilgili bu farkın dışındaki konularda sahih hadisle hasen hadis arasında bir fark yoktur. Ancak bu tarif hasen lizatihi içindir. Bir de aslen zayıf olup da –ravilerinde fısk ve yalancılık bulunmamak kaydıyla- diğer tariklerle takviye edilip hasen mertebesine çıkan ve hasen li-gayrihî diye anılan hadisler de vardır. Bunlar tarifin dışındadır. Hasen hadise bir örnek olarak Tirmizî’nin Ebu Musa el-Eş’arî kanalıyla rivayet ettiği “Cennetin kapıları kılıçların gölgesi altındadır…” hadisini gösterebiliriz. Tirmizî, senedindeki bütün râvîler sika Ağustos 2009 Hasen Hadisin Hükmü: Arada derece farkı olmakla beraber gereğiyle amel konusunda sahih hadisle hasen hadis arasında hiçbir fark yoktur. Hasen hadisler de ahkâm konusunda bağlayıcıdır. Zayıf Hadis: Ne sahih hadis için ne de hasen hadis için aranan şartlar kendisinde bulunan hadislerdir. Buna göre zayıf hadisin tarifi sahih ve hasen hadislerin tariflerine bağlıdır. Bu iki hadis için aranan beş şarttan biri kendisinde bulunmayan hadis zayıf kabul edilmektedir. Bir hadisin zayıf olabilme sebebi birden fazla olduğundan zayıf hadis çeşitleri de çoktur. Genelde muhaddisler hadisin zayıf olmasını iki şeye bağlarlar: Senette kesinti, râvide kusur. Hadisin senedinde kesinti bulunursa bu hadis munkatı kabul edilerek zayıf kısmına girer. Kesintinin senetteki yerine ve adedine göre, Muallak ve Mu’dal gibi Munkatı hadislerin de muhtelif kısımları vardır. Râvinin kusuru adaletle ilgili olursa hadis yine zayıf olur. Bu durumda hadis Münker, Metrûk veya Mevzu’ gibi farklı isimler alabilir. Râvinin kusuru zapt sahibi olmayışından kaynaklanıyorsa hadis yine zayıf olur. Bu durumda söz konusu hadis, Münker, Muallel, Muzdarip gibi farklı kısımlara ayrılır. Zayıf hadise bir misal olarak Tirmizî’nin Ebu Hureyre kanalıyla rivayet ettiği “Her kim (hayızlı veya değil) bir kadına arkadan yaklaşırsa veya kahine giderse Muhammed’e indirileni inkar etmiş olur” hadisini gösterebiliriz. Tirmizî, senedinde bulunan Hakim el-Esrem adlı râvîden dolayı hadisin zayıf olduğunu bildirir. Nitekim anılan şahsı cerhtadil uleması taz’ıf etmiş, onun zapt ehli olmadığını belirtmiştir. Zayıf hadisin hükmü: Zayıf hadisler zann-ı mercuh bildirirler. Zahirde bu gibi rivayetlerin Peygamber Efendimiz’e nispeti mercuhtur/düşük ihtimale dayanır. Bu bakımdan haram-helal/ahkâm konusunda zayıf hadisle amel edilmez. Ancak menâkıb ve fedâil-i amâl konusunda şu üç şartla birlikte zayıf hadisle amel etmeyi bir çok âlim tecviz etmiştir. Bu şartlar şunlardır: Hadisin (mevzu, metrûk ve münker gibi) za’fı şiddetli olmayacak, hadisin muhtevası şeriatın genel ilkeleriyle örtüşecek ve kendisiyle amel edilirken Hz. Peygamberimiz’den kesin olarak sabit olduğu kanaati taşınmayıp ihtiyat payı bırakılacak. 24 Âlimler zayıf hadisle amelin dışında bu gibi hadislerin rivayetinin ancak belli şartlar dâhilinde gerçekleştirilebileceğini belirtmişlerdir. Bu şartlara göre, ilgili hadisin akâide ve haram-helal gibi ahkâma taalluk etmemesi gerekir. Eğer bir zayıf hadis akâid veya haram-helal gibi ahkâma müteallik ise onu rivayet etmek doğru değildir. Bunun dışında vaaz, terğîb-terhîb ve kıssalara müteallik hadisleri, Hz. Peygamberimiz’e ait olduğunu gösteren kesin ifadeler kullanmaksızın rivayet etmek caizdir. Ancak bütün bunlar mevzu/asılsız hadislerin dışındadır. Eğer rivayet mevzu olursa bunu ancak mevzu olduğunu bildirmek için rivayet etmek caizdir, bunun dışında rivayet etmek caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber Efendimiz “yalan olduğu bilinen bir şeyi rivayet eden de yalancılardan biridir” buyurmuştur .[17] Son olarak günümüzde zayıf hadisler karşısında biri ifrat diğeri tefrit olmak üzere iki zıt uçtan aşırılık örneği sergilenmektedir. Bir kesim, zayıf hadisleri herhangi bir hudut tanımadan olduğu gibi kabullenmektedir. Bu kimseler, bu hadisler üzerine gerek hükümler bina ederek gerekse bunları bir kısım bidat uygulamalara mesnet tutarak adeta zayıf hadisler üzerine yeni bir İslamî hayat inşasına kalkışmaktadırlar. Bir diğer kesim de, bu nevi hadisler karşısında son derece laubali bir tavırla kökten red yolunu seçmiş, onca hadisin, İslamî hayata sağlayacağı faydadan mahrum kalmıştır. Selamet, ifrat ve tefrit gibi uç noktalardan uzakta itidal yolundadır. .................................................................... Dipnotlar: Sonuç olarak Allah Resulü’nün hadisleri kitaplarda gelişi güzel derlenmiş ve üzerine bir yığın hurafe eklenerek günümüze kadar gelmiş değildir. Özellikle muhaddislerin hadis tespitinde geliştirdikleri sistemle Allah Resulü’nün hadisleri günümüze kadar asli kimliğiyle muhafaza edilebilmiştir. Bu sistem içinde çeşitli amaçlarla hadisler belli tasniflere tabi tutulmuştur. Râvilerinin kemmiyyeti açısından yapılan tasnife göre ortaya çıkan mütevatir ve âhâd gibi hadis kısımları/kavramları hadis rivayetlerinin kat’îlik ve zannîlik zemininde ifade ettiği değeri birinci dereceden tespit imkanı sağlamaktadır. Bu bapta mütevatir kategorisine giren hadisler doğrudan kat’î bilgi ifade ederler. Bu yönüyle her türlü sened incelemesi ya da ilmî kritiğin üstünde bir mevkii haizdirler. Bunun yanında sahih, hasen ve zayıf şeklinde karşımıza çıkan hadis kavramları da, bu kesinlikte kabul imkanı bulunmayan diğer rivayetlerin sened ve metin incelemesi sonrasında güvenilir olup olmadığı konusunda önümüzü aydınlatmaktadır. 1. Bu yazıda özellikle kaynak belirtilmeyen yerlerde eski kaynaklardan, hadis ilimlerine ait birikimi en sıhhatli biçimde ele aldığını düşündüğümüz Şerhu Nuhbetü’l-fiker, Tedrîbü’r-râvî, Zaferu’l-emânî gibi eserlerden faydalanılmıştır. Yeni kaynaklardan üslûb ve derlemedeki üstün mahareti sebebiyle Mahmut et-Tahhan’ın Teysîru Mustalahi’l-Hadis isimli eseri ağırlıklı kaynak olarak kullanılmıştır. Makalede yer alan meselelerle ilgili daha geniş malumat isteyenler zikredilen eserlere müracaat edebilirler. 2. Kelimenin, bir zaman aralığıyla birbiri ardına gelmek anlamına geldiği de lügatçiler tarafından ifade edilmiştir. Anılan lügatçilere göre söz konusu şeylerin tek tek gelmesi kadar gelişleri arasında bir fetret, zaman aralığı olması da gerekmektedir. Bkz., el-Kettânî, Nazmu’l-mütenâsir s. 11; el-Cezâirî, Tevcîhü’n-nazar, c. 1, s. 108. 3. el-Askalânî, Şerhu nuhbetü’l-fiker, s. 169 4. el-Leknevî, Zaferu’l-emânî, s. 36-38. el-Leknevî belirtilen yerde bunlara ilaveten, bazı muhaddis ve usulcülerin ileri sürdüğü iki şarttan daha bahsetse de bu şartlar muhaddislerin geneli tarafından kabul görmediğinden burada onları zikretme ihtiyacı duymuyoruz. 5. el-Irâkî zikredilen hadisin aynı lafızla yetmiş küsûr sahabi tarafından rivayet edildiğini bildiriyor. Fakat Allah Resulü’ne asılsız söz isnad etmeyle ilgili genel anlamıyla yüz civarında sahabînin rivayeti bulunduğu da ayrıca bildirilmiştir. Bkz., es-Suyûtî, Tedrîbü’r-râvî, c. 2, s. 104. el-Leknevî’nin ifadeleri de aynı istikamettedir. Bkz., Zaferu’l-emânî, s. 54. Biz mütevatir-i lafzîye misal verdiğimiz için burada yetmiş küsur sahabi tespitini esas aldık. 6. Nazmu’l-mütenâsir, s. 40-50. 7. es-Suyûtî, Tedrübü’r-râvî, c. 2, s. 106. 8. Zaferu’l-emânî, s. 49. 9. el-Keşmîrî, İkfâru’l-mülhıdîn, s. 5. 10. Şebbîr Ahmed el-Osmânî, Fethu’l-mülhim bi şerhi Sahihi’l-İmam Müslim, c. 1, s. 25. 11. el-Kettânî mezkur hadisleri “Nazmü’l-mütenâsir fi’l-hadisi’l-mütevatir” adını verdiği müstakil bir Bunlardan sahih ve hasen olanlar haramhelal gibi fıkhî konularda delil olarak kullanılabilmektedir. Zayıf rivayetlere gelince rivayete olan güveni kökten sarsacak bir kusur olmadıkça haram-helal konularının dışında bir yere kadar delil olarak kullanılabilmektedir. Bu bakımdan bir hadisin zayıf olması, senedinde bulunan teknik bir sorundan kaynaklanan ve âlimlerin çekinceyle yaklaşmasına sebep olan bir yapı arz etmesi demektir. Yoksa bunlar, kökten reddedilmesi gereken asılsız rivayetler değildir. Ancak, makalenin ilgili bölümünde açıklandığı üzere rivayette bulunması muhtemel bazı kusurlar vardır ki bunlar söz konusu rivayete hiçbir surette güvenilemeyeceğini göstermektedir. [18] kitapta toplamıştır. 12. Molla Ali el-Kârî ve Abdulhayy el-Leknevî bunlardandır. 13. Burada şunu da ifade etmeliyiz. Mütevatir rivayetlerle bize ulaşan bilgilerin muhtevası kapalı olur da lügavî şartlara göre tevile ihtimali bulunursa burada bir tafsil bulunmaktadır. Eğer bir kimse bu rivayetleri kökten inkar ederse bu küfürdür. Ancak bu rivayetlerin sübutuna kail olduğu halde sadece makul teville mana ve muradının başka olduğunu iddia ile zahir manayı reddederse bu küfür olamaz. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz., el-Keşmîrî, İkfâru’l-mülhıdîn, s. 9. 14. Şerhu Nuhbeti’l-fiker, s. 179, 180; Zaferu’l-emânî, s. 39; Muhammed Hasan Can, Ahsenü’lhaber fî mebâdî ilmi’l-eser, s. 22. 15. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz., el-Kevserî, Makâlâtü’l-Kevserî, s. 62. 16. Ancak Kelam kitaplarında yer alan bazı konular, İslamî fırkalar arasında tartışma konusu olmuş sünnet-bidat ayrımına medar olan konulardır. Bu gibi konular iman-küfür ayrımına medar olmadığı için tevatüre varmamış meşhur haberlerle de ihticac edilebilmektedir. Ayrıca zaman zaman aklî delillerle sabit bir itikad meselesine, sırf takviye için haber-i vahid düzeyinde rivayetlerle delil getirilebilmektedir. 17. Sahih-i Müslim, Mukaddime, s. 14. 18. Bunlara Hadis ıstılahlarında “Zaifun Cidden” denmektedir. 25 Ağustos 2009 Salih AYDIN salihiaydin@hotmail.com Gözümüzün nuru: “Namaz” Namaz kılmak İslâm'ın şartlarından ikincisi ve ibadetlerin en önemlisidir. Günde beş vakit olarak her müslüman için farzdır. Beş vakit namaz tek başına ve topluca (cemaatle) kılınabilir. Namaz kılmak için yapılan câmiler İslâm mimarisinin en önemli yapılarıdır. Haftada bir cuma namazları topluca camilerde kılınır. Yılda iki defa kılınan Bayram namazları da aynı şekilde toplu olarak kılınır. Cemaatla kılınan namazlar dînin sosyalleşmesinin en belirgin örnekleridir. Bir hadiste: "Evimizin önünden akan bir nehir olsa, günde beş defa bu nehirde yıkansanız, üzerinizde kirden pastan hiç eser kalır mı? İşte beş vakit namaz böyledir, günahları siler süpürür."1 buyurulmuştur. Yani namaz insanın ruhunu yıkar, kalbini saf ve temiz hale getirir. Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle, yerdeki ve gökteki bütün varlıklar Allah 'ı tesbih ederler, (İsra 17/44) yani kendi dilleAğustos 2009 26 riyle O'na ibadet halindedirler. İşte namaz onların hepsinin ibadet şekillerini içinde toplamaktadır. Metafizik bir bakışla, dağların dikey, hayvanların yatay vaziyette; bitkiler kökleriyle besinleri aldıkları için onların da başları aşağıda olarak, hal diliyle fiilen Allah 'a ibadet ve tâatte bulundukları söylenebilir.2 İnsan namazda kıyamda iken dikey, rükûda yatay bir halde bulunur. Secdede ise başı yerdedir. Bu sonuncu halde iken Allah 'a âzamî derecede yaklaşır. Secde vaziyeti insanın Rabbine en yakın olduğu haldir. İnsan Allah karşısında maddî olarak ne kadar eğilir ve küçülürse, mânen o nisbette büyür ve yücelir. Namaza başlama tekbiri sırasında "Allah 'ü Ekber" diyerek elini kaldıran insan sanki şunu demek ister: "Ben şu anda bütün dünyevî kaygıları ve maddî düşünceleri, kısacası Hak'tan gayri her şeyi elimin tersiyle arkaya atıyor ve yüce Mevlâ'nın huzuruna çıkıyorum." Bu niyet ve duyguyla ibadete başlayan kişi; namaz sırasında Allah 'a tam bir yakınlık içinde olacaktır. Onun için "Namaz mü'minin mîracıdır."3 buyrulmuştur. Mîraç sırasında Sevgili Peygamberimiz nasıl ki, Allah yakınlığının son noktasını yaşamışsa, müslüman için de namaz, Allah 'la beraber olmanın yoludur. Kur'an-ı Kerim'de namazın kötülüklere engel olacağı belirtilir (Ankebut 29/45). Namaz kıldığı halde ahlâksız davranışlardan geri kalmayan kimse, büyük ihtimalle zamanla düzelecektir. Bunun örnekleri az değildir. Namazın özü: a) Allah 'ın huzurunda kalbin huşu ile yani saygı ve korku ile dolması, b) Dil ile Allah 'ın anılması, c) Bedenle O'na âzamî derecede tâzim ve saygı tavrı sergilenmesinden ibarettir. Bu üç unsur öteki dinlerin ibadetlerinin de özü sayılır. Bu üçü arasında en önemli olan ise birincisidir. Dilsiz kimse ikincisini, kötürüm kimse de üçüncüsünü yerine getiremeyebilir. O halde namazda özün özü kalbteki Allah 'a yöneliş, O'na olan sonsuz saygı ve sevgi duygusunu canlı tutuştur.4 Allah 'ı seven ve sayan O'nun emirlerine uyup yasaklarından kaçacaktır. Sahibini ahlâksızlık sayılan tutum ve davranışlardan vazgeçirmeyen namaz faydasızdır. Kur'an'da gaflet içinde ibadet edenler için "Yazıklar olsun o namaz kılanlara" "(Mâun Sûresi) buyrulur. Hadiste: "Nice namaz kılanlar vardır ki, kıldıkları namazdan ellerine geçen sadece uykusuzluk ve zahmettir."5 denir. Yunus Emre şöyle der: "Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil / Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil."6 nen o asıl namaza ulaşabilmek için ihlâs ve samimiyetle gayret göstermeye devam etmelidir. Hep aynı noktada çakılıp kalmak, bir gelişme göstermemek hoş değildir. "İki günü biribirine eşit olan ziyandadır." Namazdaki hareketleri ve taşıdıkları mânâları biraz daha yakından ele alalım. İ. Hakkı Bursevi başlama tekbiri alırken iki elin birden kaldırılmasını şöyle yorumlar: "İşin gerçeği şudur: Sağ el âhiretten, sol el dünyadan ibârettir. Elleri kaldırmak ise, dünya ve âhiret ilgisini elden çıkarıp arka tarafa atmak ve her ikisi sebebiyle de büyüklenmeyi yok etmek anlamını taşır." Aynı müellifimiz, abdesti mâsivâdan ayrılmak, namazı ise Hakk'a kavuşmak olarak değerlendirir (Vudu ki mâsivâdan infisal, salât ki Hakk'a ittisaldir).7 Namazda ilk okunan dua olan "Sübhâneke" kelimesinin anlamı " Allah’ ım seni tesbih ve tenzih ederim, sen en yücesin, sen en büyüksün" demektir. Bu düşünce ve duygularla Allah 'a yönelen kul, O'nu içinde duymaya çalışır. Daha sonra "Fâtiha" suresi okunur. Burada Rab'la bir konuşma sözkonusudur. Önce Allah 'a hamdedilir. O'nun âlemlerin Rabbi olduğu, her şeyin sahibi ve hâkimi bulunduğu belirtilir. "Yalnız sana kulluk ederiz." denir. Bu, tasavvufta "fark" ma- "Evinizin önünden akan bir nehir olsa, günde beş defa bu Kur'an-ı Kerim' de namaz "zikir", yani Allah 'ı anma, O'nu hatırlama olarak da ifade edilir (Ankebut 29/45). Bir kimsenin namazı, o sırada Allah 'ı hatırlaması ölçüsünde değer taşır. Gaflet içinde kılınan namaz şeklen namaz olsa bile, gerçek namaz olmaktan uzaktır. Bununla birlikte namaz sırasında bir an bile Allah 'ı hatırlayıp, kendini O'nun huzurunda hissetmek dahi bir başarıdır. İnsan namaz kılarken en azından böyle bir huzur ânını yakalamayı düşünmelidir. Bu büyük bir mutluluktur. Bu ânın başlama tekbiri sırasında yakalanması daha uygun ve kolay olur. nehirde yıkansanız, üzerinizde kirden pastan hiç eser kalır mı? İşte beş vakit namaz böyledir, günahları siler süpürür."1 Gerçek namaz mîrac olmaya aday namazdır. Gündelik namazlarımız onun taklidi sayılır. Özle27 Ağustos 2009 "Ben namazdaki Fâtiha suresini kulumla kendi aramda yarı yarıya bölüştürdüm, kulumun istediği onundur." der ve şöyle devam eder: Kul "Elhamdü lillâhi Rabbi'l'âlemîn" dediği zaman, Allah: "Kulum beni senâ etti" der. Kul: "Mâliki yevmiddîn" dediği zaman, "Kulum beni övdü" der. Kul "İyyakena'budu ve iyyakenestain" dediği zaman: Allah: "Bu kulumla benim aramdadır ve kulumun istediği hakkıdır" der. Kul: "İhdine'ssırâta'lmüstakîm sırâtallezine en'amte aleyhim gayri'lmağdubi aleyhim ve le'ddallîn" dediği zaman Allah: "İşte bu kulumundur ve kulumun istediği hakkıdır" buyurdu."9 kamının ifadesidir. Daha sonra "Yalnız senden yardım dileriz." denir. Bu ise "cem" makamının simgesidir.8 Yani bana kulluk etme imkan ve gücünü veren de sensin demektir. O halde: "Ya Rab, ben sana sığınıyorum. "Bizi sırât-ı müstakîme (doğru yola) ilet." diye dua ve niyazda bulunulur. Bir kudsi hadiste Yüce Allah şöyle buyurur: "Ben namazdaki Fâtiha suresini kulumla kendi aramda yarı yarıya bölüştürdüm, kulumun istediği onundur." der ve şöyle devam eder: Kul "Elhamdü lillâhi Rabbi'l'âlemîn" dediği zaman, Allah: "Kulum beni senâ etti" der. Kul: "Mâliki yevmiddîn" dediği zaman, "Kulum beni övdü" der. Kul "İyyakena'budu ve iyyakenestain" dediği zaman: Allah: "Bu kulumla benim aramdadır ve kulumun istediği hakkıdır" der. Kul: "İhdine'ssırâta'l-müstakîm sırâtallezine en'amte aleyhim gayri'lmağdubi aleyhim ve le'ddallîn" dediği zaman Allah: "İşte bu kulumundur ve kulumun istediği hakkıdır" buyurdu."9 "Rükû" eğilmek demektir. Allah 'a saygının, Onun büyüklüğünü itiraf etmenin fiilî şeklidir. İnsan aziz (izzet sahibi, değerli) bir varlıktır. Başka fâni varlıklar karşısında eğilmek ona yakışmaz. Allah 'ın huzurunda eğilip, kulluğun sâdece O'na âit olması gerektiğini bilenler, başkaları önünde eğilmezler. "Hakîkî hürriyet ubûbiyyettedir."10 Bir tek kapıya, yani yalnızca Allah 'a kul olmasını bilenler başka kulluklardan; insana, paraya, mevkiye, şöhrete kul olmaktan yakalarını kurtarmış olurlar. Rükûda Allah 'ın azamet ve yüceliği dile getirilirken, doğrulunca da şükrün O'na mahsus olduğunu belirten sözler söylenir. Bir hadiste Allah 'ın bu sözleri işittiği müjdesi verilir.11 Secde hâlinin, namazda insanın Allah'a en yakın vaziyet olduğuna evvelce değindik.12 Namazın sonuda okunan "Ettahiyyâtü" duasıyla ilgili şöyle bir görüş vardır: Bu dua, Miraç'ta Hz. Peygamber'le Yüce Allah arasında geçen bir konuşmanın hâtırasıdır.13 O mutlu anda Resulullah "Her türlü selâmın, duanın, güzelliğin Allah 'a yönelik olduğunu" söyler. Allah da: "Ey Peygamber selâm/esenlik, rahmetim ve bereketim sana olsun." diye mukabelede bulunur. Bunun üzerine Hak Resûlü: "Esenlik ve güzellikler aynı zamanda Tanrı'nın iyi kullarının da üzerine olsun." der. Ve şehâdet kelimesiyle duasını bitirir. Namazın mü'min için mîraç olduğunu söylemiştik. Namazını bu duygularla kılabilen kişi, Tahiyyat duasını okurken, onun anlamını da düşünerek aynı şuur ve aynı düşünceyi kafasında, gönlünde canlandırmaya çalışır.14 Böylece Rabbiyle konuşmasını devam ettirmiş olur. Bir hadiste, namaz sırasında Allah 'ın kıble ile bizim aramızda olduğu belirtilir.15 Burada elbette maddî bir keyfiyet sözkonusu değildir. Okuduğu sure ve duaların mânâlarını da göz önünde bulunduran kişi, namazda Rabbiyle karşı karşıyaymış, O'nunla konuşuyormuş gibi bir yakınlık duygusu hissetmeye çalışmalıdır. Bu seviyeyi yakalayamamak namazdan vazgeçmeyi gerektirmez. Gönül ehli şöyle diyor: "Önünde beklediğiniz kapıyı Ağustos 2009 28 cevap almak için çalınız. Cevap gelmeyince vazgeçen muhtaç değil demektir. Bu durumda ev sahibi ona ilgi göstermez. Bu yüzden namaz terkedilirse mânevî kayıp büyük olur." Namazda Allah 'ın huzurunda bulunduğunun farkında olmayan ve aklı fikri ticaretinde veya başka dünyevi işlerinde takılıp kalan kimse, gerçek anlamda namaz kılmış sayılmaz. Hz. Ali'nin, bacağına saplanan bir okun çıkarılması sırasında, onun vereceği acıyı hissetmemek için namaza durduğu ve o esnada çıkarma ameliyesinin yapıldığı söylenir.16 Gerçekten, zihin daha önemli bir şeyle ciddi şekilde meşgul olursa, fiziksel acılar duyulmaz. Bu yönden namazın öteki ibadetlerden farklı bir özelliği vardır. Namaz kılan kimse, görünüş olarak da başka hiçbir şeyle meşgul olamaz. Namazı onu diğer işlerden alıkor. Meselâ oruç tutan bu sırada alış veriş yapabilir, Hac ibadetinin yapıldığı günlerde de bu mümkündür. Namaz sırasında ise bu kabil şeyler söz konusu değildir. Yûnus Emre şöyle der: "Bir dona kan bulaşacak yumayınca mismil olmaz / Gönül pası yumayınca namaz edâ olmayısar."17 İsmail Hakkı Bursevî beş vakit namaz için şöyle bir sıralama yapar: Sabah namazı sırr 'ın payıdır. Çünkü o, gecenin karanlığına yakın bulunması dolayısıyla, öteki namazlara göre "gayb"tır. Nitekim "sır" da sair kuvvelere göre gaybdır. Öğle namazı rûh 'un payıdır. Çünkü ora rûhun zuhûru mikdârınca tam zâhir oluş vardır. Ruh âlem-i halktandır. Zira her ne kadar bizzat görülmezse de, uzuvlar ve kuvvelerdeki tezahürleri cihetiyle eserleri müşahede edilir. İkindi namazı kalb 'in payıdır. Çünkü o orda namazdır, nitekim kalb de uzuvların ve kuvvelerin ortasındadır. Bunun içindir ki "Kalb iyi olduğu zaman bütün ceset iyi olur, o bozulduğu vakit bütün ceset bozulur."18 Sufî müfessirimiz, namaz vakitlerini meleklerin kanatlarına benzetir, insanın onlarla mâna âleminde uçtuğunu söyler. Cesedi göklere yükselmeye yetmeyen için mânevî mîrâcı tahsil etmek üzere namaz konulmuştur. Mânevî kanat maddî kanattan daha güçlüdür. Namaz rekâtları, organların hareketine muhtaç bulunmak itibâriyla her ne kadar maddî bir görünüme sahipse de, sahip oldukları hususlar ve onlardan hâsıl olan neticeler manevîdir. Namazda asıl olan "iki rekât" olarak kılınmasıdır. Bu da Allah 'ın Cemâl ve Celâl'ine işarettir. Daha sonra bu iki rekât üzerine bir veya iki rekât ilâve edilmiştir. Şöyle ki: Akşam namazı, kendisinde nurun batması dolayısıyle nefs'in payıdır. Nefs, "emmâre" mertebesinde karanlık ve siyahtır. "Levvame"de karanlığı hafifler. "Mülheme"ye intikal ettiği zaman aydınlanmaya başlar. Nihayet "mutmainne" olunca onun hali, güneşin doğuşu sırasındaki insan durumuna benzer. Sabah namazı iki rekât olarak farz kılınmıştır. Öyle bir vakitte ki: Bir taraf gecedir, gece Zâtî Celâl mertebesi olan "Lâ taayyün" mertebesine işaret eder; bir tarafı gündüzdür. Gündüz vücûdî ve hakîkî Cemal mertebesi olan "Taayyün" mertebesine işaret eder. Ayrıca sabah namazının birinci rekâtı Celâl mertebesine, ikinci rekâtı Cemâl mertebesine işarettir. İki rekâtın toplamının birliği, kendisinde bu iki mertebenin toplandığı Kemâl-i Zâtîye işarettir. Yatsı namazı, tabiat 'ın payıdır. Çünkü yatsı, tabiatın vasıflarından olan uyku vaktidir.19 Akşam namazı sabah namazının aksidir. Çünkü Ahadiyyet-i câmia onda gizli bunda açıktır. 29 Ağustos 2009 Nitekim akşamda birinci rekât Celâl'e, ikincisi Cemâl'e, üçüncüsü ise Kemâl-i câmia işarettir. Yatsı namazı, dört rekâtıyle "Lâ taayyün"e işarettir. Burada gecenin vücûdu için celâl mertebesinde bilkuvve; zat, isimler, sıfatlar ve fiiller olarak dört taayyün söz konusudur. Öğle namazı, dört rekâtı ile gündüzün vücûdu için cemâl-i ilâhî mertebesinde bilfiil aynı dört taayyüne işarettir. İkindi namazı, dört rekâtı ile, bu vakitte başkalaşma (tegayyür) olduğu için bilfiil cemâl-i kevnîye işarettir. Bu tasnifte bir ölçüde namaz vakitlerinin özelliğine de değinildiği görülür.20 Müellifimiz namazın sonundaki selâmlar hakkında şu beyanda bulunur: "Namaz kılan, vuslat ve cem'in ancak tevhid ile gerçekleşeceğine işaret olmak üzere, namaza tekbirle girer; ayrılık ve fark'ın ikilikte olacağına işareten namazdan iki selâmla çıkar. Tevhîde girdiği zaman vuslat âlemine girmiş olur. Buradan namazın maddî şekli ile elde edilen mânevi mîracın değeri anlaşılmış olur. Bunun için Peygamber (as), daimî mîraçta olmasına rağmen "Bizi rahatlat ey Bilâl!"21 buyurmuşlardır." Serrac'a (ö.378/988) göre namazda kıyam edebi, Allah 'ın huzurunda bulunma şuurudur. KıAğustos 2009 raat edebi, Kur'an âyetlerini gönül kulağıyla dinliyormuş gibi, yahut da Allah 'a okuyormuş gibi bir duyguyla okumaktır. Rükû edebi, Allah 'ı yüceltmek, kendisini bir toz zerresi gibi görmek, "Semi Allah ü limen hamideh" sözünü Allah 'ın işittiğini bilmektir. Secde edebi, Allah 'a en yakın olma halini hissetmek ve O'nu aziz bilmektir.22 Hucviri (465/1072) namazın şartlarıyla ilgili olarak şu yorumları getirir: "Zahirde necâsetten, bâtında şehvet ve süfli arzulardan arınmak ve temizlenmektir. Zahirde elbiseyi necasetten temizlemek, bâtında bu elbiseyi helâl yoldan temin etmektir. Zahir kıblesi Kâbe, batın kıblesi Arş, sırrın kıblesi müşahededir. Nefs mücahedesi ile uğraşmak namazdaki kıyam gibidir. Zikr-i dâim namazdaki kıraat gibidir. Namazda huşûun şartı sağında solunda kimin bulunduğunu bilmemektir."23 ................................................................................ DİPNOTLAR: 1. Müslim, Mesacid, 283. 2. Bu konuda bk. M. Hamidullah, İslâma Giriş, 85; A. Avni Konuk, Fususu'l-Hıkem Terceme ve Şerhi, IV, 337, İstanbul, 1992. 3. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, Yûnus suresi 10. âyetin tefsiri. 4. Bk. ?ah Veliyyullah Dehlevî. Huccetullahi'l-Baliğa. I, 286, çev. Mehmet Erdoğan, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994; S. Uludağ, age, 82. 5. İbn Mâce, Sıyam, 21. 6. Yunus Emre Divanı (M.Tatçı), 133. 7. İsmail Hakkı Bursevi, Kitâbü'n-Netice II, 62, Hazırlayanlar: Ali Namlı - İmdat Yavaş, Însan Yayınları, İstanbul ,1997. 8. Kuşeyrî, Risâle, çev. Süleyman Uludağ, 155, Dergâh Yayınları, İstanbul 1978. 9. Müslim, Salât, 37; İbn Arabî, Mişkâtü'l-Envâr, çev. Mehmet Demirci (Nurlar Hazînesi), 98-100, İz Yayıncılık, 2. baskı, İstanbul, 1994. 10. Bk. Kuşeyrî, Risale terc. "Hürriyet" bahsi, s.316. 11. Müslim, Salât, 62; Nurlar Hazinesi, 98, 12. Müslim, Salât, 215. 13. Bk. Ahmet Naim, Tecrîd-i Sarih terc, II, 876. Tahiyyat duasının bu mânâda yorumu için bk. Halûk Nurbaki, Tek Nur, 144, İstanbul 1989. 14. Bk. Sühreverdi, Avârifü'l-Maârif, çev. H.Kâmil Yılmaz - İrfan Gündüz (Tasavvufun Esasları) s. 393, Erkam Yayınları, İstanbul 1989. 15. Buhari, Salât, 33; Tecrid-i Sarih terc. II, 353. 16. Benzeri bir olay için bk. Hucviri, age, 441. 17. Yunus Emre Divanı (M.Tatçı), 56. Beytin yorumu için bk. Mehmet Demirci, Yunus Emre'de İlâhî Aşk ve İnsan Sevgisi, 127, 2. baskı, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 1997. 18. Buhari, İman, 39; Müslim, Müsakat, 20. 19. İ.H.Bursevî, Ecvibe-i Hakkıyye, vr. 49/a-b, Süleymaniye K. Es'ad Efendi no. 152/2. 20. Bursevi, Ecvibe, vr. 53/a 21. Ebu Davud, Edeb, 86; Ahmed b. Hanbel, V, 371. 22. Ebu Nasr Serrac etTûsî, el-Luma, çev. H. Kâmil Yılmaz (İslâm Tasavvufu), 160, Altınoluk Yayını, İstanbul, 1996. 23. Hucviri, Keşfü'l-Mahcub terc; (Hakikat Bilgisi) 436. 30 TÜKENİŞ Halil ATİK Bir dünya düştü senle arama Şu dünya sensiz ne dar ama Binbir yerden kanayan yarama Serpmeye tuz tükendi... Baharın yalanında tüm yürekler Hep gelmeyecek olanı bekler Dalından düşmüş tüm dilekler Sararmaya güz tükendi... Ahımda nefes bulur güneş Bu firâktır ve ölüme eş İçimde sitem,içimde ateş Yana yana köz tükendi... Riyâ damladı her yere Gönül değil hoş,değil sâre Her şekle gire gire Benlikte öz tükendi... Vesileler yaslandı huduta Yağmuru bağladık buluta Hep unuta unuta Menzile iz tükendi... Hayat ibaret bir seher yelinden Gençlikde uçar gider elinden Bir pişmanlık ki en derinden Vura vura diz tükendi... Hak canı satın ala Gül vurgun ala Ölüme ramak kala Söylemeye söz tükendi... 31 Ağustos 2009 Ahmet HALİLOĞLU Altayların Hallacı: Osman Batur Müslümanların tarih boyunca çektiği zulümleri bir kitap haline getirsek herhalde ciltlere sığmaz. Sadece on dokuz ve yirminci asır da Müslümanların bağımsızlık mücadelelerinde uğradıkları katliamın dünyada eşi menendi yoktur. Bu acımasız katliamların bir kısmı Bosna Hersek gibi dünyanın gözü önünde gerçekleşmiş kimisi de Doğu Türkistan gibi ümmetin unuttuğu coğrafyada vuku bulmuştur. Kızıl Çinlilerin bir defa daha ellerini kana boyadıkları Doğu Türkistan’daki son katliam haberini okuduğumda ilk kez bir parça olsun vicdanım rahattı. Kimsenin Doğu Türkistan ismini zikretmediği dönem de Dergimiz Burhan Barat Hacı yazısı ile katliamın ayak seslerini sizlere arz etmişti. Bu kez de bir başka Doğu Türkistanlı mücahidi ve mazlumu sizlere arz edeceğiz. Ağustos 2009 32 Asıl ismi Osman İslamoğlu’dur. (Babasının ismi İslam Bey’dir. Doğu Türkistanlıların deyimiyle tam adı Osman bin İslam’dır). Doğum Tarihi konusunda iki rivayet vardır. 1890 ve 1899. Ancak yaptıklarına bakarsak asıl doğum tarihinin 1890 olması daha akla yatkındır. Göçebe Kazak Türklerine mensup bir aile de dünyaya gelir. Orta Asya’da göçebe Türkler ve bilhassa Kazak ve Kırgızlar Pir-i Türkistan Hace Ahmet Yesevi eliyle Müslüman oldukları için tasavvufi neş’eleri zirvededir. Dedesi de bölgenin hatırı sayılır hocalarından birisidir. Batur lakabı Kazak Türklerinin liderlerine verdikleri kahraman manasına gelen bir mahlastır. Osman bin İslam; bölgedeki Altay Kazaklarının âdeti üzerine on yaşındayken ata binmeyi ve ok at- mayı öğrendi. 12 yaşında Kazakların o dönemki lideri Böker Batur’un bağımsızlık ordusuna katıldı. İki yıl sonra Böke Batur’la beraber büyük yenilgiyi tattı ve köyüne geri dönüp çiftçilikle uğraşmaya başladı. Böle Batur ise halifenin memleketi Osmanlı’ya hicret etmek için yollara düştü, Tibet’te yakalandı ve bu kahramanın başı kesilerek idam edildi. 1940 yılı ise Altay Türklerinin yeniden kıyama kalktıkları devredir. Çinliler Altaylardaki İslam izlerini silmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Camiler işgal ediliyor, Kur’an-ı Kerim’ler yakılıyordu. İlk Müslüman Türk Devleti’nin kurucusu Abdulkerim Satuk Buğra Han’ın evlatlarının bu zulme seyircisiz kalması beklenemezdi. Nitekim Kazak Türkleri bir kez daha zalimleri şaşırtarak kıyam ettiler. Çin’in tepkisi her zamanki gibi sert oldu. Kimseye acımadan insanları tutuklamaya, mahkeme etmeden idam etmeye başladılar. Halkın elindeki silahları almaya başladılar. Kimileri silahlarını teslim ederken; Osman Batur tam tersi tepki verdi. Kerbela’daki Hz. Hüseyin gibi tek başına silahıyla dağa çıktı. Sonuç belli de olsa da akıbet güzeldi. Biliyordu ki şehit olduğunda kendisini Şehitlerin Efendi Hazreti Hüseyin karşılayacaktı. İşaret fişeği atılmıştı; kendisine ilk katılanlar büyük oğlu Şerdiman ve arkadaşı Süleyman Bey’ler oldu. Altay Kazakları kıyamın başladığını haber alır almaz Müslüman Türk ordusuna katılmak üzere koşturuyorlardı. Camiler de çekik gözlü aksakallı kocalar gözyaşları ile süsledikleri duaları ile mücahitlere destek oluyordu. Altay Dağlarının karlı doruklarında Osman Batur ve arkadaşları bir yandan komünist Ruslara diğer yandan kızıl Çin’e karşı mücadele ederken, dua orduları da boş durmuyor; Allah’ın görünür ve görünmez ordularını Altaylara çağırıyordu. 1941 yılının Ekim ayında başlayan fiili cihat 1943 yılının Temmuz ayında sona eriyordu ve Altay Türkleri bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Bir tek Çin askeri kalmamıştı. Altay Geçici Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Daha sonra bu cumhuriyetle beraber Osman batur; Doğu Türkistan İslam Cumhuriyetine katıldı ve bu cumhuriyette Altay Valisi olarak vazife aldı. 1945 senesi Asya Müslümanlarının en sıkıntılı devresinin başlangıcı olmuştur denebilir. Sovyetler Birliği ile anlaşan Çin artık bölge Müslümanlarına tarihin görmediği zulmü gerçekleştirmeye başlayacaktır. Önce Ahıska Türkleri bir gece de evlerinden sürüldüler. (Ahıska Muhacirlerinin acısı hala bitmedi). Sonra Kırım Tatarları, Çeçenler, İnguşlar, Kabardey Türkleri, Balkar Türkleri ve Nogay Tatarları. Yurtlarından Sibirya’ya ve Orta Asya’ya sürüldüler. Müslümanların Orta Asya’daki acıları bununla bitmemişti. Sovyetler Birliğinden destek alan Çin; binlerce yıllık Türk yurdunun bağımsızlığını kazandığını anlayınca tarih boyunca yaptığını tekrar etmeye hazırlandı. İlk iş olarak büyük bir ordu oluşturdu. Tamamen Han Çinlilerinden oluşan bu kızıl ordu vicdanlarını karartmış bir şekilde Doğu Türkistan’a hücum etti. Doğu Türkistanlı mücahitlerden on kat daha büyük olan bu ordu devrinin en modern silahları ile donatılmıştı. İki asra yakın bir zaman Çin işgalinde yaşayan Doğu Türkistanlıların doğru düzgün silahı bile yoktu. Onların asıl gücü kalplerindeki imandı. Buna rağmen Doğu Türkistanlılar yılmadılar. 1949 yılında Çin işgali bütün Doğu Türkistan’ı inletmeye başladı. Yeryüzünde Müslümanlar bir kez daha emsali görülmemiş bir zulme maruz kalıyorlardı. Osman Batur’un ordusu kırıla kırıla otuz binden üç bine düşmüş, yirmi yedi bin şehit Altay Dağlarında ölümsüzlük şerbetini içmişlerdi. Üstelik bu üç bin rakamına kadın ve çocuklar da dahildi. Bir yandan Çinliler diğer yandan kara kış Osman Batur’u çok zor durumda bırakmıştı. İlikleri donduran ayaz, dizi aşan kar hayvanların dağlarda barınmasına imkan tanımıyordu. Mecburen dağların eteklerine indiler. 1950 yılının Kasım ayında artık mücadelenin sonu görünmüştü. Komünist Çinliler yaptıkları baskınla Osman Batur ve pek çok mücahide hanımı esir etmişlerdi. Düşman ne zaman mert olmuştu ki şimdi mert olsundu. Osman Batur ve arkadaşları ; Bedir’de Hazreti Resulullah’ın emri 33 Ağustos 2009 Son şanlı Doğu Türkistan Kıyamının yaşandığı şehir. Bekar Müslüman genç kızların Çin’in iç bölgelerine çalışmaya gönderilmesi üzerine Müslümanların kıyama kalktıkları şehir. İki binden fazla müslümanın cesetlerinin sokaklarda kaldığı şehir. İşte Osman Batur; atın üzerinde elleri bağlı olarak dolaştırılırken bile davasını düşünüyordu. Çinlilerin içini korkudan titreten, imanın gücünü gösteren o devasa sözünü Urumçi’de söyledi : “Ben ölebilirim ama, dünya durdukça benim milletim mücadeleye devam edecek”. İşkencelerden geçmiş, elleri yakaları bağlı, parayla tutulmuş hainlerin hakaretleri arasında yükselen bu çığlığı orada kendi kulaklarımla duymak isterdim. Acaba bu sözü duyan Çinliler nasıl titremiştir. Yaşlı dünya daha idamının üzerinden elli sene geçmeden Osman batur’un haklı olduğuna şahitlik ediyordu. Urumçili Müslümanlar; liderlerini haklı çıkardılar. Müslümanların “İnsan Hakları Evrensel Beyanname”sini unutturacak ilkeleri vardı. gereği kadınlara, yaşlılara ve çocuklara dokunmuyordu. Ancak Çin için bağlayıcı hiçbir kural, vicdani hiçbir değer, insani hiçbir kıymet yoktu. Komünizm vicdanları dondurmuş, insanlıkları unutturmuştu. Kadınlar ve kızlar esir alınmıştı. Osman Batur; kendi kızı Azpay’ın da esir olduğu Müslüman kadınları götüren iki yüz kişilik kafileye bir dağ geçidinde tek başına hücum etti. Cephanesi bitene kadar savaştı. En sonunda esir düştü. Altaylardaki cihat şimdilik durmuştu. Elleri ayakları zincirlenerek zindana atıldı. Medrese-i Yusufiye’de her gün işkence görüyor, kendisi ile beraber hareket eden mücahitlerin isimlerini vermesini isteniyordu. Ama nafile… İşkencelerin fayda etmeyeceğini anlayan Çinliler bir atın üzerine bindirilip Urumçi Şehrinde “Türkistan’ı, Çinlilerden kurtaracağım diyen adamın hâline bakın” diyerek sokak sokak dolaştırdılar. Urumçi’yi hatırladınız değil mi? Ağustos 2009 Ama Çin’in hiçbir kuralı yoktu. Resulullah; Bedir’de esir alınan Mekkeli Müşriklere laf söylemeye kalkan bir sahabe’yi susturup, incitilmesini engellemişti. Bütün Müslümanlar da tarih boyunca esirlerine aynı davranmışlardı. Ama Çinliler, işkenceden geçirdikleri Osman Batur’u at üzerinde dolaştırıp Urumçi Müslümanlarına kendilerince korku verdikten sonra; mübareği mahkemeye sevk ettiler. 19 Nisan 1951 tarihinde mahkeme kararını açıkladı. “Devrim düşmanlığı suçundan idam…” Ne devrimi mi diye sordunuz? Ne devrimi olacak Komünist Devrim. Halbuki daha gençken Osman Batur; komünizmi derinden derine tektik etmiş; bu sistemin İslam’a aykırı olduğunu tespit etmiş ve halkını bu konuda bilinçlendirmişti. Komünizmin iki ana felsefesinden biri olan materyalizm; Allah’ın yaratması hükmüne tersti. Ateizm ise zaten din düşmanlığıydı. Böyle bir fikre Osman Batur gibi; daha çocukluğundan beri dağlarda cihat eden bir müslümanın kapılmayacağı aşikârdı. 34 29 Nisan 1951 günü karar infaz edildi. Önce kulakları, sonra kolları kesildi. Uhud Meydanındaki gibi. Uhud’da Hazreti Hamza, Hazreti Musab gibi sahabeler de aynı zulme maruz kalmışlardı. Şimdi Uhud Meydanı bin dört yüz yıl sonra Altaylarda kurulmuştu. Allah Resulunun sahabilerine uygulanan zulüm şimdi bir başka Müslüman lidere Osman Batur’a uygulanıyordu. En son olarak da kulakları ve kolları kesilmiş halde kurşuna dizilerek ruhunu teslim etti. Osman Batur’un şehit edilmesi ile mücadelenin sona ereceğini düşünen Çinliler yanıldılar. Davanın liderliği bu kez yine İslam Hoca’nın diğer oğlu Delihan Bey’ geçti. Çinliler şok üstüne şok yaşıyorlardı. Uhud Meydanını andıran katliamdan sonra Kazakların bir daha isyan etmesini akılları almıyordu. Delihan Bey de yakalandı ve idam edildi. Ailenin maruz kaldığı eziyet bununla bitmedi. Osman Batur’un ikinci eşi ve beşi kız olmak üzere sekiz çocuğunu tutukladılar. İs- lam’ın ilk günlerinde Mekke-i Mükerreme’de Yasir Ailesinin başına gelen şimdi Altaylarda tekrar vücut buluyordu. Arif Nihat Asya merhumun dediği gibi şeytan kıtalar dolaşıyordu. Asr-ı Saadette Ebu Cehili, Ümeyye bin Halef’i kullanan şeytan şimdi Çinlileri kullanıyordu. Osman Batur’un 18 yaşındaki Kabiyra ile 14 yaşındaki oğlu Baybolla doğranarak, 11 yaşındaki oğlu Kariy ve 9 yaşındaki kızı Sapiyan, 20 metre derinliğindeki kuyuya diri diri atılarak anneleri Mamey Hatun’un gözü önünde şehit edildiler. Mücahide hanım bu derin acıya dayanamayarak şuurunu kaybetti. Çocuklarını bile şehit edecek kadar Osman Batur’un şahsında Müslümanlara düşman olan Çinliler bu biçare kadına da acımadılar ve O’nu da nehre atarak şehit ettiler. Müslümanlar; Yasir Ailesi’nden on dört asır sonra bir aileyi daha şehit vermişlerdi. Ancak Yasir ailesinin hayatta kalan oğlu Ammar; nasıl davasından dönmediyse; Osman Batur’un oğulları Şerdiman, Nimetullah ve Nebî de davalarından dönmediler. 35 Ağustos 2009 Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR HASEN ve SAHİH HADİSLERDEN SEÇMELER 27 “Boy Abdesti (Gusül) ile İlgili Hadisler” 179- Şakik’ten rivayet edilmiştir. Dedi ki: “Abdullah ve Ebu Musa ile oturuyorduk. Ebu Musa dedi ki: Ya Eba Abdirrahman, bir adam boy abdesti alması lazım gelirken, bir ay su bulamazsa namazı ne yapar? Abdullah dedi ki: Suyu bir ay bulamazsa yine teyemmüm etmez. Ebu Musa dedi ki: Şu ayet hakkında ne dersin? “Eğer su bulamazlarsa temiz toprakla teyemmüm etsinler.” (Maide, 6) Abdullah dedi ki: Bu ayette ruhsat var, o da temiz toprakla teyemmüm etmesidir. Ebu Musa, Abdullah’a dedi ki: Ammar’ın sözünü duymadın mı? Resulullah beni bir ihtiyaçtan dolayı bir yere göndermişti. Orada boy abdesti almam gerekli oldu. Su bulamadım. Temiz toprakta hayvanların yuvarlandığı gibi yuvarlandım. Sonra Peygamber’e gelip durumu anlattım. Peygamber dedi ki: “Sana ellerini bir defa yere vurman, sonra sağ ile sola meshetmen, sonra ellerini yere vurman, bu sefer de sol ile sağını, tekrar yere vurup yüzünü ve ellerinin arkasını meshetmen kafidir.” Ammar’ın bu sözüyle Hz. Ömer’in ikna olmadığını görmedin mi? (Abdullah ibn Mesut’a göre suyu buluncaya kadar teyemmüm edip namaz kılınmaz. *Bu görüş kitap ve sünnete muhalif olduğundan dolayı tercih edilmemiştir*)” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 180- Ebu Said el-Hudri’den rivayet edilmiştir. Dedi ki: “Resulullah Cuma günü büluğa ermiş her kişinin boy abdesti almasının gerekli olduğunu söylemiştir.” Hadis müttefakun aleyhdir. 181- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Dedi ki: “Resulullah yedi günde yani haftada bir defa yıkanmanın gerekli olduğunu söyledi. Öyle ki, bu yıkanmada başını ve bedenini yıkar.” Hadis müttefakun aleyhdir. EZAN 182- Abdullah ibn Zeyd’den nakledilmiştir. Dedi ki: “Hz.Peygamber ibadet yapılması için çan çalınmasını ve insanların namaz için toplanmasını emretmişti. Ben uyuyordum, bir adam çanı yüklenmişti, ben dedim ki, ey Allah’ın kulu o çanı satar mısın? Dedi ki, bunu ne yapacaksın? Dedim ki, bununla insanları namaza çağıracağım. Dedi ki, Ağustos 2009 ondan daha hayırlısını sana göstereyim mi? Ben de, evet göster dedim. Dedi ki --Şöyle de: ‘Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, Eşhedu enlailaheillallah, Eşhedu enlailaheillallah, Eşhedu enne Muhammederresulullah, Eşheduenne Muhammederresulullah, Hayyealesselah, Hayyealesselah, Hayyealelfelah, Hayyealelfelah, Allahuekber, Allahuekber, Lailaheillah.’ Çok geçmeden dedi ki, namazı kılmak istediğin zaman şöyle dersin: ‘Allahuekber, Allahuekber, Eşheduenlailaheillallah, Eşheduenne Muhammederresulullah, Hayyealesselah, Hayyealel felah, Kadkametisselah, Kadkametisselah, Allahuekber, Allahuekber, Laileheillallah.’ Sabah olunca Peygamber’e geldim. Gördüğüm rüyayı O’na haber verdim. Peygamber dedi ki: “İnşallah o, hak rüyadır. Kalk, Bilal’e uğra, gördüğünü ona söyle. Ezanı böyle okusun. Onun sesi senin sesinden daha gürdür.” Ben de gördüğümü ona anlattım. O da ezanı benim tarif ettiğim gibi okudu. Bunu Ömer ibn Hattab duydu. O sırada evinde idi. Cübbesini sürüterek çıktı ve şöyle diyordu: Ya Resulallah, seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben de bunun benzerini rüyamda gördüm. Peygamber dedi ki: “Allah’a hamdolsun.” Hadisi Ebu Davut ve İbn Huzeyme kitaplarında zikretmişlerdir. 183- Osman ibn Ebi’l-As’dan nakledilmiştir. Dedim ki: “Ya Resulallah, beni kavmimin imamı yap. Dedi ki: “Sen kavminin imamısın. Onların en zayıfını gözeterek namaz kıldır. Bir de bir müezzin edin. Ezanından dolayı ücret almasın.” Hadisi İmam Ahmet, Ebu Davut, Nesai kitaplarında zikretmişlerdir. 184- İbn Ömer’den rivayet edilmiştir. O şöyle dedi: “Peygamber’in zamanında ezan ikişer ikişer, kamet de birer birer okunurdu, ancak, Kadkametisselah iki kere okunurdu.” Hadisi Ebu Davut, Nesai ve Darimi kitaplarında zikretmişlerdir. 185- Ebu Mehzure’den nakledilmiştir. “Hz. Peygamber ezanı ondokuz, kameti onyedi kelime olarak öğretti.” Hadisi İmam Ahmet, Tirmizi, Ebu Davut, Nesai kitaplarında zikretmişlerdir. 36 186- Ebu Said el-Hudri’den nakledilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini nakletmiştir: “Müezzinin sesinin ulaştığı yere kadar cin, insan ve başkası duyarsa kıyamet günü şahitlik edecektir.” veya bir gaflet sebebiyle kılamazsa hatırladığı zaman kılsın. Zira Allahu Teala bir ayette şöyle buyurmuştur: ‘Namazı beni zikretmek için kılınız.’ (Taha, 14) ” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. (Bu ayet namazların kaza edilmesi lazım Hadisi Buhari rivayet etmiştir. geldiğini gösteriyor.) 187- Abdullah İbn Amr İbnu’l-As’dan nakledilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini nakleder: “Siz müezzinin ezanını duyduğunuz zaman onun gibi söyleyin. Sonra bana salat okuyun. Kim bana bir salat ederse Allah da ona on salat eder. Sonra Allah’tan benim için vesile isteyin. Vesile, cennette bir yerdir. O ancak Allah’ın bazı kulları için verilir. Ben de ümit ederim ki onlardan olayım. Kim benim için vesile isterse şefaatim ona helal olur.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 193- Abdullah ibn Amr ibn el-As’tan nakledilmiştir. O dedi ki: “Resulullah’a namaz vakitleri soruldu. Peygamber dedi ki: “Sabah namazının vakti güneşin doğmasına kadardır. Öğle namazının vakti güneşin gökyüzünü ortalayıp batıya meyletmesinden güneşin sararmasına kadar, ikindinin vakti güneşin sararmasından güneşin batmasına kadar, akşam namazının vakti güneşin batmasından şafağın kaybolmasına kadar, yatsının vakti gecenin yarısına kadardır.” Hadisi Müslim, Nesai ve İmam Ahmet rivayet etmişlerdir. 188- Cabir bin Abdillah’tan nakledilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini zikretmiştir: “Ezanı duyduğu zaman bir kimse şu duayı okursa kıyamet günü şefaatım ona helal olur: Allahumme Rabbe hazihitdavetittammeti vessalatil kaimeti ati Muhammeden el vesilete vel fazilete veb’eshu mekamen Mahmuden elllezi veadtehu hellet lehu şefaati yevmel kıyameti. (Ey tam olan şu davetin, kılınacak namazın Rabbi olan Allah’ım, Muhammed’e vesile ve fazile isimli cennetteki makamları ver ve O’nu makamı Mahmut’a ulaştır.) Bu hadisi Buhari, Tirmizi, Nesai kitaplarında zikretmişlerdir. 189- Ukbe ibn Amir’den nakledilmiştir. Ukbe dedi ki: “Üç saat vardır ki, Resulullah o saatlerde namaz kılmamızı veya ölülerimizi defnetmemizi yasak etmiştir: güneşin doğduğu zamanda kerahat vakti çıkıncaya kadar, öğle sıcağının en şiddetli zamanında güneş batıya meyledinceye kadar ve bir de güneşin batmaya hazırlandığı zamandan batıncaya kadar.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 194- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini nakleder: “Bir kimse sabahın bir rekatına güneş doğmadan kavuşursa, sabaha kavuşmuş demektir. Yyine bir kimse güneş batmadan ikindinin bir rekatına kavuşursa, ikindiye kavuşmuş olur.” Hadis müttefakun aleyhtir. 195- Zeyneb es-Segafiyye’den nakledilmiştir. O dedi ki: Resulullah şöyle buyurmuştur: “Sizden biri mescide geleceği zaman güzel koku kullanmasın.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 196- Ebu Humeyd yahut Ebu Useyd’den nakledilmiştir. Dediler ki: Resulullah şöyle buyurdu: “Sizden biri mescide çıktığı zaman şöyle desin, Allah’ım benim için rahmet kapılarını aç; mescidden çıktığı zaman, Allah’ım senden fazilet ve lütuf istiyorum, desin.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 190- Abdullah ibn Muğaffel’den nakledilmiştir. O Resulullah’ın şöyle dediğini zikretmiştir: “Her iki ezan arasında bir namaz vardır. İki kere bu sözü tekrar etti. Üçüncüde dileyen bu namazı kılsın.” Hadis müttefakun aleyhtir. 197- Enes, Hz.Peygamber’den şöyle nakletmiştir: “Ön safı tamamlayın, ondan sonra, gelen safı tamamlayın. Safta noksanlık olacaksa sondaki safta olsun.” Hadisi İmam Ahmet, Ebu Davut, Nesai ve İbn Hib- 191- Hz.Ali’den nakledilmiştir. Hendek savaşı sırasında Hz.Peygamber şöyle demiştir: “Bizi orta namazda güneş batıncaya kadar meşgul ettiler. Allah onların kabirlerine, evlerine ateş doldursun.” Sonra bu namazları akşamla yatsı arasında kıldılar.” Hadisi Buhari ve Nesai zikretmişlerdir. 198- Abdullah ibn Ömer’den rivayet edilmiştir. O dedi ki: Resullah’ın iki müezzini vardı. Birisi Bilal, diğeri İbni Ümmi Mektum (gözleri kör idi) idi. Resullah dedi ki: “Bilal geceleyin ezan okur.(biraz erken okur) İbni Ümmi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyip için. (tam vaktinde okur)” Sonra Abdullah dedi ki: Onların arasında şu merdivenden inip çıkacak kadar zaman vardır. Hadisi Müs- 192- Enes’ten rivayet edilmiştir. Resulullah dedi ki: “Sizden biri uyku uyuyarak namaz kılmazsa ban rivayet etmişlerdir. lim rivayet etmiştir. 37 Ağustos 2009 Mehmet DEMİRCİ KUYULANMAK İnsan tarih sahnesine çıktı çıkalı kuyularla yüzleşti. Bazen susuz, bazen kuru, bazen necis, bazen de zemzem olup dikildi insanın önüne. Nice insan gelip geçti ama hepsi bu kuyu havanlarının birinde dövülüp durdu. Kuyular, kuyular, kuyular. Kimi için mezar olup çıktı. Kimi için gül bahçesi, kimine de anlamsız bir çukur göründü. Hayat aktı mecrasına. Kuyular o hayat denilen serüvende birer durak olarak hep bulundu. Bazen yolcular indi bazen yolcular katıldı hayat trenine. Yol uzun seyahat yorucu. Nerede ineceğini bilmeyen hangi kuyuya uğrayacağını kestiremeyen nice insan vardı. Kuyular müjdenin habercisi. Kuyular benlikten sıyrılıp hiçlik gömleğiyle Hakk’a yürümenin adıydı. Evet, kuyu değerliydi. Niçin mi? En güzel şeyler kuyularda saklanır. Zahireler kuyulanır, bahara ulaştırılır. Baharla Ağustos 2009 38 birlikte yeni bir varlık bahşedilir kâinata. Toprak gizler benliği. Heva ve hevesi alır. Asıl gayeye ulaştırır. Toprak korur, korunan şeyde ise hikmet vardır. Hikmete vasıl olmak içinse kuyulanmak gerekir. Seyr ü sefer edelim geçmişe. Tâ ilk insana, insanlığın atasına gidelim. O ki Âdem (A.S). Cennetten dünya kuyusuna inzal oldu. Kuyu eritti benliği. Sonra hikmetler sıralandı. Gözyaşlarıyla yakarışlar yükseldi semaya. Hikmetin adı tevbe, anahtarı nedamet ve gözyaşı. Tüm insanlık için hata edene işte böyle bir kuyuya düşüp hikmeti bulmanın yolu gösterildi. Onun için Âdem den adam olmaya insanlığın serüvenin başlangıcı oldu. Nuh (A.S)’ın kuyusu bambaşka. O, küfür ve inkârın kol gezdiği bir çağda imanın imkân olduğunu müjdeliyordu insanlığa. İma- nın hem dünya ve hem de ahirette kurtuluşun kaynağı olduğunu haber veriyordu. İnsanlık ovaları mesken tutarken o dağın zirvesinde gemi inşa ediyordu. Çünkü amaç zirveye ulaşmak değil mi? Kuyulardan bile yukarı tırmanarak kurtulmuyor muydu insan. Nuh (A.S)’ ın kuyusu küfürle çevrili, o kuyuda imanını kavileştirdi. İman eşsiz bir hikmetti. Hikmete yolculuk gemi ile. Ve bir de iman ne büyük nimet ki zıt olanlar bile bir yerde. Sayfalar çevrilir tarihte. İnsan yine yolunu şaşırmıştır. Kendi eliyle yaptıklarına, onun acizliğini kutsayarak aciz olana tapınmaya başlamıştır. İbrahim (A.S) çıktı tarih sahnesine. Her taraf putlarla kaynıyordu. O, çöl ateşi içinde aklıselim ile yolunu buldu. İnsanlığa aklını en güzel biçimde kullanabilme becerisini gösterdi. Onun kuyusu ateşti. Ateş kavurucu, ateş yakıcı, ateşin fıtratında hararet, ateşin yapısı kasvet vardı. İsteyince Allah inanan kuluna serin eyler ateşi. Güller açtırır küllerinde. Yeter ki insan İbrahimî bir akılla rabbini bulmaya, idrak etmeye çalışsın. Kuyunun adı ateş. Hikmetin adı aklıselim, yolun adı muhakeme. İşte insanlığa yeni bir ilahi kılavuz ve yol haritası. Yolda yürümek isteyen gönül erlerine. Yusuf (A.S), güzelliği ile insanlığın çehresinde nur. Ama Hakk’a en ufak bir benlik iddiasıyla varılmıyor. Onun zamanında ortalık fitne kazanı. Kardeş kardeşe düşman. Onun kuyusu fitne bataklığında arınmanın adı. O, kuyuya atıldığında daha küçücükken iffet gömleğini buldu o kuyuda. Kuşandı çağının tüm ahlaksızlığına karşı. İnsanlığın onuru bir kez daha onun omuzlarındaydı. Eğer iffet gömleğiniz varsa Allah size hem dünya hem de ukbanın kapılarını açar. Eğer iffet gömleğiniz varsa âmâlara şifa dağıtırsınız. İffet gömleğiniz varsa şeytanın tuzakları elbet boşa çıkar. Kuyu; fitne, hikmet; iffet, anahtarı ise gariplik. Musa (A.S)’ a gidelim. O sarayın bağrında büyüyen insan. İlahi inayet dilesin yeter, küffarın sarayında gül yetiştiren onurlu insanlar var eder. İşte Musa (A.S). O, kendini bir anda küfrün içinde buldu. Onun kuyusu saray. Nefse hoş gelen her şey var. Ama o nefsin tevessül ettiği her şeyden uzak. Kendisine uzatılan altını almayıp kora uzanır elleri. Onun kuyusu saray, hikmeti şecaat. Eğer insan, ilahi hitaba uysun denizler yol olur. Allah insanı sayısız nimetlerle donatır. Her çağda her asırda bir kılavuz düştü insanlığın bağrına. Her biri kendince o çağda makul bir yol gösterdi insanlığa. Şimdi ise gidelim, Rahmeten lil âlemin olan Efendimiz Muhammed (S.A.V)’ in asr-ı saadetine. O insanlığın en karanlık çağında bir dolunay gibi doğdu insanlığa. O sığamadı kabilesine. Tıpkı diğer peygamberler gibi. Garip kaldı. Öksüz ve bir de yetim. Ama Allah sizinleyse ne garip ne öksüz ne de yetimdi insan. O, dünyaya bağlayan bağlardan uzak Gar-ı Hira’da huzuru ilahiyleydi. Varlık ve benlikten arınıktı o. O Mekke küffarının sıkıntıları içinde kuyulanmıştı. Dar geldi dünya inananlara. Dilese Allah Mekke’yi yerle bir ederdi. Ama o, alemlere rahmetti. Rahmetinin gereğini yaptı. Bilseler yapmazlardı. O, merhamet timsaliydi. Efendimizin kuyusu Mekke ve dayanılmaz sıkıntılar. Evet, onun insanlığa bıraktığı en büyük miras sünneti seniyye ise hicret. Hicret; kendinden kendine, aklından kalbine, zerreden küreye, dünyadan âleme, imandan amele, benlikten hiçliğe, hiçlikten Hakk’a hicret. Hicret, dar geldiğinde yeryüzü değiştirmek yeri yurdu. Çünkü ilahi hitap gereği Allah’ın arşı geniştir. Allah’ın arşı engin. Efendimizin hikmeti; geçerseniz maldan mülkten Allah’ın emrine boyun eğerseniz Allah size sahip olduğunuzdan kat kat fazlasını verir. Yeter ki sadıklardan olun ey insanlar. Hayat hep tecrübedir. Tecrübe edilmişi tekrar denemek ise ahmaklık olur. İnsanlık tarihinin abide şahsiyetleri bize yaşantılarıyla örnek oldular. Onların kılavuzluğunda hayatı kucaklarız ve onların rehberliğinde sonsuzluğa adım atabiliriz. Her peygamberden almamız gereken hikmeti alıp çağımıza taşımalıyız. Çünkü yaşadığımız çağda tarihin biriktirdiği çirkefliğin her türlüsünü görmekteyiz. Bundan dolayı hayatımızı peygamberlerin izinden giderek sürdürmeliyiz. Tesbih taneleri tek başına bir anlam ifade etmez. Ama bir olunca sayısız anlam içerir ve bütünlük arz eder. İşte peygamberler de böyledir. Onların tecrübesiyle yola çıkmalı, hayatı yeniden inşa etmeli, hakikate vasıl olmak için gayret göstermeliyiz. Peygamberleri kendine kılavuz edinen, Efendimizi canından üstün tutan, onun hitabını hayatına titizlikle taşıyan gönül erlerine selam olsun. 39 Ağustos 2009 Osman KARABULUTOĞLU PEYGAMBERLER, MUCİZELER… (5) Aziz okuyucu dergimizde ‘Peygamberler, Mucizeler…(4)’ olarak yayımlanan sözlerden hareketle şunu söylemeyiniz: ‘Her yangın hadisesinde ateşin yanan cisimle birlikteliğini açıkça görüyoruz, öyle ise yangın hadisesinde failiyyet fiilinin illetlinin ateş olduğunda tereddüt etmek, zahir ve bahir bir hükme karşı ekâbirlikten başka bir şey değildir.’ Çünkü bunların arasında şahit olunan sürekli birliktelik ve yakınlık bağı, illiyyetle maluliyet arasındaki bağdan başka olabilir. Biz burada Allah’ın (CC) varlığını itiraf edenlerle nübüvveti, enbiyayı ve onların mucizelerini konuşuyoruz ki, bunlar aynı zamanda Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu da kabul ediyorlar. Niye böyle söylemeyiniz? Zira biz diyoruz ki senin bu hükmün hangi katî delile dayanıyor? Eğer tecrübe ve müşahedeye dayanıyor diyor isen, ‘illiyyet’e (nedensellik) tecrübe ile şahit olunmaz; zira ‘illiyyet’ gizli bir şeydir, görülmez. Tecrübe ve müşahedenin delalet ettiği şey, ateşin, yangın hadisesi ile beraber yanan cisimle bu olayın devamı müddetince birlikte oluşundan ibarettir. İşte her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın, yakma fiilinin de yaratıcısı olma ihtimali ve O’nun iradesinin yanma hadisesinin illeti, yanma olayı ise o illetin malulü ve yanma olayı ateşten kaynaklanan değil de, O iradenin eseri olduğu devam ettikçe, mantık, yangın hadisesinin illetinin ateş olduğunu itiraf etmez. Ateşin, yanma hadisesi ile beraber bulunuşu, sadece sıradan bir şarttan dolayıdır; yoksa ateşin failinin ona ihtiyacı yoktur. Yani bu sıradan olan şart, failine nisbetle değil de kullara nisbetle şart; o kullar ki o şarta uymaya muhtaç, fakat o fiilin faili ona muhtaç değil; yani Allah (CC), yanma fiilini ateşle de, ateşsiz de yarata- Yok, eğer bu hükmü, tecrübe ve müşahedeye değil de, mantıkî bir delile dayandırıyorsan mantık: Bir şeyin bir başka şeyle devamına delaleti ve birbiriyle sürekli birlikteliğini, illetin malulü ile irtibatında olduğu gibi birinin diğeri ile devamlı beraberliğini kabul etmez; Ağustos 2009 40 bilir; bu husus O’nun kudret ve iradesine nisbetle müsavidir. Eğer yakmayı su ile söndürmeyi ise ateşle yapmayı dilese idi elbette öyle yapardı. Bir önceki paragrafta belirtilen ihtimal var oldukça ve yanma fiilini yapanın ateş olma ihtimaline karşı O’nun tercihi söz konusu ise vaz ettiği nizamı, nerede ise kâinatta var olanların adedince failin ortaya çıkaracağı karmaşa ve karışıklıktan korumasının seçiliş ihtimali süreklilik arz ettikçe, kâinatın failinin teke indirgenme ihtimali devam ettikçe bu böyledir. Bizim neticeye müessir olarak gördüğümüz sebeplere gelince, daha doğrusu sebebe benzeyen hususlar, hakiki sebebi örten zahiri şeylerden ibarettir; hakiki sebep ise Allah’ın iradesidir. Tevhit dininde sebeplerle hükmetmek caiz değildir; ancak aslî değil de müstear olarak kullanmak hariç, yine bunları değişim kabul etmez olarak görmek de caiz değildir. Kâinatta var olan herhangi bir şey için denilemez ki, bunun varlığı kendindendir; bölünmez parçalanmaz; böyle bir iddiayı ancak, ya Allah’ı (CC) inkâr eden veyahut da ihtiyarsız bir ilaha inan kişi sadece söyler. İşte bundan dolayı yukarıda adı geçen filozof Malbranş ‘Mezahip ve Metalip’ adlı kitabın marifet bahsinde diyor ki: ‘Hakiki illet tektir, çünkü hak olan ilah birdir; tabiat ve her şeyde olan güç, Allah’ın iradesinden ibarettir; mesela: Güneşin eşyaya hareket ve hayat verdiğine inanmak şirk, mukarrep meleklerin bir araya gelseler bile bir yaprağı hareket ettireceklerini itiraf tenakuzdur. Malbıranş’tan önce de Eş‘arî kelamcılar şu güzel sözü söylemişlerdir: ‘Kâinatın varlığının tamamı vasıtasız Allah’a (CC) müstenittir.’ Burada daha önce ruh ve beden ilişkisini tartışırken Leibnız’ın koyduğu prensiplerden ‘Takdire uygunluk’ “Armoni pre etablî” olarak isimlendirdiği ve alemde bulunan parçaların birbiri ile münasebetini, durumunu zikretmek uygun olur ki, ona göre: Eşyanın birbirini etkilemesi söz konusu değildir. Zira bunların her biri basittir, birinin “Monad” diğerinde etkisi Allah’ın müdahalesi iledir, parçalar arasında uyum ve tesanüt bu şekilde sağlanır. Bu hususta Hume’de şöyle diyor: ‘İlk etapta bir şeye baktığımız da o şeyi ifade edeni, o şeyi belirteni, anlatanı idrak edemeyiz. Kainattaki herhangi bir şeyin gücünü tahmine kadir olamayız. Yine biz bu şu kuvvetin malulüdür demeye de güç yetiremeyiz. Hadise, hadiseyi takip eder; lakin bizler bu hadiseler arasındaki gücü hissedemeyiz; maddi cisimlerden herhangi birinin kendine has özelliğini göremeyiz. Mesela, ateşle alakalı olarak bütün bildiğiniz, ateşin hararetidir. Hararetle ateş arasındaki gereklilik bize kapalıdır’ Hume şunu demek istiyor: Eşyanın sıfatlarından herhangi bir sıfat veya özellik o eşyanın arasındaki ilişkiyi aklen zorunlu kılacak veya ayrışmalarını muhale dönüştürecek bir hususu içermez. Biz, şeker niye tatlı, tuz niye acı, zehir niçin öldürücü, ateş hangi sebepten dolayı yakıcıdır, bilmiyoruz. Bunları bilmediğimiz gibi tecrübe etmeden önce eşyanın özellikleri de bilinmez, dıştan bakıldığında belirtilen eşyanın bu manalardan hangisini ifade ettiği de bilinmez. Hatta zehiri görmeyen birinin aklına, onun insanı öldüreceği gelmeyeceği gibi onu yemeyi de düşünmez; bütün bunlar bize gösteriyor ki; eşyanın arasında, dördün çift oluşu, üçün tekliğinde olduğu gibi ayrışmamayı zorunlu kılan bir durum söz konusu değildir. Kişi tecrübe etmeden de 3’ün tek olduğunu,4’ün de çift oluşunu bilir. Zira bunlar matematiksel meselelerdir, aklî esasa istinat ettiğinden katî ve zaruridir. Eşyanın birbiri arasındaki meseleler ise tabiîdir bunların delaleti zaruret derecesine ulaşmaz, aksi de akla muhalif değildir. İşte bundan dolayı, yani tabiî ilimler tecrübeye dayalı olduğundan vakıanın katiyetine delalet etse de zorunlu katiyete delalet etmez. Bu prensipte dolayı da Hume tabiî kanunları inkar etti de dedi ki: ‘Bunlar hadiselerin neticelerini gösteren adetlerdir; hadiselerin ardı ardına oluşmasını zorunlu kılan ezelî işlerden değildir.’ Mülhit olan bu adamın sözü Alman Bohner’in sözünden daha dakiktir ki; biz kitabımızda konunun olanca uzunluğuna rağmen tecrübî ilme güvenen ve onu aklî ilmin üstünde tutanların iddialarının batıl olduğuna tembihte bulunduk. Öyle ki bu düşünce inkarcı asrın esasıdır. seçimler münasebeti ile uzun bir aradan sonra bu yazıyı kaleme alışımdan ötürü gerek dergimiz yönetiminden ve gerekse okuyucularımdan ayrı ayrı özür dilerim 41 Ağustos 2009 Aydın BAŞAR aydin_basar@hotmail.com İnsanın İniş Serüveni Bir insanın yaratılışını veya başka bir ifadeyle dünyaya iniş macerasını merak etmesi ve “Beni buraya kim bıraktı?” diye sorması o kimsenin “yaratılış”ın temeli hakkında düşündüğünü ve varlığını anlamlandırmaya çalıştığını gösterir. Bu sorunun cevabında Kur'an’da bize bildirildiğine göre Hz Adem’in ve ehlinin “inin aşağı” hitabıyla azarlanarak dünyaya gönderilmesi gerçeği bulunmaktadır. Böylece insan bir iniş sürecinin ardından “dünya” serüvenine geçmiş olur. Daha önceden ona eşyanın isimlerinin öğretilmesi, kâinatı tanıması ve anlamlandırması içindir. Bu öğretilen isimleri bilmek, kâinatı tanımak veya hayatı çözümlemek için beklide ilk adımdır. İnsan bu adımı atmalıdır ki mahlûkatın varlığından Halık’ını bilmeye doğru yol alabilsin. Yüce Allah Hz Adem’e ve bütün insanlara yaratılış hikmetlerini keşfedebilmeleri ve bu yoldan giderek Yüce Allah’ın varlığını anlayabilmeleri için “akıl” vermiştir. Yani akıl ubudiyetin ifa edilmesi için vardır. İnsana “akıl” verdiğine göre Yüce Allah bizim insan dışındaki yerde emekleyen varlıklar gibi nereye Ağustos 2009 42 doğru gittiğini bilmeyerek yeryüzünde şuursuzca dolaşmamızı istemiyordur. Çünkü O bizi aynı zamanda kendisine “halife” olarak seçmiştir. Hilafet görevi hayvanlara veya bitkilere değil yalnızca insanlara layık görülmüştür. İnsan ise bilinçli olarak yeryüzünü imar edebilen tek varlıktır. Şu halde insan yeryüzünde bir düzen kurmalı ve bu düzeni “hilafet” göreviyle bağdaştırmalıdır. Bu düzen Yüce Allah’ın düzenine müdahale edilmeden, O’nun egemenliği tanınarak, hak ve hukuka riayet edilerek, gerçek adalet temellerine uygun olarak kurulmalıdır. İnsanın secdesi ve zikri kâinatı titretir, melekleri mutlu ve hoşnut eder. İşte bu da insanın Yüce Allah’ı “tespih” etmesi ile başlayan “yükseliş” serüvenidir ki dağların taşıyamadığı yükü yüklenen insanın “akl”ını kullanarak evrendeki zıtlıkları çözmesi ve Galu- bela sözleşmesinde insana bütün hakları Yüce Allah tarafından verilmiştir. Yüce Allah halifelik makamına oturan insana bir “özgürlük alanı” vermiştir. Buna cüzî irade de denilir. Buna karşın insana Rabb’ini bilmesi ve O’na ibadet etmesi gibi bir mükellefiyet yüklenmiştir. Fakat O’nu gözleriyle göremez ve duyuları ile algılayamaz. O’nu bilebilmesi için öncelikle kendini ve kâinatı bilmesi gerekir. Yaratılandan dolayı Yaratan’ı bilmeye doğru bir gidiştir bu. Şöyle ki mahlûkat varsa onların mutlaka bir de Halık’ı vardır. İşte bu çıkarımı yapabilmesi için eşya veya kâinat yaratılmıştır. Bu bağlamda insana eşyanın isimlerinin öğretilmesi demek belki de ona kâinatı ve kendisi dâhil her şeyi bilme yetisinin verilmesi demektir. Artık insana her şeyin isimleri öğretilmiş ve bu onun Rabb’ini tanımasını sağlamıştır. Zira Yüce Allah’ı tanımasına sebep olmayacak bir öğretinin Hz. Adem’e öğretilmiş olması bir anlam ifade etmez. Çünkü her nesne aslında Rabb’in tecellilerinden ibarettir. “Akıl sahibi olması, isimleri öğrenmesi, özgür olması.” Bu üçü birbiriyle alakalıdır. İsimleri öğrenme yetisine sahipse akıl sahibidir, akıl sahibiyse özgürdür. böylece kâinattaki müthiş uyumu sezmesiyle alakalıdır. Bütün bunlar ne içindir? İnsanın farkına varması ve Rabb’ini tesbih etmesi içindir. lakis insanın erdemli olmasını sağlayan şey; onda potansiyel halinde kötülüğün bulunmasıdır. Buna rağmen insan iradesini ortaya koyduğunda, secde edebilen ve Rabb’ini övgüyle tespih edebilen bir varlıktır. Onun secdesine kıymet veren olgu, içindeki ters yöndeki potansiyeldir. İnsanın secdesi ve zikri kâinatı titretir, melekleri mutlu ve hoşnut eder. İşte bu da insanın Yüce Allah’ı “tespih” etmesi ile başlayan “yükseliş” serüvenidir ki dağların taşıyamadığı yükü yüklenen insanın “akl”ını kullanarak evrendeki zıtlıkları çözmesi ve böylece kâinattaki müthiş uyumu sezmesiyle alakalıdır. Bütün bunlar ne içindir? İn- “İnin” hitabıyla başlayan “iniş” sürecinin bir de “çıkış” aşaması vardır ki bu da kulluk ve ibadet ile mümkündür. Daha önce melekeler insanın kan dökücü bir varlık olduğunu söylemişlerdir. Oysa insanın fıtratında “esfeli safilîn”e “inme” eğilimi olduğu kadar “ahseni takvîm”e “yükselme” kabiliyeti de vardır. Akıl sahibi insan isterse yeryüzünde kan dökebilir, isterse kan dökücü bir varlık olma özelliğini potansiyel halinde öylece saklayabilir. Daima içinde taşıdığı bu potansiyel, kendisinin Yüce Allah’ın boyasıyla boyanmasına engel değildir. Bi- sanın farkına varması ve Rabb’ini tesbih etmesi içindir. Tekrar yükselmesi için ibadet şarttır. Hz Adem’in Cennet’ten kovulma sebebine baktığımızda onun ve ehlinin işledikleri günahın buna sebep olduğunu görüyoruz. Demek ki günah insanın “iniş” sürecini tetikleyen başlıca amildir. Yeniden yükseltecek olan amil ise ibadettir. İsyan ve günahkârlıkla “iniş”; itaat ve kullukla “yükseliş” düz orantılıdır. 43 Ağustos 2009 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden Nim e t ve İ kbâ l Allah’a muhtaç olmak (iftikâr), ilahî himayeyi istemekten vazgeçerek gönül tokluğu göstermektir. Hakk’ın dostluğu için ilahî himayeyi ummaktan, Hakk’ın yardımı için dostluğunu istemekten ve Hakk’a giden yolu bulmak için yardım beklemekten, isteyerek vazgeçmektir. Ferâgati olmayanın himayesi olmaz, himayesi olmayanın dostluğu olmaz, velâyeti olmayanın yardımı olmaz, yardımı olmayanın da hidâyeti olmaz. Ey oğul! Yaratılmışların, Hakk’a muhtaç olan fakirlik içindeki esirler olduğunu bil! Yaratılmışlar O’nun iradesi karşısında, esirdir; O’nun ilmi ve kudreti karşısında zayıflardır; kendilerine ve başkalarına, ne fayda ne zarar, ne zillet ne şeref, ne ölüm ne de hayât vermeye muktedirdirler. Onlar, nimet ve okları arasında durup, sonları kendilerinden gizlenmiş bir halde meşakkat ve mahrumiyet arasında beklerler. Bundan dolayı korkarlar, ümit ederler, muhtaç olurlar, dua ederek yalvarırlar ve ağlarlar. Böylelerinden daha fâkir, onların bu hâlinden daha kötü bir hâl olabilir mi? Ey oğul! Fakrın, muhibbînin (Hak yoluna meyledenlerin) en yüce mertebesi, münîbin (Hakk’a yönelenin) en yüksek menzili, müritlerin en ileri hâli, evvâbinin (Hakk’a dönenlerin) en yüksek vasıtası, tövbe edenlerin en üst makâmı ve mukarreblerin (Hakk’a yakın olanların) en yüce vesilesi olduğunu bil! Fakr, kulluğun aslı, ihlâsın özü, takvânın başı, doğruluğun merkezi ve Hak yoluna erişmenin esasıdır. Fakr sahiplerinin zümresine girmek isteyen kimsenin, ailesinin ve kendisinin menfaatini önemsememesi, Allah’ın huzurunda yalvarıp yakarması ve sadece Allah’a ihtiyaç duyarak maşivadan ümitsiz olması gerekir. Fakr sahibin hâli, tıpkı, karanlık bir kuyunun içine düşmüş bir adamın hâli gibidir. Kuyunun üzeri örtülü, girişi de kapalıdır. Kuyunun içinde ne bir arkadaş ne de kendisine yardım edecek bir kimse vardır. Bunların yanı sıra oradan çıkabileceği bir geçit de yoktur. Hâl böyle iken, bir insanın, ricası, yalvarması ve ihtiyacını arz etmesi Mevlâsından başka kime olabilir?! ALLAH’TAN YARDIM İSTEMEK Şöyle bir hikâye anlatılır: Salih kullardan biri, çölde kör bir kuyunun içine düşer. Bir müddet sonra oradan geçen bir yolcu kervanı, kuyunun başında durur ve kuyunun içinde kurtarılmayı bekleyen bir olması ihtimaliyle kimse var mı diye seslenirler. Salih kul, kurtuluş ümidi ile orada olduğunu Ağustos 2009 44 bildirmek için seslenecekken gaipten bir ses, “Benden başkasını imdada çağırma, ben yardım isteyenlerin imdadına yetişenim!” yolcuları, kuyunun içine kimse düşmesin diyerekten kuyunun ağzını kapatıp giderler. Salih kul, kuyunun ağzının kapatılmasıyla hayâttan ümidini keser. Artık, Allah’tan başka kimsenin kendisine yardım edemeyeceğini inanarak şöyle yalvarmaya başlar: “Allah’ım! Artık senden başkası kalmadı, ben sana muhtacım!” Salih kulun bu yalvarışının ardından Allah, bir aslanı kuyunun başına gönderir. Aslan kuyunun ağzını açar, aşağıya iner. Salih kul, aslanın kuyruğunu tutup kuyunun dışına çıkar. Sonra şöyle bir ses işitir: “Fırsatlar kaçtı diye, seni kurtaran Rabbinden ümidini kesme!” Allah Teâlâ, kulluk borcunu sadakatle yerine getirmenin nihai noktasının sırrını, “Yalnız Sana ibadet ederiz…” âyetinin ardına saklanmıştır. Kulun, acziyet ve zayıflığın zirvesinde bulunduğu sırrını, iki cihanın hayrını kendinde toplayan şu cümlenin içerisine koymuştur: “ve yalnız Senden yardım dileriz”. Allah’ın kul üzerindeki tüm hakkı, “Yalnız sana ibadet ederiz” ayetinde, kulun Allah’a olan ihtiyacı da “yalnız senden yardım dileriz” ayetinde saklıdır. Anlatıldığına göre bir bedevî Arafat’ta vakfeye durmuşken şöyle dua ediyordu: “Allah’ım! Ben, evimden, yurdumdan çıkıp Sana geldim, hâlbuki beni Sen getirdin. Burada huzurunda vakfeye durdum, hâlbuki beni durduran, Sensin. Ben, emrine isyan ettiğimde hâlde, Sen beni rüsvay etmedin. Bütün bunların karşısında ne bir özrüm ne de bir bahanem var. Bana merhamet edersen ve beni bağışlarsan,-çünkü Sen ihsan sahibisin-, kapında benden daha muhtaç bir kul yoktur. Ey benim Efendim! Ey benim dostum!” Allah Teâlâ, kulluk sınırını aşıp rububiyet sınırına dayanmamaları, aklî isteklerini bırakıp dünyevî isteklerin peşine, ruhanî saflığı bırakıp nefsânî bulanıklığın peşine ve yüce gayeleri bırakıp bayağı hedeflerin peşine düşmemeleri için kullarından tam manasıyla fakr ehlinden olmalarını emretmiştir. İşte bu manâları anlatmak için Allah Teâlâ, Resullah (s.a.v) Efendimize şöyle buyurdu: “Bu işte senin bir payın yoktur.”, “Bütün işler Allah’a aittir…”, “…Fakat bütün işler Allah’ındır.”, “Bilesiniz ki; yaratmak da, emretmek de O’na mahsustur.” Evet! Kulun kurtuluşu Allah’a muhtaç olduğunun şuuruna varmasıyla (iftikâr) olur. Kul, yalnız Allah’tan yardım dilemesi gerektiğini bilerek ilahî yardıma nail olur. Allah’a vasıl olmak hidayet yolundan geçer. Veliler zümresine dahil olmak, ancak fakr’la olur. 45 Ağustos 2009 SEYYİD AHMED ER-RÜFÂÎ HAZRETLERİNİN ALLAH’IN MAHLÛKÂTINA KARŞI ŞEFKATİ Nakledilir ki, Hz.Seyyid dünyevî bir şeye sâhip değildi. O kadar ki, bir misâfiri gelse, evlerin kapılarında dolaşır onun için birkaç yiyecek toplardı. Der ki: Benden sonra Hak Teâlâ size dünyalık verecek. Bu konuda da Hz. Peygamber’e (a.s.) tâbi olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber’in zamanında ashâbın dünyâlığı yoktu ve o (a.s.) buyurmuştu ki: Benden sonra Hak Teâlâ size birkaç dünyâlık verecek. Tâif bölgesi sizin tasarruf elinizde olacak. Hz. Seyyid’in tam bir istiğnâ (ihtiyaçsızlık) hali vardı. Meclisinde dünyâyı zikretmezlerdi. Dünyevî mallara el uzatmazdı. Buyururdu ki: El avucunda kalbe bağlı bir damar vardır. Eli dünyevî bir şeye götürdükleri zaman onun zararı kalbe ulaşır. Bu çok gizli bir zarardır. İnsanlar onu anlayamaz. Derdi ki: Allah Rasûlü (a.s.) buyurmuştur ki: Dünya sevgisi bütün kötülüklerin başıdır. İnsanlarla en güzel şekilde geçinirdi. Yetimlere baba gibi şefkatli idi. Dul kadınlara da şefkatli idi. Fakirlerin gönlünü alırdı. Bütün yaratılmışlarla samimiyeti vardı. Onun hilmi ve yumuşaklığı kemâl derecesinde idi. Aslâ hiçbir şeyden öfkelenmezdi. Mübârek başı dâimâ öne eğikti. Eğer bir kişi ona bir sırrını söylerse, onu ifşâ etmezdi. Müslümanlara çok hayır duâ ederdi. Bir kimse ondan uzaklaşırsa, tekrar berâber ve yakın olmaya çalışırdı. Kendisine zulmeden kişiyi afvederdi. Eğer bir kişi kendisine kötülük ederse, karşılığı olarak o kişiye iyilik yapardı. Derdi ki: Bana, kötülüğe karşı iyilik yapma vazifesi verildi. Birine kötülük yapan kişi aslında kendine yapmaktadır. İyilik de böyledir. Bunun delili şu âyettir: Eğer iyilik yaparsanız kendinize yapmış olursunuz. Kötülük yaparsanız da kendinize. (el-İsrâ,17/7). Dervişlere şöyle diyordu: Her kim size kötülük yaparsa, bu kötülük sebebiyle Ağustos 2009 Allah’a âsî olmuş olur. Siz onun karşılığı olarak iyilik yapınız. Bu sâyede Allah’ın emrini tutma nîmetini kazanmış olursunuz. Açları doyurur, çıplakları giydirir, kendileri de hasta olsa bile başka hastaları ziyâret ederdi. Eğer (hastaların) evleri uzak ise, Hak Teâlâ onun için mesâfeyi kısaltırdı, o ise aynı şekilde yola koyulur ve tahammül ederdi. Cenâzelere iştirak ederdi. Büyük ve küçük kiminle karşılaşsa önce selam verirdi. Hasta ve körlerin başını ve elbiselerini yıkar, onlarla birlikte oturur ve onlardan kendisi için duâ etmelerini isterdi. Bunlar, ziyâret etmeyi sevdiğim gruptur, derdi. Körlerin elinden tutarak onları evlerine götürürdü. Geceleri Dicle (nehri) kenarında durur, âciz birini görürse onu sudan geçirirdi. Geceleri fakirlerin evlerine gidip gelir, onlara yiyecek götürürdü. Ama onlara kendisini tanıtmazdı. Tuluma su doldurur, mübârek omzuna alır ve dul kadınlarla fakirlerin evlerine götürürdü. Sefer dönüşünde Ümmü Abîde’ye yaklaşınca biraz odun (dal, çalı) toplar, mübarek başına koyar ve gece olunca dervişlere, dul kadınlara ve hastalara verirdi. Berâberinde yolculuk eden dervişler o hazretin başının üstüne odun koyduğunu görünce onlar da ona uyarak her biri birer demet yapıp şehre götürürlerdi. Hepsi fakir, hasta ve dulların işleriyle meşgul olurdu. Ümmü Abîde halkı: Bizim odun taşıyıcımız var, derler ve bununla Hz. Seyyid’i kasdederlerdi. (Hz. Seyyid) İttifâkı (birleşme, uyma, yardım) severdi ve Allah Rasûlü’nün (a.s) şöyle buyurduğunu söylerdi: Müslüman kardeşlerinden birinin bir arzusunu yerine getiren kişiye Hak Teâlâ binlerce iyilik yazar, defterinden binlerce kötülüğü siler ve derecesini binlerce kat yükseltir. Allah Teâlâ ona üç Cennet verir: Cennet-i Huld, Cennet-i Firdevs ve Cennet-i adn. 46 Halkın menfaati için yolların başında dururdu. Bir kimse kendisine kötülük yaparsa ona nasihat ederdi. (Nasihat) ona tesir etmezse sabrederdi. Eğer etkisi olursa ona bağışta bulunurdu. Kendisini talep eden kişi ile yola düşer, nereye gitmek gerektiğini sormaz, aslâ beni niçin çağırıyorsun, demezdi. Mescid ve revakı kendi eliyle temizlerdi. İnsanların neşesi ile neşelenir, kederi ile kederlenirdi. İnsanları iyi işlere ve hayırlar kazanmaya teşvik eder, onlara güzel ahlâkı öğretirdi. Bir şeyden hoşlanırsa tebessüm eder, kahkahayı mekruh sayardı. Kendisinden özür dileyen kişinin özrünü kabul ederdi. Bâzen o kişi özür dilemeden önce onu affederdi. Onun kederi, neşesinden çoktu. Kederi gönlünde, mutluluğu ve neşeyi ise yüzünde tutardı. Nefesinden, yanık ciğer kokusu gelirdi. Yolda yürüdüğü zaman sağa sola ve hiçbir yere bakmaz, yalnız mübârek ayağını koyacağı yere bakardı. Bir söz söylemek istediği zaman konuşacağı konuyu düşünür, söylemekte hayır varsa söylerdi ve nefeslerinden birini bile zâyi etmezdi. Allah Teâlâ’nın Hz. Dâvûd’a (a.s.): “Beni zikretmediğin saat, yok (boşa geçmiş, adem) gibidir” dediğini söylerdi. Bütün zamanını Hak Teâlâ’ya sarfetmişti. Dünyevî menfaat sağlayan işlerle uğraşmazdı. Derdi ki: Herkes bir şeyle meşgul oluyor, o iş onun (âhirete) işine yaramayacak ama ondan yiyecek elde ediyor, kârı odur. Tıpkı virdlerden bir vird gibi, kişi ondan gıdâlanır. Derdi ki: Keşki dökülmüş bir kan parçası olsaydım. Ben hiçbir şeyim, hiçbir şeyim. Her zaman üzüntülü idi. Ömürden azıcık kaldı, der şu iki beyti okurdu: Ey nefesleri sayılı olan kişi, sayıların tamamlanacağı gün yakındır. Şüphesiz yarın gecesi olmayan bir gündüz, ya da gündüzü olmayan bir gecedir. Yani, ya bir gündüz ya da gece ömür sona erecek. Namaz vakti gelince dünyâ işinden hiçbir şeyle meşgul olmazdı. Bir kere içmek üzere su istedi, namaz ezanı mübârek kulağına ulaşınca: Allah’ın hakkı zâhir olunca, nefsin hakkı bâtıl oldu, buyurdu. Namaza durunca mübârek yüzü sarardı. Sabah namazını edâ ettikten sonra boynu bükük olarak namaz yerinde oturur ve güneş doğana kadar duâlarla meşgul olurdu. Sonra İşrâk ve Duhâ namazlarını kılar, ardından ma’bedine (tekkesine) giderek ibâdet ve mücâhede ile meşgul olurdu. Bununla birlikte şöyle derdi: Gönlümde halvet (yalnızlık) hasretinden başka hasret yoktur. O hazret çok ağlar ve bâzen halvette yalnız kalır, şu beyti okurdu: Vallahi ruhum kime bağlı olduğunu bilseydi, Ayağı bırakır, başı üzerine dikilirdi. Bir kişi tevbe edince çok mutlu olur, Allah’a şükreder ve o kişiyi överdi. Beşikteki çocuklara tevbe ettirir ve derdi ki: Allah Teâlâ’yı sana şâhid tutuyorum ki sen bu söz üzeresin. O hazrete: Niçin böyle diyorsun? diye bu durumu sordular. Buyurdu ki: Onun hiç günâhı yok ki tevbe ettireyim. Ben ezelî ahiddeki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet, dediler (el-A’râf,7/27) sözünü hatırlatıyorum. Buyururdu ki: Tevbenin gereklerinden biri, câhillerden ayrılmak ve ehlullah ile arkadaş olmaktır. Dâimâ abdestli bulunur ve insanlara abdestli bulunmayı tavsiye ederdi. Yolculukta ve ikâmet döneminde bir mescide varınca iki rek’at namaz kılardı. Eğer yolda bir necâset görürse kendi mübârek eliyle onu ortadan kaldırarak yolu temizler, sonra elini yıkardı. Eğer dervişler bu konuda konuşurlarsa onlara hayır duâ eder ve: Elimi bundan başka ne ile daha şerefli kılayım, derdi. Bir kişi ona hediye getirse, hediye bir tane hurma bile olsa onu aslâ küçük görmezdi. Bir kimse onunla musâfaha yapmak isterse ona elini uzatır, ancak öpmemeleri için gayret gösterirdi. Ayakkabılarını kaldırmalarına müsâade etmez ve dervişlerine kendisine hizmet etmelerini aslâ emretmezdi. Onun huzûrunda namazın farzı ve sünneti arasında kimse boş söz konuşamazdı. Ka’be’ye öyle hürmet ederdi ki, aslâ sırtını kıbleye dönmezdi. Otururken ve ayakta iken Allah Teâlâ’yı zikrederdi. Hiç kimseyi dünyâ pâdişahlarına şikâyet etmez ve şöyle derdi: Onlara (pâdişahlara) meyletmek, Allah’tan uzaklaşmaya ve Cehennem ateşine girmeye sebeptir. Buna şu âyet 47 Ağustos 2009 delil gösterirdi: Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur.(Hûd,11/113) Avâm halkın gönlünü muhâfaza etmeyi emreder ve: Bunlar müellefe-i kulûp (kalpleri İslâm’a ısındırılacak) gruptandır, derdi. Bir derviş cemaatle namaza gitmezse hâlini sorardı. Eğer o derviş bir hastalık sebebiyle cemaati terk ise (hâlini) bizzat sorar ya da bir kişiyi gönderirdi. Eğer bir iş ve fayda sebebiyle cemaati terk etmiş ise ihtiyâcını gidermesi için ona yardım ederdi. Yemek yerken acele eder ve: Bu işi ve ihtiyâcı bitirelim ki başka bir işle meşgul olalım, derdi. Derviş, yemeği ibâdete güç kazanmak için yemeli, derdi. Yanmış ekmek yemeyi, (kirlenen) eli ekmekle silip temizlemeyi ve misâfir için yiyecek konusunda külfete girmeyi mekrûh sayardı. Halkı tokluktan (çok yemekten) men eder ve şöyle derdi: Tokluk âfetlerin sebebidir. Allah Teâlâ’ya, açlık ve susuzluktan daha sevimli bir iş yoktur. Derdi ki: Allah Rasûlü (a.s.) Âişe’ye (r.a) buyurdu ki: Dâimâ Cennet’in kapısını çalmakla meşgul olun ki onu sizin için açsınlar. Cennet’in kapısını sürekli çalmak nasıl olur, diye sordular. Açlık ve susuzlukla, buyurdu. Hz. Seyyid derdi ki: Açlıktan kalbin saflaşması ve basîretin icrâsı (nüfûzu) elde edilir. Gönlü daraltırlar (üzerler) ki Allah’a yalvarışın lezzetini duyabilsin. Nefsi horlayıp alçatırlar ki ondan kibir ve azgınlık zâil olsun. Nefsi azâp ile mübtelâ ederler ki Allah’ın nîmetini müşâhede etsin. Nefsi, açlıktan daha çok kıran bir şey yoktur. Tokluktan kalp katılığı basîretin (ince idrâkin) yok olması hâsıl olur. Derdi ki: Emîru’lmü’minîn Ali (r.a) şöyle buyurmuştur: Her ne zaman doyduysam, benden Allah’ın emretmediği (istemediği) bir şey sudûr etti ya da bir günah işlemeye niyet ettim. Hz. Seyyid ekmek kırıntılarını toplayıp yemeyi âdet edinmişti. Bir kişi yemeği bitirdiği zaman ellerini yıkaması için ona su dökmeye kalkarlarsa bunu uygun görmez, mekrûh sayar ve: Saygı görmekten kaçınan bir insana saygı ve hürmet göstermek ahmaklıktır, derdi. Evde ekmek pişerse komşuların nasîbini gönderir ve onlara çok ihsânda bulunurdu. Komşuluk hakkını yerine getirir ve şöyle derdi: Allah Rasûlü buyurdu ki: Komşu, komşu olmayan akrabâya göre ihsân ve ikrâma daha layıkAğustos 2009 tır. Yine buyurdu ki: Cebrâîl komşu konusunda bana o kadar tavsiyede bulundu ki, mirasçılar grubuna dâhil olacak zannettim. Yine buyurdu ki: Allah’a ve âhiret gününe inanan herkes komşusuna ikrâm etmeli. Nakledilir ki, bir şahıs Hz. Seyyid’i (k.s.) ziyâfete çağırdı. O: Benim bir komşum bir sıkıntı içinde iken ben ziyâfetle nasıl meşgul olayım? dedi. Bu komşusundan maksadı, Heret nâhiyesine giden bir öğretmen idi. Hz. Seyyid (k.s.) buyurdu ki: Yûsuf-i Haddâd dünya ve âhirette benim komşumdur. (Hz. Seyyid) Bir ekmek parçası ya da üzerine Allah Teâlâ’nın ismi yazılmış bir şey görse öfkeyle gider ve kaldırırdı. Âdeti, suyu üç nefeste içmekti. Yenleri, parmak uçlarına kadar gelirdi. Sarığı kısa idi. Kışın ve yazın bir takımdan fazla elbisesi yoktu. Çoğunlukla beyaz elbise giyerdi. Yeni bir elbise giyince eskisini fakirlere verirdi. Tırnaklarını keseceği zaman sağ elinin işâret parmağıyla başlar ve aynı elin baş parmağı ile bitirirdi. Halkı, sâlihler ve imamlarla sohbete teşvik eder, câhillerin sohbetinden men ederdi. Derdi ki: bir kişi kötü insanların sohbet ve arkadaşlığına mübtelâ olmuşsa, onlara tahammül etmelidir. Halkı ilim öğrenmeye teşvik ederdi. Dervişlerin bir rahatsızlığı (hastalığı) olunca onlara tedâvi olmalarını emrederdi. Zararlı şeylerden sakının, derdi. Dervişlere: Allah’tan yardım isteyin ki nefse gâlip gelebilesiniz, derdi. Onlara fakirliği, dünyevî işleri azaltmayı, hırka(yamalı) giymeyi ve ilimden öğrendikleriyle amel etmeyi emrederdi. Derdi ki: Bir iş (meslek) ile meşgul olun ki, insanlara muhtaç kalmayın. Yöneticilerin yanında olup elinizde âsâ olmaktansa, bir iş ile meşgul olup elinizde kürek olması daha iyidir. Müsebbe’ât-ı Aşer1 iyi bir sermâyedir. Başka hiç işiniz (evrâdınız) yoktur. Sabah akşam onu okuyunuz. Onlara (dervişlere) gece kalkıp ibâdet etmeyi, anne babaya iyilik etmeyi, onlara saygı gösterip dîne aykırı olmayan konularda emirlerine uymayı emrederdi. Anne babaya iyilik etmek, ölüm acılarını kolaylaştırır, buyururdu. Kendisi de anne ve babasına iyilik ederdi. Cehennem ateşini söndürmek ve Allah Teâlâ’nın gazabını gidermek için sadaka 48 veriniz, derdi. Ahlâkınızı güzelleştirin, güzel ahlâk insanları Allah’a yaklaştırır, derdi. Rasûlullah’a (a.s.) çok salavât getirir ve: Hz. Peygamber’e çok salavât getirin, zîrâ salavât kişiyi Sırât’tan geçirir ve salavât sebebiyle duayı kabul ederler, derdi. Dervişleri abdestte ve namazda vesveseden sakındırırdı. Hamama gitmeyi mekrûh sayardı. Çalışıp kazanmayı gücü yeten bir kişinin başkalarından bir şey istemesini mekrûh sayardı. Kadınlara, kocalarına itaat etmeyi emrederdi. Yalan söyleyen kişiyi (Hak’tan) uzaklaşmış sayardı. Dervişleri acele yemekten, boş konuşmaktan ve zalimlerle sohbet etmekten menederdi. Sürekli mizahı (şakayı) mekrûh sayar ve: Düşmanlık doğurur, saygınlığı giderir, utanma duygusunu yok eder, derdi. İyi bir haslet (huy, sıfat, âdet) gördüğü zaman dervişlerine onu yapmalarını söylerdi. Kusur işleyen bir dervişin (tekkede) ayakkabı çıkarılan yere gönderilmesini (ve bu şekilde cezalandırılmasını) yasaklardı. Bir kişi, ağaçtan düşen hurmayı sâhibinden izin almadan alırsa onu menederdi. Bir defasında o hazretin hizmetçisi bir kişiye seslenip: Ey İbn-i Âl (aile oğlu)! dedi, babasının ismini tam olarak söyleyemedi. Hz. Seyyid bu duruma kızdı ve bir süre o kişiyi hizmetten uzaklaştırdı. Bir kişiden eğer çirkin bir şey görse ona: Allah seni bu fiille (yanına) almasın, derdi. Âsla kendisi için öfkelenmezdi. Öfkesi Allah içindi. Fayda ve zarar onun nazarında birdi. Korkanların ve fakirlerin oturduğu gibi otururdu. Bir işle meşgul olmadığı zamanlar otururken ayaklarını (dizlerini) diker, ellerini de onların etrâfına sarardı. Yanına fazîletli insanlardan biri gelince yerinden kalkar ve onu kendi yerine oturturdu. İnsanlara, onlar istemeden iyilik yapar ve: (İyilik yapmaya) benim ihtiyâcım var, dervişin değil, derdi. Yeni tahıl evine gelmeden önce, eski tahılı fakir ve zayıflara verirdi. Bir mektup yazarken başında ve sonunda Hz. Peygamber’e salavât yazardı. Perşembe günü sabah ve öğle ile ikindi arasında vaaz ederdi. Dervişler onun vaazından kalktıklarında hepsi sarhoş gibi olurdu ve yolda giderlerken birbirleriyle aslâ konuşmazlardı. Açlık, çıplaklık, zillet ve fakirlik ile mutlu olurlardı. Dervişlerde bu dört özellik oluşursa mutlu olurdu. Onlara (dervişlere) bu konuda sabır vermesi için Allah’a duâ ederdi. Bu dört şey dervişlerin alâmetidir, derdi. Yaşlı bir müslüman gördüğü zaman ona tevâzu gösterir, elini öper, ondan duâ ister, bâzen birkaç adım yürüyerek onu karşılardı. Ona: Allah bu beyaz saçı mükerrem ve değerli kılsın, derdi. Allah’a itaatla meşgul olan bir genç görünce elini öper, yanına oturur ve ona: Benim için duâ et, çünkü sen tevbe eden gençsin, derdi. Küçük bir çocuk görünce onu öper, yanına (önüne) oturtur ve ondan duâ isterdi. Derdi ki: Müslüman çocuklar bülûğ çağına erişinceye kadar melek onlara günah yazmaz. Kendisinden zâlimlere bedduâ etmesini istedikleri zaman şöyle derdi: Allah’ım Rahmetinle onları ıslâh et, doğru yolu göster, onlara tâatini ve zikrini ilhâm et, sevdiğin şeyleri yapmayı onlara nasip et, ey merhametlilerin en merhametlisi. Hava normal iken yolculuğa çıkardı. Ne çok soğuk, ne de çok sıcakta yolculuk ederdi. Bir şehre ulaşınca oranın en âciz kişisinin evine misâfir olurdu. Halk Hz. Seyyid’in, o kişinin evinde kaldığını görünce mutlu olurlar, ondan başka sâlih olmadığını düşünüp ona hürmet ederlerdi. Seyyid onlara (fakirlere) hürmet gösterirdi. Dervişlere derdi ki: Dîvâneler ve fakirlerin avâmına ziyâfet verdiğiniz zaman onları eve götürmeyin, mescidlerde doyurun. Duâlarından bereket umun. Bir dervişi bir kişiye söverken görse, onu azarlar ve diğer dervişlere: O derviş tevbe edip söylediğinden pişman oluncaya dek ondan uzaklaşın, derdi. O hazretin âdeti, vâlinin emrine uymayı ve çağıranın dâvetini kabul etmeyi güzel saymaktı. Buyururdu ki: Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: Misâfirliğe çağrılan kişinin davete gitmesi gerekir. Meclisinde hazır bulunan dostlarından (mürîdlerinden) biri âh eder, biri ağlar, biri feryâd ederdi. Dervişler yanındayken semâvî bir izin gelmedikçe ata binip oturmazdı. Dar (ince) elbise aslâ giymezdi. Derdi ki: Hak Teâlâ din imamlarına (önderlerine) elbise konusunda külfet ve zahmete girmemeyi emretmiştir ki zenginler onlara uysunlar ve dervişler de gönlü kırık olmasınlar. Derdi ki: Elbisesi dar (ince) olanın îmânı da dar olur. (eş Şifaul eskam’dan) ................................................................................. 1- NOT: Müsebbe’ât-ı Aşer; Müsebbe’ât-ı Aşer: Fâtiha, Felak, Nâs, İhlâs, Kâfirun, Âyete’l-kûrsi, salli-bârik, Allâhümmağfirlî ve livâlideyye…, sûre ve duâlarını 7’şer defa; Yâ Cebbâr ve Yâ Mütekebbir esmâlarını da 21’er defa okumaktan oluşan bir virddir. 49 Ağustos 2009 Ahmet HALİLOĞLU Ümmî Üveysî Ehlullah; yeryüzünde aşkın ve muhabbetin temsilcisidir. Onların anıldığı yere (1) baran-ı rahmet katre katre değil seller gibi, nehirler gibi akar. Onlar öyle kimselerdir ki; “Huzuruna varıldığı zaman gamın, kederin gider, içinde bir ferahlık uyanır. (2) Salihlerin hayatları bizleri Allah Resulüne götüren güzel örnekler ile doludur. Ancak bir de ümmi/üveysi veli olarak isimlendirilen olanları vardır ki; bu isimler kamet şahsiyetlerdir. Üveysilik ; Yemenli Üveys elKarni ile başladı. Kendisi muhadramundandır. Allah Resulü’nün döneminde iman etmiş fakat Alemlerin Efendisi ile görüşememiş olmasına rağmen kalbi aşk-ı Resulullah ile pare pare olmuş; kemalatı, insan üstü insan olma yollarını bu aşk ve muhabbetle bulmuştur. Üveysilik “allameni rabbi” (3) Ağustos 2009 50 sırrına ermektir. Üveysilik kah ümmilik ile beraber kullanıla gelmiştir. Ümmi ; Anasından doğduğu gibi kalan; yeni bir bilgi edinmemiş olan; okumayazma bilmeyen. "Ümm" kelimesinin ism-i mensubu "ümm"e mensup olan, Arap dilinde "ümm"; anne, bir şeyin aslı gibi anlamlara gelir. Ümmilik aynı zamanda Efendimiz sav’in de vasfı olması hasebiyle Elmalılı Hamdi Yazır Efendi Hazretleri bu hususta şöyle demektedir : “ Ümmî okuyup yazmaya uğraşmamış manasına bir vasıftır. Ümmîlik alelade kimseler hakkında âdeten ilim eksikliğini ifade eden bir noksan sıfat iken bir ümmînin okuyup yazanlardan fazla âlim olması Allah tarafından hilaf-ı âdet olarak bilâ kesbin mevhub bir kemal-i fıtriyeye delalet eder. Ve binaenaleyh kemalat-ı ilmiyle ve ameli- yesi okuyup yazanları âciz bırakan bir peygamber hakkında her türlü şüpheyi kat eden ve onun doğrudan doğruya Allah tarafından gönderilmiş bulunduğunu biz zarure isbat eden harikulade bir sıfat-ı kemal, yani bir mucizedir “ (4) Efendimiz sav için mucize olan ümmilik; veliler ve ümmet-i Muhammed için de bir ikram-ı rabbani, bir nimet-i ilahıdır. Elmalılı Hamdi Efendi Hazretlerinden yaptığımız nakilde de görüleceği üzere ümmîlik; Allah’ın adetinin hilafına herhangi bir çalışma ile elde edilen bir mertebe değil, bizatihi Mevla Teala’nın ikramı olan bir fıtri kemalattır. Hususi olarak yetiştirilen bu ümmi/üveysi veliler tarih boyunca yukarıda da belirttiğimiz gibi kamet şahsiyetler olmuşlardır. Hz. Cafer-i Sadıktan üveysi olarak yetişen Beyazid-i Bistami, O’ndan üveysi olarak yetişen Ebu’l Hasanil Harkani, İmam-ı Ali’den (kv) üveysi olarak yetişen İmam-ı Gazali bu hususta en mühim şahsiyetlerdir. Üveysi/ümmi veliler en sıkıntılı dönemler de varis-i Nebi olarak en güzel hizmetleri gerçekleştirmişlerdir. Bunların son dönemdeki örneklerinden birisi de Ladikli Ahmet Ağa’dır. Ladikli Ahmet Ağa’nın kemalatına şahitlik eden en önemli isim Ali Ulvi Kurucu Hocaefendidir. (5) Ancak biz ümmi velilerin en son örneklerinden birisi ile sizlere ümmiliği anlatmaya çalışacağız. Bayburtlu Hacı Şaban Efendi Hazretlerinin şahsında ümmîliğin en güzel örneğini görmek mümkündür. Günümüzde Kur’an’ı yüzünden okuyamayan, turuk-u aliyye’leri ifsad eden ve sözde ümmi şeyhler ile Hacı Şaban Efendi Hazretlerini kıyas ettiğimiz de hakikat gün gibi aşikar olacaktır. Allah’ın ledün ilmi bahşettiği zevat-ı aliyyenin şer-i şeriften ayrılması elbette düşünülemez. Hacı Şaban Efendi Hazretlerini hayatta iken görme bahtiyarlığına erenler şeriata olan bağlılığını özellikle anlatıyorlar. Günümüzde kendini şeriattan azade hissedenler, farzları ve haramları bile kafalarına göre tevil edenleri gördükçe Müslümanların Hacı Şaban Efendi Hazretlerine ne kadar muhtaç olduğu daha iyi anlaşılıyor. 51 Ağustos 2009 Tasavvuf yolunun bütün kamil ve mükemmil şahsiyetlerinin ısrarla, durup bıkamadan sürekli tekrarladıkları bir cümle var : “ İtikaden Ehl-i Sünnet olmak.” Anadolu’dan binlerce kilometre ötede İmam-ı Rabbani’den, İstanbul’da Mustafa İsmet Garibullah’a kadar tüm ehlullah bu meseleyi vurgulamıştır. Hacı Şaban Efendi Hazretlerinin de bu konuya özel bir vurgu da bulunduklarını görüyoruz: "Amelde noksanı imam ederiz ama imanda noksan olanı imam edemeyiz!". Günümüzde itikadi sapmaların doruk noktaya ulaştığı varsayılırsa; Şaban Efendi merhumun ne kadar güzel bir sefine-i rabbani, bir ilahi sığınak olduğu daha güzel anlaşılacaktır. "Yahudiler 71 fırkaya bölündü, Hıristiyanlar 72 fırkaya. Ümmetim ise 73 fırkaya bölünecek. Biri dışında hepsi ateşte olacak. Kurtulan fırka benim ve ashabımın yolundan gidenlerdir. (6) “hadisi şerifinin en güzel tahakkuk edişini bu uygulama da görmekteyiz. Bugün itikadi umdeler açısından Ehl-i Sünnet’e muhalif olanları tenkit edenlere yönelik “ niye eleştiriyorsunuz” sorusunun en güzel misalini de yukarıdaki uygulama izah etmektedir. Ehemmiyetine binaen bir kez daha tekrar etmek istiyoruz : "Amelde noksanı imam ederiz ama imanda noksan olanı imam edemeyiz!" Ümmî olan Hacı Şaban Efendi Hazretleri bu konuda tam anlamıyla Hanefi mezhebinin görüşü ile amel etmektedir ki daha detaylar fıkıh kitaplarında mevcuttur. (7) Bugün ümmi şeyh geçinenlerin ulum-u diniyye’ye ve ulemaya karşı lakaytlığı maalesef bilinen bir gerçek. Hatta bendeniz Simavnalı Şeyh Bedreddin’i tutup Osmanlı’nın müfessir Şeyhülislamı Ebu’s Suud Efendi Hazretlerine dil uzatma cüretini gösterenlere şahit oldum. Ancak ümmi şeyhlerin son asır temsilcisi Hacı Şaban Efendi Hazretleri bu tür piyasa şeyhlerinin tersine ilme ve alime özel bir ihtimam sergiler, “önden buyurun, âlimin önüne geçilmez!” diyerek yaşı küçük olsa bile alime yol vermektedir. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın "Allah ilmi (verdikten sonra), insanların (kalbinden) zorla söküp almaz. Fakat ilmi, ulemayı kabzetmek suretiyle alır. Ulema kabzedilir, öyle ki, tek bir alim kalmaz. Halk da cahilleri kendine reis yapar. Bunlara meseleler sorulur, onlar da ilme dayanmaksızın (kendi reyleriyle) fetva verirler, böylece hem Ağustos 2009 kendilerini hem de başkalarını dalâlete atarlar." (8) hadisi ile karşılaştığı her alimden istifade etmeyi ve ilmin yayılması için her türlü gayreti sarf etmeyi Hacı Şaban Efendi’nin en mühim düsturlarından birisi olarak görmekteyiz. Dervişanı kuru vahdet-i vücud vaazları/kitapları ile oyalayan, tasavvufun ilimsiz olamayacağını bilmeyen sahte şeyhlerin aksine Hacı Şaban Efendi Hazretleri dervişanı ilmihal kitaplarına yöneltmiştir. Cemaat taassubunun varlığı ruhlarımızı incitmektedir. İttifak edilmesi elzem olan hususlarda bile zor bir araya gelirken ;bu tefrikanın ve ihtilafın ilacını hususi olarak yetiştirilen Şaban Efendi Hazretlerinde bulmaktayız : "Nerede Allah deniliyorsa iştirak edin ve siz de onlarla birlikte Allah’a zikredin” düsturu ile müminlerin ancak kardeş olduğunu hatırlatmaktadır. Hacı Şaban Efendi’nin “ Müslümanlık 2 şeyde belli olur; “Beyaz baldır, kırmızı lira da” sözü bugün içinde yaşadığımız sıkıntıları özetleyen bir diğer kelam-ı kibarıdır. “Her insan için önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah'ın emrinden dolayı onu gözetirler. Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkan yoktur. Onlar için Allah'dan başka bir veli de bulunmaz.” (Ra’d,11) ayeti celilesinin tefsiri daha da iyi anlaşılacaktır. Makam/mevki elde ettikçe eşinden ayrılan veya zengin oldukça namazla, dinle, diyanetle alakasını kesenlerin hükmünü vermektedir. Bir de artık siz posta oturup da para pul toplayan, kendisinden atmış yaş küçük eş edinenlerin durumunu anlayın. Bayburtlu Hacı Şaban Efendi Hazretlerinde sünneti seniyyenin tüm uygulamalarını görmek mümkündür. Dosta vefayı O’nda kamilen bulabilirsiniz. Diyanet İşleri Eski Başkanı Lütfü Doğan Hocaefendi; Allah rızası için siyasete girince; Hacı Şaban Efendi Hazretleri yetmiş dokuz yaşında olmalarına rağmen, Ezurum’un, Bayburt’un köylerinde seçim çalışmalarına iştirak etmiştir. Bunda Lütfü Doğan Hocaefendi’ye vefasının yanı sıra, siyasetin doğru ellerde olmasına gösterdiği itina da mevcuttur. 52 Kuşluk, Evvabin, Teheccüd ve işrak namazlarını terk etmeyen Hacı Şaban Efendi Hazretlerinin sarıksız namaz kıldığını görmek kabili mümkün değildir. Sarık Müslümanların izzeti olması hasebiyle; Efendimiz sav devrinden beri ümmetin alimlerince şiar sünnetlerden sayılmıştır. Hatta bidat fırkalardan Şia mezhebinde bile bu şiara hususi özen gösterilmektedir. Sizlere Hacı Şaban Efendi Hazretlerini anlatmaya çalışmadık. Anlatamaya çalıştığımız acizane O’nun şahsında bir ümmi şeyhin nasıl olduğudur. Çünkü ümmi şeyhler başta da belirttiğimiz gibi hususi olarak yetiştirilmiş kimselerdir. Onlar da ruhun estetiğini, imanın ziynetini görebilirsiniz. İşte Şaban Efendi Hocamız da böyle bir kimsedir. Günümüzde ümmetini saptıran, Sünneti Seniyye’ye ittibası olmayan, itikadi umdeleri bir kalem de silip atabilenler gözümüzün önüne geldikçe Şaban Efendi merhumun değeri daha da iyi anlaşılmaktadır. İnşallah bu yazımız sahte ümmi şeyhlerin peşinden gidenler için güzel bir numune olarak kalır. Sözün sonuna gelmişken bu yazıyı tashih ederken yaşadığım bir meseleyi de sizlere arz etmeden geçemeyeceğim. Bendeniz Hacı Şaban Efendi Hazretlerini hayatta görme lütfuna eremedim. Kendisine muhabbetim vardır. Zaten ahirette ki en büyük umudum da Allah’ın dostlarına ve alimlere beslediğim muhabettir. Yazının son teslim gününde son kez tashih ediyordum. Birkaç defa kalbim kabz haline girdi. Hatta telefon ile kamil bir hocamızdan dua dahi istedim. Ancak bir anda elektrikler kesildi. Çalışma odamdaki lamba ve modemin elektriği kesilmesine, netimin gitmesine rağmen bilgisayarım kapanmadı. Bu iş ancak ehline malumdur. Ancak şu kadarını diyebiliriz : Kim demiş aşıklar ölür ? Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez. (Yunus Emre) .......................................................................................................... 1) Keşfü'l-Hafa, 2/70-1772 2) Miftahul Kulub, 46 3) Yusuf Suresi 37 , “ Bana Rabbim Öğretti” 4) Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili VI, 22-98 5) Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar C III, 199 6) Tirmizi, İman,18; İbnu Mace, Fiten, 17 7) İbn Abidîn,I/563 8) Buhari, İlim 34, İ'tisam 7 53 Ağustos 2009 Ersan BİLGİN YEGANE DİN, İSLAM “ŞÜPHESİZ ALLAH (cc) KATINDA YEGANE HAK DİN, İSLAM’DIR.” (Al-i İmran,19) İslam, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’den, Peygamberimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’e kadar bütün Nebi ve Rasuller’in Dini’dir. Hz. Muhammed (sav), Rabbimiz’in ifadesiyle Peygamberlerin Sonuncusu (Hatem’ül Enbiya) ve Efendisi’dir. Peygamberler atadan kardeştirler ve (şeriatlarında bazı farklılıklar olsa da) dinleri bir’dir. O da İslam’dır. (Buhari) Yüce Allah (cc) bu hususta şöyle buyuruyor: “SİZİN İÇİN DİN OLARAK İSLAM’I SEÇTİM.” (Maide,3) Bütün peygamberlerin bir olan çağrısı TEVHİD’tir. “İslâm kelimesi ve türevleri, genel olarak Hz. Muhammed'den önceki semâvî tevhid dinleri ve mensupları için de kullanılmıştır. Çünkü vahy'in kaynağı bir olup, o da Yüce Ağustos 2009 54 Allah'tır. O’na ve peygamberlerine "tabi ve teslim olma" niteliği önceki dinlerde de vardır. Kitabımız Kur’an-ı Kerim bunu kesinlikle teyid etmektedir. Yüce Allah celle celeluhu, Kur’an’da, mealen (Hz. Nuh’un diliyle) şöyle buyuruyor: “Ben teslim olanlardan olmakla emrolundum.” (Neml,91) Yine Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in diliyle Rabbimiz şöyle buyuruyor: “EY RABBİMİZ, BİZİ YALNIZ SANA TESLİM OLANLARDAN KIL.” (Bakara,128) Hz. İsa’nın Havarilerinin dilinden de şöyle buyuruluyor: “Biz Allah’a iman ettik ve sen şahit ol ki, biz gerçekten teslim olanlardanız.” (Al-i İmran,52) Cenâb-ı Hak Nûh (a.s)'a vahyettiği gibi Hz. Muhammed'e de vahyettiğini bildirmiş (en-Nisâ, 4/163), Hz. İbrahim ve ondan sonra gelen peygamberleri ve mensuplarını "müslüman" olarak nitelemiştir. "Bir zaman Rabbi ona: "İslâm ol" dediğinde, İbrahim: "ALEMLERİN RABBİ OLAN ALLAH’A TESLİM OLDUM” demişti. İbrahim, İslâm ümmetinden olmayı oğullarına da vasiyet etti. Ya'kub da onu tavsiye ederek: "Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. O halde sizler sadece müslümanlar olarak can verin" dedi. Yoksa siz, Yakub'a ölüm geldiği sırada yanında mı bulunuyordunuz? O zaman o, oğullarına: "Benden sonra neye tapacaksınız?" demiş, oğulları da:"Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek ilâha kulluk edeceğiz. Bizler O'na teslim olduk" demişlerdi" (el-Bakara, 2/131-133). Şu ayet-i kerîmede peygamberlerin mesajının temelde bir ve aynı olduğu ve bunun da İslâm'dan ibaret bulunduğu şöyle ifade buyurulur: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Mu- sa'ya ve İsa'ya verilen ve diğer peygamberlere Rab’leri tarafından verilene iman ettik. Onlar arasında bir ayrım yapmayız, biz de Allah'a teslim olanlarız, deyin" (el-Bakara, 2/136). Ancak daha sonra yahudi ve hıristiyanlık dininin bozulduğu ve mensuplarının şirke düştükleri bir önceki ayette şöyle anlatılır: "Kitap ehli: " Yahudi ve hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız" dediler. Ey Muhammed! De ki:"Hayır, biz bâtılı bırakıp, hakka yönelen İbrahim'in dinine uyarız. O, Allah'a ortak koşanlardan değildi" (el-Bakara, 2/135). Diğer yandan teslis (üç ilâhı bir sayma) inancının onları küfre düşürdüğü de ifade edilir: "Gerçekten, Allah Meryem'in oğlu İsa'dır, diyenler kâfir olmuşlardır" (el-Mâide, 5/72). "Şüphesiz ki: Allah üç ilâhtan biridir, diyenler, kâfir olmuştur. Oysa tek bir ilâhtan başka, hiçbir ilâh yoktur" (el-Mâide, 5/73). "Yahudiler, Üzeyr Allah'ın oğludur, hristiyanlar da İsâ Allah'ın oğludur, dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri câhilce sözleridir" (et-Tevbe, 9/30). Yine Kur'an-ı Kerîm'de Hz. İbrahim'den söz eden on kadar ayette, O'nun "hanîf (Hakk’a dönen, tam teslim olan, ibadet eden)" bir peygamber olduğuna yer verilir. "İbrahim ne yahudi idi, ne de hristiyandı. Fakat o, dosdoğru (doğruya yönelmiş, hanîf) bir müslümandı. Müşriklerden de değildi" (Âl-i İmrân, 3/67). "Şüphesiz ki ben, Hakk’a eğilerek yüzümü gökleri ve yeri Yaratan’a çevir- dim. (eslemtü) Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim " (el-En'âm, 6/79). Bütün peygamberlerin tevhid dinine dair vurgulamalarını (ayetleri) çoğaltmak mümkündür. Görüldüğü gibi bütün Peygamberler müslüman’dı ve dinleri de İslam’dı. İslam, vahiyle gelen Allah’ın emirlerine ve yasaklarına teslim olmaktır. Nebi ve rasuller diğer insanlardan daha çok Allah’a teslim olan Müslümanlardı. Yüce Kitabımız Kur’an’ın gelmesiyle önceki kitapların hükmü tamamen ortadan kalkmıştır. Kur’an, kendinden evvelki kitapları ve peygamberleri tasdik eder, fakat onlarla amel etmeyi emret55 Ağustos 2009 mez ve yasaklar. Kur’an’dan başka rehber, İslam’dan başka din yoktur. Bütün insanlığa hitabeden ve evrensel bir mesaj getiren son tevhid dini, en mükemmel düzeye ulaştırılmıştır. "BUGÜN DİNİNİZİ SİZİN İÇİN İKMAL EDİP, ÜZERİNİZE NİMETİMİ TAMAMLADIM VE SİZE DİN OLARAK İSLAM’I SEÇTİM” (el-Mâide, 5/3), “Deki; 'Ey kitap ehli, sizinle aramızda ortak olan şu söze geliniz: Sırf Allah'a kulluk edelim, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi ilâh edinmeyelim.” (Al-i İmran,64)” Ilımlı İslam gibi uydurma tanımlamalar yapmak veya bu tür tanımlamaların peşine düşmek, bunlardan medet ummak abesle iştigaldir ve hiçbir müminin asla işi değildir. Mümin şahsiyet (hayatının merkezinde para, makam, şöhret ve şehvet değil Allah (cc) ve Rasulu’nun (sav) emir ve yasakları olan insan) bir kelime ile ifade edecek olursak şayet, ancak ve ancak “SALİH AMEL” ile meşgul olur. Salih amel odur ki, kişi yaptığı zaman onu Allah’ın rızasına götüren fiillerdir. Din; hayat tarzı,bakış açısı gibi manalara gelir. Peki, İslam Dini nedir? İslam Dini, her şeye Allah Teala’nın baktığı yerden bakmaya azmetmektir. Hayatın merkezine Allah ve Rasulü’nü koymaktır. İslam, her şart ve her zamanda tek doğrunun adıdır. İslam, hem dünyadır, hem de ahirettir. İslam bütün emir ve yasaklarıyla bir bütündür. İslam sadece ahlaki prensipler manzumesi değil iman, ilim, ahlak, ibadete dair ilkeleri olan yegane hayat nizamıdır. İslam, insanların her çağ ve her zamanda yaşantılarına yön veren dosdoğru sistemdir. İslam’ın sahibi de, kainatın, içindekilerinin, mekanın ve zamanın sahibi de, yaratan ve yaşatan Yüce Allah’tır. Salih amel denilen yapıldığı takdirde kişinin veya topluluğun iki cihan saadetine vesile olacak dünyanın en güzel işine örnek verecek olursak namaz’ı ikame etmek (dosdoğru kılmak), fiili ve kavli, samimi ve gözyaşı ile dua etmek, hakkı ve sabrı tavsiye etmek, emin ve güvenilir bir şahsiyet olmak, iyilik ve hayırda yardımlaşmak, “Ancak Müminler kardeştir” ayetine sımsıkı sarılmak, iyiliği emretmek, kötülüğü nehyetmek (en azından kötülüğe ve yanlışa buğzederek, tavır alarak prim vermemek) ve bu gaye için çaba harcamak, yollardaki (maddi ve manevi alemimizde) manileri ve engelleri kaldırmak, diğergam olmak, maddi ve manevi sıkıntı ve acılara rağmen mümin kardeşinden tebessüm ve güleryüzü esirgememek, kendimiz ve insanlığın faydası için ilim ile meşgul olmak, akletmek, , istişare ve danışmaya önem vermek, planlı ve disiplinli olmak, günlük, haftalık ve aylık yaptığımız program paralelinde yalnız ve topluca Kur’an’ı uyanık bir halde okumak, anlamaya gayret etmek ve en önemlisi de Kur’an’ın sunduğu hayat çerçevesinde yaşamaya cehdetmek, nezaket ve güzel ahlak sahibi olmak, zalime ve zulme engel olmak, şehadeti arzulamak öz ifade ile Allah ve Rasulu’nun istediği gibi Müslümanca Yaşamak ve Müslümanca Düşünmek, Salih Amel’dir. Yüce Allah (cc), kullarını yarattığı gibi onlara hayatın bütün kanun ve müeyyidelerini de en güzel şekliyle beyan buyurmuştur. Bir makinayı-cihazı üreten mühendis-firma nasıl ki onu herkesten iyi bilir ve bu doğrultuda “kullanma talimatını”da yanında verirse, tek güç ve kudret sahibi- her şeyi yaratan ve yaşatan Allah (cc) da en mükemmel şekilde yarattığı kullarının durumunu, onlar için neyin gerekli, neyin gereksiz olduğunu en iyi bilen ve bu çerçeve de Kur’an’ı ve Rasulu’nu gönderendir. İslam, yaratıcı Yüce Allah ile insan, insan ile insan ve insan ile diğer mahlukat- çevre arasındaki ilişki ve iletişimi en güzel şekilde düzenleyen, en mükemmel ve en son yegane Hak Din’dir. İslam, Rabbimiz Yüce Allah’ın insanlar için gönderdiği sistemin bütünüdür, asla beşeri bir nizam değildir. Yaratanımız ve yaşatanımız BİR olduğuna göre O’nun insanlar için seçtiği ve beğendiği din de elbette bir tanedir, o din de şüphesiz İSLAM DİNİ’dir. Ta ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’den, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) kadar gelen bütün Tevhidi İnanışların ismi İSLAM (Allah’a teslimiyet ve barış ve esenlik yolunda olmak)’dır. Üç ayrı din olmadığı gibi İslam’ın ılımlısı (light) veya ılımsızı da olmaz, İslam İslam’dır. Tarih bu ve benzeri birçok sapık ve uydurma girişimlere şahit olmuştur, ancak hiç biri ilgi ve alaka görmemiş, yer ile yeksan olmuştur. Ağustos 2009 Sonuç itibarıyla Batı ve onun uzantıları, Müslümanları ve İslam ülkelerini “yumuşak lokma” haline getirmek gayesiyle “lıght (ılımlı) İslam” vb. projeleri uygulamaya koymaya ve bunun için coğrafyaları, kültürleri, halkları, eğitim ve öğretim sistemlerini, siyaseti, medyayı, ekonomiyi içini boşaltarak yeniden dizayn etmeye çalışıyorlar. Ve Müslümanlar asıllarından yani İslam’ın ahlakından, ibadetinden, hukukundan, edebinden, kardeşliğinden, müslümanca düşünmek ve müslümanca yaşamak bilincinden uzaklaştıkça da Batı Emperyalizmi zulümde ve vahşette başarılı oluyor, maalesef. Batı’nın ise en belirgin özelliği emperyalizm’dir. İnsanı maddeye kul yapmak, esir etmek, yer altı ve yer üstü kaynaklarını, kültürleri ve dahi insanlığı sömürmek ama hep sömürmektir. 56 İslam ise, onurlu, şahsiyetli ve özgür fertler ve toplum tesis eder. Allah’a kulluk en büyük özgürlüktür. Müslüman ne zulmeder ne de zulme uğrar. Daha fazla sömürülmemek ve ezilmemek için yapılacak şey, yıkıldığımız yerden ayağa kalkmaktır, birlik ve beraberliğe, sevgi ve kardeşliğe, iyilik ve hayra, namaza ve duaya, nezaket ve güleryüze, sadaka ve infaka, adalet ve dürüstlüğe, ilim ve ahlaka, Kur’an’a- İslam’a dönmektir. O halde kurtuluş, İslam’dan başka bir şeyde aranmamalıdır. Rabbimiz şöyle ferman ediyor: "KİM, İSLAM’DAN BAŞKA BİR DİN ARARSA, ONUN DİNİ ASLA KABUL EDİLMEYECEK VE O, AHİRETTE BÜYÜK ZARARA UĞRAYACAKTIR” (Âl-i İmrân, 3/85) , “Kim, kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber'e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.” (Nisa,115) Yine Ebu Sa'îd (radıyallahu anh)’den; "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: "KİM, RAB OLARAK ALLAH’I, DİN OLARAK İSLAM’I, RASUL OLARAK HZ. MUHAMMED’İ SEÇTİM (kabul edip, tabi oldum) DERSE CENNET ONA VACİP OLUR.” (Ebu Dâvud, Salât) HAYAT, ANCAK GÜZEL AHLÂKLA GÜZELLEŞİR Kardeşim; - “Emrolunduğun gibi Dosdoğru Ol” (Hud Su- resi) - “Yalandan sakının, çünkü yalancılık insanı kötülüğe, kötülükte cehenneme götürür…” (Buhari) "Kitap ehli: " Yahudi ve hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız" dediler. Ey Muhammed! De ki: "Hayır, biz bâtılı bırakıp, hakka yönelen İbrahim'in dinine uyarız. O, Allah'a ortak koşanlardan değildi" - “Hile yapıp, aldatan bizden değildir.” - Daima verdiğin sözde dur, sözüne sadık ol, vefalı ol, çalışkan ol, tembel olma. - Emaneti koru, emanete ihanet etme, unutma can, mal, evlat, aile, dünya, çevre hepsi emanet… - İyilerle ve iyiliklerle beraber ol, - İyilik ve hayır için çalış, koştur. - Her zaman doğrudan ve haklıdan yana ol, mazlumu koru. - Zalimi destekleme, işbirlikçilik yapma. - Kötülüklere yaklaşma, kötülüklere engel ol, arkadaşını ve çevreni de bu konuda uyar, uyandır - Açık sözlü, tevazu sahibi, dürüst, samimi, sevgi dolu, tatlı sözlü, güleryüzlü, vefalı, cömert olmak aklın, vicdanın ve İslam’ın beğendiği güzel ahlaktandır, bunlara sarıl, sakın güzel ahlakı bırakma. - Dedikodu, gıybet, gösteriş, iki yüzlülük, yalakalık, yalan, hile, hırsızlık, kıskançlık, iftira, büyüklenmek, başkalarını hor görmek, alay etmek, kötü zanda bulunmak, insanların özel hayatlarıyla ilgilenmek, saygısızlık, kul hakkı yemek, öfkelenmek, israf, alkollu içki kullanmak, kumar oynamak aklınvicdanın ve İslam’ın kabul etmediği kötü davranışlardır, bu kötü davranışlardan şiddetle kaçın… - "İyilik güzel ahlâktır; fenalık da, kalbin yatışmadığı ve halkın duymasını hoş görmediğin şeydir." - "İnsanların en hayırlısı ahlâkça en güzel olanıdır." - "Kıyâmet günü müminin mîzanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz ve her halde Allah, çirkin ve kötü sözlü kimseyi sevmez. " - "İmânı en olgun kimseler, en güzel ahlâklılardır. En hayırlılarınız, kadınlarına hayırlı olanlardır." - "Bir mümin güzel ahlâkıyla gece ibâdet eden, gündüz oruç tutan kimselerin derecelerine erişir.", - "Güzel ahlâk güler yüz hayırlı işlerde el açıklığı, bir de kimseye eziyet etmemektir. " - "Kendinizden aşağı olana bakın. Sizden daha üstün olana bakmayın. Çünkü bu türlü hareket Allah'ın size olan nimetini küçümsememeniz için daha uygundur." - "Biriniz mal ve yaratılış (hilkât)ça kendinden üstün birini gördü mü, kendinden aşağı olana bakıversin." (Buhârî, Rikâk, 30; Müslim, Zühd, 8; Tirmizî, Libas, 38) - Nevvâs b. Sem'ân (r.a.) Allah Rasûlü'ne birr ve ism'in anlamını sormuş, o, şu cevabı vermiştir: "Birr, ahlâk güzelliğidir. İsm ise, kalbini rahatsız eden ve başkalarının bilmesini istemediğin şeylerdir." Vesselam. 57 Ağustos 2009 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL ŞEHZADE İLE ARKADAŞLARI Anlatırlar ki; dört kişi arkadaş oldular bir yolda: biri şehzade, ikincisi tacir oğlu, üçüncüsü yakışıklı bir asilzade dördüncüsü bir çiftçi oğluydu. Hepsi de ihtiyaç halindeydiler, gurbet elin sıkıntısı bunları sarmış, büyük zarara uğramışlar, elbiselerinden başka bir şey kalmamıştı üzerlerinde.. Yolda yürürken durumlarını düşünüyorlardı. Herkes kendi bildiğince düşünüyor, kendi karakterine uygun bir çözüm sunuyordu. Şehzade dedi ki: —Dünyanın her işi kaza ve kader iledir. İnsana ne takdir edilmişse o gelir başına kaza ve kadere sabretmek ve neticeyi beklemek en hayırlısıdır. Tacir oğlu: —Akıl her şeyden üstündür! Asilzade: —Güzellik, söylenen şeylerden de üstündür. Çiftçi oğlu: —Bir işte çalışmaktan daha üstün bir şey yoktur dünyada! Neyse, bu dört arkadaş Mıtrûn kentine yaklaşınca bir kenara oturup istişare ettiler ve çiftçinin oğluna: —Haydi git, çalış da bu günümüzün rızkını getir yanımıza! dediler. Çiftçi oğlu kalkıp gitti; bir araştırma yaptı, tek başına dört kişinin yiyeceğini sağlayacağı bir iş var mı diye. Herkes ona "bu şehirde en kıymetli iş odunculuktur!" dedi. Odun şehirden üç mil ötedeydi. Çiftçi oğlu gitti bir yük odun yaptı, şehre getirip sattı bir dirheme; onunla yiyecek satınaldı ve şehrin kapısına şöyle yazdı: "İnsanın bir gün boyunca durmadan çalışması bir dirhem ediyor!" sonra aldığı yiyecekleri arkadaşlarına götürdü, beraberce yediler. Ağustos 2009 Ertesi gün dediler ki: —Bu gün "güzellikten daha değerli bir şey yok" diyen devralsın nöbeti! Asilzade şehre doğru yola çıktı, kendi kendine şöyle düşünüyordu: "Ben hiç bir şeyi beceremem! Bilmiyorum niye gireceğim bu şehre?" Ama arkadaşlarının yanına yiyeceksiz dönmekten utandı, onlardan ayrılmasına üzüldü. Epey bir yürüdükten sonra durdu, sırtını bir ağaca dayayıp uyuya kaldı. Şehrin ayan tabakasından birinin hanımı ona rastladı, yakışıklılığına hayran kaldı. Cariyesini salarak onu yanına getirmesini emretti. Câriye delikanlının yanına vardı, hanımına gelmesi için kendisini takip etmesini söyledi ona. Delikanlı tüm gününü bu zengin hâtûnun yanında neşeli bir şekilde geçirdi.Akşamleyin kadın ona beşyüz dirhem verdi! Asilzade oradan çıktı, şehrin kapısına: "Burada güzelim bir gün, beş yüz dirhem ediyor" diye yazdı. Paralan arkadaşlarına getirdi. Üçüncü gün şehre tacir oğlunu saldılar: — Haydi sen de iddia ettiğin gibi aklınla ve ticâretinle günümüz için bir şeyler ara! Tâciroğlu çıktı: yürüdü, yürüdü nihayet rıhtımda içi mallarla dolu bir ticâret gemisi gördü. O sırada bir grup tacir mallan satın almak amacıyla gemiye çıkmış istişare ediyorlardı bir köşede. Birbirlerine dediler ki: — Bugün dönelim, hiç bir şey almayalım! İyice değeri düşsün bu malların! Böylece ucuza satarlar. Gerçi mutlaka alacağız, ihtiyacımız var bu mallara ama elbirliğiyle ucuzlaştırsak iyi kâr ederiz! Uzaktan bunu işiten tâciroğlu yolunu değiştirdi, geminin sahiplerine geldi. Gemideki tüm malları veresiye olarak yüz altına satın aldı! Sonra 58 malı başka bir kente taşıyacak bir tâcirmiş gibi gösterdi kendini.Öteki tacirler bu haberi alınca, malın ellerinden gitmesinden korktular, onun satın aldığı malı bin dirhem kâr bırakarak ondan satın aldılar! 100 altın bir dirhem ödediler. Bizim tacir oğlu gemi sahiplerine parayı ödedi, öteki tacirleri gemi sahiplerine havale etti, eldeki kârı alıp arkadaşlarına döndü ve kent kapısına şöyle yazdı. "Bir günün aklî bedeli, bin dirhemdir." Dördüncü gün şehzadeye dediler ki: —Haydi koş, kaza ve kaderinle çalış bize! Şehzade yürüyerek kent kapısına vardı. Orada bir peykeye oturdu. O bölgenin hükümdarı ölmüş, geriye ne çocuk ne de akraba bırakmıştı. Hükümdarın cenazesinde herkes bizimkinin önünden geçti. Bunca kederli insan arasında onun sükûneti herkesi şaşırtmıştı. Kapıcı onu azarladı: —Sen kimsin alçak herif? Bakıyorum hükümdarımızın ölümüne üzülmüyorsun, burada öylece duruyorsun?Bu laflardan sonra kapıdan kovdu onu. Kalabalık gidince şehzade tekrar geldi ve aynı yere oturdu. Cemaat hükümdarı defnedip dönünce kapıcı onu yine gördü, öfkeyle bağırdı: —Bak, bak... Ben sana buraya oturmanı yasaklamadım mı? Onu kıskıvrak yakalayan kapıcı durmadı, hapse attı! Ertesi gün kent halkı kimi başa geçireceklerini konuşmak üzere toplandılar. Ama her biri tahta göz diktiği için anlaşamadılar. O zaman kapıdaki görevli dedi ki: —Dün bizim kederimize katılmayan birini gördüm! Şu kapının ya- nında oturan o delikanlıya ne söylediysem cevap vermedi. Ben de kapıdan kovdum. Döndüğümde o yine orada oturuyordu. Onu casus sandığım için zindana attım. Kentin ileri gelenleri adam saldılar, şehzadeyi getirdiler; niye şehre geldiğini sordular. O da anlattı: —Ben Fevîran hükümdarının oğluyum. Babam ölünce kardeşim üstün çıktı bana... Ben de canımı kurtarmak için kaçtım. Nihayet bu ormana geldim. Delikanlı kendisiyle ilgili şeyleri anlatırken kalabalık arasından evvelce onun babasının ülkesine gidip gelenler tanımaya başladılar onu, babasının iyiliklerini anlatarak övdüler ve ayan takımı bu delikanlıyı hükümdar yaptı kente! Memleket halkının bir âdeti vardı. Başlarına geçen hükümdarı beyaz bir file bindirip kent etrafında dolaştırırlardı. Ona da bunu yaptılar. Delikanlı kent kapısına geldikte şöyle yazdırdı: "Çalışmak, güzellik ve akıl... Dünyada hayır ve şer olsun, insanın başına ne gelirse ancak ve ancak Allah'ın izni, kaderi ve kazası iledir. Bu hakikat Hak Teâlâ'nın bana yaptığı ihsanda da açıkça görülmüştür." Böylece yeni hükümdar, divânına gitti; tahtına kuruldu; eski arkadaşlarına adam gönderdi. Hepsine görev verdi: akıllı tacir oğlunu vezir yaptı, rençber oğluna toprak verdi, yakışıklı asilzadeye de epey mal verdikten sonra oradaki kadınların kalbini çalmasın diye sürgüne gönderdi! Sonra ülkesinin akıllı adamlarını topladı ve bir nutuk çekti: — Benim dostlarım, Hak Teâlâ'nın, kendilerine lütfettiği kazancın ve hayrın ancak bir kaza ve kader ile gerçekleştiğini kesin olarak anladılar. Sizin de bunu bilmenizi ve inanmanızı istiyorum: Rabbimin bana bahşettiği her şey kader ile- dir. Ne güzellik ne akıl, ne de çalışmakla oldu bunlar. Kardeşim beni kovduğu zaman böyle bir tahta oturmak bir yana doğru dürüst hayâtımı kazanacağımdan dahi emin değildim! Hele burada olmak hiç aklıma gelmedi. Çünkü bu ülkede benden daha güzel, daha yakışıklı, daha akıllı, daha çalışkan kimseler gördüm. Rabbimin evvelce verdiği kaza (hüküm) beni şevketti yücelik yoluna, kaderim sayesinde. O toplantıda yaşlı bir adam da vardı. Ayağa kalkıp dedi ki: —Sen aklın ve hikmetin gerektirdiği sözü söylüyorsun! Seni buraya getiren aklının kemâli ve samimiyetidir. Hakkında zannettiğimiz hususlar hakikat oldu, sana bağladığımız ümitleri boşa çıkarmadın. Anlattığına inandık ve sana güvendik. Allah'ın verdiği akıl ve ileri görüşlülük sayesinde hükümdarlığa layık oldun. Dünya ve âhirette en bahtiyar kişi, Hak Teâlâ'nın akıl ve basiret ihsan ettiği kişidir. Hükümdarımız vefat edince Rabbimiz bize büyük bir lûtufta bulunarak seni çıkardı karşımıza! Sonra bir gezgin ihtiyar kalktı, Allah'a hamdetti ve dedi ki: —Ben seyehatlarıma başlamadan önce eşraf takımından birine hizmetçi idim. Dünyayı terketme, zühde yönelme meyli doğdu bende ve o adamdan ayrıldım. O bana ücret olarak iki altın vermişti. Birini fakire vermek, diğerini kendime ayırmak istedim. Böylece çarşıya indim. Avcılardan biri çıktı karşıma. Elinde bir çift tavus kuşu vardı. Onunla pazarlığa oturdum. İki altından aşağı inmedi. Bir altına satması için uğraştımsa da kabul etmedi. Kendi kendime: "Birini alıp diğerini bıraksam..." diye düşündüm ama sonra ekledim: "Belki de o iki kuş bir çifttirler, erkek dişi... Onları ayırmış olurum, yazık!" Onlara acıdım, Allah'a te59 vekkül ettim ve iki altına satın aldım ikisini de. Sonra düşündüm: "Bunları bir yerleşim bölgesine salarsam bu açlık ve zafiyetle uçamazlar, mutlaka avlanırlar." Başlarına geleceklerden endişe ettiğim için insanlardan ve binalardan uzak, otu ve ağacı bol bir yere götürdüm kuşları; orada salıverdim. Uçtular ve meyveli bir ağacın üzerine kondular. Ağacın tepesine yerleşince bana teşekkür ettiler, biri diğerine diyordu ki: —Şu seyyah bizi belâdan kurtardı, ölümden döndük... Bize yakışan onu mükâfaatlandırmaktır. Bu ağacın dibinde altın dolu bir çömlek var. Onu gösterelim de alsın değil mi? Ben aşağıdan seslendim: —Siz tuzağı görmediniz ve yakalandınız! Böyle bir haldeyken kimsenin görmediği, gözlerden ırak bir hazîneyi nasıl göstereceksiniz? Kuşlar cevap verdi: —İlâhî kaza vuku bulunca gözler başka yere çevrilir ve perdelenir. Evet kaza bizi perdeledi tuzak esnasında. Ama sen faydalanasın diye de bu hazîneyi göstermişti evvelce bize... Ben durmadım kazdım, altın dolu çömleği çıkardım. Kuşların sıhhati, selâmeti için dua ettim ve şöyle dedim onlara: — Allah'a hamd olsun ki siz havada uçuyorken yerdekini gösterdi size ve bana haber verdiniz bu hazînenin yerini! Kuşlar dediler ki: —Ey akıllı adam! Kaderin her şeye hakim olduğunu ve kimsenin onu asla aşamayacağını bilmez misin? (İhtiyar hikâyesini şöyle toparladı): İşte böyle sultanım... Size gördüğümü haber verdim. Eğer zât-ı âlîleri emrederlerse o serveti oradan çıkarır ve hazînelerine katarım. Hükümdar cevap verdi. —O senindir, hayrını gör! Ağustos 2009 Mehmet Nuri YARDIM Hasan Çelebi: “Hat Sanatı İçin Kültürel Altyapı Şart” “Hüs-ü Hat”, yani “Güzel Yazı”, yani Hat sanatımız bizim zirveyi yakaladığımız bir yerde duruyor. Geçmişten bugüne incelerek süzülen bu seçkin sanat, Türklerin el maharetlerini gösteren biricik uğraş alanımız olmuştur. Osmanlı’dan günümüze bu zarif sanatı daha da mükemmel hale getiren hattatlarımız, dün olduğu gibi bugün de toplumun en çok itibar ettiği sanatkârlar arasında olagelmiştir. Bugün bütün ömrünü Hat sanatına vakfeden değerli bir sanatkârımız var: Hasan Çelebi… Hem ismi, hem de soy ismiyle müsemma bu müstesna sanatkâr, yetiştirdiği talebeler, verdiği eserlerle gönüllerde taht kurmuştur. Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)miz de geçen yıl Şeyhül Hattatîn Hasan Çelebi Hocayı “Klâsik Türk Sanatları” dalında ödüllendirmiştir. Aslında o zaten eserleri ve talebeleriyle hepimizi her zaman müAğustos 2009 60 kâfatlandırıyor. Çocukluğundan beri kâğıtların ve Hat sanatının cazibesine kendisini kaptıran Hasan Çelebi’nin ciddî olarak Hat sanatına merakı köydeki caminin yazılarına ilgi duyması ve taklit etmesiyle başlar. Daha sonra İstanbul’a gelip Halim Özyazıcı, Hamit Aytaç ve Kemal Batanay gibi büyük sanatkârlardan ders alır. Hat’tı bütün çeşitleriyle meşk eder. Sanatı hiç bırakmayan ve halen ders verip talebe yetiştiren Hasan Çelebi’yi Sanatalemi editörleriyle birlikte Üsküdar’daki atölyesinde ziyaret ettik. Mülâkatımız hat sanatına, bu sanatın dünü, bugünü ve yarınına dâir oldu. Severek okuyacağınızı ümit ediyoruz. YARDIM: Hat çalışmalarına ne zaman ve nasıl başladınız? ÇELEBİ: Bu sual bana çok sorulan bir sual, cevap vermesi de zor olan bir sual bu. 1964 senesi bilfiil başlama zamanımdır. Birdenbire başlamıyor, çocukluk yaşlarımda alerjik derecede bir sevgim vardı. Denize atılanbir tahta parçası gibi dalgalar sahile vuruyor vuruyor, nereye gideceği belli olmuyor. Önce hattat Halim Efendi’den ders aldım. Hamit Aytaç beni Hattat Abdülhalim Özyazıcı’ya gönderdi. Topkapı dışında Sabancı Ticaret Merkezi’nin yanında Abdülhalim Bey’in evi vardı. Bağları vardı. Orada ders alıyordum. Eskiden Tercüman gazetesinin olduğu yere yakın bir yerdeydi. O zamanlar Üsküdar’da Şeyh Mustafa Efendi Caimii’nde imam olarak vazifeliydim. Üsküdar’dan Topkapı’ya kadar gidiyordum. Vapurla karşıya geçip oradan çoğunlukla yürüyerek Topkapı’ya, Cevizlibağ’a gidiyordum. Abdülhalim Efendi’nin vefatından sonra bir müddet muallakta kaldım. Ondan sonra tekrar Hamit Aytaç Efendi’den ders almak istedim. Ömer Nasuhi Bilmen’in oğlu Avni Bilmen’e müracaat ettim. Bana “Babamın selâmını söyle seni kabul eder.” dedi. Onun selâmıyla Hamit Bey’den ders almaya başladım. Hattat Hamit Aytaç “Abdülhalim Beyin yolu benim yoludur.” deyip beni öğrenciliğe kabul etti. Aralarında hocalık talebelik ilişkisi olduğu için beni rahatlıkla kabul etti. Onun vefatına kadar hiç ayrılmadık. Ondan sonra da Hat sanatı başımıza kaldı. İyi yaptığımı iddia etmiyorum. Bu işin yeniden canlanması için gayret ediyorum. Nesih ise Kur’an yazılarıdır. Kemal Batanay bana “Sülüsü iyi yazarsan ötekileri de iyi yazarsın.” dedi. Haftada bir gün Kemal Batanay’a gidiyordum. 1966-1974 yılları arasında Kemal Batanay’dan ders aldım. Kemal Batanay’dan Ta’lik ve Rik’a yazısını öğrendim. Kemal Batanay Rik’ayı Karınabadi Hasan Efendi’den öğrenmişti. Son zamanda Muhammed İzzet Efendi’den hat dersleri almıştı. İzzet Efendi’nin yazısına bugün dünyada ulaşılamamıştır. Kemal Batanay onu örnek almıştı. Ta’lik’te ise Hulusi Efendi’den ders almıştı. Biz de ondan bu sanatı meşk ettik. Sekiz sene Kemal Batanay’dan ders aldıktan sonra icazetimi aldım. YARDIM: Üç değerli hattat dışında ders aldığınız hattatlar var mı? ÇELEBİ: Hayır bu üç hocamın dışında başka hocam olmadı. Başkasından ders almadım. YARDIM: Hat sanatımız, niçin İstanbul dışında revaç bulmamıştır? ÇELEBİ: 18 sene Hamit Efendi’den ders aldım. İcazetimi aldıktan sonra fazla yanına gitmedim. Ondan sonra müşkülüm olmadıkça yanına fazla gitmedim. Bazı hususları sormak, fikrini almak üzere yanına gidiyordum. Sonra hocam hastalandı. Haftada bir iki gün ziyaretine gittim. Kendisinin vasiyeti üzerine Karacaahmet’te Şeyh Hamdullah’ın yanına defnettirdik. Karacaahmet’te Dokuzunca Ada’da medfundur. Hattat Hamit Efendi 19 Mayıs 1982 tarihinde vefat etmiştir. Her zaman kabri başında toplanıp kendisini ziyaret ediyor, rahmetle anıyoruz. ÇELEBİ: İstanbul’un dışında o günden bugüne hattat yetişmedi. Bulgaristan’da bazı yerlerde hattat yetişse de İstanbul’un dışında hattat yetişmedi. Bu sanat İstanbul’da neşv-u nema bulmuştur. Sebebi ise İstanbul’un havasının buna müsait olmasıdır. Burada haftada bir mürekkebi ayarlama ihtiyacı hissediyoruz. Bu, İstanbul dışında her gün yenilenmek zorundadır. İstanbul'un havası Hat sanatı için müsait olduğu için bu sanat İstanbul dışında bu kadar gelişmemiştir. Meselâ Hat kalemi (kamış) İstanbul'da dayanırken Erzurum'un havasına dayanamayıp çatlamaktadır. Eskiden İran’da güzel Hat kalemleri oluyordu. Çeşitli sebeplerden dolayı oradan kalem getiremiyorduk. Şimdi ise giden gelen dostlarımızla oradan sipariş edebiliyoruz. Hat sanatını icra etmek için kültürel altyapının da müsait olması gerekiyor. İstanbul bu iş için müsait bir zemin çünkü adım başı bir kültür hazinesiyle karşılaşıyorsunuz. Bu anlamda her tarafı bir müze gibi diyebiliriz. Bu da bizim sanatımızı besleyen bir unsur haliyle... YARDIM: Hamit Hoca’nın dışında Kemal Batanay’dan da ders aldığınız sanırım? YARDIM: Niçin Mısır'da Arabistan'da değil de bu sanat İstanbul'da zirveye ulaştı? ÇELEBİ: Hamit Bey’den Sülüs ve Nesih yazıları öğrendim. Sülüs yazı camilerdeki yazılardır. ÇELEBİ: Osmanlı bütün hizmetleri ibadet saymıştır. Sanatı icra ederken ibadet şuuruyla icra YARDIM: Hamit Hoca ile kaç sene birlikte çalıştınız? 61 Ağustos 2009 kadar iyi değilim. Biraz da bu işlerde marifet iltifata tabi oluyor galiba. YARDIM: Sizin özel bir besmeleniz olduğunu duyduk bize, bundan bahseder misiniz? ÇELEBİ: Benim Divanî olarak yaptığım özel bir besmelem var. YARDIM: Hep hocalarınızdan bahsettik bize biraz da öğrencilerinizden bahseder misiniz? Kimler var meselâ? etmiştir. Onun için de bu sanat bizde tekamül etmiştir. Araplarda bu yoktur. Biz bu işin snata yönünü ibadet aşkıyla önemsemişiz. Kemmiyet keyfiyet meselesi yani onlar işin sanat yönüne bakmıyor. İRCİCA'nın düzenlediği müsabakalarda da gördük ki biz bu işi önemsiyoruz. Türk sanatkarlar hep bir adım önde gitmektedir. Osmanlı'da hattatlar bu işi ibadet neşvesiyle yaptıkları için de bizde bu sanat zirveye ulaştı. O zamanın hattatlarından en az yazanı 10 tane Kur’an-ı Kerim yazmıştı meselâ... Matbaanın olmadığı zamanlarda Kur’an ve diğer dinî eserler hep elde yazıldığı için hattatlık önemli bir uğraştı. İnsanlar hem ibadet ettiklerini hem de çalışıp maişet temin ettiklerini düşünüyordu. Daha sonra 1928 harf inkılabından sonra bir kalemde 350 tane hattatın dükkan kapattığını bir düşünün Bu durum hat sanatını kısa bir dönem de olsa akamete uğratmıştır. Arada bir fetret dönemi yaşanmış olsa da şimdi Allah'a şükür bu sant ölmedi ve hala canlılığını muhafaza ediyor. YARDIM: Siz bütün türlerde yazıyor musunuz? Özellikle tercih ettiğiniz belli bir tür var mı? ÇELEBİ: Normalde hat sanatı altı kalemdir. Sülüs, Nesih, Ta’lik, Rik’a, Divanî ve Celi divanî olmak üzere... Ben bunların ilk dördünü hocalarımdan talim ettim. Son ikisi Divanî ve Celi Divanî dediğimiz türlerse bakarak yapılan türlerdir. YARDIM: En çok hangi türlerde çalıştınız? ÇELEBİ: Sülüs en çok talim ettiğim türdür. İnsanlar daha çok dekoratif işlere rağbet ediyor. Ben de onun için Sülüs yazılara rağbet ettim. Rik’a’da o Ağustos 2009 ÇELEBİ: Benim esas eserlerim öğrencilerimdir. Dünyanın dört bir tarafına dağılmış talebelerim var. Japonya’dan Amerika’ya kadar dağılan bu öğrencilerim bu sanatı tüm dünyaya yayıyorlar şimdi. 27si Türkiye’den olmak üzere 60 tane talebeme icazetim var. İlk aklıma gelen Davut Pektaş, Ferhat Kurlu ve Efdalettin Kılıç sayabileceğim talebelerimdir. YARDIM: Hat sanatıan büyük bir alaka var. Keyfiyet olarak nasıl gelecek adına ümitvar mısınız? ÇELEBİ: Artık bu iş ölmekten kurtuldu. İnsanlar işin ciddiyetini anladılar. Marifet iltifata tabi dedik ya. Bir fetret devri atlatıldı. Zor dönemleri atlattık elhamdülillah. Gençlik cesur ve bu işe sahip çıkıyor. Bu gün de artık bu iş para ediyor. Sanatkâr işten beslendikçe verimli de oluyor bana göre. Bir diğer önemli nokta ise Avrupalı henüz bu işe nüfuz edemedi. Onun nüfuz ettiği her şeyi bozduğunu bildiğim için şükrediyorum ki Hat sanatımıza müdahale edemedi. Onun için de bu sanat bu zamana kadar bikrini muhafaza etti. Hattın orijinal mürekkebi var kalemi var işçiliği var. Avrupalı kendi boyasını buna katmış olsaydı mutlaka bu sanatı iğfal ederdi. YARDIM: Üniversiteler hat sanatına nasıl bakıyor? ÇELEBİ: Dört dörtlük olmasa da yeni yeni kıpırdanmalar var. Sahip çıkmaya başladılar ama yeterli delil tabi. Hat sanatı adına güzel işler oluyor inşallah bundan sonra da olacak. Bu işe gönül vermek lazım. yoksa haftada bir saat ders görmekle olacak iş değil bu. 62 YARDIM: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. ÇELEBİ: Ben teşekkür ederim. HAT SANATINI YAŞATIYOR Hasan Çelebi, 1937 yılında Erzurum'un Oltu ilçesinin İnci köyünde dünyaya geldi. Babası Tahsin Efendi, annesi Sakine Hanım’dır. Çocukluğu yokluk ve sıkıntı içinde geçen Çelebi, okul çağına geldiğinde ise II. Dünya Savaşı başlar ve Türkiye bir buhranla karşı karşıya kalır. Anadolu'nun bir çok yerinde olduğu gibi İnci köyünde de okul ve öğretmen yoktur. İlim ve irfan sahibi bir şahsiyet olan Yusuf Altaş, o dönemde yayımlanan Köroğlu ve Köylü gazetelerini muntazaman köye getirip halk istifade etsin diye meydanda duvarlara asmaktadır. Kâğıda ve kaleme karşı aşırı bir sevgisi olan Çelebi, bu gazeteler vasıtasıyla kendi gayretleriyle okumayı öğrenir. 1946’nın Ocak ayında ilk defa köyde “hafızlık cemiyeti” tertip edilir. Altı çocuk, Kur'an-ı Kerim’i ezberlemiş, onlara köyde büyük bir kutlama yapılmıştır. Okula gidemeyen Çelebi, bu merasimden çok etkilenir ve dayısından Kuran-ı Kerim öğrenmeye ve hâfızlığa başlar. Çelebi, Kur'an ilimlerini tahsil maksadıyla 1954’te İstanbul’a gelir. Bir hemşerisi vasıtasıyla Üçbaş Medresesi'ne yerleştirilir. Burada 6 ay boyunca Arapça ve din derslerine devam eder. Oradan da Üsküdar Çinili Medresesi'ne naklolur. 15 Mayıs 1956'dan itibaren de Mihrimah (İskele) Camii'inde müezzin olarak görev yapmaya başlar. 1957-58 yıllarında askerlik vazifesini ifa eder. Askerlik dönüşü bir süre Mehmet Nasuhi Camii’inde imamlık yapar. 27 Mayıs 1960 ihtilaliyle birlikte üç yıl İstanbul’dan ayrı kalır. Bu süre zarfında Artvin’in Yusufeli ilçesinde müezzin olarak bulunur. Müezzinlik yaptığı sırada Müftü Hâfız Bekir Efendi’yle tanışır. Bu karşılaşma Çelebi’nin yeniden İstanbul’a dönmesini sağlayacaktır. Bekir Efendi aracılığıyla Hasan Çelebi, 15 Ağustos 1963 yılında Üsküdar Sultan Tepesi Mehmet Said Efendi Camii’ne imam tayin edilir. 1964'te Şeyh Camii’ne, 1974 senesinde de Fıstıkağacı Selami Ali Camii’ne naklolur. 1987'de emekliye ayrılır. İstanbul'a tekrar döndükten sonra görev yaptığı Sultantepe'de taş ustası Yusuf Efendi ile tanışır. Bu tanışma Çelebi'nin hayatında yeni bir sayfa açar. Yusuf Efendi vasıtasıyla Hattat Hamit Aytaç’la (1891-1982) görüşür ve Hamid Bey’e kendisine hat dersi verip veremeyeceğini sorar. Hamit Bey de ce- vaben "Görüyorsun çok meşgulum, ama benim talebem Halim var, ona git o öğretir” der. Hasan Çelebi bu tavsiye üzerine Topkapı dışında Çırpıcı Çayırı'nda oturan Hattat Halim Özyazıcı’dan (1898-1964) meşke başlar. Bu onun hat sanatıyla olan serüveninin başlangıcıdır. Dört ay sonra Halim Bey bir trafik kazasında hayatını kaybeder. Dört aylık bir dersin sonunda hocasını kaybeden Hasan Çelebi ne yapacağını bilmez bir halde ortada kalmıştır. Tekrar Hamid Bey’e gitmeye cesareti yoktur, çünkü ilk teklifinde reddedilmiştir. Bu esnada Diyanet eski Reisi Ömer Nasuhi Bilmen’in oğlu Avni Bilmen'le karşılaşır. Üzüntüsünü ona anlatır. Avni Bilmen, Hamid Bey’e gitme konusunda Çelebi’yi cesaretlendirir. Hamid Bey’e gidip kendisinin selâmını götürmesini ve talebini yinelemesini söyler. Çelebi o şevkle bir daha Hamid Bey’in huzuuna çıkar ve bu sefer derse kabul edilir. 6 yıllık bir çalışmanın sonunda Hamid Bey’den icazet alır. 14 Ekim 1964’te başlayan bu birliktelik Hamid Bey’in vefatına kadar 18 yıl devam eder. Çelebi’nin ikinci bir icazeti daha vardır. Çelebi, Hamit Aytaç’dan sülüs neshi meşkettiği sırada; 1966 senesinde merhum Kemal Batanay’la tanışmış ve ondan da ta’lik ve rik’a dersleri almaya başlamıştır. Batanay; mutedil, halim selim, geleni geri çevirmeyen, mütevazı bir kişiliğe sahiptir. Çelebi’nin talebelik arzusunu geri çevirmemiş, hemen kabul etmiştir. Aynı zamanda hâfız, tanburî ve bestekâr da olan Batanay, Galata Mevlenihanesi’nde yedi yıl cuma imamlığı ve na’athanlık yapmıştır. Çok sayıda klâsik besteleri mevcuttur. Vakit namazlarını dahi hatimle kılacak derecede ileri bir hâfızlığı vardır. Hasan Çelebi, 1975 senesinde Ta’lik yazının üstadlarından Veliyyüddin Efendi’nin bir Ta’lik kıtasını takliden yazıp Kemal Batanay’dan icazetini alır. 63 Ağustos 2009 Ayşe BAĞCİVAN SİZE MUTLULUK YAKIŞIR Biz kadınlar bazen hayatı kendimize ve ne yazık ki etrafımızdaki bireylere çekilmez hale getiriyoruz. Oysa öyle olsun istemedik hiçbir zaman. Yani ne kendimizi üzmek nede etrafımızdakileri… Lakin oluyor işte bazen istemesek de sonra çok pişman olsak da oluyor yinede… Belkide fıtratımız böyle. Belkide hep etrafımızdakiler yüzünden Belkide onlar bizi mecbur bırakıyor… Ne çok “Belkide “sıraladık. Hayır, asıl olan böyle değil. Bunlar bizim bahanelerimiz sadece. Duymak istediğimiz kelimeler. Hayat bu imtihanlar dünyası. Bazen evliliklerimiz çıkmaza girer, bazen eşimizin bizi sevmediğini düşünürüz, bazen ilgisizlikten şikâyet ederiz, bezende evde ki işlerimizden. Ancak eğer gerçekten mutlu bir evliliğimizin olmasını istiyorsak ki size mutluluk yakışır o zaman evliliğimizi tekrardan ilk Ağustos 2009 64 günkü hale getirelim. Evimizi Cennete çevirelim. Nasıl mı? SEVGİ… Sevgi, aile mutluluğumuzu besleyen ana damarımızdır. Bu damarın tıkanması durumunda aile hayatımız tehlikeye girer. Sevgide daim olmak için ona kutsallık atfetmek gerekir. Eşimize muhabbetle bakmalı güzel sözlerde bulunarak ona ne kadar değer verdiğimizi belli etmeliyiz. Böyle olunca o da, aynen hatta daha fazlasıyla mukabelede bulunur. Yeri geldiğinde özür dilemeyi bilmeli eşimize bunu sadece söz ile değil hoş hediyelerle göstermeliyiz. Sevgimizi her an ve her gün dimdik tutmalıyız. Yemekler yapmalıyız mesela ancak görevimiz olduğu için ya da yapmak zorunda olduğumuz için değil sevgi ile baktığımız eşimiz için. Yalnızca ona özel hayat arkadaşımıza en kötü günlerde bir tek yanımızda onu bulduğumuz sevgili eşimiz için. Üstelik sadece sevdiği yemekleri de değil hiç bilmediği daha önce hiç tatmadığı yemekleri yapmalıyız. Kendimize, eşimizin nasıl davranmasını istiyorsak öyle davranmalıyız. Yani önce kendimize biz değer vermeliyiz ki eşimizden de aynı değeri bekleyelim. Narin ve alıngan olduğumuzu önce biz kabul edelim ki sonra o kabullensin. Efendimizin hadisinde belirttiği gibi “şüphesiz kadın, erkeğinin şakayıdır” yani gelinciğidir. Hani şu çok narin nahif ve zarif olan çiçek. Bildiğiniz gibi gelincik çiçeğini dalından koparıldığında hemen yapraklarını salıverir. Canlılığını ve güzelliğini yitirir. Yapraklarından birini kopardığında diğer yaprakları kendini bırakır sarkar. Elinizle yapraklarından birine vurduğunuzda zedelenir solmaya yüz tutar. En küçük şiddet ve sarsıntıda bile yara alıp zedelenen bu çiçeğin kadına benzetilmesi özelliklede erkeği tamamlayan eş olarak nitelendirilmesi elbette ki çok mesaj doludur. Erkekler söyleyecekleri her kötü sözde ya da kıracakları her kötü davranışta eşlerinin bir gelincik misali yapraklarını solduracaklarını bilmeli ve ona göre uygun muamelede bulunmalıdırlar. Sevdiğinizi dile getirmekten çekinmeyin. Karşınızdaki bir ömürü paylaştığınız eşiniz. Sürekli dile getirin bu sihirli kelimeleri. Eşinizi anlayabilmek için gayret edin, sürekli anlaşılmak için beklemeyin. Eşinizin hasassiyetlerini dikkate alın. Siz sevginizi tüm gücüyle yansıttığınızda izdüşümlerini mutlaka görürsünüz….. SABIR… Evlilik hayatı bazen engebeli yokuşlarla dolu bir yol, bazen de iki yanı ağaçlarla kaplı dümdüz yürüdükçe yürünen bir yoldur. Öyle ise yokuşlarla karşılaşınca “ben bu yokuşu çıkamam”demeyin. Bu yokuşlar sabredene cennetin anahtarıdır. Âlemler sultanı Efendimiz şöyle buyurmaktadır “Huysuz bir kocanın kahrına sabreden bir kadına Cenab-ı Allah tarafından, Firavun’un eşi Asiye’ye verilen ecrin bir benzeri verilir. Buna karşın huysuz eşine sabreden erkeğe de Eyüp Aleyhisselam’a verilen ecrin bir benzeri verilir.”Yeter ki sabredin hem en ideal bir yuvada bile bazı olumsuzluklar yaşanabilir. Ancak sabredipte halledilmeyecek hiçbir şey yoktur. Hayatın yaşanır olabilmesi için evliliğimizde mutlu olabilmemiz için sabırlı olmak gerekiyor. Bir baba ile kızı dertleşiyormuş. Kız babasına, çok sıkıntı çektiğinden, sorunlarla baş edemediğinden bahsetmiş. Babası kızını dinlemiş, dinlemiş ve “Gel, sana bir şey göstereceğim!” diye kızını mutfağa götürmüş. Ünlü bir aşçı olan baba, ocağa üç tane eşit büyüklükte kap koymuş, üçüne de eşit su koymuş ve üçünün de altını aynı miktarda yakmış. Ve birinci kaba bir havuç, diğerine bir adet yumurta, diğerine ise bir avuç çekilmemiş kahve çekirdeği koymuş. Ve her üçünü de tam yirmi dakika pişirmiş. Daha sonra ateşi kesmiş. Sonra masaya iki tane tabak bir tane de boş bardak koymuş. İlk önce haşlanmış havucu alıp bir tabağa koymuş. Sonra pişmiş yumurtayı diğer tabağa koymuş. Sonra da suya iyice sinmiş ve tam kıvamında kahve görüntüsü olan kahveyi de alıp bir bardağa boşalttıktan sonra kızına dönerek, – Kızım ne görüyorsun? Kızı ; – Havuç, yumurta ve kahve. 65 Ağustos 2009 Kızını masaya iyice yaklaştıran baba bunlara daha yakından bakmasını istemiş. Kızının şaşkınlığını gören baba, anlatmasına devam etmiş: – Havuç haşlandığı için yumuşak bir hal aldı. Yumurta, artık pişmekten içi katılaşmış sert bir hale geldi. Kahve ise, (bir yudum alarak) harika olmuş. Tadı da çok hoş. Kız, iyice şaşırarak; – Baba, bunu bana niçin gösteriyorsun?”diye sormuş. “Bak” demiş babası, – Hepsi aynı şekil kapta, aynı sıcaklıkta, aynı dakika pişti. Fakat hepsi bu etkiye farklı tepki verdiler. Havuç ilk başta sertti, güçlü idi; ama kaynatılınca yumuşadı, güçsüzleşti, çözüldü. Yumurta çok kırılgandı, hafifçe dokunsan çatlayabilirdi; ama kaynatılınca içi sertleşti, hatta katılaştı. Bir avuç çekilmemiş kahve ise yine sertti, hepsi birbirine benziyordu. Fakat ısıtılınca ne oldu; bu kahve çekirdekleri, ısındılar, gevşediler ve içinde oldukları suya yayıldılar. Koku yaydılar, tadı yaydılar ve suyu “eşsiz tad”da bir kahveye çevirdiler.”Ve kızına, Ağustos 2009 – Kızım sen hangisisin? Diye sormuş adam. – Zorluklarla karşılaştığın zaman nasıl tepki gösteriyorsun? Havuç gibi sıkıntılara, problemlere rastgelince çözülüyor musun, benliğini koruyamıyor musun? Yoksa yumurta gibi katılaşıyor, başta kendin olmak üzere kimseye faydan dokunmuyor mu? Yoksa sen kahve misin? Kendini bitirmek uğruna, kendini ateşe atma pahasına diğer insanlara mutluluk veren, huzur veren, ağızlarına lezzet veren bir sevgi kaynağı mısın? Karar ver yavrucuğum ve bence sen bir kahve ol hayatta. Kahve bulunduğu çevreyi değiştirir, mutluluk soluklarını etrafına yayar. Gerçekten de öyle yani eğer bir insan her zaman mutlu ise bu durum karşısındaki kişiyi de etkiler. Ne dersiniz sizce evlilik hayatında ne olunmalı? Sabrın; ecrini ve mükâfatını düşünüp, hayatın tüm güzelliklerini eşinizle birlikte tatmak, ömür boyu mutlu olmak için “KAHVE” olunmalı… 66 Mazlumların Feryadı Mazlum diyarlardan gelmekte, sesim, Onlar birleştiler bizse ayrıldık, Canlar parça parça susuz nefesim, Onlar güçlendiler bizse dağıldık, Acıyla gözyaşı hep oldu dersim, Onlar çalıştılar bizse âtıldık, Bizleri anlayan olacak mı ki? Gafillere yardım olacak mı ki? Ümmet dağılmış bozulmuş birlik, Zulme uğrayanın çoğu Müslüman İçimize düşmüş nifak ikilik, İşte Çeçenistan ve Afganistan İlahi mesajda birlik ve dirlik, Filistin, Irak, Doğu Türkistan Yürekten hisseden olacak mı ki? Onlar da bağımsız olacak mı ki? Biz ölürken onlar seviniyorlar, Gözler yaşlı, mahzun eller semada Çocuk öldürmekle övünüyorlar, Çığlıklar ne için duyulmamakta Zalimler zalime güveniyorlar Zulme dur diyecek yok mu dünyada? Zulmedenler emin olacak mı ki? Kınamalar çare olacak mı ki? Hani Firavunlar, hani Nemrudlar Gün gelir bu devran tersine döner Hakka savaş açmış hain tağutlar Zalimlerin zulmü mum gibi söner Sakın övünmesin zalim despotlar Mazlumların ahı acısı diner Onlara rahmeden olacak mı ki? Gözlerimiz şahit olacak mı ki? Bu insanlık nice acılar gördü Herkes yaptığından hesap verecek Tarih, acıları toprağa gömdü Mazlumlar cennete elbet girecek Yer gök utancından kızıla döndü Zalimler; zulmünü ikrar edecek Utanmazlar mutlu olacak mı ki? Azapları hafif olacak mı ki? Hata ve yanlışlar çilemiz oldu Güçsüzleri ezmek acep kâr mı ki? Goncalar açmadan dalında soldu Gücüne güvenmek iftihar mı ki? Sırat-ı Müstakim tek doğru yoldu Allah’tan başka galip var mı ki? Gitmeyene huzur olacak mı ki? Ekabirler âbad olacak mı ki? Mustafa AKCAN (Emekli Öğretmen) 67 Ağustos 2009 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com Sevgili arkadaşlar, bu sayımızda sizlerle günde beş vakit namazda yöneldiğimiz Kâbe’yi tanıyacağız. Kâbe’yi kimler inşa etti? Kâbe’nin içinde neler var?... Sizde merak ediyor musunuz? O zaman hemen sayfamızı okumaya başlayabilirsiniz…. KÂBE’NİN KELİME ANLAMI Sözlükte dört köşeli veya küp şeklinde olmak anlamlarındaki kâb kökünden gelen kâbe "Küp şeklinde nesne" demektir. KÂBE’NİN İNŞASI Sevgili arkadaşlar, Kâbe, Mekke'de, Mescid-i Haram'ın yaklaşık olarak merkezinde bulunan namaz kılarken yüzümüzü ve yönümüzü döndüğümüz kutsal bir yapıdır. Hacca gidenler Kâbe’yi tavaf ederler. Kâbe, Kur'an-ı Kerim'de adı geçen tek binadır. İbrahim (a.s.) Mekke'ye, Allah’u Teâlâ’nın, Kâbe'yi inşa emrini yerine getirmek için geldi ve oğlu İsmail'e: "Yavrucuğum, Allah Teâlâ bana bir şey emretti" dedi. Bunun üzerine İsmail: "Rabbin ne emrediyorsa yerine getir babacığım" dedi. İbrahim (a.s.) da ona: "Bu konuda bana yardımcı olur musun?" diye sorunca, İsmail (a.s.): "Elbette olurum babacığım" diye cevap verdi. Bunun üzerine İbrahim (a.s.) yüksek bir yeri işaret ederek: "Allah’u Teâlâ, bana burada bir bina inşa etmemi emretti" dedi. İşte orada Kâbe'nin duvarlarını inşa ettiler. İsmail (a.s.) taş taşıyor, İbrahim (a.s.) da duvarları örüyordu. Duvar insan boyu yükseldiğinde, İsmail (a.s.) getirdiği taşlardan bir merdiven yaptı. İbrahim (a.s.) bu yığın taşların üzerine çıkıp İsmail'in uzattığı taşları örüyor ve şöyle dua ediyorlardı: "Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur, şüphesiz Sen hem işitir, hem bilirsin. Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da Sana teslim olan bir ümmet ver. Bize nasıl ibadet edeceğimizi göster, tevbemizi kabul buyur; çünkü tevbeleri daima kabul eden, merhametli olan sadece Sen'sin. Rabbimiz! İçlerinden, onlara senin ayetlerini okuyan, Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu sen Aziz ve Hakim'sin." Ve sonunda Allah Teâlâ, Kâbe'nin inşasını Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’e nasip etmiştir. Ağustos 2009 68 KÂBE'NİN İÇİNDE NE VAR? Kâbe’nin duvarları siyah taşlardan yapılmıştır. 25 cm yükseklikte ve 30 cm kadar çıkıntılı bir mermer kaide üzerinde bulunmaktadır. Kâbe’nin içinde tavana çıkmak için bir merdiven ve üç ağaç sütun bulunmaktadır. İç duvarlar ve yerler mermerle kaplıdır. Tavanda altın ve gümüş kandiller asılıdır. Yerden 2 metre kadar yükseklikte altın kapısı vardır. KÂBE’NİN FİZİKSEL ÖZELLİKLERİ VE KONUMU Duvarlarında kullanılan taşlar Mekke tepelerindeki granit taşlardır. Tavanı ahşaptandır. Yeryüzünde yapılmış ilk mescit ve ilk binadır. Üzeri altın işlemeli hat yazıları bulunan siyah bir örtü (sitâre) ile örtülüdür. Örtüsü her sene hac mevsiminde yenilenmektedir. Kâbe'nin köşeleri yaklaşık olarak dört ana yönü gösterir. Köşelerden her birinin ayrı ismi vardır. Doğu köşesine "Hacer-i Esved" taşı bulunduğundan aynı isimle veya "Şarki" ismiyle anılır. Kuzey köşesine "Irakî", batı köşesine "Şâmî" ve güney köşesine de "Yemânî" denir. Kâbe'nin yapısı sade fakat heybetlidir. Üzerindeki örtü, ipekli bir kumaştan dokunmuş olup, üzerine Kelime-i Şehadet işlenmiş, çatıya yakın kısmında çevresine altın işlemeli bir şerit geçirilmiş; kemer biçiminde olan bu şeritte de Kur'an ayetleri işlenmiştir. YEMEK ÂDÂBI 1- Tabağımıza yiyebileceğimiz kadar yemek almalıyız. Tabağımıza aldığımız yemekleri bitirmeliyiz. Tabakta bırakılan yemek israf olur. 2- Yemeği ve ekmeği küçük lokmalar halinde yemeliyiz. 3- Yemeğimizi çabuk çabuk yememeliyiz. Lokmaları ağzımızda iyice çiğnedikten sonra yutmalıyız. 4- Ortaya konan yemekleri kendi önümüzden yemeliyiz. Yemeğin üzerine eğilmemeliyiz. 5- Çok sıcak yememeliyiz. Yemeğe üflememeli çünkü nefes alırken oksijen alıp karbondioksik vermekteyiz dolayısıyla üflediğimizde yemeğe karbondioksik üflemiş oluruz buda sağlığa zararlıdır. Yemeğin soğumasını beklemeliyiz. 6- Yemeğe büyükler başladıktan sonra başlamalı. 7- Karnımızı tıka basa doyurmamalıyız. Sevgili peygamberimiz, midemizin sonuna kadar doldurulmamasını tavsiye etmiştir. 8- Yemek seçmemeli, sağlıklı beslenmenin her tür besinden az da olsa yenmesiyle olacağını unutmamalı. Bu yiyecekleri bulamayan insanları düşünmeliyiz. ASLAN FIKRA Temel hayvanat bahçesinde gezerken açık bulduğu bir kafesten içeri dalmış. - Hoop, dur ne yapıyorsun, orası aslan kafesi, diye bağırmışlar. Temel geri dönmüş, - Sanki aslanınızı yedük, demiş. Temel İngiltere’ye gitmiş. Arkadaşları Temel’e: - “ İngilizce bilmezdin İngiltere’de çok sıkıntı çektin mi? ” demişler, Temel:- “Hayır, sıkıntıyı asıl İnciluzler çekti” 69 Ağustos 2009 Hasan BAŞAR DOĞU TÜRKİSTAN’IN SESSİZ ÇIĞLIĞI “Güzel Türkistan sana ne oldu? Seher vaktinde güllerin soldu, Çemenler solmuş kuşlar hem feryat Hepsi mahzun, olmaz mı dil şad? Bilmem niçin kuşlar uçmaz bahçelerinde” ( Abdülhamit Süleyman ÇOLPAN) Çinlilerle Müslüman Uygur Türklerinin mücadelesi asırlara dayanıyor. Nüfus olarak Uygurlardan katbekat üstün olan bu zalim Çin devletiyle yapılan mücadelede ata yurdu kardeşlerimiz çoğu zaman kendisini ezdirmemiştir. Zaman zaman Çin hâkimiyetine girse de varlıklarını devam ettirmeyi başarmışlardır. Hatta bağımsızlığını dahi kazanmıştır. Ta ki Rusya işin içine girginciye kadar. Çin, Doğu Türkistan’la yaptığı mücadeleyi kaybedince Rusya’dan yardım istemiştir. Hem Ruslarla hem de Çinlilerle mücadele etmek zorunda kalan ata yurdu Doğu Türkistan bu mücadeleyi kaybetmiş ve 1949 yılında Çin hâkimiyeti Ağustos 2009 70 altına girmiştir. Yani ata yurdu kardeşlerimiz 60 yıldır zalim Çin devletinin hâkimiyeti altında ölüm kalım mücadelesi vermektedir. Bu mesele Çin devletinin iç meselesi diyecek kadar basit bir mesele değildir. Çünkü Uygurlar, ne Çinlidir ne de isteyerek Çin hâkimiyeti altında bulunmaktadır. Dini, dili ve kültürü ile apayrı bir millettir. Yani Müslüman Türk milletidir. Bugün ki Türk dünyasının ilk ana yurdudur. Ata yurdu Doğu Türkistan, Türk tarihinde önemli yeri bulunana Kağşarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Satık Buğra Han gibi şahsiyetleri yetiştirmiştir. Türk milletinin İslamiyet’le ilk şereflendiği topraktır Doğu Türkistan. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur misali, Doğu Türkistan coğrafi olarak bizden uzakta olunca yaşadığı baskı ve zulümden de bihaberiz. Çin gibi zalim bir milletle tek başına mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bundan dolayı da zaman zaman Türk ve Müslüman dünyasına serzenişte de bulunmuşlardır. yaratmaktadır. Bireylere uygulanan işkencelerden bazıları şunlardır: “Ben kaldım yavru balaban, kanat açamam, Uçam diye davransam bir türlü uçamam, Yön bulduran, yol gösteren can kalmadı; Yavuz düşman koyar mı şimdi beni vurmadan?” ...... “Kardeşim! Sen o yanda, ben bu yanda, Kaygıdan kan yutuyoruz vatanda.” ( Mağcan Cuma BAYULI) — Şal Usulü İşkence: Tahtalardan bir dikdörtgen yapılır. Dikdörtgenin ortasında boğazı sıkacak şekilde bir delik vardır. İşte bu alete şal denir. Bu şal suçlunun boğazına geçirilir. Mahkeme sonunda şal giydirilen mahkûm cezaevine gönderilir. Gündüzleri de boynunda şal olduğu halde sokaklarda teşhir edilir. Yemek verilmez, dilencilik yapmak suretiyle geçinmesi söylenir. Gece ise cezaevine alınır. Fakat yatacağı zaman başını yere koyma imkânı yoktur. Eğer mahkûm dışarıdan para temin Doğu Türkistan’da ki Müslüman Türk kardeşlerimizin nasıl bir zulüm altında olduğunu anlamak için Çinlileri daha yakından tanımamız gerekiyor. Doğu Türkistan’ın bağımsızlığı için mücadele etmiş İsa Yusuf ALPTEKİN bakın Çinliler için ne diyor; “ Çin milleti şövenist, fanatik, insafsız, haris, hilekâr, mütekebbir, pervasız, zalim, gaddar, kelimenin tam anlamıyla emperyalist bir millettir. Dini, dili, âdeti, düşüncesi ve karakteri bakımından hiçbir millete benzemez nevi şahsına münhasır bir millettir. İşte dünya Türklüğünün ana yurdu olan Doğu Türkistan böyle emperyalist bir milletin esareti altındadır. Çin devleti amacına ulaşmak için bireylere ve topluma işkence uygulayarak korku imparatorluğa edebilirse cezaevi müdürüne rüşvet vermek suretiyle sarkık başının altını doldurabilecek tarzda bir yastık temin edebilirdi. Aksi halde mahkûm sabaha kadar acılar içinde kıvranır, birkaç gün sonra da dayanamayıp ölürdü. — Kütük Usulü İşkence: Mahkûmun bir ayağı taşıması imkânsız derecede ağır kütüklere geçirilir. Kütük önce iki eşit parçaya bölünür. Her ayrılan parçanın ortası iki taraftan bacağı sıkacak şekilde oyulur. Daha sonra bu parçalar bacağı içine alarak iki taraftan vida ile sıkıştırılırdı. Bacağın diz ve topuk arası kütüğün içinde kaldığından hareket etmek imkânsızdır. Bu halin sonu ya kötürüm kalmak ya da ölümdür. 71 Ağustos 2009 — Çıkrık Usulü İşkence: Bu işkencede mahkûmun en çok elleri ezaya maruz kalırdı. Mahkûm hareket etmesin diye önce sıkıca bağlanırdı. Daha sonra elleri çıkrığın deliğine sokularak çıkrığın kolu çevrilmeye başlanır. Kol çevrildikçe eller sıkışır. Bir taraftan da iğne batırılarak kan akıtılır. Çoğu zaman parmaklar ve bilek kemikleri kırıldığından insanlar sakat kalırlardı. Bu saydıklarımız şahıslara uygulanan binlerce işkenceden sadece birkaçıdır. Oysa bundan daha tehlikeli olanı ise bir milleti yok etmeye yönelik sistemli işkencelerdir. Çin’in en büyük amacı Uygur Türklerini asimile etmektir. Yani dünya yeni bir Endülüs vahşeti yaşamaya doğru gidiyor. Çin’in Uygurları asimile etmek için kullandığı yöntemlerden bazıları şunlardır: İkiden fazla çocuk yapılması yasak. Bu kurala uymayan kadınların çocukları anne karnındayken öldürülüyor. Ve kadınlar akıl almaz işkencelere maruz kalıyorlar. Dini ve milli bayramların kutlanılması yasak. Uygurca konuşulması yasak. Ağır vergiler uygulayarak ekonomik bakımdan kalkınmalarını engellemek. Milli ve manevi yerlerin yıkılması. Genç kızlar ailelerinden zorla alınıp zor şartlarda ve uygunsuz yerlerde ahlaklarını bozma amaçlı çalıştırılması. Genç erkekler potansiyel bir suçlu gibi görünmekte ve çok sıkı takiplere tabi tutulmaktadır. Lise çağına gelmiş gençler ailelerinden zorla alınıyor ve Çin okullarında eğitime tabi tutuluyorlar. Doğu Türkistan’a dışarıdan Çinliler getirilerek Doğu Türkistan’daki nüfus yoğunluğunu Çinlilerin lehine döndürülmesi amaçlanmaktadır. Bu ve buna benzer daha nice yöntemler uygulamaktadır. Doğu Türkistan’ın işi çok zor ve geleceği tehlike altındadır. Doğu Türkistan’ın varlığını devam ettirmesi dış güçlerin desteğine bağlıdır. Bütün yüzyıllar boyunca Çin’le mücadele etmek zorunda kalan Uygur Müslüman Türkleri bu zamana kadar bu mücadeleyi başarıyla sürdürmüştür. Ama artık bu direnç kırılmaya başlanmıştır. Çünkü mücadele ettiği devlet hem nüfusça çok üstün hem de zalimlikte sınır tanımayan bir millettir. Hiçbir insani ölçüsü yoktur. Ve üstelik bu zalim millet dışarıdan yapılacak baskılara da pek kulak asacak değildir. Hoş dünyada da pek tepki verecek gibi gözükmüyor. Amerika menfaatinden başka bir şey düşünmez, Avrupa kendi sırca köşkünde dış dünyayla pek ilgilenmez, onların insanlık anlayışı kendi insanı ile sınırlıdır. Müslüman dünyasına geAğustos 2009 lince durum içler acısı, kendisine bile faydası yok. Hal böyle olunca bütün Müslüman coğrafyası perişan bir haldedir. Bizim gibi duyarlı olan milletler vicdanımızı biraz rahatlatmak için çıkarız sokaklara biraz slogan atarız. Kendin çal kendin oyna hesabı. Yaptıklarımızı küçümsemiyorum, hiçbir şey yapmamaktan iyidir elbet. Ama önemli olan neticeye gitmektir, bir şeyleri değiştirmektir. Bakıyoruz değişen bir şey olmuyor. Niye? Kusura bakmayalım ama Müslüman dünyasını kimse dikkate almıyor. Uluslar arası arenada geçerli olan kural güçtür. Güçlüysen istediğin her şeyi yapma hakkına sahipsin. Gücün varsa dikkate alınırsın. Güçlü bir devlette de olması gereken unsurlar da şunlardır: - Güçlü bir ekonomi. Onun için peygamberimiz(sav) “Veren el alan elden üstündür.” demiştir. Güçlü bir ordu. Yine peygamberimiz(sav) “Düşmanın silahı ile silahlanın” demiştir. Bir de nüfusun fazla olması. Yine peygamberimiz(sav) “Ben ümmetimin çokluğu ile övünürüm.” demiştir. Bugün bizler Çin’e savaş açamayacağımıza göre, oraya gidip savaşamayacağımıza göre ne yapabiliriz? Bizim yapabileceğimiz hem yurt içinde, hem de yurt dışında kamuoyu oluşturarak mümkün olduğu kadar insanlığın dikkatini Doğu Türkistan’daki vahşete çekmeye çalışmaktır. Bütün dünyaya bu Müslüman Türk kardeşlerimizin haklı mücadelesini gösterebiliriz. En azından onlara moral olup cesaretlendirebiliriz. Yalnız olmadıklarını hissettirebiliriz. Ata yurdu Doğu Türkistan’daki kardeşlerimizin 150 yıllık sessiz çığlığını artık bütün dünyaya duyurmalıyız. Uğradıkları zulme bile gözyaşı dökme fırsatı tanınmayan bu ata yurdu kardeşlerimizin sesi olabiliriz. Modern dünyanın etkin propaganda tekniklerini kullanabiliriz Yukarıda belirttiğim gibi güçlü devlet olmanın şartlarından biri de güçlü ekonomidir. Çin mallarını alarak Çin’in daha da büyümesine sebep oluyoruz. Çin büyüdükçe uyguladığı baskı ve zulümde artacaktır. Bu durumda yapılması gereken Çin mallarını almayarak ekonomik ambara uygulamaktır. 72