DÜBAM Elin Aynasında Yeni Türk Dış Politikası - II Hazırlayan: Ertuğrul Aydın DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI - DÜBAM 1 Genel Yayın Yönetmeni Akif Emre Genel Yayın Koordinatörü Ertuğrul Aydın Mart 2011 DÜBAM Yayınları Küresel İletişim Merkezi Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22 www.dunyabulteni.net 2 İçindekiler Türkiye Doğuya mı kayıyor? - Joshua Kucera ............................................................................. 5 Son sultana modern bir görünüm - Sami Mubayed ....................................................................... 8 Türkiye’nin ASEAN çıkarması - Kavi Chongkittavorn .............................................................. 10 Türkiye anahtardır - İsrael Şamir ............................................................................................... 12 Türkiye'yle konuşmak - Arnaud de Borchgrave .......................................................................... 15 Türkiye, ABD ve imparatorluğun alacakaranlığı - Conn Hallinan .............................................. 17 Atatürk ve Türk dış politikası - Daniel Larison .......................................................................... 20 Türkiye’nin dünya diplomasisi’ndeki yeni yeri - Couloumbis, Ahlstrom, Weaver ...................... 22 Türkiye ve neoconlar - Stephen M. Walt .................................................................................... 24 Türkiye ve Brezilya Gazze ablukasını “bağlantı kurarak” kaldırabilirler - Robert Naiman ......... 26 Türkiye-Brezilya ortaya atıldı - Doug Saunders ......................................................................... 29 Türkiye ve Rusya “ötekiler ekseni” kuruyor - Adrian Pabst ....................................................... 31 ABD ve Türkiye'nin arası açılıyor - Ted Galen Carpenter .......................................................... 33 Türkiye’de darbecileri mat etmek - Maksud Javadov ................................................................. 36 Türkiye yükseliyor, Araplar batıyor - Halid Amayreh ............................................................... 39 Türkiye-İsrail ilişkilerinin yeni doğasına bir bakış - Elias Vahedi .............................................. 42 Yeni Türkiye değil, doğru zaman - Remzi Barud ....................................................................... 45 Türkiye'nin büyüsü - Selam A. Selam ........................................................................................ 47 Türkiye Arapların abisi rolünü benimsedi - Sami Mubayed ....................................................... 49 3 Sunuş 2008’den 2011 Mart ayına kadar Türk dış politikası hakkında Dünya Bülteni’nin tercüme ettiği dış basında ve elektronik medyada yayınlanmış 54 makale ve 2 röportajı arşivlik değerinden dolayı tarihi sırasına göre üç bölümlük bir dosya olarak ilgilisine sunuyoruz. Sadece arşivlik değerinden dolayı mı? İster dost isterse düşman olsun, ayna tutanların önemini takdir ettiğimiz için de. Faydalanmasını bilenler için. DÜBAM 4 Türkiye Doğuya mı kayıyor? Joshua Kucera gerilimler daha da kötüleşti. Tartışma daha da sertleşti” dedi. “Bunun nedenlerinden biri de ikili ilişkilerimizle ilgili olarak önümüzde bulunan en tartışmalı meselelerin ana dış politika çıkarlarına dokunan, sadece mevcut Amerikan yönetimin değil Amerikan ulusal güvenlik çıkarlarını da ilgilendiren meseleler olmasıdır. “ Tüm sorun alanlarına ve bazı uzmanların meşum tahminlerine rağmen, Türk ve Amerikalı yetkililer iki ülkenin temel stratejik çıkarlarının aynı çizgide bulunduğunda ve mevcut problemlerin geçici olduğunda ısrar ediyorlar. Türkiye’nin Ortadoğu’yla iyileşen ilişkileri, ABD’nin Türkiye’yi bir köprü olarak kullanılma fırsatı olarak görülmelidir diyorlar. Türk Dışişleri Bakanı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu “Türkiye’nin kendi civarındaki nüfuzu müttefiklerimiz için bir kazanımdır” diye belirtti. Eski bir Kongre üyesi olan ve şu an Ortadoğu Barışı ve Ekonomik İşbirliği Merkezi Başkanlığı yapan Robert Wexler ise şöyle konuştu: “Türkiye doğuya doğru gitmiyor. Türkiye’nin yaptığı şey…yeni keşfettiği nüfuzunu tasarruf etmektir: Ticari ilişkilerini genişletiyor. Burada, Washington’da bu yeni gelişmeden korkmak yerine, bunu alkışlamalıyız, Tanrı biliyor, Amerikalı diplomatlar liyâkatli oldukları kadar, farklı erişimleri, farklı bakış açıları, dünyanın bazı kesimlerinde başka meşruiyetleri olan dostane ellerden de istifade edebilirler.” Hem Türkler hem de Amerikalılar, yaşanan son olayların iyice kızıştırdığı kendi ülkelerindeki olumsuz kamuoyu kanaatinin, stratejik ortaklığa ciddi zarar verebilecek bir problem alanı olduğunda mutabıklar. Avrupa ve Avrasya İşlerinden sorumlu Dışişleri Bakanı Yardımcısı Philip Gordon “kendi kendimize ortak çıkarlarımız var diyebilir ve söz konusu çetrefilli meseleleri halletmeye odaklanabiliriz fakat Türk Türk ve Amerikalı askeri-siyasi yetkililer ve iş dünyasının önde gelen isimleri, ikili ilişkileri konuşmak üzere 29 yıldır her yıl Washington DC’de bir araya gelirler. Bu yılki toplantı, bu zamana kadar gerçekleşenlerin en gergin olanıydı; bazı katılımcılar, Türkiye’nin Batıyla arasındaki sağlam ilişkilerin aşınması ve Ankara’nın Doğu yönelimli bir jeopolitik seyri benimsemesiyle ilgili kaygılarını dile getirdiler. Amerikan-Türk Konseyi’nin ev sahipliğindeki etkinlik genelde bahar ayında düzenlenmesine rağmen Amerikan Kongresi’ndeki bir komitenin Ermeni soykırımını tanıyan bir kararı geçirmesinden dolayı ertelenmişti. Takvimi değiştirilen ve 17-20 Ekim tarihleri arasında düzenlenen konferans, bir dizi politika farklılıkları üzerine odaklıydı. Konsey’in Amerikan-Türk Konseyi başkanı, ve Dışişleri Bakanı eski yardımcılarından Richard Armitage açılışta yaptığı konuşmada “ilişkilerimizde bazı zorlukların olduğu öyle pek sır değil” değil dedi. Bir yıl zarfında Türkiye, İran’a karşı ABD sponsorluğunda BM’de yapılan müeyyide oylamasında “hayır” dedi ve İran nükleer programını halletmek için Brezilya ile birlikte bir plan tasarladı. Ankara, Çin’le hava tatbikatı düzenleyerek de Washington’ı tedirgin etti. Bu arada, Amerika’nın yakın müttefiki İsrail, Türk eylemcilerin örgütlediği ve Gazze’ye seyretmekte olan bir gemiye saldırdı ve Türkiye’nin gürültülü itirazlarına neden oldu. Türkiye-Ermenistan uzlaşma sürecinin kesintiye uğraması Washington’da ilave hayal kırıklığına yol açtı. German Marshall Vakfı Türkiye uzmanı Ian Lesser, “Türkiye-Amerika ilişkilerinde her daim gerilimler mevcut idiyse de bu 5 kamuoyu kanaatinin Amerikan dış politikası hakkında derin şüpheler beslediği gerçeğini gözden kaçırırsak yahut Kongre’deki Amerikan kamuoyu kanaatinin Türkiye hakkında gitgide sorular sormaya başladığı gerçeğini gözden kaçırırsak işimizi yapmış sayılmayacağız” dedi. Uluslar arası Güvenlik Meselelerinden sorumlu Savunma Bakan yardımcısı Alexander Vershbow şöyle söyledi: “Maalesef, Türkiye’nin geçen baharda İsrail ve İran’la ilgili sözleri ve eylemleri, en azından kısa vadede öyle bir muhit yarattı ki Amerikan yönetiminin desteklediği önemli bazı projelerde mesafe kaydetmek bu muhitte güç olabilir.” Konferansın dostane ortamında bile ciddi farklılıklar bariz bir şekilde görülebiliyordu. Mesela ABD, Türkiye’nin NATO hava savunma kalkanına katılmasını istiyor fakat Ankara sistemin İran’ı hedef alıyor olmasından rahatsız. “Basında çıkan bazı haberlerin aksine, Türkiye’ye baskı yapmıyoruz” diyen Savunma Bakanı Robert Gates cümlesini “ancak Türkiye’den Lizbon zirvesinde NATO’nun kara savunma yeteneği benimsemesine destek vermesini bekliyoruz” diyerek tamamladı. Türkiye, şu an ABD Kongresi’nde görüşülen müeyyidelerin Türk şirketlerin İran’la ticaretlerine zarar verecek olmasından rahatsızlık duyuyor. TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu iki ülke arasındaki ticaretin geçen yıl 8 milyar doları bulduğu kaydetti ve “nükleer silahlı bir İran kabul edilemezdir ancak Amerika’nın İran’a müeyyide kararının Türk şirketlerinin zarar etmesine yol açma tehlikesi var” dedi. Bu arada, Washington’da pek çokları, ABD’nin İsrail-Filistin barış vizyonuna Ankara’nın bağlılığına güven duymuyorlar. Wexler “Hizbullah hususunda, Hamas ve İran hususunda Türk söyleminde olması gerektiği yerde görünmeyen, inkar edilemez bazı gerçekleri aklamak veya ballandırmak işe yaramaz. İroniktir, biz Amerika’da, siz Ankara’da Ortadoğu sürecine desteğimizi itiraf ediyoruz. Hamas bu süreci desteklemiyor. Hizbullah Ortadoğu barış sürecini reddediyor. Ortadoğu barış süreci hakkında İran da farklı bir görüşe sahip değil. Tümden reddediyorlar” dedi. İronik olan şu ki Türkiye’nin Batıdan sürüklenişi – ister algısal isterse gerçek olsun – ülken demokratikleşme sürecine hamledilebilir diyen analistler var. AK Parti’nin yükselişi, Batı yanlısı askeri müesses nizamın Türkiye üzerindeki liderliğini kırdı. Sonuç olarak da Türk liderleri şu an kamuoyuna karşı çok daha hassaslar. Ulusal Harp Akademisi’nde Türkiye uzmanı olarak çalışan Ömer Taşpınar’a göre Türkiye’nin yükselen dış politikası için doğru kelime, Doğuya doğru veya İslamcılığa doğru kaymasından ziyâde ‘popülist’ olmasıdır – gerçekten de Türk kamuoyu anketlerinin bilincindeler. “Ve ABD’de Türkiye’ye karşı böylesine üst düzeyde bir içerlemenin söz konusu olması, Türk hükümeti için sorun yaratacaktır. Türkiye daha demokratik ve kendine güvenen bir ülke haline geliyor ama kamuoyunun öyle pek ABD lehinde bir kanaate sahip olmadığı gerçeği iktidar için sorun yaratıyor.” Taşpınar, Türkiye ve Ermenistan arasında ABD’nin aracılık ettiği protokolleri Ankara’nın onaylamamış olmasını, Amerikalı politikacıların Türkiye hakkında hayalden uyanıp gözlerinin açılma nedenlerinden biri olduğunu belirtti. “ABD Başkanı Türkiye’ye siyasi sermaye yatırırken ve bir yakınlaşma süreci varken bunun karşılığında Türkiye Ermenistan konusunda olumlu dönüş yapmadığında, sonra İran konusunda olumlu bir dönüş yapmadığında Washington’da büyük soru işaretleri doğuyor.” Fakat aynı soru işaretleri Ankara’da da doğuyor diye eklemede bulundu. 6 “Amerikan dış politikası büyük başarısızlıklar kaydederken Türkiye, her daim niçin ABD’yle birlikte olsun?” 25 Ekim 2010 Kaynak: EurasiaNet Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 7 Son sultana modern bir görünüm Sami Mubayed emânete ihanet suçunu yüklenmeyeceğimi söyle” demiştir. Bir zamanlar tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülen Abdulhamid artık uzak görüşlü ve Siyonistlerin Filistin’deki emellerine karşı koyduğu için tahtını kaybetmiş bir yönetici olarak gözler önüne seriliyor. Geçip giden zaman, bu uzmanların kendi tarihlerine Arap ulusçuluğunun duygusal engellerine takılmadan bakabilmelerini sağladı. Osmanlı geçmişiyle apaçık bir şekilde gurur duyan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan döneminde Araplarla ilişkilerin samimiyet kazanması da bu revizyonist tarihe katkıda bulunmuştur. Tahta çıktığı 1876’dan tahttan indirildiği 1909 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nu yöneten II. Abdulhamid’in, imparatorluğun son mutlak monarkı’nın hayat ve siyaseti hakkında geçen yıl Arap basınında yer yer makaleler yayınlandı. İmparatorluğun çöküşünden onlarca yıl sonra, bilhassa da Arap cumhuriyetleri emekleme dönemindeyken, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap vilâyetlerinin ama özellikle de Osmanlı Suriyesi’nin belini büken zorlukların büyük bir bölümünden mes’ul tutulan kişi II. Abdulhamid idi. II. Abdulhamid, televizyon dizilerinde veya romanlarda bir dizi yoz Arap memuru ve de İstanbul’daki Yıldız Sarayı’nın yüksek duvarları ardındaki şahsına doğrudan bilgi veren dev casus şebekesini yönetmekte olan otokrat bir müstebit olarak tasvir edildi. Fakat Arap uzmanlar, modern tarihin o dönemini yeniden ziyaret ederken Abdulhamid hakkında daha dengeli bir kıymet takdiri ortaya çıkıyor. 11 Ağustos 2010’da Arap uydu kanallarında Adulhamid’in hayat ve kariyerini anlatan bir Arap dizisi yayınlanmaya başladı. Halife’nin Düşüşü (Suqut al-Khilafa ) adlı dizi, Sultan hakkında pembe bir tablo çizmekte ve 1994 yılında gösterime giren, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki zorlukları, yokluğu, işkence ve tutuklamaları konu edinen Bu Toprakların Çocukları (Ukhwat al-Turab) adlı filmden apaçık ayrılmaktadır. Yayınlanan son makalelerde, I. Dünya Savaşı öncesinde Sultan’ın Siyonistlere Filistin’de toprak satışını reddedişi epey aydınlatıldı. Abdulhamid, bu teklifi geri çevirdikten sonra, Filistin’de toprak satın alma hakkı karşılığında imparatorluğun borçlarını ödemeyi ve bir donanma inşa etmeyi teklif eden Yahudi banker Mizray Kursow’la görüşmeyi de reddetmişti. Vakanın Arap ve Türk anlatımlarına göre Abdulhamid, yaverlerinden birine “o nezâketsiz Yahudilere, kutsal toprakları Yahudilere satmak gibi bir tarihi kara lekeyi ve milletimin bana tevdi ettiği sorumluluk ve Olumlu muamele birkaç yıldır geliyorum demekteydi zaten. Suriye lehçesinde seslendirilmiş, yakışıklı erkeklerin ve çekici kadınların yer aldığı popüler Türk dizileri iki yıl önce ansızın Arap kanallarında boy göstermeye başladı ve Arapların Türkler hakkındaki klişelerini yıktı. Şimdi de başrolde Suriyeli ünlü aktör Abbas Nuri’nin II. Abdulhamid’i canlandırdığı Mısır yapımı (yapımcıları Iraklıdır) Halife’nin Düşüşü yayınlanmaya başladı. Osmanlı Sultanı, samimi, metin, çekici ve ister Osmanlı Türkü isterse Osmanlı Arap’ı olsun, tüm tebâsının 8 üzerine titreyen adanmış bir Müslüman ulusçu olarak tasvir ediliyor. Bu arada, Arap ve Türk uzmanlar, forumlarda ve özel sohbetlerde Osmanlı’nın son 10 yılını tartışıyor, I. Dünya Savaşı sırasında Arapları ele alırken ne Osmanlı’nın ne de Arapların yüzde 100 doğru olmadığını düşünüyorlar. Osmanlı’dan kalma pek çok kanun, ticaret kanunları, kamu yönetimi kuralları 20 yüzyıla kadar sarkmıştır. Arap kültürüne zararlı diyerek yıllarca her hangi bir Osmanlı etkisini silme gayretine rağmen Arap dili, mirâsı, müziği ve mutfağı üzerinde varlığını koruyan Osmanlı etkisi görmezden gelinemez. Arap dünyası ve Türkiye arasındaki sıcak ilişkiler semeresini ciddi kültürel yakınlaşma olarak vermeye başladı gerçekten de. Arap dünyasıyla artan ticarete ve Filistin konusunda siyasi eşgüdüme ilave olarak, Türkiye tam altı Arap ülkesiyle – Suriye, Lübnan, Libya, Fas, Tunus ve Ürdün - vize uygulamasını kaldırdı. Erdoğan, Avrupa ülkelerinin 1985’te Lüksemburg’da imzaladıkları anlaşmaya benzer “bölgesel Şengen” sisteminin işlediğini söyleyerek bunu en iyi şekilde tanımladı. II. Abdulhamid dönemini yaşayanlar birkaç istisnayla bu dünyadan göçüp gittiler. Fakat hükmedici kişiliği sayesinde pek çok şey halen biliniyor. Sultan’ın damadı 1920’lerin ortasında Suriye Başbakanı olarak kısa bir süre görev aldı. Birinci dereceden yakınları 1960’lara kadar Şam’a gidip gelmeyi sürdürdüler. Sultan’ın maiyetinde bulunanların aile fertleri, Âbidler, Azm’lar, Yusuflar, 1963’e kadar Suriye siyasetine hâkimdiler. Sultanı televizyon ekranında görmek, II. Abdulhamid’i Arap ve Müslüman tarihinin neresine koyabileceğimiz hakkında sağlıklı bir tarihi tartışmanın kıvılcımını çaktı. Abdulhamid’in görüntüsü, hem hayranlarına hem de eleştirmenlerine, hoşlansalar da hoşlanmasalar da, Arap ülkeleri ve Türkiye’nin ayrılamaz olduğunu hatırlatmaktadır. Bu sistem Türkiye ve Arap ülkelerini Osmanlı İmparatorluğu’nun 1918’de çöküşünden beri hiç olmadığı kadar tıpkı Osmanlı’da oldukları gibi birbirlerine yakınlaştırmaktadır. Erdoğan, Osmanlı’nın son on yılı ve sonrasındaki pürüzlü tarihe rağmen Türk hâkimiyetinin ve bir bütün olarak Osmanlı mirâsının Arap tarihinde yaftalandığı kadar kötü olmadığını son sekiz yıl boyunca Araplara hatırlattı. 24 Ağustos 2010 Erdoğan, Türk ulusal çıkarlarını savunmanın coğrafi, tarihi, siyasi ve kültürel yakınlığa bakınca Suriye, Lübnan ve Filistin çıkarlarını savunmaktan farksız olduğunu defalarca söylemiştir. Şam ve Beyrut’ta bulunan en güzel binalar her şeyden evvel Osmanlı döneminde inşa edilmiştir ve Suriye’nin başkentindeki Hamidiye çarşısı, II. Abdulhamid’in selefi I. Abdulhamid’in ismini taşımaktadır. Kaynak: Asia Times Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın 9 Türkiye’nin ASEAN çıkarması Kavi Chongkittavorn Endonezyalı ve Malezyalı eylemcilere İsrail’e karşı durdukları ve müslümanlara yardım ettikleri için milli kahraman gibi davranıldı. Liderler ve politikacılar, bu eylemcileri tebrik edip rol modeli olarak övdüler. Millet bu konuyu konuştu. Yerel medya, Siyonist rejime tam gaz yüklendi. Türkiye, artan güvenini ve diplomatik saygınlığını inkar eden Avrupa karşısında duyduğu hayal kırıklığıyla yönünü Asya’ya döndü. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Güneydoğu Asya ve Asya geneliyle yakınlaşmak ve yeni bir stratejik bağlantı kurmak amacıyla ASEAN Dostluk ve İşbirliği Anlaşmasını (DİA) imzalamak üzere bu hafta Hanoi’ye uçuyor. Türkiye’nin başlıca takıntısının batıya bakmak ve en önemlisi de Avrupa Birliği ile bütünleşmek olduğu geçmiş zamanlardan bambaşka bir şey bu. Türkiye’nin yükselişi Güneydoğu Asya’da işte böylesi elverişli bir siyasi muhitte keşfedildi. Hakikat, Türkiye’nin Güneydoğu Asya’ya ilgisi yeni değildi. Bu ilgi, Ankara’nın DoğuBatı arasındaki stratejik konumunu geliştirmek istediği on yıl önce başlamıştı. Ondan da önce, 20.yy başlarında, Tayland’daki ayrılıkçı Patani müslümanları, Osmanlı İmparatorluğuna bağlılık yemini etmek istemişlerdi. Kısa bir süre önce, Türkiye’nin İsrail ve batıya karşı dik duruşu, dünyanın bu tarafındaki müslümanların özellikle de ASEAN’ın iki ana üyesi Malezya ve Endonezya’daki müslümanların hayranlığını kazandı. Buradaki müslümanlar, Türkiye ve Brezilya’nın, önde gelen batılı güçleri hüsrana uğratarak İran nükleer programında varılan çıkmazı aşma çabalarını alkışladılar. Bugüne gelecek olursak, Başkan Tayyip Erdoğan hükümeti döneminde Türkiye, Avrupa Birliğine katılma hususunda azimli. Üyeliğe hazırlık için AB’nin şart koştuğu kapsamlı reformlara gitti. 2005 yılında müzakereler başladı ve şiddetini azaltmadan devam etti fakat Türkiye’nin AB’de görmeyi umduğu şevk olmasızın. Aslında, müzakereler iki taraf ve AB üyesi ülkeler arasındaki bölünmeleri derinleştirdi. Fransa ve Almanya, Türkiye’nin AB ailesinde bir değer olacağına henüz ikna olmuş değiller. Mavi Marmara vakasında yirmiden fazla eylemci, Gazze’deki Filistinlilere yardım götüren ve İsrail güvenlik güçlerinin Mayıs ayı sonlarında hücum ettiği ve dokuz eylemciyi öldürdüğü Türk gemisinde bulunuyordu. Bereket versin ki vatandaşları hayatlarını kaybetmedi. Türkiye, kabaca aynı zaman zarfında, ASEAN diyalog ortağı olmak ve bölgesel güvenlik grubu olan ASEAN Bölgesel Forumu’na katılmak için başvurmuştu. Asya ile mevcut bölgesel örgütlere üyelik yoluyla daha somut şekilde bağlantı kurma arzusu, Avrupa’dan gelen küçümseyici görüşler arasında daha âcil ve daha büyük bir hâle geldi. Malezya ve Endonezya bu harekete karşı öfkelendi ve İsrail’in hareketlerini kınadı. İsrail’i davranışından mes’ul tutumak için BM’de ortak çalışma sözü verdiler. Malezya’da toplumun her kesiminden güçlü tepkiler geldi. Meclis, İsrail’i kınayan özel bir karar çıkardı ve baskın sırasında meydana gelen kayıpların tazmin edilmesi istendi. Batıyla çeşitli bağları olan grup, güçlü bir başka seküler müslüman ulusun dost ve 10 müttefiklerine karşı oynadığı satranca sürüklenme korkusuyla, Türkiye’nin şevkine yanıt vermemişti. Ekonomik bakımdan ise diğer diyalog ortakları gibi Türkiye de kendi ekonomik performansının ve teknik uzmanlığının bölge ekonomisine fayda sunacağına ASEAN’ı henüz ikna etmiş değil. ülkelerle sıfır sorun politikası, ASEAN zihniyetine ve DAİ felsefesine tamıtamına uymaktadır. Türkiye’nin proaktif diplomasisinin ASEAN üyesi pek çok ülkede iyi yankıları olduğunu kaydetmek önemlidir. Nihayetinde, ASEAN var olduğu 43 yıl boyunca Batıyla dengeleme oyunlarını mahirce oynamıştır ki Batı hem destekçi hem de provakatördü. ASEAN’ın, Türkiye’yi Dostluk ve İşbirliği topluluğuna dâhil etmeye rıza gösterdikten sonra geçen Temmuz ayında aniden U dönüşü yapması, Türkiye’ye karşı böylesi müphem bir duruşu sergilemiştir. Seküler bir diğer ulus, Endonezya, daha önce onaylamış olmasına rağmen Ankara’nın ortaklığa yükselişine hararetle karşı çıkmıştı. O zamanlar bu sav, Türkiye’nin art niyetlerine bağlanmıştı. Daha önceleri, bazı ASEAN üyeleri Türkiye’nin Dostluk ve İşbirliği grubuna katılma arzusunu, AB’nin bölgedeki nüfuzunu karşılamaya yönelik daha geniş bir taktiğin parçası olarak görmekteydiler. İşler bu yıl planlandığı üzere devam ederse, DİA’nin imzalanması bu NATO ülkesine, AB’nin Üçüncü Protokol’e katılacak yeni bir taraf olarak DİA’ya katılımını engelleme hakkı verecek. ASEAN, iklim değişikliği veya Güney Çin Denizi gibi konularda farklı görüşlere sahip olabilir ama bu grup, İsrail-Filistin çatışmasında ortak bir zeminde güçlü bir şekilde birleşmiştir. ASEAN liderlerinin geçmişte yayınladıkları ortak bildiriler, Filistinlilerin self-determinasyon haklarına sarsılmaz bir destek ifade etmiştir. Gelecek hafta yapılacak olan ASEAN bakanlar toplantısından, Gazze ablukasını kınayan bir bildiri çıkması şaşırtıcı olmaz. Kaçınılmaz olarak, Türkiye, DAİ imzacısı olduktan sonra ASEAN’la kurduğu yeni bağları hızla pekiştirmeye bakacaktır. Bölgesel davranış kurallarını kabul etmek, ASEAN ve ötesine akın etmenin kısa ve etkili yoludur. Bu belge, AB ve Afrika Birliği gibi bölgesel örgütlerin DİA’ya katılımına imkan tanımaktadır; ve 27 ülkeden Yüksek Akit Tarafların oybirliğine ihtiyaç duyuluyor. 1998’de tamamlanan İkinci Protokol, Güneydoğu Asya dışındaki ülkeleri de buna dâhil etmiştir. DAİ anlaşmasına ek Birinci Protokol (1986) çerçevesinde DAİ imzacısı ilk ülke, Papua Yeni Gine’ydi ; bu ülke, ASEAN gözlemcisidir. 1 Ağustos 2010 Kaynak: The Nation (Bangkok) Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Geçen Mayıs ayında Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturan Davutoğlu, İKÖ’nün Tacikistan’da yapılan son toplantısı dâhil düzenlenen çeşitli toplantılarda ASEAN’daki mevkidaşlarını hayran bıraktı. Komşu 11 Türkiye anahtardır - İsrael Şamir sevkederek itaat ettirmeyi amaçladı; Mavi Marmara'da kan banyosu emrini vermeleri bu yüzdendi. Artık bildiğimiz üzere, İsrailli komanadılar direnişle karşılaşmadan evvel ateş etmeye başlamışlardı. Beyzbol için değil boyun eğdirmek için oradaydılar. Cinayet, bir sürpriz veya yanlış hesabın sonucunda işlenmedi. Türkiye'ye karşı açık bir saldırydı. Türkiye'de bombalar patlamaya başladı, terörist bombalamalar ve saldırılar düzenleniyor. Neredeyse her gün Türk askerleri ve siviller öldürülüyor. Cinayetler, zahirde Kürt teröristleri PKK tarafından işleniyor ama aslında İsrail'in Türk bağımsızlığına karşı yeni bir adımıdır bu. İsrail'in yüreklendirdiği PKK, terörist faaliyetlerini İzmir'e, Ege ve Karadeniz sahillerine kadar genişletti. İsrail'in Türkiye'yle çatışması, câni bir baskının talihsiz sonucu değildir. İkisi arasındaki cepheleşme, katliamdan iki hafta önce 17 Mayıs 2010'da artmıştı. Türkiye, Brezilya ile birlikte, etrafı sarılı İran'la nükleer yakıt takas anlaşmasını imzalayarak Tahran Bildirgesini yayınladılar. Bu bildirge, ABD-İsrail'in İran'ı bombalamazdan evvel İran'a ölümüne müeyyide uygulama planlarını raydan çıkarabilecektir. İsrail'in Kürt teröristleri yıllardır eğitiyor, silahlandırıp teçhizatlandırıyor; İsrailliler, Irak Kürdistanı'nı kendi toprakları haline getirdiler; İsrailli işadamları Kerkük petrolünün İngiliz hâkimiyeti döneminde olduğu gibi Hayfa'ya akması için beklerken kendi işlerini çeviriyorlar. Kürtler, yıllardır İsrail'in gizli saklı bir aletiydi; şimdi faaliyet geçmiş olmaları, İsrail'in Türklere bir ders vermek istediğini gösterir. İsrail, İran'ın mahvolduğunu görmek istiyor; Irak'ın yıkılışını istediği kadar Gazze'nin açlıktan kırılmasını ve geri kalanların da gözlerinin korkutmayı istedi. Nükleer takas anlaşması, müeyyidelerin altında yatan mantığı baltaladı. İsrail lobicilerinin ABD ve Avrupa'daki tüm fesat planları bir anda silindi. Hakikat, müslümanların dediği gibi: “Onlar tuzak kurarlar ama Allah daha iyi tuzak kurar.” ABD'de önde gelen neocon dergisi “frontpagemag”, Türkiye'nin Filistine verdiği desteğe misilleme olarak Kürtlere destek verilmesi için açıkça çağrıda blundu. Bir başka Yahudi düşünce kuruluşu, Türkiye'ye zarar vermek amacıyla yüzyıllık Ermeni trajedisini kınamak için ABD Kongresini seferber etmekten bahsetti. Yahudi lobisi, yıllarca Türkiye'nin tarafını tuttuktan sonrataraf değiştirmeye ve Ermeni iddialarını desteklemeye karar verdi. Bu yüzden de Türkiye her yönden saldırı altında. Popüler İsrail sloganında denildiği gibi “kuvvet işe yaramıyorsa, daha fazla kuvvet kullanılması” beklenebilir. İsrail, Türkiye-Brezilya-İran anlaşması haberlerini büyük bir darbe olarak kabul etti. İsrail'de yayınlanan gazeteler “kurnaz Türkler ve İranlılar bizi mağlup etti” diye manşetler attılar. O kadar da çabuk değil. ABD Dışişleri Bakanlığı “bu ayaktakımının neyde mutâbık kaldıklarını umursayan da kim? Birisini bombalamaya karar vermişsek, bombaayacağız. Gerçeklerin kafamızı karıştırmasına müsaade etmeyeceğiz” diyerek hasarı asgariye indirdi. New York Times'dan Thomas Friedman “Holokost inkarcısı bir hayduta” hayat hakkı 31 Mayıs 2010 tarihindeki Filo katliamının açıklamasıdır bu. Mavi Marmara saldırısı, gitgide bağımsızlaşan Türklere kısa ve keskin bir şok olması amacıyla düzenlenmişti. İsrailliler, Türkleri korku ve dehşete 12 tanınmasından” duyduğu hayal kırıklığını ifade ediyordu. Yahut da bir yıl önce Ocak 2009 tarihinde, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Davos'ta yapılan Dünya Ekonomi Forumu'ndan kalkıp gittiğinde başladı. Erdoğan, Gazze'deki kitlesel katliamı haklı gören Şimon Peres'e cevap verirken batılı moderatörün sözünü kesme teşebbüsü üzerine canı sıkılmıştı. Takas anlaşmasını pişkinlikle göz ardı eden BM Güvenlik Konseyi 9 Haziran'da müeyyideleri onayladı. Müeyyide kararını desteklemeleri için Moskova ve Pekin'e rüşvet verildi ya da şantaj yapıldı. Pekin, Kuzey Kore üzerinde bir karşılaşmadan sakınmak için top oynamayı tercih etti. Batırılan Güney Kore gemisi hikâyesi, Kuzey Kore'ye saldırı bahanesi yarattı ve böylesi bir saldırı, Çin'e zarar vermekle neticelebilecekti. Çinliler, batılıların Sincan ve Tibet'e karışmalarından dolayı da savunmasız. Veyahut da 2007 Eylül'ünde, İsrail uçakları Türkiye üzerinden uçup “müsaadenizle” bile demeksizin Suriye'yi bombaladığında başladı. Hatta daha önce bile olabilir; Türkiye, asırlık köhne (...) ideolojisini bertaraf ederek bağımsızlığını ileri sürdüğünde başlamıştı. Mustafa Kemal Atatürk'ün laik ulusçuluğu, Osmanlı için bir tuzak olmuştu. Kaba Kemalist Türkiye, zorunlu olarak NATO üyesi oldu, Arapların, İranlıların düşmanı, Amerika'nın uysal uydusu, İsrail'in sâdık müttefiki ve Kürtlerin ezeni. Ruslar ise kıymetli hediyeler aldılar: Ukrayna, Rusya'nın kollarına geri döndü; Gürcistan marjinalleştirildi; yeni nükleer anlaşma, Rusların bekleyeceği başka herşeyden çok daha iyiydi. Aynı zamanda, Moskova, Ruslara düşmanlarının bela tohumları ekme kabiliyetlerini hatırlatan bir terörist saldırının acısını çekmişti.Ancak Türkiye, müeyyidelere karşı oy kullandı, Ortadoğu için güvenilir bir eksen olarak yeni bölgesel rolünü ispatladı. Türkiye'yi reformdan geçmesi için elinden geleni yapan Avrupalılara artık teşekkür etme vakti geldi. Türkiye'yle nihayeti olmayan müzakereler yürüten Avrupa, ordunun iktidar üzerindeki demir bileğini serbest bırakmasını talep etti. Avrupa'nın bu nazik teşviki olmasaydı, Türkiye halen siyonist bir general veya siyonist generalin atadığı bir kişi tarafından yönetiliyor olurdu. Türkiye ve İsrail arasındaki çatışma, İran'la yapılan nükleer takas anlaşmasıyla başlamadı: Ocak 2010'da, İsrail dışişleri bakan yardımcısı Dani Ayalon, Türk büyükelçisini davet etti ve kameralar önünde aşağıladı. Şark usûlüne göre, Büyükelçi Çelikkol'a Ayalon'un koltuğundan daha alçakta duran bir koltuk gösterildi. Ayalon, büyükelçiyle tokalaşmadı ve kameralar çekim yaparken yanında hazır bulunan gazetecilere ibrânice konuşarak şöyle dedi: “Daha alçakta duran bir koltuğa oturduğunu ve masada yalnızca İsrail bayrağının olduğunu göstermek istiyoruz.” Geçen Noel'de Türkiye'yi ziyaret etmiş ve Gazze için yola çıkmaya hazırlanan eylemcilerle görüşmüştüm. Türkiye iyi iş çıkarıyor: Ekonomik kriz yok, ekonomik büyüme istikrarlı bir şekilde devam ediyor, Kürtlerle barış yapıyor, Ermenilerle barış yapmak için cesur atılımlar gerçekleştiriyor ve din ile özgürlük arasında mükemmel bir denge var. Dileyen hârika bir şekilde restore edilmiş Osmanlı câmisinde ibadetini 13 yapabilir; dileyen bir kafeye giderek nefis Türk şarabını içebilir. Kızlar ne başörtülerini çıkarmaya zorlanıyorlar ne de kollarını örtmeye. (Doğu'da) Uluslararası Mahkeme'nin kurulması, bölgenin kolonizasyondan kurtuluşu ve istikbalde Ortadoğu Birliği olarak birleşmesi yöninde atılmış ciddi ve gerçekçi bir adımdır. ABD Savunma Bakanı Robert Gates, “Türkiye'yi kaybettik” dedi ve Türkiye'yi kabul etmeyi reddeden Avrupa Birliğini suçladı. Fakat bu ret için Avrupalılara teşekkür etmeliyiz. Türkiye'nin AB'de olmasını istemiyoruz; Türkiye'ye kendimiz için, bölge için ihtiyaç duyuyoruz. Kaynak:ZNet Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Avrupa Birliği'nin bölgesel emsali bir Ortadoğu Birliği kurmak gibi büyük bir plan var. Bu yeni oluşumun başında olmak, Türkiye için doğru yerdir. Avrupa Birliği'nin bir yere kadar Şarlman İmparatorluğu'nun restorasyonu olması gibi, bir bakıma, Osmanlı İmparatorluğunun restorasyonu olacaktır bu. Fark şu ki Avrupa asırlarca parçalı bir haldeyken, bizim bölgemiz 1917'e kadar birleşikti. Tam siyasi birlik ötelerde olsa bile, bu amaç doğrultusunda iyi bir başlangıçtır. Türkiye ve Arap komşuları arasında serbest ticaret anlaşmaları hâlihazırda var; mânevi boyut hazır zira İstanbul, Hilâfetin son pâyitahtıydı. Türkiye, şimdi de Siyonist aşırılıklar dâhil bölgesel sorunlarla ilgilenecek bölgesel bir Uluslararası Mahkeme kurabilir. Avrupa halen Siyonist kontrolün kıskacında ve Uluslararası Adalet Divânı ve Hague'daki Uluslararası Ceza Mahkemesi Siyonist suçluları yargılamak için uygun yerler değildir. Dahası, bulundukları coğrafi mekan, geçmişin Avrupa merkezci dünyasını anımsatmaktadır. Bölgesel bir mahkeme,işgal altındaki Irak'ta ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki savaş suçlularının hesabını inandırıcı bir şekilde görebilir. Richard Falk ve hâkim Goldstone gibi büyük hukukçular hâkim kürsüsüne davet edilebilir. 14 Türkiye'yle konuşmak - Arnaud de Borchgrave ülke oldu. Yakın bir askeri ittifak, bu ilişkinin bir parçasıydı. İsrail hava kuvvetleri, eğitim amaçlı olarak Türk hava sahasını kullanabiliyordu. İran nükleer tesislerine düzenlenecek bir İsrail saldırısı için de değerli bir hava sahasıydı. Jeopolitik tektonik plakalar beş yıl önce Türkiye, AB üyeliği müzakerelerine başladığında göz korkutucu şekilde gıcırdamaya başlamıştı. Fakat Ankara'nın, AB'nin rol yaptığı hükmüne varması çok uzun sürmedi. AB'nin 20 milyon müslümanına (Pakistan asıllı İngilizler, Kuzey Afrika asıllı Fransızlar, Türk asıllı Almanlar) 70 milyon Türk müslümanı (10 yıl sürmesi beklenen müzakere süreci zarfında nüfusu 80 milyona çıkacak) eklemek için pek iştah yoktu. Avrupa'da kiliseye devamlılık sürekli azalırken, binlerce câmi dolup taşıyor. Türkiye'nin harekete geçme vaktiydi. Ancak herşey bir gecede değişti. Türkiye ve İsrail, yakın dost olmaktan çıkıp düşmanlığın eşiğine yol alan muhasımlar oluverdiler. İsrail'in 2009 Ocak ayında 1.400 Filistinlinin ve 13 İsrailli'nin hayatını kaybettiği Gazze işgali, ateşleyici fünyeydi. Türk-İsrail ilişkilerinin kopuşu, İsrail komandolarının Gazze'ye doğru seyreden yardım yüklü Türk gemilerinden oluşan bir filoya borda etmeleriyle gerçekleşti. İsrail, gemideki sivilleri, el Kaide'yle eşit, İslami grup İnsâni Yardım Vakfının (IHH) eylemcileri olarak damgaladı. Fakat IHH, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın iktidardaki partisinin bir destekçisi de. Türkiye, özelde ABD'yle genelde NATO'yla ittifakının çantada keklik görülemeyeceğini 2003 yılında ispatlamıştı. Dördüncü Piyade Tümeni, Saddam Hüseyin rejimine karşı kıskaç harekâtının parçası olmak üzere Türkiye'de karaya ayak basıp Irak'a geçmeye hazırken Ankara hayır dedi ve kıskaç harekâtı çöktü. Masraflar arttı, yeniden planlama yapıldı ve Dördüncü Piyade Tümeni Arap Yarımadası çevresinden dolanarak Kuveyt'e doğru yol aldı. O zamanın Savunma Bakanı yardımcısı Paul Wolfowitz, Türk liderlerle birlikte olduğu bir hazırlık konferansında işaretleri yanlış okudu. Sayın Erdoğan'ın İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ı İstanbul'da “aziz bir dostu” gibi sıcak karşılaması ve 9 Haziran'da BM Güvenlik Konseyin'de oylamaya sunulan müeyyidelere muhalefeti, konvansiyonel diplomasiden kopuşun, Türkiye'nin yeni BlackBerry / ileri diplomasisi'nin nişânıdır – ki dış politika yetkililerin ve diplomatların yanı başlarında gerçek zamanlı olarak büyük değişimler olurken. Türk liderleri, dünyadaki pek çokları gibi, Başkan George W. Bush'un Irak'ı işgal kararının ardında yatan saikleri anlamak için zor anlar yaşamışlardı. Diplomasinin bir âlem dilinden mahrum olan Saddam, Mollalar İran'ına karşı batının en iyi savunma hattıydı. Her iki tarafın bir milyon kayıp verdiği, açık bir kazananın olmadığı sekiz yıl süren (19801988) bir savaş yapmışlardı. Sayın Erdoğan, Hamas'ı terör örgütü olarak nitelendirmeyi kabul etmiyor ve Türkiye'nin NATO'daki rolünü artık öncelikli bulmuyor. Ordunun 1960'dan beri sivil hükümetin devrildiği beşinci bir darbe düzenleme ihtimalini ortadan kaldırmak için Kasım ayında 52 subayın tutulanması emrini verdi. Balyoz Operasyonu, câmilerin ve müzelerin havaya uçurulmasını içerdiği iddia edilen plan, ordunun İslami yönelimli hükümeti Türkiye, 1949'da İsrail'i tanıyan ilk müslüman 15 devirecek olmasının işaretiydi. Vietnam'ı askeri yardımdan mahrum bırakarak aslında Kuzey Vietnam'ın öldürücü darbesini davet etmişti) kıyaslanabilecek bir bozguna doğru seyrettiğini görüyorlar. Türkiye her ne kadar Afgan askerlerini eğitmek gibi geri hizmetlerde yer alıyorsa da halen 1.750 askeri Afganistan'da bulunuyor. Hükümetin yalanlamalarına karşın, savcılar içlerinde askerlerin, akademisyenlerin, politikacıların ve gazetecilerin bulunduğu 400 kişiyi hapsettiler. Hiç kimsenin Sayın Erdoğan'ı kayıt amacıyla eleştirmeye niçin istekli olmadığını açıklar bu. Afganistan savaşı hakkında speakülasyon yapan müstehzi eski bir Türk dışişleri bakanı “gidişâta bakılırsa, Kongreniz, ABD istihbaratının doğruladığı 3 trilyon dolar değerindeki mineralleri işletmek üzere Çin'in yeni Taliban rejimiyle anlaşma yapması için Afganistan'ı güvenli bir yer yapmış olacak” diye bir sır verdi. I. Dünya Savaşı'nda bir ordu subayı olan, 1924'te Osmanlı İmparatorluğunun hilafetini ilga eden, Arap alfabesinin yerine Roma alfabesini yerleştiren, kadınlara oy hakkı ve batılı kıyafetleri giyme izni veren, modern Türkiye'yi kurmuş Atatürk'ten bu yana, ordu, İslamcıların çizgiyi aşmasına karşı kendisini laik devletin koruyucusu olarak görmüştü. Küresel güç dengesinin doğuya doğru eğilim gösterdiğini düşünen Türk yetkililer, ufukta, Orta Asya'nın büyük kesimine yayılan büyük bir Türki ulus olduğunu da düşünecektir. Onlar nazarında, Afganistan'dan ağır bir NATO çekilişini görmekten daha heyecan verici bir manzaradır bu; veya Türkiye'nin acılı düşmanı Yunanistan'ın, Avrupa'nın hasta adamının, acıyla inşa edilmiş Avrupa Evi'ni neredeyse göçerttiği Avrupa Birliği'nden İşin esâsı, politikacıların, akademisyenlerin ve gazetecilerin bu hafta İstanbul'da kayda alınmamak şartıyla açıkladıkları üzere, Sayın Erdoğan ve ahbaplarının bu yüzyılın geçen yüzyıl gibi bir Amerikan yüzyılı olmayacağına, jeopolitik güç dengesinin doğuya kaydığına ve Sünni-Şii İslam arasında köprü kuracak şekilde dizayn edilecek Ortadoğu'da liderlik konumuna çıkmanın Türkiye'nin rolü olduğuna kendilerini inandırmış olmaları yatıyor. 25 Haziran 2010 Sayın Erdoğan, İran'ı gizli nükleer silah programını askıya almaya, bir bomba veya nükleer başlığı üretmekten uzak durmaya ikna edebileceğine de inanıyor. Aslında İran, altı ay zarfında nükleer silah üretebilecek araçlara sahip ülkeleri yani Japonya ve Brezilya örneğini takip edecektir. Kaynak: Washington Times Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Sayın Erdoğan, tıpkı diğer pek çok lider gibi, Başkan Obama'ya karşı yüksek umutlar besliyordu. Fakat şimdi Obama'nın işlev bozukluğu yaşayan yönetim sistemine baş eğdiremediğini, Kasım ayında Kongre'nin iki kanadından birinde veya ikisinde birden kaybedebileceğini ve Afganistan'ın takriben 1975'lerin Vietnam'ıyla (Kongre, Güney 16 Türkiye, ABD ve imparatorluğun alacakaranlığı - Conn Hallinan Ankara'nın bakış açısından, Türkiye, Irak'taki kargaşının, İsrail hükümetinin saldırgan politikalarının ve İran nükleer programı üzerinde artan gerilimlerin hesabını ödemektedir. USAK başkanı Sedat Laçiner'in New York Times'a söylediği gibi, “batılı ülkeler bir şeyler yapıyor, bedelini Türkiye ödüyor.” Amerikan kuvvetleri, Saddam Hüseyin'i hızla devirdikten sonra kendilerini Irak'ta güçlenen bir ayaklanmanın ortasında bulduklarında akla ilk gelen benzerlik ilişkisi Vietnam oldu: Bir işgal ordusu, evinden çok uzakta, karanlık bir düşman tarafından kuşatılmış. Fakat İndependet ve Counterpunch Ortadoğu muhabiri Patrick Cockburn, artan kargaşanın Güneydoğu Asya'daki o savaştan ziyâde Boer Savaşına benzediğini söylemişti. Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Soğuk Savaş bitti ama “yeni bir küresel” düzen ortaya çıkmadı diyor. O “mekanizmalar” ortaya çıkana dek, “küresel siyasi, iktisâdi ve kültürel kargaşayı karşılamak ve çözümler bulmak, büyük ölçüde ulus devletlere düşmektedir.” Çoğu Amerikalının hakkında hiçbir şey bilmediği, 18'nci yüzyıldan 19'ncu yüzyıla geçilen dönemeçte Hollandalı yerleşimcilerle İngiliz İmparatorluğu arasında Güney Afrika'da geçen bir savaştır bu. Fakat bu benzerlik, Türkiye gibi bir ülkenin artan nüfuzu ve Washington'ın bölgesel ve küresel siyasete artık niçin hâkim olamayacağı hakkında da çok şey anlatır. Türkiye-ABD ilişkilerinde İran ve çevresinde gelişen gerilimi ele alın. Davutoğlu'nun “yeni bir küresel” düzen gözlemi, ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin'den oluşan beş büyük gücün hâkim olduğu BM Güvenlik Konseyi'nin üstü örtük eleştirisidir. Türkiye, Brezilya ve Hindistan gibi ülkeler, mevcut kurulumdan gitgide daha fazla mutsuz oluyorlar ve masada yer istiyor yahut Konsey'in gücünün azaltılmasını talep ediyorlar. Son İran'a müeyyide kararı, Konsey'de 12 evet, 2 hayır bir de çekimser oyla geçti. Halbuki Genel Kurul'da geçirilemezdi. İsrail Türkiye-Brezilya'nın İran'la ortak barış planı ve Gazze Filosuna yapılan son saldırı dolayısıyla Ankara ve Tel Aviv'in bozuşması hakkında Amerika'da yapılan en yaygın yorum, Türkiye'nin “doğuya bakıyor” oluşu. Yükselen İslamcılıktan ABD Savunma Bakanı Robert Gates'in Batı'nın Ankara'nın AB'ye katılımını engelleyerek Türkiye'yi yabancılaştırdığı açıklamasına kadar çok çeşitli gerekçeler sunuluyor. Türkiye'nin yükselişi, bu ülkedeki iç gelişmeleri yansıtırken, artan nüfuzu, Amerikan gücünün çöküşünü yansıtmaktadır ki Washington'ın Ortadoğu ve Orta Asya'da izlediği yıkıcı politikaların bir sonucudur. Türkiye, iç siyasetinde, evi düzene sokmaya bakıyor. Dört darbe gerçekleştiren muktedir orduyu kışlasına gönderdi; gücü, İstanbul'daki seçkinlerden Türkiye'nin orta ve doğu kesimine kaydırdı; iç baskıyı gevşetti; ve hatta Kürt azınlığıyla anlaşmaya bakıyor. Meclis'in önündeki tasarı, Kürt azınlığın Kürtçe televizyon kanalları kurmasına izin verecek ve ayrımcılıkla mücadele komisyonu kuracak. Türkiye dışarıda ise Davuroğlu'nun “komşularla sıfır sorun” politikasını izliyor. 17 Böylelikle, Suriye'yle karşılıklı olarak baltalar toprağa gömüldü ve Türkiye, Irak Kürtlerine erişti. Kuzey Irak'ta faaliyet gösteren 1.200 şirketin yarısı Türk şirketi ve sınır ticaretinin bu yıl 20 milyar doları bulması bekleniyor. Kürtler de Ankara'nin istediği bir şey var: 45 milyar varil petrol rezervi ve bol miktarda doğalgaz. doğalgaz ve petrolünün yüzde 20'sini İran'dan alıyor ve Tahran, daha değerli bir ticari ortak halinen geldi. Esasen, Türkiye, İran ve Suriye, Irak'ı da ihtiva edecek bir ticari grup oluşturmayı düşünüyorlar. Ankara ve İsrail'in bozuşması, İslam'ın büyümesine atfediliyor ama Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Adâlet ve Kalkınma Partisi'nin İslamcı bir damarı varsa da Türkiye'nin İsrail'e kızgınlığı dini değil siyasidir. Şu anki İsrail hükümetinin Filistinlilerle çatışmayı çözüme kavuşturmada çıkarı bulunmuyor ve Netanyahu hükümetinin önde gelen üyeleri, İran, Suriye ve Lübnan'ı savaşla tehdit ettiler. Bu ülkelerden her hangi biriyle yapılacak bir savaş bölgesel çatışmaya dönüşebilir ve İsrailliler, konvansiyonel silahlarla muhaliflerinin üstesinden gelemeyeceklerini anladıklarında nükleer bir savaşa bile dönüşebilir bu. Türkiye, İran'la ilişkilerini genişletti; enerji ve ticaret konularında Rusya'yla yakın işbirliği yapıyor. Ermenistan'la ilişkilerde buzların çözülmesi için bile çalıştı. Şam ve Tel Aviv arasında, Irak'taki sünniler ve şiiler arasında, Balkanlar'da Boşnaklar ve Sırplar arasında aracılık yürüttü ve Kafkasya'daki gerilimi azaltmak için çabaladı. Afirka'da 15, Latin Amerika'da 2 büyükelçilik açtı. Ahmet Davutoğlu, Türk dış politikasının “çok büyutlu” olduğunu söylüyor yani “Rusya'yla iyi ilişkiler, AB ile ilişkilerin alternatifi değldir” ki Soğuk Savaş'ın vasfı olan sıfır toplamlı oyun diplomasisinin açıkça reddedilmesidir. Ankara'nın savaştan kaybedeceği çok şey varken bölgesel ticari anlaşmaları beslemekten ve siyasi istikrarı inşa etmekten kazanacağı çok şey var. Türkiye, dünyanın 16'ncı, Avrupa'nın ise yedinci büyük ekonomisidir. Türkiye, uluslararası gerilimin azalmasında çıkarı olan diğer uluslarla da yakından çalışmaya başladı. Ankara'nın Brezilya ile ortaklığı kaza değildir. Türkiye gibi Brezilya'nın da ekonomisi kıpır kıpır; Brezilya, Mercosur'la birlikte dünyadaki üçüncü en büyük ticari örgütü oluşturan kilit aktördür. Güney Amerika'nın dünyanın en barışçıl bölgelerinden biri olması için azımsanmayacak bir rol oynamaktadır. ABD ise Honduras hükümetine verdiği destekten dolayı, Kolombiya'daki askeri üslerini genişletmesi ve rağbet görmeyen uyuşturucuyla mücadelesi dolayısıyla kızgınlığa yol açıyor. Eğer dünyanın büyük bir kesimi, Türkiye ve Brezilya gibi bölgesel Türkiye'nin artan nüfuzu, kısmen de Ortadoğu'daki siyasi boşluğun yansımasıdır. ABD'nin Mısır, Ürdün, S. Arabistan gibi geleneksel müttefikleri gitgide tecrit içine düşüyorlar, ekonomik sıkıntılarla boğuşuyor, iç muhalefete karşı paranoyak davranıyor ve İran'a karşı öfkeleniyorlar. Türkiye'nin artan nüfuzu, ABD tarafından hoşça karşılanmadı özellikle de nükleer takas anlaşması. Ancak Türklerin bakış açısından, nükleer uzlaşma, istikrarsız bir muhitteki gerilimi azaltma çabasıydı. Türkiye, İran'ın nükleer silahlara sahip olması noktasında ABD'den daha hevesli değil fakat Laçiner'in de dediği gibi “bir diğer Irak istemiyor.” Burada bir özçıkar da var elbet. Türkiye, 18 güçlerin istikrar merkezi olduğu hükmüne varırsa, ABD gittikçe ağır elli ve etkisiz olurken, hiç kimse onları suçlayamaz. İngiltere en nihayet Boer Savaş'ında (18891902) zafer elde etti ama dünyanın en büyük ordusu için kolay bir iş gibi görülen şey İngiltere'nin en uzun ve en pahalı sömürge savaşına döndü. İngiltere, ancak ve ancak Boer kadınlarını ve çocuklarını temerküz kamplarına toplayarak işin sonunda kazandı; bu kamplarda 28.000 kişi açlık ve hastalıklardan dolayı hayatları kaybettiler. Tüm dünyada sömürge halkları bir şeyi fark etmişlerdi: Ayaktakımından bir gerilla kuvveti, Britanya'nın byük ordusunu açmaza itmişti. Boer Savaşı, İngiliz İmparatorluğunun temel bir zayıflığını ispatlamıştı tıpkı Irak ve Afganistan'ın, güçlü ülkelerin bir bölgeye ya da küreye hâkim olmak için kuvvet kullandığı dönemin sona erdiğini ispatlamış olması gibi. Bilgi Üniversitesi'nden Siyaset Bilimcisi Soli Özel'in Financial Times'a dediği gibi “dünya, son iki veya üç yüzyıldır onu yöneten güçlerin diktalarını kabul etmeyecek.” 24 Haziran 2010 Kaynak: Counterpunch Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 19 nâfile bir misyona soyunduran Pan-Türkçü yanılgılar, Türk dış politikasına hiçbir zaman rehber kılınmamıştır ve Çin’i ziyaret fırsatıyla Urumçi’ye yaptığı ziyaret bir yana, Tayip Erdoğan Pan Türkçülüğe hiç ilgi göstermemiştir. Bilakis Atatürk, Türkiye’nin tüm komşularıyla barış içinde olması ve tam bir tarafsızlık sergilemesi gerektiğine inanmıştır. Atatürk ve Türk dış politikası Daniel Larison Walter Russel Mead, American Interest’te şöyle yazmış: “Atatürk’ün batı yönelimi, Türkiye’nin zengin ve teknolojik bakımdan ileri batıdaki yerini bir yere kadar sağlamlaştırmaktaydı; Türkiye’yi doğudaki bölücü çatışmalara da sımsıkı kapatıyordu. Batıya karşı duyulan hayal kırıklığı, anlaşılır bir şekilde bazı Türklerin doğuya doğru bakmasına yol açıyor; ortaya çıkacak sonuçların ise Atatürk’ün Türk ulusal stratejisini çürütmesi değil de haklı çıkarması daha muhtemeldir.” Açıktır ki Türkiye NATO’ya katıldığı anda tarafsızlıktan vazgeçmişti ama asıl önemlisi, bu adımın, Atatürk’ün mirâsından Erdoğan ve AK Parti’nin yapmayı teklif ettiği her şeyden çok daha önemli bir kopuş olduğunu anlamaktır. Sonraki Kemalistlerin yaptıklarıyla Atatürk’ün onlardan yapmasını istediği şeyleri kolayca birleştirmekten sakınmalıyız. AK Parti’nin “komşularla sıfır sorun” politikası, Sovyet karşıtı ve sonra da Hüseyin karşıtı Kemalist haleflerin politikalarına nazaran, Atatürk’ün ve başlarda İnönü’nün de izlediği dış politikayla aynı çizgide olmaya daha yakındır. Şimdi mademki Sovyet tehdidi ortadan kalkmıştır, Türkiye’nin orijinal dış politika duruşundan vazgeçmesinin pek bir anlamı da yoktur. Bu açıklama, Mead’ın şu anki Türk hükümetinin “Atatürk’ün görüşünden” uzaklaştığını abartmasına yardım eden önemli birkaç eksikle mâlûldür. Atatürk ülkenin başındayken, Türkiye, Irak’ın kurulmasından sonra yıllarca çözümsüz kalmış Musul Vilâyeti’nin kontrolü gibi “doğudaki” ihtilaflara müdahildi. Türkiye daha sonra, kısa ömürlü Hatay Cumhuriyetini ilhak etti. Çok yakın tarihte ise PKK ile mücadelesi, Türkiye’yi Öcalan’a barınak sağlayan Suriye’yle 1998’de savaşın eşiğine getirmişti. Karabağ, Ermenistan’ın desteğiyle Azerbaycan’dan koptuktan sonra, Türkiye Azerilerle aynı safta buluştu ve bugün de kapalı duran Ermenistan sınırını kapattı. Zaruri olarak, Türk siyasetinde bir “doğu” boyutu her daim olagelmiştir. Neticede, eski Sovyet tehdidi ortadan kalkmışken Türkiye, cephe ülke gibi işlev görmeye niçin devam etmek zorunda olsun? Türkiye, hem de Türklerin pek çoğu komşularını tehdit edici bulmazken, komşularına karşı Amerikan askeri operasyonları için harekât merkezi olmayı niçin sürdürsün? Son birkaç yıldır bahse değer olan bir şey varsa o da Türkiye’nin Washington’ın tehdit olarak gördüğü yönetimler dâhil komşularıyla ilişkilerini iyileştirmeye gayret etmesi değil Washington’ın, Türkiye’nin batı güvenliğine mensûbiyetini, Türkiye’nin ulusal çıkarları ve orjinal Türk dış politika geleneğine ters düşürmekte ısrar edip dururken Türkiye’nin batı güvenlik yapılarına bağlı kalmayı hâlâ Atatürk’ün doğuda en çok sakınmak istediği şey, Türkiye’yi kendi kendine zarar verecek türde bir mâceraya itebilecek, Yunan Megalo İdea’sından kaynaklanan bir PanTürkçülüğün ayartıcılığıydı. Atatürk kesinlikle bir Türk ulusçusuydu fakat Anadolu’ya kök salmış ve orayla sınırlı bir Türk ulusu tasavvur etmiştir. Enver Paşa’yı sürgünde Orta Asya’daki Türkî halkları toparlamak gibi 20 sürdürmesidir. Eğer Türkiye katı tarafsızlık politikasına tekrar dönse, Atatürk’ün mirâsına daha uygun hareket etmiş olacaktır. Amerika, Türkiye’nin ittifakından istifade etmeyi sürdürürken, Amerikalılar da Türkiye’nin şu anki hükümetinin, Atatürk’ün ülkesi için istediği şeyle doğrudan çatışma içinde olmasına rağmen II. Dünya Savaşı sonrasında Türk dış politikasında yaşanan eksen değişimini koruma istekliliğinden hoşnut olmalıdırlar. Kaldı ki kurucuların siyasi tarafsızlık görüşünü benimsemiş olsak, hem Amerikalılar hem de Türkler bunun faydasını görecektir. 23 Haziran 2010 Kaynak: American Conservative Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 21 büyük şirketler) tedricen etkisizleştirerek Türkiye’yi teokratik bir otokrasiye çevirecek gizli bir gündem izliyor diyorlar. Savlarını desteklemek için, Türkiye’nin Amerika’ya 2003 yılında Saddam Hüseyin’i devirmeyi kolaylaştıracak stratejik bir mekanı kullanma izni vermeyişini, Erdoğan’ın - Brezilya Devlet Başkanı Lula da Silva ile birlikte – İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’la İran nükleer meselesini yönetmeye çalışmalarını, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a karşı müeyyidelerin ağırlaştırılmasına hayır oyu vermesini, Hamas ve Hizbullah gibi radikal örgütlerle Türk hükümeti arasındaki temasları ve muhalefet partilerinin laik devlete zarar verecek dedikleri anayasa değişikliğini referanduma sunma planlarını anıyorlar. Hatta bazıları, ablukasını test etmek için Türk bayraklı bir gemiyi Gazze’ye gönderen Türkiye’nin bile bile İsrail’i kışkırttığını bile savunuyorlar; bu olay, trajik ölümler ve Türk-İsrail ilişkilerinin kopma noktasına dayanmasıyla neticelenmişti. Realistler ise alarmist korkulara sert çıkarak – Ortadoğu’da başka yerlerde de gördüğümüz üzere – kendini gerçekleştiren kehanete döneceğini söylüyorlar. Batı dünyasına kurumsal olarak demirlenmiş Türkiye çok boyutlu dış politikasının tâli amaçlarını izlerken bu esnada AB üyeliği vizyonuna ulaşması için ona yardım edilmesi gerektiğini savunuyorlar. Realistler, AB’nin mevcut ekonomik sancılarına ve genişleme yorgunluğu denilen şeye bakarak, Türkiye’nin kısa bir zaman zarfında AB üyesi olmasının hayal olduğunun da tam olarak farkındalar. Fakat realistler, Amerikalı politikacıları Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemeye ve batı yönelimini canlı tutmaya yüreklendiriyorlar. Erdoğan’ın bazı hareketlerinin 2011’de yapılması planlanan seçimlerin bir parçası olduğuna da Türkiye’nin dünya diplomasisi’ndeki yeni yeri Couloumbis, Ahlstrom, Weaver 72 milyonluk nispeten fakir ve çoğunluğu müslüman nüfusu, Avrupa’nın ortak değerlerini yansıtmıyor diyerek Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Şansölye Merkel’in yaptıkları muhalefet yüzünden Türkiye’nin AB üyeliği umutları solarken, Türkiye, hem bölgesel hem de küresel meselelerde gitgide bağımsız bir hat üzerinde ilerliyor. Bölgesel tarihe ilgi duyan hiç kimseyi şaşırtmamalı bu ama yine de bir soru geliyor akla: “Qua Vadis Türkiye?” *Türkiye, nereye gidiyorsun?+ Ortaya hızla iki ekol çıktı: Alarmistler / panik yaratanlar ve realistler. Temel şeylerde her iki ekol de mutabık. Osmanlı tarihi ve İslam geleneklerine rağmen, Kemal Atatürk ve halefleri, devlet otoritesi ve müslüman inancını birbirinden ayıran modern, laik Türk Cumhuriyetini kurdular. Batı ittifak sistemine Soğuk Savaş’ta çapa atarak fayda sağlayan Türkiye, ekonomik bakımdan canlı ve dünyanın en büyük ilk 15 ekonomisi arasında; ayrıca G-20 üyesi. Üç kıtanın birleştiği noktada bulunmasına, askeri gücüne, enerji zengini Ortadoğu ve Orta Asya’ya yakınlığına bakınca, Türkiye, dünyanın siyaseten en istikrarsız bölgesi olduğu söylenebilecek bir bölgede rakip büyük güçlerin hesapları için can alıcı önemdedir. Analistler bu noktadan sonra, birbirlerinden ciddi şekilde uzaklaşmaktadırlar. Alarmistler/panik yaratanlar, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’nin Türkiye’yi II. Dünya Savaşı sonrası batı yöneliminden geri çevirdiğine dair tehlikeli işaretlere dikkat çekiyorlar; Türkiye’deki laik müesses nizâmı (ordu, yargı, bürokrasi ve 22 inanıyorlar. AK Parti’nin mahalli seçimlerdeki zayıf durumu ışığı altında, Erdoğan ve Ak Parti’nin hesaplarında iç siyasi mülahazaların daha belirgin rol oynamasının muhtemel olduğunu savunuyorlar. Mevcut durumun ironisi şu ki, Türkiye’nin gitgide bağımsızlaşan bölgesel girişimleri, dengeleyici bir aracı rolün mümkün olduğunu ispatlayarak aslında ABD ve batı amaçlarını desteklemektedir. Ortadoğu’da tüm taraflara yakın olan ve tüm tarafların kendisinden emin olduğu bir aracının, herhangi bir çatışma durumunda uzlaşmaya yardım ettiği uzun bir arabuluculuk tarihi vardır. Amerikan piyonu olarak görülmediği takdirde, İsrail, Filistin, Hamas ve Hizbullah’la bağımsız bir şekilde yakınlaşacak Türkiye, aracı rolünü oynayabilir ve iki devletli çözüm için taze bir sürece rehberlik edebilir. Obama yönetimi, Amerika’da içeriden gelen baskılar yüzünden İsrail başbakanı Netanyahu’nun serkeşliğinin üstesinden gelebilecek gibi görünmediğinden dolayı daha doğrudan bir Türk rolü, etkin bir alternatif olabilecektir hatta ki çoktan etkin olmaya bile başlamış olabilir çünkü İsrail, Gazze ablukasını hafifletti ve barış görüşmelerinin yeniden başlamasına daha bir açık tutum sergiliyor gibidir. Ticaret ve kültür kavşağında bulunan Türkiye, bugün Rusya, Orta Asya ve Ortadoğu’dan gelen petrol ve doğalgaz boru hatları ağının tam ortasındadır. Eğiitmli ve serpilmekte olan orta sınıfı, askeri müdahaleler tarihine rağmen canlı bir parlamenter demokrasisi, (İsrail’in ordusunu saymazsak) bölgenin en büyük ve en eğitimli silahlı kuvvetleri, hem Orta Asya hem de Ortadoğu ile kültürel ve dilsel bağları olan Türkiye, tarihi rakibi İran dâhil bölgesel nüfuz tasarruf edecek varlığa ve kıymetlere sahiptir. 22 Haziran 2010 Yazarlar hakkında: Theodore Couloumbis, Hellenic Foundation for European and Foreign Policy başkan yardımcısı ve Atina Üniversitesi Emeritus Profesörü; Bill Ahlstrom, çokuluslu bir Amerikan şirketinde müdür; Gary Weaver, Amerikan Üniversitesi (Washington, D.C,) Uluslararası Hizmet Okulu Profesörü. Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 23 Türkiye ve neoconlar - Stephen M. Walt özgürlük ve demokrasi olduğu dolayısıyla da İsrail’i “Ortadoğu’daki tek demokrasi” olduğu için destekledikleri iddiasıyla yer yer perdelenmektedir. Zaten tahmin edilebilir bir şeydi. Önde gelen neoconlar, İsrail ve Türkiye’nin askeri bağlar üzerinden stratejik müttefik olduğu zamanlarda Türk hükümetinin sesi çok çıkan savunucularıydılar; Anti-Defamation League (ADL) ve AIPAC gibi gruplar, I. Dünya Savaşı sırasında Türklerin elinde Ermenilerin başına geleni Ermeni soykırımı olarak etiketleyen kararları onaylamaması için Kongre’yi yüreklendirirlerdi (Ermeni lobisi aylak değil ama AIPAC ve onun İsrail lobisindeki müttefiklerine denk değil). Fakat Türkiye iyi işleyen bir demokrasi, bir NATO üyesi ve ABD’nin güçlü bir müttefiki olmasına rağmen neoconların şimdi Türkiye’ye düşman olduklarını görüyoruz. Türkiye’nin demokrasisi elbette ki mükemmel değil ama hadi bana bir tane mükemmelini gösterin. Neoconların Türkiye’nin dostu olmaktan çıkıp hasmı olmalarının basit tek bir nedeni var: İsrail. Türk hükümeti, Gazze’nin abluka altına alınmasından itibaren İsrail’in Filistinlilere karşı muamelesinden dolayı açıkça eleştireldi; 2008-2009 Gazze saldırısında sonra eleştirileri arttı ve İsrail ordusunun Özgür Gazze Filosuna öldürücü saldırısından sonra doruğuna çıktı. Lobe’un gösterdiği üzere, önde gelen neocon sürüsü Türkiye’yi şeytanlaştırmakla meşgul ve bazı hallerde de Türkiye’nin NATO’dan atılması çağrısını yapıyorlar. ADL’nin soykırım suçlamasına karşı bir ülkeyi koruyor oluşu ironik olmaktan da ötedir ama siyasi örgütlerin etik tutarlılık sergilemesi gerektiğini söyleyen mi var ki? Türkiye-İsrail ilişkileri yıpranmaya başladığında – İsrail’in Filistinlilere muamelesi karşısında Türkiye’nin duyduğu öfke, bu yıpranışın üzerine benzin dökmüştür – ADL ve AIPAC koruma şemsiyelerini çektiler ve İsrail’in Kongre’deki savunucuları taraf değiştirdi. Jim Lobe geçen hafta InterPress’de dehşet bir makale yayınladı ve öncü neoconların Türk hükümetinin güçlü destekçileri (bazen de yüksek maaşlı danışmanları) olmaktan çıkıp ateşli eleştirmenlerine döndükleri gözler önüne serildi. O, hikayeyi benim yapabileceğimden çok daha iyi aktarmaktadır ama benim yapacağım birkaç ilave var. Demek ki bir devletin demokratik olup olmamasının neoconlar için bir önemi yok; onlar için önemli olan, bir devletin İsrail’i destekleyip desteklemediğidir. Dolayısıyla Usame bin Ladin Afganistan veya Pakistan’da olmasına rağmen bu kadar çok sayıda neocon’un ABD’nin Irak’ı işgal etmesi için niçin çalıştığını ve şimdi de İran’la savaş için niçin bastırdıklarını merak ediyorsanız cevabınız işte burada. Birincisi, eğer bu makale, fiilen tüm neoconların İsrail mezkezci olduklarına sizi ikna etmemişse başka hiçbir şey edemez. Bu yakınlık gizli saklı değil ve neocon bilge Max Boot’un ifadesiyle, Yeni-Muhafazakarlığın “kilit akidesidir.” Fakat İsrail’e bağlılıklarının gerçek boyutu, umursadıkları şeyin gerçekte Defalarca kaydettiğim gibi, bir Amerikalı’nın yabancı bir ülkeye derinden bağlılık hissetmesinde ve bunu politikada ifade etmesinde yanlış bir şey yok ama açık ve dürüst olmaları ve diğer insanları bir şekilde yobazlıkla suçlamaya tevessül etmemeleri şartıyla. Neoconların Türkiye’ye karşı çark 24 etmeleri önemlidir çünkü politik önceliklerini açık seçik ifşa etmektedir; ve Lobe, bize bunu belgelediği için tam notu hak edyor. yakın kılmaktadır çünkü böyle bir şey yapmak, özel ilişkilerin mârifetlerine gölge düşürmekte ve özel ilişkileri savunan çeşitli grupların gazabını üstüne çekme tehlikesi taşımaktadır. Son bir şey de şu: Neoconlar, Amerikan ve İsrail çıkarlarını özdeşmiş gibi tasvir ederler. Onların nazarında, İsrail için iyi olan ABD için de iyidir; ABD için iyi olan İsrail için de iyidir. Bu iddia, kayıtsız şartsız Amerikan desteğini iyi bir fikir gibi göstermektedir; ayrıca onları, İsrail’in çıkarlarını Amerikan çıkarlarının üzerine çıkarıyorlar suçlamasından da uzak tutuyor. her şeyden evvel, eğer her iki devletin çıkarları gerçekten bir ve aynı şeyler ise, o takdirde tanım gereği çıkar çatışması söz konusu olamaz ve “çifte sadâkat” (bu terimden hala hazzemiyorum) meselesi gündeme gelmez. ABD ve İsrail belirli bazı ortak çıkarlara sahiplerse de bu çıkarların özdeş olmadığı gitgide daha da belli oluyor. Bu durum, Amerika için iyi olanı desteklemekle İsrail için neyin iyi olacağını savunma (genelde yanlışı savunmuşlardır) arasında bir tecihte bulunmaya zorladığından dolayı inatçı neoconları gergin bir duruma itiyor. Madem ki önde gelen neoconlar savaş davulları çalmaya devam ediyor bize de berbat sicillerini ve altta yatan güdülerini hatırlamak düşer. 17 Haziran 2010 Ben ise tam aksini savunuyorum. “Özel ilişkilerin” her iki ülkeye de zarar vermeye başladığını, daha normal bir ilişkinin her iki taraf için de iyi olacağına inanıyorum. Özel ilişkiler, Ortadoğu’da Amerikan karşıtlığına benzin dökerek ve milyarlarca insanın – evet milyarlarca insanın - nazarında bizi ikiyüzlü duruma düşürerek tam şu an ABD’ye zarar veriyor. Nükleer silahların yayılmasını önleme gibi bir dizi meselede de siyasetimizin şeklini bozmakta ve Ortadoğu barışı davasında ilerleme sağlamak için nüfuzumuzu kullanmayı aşırı derecede güçleştirmektedir. Başkan Obama’nın bu cephelerde kaydettiği başarısızlık – daha iyisini yapacağına dair defalarca söz vermesine rağmen – bunu daha da âşikar kılmaktadır. Aynı zamanda, bu olağandışı ilişki, İsrail’in içinde bulunduğu tecridi artıran ve uzun vadeli geleceğini tehdit eden politikaları sigortalayarak İsrail'e de zarar veriyor. Hem İsrail budalaca hareket ettiğinde Amerikalı liderlerin en yumuşak bir eleştiriyi bile seslendirmesini imkansıza Kaynak: Foreign Policy Dünya Bülteni için çeviren:Ertuğrul Aydın 25 Türkiye ve Brezilya Gazze ablukasını “bağlantı kurarak” kaldırabilirler - Robert Naiman çoğunluğunun çıkarına mı değil mi orası ayrı bir konu ama şimdilik Obama yönetiminin bu politikaya şu an bağlı kaldığını farzedelim. ABD'nin yeni müeyyide kararına yönelik gayretlerini engelleyebilecek bir konumda olan herkes, uygulamada, ABD üzerinde şu an muazzam bir kaldıraç gücüne sahiptir. Hassaten Türkiye eğer İran'a yönelik BM müeyyide kararını engeller veya ertelerse, o takdirde Türkiye ablukayı da sona erdirebilir çünkü ABD desteği olmaksızın abluka da olmaz. Son birkaç hafta içerisinde, Türkiye ve Brezilya uluslararası diplomasinin Büyük Masası’nda dirsekleriyle kendilerine yer açtılar: Birincisi, ABD, İran'la çatışmayı diplomatik yollarla çözsün diye nükleer takas anlaşmasını müzakere etmeleriyle oldu. İkincisi – bu Türkiye ile ilgilidir – Türkiye, Gazze Özgürlük Filosu'nun Gazze'nin sivil nüfusu üzerindeki İsrail-Mısır-ABD ablukasını kırma çabasına destek verdi (...) Herkesin bildiği üzere, “hey millet, bundan böyle bu iki şeyi birbirine bağladım” diye basın toplantısı düzenlemeden veya basın açıklaması yapmadan iki şeyi birbirine bağlayabilirsiniz. Esasen, insanlar sizi iki şeyi birbirine bağlamakla suçladığında, bunu havalı bir şekilde inkar da edebilirsiniz. Tek yapmanız gereken, sanki bu iki şey birbirine bağlıymış gibi hareket etmek, muhataplarınızın gerekli sonucu çıkarmalarını sağlamaktır: Siz istediğinizi alana kadar başkaları da istediklerini alamayacaktır. Eğer Türkiye ve Brezilya Büyük Masa'da muteber bir pay sahibi olacaksa, ABD'ye karşı sert politik taktikler izlemeliler: ABD onların kaygılarını gözardı etmeyi sürdürdüğü takdirde, eğer dilerlerse, ABD'nin elde etmek istediği şeylere ulaşmasını engelleyecek güce sahip olduklarını göstermeye devam etmelidirler. Şimdiye kadar en kalın kafalıya bile mâlum olmuş olmalıdır ki Gazze ablukası ve ABD'nin İran'a yeni müeyyide isteği arasında pratikte bir bağ vardır. İsrail filoya saldırmamış ve can kayıpları yaşanmamış olsaydı, Amerika bu hafta Güvenlik Konseyi'nde İran'a karşı yeni müeyyideler için bastırıyor olacaktı. Güvenlik Konseyi bunun yerine İsrail'in Türklere saldırısını ve Gazze ablukasını konuştu ve Türkiye, her iki soruya da tatminkâr bir cevap alana dek Güvenlik Konseyi'ne tekrar geri geleceğini söyledi; ve Türkiye – Gazze ablukasının sona ermesi dâhil – şikayetlerinin giderilmesiyle ilgili olarak tatmin olana dek İran'a müeyyidelerle ilgilenmediğini güçlü bir şekilde ima etti. Amerikalı yetkililer, Güvenlik Konseyi'nin yeni müeyyide kararıyla ilgili olarak dün 21 Haziran'a kadar bir mühlet belirlediler. Güvenlik Konseyi eylemine mühlet belirleme işi elbette ki ABD'ye bağlı değil ama bu mühlet, Türkiye ve Brezilya'ya bir açılım sunuyor. Türk ve Brezilyalı diplomatların şunu söylediğini farzedin: Gazze ablukasının kaldırılması amacıyla Güvenlik Konseyi'nden 20 Hazirana kadar sonuç alıcı eylem bekliyoruz. Amerikalı diplomatların mesajı alacaklarını düşünüyor musunuz? Ben düşünüyorum. Amerika, yeni müeyyide kararının alabildiğince çabuk çıkmasına yüksek öncelik atfediyor. Bu politika, Amerikalıların 26 Ancak bu, Türkiye ve Brezilya'nın zımni tehdide arka çıkacak kapasitede olup olmadıkları sorusuna cevap bulmayı da zorunlu kılar: Türkiye ve Brezilya, müeyyide kararının çıkmasını geciktirebilir mi? Amerika, ABD'nin diplomasi yolunu takip etmesini istediklerinden dolayı ABD'nin yeni müeyyide kararına karşı çıkan Türkiye ve Brezilya'nın desteği olmaksızın müeyyide yolunda ilerlemeye hazır olduğuna işaret etti çünkü ABD, takas anlaşmasına ve TürkiyeBrezilya’nın çatışmadaki aracılık rolüne yüz vermiyor. doğrudan marifetlerine ilave olarak – yani ABD takas anlaşması temelinde diplomasi üzere hareket edene dek BM Güvenlik Konseyi yeni bir müeyyide kararını değerlendirmeye almamalıdır – Türkiye ve Brezilya her hâlükarda bir siyasi mesele olarak Güvenlik Konseyi'nin İran hakkında yeni bir karardan önce, evvela bir Gazze ablukası sorununu çözmesi gerektiğini savunmalıdır zira Gazze meselesi objektif olarak daha âcildir ve dünyanın dikkati bu meseleye odaklanmıştır; ayrıca Obama yönetimi, Güvenlik Konsey’inden İran hakkında yeni bir kararı geçirirse, uluslararası câmia'nın Obama yönetimi üzerindeki kaldıraç gücü bir hayli azalacaktır. Tarihi olarak ABD, oybirliğine yüksek prim verir. Fakat ABD bugün oybirliğini denize atmaya hazır, ki anlamlı bir durumdur, o halde ABD'nin bu istikamette ilerlemeye hazır olduğunu ve Güvenlik Konseyi'nin onbeş üyesinden asgari dokuzunun oyunu alarak Konsey’den geçecek bir kararla iktifa edeceğini farzedelim. Dünyanın ilgi ve dikkatinin Gazze'ye odaklandığı bir zamanda Güvenlik Konseyi'nin yedi üyesini bu sav etrafında örgütlemek, yedi üyeyi sırf takas anlaşması temelinde Amerika'ya karşı örgütlemekten daha kolay olmalıdır. Gazze meselesinin ileri sürülmesiyle, müttefik toplama şansı da artmalıdır. Bosna, çoğunluğu müslüman bir ülkedir; Nijerya'nın yarısı müslüman. İsrail'in Gazze politikaları hakkında bir referandumsa bu, Bosna ve Nijerya en azından çekimser oyla tehdit edebilirler. Meksika sağcı bir hükümete sahip fakat diğer Meksika hükümetleri gibi uluslararası sorunlarda o da ilerlemecidir. Meksika bu hafta ambargonun kalkmasını talep etti ve Brezilya ile iyi ilişkileri vardır. Bu yüzden Meksika da en azından çekimser oyla tehdit edebilir. Diğer dört üyeden üçü işte bunlar. Daimi beş üyenin desteklediği bir kararı geciktirmek için – bu arada, Rusya ve Çin'in destek vereceği öyle yüzde 100 belli değil– Türkiye ve Brezilya, hayır oyuyla tehdit etmeye veya çekimser oy kullanmaya istekli beş Güvenlik Konseyi üyesine ihtiyaç duyacaktır. Lübnan, bu hafta öncesinde bile “elde birdi” ve evet oyu vermeyecek görünüyordu. Bu durumda evet oyu vermemekle tehdit edecek tıkayıcı bir koalisyon oluşturmak için sayacağımız yedi ülkeden en az dördüne ihtiyaç duyulacaktır: Avusturya, Japonya, Bosna-Hersek, Uganda, Meksika, Gabon ve Nijerya. Buradaki amaç, oylamayı kazanmak değildir. ABD, dokuz oydan emin olmadığı takdirde oylama yapılması için büyük bir ihtimalle bastırmayacaktır. Buradaki amaç, ABD'yi Türkiye ve Brezilya ile müzakereye zorlayarak bir oylamayı bloke etmektir. Türkiye ve Brezilya, yeni müeyyidelere Pazartesi günü öncesinde de karşı çıkmışlardı ve şimdi desteklemeleri için de hiçbir neden yok velev ki Gazze ablukası hemen kaldırılsın. Fakat Amerikan çabasına karşı diğer ülkeleri toplamak, vakanın 27 Tüm bunların altında iğrenç ve kaçınılmaz bir gerçek de var. Muazzam güç dengesizliklerinden dolayı ABD, Güvenlik Konseyi'ndeki küçük ülkelere istediğini yaptırmaktadır. Amerikalı diplomatların İran’la ilgili kaygılarını, küçük ülkelerin diplomatlarıyla kapalı kapılar ardında konuşmak için çokça zaman harcamaları muhtemel mi? Hayır, kapalı kapılar ardında “bu bizim için çok önemli, bu meselede bize karşı çıkarsanız sizi böcek gibi ezeriz. İran'a karşı müeyyideler konusunda bize karşı gelirseniz, Amerikan yardımını unutun veya IMF yahut Dünya Bankası kredilerini, uluslararası pazarları, mallarınızın Amerikan pazarına girmesini unutun” anlamına gelen şeyler söylemeleri çok daha yüksek ihtimaldir. Konseyi’ndeki durum bugün Büyük Buhran Şikagosu’ndan çok da farklı değil. Eğer Türkiye ve Brezilya – ve dostları – ABD'nin tehditlerini dengeleyebilirse, işte o zaman savları adil bir şekilde dinlenebilecektir. Brezilya Başkanı Lula, South of the Border adlı filmde Oliver Stone'a Brezilya'nın eşit muamele görmek istediğini söylüyor. Eski bir sendika lideri olarak Lula bilir: Güç, talep olmaksızın hiçbir şeyi ihsan etmez. 11 Haziran 2010 Kaynak: Just Foreign Policy Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Yani eğer ki Türkiye ve Brezilya ciddiyseler, yangına karşı suyla mücadele etmeye hazır olmalıdırlar. Eğer Amerika oyları sağlama alacak gibi olursa, Türkiye ve Brezilya – ve onların dostları – tehditlere karşı koymaya hazır olmalılar. Latin Amerika ülkeleri yakın zamanlarda bu konuda tecrübe kazandılar. ABD ve IMF tehditlerine karşı birbirlerini korudular. Dedem, Büyük Buhran sırasında Şikago'nun fakir halkı için savunma avukatlığı yapıyordu. Ona bir kez şunu sormuştum: Hiç, bir hâkime rüşvet verdiğin oldu mu? Şöyle cevap verdi: Benim zamanında Şikago'da bir hâkime rüşvet vermeyen avukata iyi avukat denmezdi. Çünkü rüşveti devletin vereceği kesindi. Şayet sen rüşvet vermezsen, müvekkilinin adil bir yargılamadan geçme şansı esasen sıfırdı. Fakat hâkime sen rüşvet verirsen, devlet rüşvet verirse ve iki rüşvet kabaca birbirine eşit olursa, müvekkilin için adil bir yargılama şansın olurdu. Beğenin ya da beğenmeyin, Güvenlik 28 Türkiye-Brezilya ortaya atıldı Doug Saunders Her nesilde, dünyayı muntazam bölümlere, uluslar demetine ve güç bloklarına böldük. Winston Churcill 5 Mart 1946'da “Demir Perde” konuşmasını yaptığında olan buydu; ideolojik görüş ayrılığı fiziki bir engele dönüşmüştü. Altı yıl sonra da Fransız demografi uzmanı Alfred Sauvy, çok fakir ve çok kızgın ülkeler ile dünyanın geri kalanı arasında bir hat çizmek için “Üçüncü Dünya” terimini ortaya attığında olan yine buydu. Pazartesi günü Tahran'da yaşananlar bizim için öylesine yeniydi ve dünyayı kolayca hazmedilir lokmalara bölmek için kullandığımız kategorilere göre öylesine yabancıydı ki kafa karışıklığı ve yanlış anlamaya musait bir durum var. Brezilya Devlet Başkanı Lula DA Silva ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ile 18 saat oturup en sonunda bir anlaşmaya varmalarını, İran'ın, elindeki uranyumun bir kısmı karşılığında reaktör yakıtı almak üzere takas etmeyi kabul etmesini nasıl yorumlamalıyız? Soğuk Savaş ideolojileri ve önceki yüzyılın zenginlik farkı uçup gidince bu ayrım hatlarının her ikisi de bu yüzyılda çözüldü. Haritayı yeniden çizmeye çalışıyor, yeni sınırların taslakları üzerinde çalışıyoruz. Evet, halen çok fakir ülkeler var, alarm veren otoriteryan ülkeler var. iyi de her iki kategoriye de girmeyen Brezilya ve Türkiye'yi nereye koyacaksınız? Brezilya ve Türkiye tam da ABD ve müttefiklerinin geçen Ekim ayında denedikleri ama başaramadıkları şeyi yani nükleer silah yapımında kullanılabilecek uranyumu reaktör yakıtıyla takas etmeyi başardılar. İran'ın maksadına ulaştığına varsayacak olursak – biraz genişçe bir varsayımdır bu – anlaşmayı daha iyi şartlarla yaptıkları bile söylenebilir. Ancak büyük güçlerin korktuğu bir ülkeyle hasmane bir karşılaşmanın tam orta yerinde iyi niyete dayalı dostane müzakereler yürüterek ABD liderliğindeki müeyyide görüşmelerinden yan çizildi. Pazartesi günü haberler gelirken, bazıları bunu ABD, Avrupa, İsrail ve müttefiklerine muhalefette birlikte çalışan “haydut bir blokun” yükselişi olarak anladı. Herşeyden evvel Rusya, Hugo Chavez'in alarm verici rejimine ve İran'a silah satıyor. İran, Küba ve Venezüella'ya ziyaretler düzenliyor. Çin ve Rusya, müeyyideleri bertaraf etmesi için İran'a yardım ediyorlar. Bu okumaya göre, Pazartesi günü yapılan anlaşma, bu uluslar arasında bir paktın nişânıdır ve aralarına Brezilya'yı ve Türkiye'yi de almışlardır - Brezilya, Venezüella ve Küba hakkında hoş açıklamalar yaparken Türkiye, İslam dünyasında nüfuzunu artırmak için Suriye'yle yakınlaşmıştır. Her iki ülkenini vatandaşları, refleks olarak Amerikan karşıtıdır. Türkiye-Brezilya'nın yürüttüğü anlaşma, ABD'nin Çin ve Rusya dâhil BM Güvenlik Konseyini öyle pek cezalandırıcı olmayan ama sembolik müeyyide artışına ikna etmesi sonucunda küçümsenmiş gibi durdu. Ankara ve Brezilya'dan kızgın sesler yükseldi. Bu anlaşmayı yorumlama şekliniz, dünya uluslarını bölen kalın çizgileri nasıl gördüğünüze bağlıdır. Dünya'yı bu şekilde okursanız, o halde Pazartesi günü yeni bir dünya kuruldu, hain 29 ve de tehlikeli. Amerikalı sağcı yazar Ralph Peters buna “ittifaklar toplululuğunun birleşmesidir ve sıkıntının artması anlamına gelir” diyor. orta yerde barışı sağlamış, dünya haritasına yeni ve kalın bir çizgi çekmiş olacaklar. Bu görüşü sadece Soğuk Savaş'ın adamları söylemiyor. İngiliz İşçi Partisi'nden milletvekili Denis MacShane, Lula'ya açık bir mektup yazdı: “Sayfalarımı derin bir üzünütüyle açıyor ve insan haklarını, sosyal adaleti, özgür sendika hareketlerinin savunduğu ne vara hepsini inkar etmenin ete kemiğe bürünmüş canlı simgesini kucaklarken görüyorum sizi.” Kaynak: The Globe and Mail 23 Mayıs 2010 Dünya Bülteni için çeviren: M. Alplaslan Balcı Fakat dünyanın bu şekilde okunması, çok daha önemli bir boyutu gözardı etmektedir. Bazı yorumcular bunu dik kafalı Lula ve Erdoğan'ın haydut diplomasi hareketi olarak tanımlarken, ABD Dışişleri Bakanlığı düzenlediği bir basın toplantısında gazetecilere ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın takas anlaşmasını müzakere etmeleri için Türkiye ve Brezilya'yı yüreklendirdiğini açıkladı. Türk yetkililer, bu anlaşmanın yeni müeyyidelerle çatışmadığını, esasen, kötü polisin müeyyidelerinin, anlaşmanın hayat geçirilmesini hızlandırabileceğini usulca söylüyorlar. Bu hafta, Brezilya ve Türkiye, Kanada'nın çok uzun zamandır çabaladığı yere vardılar. Başarılı, orta çaplı güç olmak. Ottawa, 1960'larda o da birkaç yıl hâriç, bu mevkiye hiçbir zaman ulaşamadı çünkü ortada olmanın gereğini hiçbir zaman yapmadı. Pazartesi günü şahit olduğumuz olay, gerçek bir ortaydı. Tehlikeli bir yerdir. Şayet İran 30 gün içerisinde anlaşmanın gereğini yapmazsa, bu ülkeler zayıf ve samimiyetsiz görünecekler. Fakat eğer başarırlarsa, oyunun kuralını kalıcı olarak değiştirmiş, geçit vermeyen bir bölünmenin yaşandığı 30 Türkiye ve Rusya “ötekiler ekseni” kuruyor - Adrian Pabst sağlamak için mücadele eden bir ABD, öte yanda Kafkasya'da, Körfezi Afganistan ve Orta Asya'ya bağlayan stratejik koridordaki boşluğu dolduran Türk-Rus işbirliği. Moskova ve Ankara, Ortadoğu'nun ve Avrasya'nın jeopolitiğini yeniden şekillendiriyorlar. Yakın zamanların en unutlmaz meclis kavgasıydı. Ukrayna Yüksek Konseyi üyeleri yumruklar savurdular; yumurta ve sis bombası fırlatıldı; konuşmacı ise şemsiyeyi kendisine zırh yapmıştı. AB ve ABD'deki pek çokları, bu yakınlaşmayı derin bir hoşnutsuzluk yaşayan iki eski emperyal gücün değişen dünyada üstlenecek rol arayışıyla çâresizlik içinde atıldıkları bir hamle olarak göreceklerdir. Fakat Rusya ve Türkiye'nin Amerikan hegemonyasına ve AB'nin çevresine karşı sergilediği boşvermişliğe meydan okuyan bir “ötekiler ekseni” (axis of outsiders) kurduğuna hiç şüphe yok. Geçen hafta yaşanan hengame, Rusya'nın Karadeniz filosuna ev sahipliği yapan Sivastopol limanının Moskova'ya 25 yıl için kiralanması karşılığında Ukrayna'nın gelecek 10 yıl Rus gazına ödeyeceği fiyatı düşürecek bir anlaşmayı meclis üyeleri müzakere ederlerken patlak verdi. Bu gerilimler, bir bakıma Ukrayna'nın Rusça konuşan doğu ve güney kesimleri ile ülkenin merkez ve batı kesimi arasında bir asırdan beri süren mücadelenin son bölümüdür. İlk grup, Moskova'ya dönük; diğer grup ise batıya. Bu anlaşma, başkanlık seçimlerinde Rus yanlısı aday Victor Yanukoviç'in seçimleri az bir farkla kazanması üzerinden üç ay geçmeden Ukrayna'nın NATO'yla flörtünün sonunun ve Rus yörüngesine dönüşünün nişânesidir. Karşılıklı jeopolitik ve ekonomik çıkarlar bu yeni eksenin merkezinde bulunuyor. Jeopolitik olarak , Kafkasya'nın ve paylaştıkları muhitin diğer kesimlerinin istikrar kazanmasında Moskova ve Ankara'nın çıkarları var. Ermenistan ve Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ bölgesi üzerinde devam eden ihtilafta her ikisi de işte bu yüzden aracılık yaptılar. Dahası, NATO üyesi Türkiye, 2008 yılında Gürcistan-Rusya savaşından sonra Kafkasya güvenlik ve İstikrar Platformu'nu kurdu. İran ve Ermenistan dâhil bölgedeki tüm ülkelerin katılımını hedefleyen ve Rusya'ya özel statü bahşeden bu platform, Türkiye'nin geleneksel batılı müttefiklerinden bağımsız olarak kuruldu. Kaydetmeli, Kafkasya geneli için yeni-Osmanlıcılık kaygılarının alâmetidir ve emperyal bir teşhisin, büyük güç çatışmalarının tüm bölgelerde ortak güvenliği tehdit ettiğinin altını çizmektedir. Daha önemlisi, Ortadoğu ve Orta Avrasya'da daha geniş bir saflaşmanın işareti, Rusya, Ukrayna ve Türkiye gibi eski ötekilerin ön safa çıkmasının habercisidir. Avrupa Birliği'nin bürokratik diktasından dolayı hayal kırıklığına uğrayan/gözleri açılan, Orta Asya ve Kürt arka bahçelerinde Amerika'nın keyfi müdahalesi olarak gördükleri şeyden artık yaka silken Vladimir Putin ve Recep Tayyip Erdoğan, yakınlaşıyorlar. Geleneksel rakipler ortaklar haline geliyor. Bu teşhis, Ankara ve Moskova'nın Hamas'la ve diğer Filistinli gruplarla bağları muhafaza ederek İsrail'e karşı derin bir güvensizlik Bir yanda yokluğu belirgin bir AB, Afganistan'da veya İsrail-Filistin'de ilerleme 31 sergiledikleri Ortadoğu geneli için de geçerlidir. Bir barış anlaşması Amerikan aracılığına bağlı ise de Türkiye ve Rusya'nın artan dahli, yeni müzakerelere zemin hazırlanmasına yardım edebilecektir. ABD ve NATO, “Obama etkisine” rağmen Ortadoğu'da ve Afganistan'da gözden düşmüş bir haldeler, ki yolu aktörlere açmaktadır. Avrupa Birliği hem bütünleşme hem de genişleme yüzünden halsiz düştü ve komşularıyla ilişkileri için sağlam bir vizyondan yoksun; böylelikle de Avrupa'nın dış çevresindeki ülkelerin yaşadığı hüsranı ve sükût-u hayali derinleştiriyor. Türkiye ve Rusya, turizm ve ucuz tüketici mâmülleri ticaretinin ötesine geçen ortak çıkarlar saptadılar. İkisi birlikte, enerji güvenliği jeopolitiğiyle meşguller. Geçmişte her ikisi de muhalif taraflarda görünüyorlardı. Türkiye, Türkmenistan gazını Rusya'yı atlayarak Hazar Denizi üzerinden Avrupa'ya ulaştıracak Nabuko boru hattı projesinin parçasıydı. Bu arada Kremlin, Karadeniz altından geçip Türkiye'yi atlayarak Bulgaristan üzerinden Avrupa'ya gaz sevkedecek Güney Akım projesini savundu. Rusya ve Türkiye, Ukrayna gibi bölgesel bölgeler, sadece ABD hâkimiyetine karşı çıkmak veya anlamsız “stratejik ortaklık” için AB'ye bakmak yerine, birbirleriyle yakın bağlar tesis ediyor ve kendi ortak nüfuz kürelerine müdahale ediyorlar. Amerikan askerlerinin Irak ve Afganistan'dan.çekilmesi gibi geleceğin konuları veya İran'a yeni müeyyide dalgası, onların dahli veya desteği olmaksızın sonuca bağlanamayacak. Uzun süre devam eden fiyat ve hacim ihtilaflarına rağmen her ikisi de ABD ve AB'nin yatırım ve siyasi destek sunmaması yüzünden hayal kırıklığı yaşadılar. Buna cevap olarak, Moskova ve Ankara ikinci bir Mavi Akım doğalgaz boru hattı tasarlıyorlar. Birinci Mavi Akım projesi 2003 yılında açıldı ve yıllık 10 milyar metreküp doğalgaz sevkediyor. Alternatif olarak, Ankara, Türkiye'nin Karadeniz'deki özel ekonomik bölgesini kullanarak, Moskova'nın Güney Akım projesine katılma teklifini değerlendirebilir. Bu, Türkiye Cumhuriyetini her iki şekilde de Avrupa'nın gerçek bir enerji merkezine dönüştürecektir ve İsrail'e gaz sevkiyatı ve İran'ın dev enerji rezervleriyle bağ kurulması da muhtemeldir. Küresel ekonomik krizin ardından, jeopolitik ve jeo-ekonomik güç merkezi, batılı gelişmiş ülkelerden Körfez bölgesindeki yükselen pazarlara, Doğu Asya'ya ve güney yarımküresine kayıyor. Bu eksen değişiminin bir parçası olarak da Ortadoğu ve Orta Avrasya'da bir dizi saflaşmalar oluyor ki eski ötekilerin küresel meselelerin merkezine dönüşünün alâmetidir. 7 Mayıs 2010 Yazar hakkında: Kent Üniversitesi'nde (İngiltere) Siyaset Bilimi öğretim görevlisi Kaynak: The National (BAE) Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Türkiye ve Rusya, İran ve Afganistan'da ortak çıkarlara sahipler. İran'ın nükleer emelleriyle ilgili olarak gerilimler artar ve Afganistan'da güvenlik durumu kötüleşirken, “ötekiler ekseninden” daha fazla sayıda ortak inisiyatifler bekleyebilirsiniz. 32 ABD ve Türkiye'nin arası açılıyor - Ted Galen Carpenter yönetiminin kötü talihine, geleneksel Kemalist laik partilere 2002 Kasım'ında yaşattığı seçim hezimetinin ardından Adalet ve Kalkınma Partisi'nin liderliğinde İslamci bir hükümet iktidardaydı. Bu hükümet, müslüman bir ülkeye karşı bir diğer Amerikan savaşını destekleme eğiliminde değildi. Amerikalı yetkililer altmış yıldan fazla bir süre, Türkiye'ye sâdık bir Amerikan müttefiki nazarıyla baktılar. Washington, Soğuk Savaş boyunca Türkiye'yi vazgeçilmez bir “güneydoğu çıpası” olarak gördü. Soğuk Savaş sona erdiğinde, Amerikan dış politika câmiasının birçok üyesi, Türkiye'nin Amerikan güvenliği adına öneminin daha önce hiç olmadığı kadar arttığında ısrar ettiler. George W. Bush yönetiminde savunma bakanı yardımcılığı görevini yürüten Paul Wolfowitz, uluslararası sistemde bir avuç “kilit taşı güç” bulunduğunu, Türkiye'nin bu listede en başlarda yer aldığını savunan uzmanlar arasındaydı. Türkiye yanlısı analistler, Soğuk Savaş sonrası çevrede Türkiye'nin, NATO'nun güneydoğu çıpası olmakla kalmayıp bunun yanısıra Ortadoğu ve Avrupa arasında değerli bir köprü olduğunu, İslam dünyasına özellikle de Sovyet enkazından yükselen Orta Asya'ya batılı, seküler nüfuz için değerli bir kanal olduğunu savundular. Ancak son yedisekiz yıldır Türkiye'nin uluslararası davranışları, ABD yetkilileri ve dış politika câmiası arasında fark edilir bir rahatsızlığa yol açtı. ABD-Türkiye ilişkilerinde bir soğuma baş gösterdi ki daha da kötüleşmesi muhtemeldir. Washington, bu mâcera için laik Türk ordusundan da destek alamamıştı – Amerikan müttefikinin nankörlüğünden şikayet eden Amerikalı askeri liderlere acı duygular yaşatmış bir husustur. Fakat Saddam Hüseyin'in yerinden edilmesinin muhtemel etkilerinden Türk komutanlar da en az sivil politikacılar kadar endişe duyuyorlardı. Onların görüşüne göre, böyle bir adım, Birinci Körfez Savaşı ve kuzeyde uçuş yasağı dayatmasının Irak'ın Kürt bölgesinde 1990'ların başında çoktan yol açtığı problemleri daha da azdıracaktı. Saddam'ın devrilmesinin, Bağdat hükümetini ölümcül derecede zayıflatacağına ve Kuzey Irak'taki Kürt ayrılıkçısı güçlerin zıvanadan çıkmasına imkan tanıyacağına inanıyorlardı. Türkiye için küçük bir mesele değildir bu. Ortadoğu'daki Kürt nüfusun yaklaşık yüzde 20'si Irak'ta yaşamaktadır fakat yüzde ellisi de Marksist PKK eliyle düşük yoğunluklu isyanın sürdüğü Türkiye'nin güneydoğusundadır. Kuzey Irak'taki Kürt siyasi varlığı, Türk devletinin birliğine potansiyel bir tehdit olarak görülmüştür. İlişkilere ilk darbe, Amerikalı liderlerin Irak'a karşı eli kulağındaki çatışma için Türk topraklarından kuzey cephesi açma izni istedikleri 2003 yılı başlarından geldi. Türk liderler bu harekât için büyük miktarlar talep ettiler (denilene göre 30 milyar dolardan fazla). Washington öyle pek de örtülü olmayan bu haraca rıza göstermiş olsaydı bile Ankara'nın anlaşmaya uygun hareket edip etmeyeceği de açık değildi. Bush Irakla ilgili olarak Amerikan ve Türk bakışları arasındaki yarık, Saddam rejiminin devrilmesinden bu yana uçuruma dönüştü. Türk liderler, Tahran'ın Başbakan Nuri el Maliki yönetimindeki Şii hükümetle sıcak bağlarının özetlediği üzere, İran'ın Irak'ta nüfuzunun arttığını gördüler, ki Türkiye'de neredeyse hiç kimsenin hoşnut olmadığı bir 33 gelişmedir. Ankara nokta-i nazarından daha kötüsü, Irak Kürdistanı'nın bu aralar fiyakalı duran de facto bağımsızlığıdır. Bu istenmeyen gelişme, hem askeri hem de sivil Türk liderler nazarında, miyop Amerikan politikasının kaçınılmaz ürünüdür ve haliyle bu politikaya köpürüyorlar. kaza yetkisine girmesine müsamaha göstermeyeceğine dair defalarca yinelediği uyarı da gittikçe artan bir gerilim kaynağı. Washington nokta-i nazarından, Türkiye, söz konusu olan Irak politikası olduğunda, müttefik gibi hareket etmiyor. Ankara nokta-i nazarından ise ABD'nin Irak politikası sakar, at gözlüğünden bakıyor ve önemli Türk çıkarlarına zarar veriyor. Bu ihtilaf, ABDTürkiye ilişkilerinde farkedilir derecedeki kötüleşmenin katalizörü belki de birinci katalizörüdür. Irak Kürdistan'ı de facto bağımsızlığını pekiştirirken, örgüt lideri Abdullah Öcalan'ın yakalandığı 1999'dan beri hafifleyen PKK isyanı, işleri daha da kötüleştirmek üzere tekrar alevlendi. PKK'lılar Irak'taki Kürt topraklarını Türkiye'ye karşı saldırı düzenledikleri bir sığınak olarak kullandılar. Ankara'nın bu durum ve Bölgesel Kürt Yönetimi'nin PKK'lılara karşı harekete geçmede düştüğü zaafiyet hakkında Washington'a yaptığı şikayetler arttıkça arttı. Ancak, dış politikada gittikçe artan soğumanın kaynakları daha derinlerde yatıyor. Ankara, ABD dâhil geleneksel NATO müttefikleriyle olan bağlarının üzerindeki vurguyu kasıtlı olarak kaldırıyor ve müslüman dünya ile, özellikle de Arap uluslarıyla güçlenen bağlantılarına daha fazla vurgu yapıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan hükümeti kendisi ile Washington'ın fena halde gözden düşmüş Irak politikası arasına mesafe koymanın yanısıra İran'la ilgili olarak da kilit farklılıklar ortaya çıktı. Ankara, İran hükümetinin bâriz şekilde nükleer silah imâli arayışında olmasından dolayı bu ülkeye başını ABD'nin çektiği çok taraflı müeyyide stratejisine de karşı çıkıyor. Washington'ı hayal kırıklığına uğratan bu duruş, Türkiye'yi Çin ve Rusya ile aynı kampa yerleştiriyor. Ama ne ki Ankara'nın Moskova'yla genel yakınlaşma politikası ile de tutarlıdır bu. Türkiye, enerji konusunda Rusya ile yakın işbirliği içinde olmanın yanısıra diğer meselelerde de eski hasmına meylediyor. Dikkat çekicidir, Türk hükümeti, Rusya 2008'de Gürcistan'a savaş açtığında Amerika'nın Rusya'ya karşı kızgın tepkisine omuz vermedi. Türkiye, ABD'nin Gürcistan ve Ukrayna'yı NATO üyesi ülkeler listesine ekleme amacına - Moskova'nın kendi çıkarlarına aykırı bulduğu bir hamledir - pek Ordunun baskısı altında kalan Türk yönetimi nihayet 2007 yılı sonlarında PKK sığınaklarını temizlemek amacıyla Kuzey Irak'a saldırı düzenleneceğine dair Washington'ı uyardı. Kıdemli NATO müttefiki ve Irak'taki en Amerikan yanlısı hizbin savaşa düşme ihtimali karşısında, Amerikalı yetkililer Ankara ve Bölgesel Kürt Yönetimi arasında aracılık yapmaya çalıştılar. Washington en nihayet müdahalenin kapsamını daraltma konusunda Türk ordusuna hâkim olurken, Türk kuvvetleriyle doğrudan karşı karşıya gelmekten sakınması için Kürt rejimine baskı yaptı. Ancak taraflardan hiçbiri de bu düzenlemeden memnun olmadı ve Türkiye yeni saldırılar düzenlemekle tehdit ederek heyecan yaratmaya devam ediyor. Ankara'nın davranışı en azından Washington'ın Irak'taki sıkıntılı askeri misyonunu karmaşıklaştırdı ve Amerikalı yetkililer mutsuz, ki anlaşılır bir durumdur. Türk hükümetinin, Irak'ın petrol zengini Kerkük bölgesinin Bölgesel Kürt Yönetimi'nin 34 yardımcı olmuyor. güçle en iyi halde sallantılı bir ilişkisinin olması muhtemeldir. Eğer ki Washington, Türkiye ve Rusya arasında gittikçe artan dostane ilişkiler hakkında mutsuzsa, Türkiye ve İsrail arasında tırmanan husûmetten dolayı daha bir mutsuzdur. İsrail ordusunun Gazze saldırısı sırasında Ankara'nın lafını esirgemeyen eleştirisi, İsrail-Türkiye ilişkilerinin kötüye gittiğinin en somut göstergesidir. Başka göstergeler de var. İsrail dışişleri bakan yardımcısı, diğer davranışları bir yana, bu yılın başlarında Türk büyükelçisini ev sahibinin koltuğundan apaçık daha aşağıda duran bir koltuğa oturtup onu müdürden azar işitmek için bekleyen bir öğrenciye benzeterek aşağıladığında, ilişkiler dibe vurmuştu. Türkiye ve İsrail arasında buz kesen ilişkilerin ABD-Türkiye ilişkileri üzerinde daha olumsuz etkileri oldu. Amerika'nın bölgedeki en gözde müttefiki ile Ankara'nın arasının gözle görülür şekilde nahoş olması, Washington'ı derinden üzdü. 26 Nisan 2010 Kaynak: National Interest Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi'nin Osmanlı imparatorluğunun son yıllarında cereyan eden Ermeni soykırımını kınayan bir yasa tasarısına onay verdiği geçen ay, Türkiye-ABD ilişkileri son bir darbe daha yedi. Bu başlıkla ilgili önceki kararlar daha önceleri her daim Komite'de takılmıştı. Son oylamaya Türkiye'de büyük bir tepki verildi ve Ankara, Washington büyükelçisini birkaç haftalığına geri çekti. Kongre liderleri ve hatta Türkiye'nin ABD ordusundaki dostları, Ankara ile siyasi ve güvenlik ortaklıklarının güvenilirliği hususunda düşünüp taşınırken, Obama yönetimi Türkiye ile yakın bağlar tesis etme amacından vazgeçmiş değil. Kolay bir iş olmayacak ama. Washington ve Ankara arasındaki dış politika farklılıkları hem çok hem de derin. ABD'nin ileride bu kilit taşı 35 Türkiye’de darbecileri mat etmek - Maksud Javadov hafta sonra seçim sandıklarında da ulaşılacak. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Türk anayasasına özgürlük maddeleri ilave edecek bir anayasal reform tasarısı üzerinde çalışıyor. Ergenekon olayı Türkiye'de ordunun gücüne indirilen bir darbeyse "Balyoz" kod adlı darbe planının ortaya çıkarılmış olması, bir nakavt darbesi değilse de, en azından yere serici bir darbedir. 23 Şubat'ta 50 yüksek rütbeli subayın darbe planlamaktan dolayı tutuklanması, mevcut Türk hükümetinin siyasi manzarayı kökten değiştirmeye koyulduğunu göstermektedir. Tutuklananların arasında eski Hava Kuvvetleri komutanı İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri komutanı Özden Örnek ve merkez karargâhı İstanbul'da bulunan I. Ordu komutanı Çetin Doğan gibi üst düzey generaller olması, askeri cunta'nın Türkiye'de caydırıcı yeteneklerini kaybettiğini gösterir. Tasarı, batı destekli laik aşırıların gücünü biraz daha budayacak. Yeni kanunlar, siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıracak ve bu gücü seçilmiş Meclis’e verecek. HSYK üyelerinin sayısını 7’den 21’e çıkaracak ve temsil tabanı genişletilecek. Askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanmasını mümkün kılacak ve daha şeffaf bir seçim sistemi getirecek değişiklikler de yolda. Tüm bu inisiyatifler, kokuşmuş Türk seçkinler arasında alarma yol açtı ve anayasa reform paketinin önüne geçmek için çalışıyorlar. AK Parti 550 sandalyeli mecliste şu an 337 sandalye sahibi ve gelecek seçimlerde 367 sandalye sahibi olmayı ummuyor. AK Parti, tasarıyı kilit destekçilerine, Türk halkına götürmeyi planlıyor. Başbakan Recep Tayip Erdoğan, anayasa değişikliği tasarısı meclis onayını almadığı takdirde referandumun daha kısa sürede yapılması konusunda 3 Mart’ta meclisi ikna etti. Meclisten geçen bu yeni kanun, tıkanıklığın ve siyasi popülizmin önüne geçiyor. Teklif edilen tasarı referandumla onaylandığında, batının dayattığı seküler seçkinler topyekûn gözden düşecek. Referandum, temsil iddiasında oldukları halkın desteğinden yoksun olduklarını açıkça gösterecek. Seküler muhalefet işte bu yüzden referandumdan uzak durmayı sağlayacak bir uzlaşma çözümü arayışında. Tasarı referanduma sunulmadığı takdirde, laik aşırılara siyasi popülizm fırsatı doğacak. Dolayısıyla AK Parti, kendi itibarını güçlendirmek ve stratejik bir düzlemde seküler mafyanın ayağını yerden kesmek için reform tasarısını AKP hükümeti, darbe planına katıldıkları gerekçesiyle tutuklanan tüm subayların yargılanması için yeterli siyasi güç tasarrufunda bulunamasa bile, askerin artık dokunulmazlıktan çıktığını gösteren bir psikolojik ve siyasi emsal tesis etmiştir. Ancak laik blok büsbütün hükümsüz değil, en azından taktik düzlemde. Seçilmiş hükümetin başına iş açabilecek mâli güce sahipler. Onlarca yıl süren laikleşme süreci sırasında servetlerini, IMF ve Dünya Bankası'nın dayattığı iktisâdi politikalara teşne olmayı tercih eden siyasi nizâma borçlu zengin bir şehirli sınıf ortaya çıktı. Şu anda laik şehirli sınıftan Anadolu'nun daha dindar orta sınıfına doğru bir eksen değişimi yaşanıyor. Ancak zenginliğin daha düzgün bir dağılım göstermesi bir on yılı alacaktır. Türkiye'de halkın gücünün bekâsı adına yapılan kavganın doruk noktasına yalnızca mahkeme salonlarında değil dört ila sekiz 36 halka götürmelidir. AK Parti biliyor ki gücü, serbest ve âdil seçimler yoluyla kazandığı meşrûiyetidir. Bu gücü, batının dayattığı seküler düzenden kopma sürecindeki Türk toplumunu güçlendirmek gibi meşru bir gâye uğruna kullanmalıdır. planının ifşasına desteğini ifade etti. Hürriyet gazetesinde köşesinde şöyle kaydetti: “...2010 Türkiye’sinde geçmişte ‘darbe planları’ yapmış olan veya ‘darbe girişimleri’nde bulunmuş olanların yakalarını hukuktan sıyırmasının imkânsızlığı ortaya çıkmıştır. Bunun bir anlamı da, olan-bitenin gelecekteki ‘darbe hesapları’, darbecilik ve cuntacılık bakımından müthiş bir ‘caydırıcılık’ sağladığıdır. Bu ‘darbecilik’ ve ‘cuntacılık’ illetinden muzdarip her ülke, Arjantin, Yunanistan, İspanya vs. ‘bağırsak temizliği’ni belirli tarihi şartlarda, kendi gerçekleri üzerinden yapabildiler. Türkiye’de bu 2010’da ve kendi gerçekleri üzerinden gerçekleşiyor. Konu, sadece geçmişin hesabının sorulması değildir.” AK Parti’nin halkın gücünü yeniden ileri sürmesini ideolojik muhalifleri bile desteklemektedir. Türk hükümetinin, ordunun yasadışı gücünü baskı altına alması, siyasi tayfın her kesiminden destek topladı. Ermeni kökenli Türk gazeteci Etyen Mahçupyan, darbe kışkırtıcılarına dolaylı olarak destek verdiğinden dolayı verdiği muhalefet lideri Deniz Baykal’ı açıkça kınadı. Mahçupyan şöyle kaydetti: “CHP lideri bir adım ileri giderek Balyoz planı için şöyle konuşuyor: “Resmî bir tatbikat uygulaması, gizli saklı bir şey yok.” Yani Balyoz’da sözü edilenlerin normal ve doğal olduğunu ima ediyor. Bunun anlamı darbenin tümden aklanmasıdır ve buradan hareketle de “böylesine bir operasyon hiçbir demokratik ülkede olmaz” denebiliyor. İronik olan şu ki, zaten Türkiye darbeciler nedeniyle demokratik bir ülke değil ve şu anda demokratik olmaya çalışıyor. Dolayısıyla Baykal’ın ‘ancak darbe dönemlerinde bu manzaralar ortaya çıkar’ sözü doğru... Çünkü Türkiye, hükümetin direndiği bir darbe girişimi döneminden geçmekte. CHP’nin tüm siyaseti varolan gerçekliği görmezden gelme ve eğer mümkünse tersine çevirme çabasından ibaret... Ancak mesele Baykal’ın taktik anlayışıyla sınırlı değil... Çünkü yürütülen strateji aslında bütün bir Cumhuriyet tarihinin ideolojik manipülasyonuyla da tutarlı.” Türkiye'deki son olaylar, batının dayattığı düzenin İslam dünyasında çalışmadığını göstermektedir. Batılı hükümetler, Türk toplumunda sekülerleşmeyi ve İslam kimliğinden soyunmayı ne kadar teşvik ederlerse etsinler stratejik düzeyde başarısız olmuşlardır. Türkiye dışarıdan dayatılan düzenden kurtulmaya başlıyor; ve eğer Türkiye yapabiliyorsa, Mısır, Pakistan, Cezayir ve geri kalan hepsi de yapabilir. Batı şu an Türkiye'de siyaseten köşeye sıkışmıştır ve mevcut çok az seçeneği var. Ya Türk halkının iradesine boyun eğecek veya Filistin ve Cezayir'de olduğu gibi çökertmeye teşebbüs edecektir. İkinci yolu seçerse, daha fazla gözden düşecek ve Türkiye'de batı karşıtı hissiyatı daha da besleyecektir. Batının her daim zafer aramadığının farkında olmalıdır zira zafer bazen elde edilemeyebilir. Batının amacı bazı hallerde, sosyal düzenin istikrarsızlaşması ve ayak takımı hâkimiyetidir. Türk hükümeti ve Türk toplumu böylesi bir senaryoya hazırlıklı olmalı, ajan provakatörleri düzenli bir şekilde ifşa etmeli ve menfur planlarını Geçmişte savaş muhabiri olan ve merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın danışmanlığını da yapmış bir isim, Cengiz Çandar, ki liberal laiklerdendir, askeri darbe 37 bozmak için yasal yollarla haklarından gelmelidir. 17 Nisan 2010 Kaynak: Crescent Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 38 Türkiye yükseliyor, Araplar batıyor - Halid Amayreh haklarının meşruiyetini tanıyarak sessizce çözmeye yahut en azından etkisiz hale getirmeye baktı. İç siyasetin istikrar kazanmasına, iç güvenliğin artmasına iktisadi refahın temel şartlarıdır - bir hayli yardım etti bu. Pek çok Arap devleti acziyetlerine gömülmüş kendi aralarında didişip dururken, Türkiye yavaşça ama emin adımlarla İsrail ve İran'ın yanı başında Ortadoğu'nun lider ülkesi olarak kendisini ileri sürüyor. Türkiye özellikle de AK Parti iktidarı döneminde nüfuzunu doğuya doğru genişletmek için kararlı adımlarla ilerlemeye devam ediyor, kendisini lider Sünni devlet ünvânına hazırlıyor. Türkiye, Erdoğan liderliğinde Ermenistan’la arasındaki eski problemleri çözme yolunda mesafe kaydetti ve böylelikle İsrail ve Amerikan Yahudi lobisini, Türkiye'yi İsrailAmerikan yörüngesinde tutmak için yine Türkiye'ye karşı tekrar tekrar kullandığı hassas bir baskı kartından mahrum etti. Türkler Ortadoğu'da bilhassa da Arap bölgesinde psikolojik-stratejik bir boşluğu dolduruyorlar şüphesiz. Bu boşluk, Amerika'ya körkütük itaat yüzünden durağan, şevksiz bir hal alan Mısır gibi geleneksel Arap devletlerinin nüfuzlarını kaybetmelerinin bir sonucudur. Ancak gene de AK Parti hakkında en bahse değer olanı, ABD ve İsrail'e karşı hür iradesini koruma azmidir. Yedi yıl önce Amerika Irak'ı işgal etmek üzereyken, Türk hükümeti Irak'a saldıracak uçakların İncirlik üssünden kalkmasını reddetmişti. Başbakan Erdoğan, Türk halkının toplu iradesini yansıttığını söylediği bu kararı savundu. Çoğu Arap devleti, on binlerce Iraklıyı katleden George W. Bush yönetimini hoşnut etmek ve yatıştırmak için birbirleriyle rekabet ederken oldu tüm bunlar. Türkiye'nin bölgesel konumunun yükselişi tam bir başarı hikayesidir, ki diğer ülkeler için rol model olarak görülebilir. Türkiye'nin yıldızı yükseliyor AK Parti 2002 yılında - çoğu Arap devletlerinde olduğu üzere politik haydutlukla değil de - seçim yoluyla iktidara geldiğinde Türkiye'nin yakasını bırakmayan bir dizi müzmin sorunu sessizce ve zekice hal yoluna koymak için çalıştı. En nihayet, çoğu iktisadi kökenli bu hastalıkları şaşırtıcı etkileri ve artetkileri olacak şekilde başarıyla tedavi etti ve Türkiye ekonomisi bir zamanların müzmin durgunluğundan çıktı ve aynı zamanda bilhassa da üretim ve ihracat sektörlerinde olağanüstü büyüme kaydedildi. Türkiye, bugün dünyanın 17'nci ekonomik gücü. İsrail ve Amerika'ya karşı gururla "Hayır" diyebilecek bir ülke aynı zamanda. Erdoğan, Amerikalılara hiçbir izahta bulunmak zorunda kalmadı. Sadece "Hayır" dedi. Hepsi bu. Vahşi hayata daha çok, medeni beşeri bir topluma daha az benzeyen bir dünyada ülkesinin haysiyetini koruyan Erdoğan, biçâre Filistinli halka karşı câni ve Nazilerinkine benzer türden saldırılar düzenleyen dünyanın dokunulmaz devleti İsrail’in üzerine gitmekten çekinmedi. Bazı pratik nedenlerden dolayı İsrail’le ilişkileri muhafaza eden Erdoğan, Türkiye'nin İsrail’le ilişkilerinin geleceğinin İsrail'in davranışlarına, özellikle de Filistinlilere karşı davranışlarına bağlı olacağını İsrail rejimi liderlerine bâriz şekilde gösterdi. İç siyasette, Türk hükümeti sürüncemede kalmış Kürt problemini Kürtlerin dertlerine kulak kabartarak, Kürtlerin dil ve kültürel 39 Bir zamanlar İsrail'in Ortadoğu'daki stratejik müttefikinin liderinden gelen ciddi sözlerdir bunlar. İsrail mesajı aldı ama içselleştirme ve kabullenme sıkıntısı içinde ne yapacağını bilemiyor. Arap olmayan Türkiye'nin öngörülür gelecekte Filistinlilerin proaktif bir müttefiki olmayacağı doğrudur. Bununla birlikte, İsrail Gazze halkına ve diğer Filistinlilere Naziler gibi soykırım serüveni yaşatmaya kalktığında, bugünden sonra Türkiye sağır ve dilsizleri oynamayacak, başka tarafa bakmayacaktır. En azından Türkiye, AK Parti öncesinde olduğu gibi İsrail için stratejik bir varlık artık olmayacak. halklarını denetim altında tutmak, kendilerinin ve oğullarının iktidarını kalıcı kılmak için var olmalarıdır. Örneğin Mısır 80 milyonluk nüfusuyla muazzam bir beşeri kaynağa sahip; tasarrufunda başka kaynakları da var. Bir zamanlar Afrika kaplanı olacağı düşünülen bu çok önemli ülke, rejimin despotik politikaları ve iç karartıcı siyasi idâre yüzünden hayatın tüm alanlarında gerisin geriye gidiyor. Bu vaziyetin Mısırlılarda toplu depresyonu, hissizliği ve çaresizliği beslediği ve derinleştirdiği kolayca tahmin edilebilir, ki binlerce profesyoneli haysiyet, saygı ve iş fırsatları için yurtdışına itelemiştir. Durağan Arap dünyası Körfez Ülkeleri Arap dünyası, Türk başarı hikayesinin aksine, kendi içinde bölünmüşlük hâlini sürdürüyor, pek çok Arap devleti ekonomik bakımdan ayakta kalma mücadelesi veriyor ve bu esnada egemenliklerini ve ulusal haysiyetlerini İsrail'in muhafızı Amerika’ya bâriz bir şekilde teslim ediyorlar. Toplu olarak Arapların durumu, I. Dünya Savaşını müteakip Osmanlı halifeliğinin çökmesinden bu yana belki de en kötü durumdur. Arapların Gazze Şeridi'ndeki ablukayı yarmak gibi nispeten kolay bir görevde toplu halde kaydettikleri başarısızlık, derin bir acziyeti ve tüm bünyenin felç geçirdiğini gösteriyor. Zengin Arap ülkeleri cahil, dekadan ve hanedan despotlarca yönetildiği için hüsran verici döngüye onlar da kapıldılar çünkü egemen şeyhlerin nihâi stratejisi, bedeli ne olursa olsun iktidarda kalmaktır ve yabancı güçlerin iradesine boyun eğmek buna dâhildir. Söylemeye gerek yok, bu despotlar pek çok örnekte apaçık cehalet sergilediler; tasarruflarındaki devasa mâli kaynakları somut ve uzun ömürlü iktisâdi gerçeklere tahvil etmede skandal denilecek şekilde başarısız oldular. Bazı Arap şeyhlikleri gerçekte o kadar aptallar ki milyarlarca doları şatafatlı ama iktisâdi bakımdan faydasız projelere, servetlerini gösterdikleri yüksek kulelere döktüler. Benzer şekilde, her bir Arap devletinin yahut Şeyhliğinin kendi iç meseleleriyle meşgul olması, Arapların iktisâdi ve siyasi bütünleşme çabalarına geçit vermiyor. Siyasi felcin - boğucu musibetin – ana nedeni, Arap dünyasına hâkim olan kabile zihniyeti ve hanedan despotizmidir. Bu kabile zihniyetinin en somut ifadelerinden biri de ister kraliyet isterse cumhuriyet siyaseti izliyor olsun, otokratik Arap yöneticilerinin uluslarına liderlik etmek ve onların çıkarlarını yürütmek için değil de kendi Ancak bu kabile şefleri, Dubai örneğinde gördüğümüz üzere ekonomilerini gerçek mâli krizlerden koruyacak başlıca araçlardan mahrumlar. Yıkıcı kabile zihniyeti, Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri gibi kültürel olarak homojen ülkelerin bile ortak pazar kurmalarına veya para birliğine geçmelerine izin vermedi. Muhtemel bir dış saldırıya karşı muteber bir askeri kuvvet inşa etmiş de değiller. 40 Şüphe yok ki Arapların hâli gitgide daha da kötüleşecek ta ki Arap evi büsbütün çökene dek. Arap kitleleri uyuşukluğa, yeise ve hissizliğe son verip kendilerini güçlendirmeye ve gasp edilen haysiyet ve hürriyetlerini yeniden kazanana dek bu böyle. Araplar aptal değil, Türklerden, din kardeşlerimizden bir şeyler öğrenmek istiyorlarsa, öğrenebilirler. Ama ne ki atı suya götürebilir ama içmeye zorlayamazsınız. Kur'an'ın Hz. Muhammed'e (s.a.v) vahyedildiği ülkedeki bilyonerler hayvani arzuların peşinden koşarken Şer-i hükümleri hâkim kıldıklarını iddia etmekteler. Madem öyle, milyonlarca müslüman çocuklarına yiyecek bulamazken, mesela dekandan bir prense ümmetin kaynaklarını kendi şehevi arzularına harcamasına hangi şer-i hüküm izin veriyor? Allah, böyle bir dekadan prensi Kur'an'da uyarmakta, cezasının an meselesi olduğunu bildirmektedir. “Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.” (Muhammed, 38. Ayet, Diyanet Meali) Bu arada Türk kardeşlerimize tekrar hoşgeldiniz diyoruz. Osmanlıları uzun zamandır özlüyorduk. 02 Şubat 2010 Kaynak: Palestine Think Thank Çeviren: M. Alpaslan Balcı 41 Türkiye-İsrail ilişkilerinin yeni doğasına bir bakış - Elias Vahedi çözmeye çalışıyor ve gayri askeri araçlara başvuruyor. Başka bir ifadeyle, Ankara'nın askeri güce karşı azalan bağımlılığı gitgide âşikar olmaktadır. Türkiye-İsrail ilişkileri son aylarda bazı gelişmelere şahit oldu, ki Ankara'nın bölgesel politikalarında bilhassa da Siyonist rejime yönelik olarak tashihler yapıldığına işaret etmektedir. Bazı analistlerin Türk hükümetinin siyasi değişimi veya strateji değişimi diye tanımladıkları yeni durumun çeşitli sebepleri olabilir. Yeni durumun en önemli sebepleri şunlardır: Stratfor başkanı George Friedman'a göre, Türkiye'nin gücünü artırmak için önünde çeşitli seçenekler varken İsrail'in seçenekleri son derece sınırlı. Friedman, Tel Aviv'le bağları geliştirmek için Ankara'nın dikkatini cezbetme niyeti olmayan İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman ve yardımcısı Danny Ayalon'un İsrail'in Türkiye'ye ihtiyacını hafife aldıklarına inanıyor. Friedman'ın kanaatine göre ABD, İsrail'in müttefiki olmasına rağmen onda bazı eksiklikler buluyor. Bu eksikliklerden biri, Suriye ve Irak'ı batıyla aynı hizaya getirmek ve böylelikle iki Arap ülkesinin İran'a kaymak gibi aşırı eğilimlerini önleme kabiliyeti. İsrail bu rolü asla oynayamaz. Türkiye ve İsrail pek çok müşterekte buluşurken, her ikisi de batı blokuna ait iken, her ikisinin de komşularıyla ciddi problemleri vardı, her ikisinin de çeşitli iç problemleri vardı ve hem içeride hem de dışarıda askeri politikalar uygulamaya çalışıyorlardı denilebilir. Fakat durum bugün çarpıcı şekilde değişti. Türkiye'nin İsrail’le arasındaki mesafe her geçen gün daha da artıyor. Her iki ülkenin birbirine duyduğu ihtiyaç geçmişte karşılıklıydı ama bugün İsrail, böylesi bir işbirliğine Türkiye'den daha fazla ihtiyaç duyuyor. Türkiye'nin İsrail'e ihtiyacı azalıyor Türkiye Cumhuriyeti 1990'ların başlarında batı nezdindeki statüsünü kaybetmenin kaygısını taşıyordu. Bu esnada, Ankara'nın aşağı yukarı tüm komşularıyla çeşitli problemleri ve ihtilafları vardı: Suriye, Yunanistan, Irak, İran ve Ermenistan. Türkiye'nin bu ülkelere karşı iktisâdi ve askeri yönden eksiklikleri vardı, bölgesel ve uluslararası nüfuzdan da yoksundu. PKK'nın terörist faaliyetlerinden dolayı Türkiye'nin iç güvenliği büyük bir tehdit altındaydı. Türkiye, bölgede Ankara'ya hasım olmayan tek ülke nazarıyla bakılan İsrail'e işte bu aynı nedenden dolayı yöneldi. İsrail’le geleneksel ilişkilerine bel bağlayan Ankara, Tel Aviv'le ilişkilerini hızla geliştirmeye başladı. Ama Türkiye'nin uluslararası, bölgesel ve yurtiçi durumu bugün öylesine farklı ki bölgesel bir güce dönüştü. Türkiye bugün 20 yıl öncesine kıyasla güçlü bir orduya sahip ve ileri teknoloji ürünü silahlara duyduğu ihtiyaç hayli azaldı. Türkiye dilediği ülkeden askeri teçhizat satın alabilir. Ankara, komşularından yana ciddi bir askeri tehdit hissetmiyor şu an. İç güvenliğinde de iyileşmeler kaydetti. Dahası, izlediği iç ve dış politikaları, “komşularla sıfır problem” doktrini ve Kürt meselesinde diplomatik atılım sayesinde iç ve dış meseleleri İsrail'in eski Ankara büyükelçisi Alon Liel, İsrail'in bu ihtiyacını açık açık dile getirdi. İsrail'in Ortadoğu'da tecrit içinde olduğunu, Türkiye'nin ise bölgede ilerlemeci bir güç ve oyuncu olduğunu kaydetti ve Türkiye'nin sadece tek bir ülkeyle sorunu varken (Ermenistan) İsrail'in bölgedeki 22 devletten 20'siyle sorunu var dedi. Türkiye'de alınıyor 42 kamuoyu kanaati dikkate Türk devlet adamları, iş bitirici siyasi araç olarak halkın oylarını görüyor; siyasi partilerin hayatları ve bekâları oylara bağlı. Şayet siyasi partiler kamuoyundan ret alırlarsa ülkenin siyasi sahnesinden uzun bir süre çekilirler veya külliyen silinir giderler. Şu an can çekişen sağ partilerin kaderi bu oldu. Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi, sağ kanat siyaseti iktidara taşımış ve uzun bir süre Türkiye'yi yönetmişlerdi ama aniden halk tabanını kaybederek mağlub oldular ve Mecliste azınlık bir grup oluşturmaya yetecek kadar bile sandalye kazanamadılar. Hesaplarını halkın oylarına göre yapmak zorunda olan iktidar ve muhalefet partilerinin siyasette halkın taleplerini dikkate almaktan başka seçenekleri yok. savunmasız koalisyon hükümetine atıf yapıyor. Netanyahu'nun, bu politikanın Türk vatandaşlar üzerinde yapacağı olumsuz etkinin farkında olmadığını, câri şartlar altında Türk vatandaşlarının İsrail için attıkları oyların, İsraillilerin kendileri için attıkları oylardan daha önemli olduğunu belirtiyor; zira Türkiye, İsrail'in düşmanlık edemeyeceği denli güçlü bir ülke. Friedman, İsrail’in Türk kamuoyu ile ilgili bir diğer probleminin Türk laikler arasındaki tabanını kaybetmesi olduğunu söylüyor. İsrail'e muhalefeti dillendirmede laikler gitgide İslamcılara katılıyorlar. Türkiye'nin faal bölgesel rolü Ankara, mevcut şartlar altında, bölgesel etkileşimlerde faal bir rol oynamaya bakıyor. Komşu ülkelerle ilişkileri geliştirmek, Türkiye-İran-Suriye ve Türkiye-İran-Pakistan eksenleri geliştirme yönündeki çabalar, Irak meselesiyle ilgili olarak Suriye ve İran’la bütünleşme çalışmaları, Türkiye'nin yeni bölgesel rolü çerçevesinde târiflendirilip değerlendiriliyor. İsrail bu şartlar altında bölgede istikrarsızlık unsuru olarak görülüyor ve Türkler İsrail'den hoşnutsuzluk duyuyorlar. Bölgenin ekonomik eksenleri (ticaret ve enerji) Avrupa'ya bağlandığı takdirde, İsrail dışında bölge ülkelerinin önemi Ankara için daha da artacak. Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü'nün Türk hükümetinin dış politikasıyla ilgili olarak önemli beş şehirde yaptığı bir kamuoyu araştırmasına göre katılımcılardan yüzde 40'ı İsrail'le herhangi bir ilişki kurulmasına muhalefet ederken sadece yüzde 7.5'luk bir kesim Tel Aviv'le her türlü ilişkiye destek verdi. İsrail’le ekonomik ilişkilere destek verenlerin oranı yüzde 39; askeri ilişkilere destek verenlerin oranı ise yüzde 6. Kültürel ilişkilere destek verenlerin oranı yüzde 8. Türk hükümetinin İsrail'e karşı yürüttüğü politikaların doğru olduğuna inanların oranı yüzde 71; yüzde 12'sine göre ise bu politikalar yanlış. Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkilerin krize girmesinden sonra Türk halkı arasında İsrail’le iyi ilişkilere verilen destek daha da azalmış görünüyor. Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceği Genel bir değerlendirme yapılacak olursa, İsrail-Türkiye ilişkilerindeki ana dinamiklerin şu an zayıflatıldığı söylenebilir. Açıktır ki hem Türkiye hem de İsrail kendi ulusal çıkarlarının peşinde; küresel ve bölgesel köklü değişimlerin ardından her iki ülke çıkarlarının (özellikle Türkiye çıkarlarının) yeniden tanımlanması, bu ilişkilerin doğasını dönüştürecektir. Batılı analistler Türk vatandaşların bölgesel denklemlerdeki tercihlerine büyük önem atfediyorlar. Friedman, İsrail dışişlerinin Türkiye'ye karşı yakışıksız diplomasisinin sebeplerini açıklıyor ve Benjamin Netanyahu'nun İsrail'de yanlış bir siyasi atmosfer yaratmaya ihtiyaç duyan zayıf ve Bundan başka, her iki ülke hükümetlerinin bakış açıları ve politikaları temelden farklılık 43 arz ediyor. Dolayısıyla ilişkileri onarma çabaları göz dolduran sonuçlar üretmeyecektir. Şayet Türkiye ulusal çıkarlarının komşu devletleri ve İslam dünyasını önemsemekle teminat altına alınacağı inancından ayrılmazsa, İsrail’le bir kez daha yakınlaşmaya kalkışmayacaktır ve her iki ülke arasındaki bölünme daha da derinleşecektir. Aksi takdirde, mevcut şartlar altında her iki tarafın yapabileceği şey en iyi halde ilişkileri normalleştirmektir. Fakat şimdiden açık olan bir şey var ki o da 1990'larda Ankara ve Tel Aviv arasındaki güçlü ilişkilerin düzeyine bir daha erişilemeyeceğidir. 31 Ocak 2010 Kaynak: İran Review Çeviren: M. Alpalsan Balcı 44 Yeni Türkiye değil, doğru zaman Remzi Barud daha nüfuzluydu; dolayısıyla da söz konusu olan dış politikasının tezahürü ve dış politik bakışı olduğunda, durum yine böyleydi. Fakat siyasi ve iktisâdi bir oyuncu olarak Türkiye'nin önemi, çekiştirme sırasında bile, arttı. Kat'i bir egemenlik hissi olan, gurur hissi olan ve bölgesel bir güç olarak kendisini ileri sürebilecek cesarette olan bir ulus haline geldi. Uri Avnery'nin İsrail-Türkiye arasındaki son diplomatik ve siyasi münakaşa hakkında yaptığı değerlendirme – İsrail ve Türkiye ilişkileri eski sıcaklığına kavuşmayacaksa da normale dönecektir demişti – akla yatkın ve cesur. Ama benim görüşüme göre aynı zamanda yanlış. Türkiye, siyasi İslam’ın bölge çapında yükselişe geçtiği 1970'lerde yeniden düşünmeye başladı ve çeşitli siyasetçiler ve gruplar, siyasi İslam’ı yeni bir düzleme taşıma fikrine tutundular. Her şeye batı gözlüğüyle bakmaya mahkum ikinci sınıf bir NATO üyesi Türkiye fikrine çullanan kişi, esasen, 1996-1997 arasında Türkiye Başbakanı olan Dr. Necmettin Erbakan’dı. Basitçe söylemek gerekirse, geri dönüş yok. Ak Parti Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı Suat Kınıklıoğlu, “İsrail Yeni Türkiye'ye Alışmalı” (Biraz Saygı Lütfen...) başlıklı yazısında şöyle dedi: “İsrail, bölgenin kendine özgü bir durumunun neticesi olan 1990'ları özlüyor görünüyor. O günler geride kaldı ve AK Parti iktidarı sona erse bile bir daha geri gelmeyecek gibi gözüküyor.” Erbakan'ın Refah Partisinin rüzgarı 1980'lerin sonlarında esmeye başladı. Refah Partisi, İslami kökeni ve tutumları hususunda hiç de özürcü değildi. 1995 yılı seçimleri sonucunda iktidara tırmanması, alarm zillerinin çalmasına yol açtı zira “batı yanlısı” Türkiye, ülkenin bölgesel rolünü “NATO'nun uşağı” olarak tâyin etmiş çok katı bir senaryodan sapmaktaydı. Selam A. Selam, El Ahram'da yayınlanan son makalesinde Türkiye'nin artık o “uşak” olmadığını kaydetti. Kınıklıoğlu'na göre de “İsrail'in alışması gerektiği bir şeydi” bu. İşte bu değerlendirme, gerçeklerle daha tutarlı görünüyor. Şayet son münakaşaya yol açan münferit birkaç hadise olsaydı - mesela Dünya Ekonomi Forum'unda Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres arasında geçen cesur atışma yahut Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol'un İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon tarafından önceden tasarlanarak aşağılanması gibi - Uri Avnery'nin olayları iyimser bir şekilde okumasına katılmak mümkün olurdu. Ama ne ki bu olaylar münferit değil. İsrail, Amerika ve bir bütün olarak Ortadoğu'ya yönelik Türk dış politikasında açık ve galiba tersine çevrilemez bir değişimi yansıtmaktadır. Erbakanlı günler geçeli çok oldu belki. Ama onun mirâsı, Türk milli şuurundan asla kopmayan bir şeyleri tescilledi. Sınırları zorladı, Filistin yanlısı politikaları yürekli bir şekilde müdaafa etti, batının tâlimatlarına karşı koydu ve hatta siyaseten en önemli Arap ve müslüman ülkelerini birleştiren D-8'i kurarak ülkesini iktisâdi bakımdan yeniden konumlandırmaya çalıştı. Erbakan, “postmodern” askeri darbeyle düşürüldüğünde, Türkiye'de siyasi İslam’ın mülayim bir formunun bile müsamaha Türkiye kayda değer bir zamandan beri bir yanda müslüman ve Arap ülkelerle tarihi bağları, öte yanda Batılılaşmaya doğru durdurulamaz sürüklenişi arasında yırtılmıştı. Batılılaşma, ferdi ve toplumsal yeni Türk kimliğinin şekillenmesinde çok 45 görmediğini ispatlayarak neticelenen kısa süreli siyasi tecrübenin sonu geldi diye düşünüldü. Ordu bir kez daha tek güçtü. aşağılamasından sonra “İsrail tarafından resmi bir özür gelmediği takdirde Çelikkol'un ilk uçakla Ankara'ya çağrılacağını” söyledi. İsrail tabii ki özür diledi, tevâzu ile. Fakat o tarihten sonra herşey değişmeye başladı. AK Parti 2002'de iktidara geldi. AK Parti liderliği değişimi amaçlayan ve hatta ülkelerinin bölgesel jeopolitik bakış açısında bir değişim amaçlayan tecrübeli ama ilkeli siyasetçilerden oluşuyordu. Ankara'nın bu güven düzeyine erişmesi yıllar aldı ve ülke, herhangi bir kişinin uşağı olmaya hevesli değil. Dahası, Türkiye'nin Gazze lehine tek cephe olması ve metin duruşu, Lübnan’a, İran ve Suriye'ye yapılan tehditlere karşı açıksözlülüğü eski “sıcak” günlerin hayli geride kaldığını açıkça göstermektedir. AK Parti, ne Avrupa'nın kabulünü ne de Amerika'nın ruhsatını istirham etmeyen iddialı Türkiye'ye liderlik etmeye başladı. 2003 yılında Amerika'nın Irak'a karşı askeri harekâtı Türkiye topraklarından başlatmasına karşı çıkarak, demokratik temsil ve artan halk desteğiyle, güçlü bir ses edindi. Türkiye, Arap ve tüm bir İslam dünyasında, davalarını müdaafa edecek güçlü ve akıllı bir liderliğe susamış kabullenici bir kitle bulacak elbette. Söylemeye gerek yok, Erdoğan Gazze'de muhasara altındaki Filistinliler için ev halkından biri, bir halk kahramanı, aslında yeni bir Nasır. Aynı hissiyatı tüm bölge paylaşıyor. Söz konusu temayül devam etti ve Türkiye son yıllarda siyasi gücünü ve maharetini eyleme tahvil etme cesaretini gösterdi, ki inşası yıllar almış siyasi ve askeri dengeleri şipşak bozmaksızın. Haliyle İsrail’le geçmişte yaptığı askeri anlaşmalara hürmeti sürdürdü, Suriye ve İran’a başarılı olmuş pek çok teklifte bulundu. Müslümanların ve Arapların ayrılık çağında birleştirici olarak görünme iradesi sergileyerek, “ılımlılar” ve “aşırılar” kampında yer almayı reddetti. Bunun yerine, tüm komşularıyla ve Arap müttefikleriyle iyi ilişkileri idame ettirdi. 31 Ocak 2010 Kaynak: Palestine Chronicle Çeviren: M. Alpaslan Balcı Amerika, 2007 itibariyle “Yeni Türkiye'nin” yükselişini görmeye başladı. ABD Başkanı Barack Obama'nın başkanlık töreninden kısa bir süre sonra bu ülkeyi ziyareti, Batı'nın, Türkiye'nin “özel” statüsünü dikkate aldığının pek çok işaretinden biriydi. Türkiye'ye kabadayılık edilmemeli, Türkiye tehdit edilmemeli veya ona gözdağı verilmemeliydi. Diplomasinin kaidelerine uzun zamandır kafa tutan İsrail bile Abdullah Gül sayesinde artık sınırlarının farkına varıyor. Abdullah Gül, İsrail'in Türk Büyükelçisini kavgacı bir şekilde 46 Türkiye'nin büyüsü - Selam A. Selam bağlarına güvenebilir artık. Kaydedilmelidir ki Türkiye, İsrail'le ilişkilerini geriletmedi. İsrail, büyükelçi olayında yapılan öfke takasından sonra, uçak satışı anlaşmasını görüşmek üzere dışişleri bakanını *Sic! Savunma bakanını+ Ankara'ya gönderdi. Türkiye halen İsrail'le görüşüyor ve Filistinlileri kaderlerine terk etmiyor. Arap dünyasının bir rol model için böylesine hevesli olduğunu görmek ve önayak olacak bir kurtarıcı için herşeyi göze aldığına şahit olmak üzücü. Türkiye, en çok da İsrail'e el pençe divan durmayı reddetmesinden dolayı, çoğu Arap için rol modeli haline geldi. Bunu, müstakbel cumhurbaşkanı ve onun Amerika ve İsrail'in onayına ihtiyaç duyup duymayacağı hakkında tartışma yaptığımız Mısır'ın durumuyla kıyaslayın. Mustafa el Feki'nin ateşlediği, Hasaneyn Heykel ve diğerlerinin yorumlarıyla katıldığı bu tartışma, ülkedeki siyasi kafa karışıklığını ileri götüren bir ilaveden başka bir şey değildir. İsrail dışişleri bakanı Avigdor Lieberman, *Sic! Dışişleri Bakan yardımcısı Danny Ayalon+ İsrailli ajanları çocuk kaçıran kimseler olarak resmeden bir Türk dizisine itiraz ettiğinde Türk büyükelçisini ofisine çağırdı, alçak koltuğa oturttu ve ülkesi İsraillileri yanlış tasvir ettiği için büyükelçiyi haşladı. Türkler İsrail'e ültimatom verip özür dilemeye zorlayarak bu hakarete tepki verdiler. Mısır, İsrail gibi olamaz ve Türkiye gibi olmaya da çalışmıyor. Barış sürecine ilişkin tüm meselelerde ABD'ye açık kapı bırakmış olabiliriz ama yine de bir şeyler elde etmenin çok uzağındayız. Amerika, tüm çabalarımıza rağmen, önceden olduğu gibi halen İsrail yanlısı. Amerika'nın İsrail üzerinde kaldıraç gücü yok gibi görünüyor ama gene de Mısır ve diğer Arap ülkelerinden her gün yeni tavizler isteniyor. Bugün için Arapların Ortadoğu barış sürecinde söyleyebilecekleri tek bir sözleri yok. Türkiye'yi Arapların gözünde kahraman yapmak için bu olay yeterliydi. Türkiye, Recep Tayyip Erdoğan iktidarında hem dostun hem de düşmanın saygı duyduğu bölgesel bir güç haline geldi. Türkiye'nin İsrail’le yakın askeri ilişkileri olabilir ama bu, Gazze saldırısı sırasında sağlam bir duruş sergilemekten de alıkoymadı onu. Türkiye'nin Suriye, Lübnan ve Ürdün'le de dost canlısı ilişkileri var. Suriye ve İsrail arasında arabuluculuk yaptı. ABD-İsrail'in İran'ı şeytanlaştırma kampanyasına da meyletmedi. Türkiye'nin, yalnızca Amerikalılarla, Avrupalılarla ve İsraillilerle değil, İran'la ve Körfez ülkeleriyle de yakın ilişkileri olan bir ülkenin, bizi bu şekilde savurmasına şaşmamak gerek. Türkiye bir zamanlar olduğu gibi NATO'nun uşağı da değil. Erdoğan döneminde kendi sesini buldu. Yeni keşfedilen bu bağımsızlık, Avrupa'nın Türkiye'nin AB üyeliği talebine ters yanıt vermesinin sonucu değil mi? Belki de öyledir ama mesele şu ki Türkiye bölgede büyük bir kaldıraç gücü olan bir ülke olarak kendini yeniden keşfetti. Mısır Türkiye'nin yaptığı gibi Ortadoğu çatışmasına müdahildir. Camp David anlaşmasından bu yana barışa karşı tarihi ve ahlaki sorumlulukları var. Arabuluculuk yapmaya çalıştı ve yanısıra, barış çabaları pek çok dostunu kaybetmesine vesile oldu ve Gazze'de görüldüğü üzere siyasetimize bir sakarlık bulaştırdı. Türkiye, uluslararası konumunu destelemek için Arap ve müslüman ülkelerle güçlü 47 Sivil toplum ve Avrupalı gruplar Gazze'ye sempati duymaya başladılar; Filistinlilerin uzlaşması ve İsrail'e baskı amaçlı kullanamadığımız bir sempati bu. İroniktir, Gazze'ye giden yardım konvoyuyla ilgili durumu yumuşatmak için araya giren yine Türkiye idi. 23 Ocak 2010 Kaynak: El Ahram Weekly Çeviren: M. Alpaslan Balcı 48 Türkiye Arapların abisi rolünü benimsedi - Sami Mubayed Arap ve müslüman uluslar arasındaki haklı yerine iade etmek istiyor, ki Şam bunun bittiği yer değildir. Bu siyaset, Mısır'ı, Ürdün'ü, Filistin'i, Suriye'yi, Lübnan'ı ve Irak'ı da ihtiva etmektedir. ŞAM – Batıdaki pek çok kişi, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldikten sonra izlenen yeni Türk dış politikasını 92 yıl önce sahneden çekilen Osmanlı imparatorluğunun siyasi, sosyal ve de fikri nüfuzunun canlanışını telkin eden “yeni Osmanlıcılık” ifadesiyle tanımladılar. Türkiye son bir kaç yıl boyunca Suriye ve İsrail arasında dolaylı görüşmelere aracılık etti, Filistin'de el Fetih ve Hamas arasında bir çözüme şekil vermeye çalıştı ve geçen Ağustos'ta araları açılan Şam ve Bağdat arasındaki ilişkileri onarmak için çalıştı. Bu politika, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve onun eski danışmanı, bugünün dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu'na hamledildi. Ancak Arapların doksan yıldır Osmanlı karşıtlığını aşılamaları nedeniyle, evvelden Osmanlı İmparatorluğunun idâresi altındaki ülkelere “Osmanlıcılığı” pazarlamanın zorluğuna bakınca, “Osmanlıcılık” ifadesi hızla güçten düşmeye başladı. Türkiye, İran ve Arap dünyası arasında kalıcı arabulucu rolüne girdi ve Lübnan'daki Hizbullah ve Amerika'da koparılan yaygaralara rağmen 2004 yılında liderlerini Ankara'da ağırladığı Hamas gibi devlet dışı aktörlere yardım etmek için çokça çalıştı. İlave olarak, Irak'ın karmaşık siyasi dünyasında da varlık göstermeye baktı ve Saddam Hüseyin'in 2003 yılında düşmesinden sonra ortaya çıkan siyasi sürece Sünni liderlerin de katılması çağrısını yaptı. Büyük abi Türkiye, 20. yüzyıla girerken yine benzer sularda aracılık etmişti ve belli ki bölgeyi, bölge halkını ve onların düştükleri zor durumu çok iyi bilmektedir ve oradaki çatışmaları çözecek en uygun tarafın kendisi olduğunu halen hissetmektedir. Ancak bazıları ifadeyi kullanmayı sürdürdü. Türkiye Başbakanı'nın danışmanlarından Cüneyt Zapsu “dünyada Türkiye için yeni, olumlu bir rol, geçmişiyle uzlaşmasından, sosyal tabuların üstesinden gelinmesinden ve olumlu yeni bir Türk kimliğinden geçer. Biz Osmanlının halefiyiz ve bundan utanmamalıyız” demişti. Türk karar vericiler, bir zamanlar, Osmanlı geçmişini örtmeye çalışıyor, Kemal Atatürk'ün parlak devrinde bundan utanıyorlardı çünkü geri ve Türkiye'de dikilen laik devlet için çok fazla İslami görünüyordu. Ancak Suriye ve en son Lübnan gibi ülkelere siyasi açılımlar getiren Ak Parti'nin istikrarlı politikaları sayesinde artık geçmişte kaldı bu. Türkiye Başbakanı Erdoğan bu hafta çığır açıcı bir ziyaret düzenleyen Lübnan Başbakanı Saad el-Hariri'yi ağırladı ve Erdoğan'ın Türkiye Cumhuriyeti için dikkatlice oluşturduğu uzun müttefik zincirine bir halka daha eklendi. İki ülke, diğer konuların yanısıra, askeri alanda teknik ve bilimsel işbirliğini artırma ve karşılıklı olarak vizeleri kaldırma konusunda mutabık kaldılar. Turizmi artıracak, Türkiye ve Lübnan arasında Erdoğan'ın yedinci yılına giren Arap politikasını Türkiye-Suriye ittifakı olarak yorumlayanlar var. Bu yanlıştır. Erdoğan, bu yeni yöneliminin doğası gereğince, Türkiye'yi 49 halkların temasını artıracaktır bu. Resmi sayılara göre 2008 yılında Lübnan'dan 50.794 kişi Türkiye'yi ziyaret etti. 2007 yılına göre 18.000 kişilik bir artış söz konusu ve Beyrut'u ziyaret eden birkaç yüz kişilik Türk ziyaretçiye kıyasla hayli büyük bir sayı. 2002 yılında 225 milyon dolar civarında olan ve şu an 900 milyon dolara dayanan ikili ticaretin artışına da katkı sağlayacaktır. Ayrıca, Libya, Fas, Tunus, Ürdün ve Suriye'den sonra Türkiye'nin vizeleri kaldırdığı altıncı Arap ülkesidir Lübnan. Lübnan ve Türkiye, şimdi BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğinde mevkidaşlar ve gelecek aylarda gerçek siyasi işbirliği burada tecelli edecek. Lübnan, BM Güvenlik Konseyi'ni Suriye'yi Lübnan'dan çekilmeye ve Hizbullah dâhil çeşitli devlet dışı aktörlere silahsızlanmayı şart koşan 1559 sayılı kararından vazgeçirmeye çalışırken Türkiye'nin ağır nüfuzu işe yarayacaktır. Harriri ekibi 2005-2009'da 1559 sayılı kararın uygulanmasını talep ederken, bugün kararın kaldırılmasını tercih ediyor. Nitekim hasım olmaktan çok uzak olan Hizbullah, Harriri'nin müttefiki, Lübnan Meclisi'nde ve Harriri kabinesinde güçlü bir şekilde temsil ediliyor. Erdoğan “bölgesel Şengen” sistemi gibi birinci sınıf bir tanımlama getirerek, Avrupa ülkelerinin 1985'te Lüksemburg'da imzaladığına benzer bir sistemin bölgede yürürlükte olduğunu söyledi; bu ülkeler arasındaki sistematik sınır denetimi kalkıyor ve Osmanlı İmparatorluğundaki gibi birbirlerine yakınlaşıyorlar. Erdoğan, normalleştiği vakit Irak'ın da bölgesel “Şengen” sistemine katılabileceğini söyledi. Lübnan hükümeti kısa bir süre önce bu kararın yürürlükten kaldırılması gerektiğini, zira tüm şartların karşılandığını, Hizbullah'ın Lübnan devletinin ve savunma sisteminin bir parçası olduğunu, batıdaki çoklarının iddia ettiği gibi sadece devlet dışı bir oyuncu veya milis olmadığını kaydetti. Erdoğan'ın Hariri ziyareti hakkında duyduğu iyimserlikten açıktır ki Türkiye ve Lübnan arasındaki işbirliği bu noktada bitmeyecek. Herşeyden önce, Türkiye Başbakanı biri 2007'de diğeri 2008'de olmak üzere, Beyrut'u iki kez ziyaret etti ve Michel Süleyman'ın Lübnan Cumhurbaşkanlığı yemin törenine katılan en üst düzey misafirdi. Hizbullah ve Harriri'yi 1559 sayılı kararın külfetinden kurtaran sav, Hizbullah ekibinin Harriri kabinesine atadığı, Harriri'nin yeni Dışişleri Bakanı Ali el Şami tarafında ortaya konmuştu. Harriri, Erdoğan'la birlikte yapılan basın toplantısında İsrail ordusunun Lübnan sularını ve hava sahasını ihlal etmediği tek bir gün bile geçmediği kaydederek bunun, 2006 Lübnan Savaşı sonrasında yayınlanan BM'in 1701 sayılı kararının ihlal edilmesi olduğunu belirtti. Türkiye, 2006 yılında İsrail saldırısı sırasında metin bir şekilde Lübnan'ın yanında durdu ve savaş sonrasında Lübnan-İsrail sınırına gönderilen geçici BM Barış Gücü'ne 600 kişilik asker gönderdi. Erdoğan, 41 okul, beş park ve 20 milyon değerinde rehabilitasyon merkezinin yanısıra Güney Lübnan'ın yeniden inşası için 50 milyon dolar değerinde yardım sağladı. Erdoğan tasdik ederek İsrail'in son yıllarda “en az 100” kararı ihlal ettiğini söyledi ve “bu, BM'de ciddi bir reformu gerekli kılmaktadır. İsrail'in duruşunu desteklemiyoruz ve sessiz kalmayacağız” 50 dedi. ağırlamaya hazırlanıyor. Türkiye'nin Lübnan tarafında olması, İsrail'le bu yaz bir diğer karşılaşma turuna hazırlanan Hizbullah adına büyük bir destektir. Ankara'dan dönen Harriri Hizbullah'ı savunarak “bir kimsenin ülkesini savunması terörizm değildir - tam tersi doğrudur” dedi ve böylelikle Hizbullah'ın Şeba Çiftlikleri İsrail işgalinden kurtarılana dek İsrail'e karşı yürüteceği savaşı destekledi. Türkler, ancak ve ancak tüm taraflarla konuşabildikleri takdirde Ortadoğu'da güvenlik ve normalliğe dönülebilecektir. İsrail Erdoğan'ın yeni siyasetinden hoşnut değilken, Arap-İsrail çatışmasında taraf tuttuğunu iddia ederken, Araplar Türk devinin yükselişinden ve 1918'den beri yaşananların aksine, âşikar bir şekilde cephede onların yanında olmasından dolayı heyecana kapılıyorlar. Erdoğan'ın Gazze Savaşı sonrasında, 2009 Ocak ayında Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e konuşurken İsrail'e yönelttiği eleştirisine de çok uygundur bu. Şöyle demişti: “Sayın Peres, benden yaşlısın. Sesin çok yüksek çıkıyor. Biliyorum ki sesinin bu kadar yüksek çıkması, bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar çok yüksek çıkmayacak, bunu da böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum.” Erdoğan, Birinci Dünya Savaşı sırasında ikili ilişkilerde yaşanan pürüzlere rağmen, Arap dünyasındaki Osmanlı mirâsının hepten kötü ve pek de otokratik olmadığını hatırlatmış oldu. Niçin? Çünkü Suriye, Lübnan ve Filistin'i savunan Erdoğan aynı zamanda Türkiye'yi savunmakta olduğunu hissetmekte, dört ülkeyi de tek bir coğrafi, tarihi, dini, sosyal ve kültürel muhit olarak görmektedir. Şam ve Beyrut'taki pek çok güzel bina herşeyden evvel Osmanlı döneminde inşa edilmiştir. 20 yüzyıla uzanan pek çok tüzük, ticaret kanunları ve sivil idâri uygulamalar da o zamandan kalmıştır. Arap kültürü üzerinde yıkıcıdır diyerek Osmanlı olan herşeyin üzerinin çizildiği yıllara rağmen, Osmanlı'nın Arap dili, mirâsı, müziği ve mutfağı üzerindeki etkisi göz ardı edilemez. Erdoğan gelecek haftalarda Suriye-Lübnan ilişkilerinin daha da normalleşmesine yardım edecek: “Dostu” Beşşar Esad'a Beyrut'u ziyaret ederek, Harriri ziyaretine karşılık vermesini tavsiye etti. Hizbullah'ın bir diğer İsrail savaşından korunması için Suriye ve Lübnan'la çalışmayı ilerletecek ve Gazze kuşatmasını kaldırmak, Golan Tepelerini Suriye'ye geri vermek üzere müzakere masasına dönmesi için İsrail'e baskı uygulamaya çalışacak. Osmanlı, Büyük Savaş'ta kendilerine karşı İngiltere'yle çalışan Araplara demir yumruk indirmiş olmasına rağmen, II. Abdulhamid döneminde – çok semboliktir - Osmanlı Filistini'nde Siyonistlere toprak satmayı reddetmişlerdi. Erdoğan'ın, Arapların hatırlamasını istediği Osmanlı tarihi işte bu'dur yoksa Osmanlı vâlisi Cemal Paşa'nın 1915-16 arasında Beyrut ve Şam meydanlarına diktiği darağaçları değil. Araplarla yeni ve sağlam bir ilişkiye rağmen, İsrail'le tarihi ilişkilerini kesip atmaması Erdoğan'ın yeni siyasetini çok iyi yansıtır. Eleştirmesine rağmen, Tel Aviv'deki büyükelçiliği açık ve İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak'ı Ocak ayı sonlarında Ankara'da 51 Lübnan, Türkiye ve Suriye'deki Cumhuriyetler gençken, Türk ve Arap ulusçuluğu tarihi takdir etmenin/kadirşinaslığın önünde bir engeldi, Araplar ve Türkler arasında düşmanlıktan başka hiçbir şeye yol vermedi. Harriri'nin Ankara ziyareti sırasında sembolik bir şekilde “abi” olarak andığı Erdoğan'ın çabaları sayesinde o dönem, umulur ki bir daha dönmemek üzere geçip gitmiştir. 14 Ocak 2010 Kaynak: Atimes Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı 52