Başkan’dan Hem Türkiye’de hem de bütün dünyada birçok bakımdan devrim niteliğindeki olumlu gelişmelere tanık olduğumuz 2011 yılı ne yazık ki son günlerinde yaşanan Uludere faciası ile çok kötü kapanmış oldu. 2012 yılının ilk ayı da bu faciaya ilişkin tartışmaların bütün boyutlarıyla neredeyse ana gündemi oluşturduğu bir ay oldu. Bu konu etrafındaki tartışmalar ve bu tartışmalarda başvurulan ifadeler ve tavırlar, Türkiye’de siyasi iradenin bürokrasinin iradesiyle henüz tam bir uyumu başaramamış olduğunun resmi olarak okunabilir. Zira facianın her gün ortaya çıkan boyutları bu süreçte alışıldık bir elin yine devrede olduğunu gösteriyor. Bu iradenin bu kadar etkili olabildiği bir ortamda demokratik duyarlılığın daha bir teyakkuz içinde olması gereği ciddi bir uyarı olarak kendiliğinden ortaya çıkmıştır. 15. yılını “idrak” etmekte olduğumuz 28 Şubat’ı değerlendirirken, 28 Şubat’ın simgelediği karanlık gerçekliğin varlığını hiç unutturmayan, arada kendisini hissettiren bu eylemlerin içerdikleri bütün hileler, illüzyonlar ve manipülasyonlarını takip altında tutmakta her zaman sonsuz fayda var. Ortadoğu’da merkezinde İran’ın yer aldığı bir alçak basınç dalgası kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Bu durum bir yanıyla Irak bir yanıyla da Suriye’de olup bitenleri yakından ilgilendiren gelişmelere gebe bir durum ortaya çıkarıyor. İran’ın ırak ve Suriye’deki ilgisinin bir Şii teo-politiğine ne ölçüde dayanıyor olduğu konusunda rivayet muhtelif. İran Şiiliği ile Baasçı Suriye Nusayriliği veya Maliki oportünizminin öne çıkardığı Şiilik arasında nasıl bir Şii-jeopolitik hattın kurulabileceği, doğrusu merakı mucip bir sorudur. Bir yandan da nükleer programı dolayısıyla Batılı ülkelerle İran arasındaki gerilim giderek artmakta, İran her geçen gün Acem siyasetçiliğinin bütün kozlarını tüketmektedir. Siyaseti bir satranç olarak algılayan ve kaçınılmaz olarak sıfır-toplam ilkesine göre yaklaşımda bulunan İran’ın çatışmanın diğer taraflarının başka bir oyunun kurallarıyla oynuyor olabileceği ihtimaline ne kadar yer veriyor olduğu beli değil doğrusu. Satrançtaki bütün hamleler tükenmiş, ama İran hala hiçbir taşına dokunulmamış gibi davranıyorsa, ortadaki sorunu başka bir oyunun kavramlarına müracaat ederek yeniden anlamaya çalışabiliriz. Kurulduğu günden beri Türkiye’nin kronik sorunlarına ilişkin tespit ve analizleriyle, kendine özgü bir yaklaşım sergileyen Stratejik Düşünce Enstitüsü daha önce “Vesayetsiz ve Tam Demokratik Bir Türkiye İçin İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa” raporunu kamuoyuyla paylaşarak Yeni Anayasa çalışmalarına katkıda bulunmuştu. Bu katkısını konferans ve panellerle devam ettiren SDE, 21 Ocak 2012’de TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in Katılımlarıyla, “Yeni Anayasada Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri Sempozyumu” düzenledi. Meclis Başkanı Çiçek’le SD Dergisi için bir de röportaj gerçekleştirdik. SDE kadrosu olarak yeni anayasa çalışmaları ve tartışmalarının toplumun daha geniş kesimlerine ulaşmasına gayret göstermeyi sürdüreceğiz. Bu sayıda da farklı yaklaşımların yer aldığı makaleleri sayfalarımız arasında bulabileceksiniz. Bir yönüyle de uluslararası ilişkiler dergisi olan ve Türkiye’yi dolaylı ve dolaysız bir şekilde etkileyebilecek uluslararası politikalara ve gelişmelere yer veren SD, bu sayısında ağırlıklı olarak İran’ın dış politikasına ilişkin yazılara yer vermektedir. Özellikle Arap Baharı sonrası Ortadoğu’daki siyasal ve toplumsal çözülme yeni dinamiklerin ortaya çıkmasına imkân vererek Ortadoğu’daki güç merkezlerinde ciddi bir hareketliliğe yol açtı. Böyle bir ortamda İran’ın jeopolitik konumu, bölgedeki devletler ve Türkiye ile ilişkilerinin artan önemi İran üzerinde ayrı bir ihtimamla durmayı gerektirdi. Çevremizdeki bütün olumsuzluklara rağmen hem iç politikadaki hem de dış politikadaki gelişmeleri uzmanlarımız ve yazarlarımızın kaleminden siz değerli okurlarımızla bir defa daha paylaşmanın mutluluğuyla, keyifli okumalar… Prof. Dr. Yasin Aktay ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 1 STRATEJİK DÜŞÜNCE Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Yasin Aktay Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Prof. Dr. Birol Akgün Prof. Dr. Aytekin Geleri Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Levent Korkut Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Yrd. Doç. Dr. Necdet Subaşı Dr. Murat Yılmaz Aydın Bolat Ahmet Ünal Danışma Kurulu Prof. Dr. Tayyar Arı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Beril Dedeoğlu Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Cihat Göktepe Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Doç. Dr. Ertan Beşe Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Yazı İşleri Müdürü Ahmet Ünal Yayın Asistanları Feyzan Ece Çapa, Yasemin Küçer Reklam Sorumlusu Özlem Pınar ORAN Grafik ve Sayfa Tasarımı OMEDYA - www.omedya.com Uzayçağı Cad. Uzayçağı Tic. Mrk. 29/47 Ostim ANKARA T: 0312 385 58 20-21 F: 0312 385 18 37 Fotoğraflar AA, Cihan, ShutterStock Baskı Yeri Özyurt Matbaacılık Büyük Sanayi 1. Cadde Süzgün Sok.No:7 İskitler Ank. Tel : 0.312 384 15 36 - Fax : 0.312 384 15 37 Stratejik Düşünce Entitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad.1330 Sok. No: 12 Çankaya / ANKARA / Türkiye T: 0312 473 80 45 - F: 0312 473 80 46 www.sde.org.tr Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü DÜŞÜNCE temsil etmemektedir. | ŞUBAT 2012 2 STRATEJİK 47 İhsan DAĞI Dağı: “Türkiye, Şii Hilali Kamplaşmasına Zorlanıyor” SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi ve ODTÜ İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İhsan Dağı, Ortadoğu’daki son gelişmeler ve Amerika’nın Irak’tan çekilmesi sonrası İran’ın dış politikasındaki muhtemel değişimler üzerine SD’nin sorularını cevaplandırdı. 67 Aydın BOLAT ABD Artık İsrail’i Taşıyamıyor! İsrail’in pervasız, başına buyruk, ABD’yi emrivakilere mecbur eden yanlış politik alışkanlıkları, ABD’nin de müttefikleri olan Türkiye ve Mısır’ı kaybetmesi ve nihayet Arap Baharı’nın ortaya koyduğu yeni stratejik Ortadoğu dengeleri, yalnızlaşan İsrail’i ABD için taşınması giderek ağırlaşan bir ‘yük’ haline getirmiş durumda. 103 Rasim YILMAZ Yunanistan’daki Banka Mevduat Hücumları ve Etkileri Yunanistan’daki finansal krizler -banka hücumları- güvenlik önlemleri tartışmalarına yeni boyutlar getirmiştir. Yunanistan’daki banka mevduat hücumlarının nedeni banka spesifik etkilerden ziyade makro ekonomik risk olarak görünmektedir. Yunanistan borç krizi bize mevduat sigortasının sınırlarını göstermiştir. 27 Zeynep SONGÜLEN İNANÇ Hrant Dink’ten Ermeni Meselesine Hrant Dink davası, Türkiye açısından son derece önemli bir fırsata karşılık geliyordu. Dava, Türkiye’deki demokratikleşme ve şeffaflaşma sürecinde karanlık ve derin ilişkilerin ortaya çıkmasında ve Ergenekon sürecine desteğin devam etmesinde bir eşik haline gelmişti. İÇİNDEKİLER 95 05 Cemil Çiçek: “Yeni Anayasa Ön Şarttır” Borç Kriziyle Farklılaşan Avrupa Sarkozy, AB için hem genişlemenin hem de federasyonun aynı anda gerçekleştirilmesinin imkânsız olduğunu, zira AB’nin kapılarını Balkan ülkelerine açtığını, çok sayıda üyesi olan bir AB’de federalizmin imkânsız olduğunu belirterek, “iki-vitesli Avrupa” önerisinde bulunmuştur. 99 08 Yeni Anayasada Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri ... SD Haber 16 Yeni Anayasada Vatandaşlık Hamit Emrah BERİŞ 22 Eskiyle Hesaplaşmak ve Yeni Anayasa Murat YILMAZ 27 Hrant Dink’ten Ermeni Meselesine Zeynep SONGÜLEN İNANÇ 30 Muhsin KAR Nefret Suçlarına Karşı Yasal Düzenleme Arayışları Selvet ÇETİN 36 Uludere’den 28 Şubat’a Bir Yol Avrupa İçin Krizden Çıkış Seçenekleri Avrupa’nın temel makroekonomik göstergelerine bakıldığında önemli bir problemin olmadığı görülmektedir. AB’nin bir bütün olarak cari açık sorunu bulunmamaktadır. Amerika ve İngiltere gibi cari açık veren büyük ekonomilerden daha iyi durumdadır. Mali denge açısından da aynı durum söz konusudur. 51 Röportaj: Ahmet ÜNAL Dilek YİĞİT Yasin AKTAY 43 İran - ABD Gerginliği: Sanal mı Gerçek mi? Birol AKGÜN 47 Dağı: “Türkiye, Şii Hilali Kamplaşmasına Zorlanıyor” Röportaj: Bedir SALA 51 ‘Şii Hilali’ Kimin Meselesi? Talip ÖZDEŞ 55 İran’a Petrol Ambargosunun Faturası Türkiye’ye Serkan ŞAHİN Talip ÖZDEŞ ‘Şii Hilali’ Kimin Meselesi? “Şii Hilali” veya başka ne şekilde telaffuz edilirse edilsin, İslam dünyası için bir Sünni ve Şii olgusunun varlığı söz konusudur. Mezhebi veya etnik farklılıklar çatışmayı gerektirmez. Ancak etnik veya mezhebi algılar yanlış yönlendirildiğinde, ideolojik zemine oturtularak fanatizm teşvik edildiğinde, birileri tarafından her an bir fitne ateşinin, bir çatışmanın fitili ateşlenebilir. 59 ‘Bahar’ İran’a da Gelir mi? Öner BUÇUKCU 67 ABD Artık İsrail’i Taşıyamıyor! Aydın BOLAT 71 Yükselen Çin’e Karşı: Obama Yönetiminin Güvenlik Stratejisi Erkin EKREM 80 Pakistan’da Darbe İhtimali ve Hükümetin Geleceği Khalilullah RASULİ 84 El-Baradei ve Tahrir Devrimi 59 Ahmet UYSAL Öner BUÇUKCU ‘Bahar’ İran’a da Gelir mi? Son Cumhurbaşkanlığı seçiminde reformistlerin seçimlerde hile yapıldığı iddiasıyla sokaklara dökülmesi ve çeşitli kitle gösterilerinde bulunması Batı kamuoyu tarafından dikkatle takip edilmişti. Ardından “Arap Baharı” adı verilen halk hareketlerinin İran’da da hissedilmesi beklendi, bu minvalde bir takım gelişmeler de yaşandı. 89 AB Perspektifiyle ‘Özgürlük, Güvenlik ve Adalet Alanı’ Ömer ERSOY 95 Borç Kriziyle Farklılaşan Avrupa Dilek YİĞİT 99 Avrupa İçin Krizden Çıkış Seçenekleri Muhsin KAR 103 Yunanistan’daki Banka Mevduat Hücumları ve Etkileri Rasim YILMAZ 108 Yazılım Sektörünün Sorunları SDE’de Tartışıldı SD Haber İÇ POLİTİKA 4 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Röportaj Cemil Çiçek: “Yeni Anayasa Ön Şarttır” TBMM Başkanı Cemil SD: Yeni Anayasa’nın Türkiye için Çiçek, Stratejik Düşünce önceliği nedir? Olmazsa olmaz bir şart mıdır? Enstitüsü’nde düzenlenen mutlu, huzurlu ve refah Önemlidir. O kadar keskin bir ifade kullanmasak bile çünkü Türkiye’nin bir anayasası var. Yeni bir anayasa yapmazsak hepimiz şikayet ettiğimiz anayasaya hayat hakkı tanımış oluruz ve devlet buna göre idare edilecek. Bu anayasanın doğurduğu sakıncaları 30 senedir birebir yaşıyoruz. O kadar keskin bir dille ifade etmesek bile iyi işleyen bir devlet düzeni ve insanların mutlu, huzurlu ve refah içerisinde bulunduğu noktaya gelebilmesi bakımından en azından bir ön şarttır diye söyleyebiliriz. içerisinde bulunduğu SD: Yeni Anayasanın ismi “2012 Ana- noktaya gelebilmesi yasası” olabilecek mi? Çalışmalarda hangi aşamaya gelindi? “Yeni Anayasada Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri Sempozyumu”na katıldıktan sonra SD’nin konuyla ilgili sorularını cevaplandırdı. Çiçek, ‘Yeni Anayasa’nın, iyi işleyen bir devlet düzeni ve insanların bakımından en azından bir ‘ön şart’ olduğunu belirtti. Onun ismini şu an ben koyamam. Bu biraz da algılama meselesidir. Tanıtım meselesidir. Biz kendi pratiğimizden biliriz kanunların bir kendi ismi vardır bir de kamuoyunda algılanış biçimi vardır. Mesela bizim mevzuatımızda pişmanlık yasası diye bir yasa yoktur. Onun uzun uzun isimleri var; filanca kanunda değişiklik diye. Medyada bu konu baştan böyle takdim edilince, olmuştur 8 tane pişmanlık yasası... Onun için İnşallah anayasayı yapalım da, ismini ne koyacağımıza ona göre bakarız. Çocuk doğsun da, ismini sonra koyarız. Doğduktan sonra ismini ya vatandaş koyar veya Meclis. 4 partinin oluşturduğu Uzlaşma Komisyonu, bu işi 2012 sonuna kadar bitirmeyi hedefliyoruz diye bir mutabakata vardı. Bunu da kamuoyuna ilan etti. 15 maddelik kendi iç çalışma tüzüğünde bunu 2012 yılı sonu olarak ifade etti. Bence de 2012’de bitmesinde sayısız fayda var. 2013’e ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 5 “Son zamanlarda kamuoyunda, benim de tahrikkâr ifadelerimden sonra biraz daha hareketlenme başladı. Ama doğrusunu isterseniz beklenti ile gelenler arasındaki makas hâlâ çok açık. 30 yıldır bu kadar şikâyet edilen bir konuyla ilgili katkının bu kadar sınırlı ve zorlama olmaması gerekirdi.” ve sonrasına kaldığında Türkiye’de reel olarak başka öncelikler gündeme gelecektir. Arka arkaya seçimler geliyor. Seçim atmosferinde de bu türlü önemli düzenlemeleri yapmak da zorluk var. Onun için 2012 en uygun zaman dilimi olarak gözüküyor. 6 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 SD: STK’ların yeni anayasa konusundaki katkılarını yeterli buluyor musunuz? Son zamanlarda kamuoyunda, benim de tahrikkâr ifadelerimden sonra biraz daha hareketlenme başladı. Ama doğrusunu isterseniz beklenti ile gelenler arasındaki makas hâlâ çok açık. 30 yıldır bu kadar şikâyet edilen bir konuyla ilgili katkının bu kadar sınırlı ve zorlama olmaması gerekirdi. Biraz daha, özellikle sivil toplum kuruluşlarının, meslek örgütlerinin ve siyasi partilerin daha hazırlıklı olması gerekirdi. Bu sonuç benim için sürpriz değil. Ben zaten Türkiye’de bu tür sorunların slogan bazında konuşulduğunu, kimsenin bu sloganı projeye dönüştürmediğini bilirim. Birçok konu da böyledir. Siyaset de böyledir. Zaten siyasetteki kalite sorunu da buradan çıkıyor. O nedenle son 15 - 20 gündür biraz daha hareketlenme oldu. Biraz daha katkı arttı. Ama doğrusunu isterseniz ben yeterli görmüyorum. Gelen katkılar da daha çok genel söylem tarzındadır. Yani “Özgürlükçü bir anayasa istiyoruz” diyorlar. Bu ne kadar katkıysa o kadarlık bir katkıdır. SD: Şimdiye kadar kaç kurumdan yeni anayasa için öneri geldi. Bu sayıyı yeterli buluyor musunuz? O türlü rakamları söylemem. Bu yanlış olur. Başkalarının yapacağı katkıyı sınırlamak gibi bir değerlendirme olur. Biz de bu sürede bundan kaçınıyoruz. Ancak istiyoruz ki daha fazla katkı olsun. 86 bin dernek var fakat gelen rakama baktığınızda devede kulak kabilinden kalıyorsa, demek ki bu sürece o seviyede bir katkı olmayacak. O halen demokrasi konusundaki anlayışımızdan kaynaklanıyor. Biz “katılımcı demokrasi” diyoruz ama bizim toplumumuz halen “temsili demokrasi” merhalesinde, o basamakta duruyor. Nasıl olsa seçtiklerimiz var. Hele hele belli isimlere karşı da bir güven varsa, bu biraz da kültürümüzün de ortaya koyduğu bir şey. Biz her işi bir yerlerin Doğru yapan mükâfatlandırılmalı, yanlış yapan da cezalandırılmalı. Cezadan kasıt, cezaevine koymak anlamında söylemiyorum. Toplumsal bir karşılığı olmalı. Bu işlerde çalışan ile çalışmayanların, olumlu katkı verenle vermeyenlerin bir müeyyidesi olmalı. Onun için de biraz bu işi sivil toplum canlı tutsun, “Bu işi muhakkak yapmalısınız” demeli. Bu bizim mademki taahhüdümüz, bu dönem yapmalıyız. SD: Anayasa konusunda görüş açıklamaktan kaçınan yahut 1982 Anayasası’nın aynen korunmasını isteyen siyasi parti yahut STK var mı? üzerinden, bir kişiye güvenerek düşünüyoruz. Bunu daha fazla ileriye götürürsek zülfü yâre dokunur. Bir kişi düşünsün onun dediğini yapalım. Bu kültürün demokrasiye yansıması da böyle oluyor. Nasıl olsa biz seçtik, milletvekillerinin görevi ne, Meclis bizim adımıza yapsın diye bir noktada duruyoruz. Bence bu çok doğru olmaz. SD: Temel tartışma konuları olan, vatandaşlık tanımı ve anayasanın değişmez maddeleriyle ilgili ciddi bir sorun yaşanacağını düşünüyor musunuz? Bu tür sorunları aşmak için bir yöntem geliştirdiniz mi? Bu konuda görüş serdedecek olanlar siyasi partilerdir. Yazılım kısmında yani Mayıs başından itibaren, bütün bu görüşmeler ve değerlendirmelerden sonra bir taslak anayasa metni çalışması başlayacak. Şu an siyasi partiler kendi içe dönük çalışmalarını yapıyor, yapmalı. STK’lar bu sürece katkı sağlamalı. Biz henüz içerikle ilgili şu madde şöyle olmalı, bu madde böyle ol- malı diye bir tartışmaya girmedik. Bunu biraz da mahzurlu görüyoruz. Eğer bu safhada bu işe girerseniz kamuoyundan beklentilerinizin bir anlamı kalmaz. Nasıl olsa bu komisyon belli konuları kararlaştırmış, kafaya koymuş, bize de usulen soruyorlar gibi bir anlayışa götürür. Şu safhada, şu madde şöyle olacak bu madde böyle olmalı tarzındaki bir tartışmayı yapmadık, yapılmasını da doğru bulmadık. Yöntem ise yazılım sırasında kendi içinde tartışılır. SD: Konuyla ilgili siz daha önce “Masayı deviren altında kalır diye bir ifade kullanmıştınız? Tam bu anlamda böyle bir şey söylemedim ama benim maksadıma da ters düşmez. Bazen basında maksadımızı aynen ifade eden cümleleri almak yerine yazanın da ifadeleri karışıyor. Söylemek istediğim şey şudur: Yani bu işten yan çizen, bu işe katkı vermeyen, bu işin olumlu sonuçlanmasını istemeyenlere karşı da bir müeyyide olmalı. Siyasetin de bir müeyyidesi olmalı. Onu söylesem doğru olmaz. Böyle bir parti (Meclis dışından) var. O da onun bir düşüncesidir. Bunu niye söyledi, vay nasıl söyler, diye bir muahezede bulunamayız. Biz herkesten düşüncesini söylemesini istedik. O kişi ve kuruluşlar zahmet edip yazmış, komisyona kadar da gelmiş. “Bizim düşüncemiz budur” diyorsa, katılmayız ama bu komisyonun kuruluş felsefesine de ters düşmüş olmasına rağmen bir görüştür. Onu da kabullenmek gerekir. Kaldı ki, bu özgürlükler konusu olduğunda AHİM kararlarına atıfta bulunulur. Eğer onu bir kriter kabul ediyorsak, cebir ve şiddet içermemek kaydıyla çok aşırı ifadeler bile olsa, onu dinleyeceksiniz, ona söyleme imkanı sağlayacaksınız. Uzlaşma komisyonunda bulunan partilerin zaten yeni bir anayasa fikrini kabullendiklerini ise herhalde belirtmeye gerek yoktur. SD: Sorularımızı cevaplandırdığınız için çok teşekkür ederiz efendim. Ben teşekkür ederim. Röportaj: Ahmet ÜNAL ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 7 SD Haber Yeni Anayasada Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri Sempozyumu TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in Katılımlarıyla, Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde “Yeni Anayasada Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri” başlıklı bir sempozyum gerçekleştirildi. SDE Konferans Salonunda düzenlenen toplantının açılış konuşmasını Prof. Dr. Yasin Aktay yaptı. 8 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 T BMM Başkanı Cemil Çiçek’in Katılımlarıyla, Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde “Yeni Anayasada Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri” başlıklı bir sempozyum gerçekleştirildi. 21 Ocak 2012 Cumartesi günü SDE Konferans Salonunda düzenlenen toplantının açılış konuşmasını Prof. Dr. Yasin Aktay yaptı. SDE Başkanı Yasin Aktay; “Yeni anayasa Türkiye’nin 1982 yılında kabul ettiği günden beri en önemli sorunlardan biri. Türkiye bu zaman süresince çok mesafe kat etti. 82 Anayasası kabul edildiği günden bu yana tüm siyasi partilerin en önemli eleştiri odağı oldu. Tüm seçimlerde anayasadan doğan sorunlar gündeme getirildi. 2007 seçimlerinin kampanyası özellikle Türkiye’ye yeni bir anayasa kazandırmak üzere şekillendirildi. Tarihimizde ilk defa siyasetin vesayet kurumlarını kaldırmaya yönelik direnci oldu. Türkiye’nin şimdiye kadar yönetildiği bütün anayasalar bir darbenin sonucunda yürürlüğe girdi. 12 Haziran seçimleri yeni anayasa konusunda daha yüksek bir beklenti yarattı. Anayasalar darbe sonucunda halka zorla imzalatılan bir sözleşme olmaktan çıkmalı” dedi ve yeni anayasa konusunda SDE’nin çalışmalarına değindi ve sözü TBMM Başkanı Cemil Çiçek’e bıraktı. Meclis Başkanı Çiçek; “SDE Türkiye’nin bu tip meselelerine karşı kurulduğu günden bu yana duyarlı oldu. Öncü hizmetlerinden dolayı SDE’ye teşekkür ederim. Burada konuşulan konular tam da konuşulmasına ihtiyacımız olan konulardır. Bugünkü toplantı anayasanın sorunlu alanlarını teşkil eden konuları içeriyor. Buradan çıkacak sonuç komisyonumuzda değerlendirilecektir.” “Türkiye’nin 30 yıldır gazete manşetlerinde olsa da olmasa da bir anayasa sorunu var. Bugün yaşanan her sorun anayasadan kaynaklanmıyor olabilir ancak birçok sorunlu alana neden oluyor. Önümüzde anayasadan ya da anayasanın yorumundan ve uygulamasından kaynaklanan sorunlar duruyor. Böyle bir sorun varsa bu sorunu kaynağında çözmek gerekiyor.” üyesi var) ve bu komisyonun başkanlığını Meclis Başkanı yapacak.” Sayman ise oturumun müzakeresini yaptı. “Yeni anayasa için uzlaşılacak konuları ortaya koymak ve toplumu bu şekilde motive etmek lazım. Yeni anayasaya ‘benim anayasam’ değil, ‘bizim anayasamız’ diyebilmeliyiz. Müzakerelere, ön yargılarla yaklaşırsak bir sonuca varamayız. STK’lardan bir diğer beklenti budur.” “Anayasanın 100’den fazla maddesi değişti. Ama bu değişiklikler sorunları çözmeye yetmedi. Anayasanın neden değişmesi gerektiği konusunda bizim bir şey söylememize gerek yok. 30 yıl içinde bir anayasa 17 defa değişti ise o ülkede hukuk istikrarını sağlamak kolay olmaz. Bu anayasa ile sayısal istikrar mümkün ama siyasal istikrar mümkün olmadı. Bu anayasa ile hukuksal ve siyasal istikrar mümkün olmuyor. Şu an mecliste temsil edilen partiler de yeni anayasa konusunda topluma taahhütte bulundular. Siyasi partilere bu yükümlülükleri hatırlatılmalıdır. STK’lardan beklentimiz budur.” “STK’lardan beklenen diğer husus ise yeni anayasadan beklentiyi makul seviyede tutmaları. Yeni bir anayasadan sıfır sorunlu bir Türkiye beklemek doğru olmaz. Beklentiyi makul bir seviyede tutmak lazım. Yeni bir anayasa Türkiye’yi dikensiz bir gül bahçesi haline getirmez.” “Yeni Anayasada İnsan Haklarının Genel Rejimi” konulu sunumu Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez, “Yeni Anayasada Sivil-Asker İlişkilerinin Demokratik Modeli” konulu sunumu Yrd. Doç. Dr. Vahap Coşkun, “Yeni Anayasada Türkiye’nin İdari Yapısı ve Yerinden Yönetim İlkesi” konulu sunumu Doç. Dr. Ramazan Çağlayan gerçekleştirdiler. “Mecliste temsil edilen siyasi partiler şu konular üzerinde anlaştılar: Yeni anayasayı bugün oluşmuş parlamento yapacak. Bu anayasa uzlaşma komisyonu aracılığıyla yapılacak (Her partinin komisyonda 3 Birinci Oturum “STK’dan bir diğer beklenti şu; bize gelen görüşler daha çok genel söylemlerden ibaret. Ancak derinlemesine görüşler bize ulaşmıyor. Yasama-yürütme-yargı arasındaki ilişki ne olacak, bu dengeler nasıl kurulacak gibi konularda STK’ların görüşlerini bekliyoruz.” Açılış konuşmalarının ardından gerçekleştirilen ilk oturumun moderatörü SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz oldu. Prof. Dr. Yücel İnsan Haklarının Genel Rejimi Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez 1982 Anayasasının 5, 17, 13, 14. maddelerine ve ne olması gerektiğine değindi ve şunları kaydetti; “Türkiye’nin insan hakları ile ilgili karşı karşıya olduğu sorunların önemli bir kısmı yürürlükteki anayasadan kaynaklanmaktadır. 1982 Anayasasının kişi hakları, sosyal haklar ve siyasal haklar başlıkları altında düzenlenen hak ve özgürlükler yanında sınırlama, kötüye kullanma, durdurma ve benzeri insan haklarının genel rejimini düzenleyen maddelerinde de önemli sorunlar mevcuttur. Özelikle Anayasanın belli bir ideolojik tercihi benimsemesi ve bu bağlamda başlangıç kısmında yer alan ifadeler 1982 Anayasasının insan haklarına ilişkin yaklaşımını önemli ölçüde sorunlu ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 9 hale sokmaktadır. Anayasada önce insan haklarının niteliği, önemi, vazgeçilmezliği, korunması ve bu bağlamda insan hakları konusundaki devletin temel görevi ile ilgili hükme yer verildikten sonra, somut olarak hak ve özgürlüklerden Anayasada düzenlenmesi gerekenlere maddeler halinde yer verilmeli ve en sonunda insan haklarının sınırlandırılması ve olağanüstü hallerde tabi olduğu hukuksal rejim formüle edilmelidir. Ayrıca özgürlüklerin sınırlandırılması sürecinde sadece her bir özgürlük için geçerli olan özel sınırlandırma nedenlerine yer verilmeli, kötüye kullanma yasağı ya da 1982 Anayasasının başlangıç kısmında yer aldığı biçimde genel sınırlama hükmü olarak yorumlanabilecek maddelerden kaçınılmalıdır.” Sivil-Asker İlişkilerinin Demokratik Modeli Yrd. Doç. Dr. Vahap Coşkun, MGK, genelkurmay başkanının konumu, askeri yargı, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının yargılanması, sıkıyönetim, vicdani ret, askeri okullar sorunu, Yüksek Askeri Şura konuları üzerinde durdu. Coşkun şunları kaydetti; “Türkiye’de, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra, merkezinde askeri bürokrasinin yer aldığı bir “vesayet rejimi” kuruldu. Cumhuriyet’in başlangıcından beri 10 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 “vesayet”, rejimin asli özelliklerinden biri olmakla birlikte, 27 Mayıs darbesinden sonra vesayetin kurumsallaşma düzeyi en üst seviyeye çıktı. 1999, 2001 ve 2004 yıllarında yapılan anayasal değişiklikler ve bunlara paralel olarak gerçekleştirilen birtakım yasal reformlar sayesinde, askeri otoritenin -seçilmiş yöneticilerin kararları üzerinde etkili olmalarını sağlayan yetkilerinin bir kısmı tasfiye edilmiştir. Bununla birlikte Türkiye’deki asker-sivil ilişkileri tamamıyla demokratik bir modele uygun hale getirilmiş değildir. Türkiye’nin tam manasıyla demokratik bir ülke olabilmesi için, yeni anayasasında askeri ve bürokratik vesayete sebebiyet veren hiçbir kurum ve ilke barındırmaması ve asker üzerinde evrensel ölçülerde bir demokratik sivil denetim sistemi kurması gerekir.” Türkiye’nin İdari Yapısı ve Yerinden Yönetim İlkesi Doç. Dr. Ramazan Çağlayan konuşmasında mahalli idarelere değindi. “1900’lü yıllarda merkeziyetçi görüş ön plana çıkmıştır. 1921 Anayasası ise daha çok yerinden yönetim konusuna ağırlık vermiştir. 1924 Anayasasında yine merkeziyetçi görüş benimsenmiştir. 1961 Anayasasında ise yerinden yönetim ilkesini benimsemişti. 82 Anayasasında da bu durum çok değişmemiş merkezin yerel üzerinde büyük bir ağırlığının olduğu bir sistem benimsenmiştir. Şimdi ki duruma baktığımızda ise üç farklı görüş ekseninde yeni anayasa için bir şekillendirilme yapılabilir. Mevcut yapı korunmalı, mevcut yapı ıslah edilerek devam ettirilmeli ve bazı yeni düzenlemeler olmalı. Biz yeni bir idari yapı modeli tasarlayabiliriz.” Prof. Dr. Yücel Sayman oturumun müzakerecisi oldu. Sayman; “Devletin örgütlenmesinin temelinde amaç olarak insan onurunun yer alması dile getiriliyor. İnsan onuru kavramı doğru tanımlanmazsa tıpkı milli irade gibi tıpkı başka kavramlar gibi, bireyin üzerine çıkartılan dokunamayacağımız kavramlar haline dönüşüyor. İnsan onuru kavramı ile her şeyi yasaklayabilirsiniz, her şeyin önünü de açabilirsiniz. İnsan onuru kavramı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi çıkartıldığı zaman; insan türünün özünü korumak üzere çıkartıldı. Sanat yapabilmek, düşüncemi yansıtabilmek, din ve vicdan özgürlüğüm, bunlar doğada var olan haklarım. Bu haklarımın da sınırlandırılması değil, kullanılması söz konusu. Ben bu haklarımı kendi maddi ve manevi varlığımı geliştirebilmek için kullanacağım. Kendi kaderimi bizzat tayin edebilmek için kullanacağım. Madem yeni bir anayasa yapıyoruz toplumsal karar- ları, kendi lehimize nasıl alacağız; özgürlüklerimizi kısıtlamadan birlikte bunu kullanacağız” dedi. İkinci Oturum İkinci oturumun moderatörlüğünü ise SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Uzmanı Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş yaptı. İkinci oturumda “Yeni Anayasada Türkiye’nin Hükümet Sistemi” konulu sunumuyla Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez, “Din ve Vicdan Özgürlüğü: Türkiye İçin Bir Anayasal Çerçeve Önerisi” konulu sunumuyla Doç. Dr. Bekir Berat Özipek, “Yeni Anayasada Vatandaşlık” konulu sunumuyla Yrd. Doç. Dr. Levent Korkut birer konuşma yaptılar. Prof. Dr. İhsan Dağı oturumu müzakere etti. Türkiye’nin Hükümet Sistemi Prof. Dr. Yusuf Şevki Hakyemez şunları kaydetti; “Hükümet sistemleri konusu Türkiye’de kolay kolay ülke gündeminden düşmemektedir. Konunun güncelliğinin bir nedeni koalisyon hükümetleri döneminde yaşanan istikrarsızlıklar iken, önemli bir diğer nedeni ise değişik zamanlarda siyaset adamları, yazarlar ve akademisyenlerin mevcut hükümet sistemindeki aksaklıkları göz önünde bulundurarak bu konuda farklı modeller önermeleri ve bunlarla ilgili olarak siyasal alanda yapılan tartışmalardır. Anayasacılık geleneğimizde yukarıdan aşağıya ve merkeziyetçi bir yaklaşım sorunu olduğu dikkate alındığında, hükümet sistemi formülasyonunda tabanın temsiline önem verme gereği katılımcı bir modelin tesisi açısından zorunlu hale gelmektedir. Buna ek olarak hükümet etmede etkinliğin sağlanabilmesi açısından yürütmeyi mümkün olduğunca vesayetten arındırmak gerekmektedir. Eğer bu arındırma olmadan model oluşturulursa, geçmişte olduğu gibi sistem sorun doğurmaya devam edebilir.” Din ve Vicdan Hürriyeti Doç. Dr. Bekir Berat Özipek din ve vicdan özgürlüğünü tanımladı, yeni anayasada din ve vicdan özgürlüğünün yeni anayasada nasıl tanımlanması gerektiği üzerinde durdu ve şunları kaydetti; “Din ve vicdan özgürlüğü, insanın insan olmasından dolayı sahip olduğu ve tanınmaması durumunda onun insan onuruna yaraşır bir biçimde yaşamasının mümkün olmadığı çok temel bir hakkı ifade etmektedir.” Özipek, din ve vicdan hürriyeti konusunda ideal bir formülasyonun nasıl olacağını sıraladı; • Bireylerin, tek başlarına veya ko- lektif biçimde, özel veya açık biçimde din ve vicdana dayalı pratiklerini güvence altına almalıdır. Buna Türkiye toplumunun sosyolojik bir gerçeği olmasına karşın yasa dışı sayılan cemaat ve tarikatlarla, Sünni ve Alevi dergahları, tekkeleri, cemevleri, manastır, şapel veya apartman katında ibadethane benzeri ibadet mekanları da dahildir. Hiç kuşkusuz, bu pratikler, din karşıtı düşünce ve ifadeleri ve onlara ait mekanları da kapsamaktadır. • Din ve vicdan özgürlüğü temelli sivil oluşumların her türlü vakıf, dernek, sendika türü gönüllü örgütleri aracılığıyla yürütecekleri faaliyetlerin, dini olmayan herhangi bir faaliyet gibi koruma görmesi sağlanmalıdır. Azınlıkların din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin statüleri, onların Lozan’ın güvencelerine ihtiyaç duymayacakları, kendilerini azınlık şemsiyesine muhtaç hissetmeyeceği biçimde düzenlenmelidir. • Zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin anayasal temeli kaldırılmalı, bu dersin tercihe bağlı olduğu açıkça belirtilmelidir. Bu kuralın ayrılmaz bir parçası olarak, din eğitimi ile dini eğitimin de bir hak olarak herkese tanındığı hükme bağlanmalı, böylece Türkiye’nin sivil alanda dini eğitim veren eğitim kurumları oluşturmayı kendi toplu- ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 11 korunmasını öngörmesi önemli olacaktır. Çünkü bugünkü durumda anayasanın laikliğin tanımı konusundaki suskunluğu ki bunun bilinçli bir suskunluk olduğunu düşünmek için haklı nedenler vardır. Keyfiliğe ve ihlallere kapı aralamaktadır. Bu yapılmadıkça, bugünkü tartışmaların devam etmesi ve siyasi konjonktüre, ara dönemlere bağlı olarak insan hakları ihlallerinin yaşanması söz konusu olabilecektir. muna yasaklayan tek demokratik ülke olma özelliği ortadan kaldırılmalıdır. • Dini veya din karşıtı propagandanın ifade özgürlüğü kapsamında serbest olduğu açıkça belirtilmelidir. • Dinin, mezhebin veya başka türden inanca ilişkin tercihin kimlik belgelerinde ifadesine yer verilmemeli, ancak bireylerin tercih etmeleri durumunda bunu yazdırmalarının da ifade, din ve vicdan özgürlüğünün bir parçası olduğu göz önüne alınmalıdır. • Bu özgürlüğü sınırlandırmada bir ölçüt belirlenecekse, bunun geniş tutulmaması önemlidir. Bu bağlamda din ve vicdan özgürlüğünün, “ancak başkalarının temel haklarına yönelik açık bir tehdit ve fiili bir zorlama söz konusu olduğunda, özüne dokunulmaması koşuluyla ve kanunla” sınırlandırılabileceği hükme bağlanmalıdır. • Sivil bir anayasa söz konusu olacaksa, tıpkı diğer tüm ilkelerde olduğu gibi, laiklik konusunda da bir tercih yapılacak ve yeni anayasanın bu ilkeyi içerip içermeyeceğine, toplum karar verecektir. Anayasada laikliğe yer verilecekse, bunun özgürlükçü bir içerikle formüle edilmesi ve devletin dinler ve inançlar karşısında kesin tarafsızlığını ve bireysel özgürlüklerin herkese karşı 12 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 • Din ve vicdan özgürlüğünün ideal formülasyonu, aynı zamanda ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve eğitim hakkının da nasıl formüle edileceğiyle yakından ilgilidir. Bu bağlamda, anayasadaki diğer maddelerin de genel özgürlük çerçevesiyle uyumlu biçimde içeriklendirilmesine dikkat edilmelidir. • Mevcut anayasadaki 14. madde (kötüye kullanma yasağı) ile 15. Madde (temel hak ve hürriyetlerin kullanımının durdurulması) türü hükümlere yer verilmemelidir. Vatandaşlık Kavramı Yrd. Doç. Dr. Levent Korkut, vatandaşlık kavramının tarihsel süreçte gelişimini ve bugün gelinen noktayı anlattı. Korkut şunları kaydetti: “İnsan hakları alanında son iki yüzyılda görülen gelişmeler sonucunda, temel hak ve özgürlüklerin sadece vatandaşlar için değil, devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olmayan fakat devletin egemenlik alanında yaşayan tüm bireylerin hak ve özgürlükleri olduğu ilkesi tüm anayasal demokrasilerde kabul edilmiştir. Bununla birlikte, siyasi katılım haklarının sadece vatandaşlara tanınan haklar kategorisi olarak düzenlenmesi uygulamasına devam edilmektedir. Siyasi katılım hakkı ve hukuk önünde eşitlik günümüzde de vatandaşlığın temel özellikleridir. Avrupa Birliği üyesi devletlerin düzenlemelerinde ise Birlik üyesi devletlerin vatandaşlarının diğer üye devletlerin ülkelerinin yerel yönetimlerinde seçme ve seçilme haklarına sahip olması ilkesi benimsenmiştir. Bu ilke ile birlikte siyasi hakların vatandaşlara münhasır haklar olma özelliği, yerel yönetimlerle sınırlı olmak üzere, Birlik üyesi devletlerin vatandaşları bakımından terkedilmiştir diyebiliriz. Modern devlet sistemlerinde siyasi haklar alanı dışında eşitlik ilkesi de yabancıları içine alacak şekilde bireysel haklar alanına ilişkin bir ilke halini almaktadır. Tüm bu gelişmeler vatandaşlarla, vatandaş olmayanlar arasındaki uçurumun giderek kapandığına ve çağımız ulus devletlerinin bireylerin hak ve özgürlüklerinden hareketle anayasal sistemlerini şekillendirdiklerine işaret etmektedir. Ancak, günümüz devletlerinde de vatandaşlık, devlet ile birey arasındaki siyasi ilişkinin oluşturulması bakımından önemini korumakta, vatandaşlar siyasi haklarını bu statü ile kullanmakta ve kendi ülkeleri dışında vatandaşı oldukları devletlerin korumasından yararlanmaktadır” dedi. Prof. Dr. İhsan Dağı şunları kaydetti; “Anayasanın yapım mühendisliği ve anayasanın içeriğine ilişkin çok derin bir literatür oluştu. Anayasa tanımı gereği yurttaşların temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bir metin. Anayasa aynı zamanda devletin otoritesini sınırlandırıp bu şekilde bireyi daha güvenli kılar. Biz anayasayı tartışırken aslında çok farklı şeyleri tartışıyoruz. Herkes kendi varlığını ve yokluğunu anayasa üzerinden tartışıyor. Bizde anayasa aynı zamanda “nasıl bir yurttaş istiyoruz”u tanımlıyor. Anayasalar devletin nasıl bir resmi yurttaş istediklerini de tanımlıyor. Bu nedenle anayasa yapımı bir siyasal çekişme alanı haline geliyor. Saydığımız nedenlerden ötürü Türkiye’de yeni bir anayasa yapmak zor.” Cemil Çiçek’in Konuşmasının Tam Metni D eğerli katılımcılar, değerli konuklar, saygı değer basın mensupları hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bugün önemli bir konuyu sizlerle tartışmaktan ve fikirlerinizi paylaşmaktan büyük bir mutluluk duyacağımı ifade etmek istiyorum. Evvela bir teşekkür borcumuz var; Stratejik Düşünce Enstitüsü, Türkiye’nin bu gibi meselelerine karşı kurulduğu günden bu yana her zaman duyarlı oldu. Ben de imkân oldukça, fırsat buldukça bu gibi toplantılara katıldım. Doğrusu anayasa çalışmaları gibi bir kısım çalışmalara öncülük etti ve bugünkü çalışmalar yapıldı. Bugün de önemli bir toplantıyı birlikte gerçekleştiriyoruz. Teşekkürüm SDE’nin bu öncü hizmetlerinden dolayıdır. İkincisi bugünkü toplantının içeriğine, değerli konuşmacılara, konu başlıklarına baktığımızda tam da ihtiyacımız olan konulardır. Anayasa yapım süreciyle ilgili çalışmalara başladığımız günden beri toplumun çeşitli kesimlerinde ister vatandaş, ister sivil toplum kuruluşu, ister meslek kuruluşu, ister meclis dışındaki partiler dahil olmak üzere bunların hepsinden görüş istedik, katkı istedik. Gelen görüşlere baktığımızda önemli bir kısmı genel söylemden ibaret. Ayrıntılı görüş bildirenler de var ama çok önemli bir kısmı genel söylem. İşte; özgürlükçü bir anayasa talep ediliyor. Demokratik bir anayasa isteniyor. Bugüne kadar söylediğimiz bu sorunun bir bölü bir milyon ölçeğindeki kaba başlıklarını yazılı metne döken görüşler. Bunların hepsi de bizim için önemli, hepsine teşekkür ediyoruz. Hiçbir şey yapmamaktansa, hiçbir şey yazmamaktansa, hiçbir görüş bildirmemektense zahmet edip, anayasa konusu olsun olmasın meclisimize görüş bildirmiş olmalarını önemli buluyoruz ve teşekkür ediyoruz. Ama geldiğimiz noktada biraz daha özele inmemize ihtiyaç var. Yani bu bir bölü bir milyon ölçeğindeki anayasa sorununu 1 bölü 10 bin’e, 1 bölü 5 bin’e hatta 1 bölü bin’lik ölçeğine indirmemizde fayda var. İşte bugünkü toplantının konusu zaten uzunca bir süreden beri anayasanın sorunlu alanlarını teşkil eden ve uzun süredir de düzeltilmesi noktasında arzunun, beklentinin, zaman zaman da çalışmanın olduğu önemli konuları içeriyor. Ümit ediyorum bugün buradan çıkan sonuçlar, komisyonumuza rapor olarak da kısa sürede bildirilirse, bundan sonraki çalışmalarımızda bunlardan istifade etme imkânımız olabilecektir. Uzaktan yakından gelen değerli hocalarımıza, bilim adamlarına ve sizlere de teşekkür ediyorum. Her ülkenin olduğu gibi bizim de birçok sorunumuz var. Bunlar zaten siyasi zeminde konuşulan ve tartışılan konular. Ama bütün bunlara ilaveten Türkiye’nin 30 yıldır gazete manşetlerinde olsa da olmasa da 30 yılı aşan bir süredir anayasa sorunu var. Bugün yaşadığımız her sorun anayasadan kaynaklanmıyor olabilir. Ama bizi uzun süre meşgul eden, Türkiye’de kutuplaşmalara, gerginliklere birçok siyasi, sosyal sıkıntılara sebep olan gelişmelerin önemli bir kısmı anayasadan kaynaklanıyor. Biz de bunları anlatarak bu toplantılara katılıyoruz. Bizim bu toplantılara katılışımız fikir beyan etmek için değil. Bulunduğumuz konum ve anayasa yapım süreci daha somut fikirleri ve görüşleri söylememize imkân vermiyor. Biz bu toplantılara katılıyoruz, sivil toplum kuruluşlarından, sizlerden, bilim çevrelerinden ve herkesten beklentilerimizi ortaya koyuyoruz. Bu beklentiler karşılandığı nispette, ikinci etapta yeni bir anayasa taslağı hazırlanırken bunlardan istifade edeceğiz. Onun için beklentilerimizi söylüyoruz. İki gün evvel SETA’nın bir toplantısı vardı ona katıldık, bugün buradayız, yarın 13 büyük konfederasyonun, meslek örgütünün düzenlediği Kon- ya’daki bir toplantıya katılacağız. Bu toplantıları mümkün olan süratle Türkiye’nin her tarafında yapmaya çalışıyoruz. Türkiye’nin tartıştığı şu son 15, 20 gün, bir aylık gazete manşetlerine, televizyonlardaki tartışmalar, siyasi partilerimizin grup toplantılarındaki atışmalarına bakarsanız özünde bu anayasadan kaynaklanan sorunlar var. Mesela neyi tartışıyoruz; cumhurbaşkanlığının süresi beş yıl mı, yedi yıl mı? Bu kadar zamandır bu işi netleştiremedik demek ki, 5 yıl mı yedi yıl mı daha bir süre de tartışılacak. Devletin birliğini, bütünlüğünü milleti temsil eden en yüce makamla ilgili tartışma toplumda çok değişik sıkıntıları meydana getirir. 7 yıl diye evvelsi gün TBMM’den geçti ama 5 yıldır deniliyor. Veto edilsin, edilmesin, eğer gidilecekse Anayasa Mahkemesi süreci, ondan sonraki durumlar ve açıklamalara bakarsanız bu önemli bir tartışma konusu olarak önümüzde duruyor. Anayasadan ya da anayasanın yorumundan kaynaklanan bir sorun. Bir yargılama yapılacak yetkili mahkeme Adliye Mahkemeleri midir yoksa Yüce Divan mıdır bunu da tartışıyoruz. Neden; 145 ya da 148. Maddenin yorumundan kaynaklanan, uygulamasından kaynaklanan ve yine anayasadan kaynaklanan bir sorun. Dokunulmazlıkları tartışıyoruz, anayasal sorun. Bir milletvekilinin evi aranır mı aranmaz mı, yine anayasal sorun. Tutuklu milletvekillerinin durumu anayasal sorun. Bu bir aylık tartışma konumuza baktığımızda ortada ciddi bir anayasa sorunu olduğu ortada. Böyle bir sorun varsa bunu kaynağında çözmek lazım. Kısmi değişikliklerle biz bu işi rayına oturtamadık. Hepimiz biliyoruz 17 defa 100’den fazla maddesi değişti ama bu binanın, 82 Anayasası ile kurulan sistemin orasını burasını tamir ederek, restore ederek bu binada yaşama hakkımız yok. Yepyeni bir binaya yepyeni bir inşaata ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 13 ihtiyaç var. Bunu yaparken de tabi ki 30 yılın tecrübesinden de iyi istifade etmek lazım. Bir iş yanlış yapılırsa, iyi yapılmazsa, doğru yapılmazsa, dengeleri doğru kurulmazsa bir ülkede ne tip sorunlar çıkarın laboratuar olarak Türkiye bilim tarihine bir armağanda bulunmuş oluyor. 82 Anayasasını iyi irdelersek toplum açısından ne gibi sorunlarla karşılaşabiliriz, Türkiye bu manada bir ülkedir. O nedenle bu anayasanın neden değişmesi gerektiği konusunda bizim bir şey söylememize gerek yok. Zaten bu anayasa ile ilgili o kadar çok olumsuz şeyler söylendi ki daha yapılış sırasında, yapıldıktan sonra, aradaki değişiklikler esnasında… Bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum; 30 yıl içerisinde 17 defa değişti ise o ülkede hukuk istikrarını temin etmek kolay olmaz. Hâlbuki biz siyaset adamları olarak en çok vurgu yaptığımız konu güven ve istikrardır. İstikrar deyince biz daha çok bir partinin mecliste çoğunluğu elde etmesi ve tek başına iktidar olmasını anlarız, ona vurgu yaparız. O biraz da işimize gelen izahtır. Bunun doğru yanı var ama bu anayasa döneminde tek başınıza mecliste çoğunluğunuz da olsa, çok kuvvetli bir çoğunluğunuz da olsa istikrarın temin edilmediğini gördük. Bu anayasa ile sayısal istikrar mümkün ama siyasal istikrar mümkün olmadı. İşte açılan Kapatma Davası, kuvvetli bir çoğunluk var. Ama Türkiye’yi bir sene arafta bıraktı. Bunun neler kaybettirdiğini işin içerisinden olanlar bilir. Hani derler ya soğanın acısını yiyen değil doğrayan bilir. Doğrayan tarafta olduğumuz için bir Kapatma Davası’nın nelere mal olduğunu biz biliyoruz. Bunun parasal olarak da hesabını kimse yapamaz ki hayat sadece paradan da ibaret değil. Onun için bu anayasayla hukuk istikrarı da mümkün olmuyor. Zaman zaman siyasi istikrar da mümkün olmuyor. Hatta ve hatta yaptığınız iş ve işlem bu anayasa 14 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 uygun olsa bile yine de sorun çıkarmaya devam ediyor. Çünkü anayasanın kendi dengeleri, balansı bozuk. Böyle olunca da düzenli bir yolculuk yapma şansınız yok. Doğru bir yaklaşımla, tespitle konuşula konuşula 12 Haziran seçimleri sonucu yeni bir anayasa yapılması konusunda toplumda genel bir mutabakat oluştu. Önde gelen siyasi partilerimiz, seçime giren partiler, şu an mecliste temsil edilen partiler, yeni anayasa konusunda topluma taahhütte bulundular. Dolayısıyla bugün siyaset kurumunun özellikle de Mecliste temsil edilen partilerin yeni bir anayasa yapma borcu, yükümlülüğü vardır. Kimse bu yükümlülükten kaçamaz. Herkes hesabını kitabını ona göre yapmalıdır. O halde bizim sivil toplumdan birinci beklentimiz bu yükümlülüklerini siyasi partilere hatırlatmalarıdır. Bu talebi canlı tutmaları, bunun gereğini yapmadıkları takdirde siyaset kurumlarının neleri kaybedecekleri açık ve net bir şekilde ortaya koymalarıdır. Doğru bir yaklaşımla yeni anayasa konusunda dört partinin ittifakı var. Bunu şu sebepten söylüyorum; ileride bir kısım tartışmalar, müzakereler yapılacaksa bunun şimdiden bilinmesinde, kayda geçmesinde fayda var. Mecliste grubu bulunan dört siyasi parti 5 konuda anlaştı. Birincisi yeni bir anayasa. İkincisi bu anayasayı bugün oluşmuş olan 24. Dönem parlamentosu yapacak. Biz bu yetkiye dayanarak bu çalışmaları başlatıyoruz. Dört siyasi parti ve şahsi olarak ben, bu meclise yeni bir anayasa yapmaya ehliyetinin, etkisinin, liyakatinin olduğunu kabul ediyoruz. Teorik tartışmaların bize bir faydası olduğu kanaatini şahsen taşımıyorum. Bunun dışında başka anayasa yapım yöntemlerini şu anda tartışmanın bu sürece katkı sağlayacağı kanaatinde değilim. Üçüncüsü bu anayasanın uzlaşma komisyonu aracılığıyla yapılması lazım. Meclisimizde 90’lı yıllardan itibaren oluşmuş bir gelenek olarak siyasi partilerin meclisteki temsil oranlarına bakılmaksızın eşit üyeden oluşan ve görüş birliği içerisinde sorunların çözülmeye çalışıldığı, karara bağlandığı bir yöntem var. Dolayısıyla bu hazırlık çalışmaları uzlaşma komisyonu yoluyla yapılacaktır. Ve bugün, iktidardaki partinin de bu komisyonda üç üyesi var en küçük muhalefet partisinin de üç üyesi var. Dolayısıyla 4 parti 12 üye ile tüzel kişiliklerini temsil ederek bu çalışmaları yapıyorlar. Üzerinde anlaştıkları başka bir konu bu komisyonun başkanlığını meclis başkanının yapmasıdır. Benim talip olduğum bir görev değil. Mecliste grubu bulunan dört siyasi parti bunun üzerinde anlaştı. Benim yerime başka bir kişide meclis başkanlığını yapıyor olsaydı bu işin başkanlığını o yapıyor olacaktı. Ben de 19 Ekim tarihinden itibaren hiç aksatmadan bu görevi sürdürmeye çalışıyorum. Dört partinin anlaştığı konu bu çalışmaların görüş birliği içinde sürdürülmesidir. Söz konusu partiler parmak hesabına dayalı bir komisyon çalışmasını arzu etmediklerini ifade ettiler. Dört partinin ilk anlaştığı konu budur. Bir takım siyasi kişilikleri, tüzel kişilikleri hesaba katarak deniliyor ki, falanca partiyle filanca anlaşır mı? Kendimizi onların yerine koyarak olumsuzluk üretmek yerine anlaşmaları gerektiğini, bu görevin kendilerinin yükümlülüğü olduğunu, yeni bir anayasa yapmak noktasında tarihi bir sorumluluk taşıdıklarını söylemek, hatırlatmak ve baskı yapmak öbür olumsuzlukları gündeme getirmekten daha faydalıdır diye düşünüyoruz. Aksini yöntem olarak söyleyenler meclis pratiğini bilmiyorlar demektir. 12 kişilik komisyonda muhalefet çoğunlukta ancak genel kurula geldiğimizde komisyonda azınlık olan genel kurulda çoğunlukta olmaktadır. Aşağıda kabul ettiğiniz yukarıda kabul görmeyecekse o zaman bu çalışmalar beyhude olur. Onun için her koşulda uzlaşmayı sağlamamız gerekiyor. Bizim sivil toplumdan ikinci beklentimiz toplumda bir uzlaşı havası yaratmasıdır. Bir anayasa yapılacaksa bu benim anayasam değil bizim anayasamız olacaksa sadece dört partinin değil, herkesin belli bir noktada buluşması gerekiyor. Her kuruluş “en doğrusu benimkidir diğerleri yanlıştır” inatlaşması içerisinde olursa, böylesine bir fikri sabitlik söz konusu olursa binlerce anayasa metni ortaya çıkarmamız gerekir. Benim değil bizim anayasamız, diyebilmek noktasında uzlaşmacı bir tavrı ve uzlaşılacak noktaları ortaya koymak ve toplumu bu yönde motive etmek lazımdır. Demokratik olgunluk bunu gerektirir. Eğer siz “dediğim dedik, bu olmazsa olmaz” diyorsanız 82 Anayasası’nın nesini tenkit ediyorsunuz? 82 Anayasası da bu mantıkla hazırlandı. Aynı felsefe ile aynı anlayışla bir anayasa yapılamaz. Elbette “benim söylediğim doğrudur ancak başkalarının da söylediğinin doğru olma ihtimali vardır” toleransı olmadığı zaman bizim binlerce anayasa metni çıkarmamız lazım. Ancak bunda ülke yararına bir sonuç çıkmaz. Onun için bizim anayasamızı yapacak bir ortalama yol bulacağız. Önyargılarla bu tartışmalara başlarsak bu tarihi fırsatı hep beraber heba etmiş oluruz. Bu sebeple siyasi partilerden evvel, böylesine bir uzlaşı havasının topluma egemen olması noktasında sivil toplum kuruluşları bu atmosferi yaratmalıdır. Aksi takdirde yarın istediği cümleyi anayasada görmeyenler, bu anayasayı yapanları vatan haini ilan edeceklerdir. Bizim hain olmaya niyetimiz yok. Biz ülkemizi seviyoruz. Bunlar da kolayca kullanılacak sıfatlar değildir. Bir anayasa tartışmasını bu türlü, yaralayıcı, kırıcı üsluplardan, kavramlardan, sloganlardan arındırmamız gerekiyor. Bu noktada sivil toplum bu konuya öncülük etmelidir diyorum. Bizim sivil toplumdan beklediğimiz bir başka husus da şudur; biz genelde çok uç noktalardan genellikle hareket ediyoruz. Evet, toplumda birçok sorun var. Bunların bir kısmı anayasadan kaynaklanıyor. Eğer “yeni anayasa = sıfır sorunlu bir Türkiye” dersek anayasaya haddinden fazla anlam yüklemiş oluruz. Beklentiyi makul bir seviyede tutmak gerekir. Onun için sivil toplumun, meslek kuruluşlarının daha iyi bir anayasa yapılabilmesi noktasında bir gayretin içerisinde birlikte olmalarını istemekteyiz. Ancak vatandaşımıza da şunu söylemek lazım ki; “Yeni bir anayasa Türkiye’nin bütün sorunlarını sıfırlayacak, dikensiz bir gül bahçesi meydana gelecek gibi bir beklenti gerçekçi olmaz” Elbette 20-30 yıl sonra ne olacak onu kestiremeyebiliriz ama anayasanın sorun çözmeyi kolaylaştıracak bir alan açması, buna imkân vermesi lazım. Anayasalar ayak bağı olmamalıdır. Anayasa üzerinde yapılan son 17 değişikliğe baktığımızda Türkiye’nin belli bir konuda acil ve önemli bir karar alması gerektiğinde karşısına hep bir anayasa problemi çıkmış ve bu değişiklikler de bu mahiyette yapılmıştır. Özellikle yargılamalar konusunda yapılmış bu. Sizlerde hatırlarsınız. O halde siyasetin sorun çözmesine imkân verecek temel hak ve özgürlükleri olabildiğince teminat altına alacak bir anayasa oluşturmak gerekir. Buna başka özelliklerde eklenebilir. Bizim şu günlerde sivil toplumdan beklediğimiz başka şeyler de var; şu ana kadar bize gelen görüşlerin önemli bir kısmı genel söylemlerden, genel değerlendirmelerden ibaret. Bunlar bize heyecan verir, bizi motive eder. Arkamızda halk desteğini görmüş olmak bizim açımızdan önemli ama devlet organlarının işleyişi konusunda görüşler yeteri kadar gelmiyor. İşin kritik noktalarından bir tanesi budur. Yasama, yürüme, yargı arasındaki denge ve yürütmenin kendi modeli ne olacak? Bu konulara da artık ısınmamız lazım. Bunlarla ilgili vatandaşlarımızın görüşlerini bildirmesi lazım. Başkanlık Sistemi mi, Yarı-baş- kanlık sistemi mi, Parlamenter Sistem mi? Her şey buna göre düzenlenecek. Yaşadığımız sıkıntıların büyük bir kısmı temel hak ve özgürlüklerin yeterince sağlama alınamamış olması ve bu noktada getirilen kısıtlamalar hiç şüphesiz konuşulmalı ama öbür tarafta da geldiğimiz noktayı iyi görmemiz gerekir. Devletin üç tane erki var ama bu erklerin birbirleri ile olan ilişkileri iyi değerlendirilmeli. Üstelik bu anayasanın 30 yıllık süresi içerisinde bu erklerin birbirlerinin yetkisini nasıl gasp ettiğini, görev alanına nasıl müdahale ettiğini son 3-4 senedir hep beraber yaşadık, yaşıyoruz. Bu arada en fazla zarar gören kurumların başında parlamento geliyor. Parlamento, bir taraftan yargının müdahalesi ile sıkıştı öbür taraftan yürütmenin müdahalesi ile sıkıştı. Her şeyin çözümü meclistir diyoruz ama faaliyet alanı en dar olan erklerin başında yasama gelmektedir. Her şeyi biz çözeceksek o zaman bu durumu baştan gözden geçirmekte fayda var. Uzun lafın kısası; biz görüş bildirmek yerine beklentilerimiz ifade etmeye çalıştık. Elbette söylediğim konularla ilgili olarak şahsi düşüncelerim, kabullerim, kanaatlerim var. Ama bu sürecin tarafsız yürütülmesi, komisyondaki görüş birliğini sağlamak ve bu çalışmaları verimli götürebilmek adına çok keskin görüşlerimin olduğu konuda bile hiçbir görüş bildirmemeye azami gayreti gösteriyorum. Bu kararıma bugün burada da uyacağım. Sözlerimi burada bitireceğim. Çok teşekkür ediyorum hepinize. İnanıyorum ki çok faydalı bir toplantı olacak ve sonuçları da bizim çalışmalarımıza büyük ölçüde katkı sağlayacaktır. Başarılar diliyorum. ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 15 Yeni Anayasada Vatandaşlık 20. yüzyıl boyunca demokrasinin küresel yükselişi, ulus-devletin anlam ve işlevleri, bireyin ve toplumun siyasal zemindeki konumu gibi sorunlar vatandaşlığın da yeniden tanımlanmasına neden olmuştur. Bu anlamda, yeni anayasada yer alacak vatandaşlık kavramının evrensel örneklerle uyumlu olması önem taşımaktadır. Bu süreçte ilk kritik eşik, Cumhuriyetin türdeş bir yapı meydana getirmeyi amaçlayan bakışının yerini çoğulcu bir anlayışa bırakmasıdır. 16 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Y eni anayasaya yönelik hazırlıklar son dönemde iyiden iyiye hız kazandı. Bu süreçte, evrensel demokratik standartlarda yeni bir anayasanın hazırlanması düşüncesi üzerinde tüm siyasal partilerin ve toplumsal kesimlerin ittifak ettiği görülüyor. Dolayısıyla artık asıl yapılması gereken, yeni anayasada yer alacak unsurları somut bir şekilde tartışmaktır. Vatandaşlık Kavramının Ortaya Çıkışı Günümüzden bakıldığında oldukça “yeni” gibi görünen vatandaşlık aslında, siyaset teorisinin tarihsel açıdan en uzun geçmişi olan kavramlarından birisidir. Siyaset teorisinde vatandaşlığın ilk kullanımı, Eski Yunan polislerinde, yaklaşık olarak M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren olmuştur. Sınıflı bir toplum yapısına sahip olan Eski Yunan’da, nüfusta Hamit Emrah BERİŞ* çoğunluğu oluşturmalarına rağmen siyasal hakları bulunmayan meteikos (yabancılar) ve kölelerin aksine devlet aygıtının yönetimi vatandaşların elindedir. Polislerde vatandaşlık, kan yoluyla kazanılan ve dolayısıyla doğumla gelen bir statüdür. Vatandaş olmanın ilk koşulu, devletin kuruluş sürecinde yer alan bir aileye mensup bulunmak, başka bir ifadeyle oikos sahibi olmaktır. Bunun dışında erkek olmak ve 18 (veya 20) yaşını doldurmak vatandaş olabilmenin diğer koşullarını teşkil eder. Kuşkusuz, her vatandaşın ekonomik durumu, toplumsal veya siyasal konumu bir diğeriyle aynı değildir. Yani köleli toplum yapısı, bunun karşısında tüm vatandaşların ekonomik açıdan iyi bir durumda olması gibi bir sonuç doğurmaz. Tıpkı geçmişten günümüze insan topluluklarının tamamında olduğu gibi Eski Yunan’da da yoksul ve zengin vatandaşlar vardır ve kâğıt üzerinde herkesin siyasal haklardan eşit şekilde yararlanma imkânı olmasına rağmen pratikte durum tam da böyle işlemez. Bunun yanında getirilen kısıtlamalar nedeniyle örneğin Atina’da genel nüfusun yalnızca yüzde 10’luk bir kısmının vatandaşlık haklarına sahip olduğunu belirtmek gerekir. Tekrar altını çizmek gerekirse, kabaca nüfusun yarısını oluşturduklarını söyleyebileceğimiz kadınların vatandaşlık hakları yoktur. Polislerin varlıklarına son veren Roma İmparatorluğu açısından da önemli bir kavramdır, vatandaşlık. Dönemine göre oldukça gelişmiş bir hukuk nosyonuna sahip Roma’da, devlet yönetimi, fiilen dar bir grubun elinde olmasına rağmen kentlerde ve köylerde yaşayan ve “köle” statüsünde olmayan insanlar vatandaş olarak tanımlanırlar. Hatta Roma’da İmparatorluğun büyümesi ve sınırlarının genişlemesiyle yöneticiler Eski Yunan’a göre çok daha fazla vatandaş desteğine yaslanmak zorunda kalırlar. Roma sonrasında, önce Hıristiyanlığın siyasal alanı adeta kapatması, ardından da mutlak krallıkların yükselişi vatandaşlığın tarih içinde uzunca bir süre için unutulmasına neden olmuştur. Bu şekilde, nispeten insanların siyasal özgürlüklerine gönderme yapan vatandaşlık kavramı, yerini yöneticilerin mutlak üstünlüğüne gönderme yapan bir “hükmetme” anlayışına bırakır. Aslında bu süreçte, bugün vatandaşlara özgü olarak kabul edilen birtakım haklar, devletin yönetme gücünün sürmesini sağlayan kişiler tarafından elde tutulmaya devam edilir. Burada, iki ölçütün kullanıldığı söylenebilir. İlk ölçüt, kamu giderlerinin karşılanması için siyasal iktidara vergi desteği; ikinci ölçüt ise ihtiyaç duyulduğu zaman asker sağlamaktır. Ancak siyasete katılma hakkının oldukça dar bir grup için geçerli olduğu; hatta mutlak monarşilerin güçlerini artırmalarıyla koşut olarak söz konusu etkinin son derece sınırlı kaldığı söylenebilir. Bunun dışında kalan halkı nitelemek için uyruk kavramı daha uygun düşer. Buradan da anlaşılabileceği gibi mutlakıyetçi krallıkların hükümran olduğu evrede hükümdara tam bir bağlılık sergileyen ve kral tarafından verilenler dışında haklarının bulunduğu kabul edilmeyen “bağımlı” bir insan grubu söz konusudur. Birbirleriyle ilişkilerinde bazı haklara sahip oldukları düşünülen halk kitlelerinin devlet karşısında da benzeri haklarının bulunduğu düşüncesi demokrasinin yeniden tarih sahnesine çıkmasıyla olacaktır. Demokrasi İçinde Vatandaşlık Vatandaşlığın ikinci yükselişi modern devletin ortaya çıkışı ile birlikte olur. Ancak bu kez kavram, devletin hükmettiği tüm coğrafya üzerinde yaşayan tüm insanları kapsayacak Ulus-devlet anlayışı, bu bağlamda, tüm vatandaşların aynı haklardan eşit şekilde yararlanmaları, ayrıcalıklara sahip olmamaları ya da ayrımcılığa maruz bırakılmamaları ilkesi üzerine kuruludur ve bu açıdan siyasal bir türdeşlik varsayar. şekilde bir anlam değişikliğine uğrar. Avrupa’da 17. yüzyıldan itibaren yaşanan siyasal devrimlerin bu yeni anlayışın ortaya çıkmasında doğrudan etkili olduğu açıktır. Bu süreçte, ilk kritik eşiğin 1688 İngiliz Devrimi olduğu söylenebilir. İngiltere’de 16. yüzyıl boyunca Tudor ve Stuart hanedanları arasında yaşanan güç mücadelesi, bu süreçte ülkenin Papalıktan kopuşu ve Anglikan kilisesinin kuruluşu nedeniyle halkın adeta ikiye ayrılması bir “iç savaş” doğurur. Hem iç savaşın meydana getirdiği gerilim hem de bu sürecin kralların mutlak ve tek başlarına yönetme iddialarını zaman içerisinde önemli ölçüde geriletir. Aynı süreçte 1688’de kabul edilen Bill of Rights, yönetilenlerin yöneticiler, daha genel bir ifadeyle devlet karşısında haklara sahip olduğunu ortaya koyar. Bu süreç, izleyen dönemde İngiliz sisteminin demokrasiye doğru evrilmesini beraberinde getirecektir. Zayıf krallar karşısında parlamento kurumunun giderek yükselmesi, siyasal arenada halkın kurucu özne olarak belirmesini sağlayacaktır. Ancak henüz vatandaşlık kavramı ile ifade edilen bir durumun tam olarak ortaya çıkmadığını da eklemeliyiz. İlk aşamada öne çıkan husus, tüm insanların siyasal ve ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 17 Yeni anayasanın Türkiye’de evrensel demokratik ve özgürlükçü değerlerin hayata geçirilmesi bakımından bir fırsat olduğu açıktır. Bu bağlamda, geçmişle kapsamlı bir muhasebeye girişilerek mevcut siyasal ve toplumsal sorunların çözülmesi önem taşımaktadır. hukuksal açılardan eşit oldukları ve devletle aralarındaki ilişkinin karşılıklılık esasında kurulacağıdır. Vatandaşlığın modern dönemde yeniden sistemin merkezine yerleşmesi açısından Amerikan ve Fransız Devrimlerinin meydana getirdiği etki sürecin diğer önemli halkalarıdır. 4 Temmuz 1776’da ilan edilen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, “[b] ütün insanların eşit yaratıldıklarına; yaratıcıları tarafından onlara hayat, özgürlük ve mutluluğu arama hakkı gibi geri alınamaz bazı haklar verildiğine inanıyoruz” ifadesini içerir. Locke ve Rousseau’nun düşüncelerinden etkilendiği çok açık şekilde kendini gösteren bildirge, devlet karşısında belirli haklara sahip bir insan grubunu, daha doğrusu adı konulmamış şekilde vatandaşlığı tasvir eder. Aynı Bildirge, toplumsal sözleşme kuramının vücut bulmuş halidir adeta. Bu açıdan, Amerikan Devriminin İngiltere’de ortaya çıkan temsil sisteminin demokrasiyle bütünleştirilmesi anlamına geldiği ifade edilebilir. Fransız Devrimi vatandaşlık kavramını yeniden devlet kuramının en merkezi yerlerinden birine yerleştirir. 5 Mayıs 1789’da toplanan Etats Généraux, öncelikle kendisini ulusal meclis olarak ilan edip ülkenin kaderini eline alır; 26 Ağustos 18 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 1789 tarihinde de İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisini kabul eder. Bildiri, Fransa toprakları içinde yaşayan tüm insanları “vatandaş” sıfatıyla tanımlar ve herkesi eşit olarak kabul eder. Ülke içinde özellikle aristokratların sahip oldukları tüm ayrıcalıklar ortadan kaldırılır. Aynı süreçte benimsenen ulusal egemenlik ilkesi aracılığıyla da hiçbir vatandaşın yasaların üstünde yer almayacağı ve herkesin iradesinden çıktığı kabul edilen yasaların istisnasız herkesi bağlayacağı kabul edilir. Madalyonun diğer tarafında ise Devrimin tek tip vatandaş meydana getirme ideali bulunur. Bu süreçte öncelikle vatandaşlar arasında tıpkı Atina’dakine benzer şekilde ekonomik temelli bir ayrıma gidilir. Devrimin öncülerinden Sieyés’e göre, devletin giderlerinin karşılanmasına katkıda bulunmayan insanların vergi vererek bu yönde çaba harcayan diğer insanlarla eşit haklara sahip olması doğru değildir. Bu nedenle, siyasal haklardan yalnızca 25 yaşını doldurmuş, devlete vergi ödeyen erkek vatandaşlar yararlanabilecektir. Dolayısıyla vatandaşlar arasında vergi ödeyip ödememe durumlarına göre aktif/pasif ayrımı yapılır. Ancak bu süreçte, bu ayrımdan çok daha önemli sonuçlar doğuran başka gelişmeler de yaşanır. Bu dönemde, izleyen yüzyıllar boyunca başka devletlere de ilham kaynağı olacak uygulamalara gidilir. Örneğin zorunlu ortak eğitim kurumları aracılığıyla tüm vatandaşların devletin resmi ideolojisini içselleştirilmelerini sağlayacak bir endoktrinasyon faaliyetinden geçmeleri sağlanır. Dolayısıyla küçük yaşlardan itibaren farklı sorunlar karşısında devletin çıkarları için ortak hareket etme yeteneğine sahip bir kitle meydana getirilmeye çalışılır. Aynı süreç, belirli bir yaşa gelen tüm erkeklere yükümlülük olarak verilen zorunlu askerlik hizmeti aracılığıyla bir üst aşamaya taşınır. Aslında herkesin askerlik yaptığı, pro- fesyonel ordunun bulunmadığı sistem Bağımsızlık Savaşından sonra ABD’de de uygulanır; ama militarist yönelim bu ülkede daha sınırlı kalır. Bu anlamda, askerlik hizmeti yalnızca devletin savunma ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgili değildir. Belki de bundan daha önemli olarak zorunlu eğitim sürecinden bir şekilde “kaçan” insanları yakalamak ya da unutulanları yeniden hatırlatmak gibi resmi ideolojinin korunması- na ilişkin unsurları da kapsar. Hatta 1889’da çıkan vatandaşlık yasası aracılığıyla Fransa’ya ait topraklarda (örneğin kolonilerde) doğan insanların askerlik yapabilmeleri için onlara Fransız vatandaşlığı verilir. Fransız Devrimiyle birlikte ulusdevlet modeli, dünyanın farklı coğrafyaların en güçlü modeli olarak belirir. “Vatandaşlar topluluğu” olarak görülen “ulus” bu model aracılığıyla doğrudan devletle özdeşleşmiş olur. Ulus-devlet anlayışı, bu bağlamda, tüm vatandaşların aynı haklardan eşit şekilde yararlanmaları, ayrıcalıklara sahip olmamaları ya da ayrımcılığa maruz bırakılmamaları ilkesi üzerine kuruludur ve bu açıdan siyasal bir türdeşlik varsayar. Söz konusu türdeşlik, aynı soydan gelen, aynı dili konuşan, aynı tarih ve kültür mirasını paylaşan ve hatta aynı dine mensup bir insan grubunu idealize eder. Buna karşılık, vatandaşların bu tür mutlak bir türdeş yapı içinde bulunmadıkları, hatta tam tersine pek çok ayrılık ve farklılığa sahip oldukları açıktır. Dolayısıyla ulus-devletlerin vatandaşlık anlayışlarıyla ilgili sorunların tam da bu noktada başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim 20. yüzyılda çıkan farklı vatandaşlık anlayışları da bu farklılıkların altının kalın bir şekilde çizilmesiyle yakından ilişkilidir. Ancak bu bölüme geçmeden son olarak dünyanın her yerinde geçerli vatandaşlık statüsünün hukuksal olarak kazanılmasının yollarına da kısaca değinelim. Vatandaşlığın belirlenmesinde kullanılan ilk ölçüt, doğum yerine göre bu hakkı veren jus soli’dir. Latince hak ve toprak sözcüklerinin birleşiminden türetilen bu terim, belirli bir ülkenin sınırları içinde doğan insanlara, ana babalarının uyruklarına bakılmaksızın vatandaşlık hakkının verilmesi anlamına gelir. Bu anlamda, vatandaşlık kişisel bir hak olarak değerlendirilir ve ebeveynlerin vatandaşı oldukları devletin hukukuyla bir ilişki kurulması aran- 1982 Anayasasının statükoyu koruma amacından hareket ettiği açıktır. 1982 Anayasasının vatandaşlık hakları da dahil olmak üzere pek çok hak ve özgürlük konusunda, bunların, topluma adeta devlet tarafından bahşedildiği gibi bir yaklaşım benimsediği söylenebilir. maz. Günümüzde ABD ve Kanada gibi ülkeler bu yöntemi benimserler. Diğer ölçüt ise kan bağına dayanan, yani ataların aynı hakka sahip olup olmadığını göz önünde bulunduran jus sanguinis’tir. Hâlihazırda dünyanın büyük kısmında uygulanan bu yöntemde ise doğan çocuklar, kendi ailelerinin de vatandaşı olduğu devletin uyruğuna başka bir işleme gerek olmaksızın girmiş kabul edilirler. Dünyanın pek çok ülkesinde ve Türkiye’de vatandaşlığı belirlemekte bu yöntem uygulanır. Türkiye’de Vatandaşlığın Doğuşu Türkiye’de vatandaşlığın tarihsel gelişimini Cumhuriyet dönemi ile başlatmak mümkündür. Osmanlı’da uyrukların sistemle ilişkileri “Osmanlı millet sistemi” adı verilen bir anlayış çerçevesinde şekillenir. Bu bağlamda, millet sistemi, sosyolojik anlamda bir tabakalaşma durumuna gönderme yapar. Birey düşüncesinin belirmediği bu anlayışta, insanların sahip oldukları siyasal, toplumsal ve hukuksal haklar, kendileriyle aynı millete mensup diğerleriyle aynıdır. Millet sisteminde ayrım ölçütü, etnik unsurlar değil; dindir. Buna göre Müslümanlar, İmparatorluğun temel, asli unsuru olarak kabul edilirler ve sistemin ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 19 1982 Anayasasının 66. maddesine “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” Buradan rahatlıkla anlaşılabileceği gibi, Anayasa aslında vatandaşlığı tanımlamamakta, vatandaşı etnik bir kategori içine sokmaktadır. merkezinde yer alırlar. Gayrımüslimler ise kendi dinsel inanışlarına göre ayrı ayrı gruplandırılırlar. Hıristiyanlar, kendi mezheplerine göre değerlendirilirler. Dolayısıyla Katolik, Protestan ve Ortodokslar ayrı milletlerin parçaları olarak kabul edilirler. Belirttiğimiz gibi burada kişinin sahip olduğu etnik kimliğin bir önemi yoktur; belirleyici unsur dindir. Örneğin bir kişi “Ermeni” olması nedeniyle değil, Protestan veya Katolik inancına mensup bulunması nedeniyle belirli bir grubun parçası olur. Diğer taraftan, modern vatandaşlık anlayışından farklı olarak uyrukların aynı hak ve ayrıcalıklara sahip olmadıklarını da belirtmek gerekir. “Millet-i hâkime” sıfatına mensup Müslümanlar diğer dinsel unsurların üzerinde konumlanırlar. Hiyerarşi piramidinin en altında ise Museviler vardır. Bu noktada, her bir milletin kendi fıkhî sorunları karşısında göreli özerklikleri bulunduğunu belirtmek gerekir. Buna karşılık, Cumhuriyet dönemi ile birlikte rejimin değerlerini içselleştirmiş, devlete yönelik haklarından çok yükümlülüklerine vurgu yapılan bir vatandaşlık anlayışı söz konusudur. Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre kabul edilen 1924 Anayasası, daha sonraki sü20 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 reçte uzunca bir dönem etkisini gösterecek vatandaşlık anlayışının temellerini atmıştır. Vatandaşı tanımlamak için kullanılacak sıfatın ne olması gerektiği bu süreçteki temel tartışma konusunu oluşturur. 1876 Kanuni Esasisi’nin bu konuda bulduğu çözüm olan “Osmanlı” ifadesi, 1921 Anayasası tarafından da benimsenmiştir. Belirttiğimiz gibi 1924 Anayasasındaki sınırlı yaklaşım dışında vatandaşlık kavramı, Türk hukuk literatürüne, daha geniş kapsamlı olarak 1928 yılında kabul edilen Vatandaşlık Kanunu ile girer. Kanuna göre, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.” Görüldüğü gibi burada vatandaşları tanımlamak için doğrudan bir etnik terimden yararlanılmıştır. Bu bağlamda, daha fazla nüfusu vatandaş tanımının içine çekebilmek, bu şekilde daha güçlü bir devlet görüntüsü verebilmek için kapsam geniş tutulmuştur. Ancak Cumhuriyet rejiminin vatandaşlık yaklaşımının toplumun çoğulculuğuna gönderme yapan değil, tam tersine tektip bir yapı meydana getirmeyi amaçlayan bir yaklaşım benimsendiği söylenebilir. Dolayısıyla asıl olarak, rejimin değerlerini içselleştirmiş, etnik, kültürel, dinsel ve dilsel unsurlar bakımından mümkün olduğunca türdeş bir vatandaş topluluğu oluşturulması başlıca amaçtır. Bu kapsamda, vatandaşlık, haklardan daha çok bireyin devlete ve topluma karşı yükümlülükleri ile tanımlanır ve sınırlı bir çerçeve içine yerleştirilir. Rejim, endoktrinasyon faaliyetleri aracılığıyla tamamen kendisine bağlı olacak bir vatandaş topluluğu meydana getirmek açısından yoğun bir çaba harcar. Tıpkı Fransız Devrimi sonrasındaki uygulamalarda olduğu gibi, tüm müfredatı devlet tarafından belirlenen zorunlu ortak eğitim ve zorunlu askerlik gibi hizmetlerden bu amaç doğrultusunda yararlanılır. Rejim, çalışmayı ve ülke kalkınması- na katkıda bulunmayı da yurttaşın görevleri arasında sayılır; bu bağlamda, çalışma ve ulusal işgücüne katılma kişinin sırasıyla ülkeye, topluma ve kendi ailesine karşı görevi olarak görülür. Bunun yanında Medeni Kanun aracılığıyla kadınlara “anne” sıfatıyla iyi ve sorumlu vatandaşlar yetiştirme yükümlüğü verilir. Dolayısıyla yalnız kamusal alanla sınırlı kalmayan ve adeta özel alanın tüm veçhelerine nüfuz eden bir vatandaşlık anlayışı söz konusudur. Yeni Anayasada Vatandaşlık Yeni anayasanın Türkiye’de evrensel demokratik ve özgürlükçü değerlerin hayata geçirilmesi bakımından bir fırsat olduğu açıktır. Bu bağlamda, geçmişle kapsamlı bir muhasebeye girişilerek mevcut siyasal ve toplumsal sorunların çözülmesi ve yenilerine kapı aralanmaması önem taşımaktadır. Anayasanın içermesi gereken vatandaşlık anlayışı da bu kapsamda değerlendirilebilir. Nitekim 1982 Anayasasının statükoyu koruma amacından hareket ettiği ve vatandaşlık konusunda rejimin geleneksel tavrının ötesine geçemediği açıktır. 1982 Anayasasının vatandaşlık hakları da dahil olmak üzere pek çok hak ve özgürlük konusunda, bunların, topluma adeta devlet tarafından bahşedildiği gibi bir yaklaşım benimsediği söylenebilir. Söz konusu anayasada temel hak ve özgürlükler hemen sonralarında çeşitli kısıtlamalar ile birlikte anılır. Ancak konumuz açısından asıl sorun teşkil eden nokta, Anayasanın getirdiği vatandaşlık tanımıdır. 1982 Anayasasının 66. maddesine “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” Buradan rahatlıkla anlaşılabileceği gibi, Anayasa aslında vatandaşlığı tanımlamamakta, vatandaşı etnik bir kategori içine sokmaktadır. Bu yaklaşımın toplumun tamamı tarafından benimsenmediği, geçmişten günümüze uzanan çizgi içinde yaşanan siyasal sorunların devletin insanları biçimlendirmek açısından kendisine çizdiği bu rolle ilgili olduğu açıktır. Dolayısıyla yeni anayasanın bu sorunlu bakış açısını değiştirmesi önem taşımaktadır. Her şeyden önce yeni anayasanın vatandaşlığı etnik temelli bir şekilde tanımlamaması ve toplum içindeki çoğulcu yapıyı yansıtacak düzenlemeler içermesi gerekmektedir. Vatandaşlık, bireylerin devletle olan ilişki çerçevelerini düzenleyen bir kavramdır. Farklı birey ya da toplulukların aynı siyasal kategori içinde tanımlanmaya çalışılması ise otoriter tavırların önünü açacaktır. Etnisite dışında dinsel, kültürel ve yerel unsurlara yönelik vurgu, gönderme ya da ima da yeni vatandaşlık tanımında yer almamalıdır. Zira bu tür yaklaşımlar, devletin farklı aidiyet unsurları arasında bir “tercih”te bulunduğunu gösterir ve anayasal tarafsızlık ilkesine aykırılık teşkil eder. Devletin farklı toplumsal kesimlere eşit mesafede durması ve tarafsızlığı ancak bu tür bakış açısıyla sağlanabilir. İkinci olarak vatandaşlık, toplum içindeki farklılıkları yansıtacak, çoğulcu bir bakış açısıyla anlamlandırılmalıdır. Bu bakımdan, devletin geçmişten bu yana izlediği türdeş bir kitle meydana getirmeyi amaçlayan vatandaşlık algısını ortadan kaldıracak bir yaklaşım benimsenmelidir. Dolayısıyla devlet, tanımlayan ya da belirleyen değil, farklı toplumsal kesimlerin ve bireylerin haklarını güvence altında tutan bir aygıt rolünü üstlenmelidir. Ayrıca halihazırdaki anayasada vatandaşların “Türk” sıfatıyla tanımlanmaları, diğer etnik kimliklerin hepsinin yok sayıldığını gösterir. Oysa demokratik bir devlet, sistem içindeki farklılıkları törpülemek değil, çoğulcu bir zemin içinde bireylerin farklılıklarını yaşamalarını sağlayacak önlemleri almakla yükümlüdür. Burada asıl sorun, Anayasaya vatandaşlığın ne şekilde yerleştirileceği noktasında ortaya çıkmaktadır. Stratejik Düşünce Enstitüsü tarafından bu amaçla hazırlanan raporun da gösterdiği gibi günümüzde vatandaşlık çok az ülkede etnik temelli bir yaklaşım içerisinde tanımlanmaktadır. Pek çok anayasada ise vatandaşlık konusunda herhangi bir tanımla- ma bulunmamaktadır. Aslında bu durum hukuk kültürü ve temel hak ve özgürlüklerin mantığı düşünüldüğünde oldukça anlaşılabilir bir bakış açısını yansıtır. Zira her tanım, doğal olarak birtakım sınırlamalar içerir ve tanımlayan gücün belirleyiciliğine vurgu yapar. Bu nedenle, vatandaşlığın anayasada yer almaması ve vatandaşların sahip oldukları haklar ve devlet ile olan ilişkilerinin genel çerçevesinin çizilmesi yeterli olacaktır. Böylece kamu otoritesinin birey ve toplum ile kurduğu ilişkilerde tüm etnik, dinsel ve kültürel gruplara karşı eşit mesafede kalması ve tarafsız olması sağlanabilecektir. Yeni anayasanın Kürt sorunu başta olmak üzere ülkenin karşı karşıya kaldığı pek çok sorunu çözme açısından bir başlangıç noktası anlamına geldiği söylenebilir. Ancak beklenen amaca ulaşılabilmesi için farklı toplumsal kesimlerin istek, talep ve beklentilerinin anayasa aracılığıyla sisteme yansıması zorunludur. Bu nedenle, yeni anayasayla, türdeş bir siyasal ve toplumsal yapı meydana getirme şeklinde özetleyebileceğimiz rejimin geleneksel tavrından vazgeçilmesi gerekmektedir. Bunun en belirgin örneği vatandaşlık tanımı bağlamında görülebilir. Çoğulcu, demokratik toplum değerlerine uygun ve özgürlükçü bir vatandaşlık anlayışı, farklı toplumsal kesimleri şiddete başvurmaya ihtiyaç duymadan, ortak idealler etrafında toplamak işlevini görebilir. Aksi takdirde yeni anayasanın meşruluk zemini zayıf olacak ve çıkarıldığı ilk günden itibaren anayasa yeni tartışmalar ve sorunlar başlatacaktır. SDE Uzmanı, Doç. Dr.* ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 21 Eskiyle Hesaplaşmak ve Yeni Anayasa Murat YILMAZ* Yeni Türkiye’nin inşa süreci inişli çıkışlı bir şekilde devam ediyor. Yeni Türkiye’nin yolunu açan gelişmelerin başında, Eski Türkiye’nin çöküşü geliyor. Eski Türkiye’nin yavaş yavaş ortadan kalkışı, Yeni Türkiye’yi kaçınılmaz hale getiriyor. Eski Türkiye kamuoyundaki tartışmalarla, suça karışmış aktörlerin yargılanmasıyla ve yeni dünyaya intibak edemeyen zihniyetiyle yıkılıyor. 22 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Y eni Türkiye’nin inşa süreci inişli çıkışlı bir şekilde devam ediyor. Yeni Türkiye’nin yolunu açan gelişmelerin başında, Eski Türkiye’nin çöküşü geliyor. Eski Türkiye’nin yavaş yavaş ortadan kalkışı, Yeni Türkiye’yi kaçınılmaz hale getiriyor. Eski Türkiye kamuoyundaki tartışmalarla, suça karışmış aktörlerinin yargılanmasıyla ve yeni dünyaya intibak edemeyen zihniyetiyle yıkılıyor. Yıkılan bu enkazın üstünde reformlarla yeni bir yol açılmaya çalışılıyor. Demokratikleşme istikametindeki birçok paketten sonra 12 Eylül 2010 anayasa değişiklik paketi de bu yolu açmak içindi. Bugün bu açılan yola rağmen Eski Türkiye’nin mevzuatı, kurumsal yapısı ve zihniyetinin hâlâ ciddi sorunlar yarattığı görülüyor. En son Hrant Dink’in cinayetini yargılayan mahkemenin verdiği bu karar problemin derinliğini gösteriyor. Problemin derinliği ise, reform- ların ötesinde kurucu bir dönemin ve Yeni Anayasa’nın gerekliliğine işaret ediyor. Yeni Anayasa’nın Arkasındaki Halk Desteği 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra Yeni Anayasa yapmak için TBMM’de temsil edilen dört siyasi partinin katılımıyla teşekkül eden Uzlaşma Komisyonu’nun varlığına rağmen Yeni Anayasa’nın yapılmayacağına ilişkin kötümser bir hava yaygınlaşıyor. Bu havaya rağmen sürecin işlemeye devam etmesinin üzerinde ayrıca durmak iktiza ediyor. Öyle siyasi partiler ve siyasi liderler, siyasi bir akla ve hesaba dayanmıyorsa Uzlaşma Komisyonu’ndaki varlıklarını neden devam ettiriyorlar? Bu soruya cevap vermek için Yeni Anayasa hakkındaki kamuyu yoklamalarını hatırlamak yerinde olacaktır. İsmail Küçükkaya bu soruyu iktidar partisi AK Parti üzerinden sorarak şöyle cevaplandırıyor: “Kamuoyunda, gerçekten yeni anayasa talebi var mı? Erdoğan ölçtürdü. Masasındaki raporlara göre yüzde 65 ila 69 arasında değişen oranlarda ‘evet’ rakamı çıkıyor. Üstelik partiler henüz kendi konumlarını belli etmemişler. Bu oranın 75 civarına çıkacağını hesap ediyorlar.” Bu oldukça yüksek bir oran ve diğer araştırmalar tarafından da teyit ediliyor. Bu oran, aynı zamanda siyasi tansiyondaki yükselmeye ve siyasi partiler arasındaki ciddi anlaşmazlık noktalarına rağmen Uzlaşma Komisyonu’nun Yeni Anayasa sürecine neden devam ettiğini izah ediyor. Bu durumu iktidar partisi şöyle tahlil ediyor. “Erdoğan’ın önündeki anket vs yoklamalar ‘masadan kalkan partinin siyaseten tasfiye edileceğini’ söylüyor. Anayasa uzlaşma çalışmalarında başarısızlık olursa faturayı halk kesecek. Ama burada ince bir nüans var. Halkın, ‘oyunbozanın kim olduğunu’ net biçimde görmesi, belirleyici olacak. İşte bunun için de siyaset stratejileri her zamankinden daha fazla önem kazanacak.” (İsmail Küçükkaya, “Yeni Anayasa Mümkün mü? İşte Başbakan’ın Stratejisi”, Akşam, 23 Ocak 2012). Muhtemelen diğer siyasi partiler de bu ihtimali gördükleri için masadan kalkan taraf olmak istemiyorlar. Bu siyasi durum, Yeni Anayasa’nın bütün olumsuzluklara rağmen yapılmasını mümkün hale getiriyor. Nitekim birçok sivil toplum kuruluşu, kamuoyundan gelen bu desteği arkalarında hissederek Yeni Anayasa yapım sürecine ciddi katkılar sunmaya devam ediyorlar. Eski Türkiye ile Hesaplaşma: Yargılamak Yeni Türkiye, Eski Türkiye ile hesaplaşmadan kurulamaz. Türkiye’de demokrasinin konsolidasyonu bakımından bu hesaplaşma şarttır. Çünkü daha önce bu hesaplaşmalar yapılmadığı için Türkiye’de demokrasiyi tehdit eden asker-sivil bürokrasinin vesayetinden kurtulmak mümkün olamamıştır. Türkiye’de asker-sivil bürokratik vesayet salt Türkiye’nin darbecilerle hesaplaşmasının kaçınılmazlığı kabul ediliyor. Ancak bu gelişmelere rağmen, darbeci cenahta hâlâ bir itiraf, pişmanlık ve özür dileme hali yok. Bu durum, hesaplaşmanın ve yargılamanın ciddi bir şekilde ilerlemesini ve tamamlanmasını zaruri kılmaktadır. mevzuattan kaynaklanmıyor. Bu mevzuatı aşan ve hatta dışına çıkan darbeleri, post-modern darbeleri, darbe tehditleri ve darbe teşebbüsleri de bu vesayeti pekiştirir. Bu vadide Ergenekon, Balyoz gibi davaların açılmasıyla Türkiye bu darbelerle hesaplaşmak bakımından mühim bir eşiği aşmıştı. Son olarak İnternet Andıcı davasında ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 23 Başbuğ’un tutuklanmasıyla darbelerle hesaplaşma bakımından, yeni bir eşik aşıldı. Son darbecileri yargılayabilmek, darbeci geleneği en güçlü olduğu yerde mahkûm etmek gibi stratejik bir üstünlüğü tesis ediyor. dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un yargılanması ve 12 Eylül darbecileri hakkında hazırlanan iddianamenin kabul edilmesi bu bahiste alınan mesafenin büyüklüğünü göstermeye yetmiştir. Bu süreç ilerledikçe şaşkınlık ve usul tartışmalarına rağmen, Türkiye’nin darbecilerle hesaplaşmasının kaçınılmazlığı kabul ediliyor. Ancak bu gelişmelere rağmen, darbeci cenahta hâlâ bir itiraf, pişmanlık ve özür dileme hali yok. Bu durum, hesaplaşmanın ve yargılamanın ciddi bir şekilde ilerlemesini ve tamamlanmasını zaruri kıldığı açıktır. 12 Eylülcüler ve İlker Başbuğ Yargılanıyor 12 Eylül darbecileri nihayet yargılanıyorken son 5-6 yılda yaşanan darbe teşebbüsleri sırasında Genelkurmay Başkanı olan emekli orgeneral İlker Başbuğ, İnternet Andıcı davasından tutuklandı. “AK Parti’yi ve Gülen Cemaatini bitirme Planı” ile birleştirilen İnternet Andıcı davası bu şekilde, dönemin Genelkurmay karargâhının yargılandığı çok ciddi bir davaya dönüştü. Ortaya çıkan bilgi, belge ve şahitlikler karşısında İlker Başbuğ’un şüpheli sıfatıyla ifadesinin alınmasında gecikilmesi, bir süredir kamuoyunda rahatsızlık yaratıyordu. Başbuğ iddialar karşı24 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 sında askeri mahkemenin kovuşturmaya yer olmadığı yönündeki kararından sonra, basının karşısına çıkarak çok sert ifadelerle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına şöyle seslenmişti: “Askeri savcılığın kovuşturmaya gerek olmadığı yönündeki kararını beğenebilirsiniz, beğenmeyebilirsiniz. Ancak bu karara karşı saygısız, küçümseyici tavırlar içine giremezsiniz. Biz ne istiyoruz! Biz, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan şunu istiyoruz. Bu kâğıt parçası kimler tarafından, ne amaçla hazırlandı bunu bulunuz.” Bu kâğıt parçasının Genelkurmay karargâhının bir belgesi olduğu bugün orgeneralden yüzbaşıya İlker Başbuğ’un emri altındaki personel tarafından kabul edildiği h a l d e, Başbuğ’un tutuklandıktan sonra hâlâ üst perdeden konuşması gerçekliği algılamadaki probleminin devam ettiğini gösteriyor. Başbuğ’un tutuklanmasıyla darbelerle hesaplaşma bakımından, yeni bir eşiğin aşıldığı meydana çıkıyor. Son darbecileri yargılayabilmek, darbeci geleneği en güçlü olduğu yerde mahkûm etmek gibi stratejik bir üstünlüğü tesis ediyor. Bundan sonra “şimdi sıra kimde?” soruları gündeme geliyor. 12 Eylül hakkındaki soruşturma tamamlandı ve iddianame mahkemeye sunuldu. 27 Nisan e-muhtırası ve 28 Şubat’ın da soruşturulması artık kuvvetle muhtemeldir. Yargılama: Türkiye’nin Reşit Olması Ergenekon, Balyoz, İnternet Andıcı ve en son 12 Eylül davaları neyi gösteriyor? Türkiye, darbeler rejiminden ve bürokratik vesayetten çıkıyor. Türkiye siyaseti ve hukuku eski rejimden koparak “gecikmiş bir aydınlanma” yaşıyor. Bu aydınlanma Yeni Türkiye’yi kuracak olan zemini olarak ortaya çıkıyor. Bu aydınlanmayı anlayabilmek için Immanuel Kant’ın aydınlama nedir sorusuna verdiği cevabı hatırlatmak yerinde olacaktır: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapere Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.” Türkiye toplumunun, siyasetinin ve hukukunun üzerinde tesis edilen vesayetten çıkışın yolu, ergin olmama halini reddetmek, aklını ve yargılama kudretini vesayet kurumlarına devretmeden kendisinin kullanmasına cesaret etmekten, yani reşit olmaktan geçiyor. Bugün Türkiye’de siyaset ve hukuk, aklını ve yargılama kudretini kendi kullanabilecek cesareti gösteriyor. Böylece reşit bir toplum, siyaset ve hukuk ortaya çıkıyor. Eğer bir ülke kendisine yapılan darbeyi yargılayabiliyorsa darbenin tesis ettiği düzen çökmüş ve yeni bir rejim kurulmuş demektir. Bugün, Türkiye’de olan tam da budur. Türkiye, bir darbe(ler) rejiminden çıkarak Yeni Türkiye’yi inşa etmektedir. Yeni Türkiye’nin son eşiklerinden biri 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumuyla aşıldı. Darbecilerin 1982 Anayasası ile ihdas ettikleri dokunulmazlık zırhı, bu referandumla kaldırıldı. Yine bu referandumla 1982 Anayasası’nın sıklet merkezi olan bürokratik vesayet onulmaz bir yara aldı. Türkiye, bu şekilde darbelerin olağanüstü veya anormal rejiminden çıkarak normalleşmeye başladı. Normalleşme, bir Türkiye’de toplumun, siyasetin ve hukukun üzerinde tesis edilmiş vesayetten çıkış yolu, ergin olmama halini reddetmekten, aklını ve yargılama kudretini vesayet kurumlarına devretmeden kendisinin kullanmasına cesaret etmekten, yani reşit olmaktan geçiyor. norma bağlanmak anlamına geliyor. Yeni rejimin, Yeni Türkiye’nin normu demokratik hukuk devleti olarak şekilleniyor. Yeni Türkiye bu istikamette şekillendikçe olmaması gerekenlere karşı, olması gerekenler oluyor. Normun dışına çıkanlar norma uygun bir şekilde yargılanıyor. Dolayısıyla Yeni Türkiye’nin sadece Yeni Anayasa ile değil, darbecilerle hukuk yoluyla hesaplaşarak kurulabileceği artık toplumun müşterek kanaati haline gelmiştir. 12 Eylül 2010 referandumunda özellikle yargıdaki bürokratik vesayet mekanizmalarının tasfiye edilmesi, darbecilerle hukuk marifetiyle hesaplaşmanın önünü açtı. HSYK’nın bürokratik vesayetin bir aracı olarak tanzim edildiği eski dönemde hesaplaşmaya, aklını ve yargılama kudretini kullanmaya, yani reşit olmaya kalkan savcılar Sacit Karasu ve Ferhat Sarıkaya örneklerinde görüldüğü üzere savcılıktan ve hukuk mesleğinde ihraç edilmekteydiler. Bugün bu yargılamaları sözüm ona hukuk adına ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 25 Demokrat ve sivil, hatta darbe karşıtı oldukları iddiasıyla mangalda kül bırakmayan kimi isimlerin ısrarla darbecilerin yargılanamayacaklarına dair argüman üretmelerindeki gariplik yargılanmayla daha da dikkat çekici hale gelecektir. eleştirenler, HSYK’nın o zamanki tasarruflarını alkışlıyorlardı. 12 Eylül 2010 referandumu sırasında darbecilere dokunulmazlık veren geçici maddenin kaldırılması karşısında, darbecilerin bu madde kaldırılsa dahi yargılanamayacağını iddia edenlerin tezleri bu şekilde çökmüş oluyor olacak. Demokrat ve sivil, hatta darbe karşıtı oldukları iddiasıyla mangalda kül bırakmayan kimi isimlerin ısrarla darbecilerin yargılanamayacaklarına dair argüman üretmelerindeki gariplik yargılanmayla daha da dikkat çekici hale gelecektir. Bugün 12 Eylül darbesine giden yolun darbeyi olgunlaştırmak için tertiplendiği hakkındaki iddianın da ele alındığı soruşturmada, 1 Mayıs 1977 katliamı başta olmak üzere 16 Mart katliamı, Maraş ve Çorum olayları gibi bir çok suç dosyasının yeniden açılması karşısında bu konularda yıllarca konuşan, yazan ve eylem yapan çevrelerin suskunlukları ibret vericidir. Şili’deki, Arjantin’deki, İspanya’daki ve Yunanistan’daki darbecilerin yargılanmasını emsal gösterenlerin şimdi Türkiye’deki darbeciler yargılanırken, fail-i meçhul cinayetler, katliamlar soruşturulurken büründükleri suskunluk kayda değerdir. Eski rejimin içinde muhalif bir 26 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 kanatta yer alan bazı kesimlerin, kendilerinin dışında gelişen yeni ve demokratik rejimin yerine adeta eski rejimi tercih etmeleri, onları da eski rejimle beraber tarihe havale etmektedir. 12 Eylül darbecileri hakkında hazırlanan iddianamenin Kenan Evren’in avukatı Ömer Nihat Özgün, Evren ve Şahinkaya’nın ağırlaştırılmış müebbet hapsinin talep edilmesine ilişkin kısmının 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nce reddedileceğini ileri sürdü. Savcı Kemal Çetin’in iddianamesi için ise Evren’in avukatı Özgün şu iddiada bulunuyor: “Madem savcılık dava açılmasına karar verdi, buna saygılıyız. Ancak hukuka göre bu davanın yeri özel yetkili mahkeme değildir. İddianamede isnat edilen suç görevlerinden dolayı işledikleri iddia edilen suçlara ilişkindir. Müvekkillerimde görevlerinden dolayı suçlanıyorlar. Dolayısıyla kanuna göre, mahkemenin dosyayı Yargıtay’a görevsizlikle göndermesi ve buradan da davanın Yüce Divan’da görülmesi amacıyla Anayasa Mahkemesi’ne gitmesi gerekiyor.” CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu başta olmak üzere bir takım isimlerin özel yetkili mahkemeleri eleştirdikleri hatırlanırsa, Evren ve Başbuğ gibi isimlerin görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Anayasa Mahkemesi’nde yargılanmaları talebi üzerinde durulabilir. Darbe suçunu görevle ilişkilendirmek, ordunun ve askeri personelin görevleriyle ilişkili bir muğlâklığı gündeme taşımaktır. Vesayet anlayışına prim veren bu iddia kabul edilemez bir anlayıştır. Hâlâ bu iddiayı dile getirenler, demokratik hukuk devletine ve Yeni Türkiye’ye intibakta zorluk çekenlerdir. Sonuç 12 Eylül 2010 referandumuyla hukuk kurumu üzerindeki bürokratik vesayet ve darbe rejimi kalktıktan sonra, darbecilerin hukuk karşısın- da hesap vermesinin önü açıldı. Bu yargılamalar, artık kamuoyunun önünde cereyan ediyor. Hukuk kurumunun içinden veya dışından herhangi bir kişi, makam, kurum ve odağın bu yargılamaları engellemesi söz konusu olamaz. Yargılama kendi mecrası içinde devam ederek neticelenecektir. Bu şekilde darbeler rejiminden çıkış ve darbelerle hesaplaşma bakımından yargı üzerine düşeni yapmış olacak. Şimdi bu hesaplaşmanın diğer ayaklarının hızlanması gerekiyor. Yürütme ve yasama, darbeler rejiminden çıkış ve darbecilerle hesaplaşma bakımından üzerine düşeni hızla yerine getirmeli. Anayasadan kanunlara, yönetmeliklerden tüzüklere kadar bütün mevzuat, kurumsal yapı gözden geçirilmeli, darbecilerin ve darbecilerin adları bütün kamusal yerlerden silinmeli ve darbeler ders kitaplarında darbe olarak demokratik bir bakış açısıyla anlatılmalı, darbecilere devlet töreni düzenlenmemeli vs. Yürütme ve yasama dışında kalan medya, üniversiteler, meslek kuruluşları ve sivil toplum kuruluşları da bu sürece katılırlarsa, darbecilerle hesaplaşma aynı zamanda bir toplumun kendisiyle yüzleşmesine dönüşebilir. Çünkü reşit olmak ve aklını kullanmaya cesaret etmek, kendi kendini eleştirebilmek anlamına da geliyor. Bu kadar darbe, toplumun bir kısmı, medya, meslek kuruluşları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları tarafından desteklendiği için yapıldı. Dolayısıyla “Ordu Göreve” pankartını taşıyanlar ve bu pankart istikametinde yazı yazan, bildiri yazanlar olup bitenlere ilişkin bir muhasebe yapmayacaklar mı? SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü, Dr.* Hrant Dink’ten Ermeni Meselesine Hrant Dink davası, Türkiye açısından son derece önemli bir fırsata karşılık geliyordu. Dava, Türkiye’deki demokratikleşme ve şeffaflaşma sürecinde karanlık ve derin ilişkilerin ortaya çıkmasında ve Ergenekon sürecine desteğin devam etmesinde bir eşik haline gelmişti. Ermeni asıllı bir Türkiye vatandaşı olarak siyasi suikasta uğrayan Hrant Dink için talep edilen adalet, aslında Türkiye’deki adaletten neler beklendiğinin sembolik yansımasıydı. F ransa’da Ermeni soykırımını inkâr edenlerin cezai yaptırıma uğramalarını öngören düzenleme Fransız Ulusal Meclisi’nden 22 Aralık 2011’de ve Fransız Senatosu’ndan 23 Ocak 2012’de geçti. Türkiye bu düzenlemenin kabul edilmesiyle birlikte alacağı sert tedbirlere ve uygulamaya koyacağı yaptırımları işaret ederek durduğu noktayı son derece yüksek bir tondan ifade etti. Böylelikle tarihi yargılama girişimlerine ve bunun siyasi alanda araçsallaştırılmasına yönelik tepkisini Fransa özelinde tüm dünyaya duyurdu. Ancak Türkiye’nin haklı tepkisinin önüne geçen unsurlar var ki Türkiye’nin hem içerideki hem dışarıdaki inandırıcılığına set çekiyor. Hrant Dink davası, Türkiye açısından son derece önemli bir fırsata karşılık geliyordu. Dava, Türkiye’deki demokratikleşme ve şeffaflaşma Zeynep SONGÜLEN İNANÇ* sürecinde karanlık ve derin ilişkilerin ortaya çıkmasında ve Ergenekon sürecine desteğin devam etmesinde bir eşik haline gelmişti. Ermeni asıllı bir Türkiye vatandaşı olarak siyasi suikasta uğrayan Hrant Dink için talep edilen adalet, aslında Türkiye’deki adaletten neler beklendiğinin sembolik yansımasına karşılık geliyordu. Hrant Dink davası, yalnızca hukuk sisteminin evrensel standartlara uygun biçimde dönüşümü açısından değil; aynı zamanda toplumsal birlikte yaşama kodlarının yeniden düşünülmesi açısından da işlevsel bir rol üstlenmişti. Buna göre Türkiye’yi oluşturan farklı etnik, dinsel, vs. grupların aynı çatı altında yaşamalarına dair gerçeklik daha fazla tartışılır hale geldiği gibi devletin baskıcı ve ezberci uygulamalarının aksine “vatanını seven” ötekilerin varlığı daha görünür oluyordu. Ancak bu fırsatlar 5 yıllık dava sürecinin soŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 27 Türkiye’de ve başka “İki Yakın Halk”, “İki Uzak Komşu” ülkelerde yaşayan Ermeni meselesine değinirken öncelikle Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerden başlamak gerekir. Dağlık Karabağ konusu, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın tanınması sorunu ve soykırımın kabul edilmesi tartışmaları olarak sıralanabilecek temel başlıklar, Türkiye–Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesini engelliyor. İkili ilişkilerde ilerleme kaydedilmesi amacıyla 2009 yılında İlişkilerin Geliştirilmesi Hakkındaki Protokol ve Diplomatik İlişkilerin Kurulmasına Dair Protokol Zürih’te imzalandı fakat hayata geçirilemedi. Böylelikle protokollerin imzalanmasıyla ortaya çıkan ve futbol diplomasisiyle sürdürülmeye çalışılan olumlu ortam ve iyi niyetli girişimler sonuçsuz kaldı ve ikili ilişkiler donmaya bırakıldı. Ermenilerle yeniden buluşulması önemli bir girişim olacaktır. Ayrıca müzik, yemek, tiyatro gibi alanlar sayesinde Ermenilerin yeniden görünür hale gelmeleri ve Ermeni kültürünün bu topraklarda canlandırılması önem taşımaktadır. nunda hayal kırıklığına dönüştü. Devlet ile halk arasındaki makasın zannedildiği ölçüde kapanmadığı ve toplumsal vicdanın kurumsal yapılanmada karşılığı olmadığı son derece üzücü ve yaralayıcı bir biçimde ortaya çıktı. Hrant Dink davası, genel itibarıyla “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmasın ve olmayacak” diyenlerin umuduna ve vicdanına karşılık geliyordu. Türkiye’nin yenilenmesi sürecindeki önemli bir kavşağa işaret eden bu dava ve Hrant Dink gerçeği, aynı zamanda Ermeni meselesi özelinde de tartışmayı hak ediyor. Zira Hrant Dink’in öldürülmesine göz yumulması ve Hrant Dink davasının talihsizce sona erdirilmesi, Ermeni meselesinde Türkiye’nin insani olanı savunamadığını ortaya koyuyor. Üstelik bir ucu içeride bir ucu dışarıda; bir ucu toplumsal gerçeklikte diğer ucu devletler arasında olmak üzere son derece karmaşık bir soruna karşılık gelen Ermeni meselesi üzerinden Türkiye’nin hem içerde hem de dışarıda sınandığı bir durum ortaya çıkıyor. 28 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Günümüzde Dağlık Karabağ sorununa endekslenmiş Türkiye–Ermenistan ilişkileri, kapsamlı Ermeni meselesinin önemli bir ayağını oluşturuyor. Bu sebeple devletler arasındaki donmuş ilişkilerin yeniden canlandırılması ve yakınlaşmanın sağlanması için protokollerin işler hale gelmesi ve sınırın açılması gibi girişimlere ihtiyaç duyuluyor. Ayrıca sivil toplum örgütlerinin katkısıyla siyasi ve sosyal bağların güçlendirilmesi bekleniliyor. Bu itibarla turizm, ticaret, kültür, eğitim, çevre gibi alanlarda ikili ilişkilerin altyapısını oluşturacak ortaklıklar kurulması önem taşıyor. Hrant Dink’in deyişiyle “iki yakın halk” arasındaki yakınlığın yeniden keşfedilmesi “iki uzak komşu” arasındaki ilişkilere katkı sağlayacaktır. Ermeni meselesinin Türkiye içerisindeki ayağına bakıldığında Ermeniler açısından zorlu bir tablo ortaya çıkıyor. Tekleştirilen Türkiye’nin ötekilerinden biri olan Ermenilerin, öncelikle bir nefret ve hakaret söyleminin öznesi oldukları görülmektedir. “Ermeni” kelimesine karşılık olarak kullanılan “kötü” ifadelerin mevcut toplumsal gerçeklik içinde birlikte yaşamayı zorlaştırdığını ifade etmek gerekir. Buna ek olarak Ermenilerin sayılarının azal(tıl)ması, inanç pratiklerine dair imkânların kısıtlanması, eğitim faaliyetlerinin durma noktasına gelmesi gibi çoğaltılabilecek bir dizi unsur, Türkiye’deki Ermenilerin yaşadıkları ve fakat seslerini duyuramadıkları sorunlardır. Türkiye’deki Ermeniler her ne kadar Türkiye’ye “en azından” vatandaşlık bağıyla bağlı olsalar da bu bağı hissettirecek bir çerçeveden söz etmek pek mümkün görünmüyor. Devlet yapılanmasında hukuki ve siyasi olarak yabancılaştırılan Ermenilerin toplumsal yaşamdan da uzaklaştırıldığı anlaşılıyor. Bu noktadan bakıldığında Türkiye’de ve başka ülkelerde yaşayan Ermenilerle Türkiye’nin ve Türkiye insanının yeniden buluşması önemli bir girişim olacaktır. Ayrıca müzik, yemek, tiyatro gibi alanlar sayesinde Ermenilerin yeniden görünür hale gelmeleri ve Ermeni kültürünün bu topraklarda canlandırılması önem taşıyacaktır. Böylelikle Ermenilerin eşit vatandaşlar olarak var olmalarının toplumsal güvence altına alın- Turizm, ticaret, kültür, eğitim, çevre gibi alanlarda ikili ilişkilerin altyapısını oluşturacak ortaklıklar kurulması önem taşıyor. Hrant Dink’in deyişiyle “iki yakın halk” arasındaki yakınlığın yeniden keşfedilmesi “iki uzak komşu” arasındaki ilişkilere katkı sağlayacaktır. ması söz konusu hale gelebilir. 1915 olayları ve bunların soykırım olarak adlandırılması konusu Ermeni meselesinin belki de en karmaşık ve çok yönlü boyutunu teşkil ediyor. Zira hem yatay hem dikey ilişkiler açısından “soykırım” konusu Türkiye içinde, uluslararası alanda, Ermenistan ile ilişkilerde ve halklar arasında ortaya çıkıyor. Soykırım konusunun Ermeni meselesinin kilidi haline gelmiş olması düşmanlık ve kindarlık zeminini güçlendiriyor. Oysa 1915’te yaşananlara nedensel olarak soykırım gözlüğünden bakmak yerine sonuç odaklı biçimde insani değerler üzerinden yaklaşmak daha anlamlı olacaktır. Bu itibarla, soykırım olarak adlandırma veya adlandırmama hallerinden bağımsız olarak 1915’te yaşananların Türkiye’de tartışılabilir ve incelenebilir hale gelmesine, acıların teslim edilmesine ve paylaşılmasına, ölenler için bir anıt dikilmesine, tarafsız ve bağımsız bir tarih komisyonu oluşturulmasına, ortak çalışmalar yapılmasına yönelik girişimler sosyal ve siyasi yakınlaşmanın hızlandırılmasında rol oynayabilir. Bir ucu içeride bir ucu Türkiye’nin hem daha yaşanılabilir hale gelmesi hem de uluslararası alanda etkinleşmesi için özgüvenle ve cesaretle bir yüzleşme sürecine girmesi gerekir. Aksi takdirde Hrant Dink cinayeti ve Hrant Dink davasının sonucu hem Türkiye’deki hem dünyadaki vicdanları sarsmaya ve Türkiye’yi mahkûm etmeye devam edecek. Bu çerçevede Türkiye’nin inandırıcılığının ve saygınlığının teyit edilmesi için Cezayir’lerde çözüm aramak yerine içeriye bakılması her zamanki ve her meseledeki gibi daha önemlidir. Çünkü Anadolu, kendi meselelerimize çözüm üzere son derece karmaşık dışarıda; bir ucu toplumsal gerçeklikte diğer ucu devletler arasında olmak bir soruna karşılık gelen Ermeni meselesi üzerinden Türkiye’nin hem içerde hem de dışarıda sınandığı bir durum ortaya çıkıyor. bulabilecek ve yeni alternatifler üretebilecek kadar zengin ve tarihsel tecrübesi olan bir coğrafyadır. SDE Uzmanı* ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 29 Nefret Suçlarına Karşı Yasal Düzenleme Arayışları Selvet ÇETİN* Hrant Dink cinayeti davasında mahkemenin örgütlü suç delili bulunmadığı gerekçesiyle sadece tetikçi Ogün Samast ve azmettirici Yasin Hayal’i mahkûm eden kararına hukuk çevreleri ve kamuoyu tarafından ağır eleştiriler yöneltildi. Karar sonrasında mahkeme savcısı ve hâkimi tarafından yapılan açıklamalar ise nasıl bir hukuk skandalı ile yüzleşmekte olduğumuzu gösteriyor. 30 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 H rant Dink cinayeti davasında mahkemenin örgütlü suç delili bulunmadığı gerekçesiyle sadece tetikçi Ogün Samast ve azmettirici Yasin Hayal’i mahkûm eden kararına hukuk çevreleri ve kamuoyu tarafından ağır eleştiriler yöneltildi. Karar sonrasında mahkeme savcısı ve hâkimi tarafından yapılan açıklamalar ise nasıl bir hukuk skandalı ile yüzleşmekte olduğumuzu gösteriyor. Netice olarak karar, mahkeme savcısı tarafından temyiz edilse de nefret saiki ile işlenen suçlara karşı cezai yaptırımların nasıl düzenleneceğine dair tartışmalar yeniden gündeme geldi. Bu yüzden günümüzde nefret suçu olarak adlandırılan eylemlerin hukuki çerçevesini şekillendiren metinlerden yola çıkarak Türkiye’de nefret suçlarıyla mücadele bakımından yasal bir düzenlemeye ihtiyaç duyulduğu ifade edilmektedir. Hukuk bilimi dünyasında nefret suçu aynı zamanda önyargı suçu olarak terimleşmiş ve 1990’lı yılların başlarında kullanılmaya başlanmıştır. The Guide to Legal Periodicals (Süreli Hukuk Yayınları Rehberi) 1991 yılında yeni oluşturduğu “önyargı suçu” konu başlığı altında dokuz bilimsel makale sıralamışken, nefret suçlarıyla ilgili bilimsel makale sayısı, 1993–1995 yılları arasında 86’ya ulaşmıştır.1“Nefret suçu” oldukça yeni bir kavram olup, 1980’li yılların ortalarına kadar literatürde yer almadığı gibi, hukuki düzenlemelere de konu olmamıştır. 1985 yılında ABD’de Hate Crimes Statistics Act (Nefret Suçları İstatistikleri Kanunu) tasarısına destek veren Temsilciler Meclisi üyeleri John Conyers (Demokrat–Michigan), Barbara Kennelly (Demokrat–Connecticut) ve Mario Biaggi (Demokrat–New York)’nin nefret suçu terimini popüler hale getirdikleri ileri sürülmektedir.2 AGİT, nefret suçlarını önlemek için hazırladığı kılavuzda “nefret suçlarını” aynı zamanda “önyargı suçları” olarak da tanımlamaktadır. Nitekim nefret suçlarını diğer sıradan suçlardan ayıran en önemli unsur, önyargılardır. Çünkü suçu işleyen, koruma altındaki özelliği kasıtlı olarak hedef seçmiştir. Hedef seçilen koruma altındaki özellik ırk, dil, etnisite, ulus ya da benzer nitelikteki diğer genel faktörler gibi bir grup tarafından paylaşılan bir özelliktir.3 Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu (ECRI) da ırkçı söylem olarak nitelendirilebilecek, özellikle de ırk, din, dil, renk, uyruk ya da ulusal veya etnik kökene dayalı ayrımcılık, nefret ve şiddete kasıtlı ve alenen tahrikin yasalarca suç sayılması gerektiği yönünde tavsiyelerde bulunmuştur.4 Uluslararası hukuk çevrelerinin üzerinde ittifak ettikleri ortak bir tanım bulunmasa da ağırlıklı görüşe göre nefret suçu; “Din, mezhep, dil, ırk, cinsiyet ve kişilerin doğuştan veya sonradan kazandıkları ve aidiyetlerini gösteren diğer kimliklerinden dolayı, gerçek veya tüzel kişiliğin ya da topluluk üyelerinin maddi ve manevi varlığına ya da mülklerine karşı, genellikle şiddet içeren suç” olarak tarif edilmektedir. Nefret söylemi ise; “Belirli bir kişi ya da gruba karşı nefret, nifak, ihtilaf ve hoşgörüsüzlüğe veya şiddete tahrik, teşvik veya kışkırtma olup, yazılı veya sözlü olarak veya bir davranışla, kamuya açık olan veya olmayan herhangi bir alanda gerçekleşebilir.” AİHM nefret söylemi ile ifade özgürlüğü arasında yakın bir ilişki kurarak açıklamayı yapan kişinin asıl amacının ne olduğuna bakmaktadır. Bunu tespit etmek zor olabileceğinden mahkeme, açıklamanın bağlamına büyük önem atfetmektedir. Bir başka ifadeyle, mahkeme şunu tartışmaktadır: Açıklamayı yapan kişi, nefret söylemi kullanarak ırkçı ve hoşgörüsüz fikirleri kasıtlı olarak yaymaya mı yoksa kamu yararına bir konu hakkında halkı bilgilendirmeye mi çalışmaktadır? Öte yandan, mahkeme, nefret söylemini yayma konusunda politikacılarla ilgili olarak daha katıdır ve hoşgörüsüzlüğü alevlendirecek bir dil kullanmamaları konusunda sorumlulukları olduğunu vurgulamaktadır.5 Avrupa’da İslamofobik Nefret Suçları Özellikle 11 Eylül saldırılarından bu yana Avrupa genelinde Müslümanlara yönelik nefret suçlarında kaygı verici artış olmuştur. Genel olarak din özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, ayrımcılığın yaygınlaşması, ana akım medyadaki İslam karşıtı retorik ve siyasetçilerin söylemi, Müslümanlara yönelik saldırılara önemli bir meşruiyet alanı açmış, saldırganların da cezasızlık zırhına kavuşmasını sağlamıştır. Buna karşılık, sadece birkaç ülke bu saldırıları resmen izleyip raporlaştırmaktadır. Bu ülkeler arasında yer alan Avusturya, “İslamofobik” suçları, aşırı sağcı akımlar çerçevesinde izlemeye başlamış, 2007’de 2, 2008’de 12 suç bildirmiştir. Kanada resmi AİHM nefret söylemi ile ifade özgürlüğü arasında yakın bir ilişki kurarak açıklamayı yapan kişinin asıl amacının ne olduğuna bakmaktadır. Bunu tespit etmek zor olabileceğinden mahkeme, açıklamanın bağlamına büyük önem atfetmektedir. verilerine göre ise, 2006’da 46, 2007’de 29 Müslüman karşıtı suç işlenmiştir. Fransa, Müslümanlara yönelik şiddeti, ırkçı ve yabancı karşıtı suçların içinde bir alt başlık olarak izlemektedir. Fransa’da 2007’de 321, 2008’de ise 467 ırkçı ve yabancı düşmanı nefret suçu işlenmiş olup, bunların yüzde 37’sinin Müslümanlara yönelik olduğu değerlendirilmektedir. İsveç’te İslam karşıtı suçların sayısı 2007’de 206 iken, 2008’de 272’ye çıkmıştır. İngiltere’de Nisan 2007 ile Mart 2008 arasında 106 vaka, 89 suç kaydedilmiştir. Müslüman karşıtı suçları uzunca bir zamandan beri sistematik olarak izleyen ABD’de ise FBI raporları, 2007’de 115, 2008’de de 105 suça yer vermektedir.6 Avrupa Birliği Temel Haklar Ajansı’nın Azınlıklar ve Ayrımcılık Araştırması’na göre ise, son 12 ayda Avrupa’da yaşayan her üç Müslüman’dan biri ayrımcılığa uğramıştır. 27 AB üyesinde toplam 23,500 göçmen ve etnik azınlık mensubu kişiyle görüşülerek yaŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 31 çekmek, sorunu abartmak dırı ve tehditleri, yüzde 92’si de ağır tacizi polise bildirmemiştir. AB Temel Haklar Ajansı’nın araştırmasına göre, Türkler kendilerine saldıranları genellikle polise şikâyet etmedikleri gibi polislerden de çok fazla şikâyetçi olmamışlardır. Azınlıkları kapsayan AB anketinde, göçmen ya da etnik azınlık oldukları için polisten dayak yediklerini beyan edenlerin oranı Kuzey Afrikalılarda yüzde 58 ve siyahlarda yüzde 35 olurken, Türkler arasında yüzde 25’te kalmıştır.7 ya da olduğundan farklı Bir Nefret Suçu: Dink Cinayeti Türkiye’nin etnik temelde gelişen ve maalesef ciddi bir sosyolojik karşılığı da olan ayrımcılık sorununun karşılıklı olarak nefret suçlarına dönüştüğüne dikkat göstermek anlamına gelmemektedir. pılan araştırmanın Müslümanlarla ilgili bölümünde Almanya, Avusturya, Belçika, Hollanda ve Bulgaristan’daki Türklerle birlikte farklı ülkelerdeki Kuzey Afrikalılar, Siyah Afrikalılar ve eski Yugoslavya Müslümanları (Boşnaklar ve Arnavutlar) dikkate alınmıştır. Araştırmaya göre, Müslümanlarda ayrımcılığa en fazla gençler ve kadınlar maruz kalırken, yaş ilerledikçe ayrımcılığa hedef olma ihtimali azalmaktadır. Bulundukları ülkelerde göçmenlerin ve etnik azınlıkların ayrımcılığa uğradığını düşünen Türklerin oranı ise, Belçika’da yüzde 69, Hollanda’da yüzde 61, Danimarka’da yüzde 58, Almanya’da yüzde 52, Avusturya’da yüzde 32 ve Bulgaristan’da yüzde 15 düzeyinde çıkmıştır. AB’de son 12 ayda en az bir kez ayrımcılığa uğrayan Müslüman azınlıkların oranı, Siyah Afrikalılarda yüzde 41, Kuzey Afrikalılarda yüzde 36, Türklerde yüzde 23 ve eski Yugoslavlarda yüzde 12 olduğunu gösteren Araştırma’ya göre Türkler, kendilerini hedef alan ırkçı saldırıları polise en az rapor eden göçmen ya da etnik azınlık olarak belirlenmiştir. Türklerin yüzde 78’i uğradıkları sal32 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in 19 Ocak 2007 tarihinde gazetesinin önünde uğradığı suikast sonucu yaşamını yitirmesi, ülkede dini ve etnik gruplara karşı giderek tırmanan ırkçılık ve nefret suçlarında bir dönüm nok- tası olmuştur. Hrant Dink sadece gazeteci olduğu için değil, Ermeni asıllı bir gazeteci olduğu için öldürülmüştür ve zaman içinde cinayet sanıklarının devlet içindeki yasadışı güçler tarafından yönlendirildikleri ve himaye edildiklerine dair güçlü ipuçları ortaya çıkmıştır. Temmuz 2008’de TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu tarafından yayınlanan inceleme raporu, güvenlik güçlerinin cinayeti engellemek konusunda açık ihmalleri bulunduğunu dile getirmektedir.8 Öte yandan Başbakanlık Teftiş Kurulu tarafından hazırlanan rapor ise Trabzon polisinin olaydan bir yıl önce saldırı tehdidi konusunda bilgi sahibi olmasına rağmen, ne emniyetin ne de jandarmanın bu tehlikeyi gündemlerine almadıklarını ortaya koymuştur.9 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de 2010 yılında açıkladığı kararında Türkiye’yi, Dink’in ya- şam hakkını koruyamadığı ve öldürülmesiyle ilgili etkili bir soruşturma yürütmediği gerekçesiyle mahkûm etmiştir. Son olarak Cumhurbaşkanı Gül tarafından olayı incelemekle görevlendirilen Devlet Denetleme Kurulu’nun cinayet ile ilgili ayrıntılı bir incelemeyi sürdürdüğü bilinmektedir. Bu süreçte elde edilen ve olayın arka planındaki örgütsel bağlantıları açıklamaya yarayan delillerin mahkeme tarafından görülememesi şaşkınlık uyandırmıştır. Türkiye’de özellikle son yıllarda yeniden tırmandırılan ırkçı söylemler, etnik ve dini gruplara yönelik hoşgörüsüzlük ve ayrımcılığın artmasına, hatta yer yer nefret suçlarının işlenmesine yol açmıştır. Bu bağlamda, 2006’da Trabzon’da Rahip Andrea Santoro’nun, 2007’de Hrant Dink’in, yine 2007’de Malatya’da Zirve Yayınevi çalışanı üç Protestan’ın öldürülmesi, hemen akla gelen ilk örnekler olarak sayılabilir. Bu olaylara karışan tüm sanık ve şüphelilerin ifadelerinde, dini ve etnik azınlıklara karşı nefret dolu cümleler bulunmaktadır. Bu olaylarla ilgili olarak hâlâ devam etmekte olan yargı süreçleri ilerledikçe, bu tür saldırılara yönelik örtülü bir koruma ve cezasızlık politikasının sürdürüldüğüne ilişkin kuşkular da toplumda yaygınlaşmaktadır. 2010 yılının yaz aylarında Bursa İnegöl ve Hatay Dörtyol’da yaşanan olayları, nefret suçlarındaki artışın bir göstergesi olarak görmek mümkündür. Kamuoyuna Kürt-Türk kavgası olarak yansıyan söz konusu olaylar, Kürt sorununun siyasaldan toplumsala doğru evrildiği bu süreçte, konunun Kürtlerle devlet arasındaki bir sorun olmaktan çıktığını ve giderek Türk kimliği üzerinden siyasal ve toplumsal yaşama dâhil olan kesimlerle de yaşanan bir soruna dönüşmeye başladığını göstermektedir. Türkiye’nin etnik temelde gelişen ve maalesef ciddi bir sosyolojik karşılığı da olan bu sorununun karşılıklı olarak nefret suçlarına dönüştüğüne dikkat çekmek, sorunu abartmak ya da olduğundan farklı göstermek anlamına gelmemektedir.10 Değişik alanlarda yaşanan nefret suçları göz önüne alındığında, Türkiye’de uzunca zaman uygulanmış olan ayrımcı polarizasyon politikalarının, artık nefret suçları halinde meyvelerini vermeye başladığı görülmektedir. Kaldı ki, nefret suçlarına kaynaklık eden ayrımcılık ve hoşgörüsüzlüğün yaygınlaşması, sadece suç oranlarının artmasına neden olmamakta, aynı zamanda, toplumsal barışın ve huzurun bozulmasına da yol açmaktadır. Bu yüzden nefret suçlarına karşı toplumsal duyarlılığı artırmak ve farklı etnik, dini, kültürel grupların örgütlendiği sivil toplum örgütleri ile bir dayanışma ağı kurmak son derece önemlidir. Çünkü ayrımcılık ve hoş- Anayasada ve TCK’da yer alan bütün maddeler, ayrımcılıkla etkin bir şekilde mücadele edilmesine olanak sağlamamakta ve ayrımcılığın hak edildiği şekilde cezalandırılmasına imkân tanımamaktadır. görüsüzlük, önyargılardan beslenmektedir; dolayısıyla farklı gruplar arasında empati ve tolerans kültürünü geliştirmek ve birlikte tartışarak önyargıları yenmeye çalışmak gerekmektedir. Nefret Suçlarıyla Mücadelede Yasal Durum Türkiye’de nefret suçlarıyla ilgili özel bir yasal düzenleme bulunmamakla birlikte, anayasa ve ceza yasası kapsamında ayrımcılığı yasaklayan çeşitli maddeler bulunmaktadır. 1982 Anayasası’nın 10. maddesinin yanı sıra, Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 3. maddesi (2. fıkra), 216. maddesi, 153. maddesi ve 115. maddesini bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. 1982 Anayasası’nın ayrımcılığı düzenleyen 10. maddesi şu şekildedir: “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 33 Ayrımcılık ve nefret suçlarıyla ilgili gerekli yasal düzenlemeler bir an önce yapılmalı, ceza kanununda nefret söylemi ve nefret suçu açık olarak tanımlanmalı ve bu suçlarla ilgili etkili yaptırımlar geliştirilmelidir. 34 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar”. Ancak anayasada ve TCK’da yer alan bütün bu maddeler, ayrımcılıkla etkin bir şekilde mücadele edilmesine olanak sağlamamakta ve ayrımcılığın hak edildiği şekilde cezalandırılmasına imkân tanımamaktadır. Türkiye kamuoyunda uzunca bir süredir dile getirilen ‘ayrımcılıkla mücadele yasası’ talebi de bu gerekçelere dayanmaktadır. Hükümet, 2009 yılında başlattığı ‘demokratik açılım süreci’ kapsamında söz konusu taleplere kulak kesilmiş ve bu doğrultuda adımlar atmaya başlamıştır. 12 Haziran 2011 Mil- letvekili Genel Seçimleri öncesinde İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanarak Başbakanlığa sunulan, ancak henüz yasalaşamayan “Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu Kanun Tasarısı Taslağı” bu doğrultuda atılan adımların en önemlisidir. Uluslararası sistemde ayrımcılık ve nefret suçu olarak bilinen birçok hususun artık Türkiye’de de suç unsuru oluşturmasını ve bunun sağlanması için de ‘Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu’ oluşturulmasını öngören söz konusu tasarının, yasalaşması halinde, ayrımcılığın önlenmesinde ve cezalandırılmasında etkin bir rol oynayacağı kuşkusuzdur.11 Sonuç Genel olarak nefret suçları, mağduru ve mensup olduğu grubun diğer üyelerini korkutmakta ve tüm grup üyelerinin, kendilerini tecrit edilmiş, savunmasız ve hukuk tarafından korunmasız olarak hissetmelerine yol açmaktadır. Söz konusu suçların doğurduğu bu öldürücü hissiyat ve psikolojik etki, ırksal, dinsel ve etnik gerilimleri daha da tırmandırmakta ve hatta bazen misillemelere neden olabilmektedir. Yani nefret suçlarının en önemli özelliklerinden birisi, bünyesinde her zaman kontrol edilemez bir misilleme potansiyelini barındırıyor olmalarıdır. Bu da toplumsal huzurun ve barışın sürekli tehdit altında olması demektir. Bu yüzden, karar alıcılar, kanaat önderleri ve kamuoyunu etkileme kapasitesi olan diğer aktörlerin, bütün insanların eşit haklara sahip olduklarına ilişkin bir toplumsal bilinç ve nefret suçlarından yana farkındalık yaratmak amacıyla ciddi bir işbirliğine gitmesi gerekmektedir. Çok farklı kimlikleri bünyesinde barındıran Türkiye’nin de var olan toplumsal çoğulculuğu tanıma ve koruma konusunda bir dizi düzenleme yapması ve önlem alması artık ertelenemez bir zorunluluk olarak 1. karşımızda durmaktadır. Bu çerçevede Türkiye, bir an önce ayrımcılıkla ve ayrımcılıktan beslenen nefret suçlarıyla ilgili çerçeve yasalarını çıkarmak, bu suçları işleyenlerle ilgili cezai yaptırımlar geliştirmek ama bunlara paralel olarak da mutlaka bir dizi toplumsal ve kültürel politikalar geliştirerek yepyeni bir siyasal dil, söylem ve iklim yaratmak mecburiyetindedir. Bu çerçevede yapılması gerekenleri şu şekilde sıralamak mümkündür; Ayrımcılık ve nefret suçlarıyla ilgili gerekli yasal düzenlemelerin bir an önce yapılmasıyla ceza kanununda nefret söylemi ve nefret suçu açık olarak tanımlanmalı ve bu suçlarla ilgili etkili yaptırımlar geliştirilmelidir. Sadece hukuki düzenlemelerle yetinilmemeli; toplumsal algıyı dönüştürecek önlemler alınmalıdır. Bu amaçla, örneğin eğitim müfredatlarının tamamı gözden geçirilmeli, etnik ve dini milliyetçiliğe dayalı ayrımcılığa kapı aralayan unsurlar ders kitaplarından çıkarılmalıdır. Medyada nefret söylemi olarak tanımlanan her türlü haber, yazı ve görsel içerik taşıyan film, dizi ve reklam gibi yayınlar sorumlu kuruluşlar tarafından düzenli olarak izlenmeli ve bu suçları işle- diği belirlenen yayınlar kesinlikle yaptırıma tabi tutulmalıdır. Kolluk ve yargı görevlilerine yönelik olarak, nefret suçlarının, bu suçların kurbanlar ve kurbanların mensup olduğu topluluklar üzerindeki etkilerinin ve nefret suçu dosyalarının nasıl soruşturulacağına dair ayrıntılı eğitimler verilmeli; gerekirse bu suçlarla ilgili özel birimler oluşturulmalıdır. Nefret suçları izlenmeli, raporlaştırılmalı ve bu suçlarla ilgili şikâyet mekanizmaları geliştirilmelidir. Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurumu bir an önce kurulmalıdır. Hükümet, cemaatler başta olmak üzere dezavantajlı kesimlerle yakın ilişki ve iletişim içerisine girerek onların korku ve kaygılarını azaltmalıdır. Anayasa başta olmak üzere, tüm hukuk mevzuatı türdeş bir toplum yaratma amacına yönelik düzenlemelerden ayıklanmalıdır. Nefret suçlarıyla ilgili resmi verilerin toplanması konusunda hükümet bir an önce harekete geçmeli ancak sivil toplum örgütleri de tematik ve gölge raporlar hazırlayarak nefret suçlarını sürekli takip altına almalıdırlar. Araştırmacı* Donald Altschiller, Hate Crimes, A Reference Handbook Second Edition. ABC-CLIO (Contemporary World Issues), California, 2005. 2. Jacobs ve Peter, age., s. 3–4. 3. Hate Crime Laws, A Practical Guide, OSCE/OIDHR 2009 4. Bkz. ECRI’nin 1 ve 6 No.lu Genel Tavsiye Kararları. 6 No.lu kararın Türkçe çevirisine www.ihop.org.tr/dosya/coe/ecri/ECRI_6tr.doc adresinden ulaşılabilir. 5. 6. http://www.nefretsoylemi.org/detay.asp?id=21&bolum=makale HRF, Violence against Muslims: 2010 Violence against Muslims Update, s.5. Raporun tamamına http://www.humanrightsfirst.org/discrimination/pdf/3-2010-muslim-factsheet-update.pdf adresinden ulaşılabilir. 7. European Union Agency for Fundamental Rights (FRA), European Union Minorities and Discrimination Survey: Data in Focus Report/Muslims, 2009. Araştırmanın tam metnine şu adresten ulaşılabilir: http://fra.europa.eu/fraWebsite/attachments/EU-MIDIS_MUSLIMS_EN.pdf 8. http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/belge/Hrant_Dink_Alt_Komisyon_Raporu.pdf 9. http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/465614.asp#storyContinues 10. Ahmet Kızılkaya, “Dikotomik Kaostan Demokratik Kozmosa”, Stratejik Düşünce Dergisi, Sayı: 10, 2010, s. 33. 11. İçişleri Bakanlığı Tarafından Hazırlanan Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kanunu Tasarı Taslağı ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 35 Uludere’den 28 Şubat’a Bir Yol 2011 yılının son günlerinde yaşanan Uludere faciası hem Kürt meselesinin hem de terörle mücadelenin yeni bir mecraya girmesine yol açtı. Bu mecranın henüz bizi nereye götüreceği açık değil, çünkü olayla ilgili bilgiler ilk anda bazı basın organlarına yansıdığı kadar açık değil aslında. Nitekim olayla ilgili detaylar ortaya çıktıkça, tablodaki bazı çizgilerin biraz daha netleştiği, bazılarının da biraz daha muğlâklaştığı görüldü. 36 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 2 011 yılının son günlerinde yaşanan Uludere faciası hem Kürt meselesinin hem de terörle mücadelenin yeni bir mecraya girmesine yol açtı. Bu mecranın henüz bizi nereye götüreceği açık değil, çünkü olayla ilgili bilgiler ilk anda bazı basın organlarına yansıdığı kadar açık değil aslında. Nitekim olayla ilgili detaylar ortaya çıktıkça, tablodaki bazı çizgilerin biraz daha netleştiği, bazılarının da biraz daha muğlâklaştığı görüldü. Olayın kısmen de olsa netleşmiş çizgileri devlet içindeki bazı odakların halen hükümete karşı ciddi bir direnişin içinde olduğunu, hükümeti yanıltmak, yanlışa sürüklemek ve tuzaklara çekmek hususunda aktivitesini sürdürdüğünü gösteriyor. 27 Mayıs’tan, belki tek parti dönemlerinden beri devlet adına iş gören zümrelerin rutin faaliyet kalemlerinden biri olarak rahatlıkla anlaşılabilecek bir olay bu. Bu hareketin yakın tarihimizdeki son Yasin AKTAY* büyük hamlesi olan 28 Şubat’ın da 15. yıldönümünü bugün artık kelimenin tam anlamıyla “idrak ediyoruz”. Uludere hadisesini 28 Şubat’a bağlamak zorlama gibi gelebilir ama devlet adına işleyen birimlerin yasalardan almadıkları yetkiyi kendilerine emanet edilen silahtan almaya kalkışmaları açısından bu eylem biçimleri arasında tam bir devamlılık sözkonusu. Bu devamlılık daha önceleri İttihat ve Terakki ile tezahür ettiği gibi sonraları, Gladyo, 27 Mayıs, 9-12 Mart, 12 Eylül, Susurluk, 28 Şubat ve Ergenekon olarak boy vermeye devam etti. Başka bir deyişle 28 Şubat hiçbir şekilde 28 Şubat’ta başlamış bir tarz-ı siyaset olmadı, bin yıl sürme hevesi çok açık olsa da bütün şımarıklığıyla ilelebet payidar kalabilecek değildi. Bugün 28 Şubat ruhu veya ait olduğu daha yaşlı gelenek büyük ölçüde geriletilmiş durumda, ama aynı tarz-ı siyasetin yetiştirdikleri, hala dünyanın ve Türkiye’nin gerçeklerinin değişmiş olduğunun farkında değil. Hala siyasi iradeye karşı direnmenin yollarına bakmakta, siyasetin alanını işlemez hale getirmek için fırsat kollamaktadırlar. Bu izlenimleri pekiştiren, olayla ilgili en dikkat çekici taraf, olay daha olur olmaz çok acele her şey hakkında net bir kamuoyu yargısının hazır bir biçimde sunulmuş olmasıdır. Benzerini bugünden geriye baktığımızda ancak sansasyonel faili meçhullerde gördüğümüz bir acelecilikti bu. Bahriye Üçok’tan Muammer Aksoy’a, Uğur Mumcu’dan Ahmet Taner Kışlalı’ya, en son da Danıştay cinayetinin ardından harekete geçen veya geçirilene yakın bir “kamuoyu yargısından” bahsediyoruz. Bu, hükmünü vermiş, hatta infaz aşamasına geçmiş bir yargı. Bu tür sansasyonel olayların ardından hiç kimsenin sağduyulu bir değerlendirme yapması mümkün olmaz. Toplumun en sağduyulu görünen insanlarını bile acele tavır koymaya davet ederler. Danıştay’dan Uludere’ye Cenaze Siyaseti Bu tavrın aslında cinayeti işleyenlerin istediği tavır olduğu o anda kimsenin aklına gelmez, aklına gelenin de diline gelmez. Bir sözü bitirme telaşı, söze hiçbir fırsat tanımama telaşı alır kuşatır herkesi. Böyle zamanlarda susup konuşmamak, hiçbir tavır takınmamak, olayların seyrini izlemek en iyisidir aslında. Çünkü o anda söylenen her şey olayın etkisiyle, akla hiçbir alan bırakmayan dar bir alanda söylenmek durumundadır. Danıştay cinayetinde biraz daha net bir biçimde anlaşıldığı gibi, cinayeti işleyenler ile herkesin sesini kendi kurdukları koroya katılmak üzere avazı çıktığı kadar bağırmaya çağıranlar aynı odaklar. Kendi işlettikleri cinayetin ardından düzenledikleri cenaze merasimine de en önde katılarak, katillere lanet okumak; bu, aşağı yukarı Türkiye’de işlenmiş bütün sansasyonel faili meçhul cinayetlerde tekrarlanan bir model. Uludere hadisesi belki bazı yanlarıyla farklılıklar göstere- bilir ama birçok bakımdan aynı modelin bütün parametrelerini de ele vermekte gecikmedi. Bu saldırının sadece bir Olayın bazı detaylarını hatırlamak gerekirse, Uludere’de kaçakçılıkla uğraşmakta olan ve savaşın bir tarafı olmayan köylüler rutin “kaçak” seferlerinden dönüşlerinde TSK uçakları tarafından saldırıya uğradı ve bu saldırı sonucunda 34 kişi hayatını kaybetti. Seferler “rutin” di, çünkü bölge halkının zorunlu bir geçim kaynağı olarak bu yolu tutturduğu herkesin malumu ve bölgedeki karakollar köylülerin bu seferlerinden haberdar. Sınırdan kimin saat kaçta ne tür yüklerle giriş çıkışlar yapıyor olduğuna kadar bütün detaylar biliniyor. söylemenin mümkün Bölgede kaçakçılığın yasadışı olsa da yerine başka bir şeyin ikame edilemediği bir geçim kaynağı olduğu gerçeği devlet tarafından da kabullenilmiş ve fiili durum meşrulaşmış. Bunca terör trafiğinin olduğu bir ortamda bu geçişlerin güvenlik teminatı da sağlanmış ve bu geçişler üzerinden PKK’dan gelebilecek tehditler de borsa deyimiyle tabiri caizse “satın alınmış”. Zaten geçişler naklen izleniyor. Buna karşılık, 28 Aralık günü bir tuhaflıklar zinciri oluyor. Her gün normal bir şekilde karşılanan geçişe yönelik Genelkurmay’da bir ilgi ve tavır hareketliliği oluşuyor. Kendi sıralarını kullanmakta olan köylülerin baştan itibaren heronlarla tespit edilip sınırı geçtikten döndükleri saate kadar bütün hareketleri kaydediliyor. Kimlikleri tespit edilmiş oluyor, ama Genelkurmay henüz tam anlaşılamayan bir nedenle bunları vurmaya karar veriyor. Anlaşılamayan nedenler büyük ihtimalle bu grubun bütün kaçak seferlerini yaptıkları dört saatlik süre içinde kaydedilen heron görüntüleri içinde bulunabilecektir. Başbakan Erdoğan kamuoyuna olayla ilgili ilk açıklamasında bu dört saatlik kayıtları işaret etti, ama bu görüntülerin olayın mahiyetiyle ilgili ilk anda yansıyandan farklı olarak ne olduğu hala açıklanmış değil. Görünen kadarıyla sürekli devletin kaza sonucu olduğunu olmayacağı kadar açık veriler var. Bir şekilde “kasıtlı” olduğunu söylemek ise, öncelikle bu kastın sahibini de tahsis etmeyi gerektiriyor. Bu kasıt kime ait? Her düzeyde kasıt olması mümkün de değil, doğru da değil. bilgisi dâhilinde ticaretini yapmakta olan ve devleti kendilerine dost gören gruba önce aydınlatma fişeği, akabinde topçu saldırısıyla işlem yapılmış. Bu işlemlere karşılık grup devletten yana bir saldırı gelmeyeceğinin özgüveniyle dağılmadan ve tek sıra halinde yürümeye devam etmiş. Ancak akabinde F16’ların bir saat süren ağır bombardımanı altında çok azının kurtulduğu bir katliama maruz kalmışlar. Bu saldırı ve katliamın sadece bir kaza sonucu olduğunu söylemenin mümkün olmayacağı kadar açık veriler var. Bir şekilde “kasıtlı” olduğunu söylemek ise, öncelikle bu kastın sahibini de tahsis etmeyi gerektiriyor. Bu kasıt kime ait? Her düzeyde kasıt olması mümkün de değil, doğru da değil. Ancak ortaya çıkan sonuç devletin kendi masum vatandaşını katletmiş olduğu gerçeğidir. Türkiye’de Kıbrıs savaşında devletin kendi gemisini batırıp onlarca askerini öldürdüğü vakalara işaret edilerek bunun da benzer bir vaka olarak geçiştirilmesi mümkün değil, çünkü günümüzde hem iletişim ve istihbarat tekniklerinin bu kadar gelişmiş olduğu bir ortamda bu kadar büyük bir karışıklığın hiçbir mazereti olamaz. Ayrıca Kıbrıs’taki olayda her şey bir anda olup bitmiştir. Oysa Uludere’deki katliam bir anlık bir karışıklıkla gerçekleşmiş ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 37 Olay sanılandan çok daha ciddidir ve büyük den ocaklarının bulunduğu, 5. ihtimalle en hafifinden, Kürt sorununda şimdiye kadar işlenmiş çözüm konseptini sabote etmeye dönüktür. Daha 6. Olaydan sonra hiçbir resmi kurumun cenazeleri almak için girişimde bulunmadıkları ve askerlerin olay bölgesinden tamamen çekildikleri, cenazelerin köylüler tarafından alınarak kendi imkânları ile Gülyazı köyüne getirildikleri, 7. Hastane koşullarının otopsi işlemine elverişli olmadığı, cenazelerin gelişigüzel odalara bırakıldığı, cenazelerin akrabaları tarafından battaniyelere sarıldıkları, hastane personelinin yetersiz sayıda olduğu hatta gördüğümüz kadarıyla neredeyse yok denecek sayıda olduğu ve cenazelerin aileler tarafından otopsiye ve ambulanslara taşındığı, geniş planda Ak Parti hükümetinin çözüm iradesini felce uğratmak gibi bir potansiyeli de barındırmaktadır. gibi değil. Saatlerce süren ayrıntılı istihbarat, öncesinde varolan beşeri istihbarat birikimi ve tam bir saat süren bombardıman… Mazlum-Der Olay Tespit Raporu Olay üzerine bölgeye giden Mazlum-Der ekibinin olayın ayrıntılarıyla ilgili tespitleri şöyle: 1. Olayda tamamı sivil olan insanların öldürüldüğü ve yaralandığı, 2. Olay esnasında gruba DUR ihtarı yapılmadığı ve uyarılmadıkları, hiçbir surette güvenlik güçlerine ateş açılmadığı, askerlerin de bireysel olarak ateş etmedikleri, olayda uçakların bombardıman yaptıkları ve ölümlerin bu nedenle olduğu, 3. 4. 38 Sivillerin olay yerinde bulunan güvenlik güçlerince tanınan ve bilinen insanlar oldukları, güvenlik güçlerinin sınır ticareti nedeniyle yapılan bu gidiş ve gelişlerden haberdar oldukları, Tarafımızdan görülmemekle beraber görgü tanığının ve köylülerin anlatımından sınır ticareti için aynı güzergahın sürekli kullanıldığı ve güvenlik kuvvetleri dâhil herkesçe bilindiği, kullanılan yolun patika yol olmadığı, yolun üstünde maSTRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Resmi açıklamaları aksine olay yerinin Sinat- Haftanin olarak adlandırılan bölgeye uzak olduğu, saldırıya uğrayan bir grubun Türkiye tarafında olduğu bir grubun da Irak-Türkiye sınırının üstünde olduğu, 8. Cenazelerden otopsi sonucunda elde edilecek delillerin mevcut koşullar nedeniyle usulüne uygun şekilde alınamayacağı, bu nedenle delillerin karartılma ihtimalinin yüksek olduğu, 9. Hastanede heyetimiz tarafından görülen cesetlerin yanmış, iç organlarının dışarıda olduğu, çoğunun kafatasının parçalandığı, vücut bütünlüklerinin parçalanmak suretiyle bozulduğu, 10. Olayda tahrip gücü çok yüksek, yakıcı nitelikte mühimmatın kullanıldığı, Bu tespitler hem olayın oluş şekline hem de olaydan sonra devlet ve hükümet cenahından yapılan ihmallere ışık tutuyor. Aslında bu olayla ilgili olarak asıl üzerinde durulması gereken husus da bu. Katliamda bir kasıt varsa bile bu kastın hükümete ait olamayacağını her vicdan sahibi takdir edebilir. Ancak hükümet ne kadar kasıtsız da olsa bu olayın sorumluluğunu başka kimseye atma lüksüne sahip değil. Neticede hükümetin yönettiği bir ülkede, hükümetin emrindeki TSK’nın uçakları şu veya bu nedenle, şu veya bu hatayla kendi halkından 34 kişiyi katletmiş durumda. Olay sanılandan çok daha ciddidir ve büyük ihtimalle en hafifinden, Kürt sorununda şimdiye kadar işlenmiş çözüm konseptini sabote etmeye dönüktür. Daha geniş planda Ak Parti hükümetinin çözüm iradesini felce uğratmak gibi bir potansiyeli de barındıran bu vakada çok daha aktif bir tutum sergilemek hükümet üzerinde ağır bir mecburiyet. Olayın başından itibaren bazı çevrelerce kullanılma şekli ve etkisi, bu katliamın failleri hakkında yeterince ipucu verirken bu faillerin ulaşabildikleri kötülük potansiyeli hakkında da bir fikir veriyor. Olayın ilk saatlerinde hükümetin tam bir şaşkınlık içinde olduğu görüldü. Bu şaşkınlıkla olaya sağlıklı veya yeterli bir tepki geliştiremedi. Olaydan sonraki ikinci gün Cuma namazı çıkışı Başbakan’ın sorulara verdiği cevaplarda yaşadığı açıkça hissedilen sıkıntı bile cinayete mazeret aramanın zorluğu olarak ifade edildi. Diğer yandan, sınırda cenazelerin toparlanması ve getirilmesi esnasında devletin veya hükümetin yokluğu örgüt tarafından tam bir fırsat olarak değerlendirildi. PKK’nın 34 Cesette Bulduğu Ganimet: “Yaşayan Korucular Düşman, Ölenler Bizimdir!” Ölen köylüler korucu ailesi ve normalde PKK’nın hedefi olacak durumdaydılar, ama bu ölüm şeklinin örgüt tarafından da BDP tarafından da değerlendirilme biçimi tam örtük bir sevinç gösterisine dönüştü. Açıkçası, örgüt kendi telsiz konuşmalarına yansıyan değerlendirmelerinde de söylendiği gibi beş karakol basmış olsa bu kadar büyük bir propaganda yapamazdı. 34 kişinin ölümü örgütün kendi propagandası ve son zamanlarda kendilerine yönelik artmış olan operasyonlara ara verilmesine yol açma ihtimali dolayısıyla çok iyi olmuştur. Epey zamandır haklılık zeminini bir hayli yitirmiş bulunan, ne Türk’e ne de Kürd’e anlatacak hiç bir şeyi kalmamış olan BDP›liler bu olayla birlikte can suyu içmiş gibi konuşmaya başladı. PKK, Siirt›te, Batman›da, Silvan›da daha yakın zamanda yaptığı çoluk, çocuk, kadın, sivil Kürt katliamlarındaki payını unutturmanın ve aksi bir söylemsel üstünlük sağlamanın fırsatı olarak değerlendirdi durumu. Cenazelere ganimet gibi yapışırken «devlet nerede?» diye bağıran BDP›liler bir yandan da Hasip Kaplan›ın ağzından devlet adına buraya gelecek olanları açıkça tehdit etti. «Buralarda herkes silahlı, Atalay veya devlet adına kimse buraya gelmesin, kimseyi tutamayız, provokasyon olur» derken, aslında her şeyden önce Kürtlere hakaret etmiş oluyordu. Çünkü taziye adabı Kürtlerin en iyi bildikleri ve uyguladıkları geleneklerden biridir. Bu geleneğin içerdiği sonsuz derinliği ve bilgeliği yıktığınızda Kürt kültüründen geriye bir şey bırakmamış olursunuz. Uludere köylüleri o yüzden taziyenin gereklerini hakkıyla yerine getirdiler. Kendilerine taziye ziyaretinde bulunan kaymakamı bir saat karşılamaları gerektiği gibi kadim Kürt geleneğinin şanına yaraşır bir biçimde karşılarken, Kaplan›ın sözleriyle tahrik olan eli silahlılar kaymakamı linç etmeye kalkıştı. Kaymakamı o ellerden kurtaran da cenaze sahipleri, yani ateşin düşerek yaktığı yüreklerin sahipleri oldu. Uludere’nin doğrudan sonuçlarından biri Temmuz ortalarında PKK’nın hiçbir şekilde izah edemediği yeniden şiddete geri dönüşe karşılık hükümetçe başlatılmış olan operasyonların duraklatmış olması. Bu operasyonların haklılık ve meşruiyet açısından hiçbir mazerete ihtiyacı yoktu, çünkü açıkçası bunu PKK’nın istemiş olduğuna dair kanaat işlemekteydi. Daha önce devletin istediği savaşı bu sefer PKK istemişti. Ama zaten hep öyle olmuyor muydu? Bazen savaşı devlet ister, PKK “barış” der, bazen de PKK, devlet için savaşa mazeret üretir. Savaş efendilerinin bütün işlerinin özeti bu. Devlet adına savaşı gerçekten bitirmek isteyen Ak Parti hükümetinden bu saldırıyla beklenen şey belli ki yeniden savaşın kısır döngüsüne dönmek. Bu zamana kadar kat edilen mesafenin bir anda geri alınma ihtimali artmış olabiliyor. Ancak bütün bu ihtimal yine de hükümetin süreci ne kadar yönetebildiğine bağlı olacaktır. Doğrusu hükümet olayın başından itibaren kapıldığı şaşkınlığı bir türlü tam olarak atlatmış görüntüsü veremedi. Tereddütler savaş lobisinin çok kolaylıkla kullanabildiği pozisyonları ortaya çıkardı. Hükümetin Tavrı: Özürden Yana Özürlü Hükümetin katliamda ölenlerin ailelerine 123’er bin lira tazminat ödemeye karar vermesi, ailelerine defalarca ifade edilen üzüntü ve taziyeler, hatta üç bakanın olaydan birkaç gün sonra olay mahalline intikal edip yakınlara taziyede bulunması doğru ama yeterli olmayan adımlar. Bütün bu adımları bir “özür” ile tamamlamaması, tamamlamamakta adeta diretiyor olması gerçekten tuhaf olmuştur. Oysa özür dilemek ne devleti ne de Ak Parti’yi küçültmez aksine daha da büyütürdü. Sonuçta daha bir ay önce tek parti döneminde yapılmış olan Dersim katliamı dolayısıyla özür dilemesini bilmiş, bu özürden dolayı da küçülmemiş aksine büyümüş Başbakan’ın kendi yönetimi altındaki bir ülkede kazayla bile olsa yaşanmış bir katliamdan dolayı özür dilemekte bu kadar çekingen davranmış olmasının izahı mümkün değil. Bu durum olayda bizzat Başbakan’ı ve partisini hedef alan kastın işini daha çok kolaylaştıran bir etki yaptı. Bu arada Danıştay cinayetinde tetiği çektiren ellerle görkemli cenaze merasiminde en ön safta yer alanların aynı çevreler olduğu katilin suçüstü yakalanması sayesinde kısa süre içinde anlaşıldı. Ama o cenaze merasiminde bir fail olarak hiç kuşku yokmuş gibi hükümet ve PKK, Uludere hadisesini Siirt’te, Batman’da, Silvan’da daha yakın zamanda yaptığı çoluk, çocuk, kadın, sivil Kürt katliamlarındaki payını unutturmanın ve aksi bir söylemsel üstünlük sağlamanın fırsatı olarak değerlendirdi. bakanlar aleyhine yapılan protesto ve tezahüratları hatırlayalım. Katillerin maktullerinin taziyelerine ilk katılanlardan olması klasik bir mafyatik racon. BDP’lilerin taziye çadırına herkesten önce koşması ve sonradan gelenleri gelmemeye davet etmesi de bu mafya raconuna çok uygun olmuştur. Bu olayın benzerleriyle tipik özelliklerinden birisi de şu: Olay olur olmaz sağlıklı bir soruşturma beklenmeden olayı tezgâhlayanların gösterdiği hedeflere hemen yönelmek oluyor. Bunlar 28 Şubat döneminden daha önceki ve sonraki bütün dönemlerde bu tür olayların tipik tamamlayıcı unsurları. Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy cinayetlerinde de, Bingöl’de 33 erin şehit edilmesinde de, Madımak katliamında da, hatta en son Danıştay cinayetinde de aynı tipoloji bütün unsurlarıyla çalıştı. Olaya dair ilk tepkinin ötesinde yeni bir soruşturmaya, yeni bir soruya veya fail arayışına hiçbir alan bırakılmadı. Demek ki, olayı yapanlar, olayı üstlenecek faili de göstermiş oluyorlar. Aslında tam da bundan dolayı bu tür sansasyonel suikastlarda aceleci davranmamak, bütün ihtimalleri göz önünde bulundurmak ve bizi aceleye getirmeye çalışanlara kuşkuyla bakmak çok önemli. Uludere hadisesinin gerçekleştiği gün, birileri için daha ilk saatte bile aydınlanmış durumdaydı. Dolayısıyla yapılması gereken şey de belliydi, cezalandırılması gerekenler de ayan beyan ortadaydı. İpini ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 39 Ülkede kazayla bile olsa maya götürür. yaşanmış bir katliamdan Oysa bu savaş Türklerin Kürtlere karşı bir savaşı değil. Hele bu zamanlarda bütün sorunların siyaset sahnesinde konuşulup çözüme kavuşturulabildiği bir Türkiye’de Kürtlerle Türklerin Kürt ve Türk olarak birbirleriyle karşı karşıya gelmelerini gerektirecek hiçbir sebep kalmamıştır. Olayın hemen akabinde gerçekleşen yılbaşı kutlamalarının iptal edilmemiş olması büyük ayıp, ancak bunu “Kürtler ölürken Türkler eğleniyor” diye sunmak hem tehlikeli hem de çok insafsızca bir değerlendirme. Bir defa Türkiye toplumunu bir nebze tanıyorsak yılbaşı kutlamalarının halk nezdinde büyük bir yaygınlığa sahip olmadığını da biliriz. Türkiye’de yılbaşı kutlamaları başlangıcından beri halkın çoğunluğu ile batılılaşmış azınlık arasındaki bir gerilimin konusudur. Türklerin büyük çoğunluğunun da bu kutlamalara karşı mesafeli olduğunu da biliyoruz. dolayı özür dilemekte bu kadar çekingen davranmış olmanın izahı mümkün değil. Bu durum olayda bizzat Başbakan’ı ve partisini hedef alan kastın işini daha çok kolaylaştıran bir etki yaptı. çekersiniz olur biter. Oysa sonraki günlerde ilk saatlerde gelen bilgiler olayın sorumlularının göründüğü kadar kesin olmadığını ortaya çıkardı. İlk saatteki bilgilere göre hareket edilse muhtemelen çok büyük bir yanlış hedefe yönelmek durumunda kalınabilirdi. Olay olduğundan beri her gün yepyeni bir hikâye tedavüle giriyor ve olayın öyle birkaç gün içinde bütün boyutlarının ortaya çıkarılamayacağı anlatılıyor. Yine de olayın bütün detaylarına herkesten daha çok vâkıf olan devletin veya hükümetin olayın açıklığa kavuşturulması ve kamuoyunun daha doyurucu bir bilgiyle aydınlatılması zarureti hala orta yerde duruyor. Aydın Sorumluluğunun Dayanılmaz Hafifliği Doğrusu olayla birlikte Kürt kesiminde hem hükümete hem de genel olarak sürece dair önemli bir kırgınlık yaşandı. Bu kırgınlığın Kürtlerle Türkler arasında topyekûn bir duygusal ayrıştırmaya dönüşmemesini sağlayacak adımlar hükümetten ve Başbakan’dan beklenebilir. Ama aydınların da bu konuda sorumluluktan muaf olduklarını düşünmemek gerekiyor. Olayı “Türklerin Kürtleri katletmesi” olarak nakletmek ve sürekli “Kürtlerin Kürt olarak karşılaştığı bir şiddet” olarak göstermek PKK’nın bütün strateji ve tanımlamalarını baz al40 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Haberlerin bu şekilde verilmesi, olayın bu anlatımla ifade edilmesi Kürt sorununun çözümünü kolaylaştırmıyor, olsa olsa Kürtlerin Türklere karşı nefretini kışkırtıyor ki bu da PKK’dan ve halkların çatışmasını isteyenlerden başka hiç kimsenin işine yarayan bir şey değil. Bu söyleme en fazla rağbet eden kişinin Ahmet Altan olması Türkiye’de aydınların sorun çözme basiretleri konusunda ciddi bir tartışmayı hak etmiş oluyor. Şayet Türk kesiminin bu yazılardan kendi ahlaki konumuna yönelik içerden ve samimi bir uyarı alacağı hesaplanabilirse bu tür değerlendirmeler bir nasihat, bir sert uyarı olarak anlayışla karşılanabilir. Oysa Altan’ın bu tarz bir yazısının muhatapları hiçbir zaman Türkler olmadı, olmuyor. Aksine bu tarz yazılar zaten PKK’nın Kürt duygusallığına yatırım yapan mağduriyet ve şovenizm söylemlerini daha fazla pekiştirmiş, halkları birbirinden iyice uzaklaştırmış oluyor. Ömrünü demokratik mücadeleye adamış ve askeri vesayete karşı destansı bir kavga vermiş Altan gibi birinin bunu göremeyecek duruma gelebilmesi, demokrasi iradesinin ne kadar çetin sınavlara tabi olabildiğini gösteriyor. Böyle bir yolda en sağlam müttefiklerin bile kafalarının basit provokasyonlarla karışabildiğinin resmidir bu durum. Kuşkusuz bunun telafisi çok daha fazla dikkatli, duyarlı ve sabırlı olmaktan geçiyor. Demokratik süreç, Ergenekon davaları ve askeri vesayetle mücadele başladığı andan itibaren her aşamada türlü sınavlardan geçiyor ve her aşamada irtifa kaybederek ilerliyor. Bu da davanın en önemli sorunlarından biri. Sonuna kadar gidebilmesi için müttefiklerinin razı tutulmalarının çok önemli olduğunu da tekrar kaydetmek gerekiyor. 28 Şubat Bir İbret Konusudur Bin yıl sürmesi planlanan 28 Şubat’ı, 15. yıldönümünde savunacak bir Allah›ın kulu olmadığı gibi biraz olsun geçerli bir argümanın kalmamış olmasını anlayanlar için de büyük ibretler vardır. Söze bir ibret hatırlatması ile başlamamız 28 Şubat ile ilgili bugün en uygun yaklaşım biçimi olmalı. Bu ibretlik birilerinin yapıp ettiğinden mutlak haklılık duygusuyla iman tazeleme, bugün kendilerini artık savunamayacak kadar zavallı hale gelmiş olanlara da bir lanet okuma vesilesinden ibaret değil. İbret kuşkusuz çok daha derin bir duygu veya varoluş hali gerektirir. Bir intikam veya ölçüsüz bir zafer hissinden ziyade insanın bu dünyadaki faniliğinin, sınırlılığının, gelip geçiciliğinin sırrına bir nebze olsun vakıf olmayı gerektiren bir bilinç... Çok değil daha bir kaç yıl öncesine kadar 28 Şubat sürecinin bütün kötülüklerini teslim etse bile yine de birkaç olumlu yanından hele çok hayırlı sonuçlara vesile olduğundan bahseden kalemlere rastlanabiliyordu. Oysa bugün o dönemleri bu kadarlık bir hayırla bile yâd eden kimsenin kalmamış olması gerçekten de ibretlik bir durum değil midir? Dindar kesimin 28 Şubat darbe- sinde yaşadıklarından ders alarak çok daha rasyonel ve ölçülü bir siyasi çizgi geliştirmiş olduğu tabii ki doğrudur, ama salt bundan dolayı darbeye en ufak bir şükran borçlu olması düşünülemez. Aksine maruz kaldığı zulüm bloğunun boyutlarını iyi görüp, bunlara karşı uygun mücadele dilini geliştirmiş olması o zulüm bloğuna hiçbir erdem kazandırmaz. Türkiye›de bizatihi halkı temsil eden dindar kesim en erdemli siyasal çizgisini geliştirirken, o iktidar bloğu, kendi entrikalarını, darbe planlarını ve açgözlü iktidar heveslerini uygulamaya devam etti durdu. Bugün yaşadığımız hukuk sürecinin ışığında 28 Şubat sürecinde neler olup bittiğini çok daha iyi anlıyoruz. Bu sürecin hiçbir derin plan içermediğini sadece ahlaksızların oluşturduğu ve o günler için bir güç görüntüsü ifade eden bir ittifaka dayandığını çok net bir biçimde görebiliyoruz. O günlerin iktidar sarhoşluğu içinde sarf edilmiş «bin yıllık» heves, olayın aktörlerinin yüksek kibir ve istiğnalarının cahilce bir ifadesinden başka bir şey değil aslında. İnsan olduğunun farkında olan hiç kimse bu kadar büyük konuşamaz. Tarih tam da bu kibre kapılarak ebedilik veya mutlak güç iddiasında bulunan aciz Bu savaş Türklerin Kürtlere karşı bir savaşı değil. Hele bu zamanlarda bütün sorunların siyaset sahnesinde konuşulup çözüme kavuşturulabildiği bir Türkiye’de Kürtlerle Türklerin Kürt ve Türk olarak birbirleriyle karşı karşıya gelmelerini gerektirecek hiçbir sebep kalmamıştır. tanrıların zavallılılıkla biten ibretlik hikâyeleriyle doludur. Bugün o tanrıcıkların yerlerinde yeller esiyor. Dindar kesimin 28 28 Şubat, yapanlara bin yıllık bir ebedilik duygusu vermiş olabilir. Doğrusu onun zulmüne maruz kalanlar açısından da bir sonsuz karanlık duygusu vermiştir. Hâlen başörtüsü üzerindeki yasaklamalar gibi 28 Şubat ürünü uygulamalar sayısız insanı mağdur etmeye devam ediyor. Bu hukuksuz uygulamalar insanlarda bir normallik duygusuna bile yol açmış olabiliyor. yaşadıklarından ders 28 Şubat neresinden bakarsanız bakın ahlaksız ve hukuk dışı uygulamaların sahneye konulduğu bir sürecin adı. Ancak bu hukuksuzlukları tespit edip bunların ağır cezaları hak eden uygulamalar olduğunu tespit etmesi gereken hukukun, bu süreç tarafından işe alınmış yargıçların elinde olması onun bu boyutunun ortaya çıkmasını bir nebze geciktirmiştir. Ülkenin bütün meşru kurumlarını haksız bir biçimde ele geçiren ahlaksız müdahale ne yazık ki ilk etapta yüksek yargıyı karargâhında yalan yanlış bilgilerle brifing vererek darbe düzenine ortak etmiştir. 28 Şubat›ın süreklilik planı ancak hukukçuların sürece ortak olmasıyla temin edilmiştir. Bugün 28 Şubat nöbetini de cübbeleriyle brifinge koşan hâkimlerin tutmaya devam ettikleri görülüyor. Stratejik Düşünce Enstitüsü›nün iki sene önce düzenlediği “Demokratikleşme Sürecinde Hukukun Üstünlüğü ve Yargı Konferansında” Taha Akyol, hukuk söylemlerinin de medyada yer alma biçimlerine dikkat çekmişti. 1997-1998 yılları arasında kendi gazetesinde yaptığı taramada Akyol «hukukun bağımsızlığı» ile «hukukun tarafsızlığı» kavramlarının kullanılma oranında birincisinin yüzde 98 oranında ikincisinin (tarafsızlık) sadece yüzde 2 oranında kullanıldığını tespit etmiş. Bu oran 2006 tarihinde neredeyse eşitlenmiş. Hukukun bağımsızlığının sıkça hatırlandığı buna mukabil tarafsızlığının neredeyse hiç hatırlanmadığı dönem tam da 28 Şubat yıllarıdır. Şubat darbesinde alarak çok daha rasyonel ve ölçülü bir siyasi çizgi geliştirmiş olduğu tabii ki doğrudur, ama salt bundan dolayı darbeye en ufak bir şükran borçlu olması düşünülemez. Bu dönemde bağımsızlığını tepe tepe kullanmakta olan yargı erkinin bu bağımsızlığı kendi adına mı kullandığı yoksa asker adına mı kullandığı aslında hiç önemli değildir. Önemli olan bu bağımsızlıktan hukuka hiçbir pay bırakılmamış olmasıdır. Tıpkı bu dönemde tepe tepe kullanılan YÖK›ün özerkliğinden üniversitelere ve bilim adamlarına hiçbir pay bırakılmamış olması gibi. Bütün bu vesayet zincirinin tepesine getirip askeri koymanın tam da bu yüzden açıklayıcı olmaktan uzaklaştığını fark etmek gerekiyor. Doğrusu 28 Şubat veya diğer bütün darbeler askerin tek başına kotardığı işler olmaktan ziyade bir ahlaksız ittifaka dayanıyor ve bu ittifakın içinde her kesimden tamahkâr yer alabiliyor. Ne yazık ki diğer tüm darbelerde olduğu gibi 28 Şubat›ı da engelleyebileceği halde engellemeyen, dahası içerdiği iktidar ihtimali dolayısıyla hemen selamlayanlar da yine siyasetçiler olmuştu. Bugün muhtemel darbe niyetlerinde kendileri için bir fırsat ihtimali görmeye tenezzül eden siyasetçilerin sadece o siyasetçilerin akıbetine bakarak alacakları çok ibretler vardır. SDE Başkanı, Prof. Dr.* ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 41 İRAN DOSYASI VE DIŞ POLİTİKA İran - ABD Gerginliği: Sanal mı Gerçek mi? Birol AKGÜN* İran rejiminin ülke içindeki otoritesini konsolide eden en önemli faktör Tahran’ın dış dünya ve özellikle ABD ile yaşadığı gerilimlerdir. Humeyni rejimi için dış dünya ile derinleşen çatışmalar içeride rejime nefes aldıran anlardır. Dolayısıyla İran’ın ABD’ye yönelik “Büyük Şeytan” söylemi ve İsrail’e karşı amansız düşmanlığı İslam rejiminin kendi halkı nezdinde ve İslam dünyasındaki ideolojik meşruiyetini güçlendirmekte önemli roller oynamaktadır. A rap Baharı’nın tüm Ortadoğu’daki siyasi ve stratejik dengeleri derinden sarstığı bir dönemde, bölgede İran ve ABD arasında artan siyasi, diplomatik ve askeri gerginlik uluslararası toplumun gündemini yeniden Körfez bölgesine çevirdi. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun Kasım ayında yayınladığı ve İran’ın nükleer teknoloji geliştirme faaliyetlerinin barışçıl amaçlardan öte anlam taşıdığına ilişkin raporu, Batının İran üzerindeki baskısını artırmasına yol açtı. ABD ve Avrupa Birliği ardı ardına İran’a yönelik yeni ağırlaştırılmış yaptırım kararları almaya başladılar. İran’da ise nükleer fizik uzmanı olan bilim adamları ilginç yöntemlerle saldırılara maruz kalmaya başladılar. Özellikle petrol ihracatını durdurmayı amaçlayan karar tasarıları karşısında İran, tüm dünyayı Hürmüz Boğazı’ndan geçen petrol akışını durdurmakla tehdit etti. Ayrıca İran Kum şehri yakınlarındaki Fordo’da, hava bombardımanından etkilenmeyecek derinlikte kurulmuş olan yeni bir yer altı nükleer tesisini uranyum zenginleştirmek için kullanıma soktuğunu açıkladı. Dahası İran Körfezde balistik füzelerin de kullanıldığı geniş çaplı bir deniz tatbikatı icra etti. ABD ve İsrail de İran’a ortak bir tatbikatla cevap verdiler. İsrail, İran’ın nihai hedefinin nükleer bomba üretmek olduğunu ve bunu önlemek için gerekirse tek başına İran’ın nükleer tesislerine yönelik hava saldırısı düzenleyebileceğini açıkladı. Bu arada bölgede denge sağlayıcı bir rol oynamaya çalışan Türkiye ve İran ilişkileri de gelişmelerden ciddi şekilde etkilendi. Zira İran, NATO’nun Türkiye’ye yerleştireceği ve füze kalkanı projesinin bir parçası olan radar sistemini kendi güvenliğine yönelik bir tehdit olarak gördüğünü açıkladı. Ankara ve Tahran arasında diplomatik trafik de hızlandı. İran’ın bölgedeki müttefikleri olan Bağdat ve Lübnan Hizbullahı’ndan ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 43 İran’ın nükleer silah üretmeye yönelik çabalarını da kendi ulusal çıkarlarına veya siyasal kimliğine yönelik ağır tehdit algılamasına sahip herhangi bir ulus devletin gösterebileceği doğal bir davranış olarak görmek gerekir. Türkiye’ye karşı sert açıklamalar gelmeye başladı. Irak’ta Türkiye’ye yakınlığı ile bilinen Sünni lider ve Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi hakkında tutuklama kararı çıkartıldı. Böylece Suriye’deki rejimin geleceği konusunda ters düşen Ankara ve Tahran arasındaki gerginlik yeni boyutlar kazanmaya başladı. Burada temel sorun, İran ve Batı arasındaki gerginliğin gerçekten bölgede sıcak bir çatışma ve hatta topyekûn bir savaşa dönüşme riski taşıyıp taşımadığı ve eğer böyle bir durum ortaya çıkarsa Türkiye’nin bu gelişmelerden nasıl etkileneceğidir. Türkiye’nin komşularla sıfır sorun söylemi ve açılım politikalarının yarattığı beklentiler ile Türkiye’nin bölgede oyun kurucu bir rol üstlenmeye yönelik siyasi kararlılığına dayalı Pax Turcica projesi ciddi bir biçimde test edilecektir. Bu nedenle, Arap Baharı’nı yaşayan ülkelerdeki halkların ümidi haline gelmiş olan “yeni Türkiye’nin” kritik dönemlerde ve kriz anlarında sergileyeceği duruş bölge halkları tarafından da yakından izlenmektedir. İran ve Nükleer Teknoloji 1979 İslam devriminden bu yana ağır ekonomik yaptırımlara maruz kalan İran Batının tecrit etme ve kuşatma politikalarıyla yaşamaya alışmış durumda. Hatta denebilir 44 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 ki, İran rejiminin ülke içindeki otoritesini konsolide eden en önemli faktör Tahran’ın dış dünya ve özellikle ABD ile yaşadığı gerilimlerdir. Deyim yerindeyse, Humeyni rejimi için dış dünya ile derinleşen çatışmalar içeride rejime nefes aldıran anlardır. Dolayısıyla İran’ın ABD’ye yönelik “Büyük Şeytan” söylemi ve İsrail’e karşı amansız düşmanlığı İslam rejiminin kendi halkı nezdinde ve İslam dünyasındaki ideolojik meşruiyetini güçlendirmekte önemli roller oynamaktadır. Gerçekte ise İran dış politikası son yirmi yıldır devrim ihracına öncelik veren yaklaşımı büyük ölçüde terk etmiştir ve ulus devletlere özgü ulusal çıkar temelli pragmatik bir yaklaşım benimsemiştir. İran’ın nükleer silah üretmeye yönelik çabalarını da kendi ulusal çıkarlarına veya siyasal kimliğine yönelik ağır tehdit algılamasına sahip herhangi bir ulus devletin gösterebileceği doğal bir davranış olarak görmek gerekir. Bu anlamda İran NPT (Nükleer silahların yayılmasını önleme antlaşması) rejimine taraf bir devlet olarak elbette ki nükleer faaliyetlerinin silah üretmeyi değil barışçıl amaçlara yönelik olduğunu söyleyecektir. Ancak nükleer silah üretmeyi kendi ulusal güvenliğinin garantisi olarak gören bir ülke olarak İran’ı bu amacına ulaşmada kimsenin engelleyebilmesi de mümkün değildir. Hindistan’ın nükleer silah denemesi yapması karşısında fakir Pakistan halkı nasıl her şeyi göze alarak atom bombası yapmayı başardıysa, İran’ın da ABD ve İsrail tehdidini bertaraf etmek için aynı silahı er ya da geç üretmesi kaçınılmazdır. Aslında rejime yön veren Mollalar 1979’daki İslam devriminden sonra kitle imha silahlarını üretmenin haram olduğunu söyleyerek Şah döneminde başlayan nükleer faaliyetleri durdurmuşlardı. Ancak Irak ile yaşanan kanlı savaşta modern silahların ülke güvenliğini sağlamada ve rejimin geleceğini garanti altına almada oynadığı rolü gördükten sonradır ki İran uleması nükleer teknolojiyi geliştirme faaliyetlerine cevaz vermişlerdir. İran’ın kendi insan ve teknolojik kapasitesiyle nükleer bir silahı ne zaman üreteceğini öngörmek güç olsa da, bu kaçınılmaz bir sonuçtur ve Batılı ülkeler dahi “nükleer bir İran” fikrine alışılması gerektiğini düşünmeye başlamışlardır. Bugün İran siyasi elitleri Batıyla yaşadıkları otuz yıllık siyasi gerginlik politikasının kendilerine kazandırdığı manevra kabiliyetine güvenerek, kendi stratejik amaçları doğrultusunda yüksek siyasetin gerektirdiği tüm taktikleri ustaca kullanmaktadırlar. Bu çerçevede İran-ABD arasında son zamanlarda artan gerginliği ABD ve İran arasında ertelenen nihai hesaplaşmanın yaklaştığı şeklinde okumak kanaatimizce doğru bir değerlendirme olmaz. Bu gerginliği daha çok İran’da yaklaşan meclis seçimleri, Suriye’yi Batıya kaptırmama ve Batıyla yaşadığı krizde elini güçlendirme arayışı olarak okumak gerekir. İran-ABD Gerginliğinin İç Politik Temelleri Ortadoğu’daki değişim daha çok Arap Baharı olarak bilinse de, aslında demokrasi dalgası Moskova’dan İran’a kadar tüm dünyayı etkilemeye başladı. Otoriter bir rejim olan İran’ın da bu gelişmelerden eninde sonunda etkilenmemesi mümkün değildir. Hatta 2009’daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde bu ülkede başlayan “yeşil hareket”i bölgede erken gelen ve şimdilik bastırılarak ertelenen bir “Fars Baharı” olarak görenler de vardır. 2012 Mart’ında yapılacak olan Meclis seçimleri yaklaşırken İran rejiminin kendi içinde yeni bir hesaplaşma korkusu yaşadığı bilinmektedir. İçerideki özgürlük hareketlerini engellemenin yolu ise ölçülü gerginlikler yaratarak halkın ilgisini ve dikkatini dışarıya yöneltmekten geçmektedir. Basra Körfezi’ndeki son olayları bu anlamda Tahran’daki muhafazakar siyasi elitin yeni bir taktiği olarak görmek gerekir. Diğer yandan Basra Körfezi’ndeki gerginlikten siyasi menfaat bekleyen yalnızca İran değildir. En az mollalar kadar ABD’deki 2012 Başkanlık seçiminin taraflarının da durumdan memnun olduklarını söy- lemek yanlış olmayacaktır. Özellikle muhafazakar medyanın güvenlik konularında sürekli olarak zayıf ve dirayetsiz olmakla suçladıkları mevcut Başkan Obama için İran ile yaşanacak her gerginlik kendisinin siyasi liderliğini ve cesaretini göstereceği bir fırsat olarak görülecektir. Kaldı ki gerginliğin doğrudan doğruya İsrail’in güvenliği ile de ilgili olması Obama yönetimine İran tehdidi üzerinden Washington’daki Musevi lobisi ile arasını düzeltme fırsatı sunmaktadır. Dolayıyla ölçülü gerginlik politikasını İran’daki rejimin toplumsal meşruiyetini güçlendirmesi kadar Washington’daki Obama’nın seçmen koalisyonunu genişletici bir etkisi de olacaktır ve konunun bu iç politik yönü asla küçümsenmemelidir. Peki, savaş ve çatışma riski hiç mi yoktur? Elbette vardır. Bu tür gerginlik ortamlarında güvenlik örgütlerindeki radikal-fanatik unsurların provokasyonlarının çatışma ve risk yaratacağı gözardı edilmemelidir. Ya da açık denizlerde yapılan geniş çaplı askeri tatbikatlarda yaşanması muhtemel kazalar da sıcak çatışma olasılığını artırabilir. Ancak yine de bugün itibariyle ABD ve İran arasında topyekun bir savaş beklemek gerçekçi bir senaryo değildir. Esasen bundan sonraki dönemde kendi hegemonik gücü giderek zayıflayan ve hâlâ Irak ve Afganistan savaşlarının yarattığı olumsuz sonuçlarla uğraşmak zorunda kalan ABD ve rejim sorunlarını aşamayan Bugün İran siyasi elitleri Batıyla yaşadıkları otuz yıllık siyasi gerginlik politikasının kendilerine kazandırdığı manevra kabiliyetine güvenerek, kendi stratejik amaçları doğrultusunda yüksek siyasetin gerektirdiği tüm taktikleri ustaca kullanmaktadırlar. İran arasında adı konulmamış bir soğuk savaşın yaşanmaya devam etmesi beklenmelidir. Özellikle, nükleer bomba üretme potansiyeli arttıkça İsrail ve ABD’nin İran’a karşı dolaylı saldırılarında da artış beklenmelidir. 1950’li 60’lı yıllarda ABD ve Sovyetler Birliği arasında gözlenen örtülü operasyonlar, teknolojik saldırılar ve siber alandaki mücadele giderek hız kazanacaktır. İran kendi hava sahasında Amerika’ya ait bir insansız hava aracını düşürmesi ile 1960’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin ABD’ye ait U-2 gözetleme uçağını düşürmesi arasındaki paralellik açıktır. Diğer yandan 2007’den bu yana İran’ın kendi içinde nükleer programda çalışan beş bilim adamının saldırıya maruz kalması da yeni casus oyunlarını hatırlatmaktadır. Yine İran’ın nükleer çalışmalarında kullanılan süper bilgisayarlarını işlevsiz hale getiren stuxnet virüsünün İsrail tarafından üretildiği ve saldırı amaçlı olarak kullanıldığına ilişkin gelişmeler de bize İran-ABD arasında yeni bir soğuk savaşın başladığını göstermektedir. Adından da anlaşıldığı üzere Soğuk Savaş, esasen tarafların sıcak çatışma riskini göze alamadıkları durumlarda ortaya çıkan bir mücadele şeklidir ve kendine özgü yol ve yöntemleri vardır. Ancak taraflar çoğu zaman üçüncü ülkeler üzerinden hesaplaşırlar ve zaman ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 45 Özellikle Suriye konusunda Türkiye’nin Batıya paralel biçimde Esat karşıtı ve demokratik değişim yönünde bir politika izlemesi Tahran’ın gözünde Ankara’nın Batının işbirlikçisi olarak görülmesine yol açmaktadır. zaman periferide sıcak çatışmalar da yaşanabilir. Taraflar kendi etraflarında geniş bir müttefikler ağı ve cepheler oluştururlar. ABD ve İran arasında da bu anlamda Ortadoğu bölgesinde yeni mücadele alanları ve derin bir kamplaşma yaşanacaktır. Yeni Soğuk Savaş, Suriye ve Türkiye Ortadoğu’daki yeni soğuk savaşın tarafları yavaş yavaş belirmeye başlamıştır. Bir yandan İran, Suriye, Irak ve Lübnan (Hizbullah); diğer yanda ise ABD, İsrail, S. Arabistan ve Körfez emirlikleri yer almaktadır. İran ve ona dışarıdan zaman zaman destek veren Rusya ve Çin, Arap baharını ABD ve Batının bir projesi olarak görme eğilimindedirler. Dolayısıyla onların gözünde düşen her bir domino taşı, ABD ve Batının hanesine yazılan stratejik bir kazanç olarak okunmaktadır. Bu çerçevede Suriye bölgedeki yeni kamplaşmada en önemli stratejik mücadele alanına dönüşmüş durumdadır. Devrimden bu yana kendisinin en yakın müttefiki olan Suriye, İran için vazgeçilmez önemdedir. Esat rejimi de bu durumun farkındadır ve kartlarını oldukça iyi oynamaktadır. İran’ın ABD ve Batı tarafından nükleer kriz üzerinden aniden sıkıştırılmaya başlanmasının bir nedeni de İran’ı Suriye’den vazgeçirmeye ikna etmektir. Şimdilik bu başarılamasa 46 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 da bahar aylarına doğru Suriye rejiminin iyice zayıflaması ile birlikte İran’ın nükleer silah için zaman kazanmak adına Suriye’den vazgeçmesi sürpriz olmayacaktır. Öte yandan hem İran hem de ABD bu yeni soğuk savaşta Türkiye’yi kendi yanlarında görmek istemektedirler. Oysa eski soğuk savaş şartlarını en can yakıcı biçimde tecrübe eden ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Batı ve Doğu Bloklarının jeopolitik fay hatlarının kesişim noktasında bulunan Türkiye cepheleşmenin yarattığı gerginliklerin sonuçlarını yakından bilmektedir. Şimdi bir yandan geleneksel müttefiki ABD ve NATO ile ilişkilerini kopartmamaya çalışırken, diğer yandan yeni cepheleşmede taraf değil denge unsuru ve arabulucu olmak istemektedir. Türkiye’nin bu hassas duruşu özellikle İran’ı rahatsız etmektedir. Son günlerde Bağdat ve Beyrut’tan gelen eleştirilerin arkasında işte bu memnuniyetsizlik yatmaktadır. Özellikle Suriye konusunda Türkiye’nin Batıya paralel biçimde Esat karşıtı ve demokratik değişim yönünde bir politika izlemesi Tahran’ın gözünde Ankara’yı Batının işbirlikçisi olarak görülmesine yol açmaktadır. Oysa Türkiye için önemli olan bölgedeki eski soğuk savaş döneminden kalan otoriter yapıların bir an önce tasfiye olması ve yerine özgürlüklere dayalı demokratik rejimlerin kurulmasıdır. Bu anlamda bölgede yaşanan rekabet bir anlamda İran’ın katı otoriter sistemiyle Türkiye’nin demokratik vizyonu arasındaki ayrışmadan kaynaklanmaktadır. Özetle, ABD ile İran arasında Ortadoğu’da yeni bir soğuk savaş dönemi başlamıştır. Basra körfezindeki mücadele ve Suriye konusundaki ayrışmaları bu gözle okumak mümkündür. Türkiye bu rekabette cephe ülkesi değil, alternatif bir vizyonun temsilcisi olması gerekir. Bu vizyon çatışma yerine karşılıklı çıkarları koruyan ekonomik işbirliği ve entegrasyonu; özgürlükler temelinde demokratik meşruiyete dayalı yeni rejimlerin kurulmasına destek vermeyi içermelidir. Türkiye’nin tarihsel tecrübesi ve bölgeye yönelik ilişkiler ağı bu özgün rolü oynamaya elverişli bir ortam ve fırsat sağlamaktadır. SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü, Prof. Dr.* Röportaj Dağı: “Türkiye, Şii Hilali Kamplaşmasına Zorlanıyor” SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Prof. Dr. İhsan Dağı, ODTÜ İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. “Ortadoğu’da İslam ve Siyaset”, “Türk Dış Politikasında Gelenek ve Değişim”, “Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik” kitaplarının yanısıra birçok kitabın yazarı olan Dağı ayrıca Zaman ve Today’s Zaman gazetelerinde gündeme ilişkin yazılar yazmaktadır. Dağı, Ortadoğu’daki son gelişmeler ve Amerika’nın Irak’tan çekilmesi sonrası İran’ın dış politikasındaki muhtemel değişimler üzerine SD’nin sorularını cevaplandırdı. SD: ‘Şii Hilali’ kavramını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uzun süredir tedavülde olan bir kavram bu. Bir yandan Amerika ve Batı çevrelerinde duyuyoruz bunu, öte yandan da Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinden. Tarihsel SünniŞii ayrımını yaratan teolojik görüş farkına dayansa da ‘Şii Hilali’ aslında bugüne ilişkin ve stratejik bir anlatı. Buna göre, İran’ın yükselen bölgesel gücünü dengelemenin ve durdurmanın bir yolu olarak mezhepsel dayanışmayı meşrulaştırmak üzere ‘Şii tehdidi’ meselesi öne çıkarılıyor; ‘Şii İran korkusu’ bölgedeki Sünni devletler ve kitleler arasında bir dayanışma ve hatta blok yaratmak üzere abartılıyor. Öte yandan İran’ın da ‘Şii’ unsurunu kendisi için stratejik bir araca dönüştürdüğüne kuşku yok. İran, bölgeye yayılan Şii unsurları ve bunların gücünü kendisine yönelik bölgesel ve küresel tehditleri durduracak bir ileri savunma hattı olarak görüyor. Körfez ülkeleri, Irak, Suriye ve Lübnan’daki kayda değer Şii nüfus İran’ın bölgesel politikasında ‘İran’ın stratejik çıkarlarını’ koruyucu demografik bir kalkana dönüştürülmek isteniyor. İran ulus devleti ve rejimi bölgedeki Şii demografisinin koruyuculuğu altına alınmaya çalışılıyor. Sonuçta bir tarafta Suudi Arabistan ve ABD öte taraftan da İran bölgesel rekabeti ve güç mücadelesini mezhep dinamikleriyle yürütmeye kalkışıyorlar. Bence bu son derece tehlikeli. Şii hilali kavramını daha çok Sünniler arasında, özellikle de Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır’da duyuyoruz ama bu gerginliğin çatışmaya dönüşmesi halinde ‘çatışma alanları’ İran değil Sünni coğrafya olacak. SD: İran, Amerika tarafından as- keri olarak çevrelenmişti. Şimdi ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 47 ABD’nin Ortadoğu’daki varlığı ve müdahaleleri İran’ın konumunu güçlendirici sonuçlar yaratıyor. Irak’ın ABD tarafından işgali aslında orta vadede İran’ın Irak’a girmesinin yolunu açtı. ABD’nin çekilmesiyle de Irak merkezi yönetimi neredeyse tamamen Şii denetimine geçti. ise Amerika’nın Irak’tan çekilmesi, Afganistan’da başarısız olması ve Ortadoğu’daki son gelişmeler sonrası etkinlik alanının zayıflaması İran’ın bölgedeki konumunu –‘Şii Hilali’ tartışması bağlamında- nasıl etkileyecek? Amerika’nın Ortadoğu’daki varlığı ve müdahaleleri İran’ın konumunu güçlendirici sonuçlar yaratıyor. Irak’ın Amerika tarafından işgali aslında orta vadede İran’ın Irak’a girmesinin yolunu açtı. Amerika’nın çekilmesiyle de Irak merkezi yönetimi neredeyse tamamen Şii denetimine geçti. Başbakan Maliki, yönetimdeki Sünni unsurları uzaklaştırdı. Irak Kürt yönetimiyle de ilişkileri kopma noktasında. İçerde Sünniler ve Kürtlerle merkezi yönetimi tamamen kontrol etmek için mücadele eden Maliki liderliğindeki Şiilerin bölgede yaslanabilecekleri yegâne güç İran. Irak’ın içişlerine Türkiye’nin müdahale ettiğinden yakınan Maliki nedense ülkesinde adeta Irak içi bir unsura dönüşen İran varlığından ve nüfuzundan 48 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 şikâyet etmiyor. Çünkü dediğim gibi, İran ülke içi iktidar mücadelesinde rakiplerine karşı kullanılabilecek bir güç olarak görülüyor. Sonuçta da Irak’ta İran nüfuzu tarihte görülmedik düzeyde artıyor. Tabii bu durumda Amerikan işgali öncesinde ‘Şii İran’a karşı ‘Sünni Arap’ dünyasının önemli bir parçası olan Irak’ta gelinen bu nokta özellikle Körfez ülkelerinde ‘Şii Hilali’ korkularını depreştiriyor. SD: Peki, Amerika’nın hegemonya alanının daralması ve zayıflaması, diğer taraftan da İran’ın bölgesel gücünü ve diğer küresel güçlerle olan ilişkilerini geliştirmesi Amerika’nın İran politikasını nasıl etkileyecek? Şunu not etmek gerek; Amerika’nın İran politikası tek başına Amerika’dan veya İsrail’den de kaynaklanmıyor. Amerika’nın İran’a yönelik politikalarında bir diğer önemli faktörün Suudi Arabistan olduğunu unutmayalım. Bölgede artan İran nüfuzuna tek başına direnemeyeceğini bilen Suudiler Amerika’nın İran’a yönelik sert politikalarını teşvik ve tahrik ediyorlar. Örneğin İran’ın nükleer programına yönelik küresel siyasetin sadece Batı çıkarları veya İsrail’in korunması saikleriyle oluştuğunu düşünürsek meseleyi eksik analiz etmiş oluruz. Bu noktada Suudi Arabistan’ın Batıyı İran’a karşı harekete geçirici gücünü atlamamamız gerekir. Benzer bir Suudi lobisi Türkiye’ye yönelik olarak da yapılıyor. Suriye meselesi üzerinden Türkiye’nin de ‘Şii Hilali’ne karşı oluşan Suudi merkezli bloğa katılması çabaları yoğunlaştı. Türkiyesiz ‘Şii Hilali’nin İslam dünyasını saracağı düşünülüyordu. Türkiye’nin de katılacağı bir ‘anti Şii blok’ bölgeyi mezhepsel kutuplara böler. Türkiye bunun farkında. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun son Tahran gezisinde ‘Bölgeyi mezhep savaşlarına götürmeye çalışıyorlar’ uyarısı Türkiye’nin bu kamplaşmaya katılmayacağının bir işareti sayılabilir. Ancak Irak’ta Mali- ki yönetimiyle sertleşen ilişkiler ve Suriye’de Esad rejiminde artan İran nüfuzu Türkiye’de de kaygılar yaratıyor. Her geçen gün Türkiye’nin Güneyden İran-Şii nüfuzuyla çevrelendiğine ilişkin algı pekişiyor. Bu da orta vadede Türkiye’yi ‘Şii Hilali’ tezine yakınlaştırabilir. SD: Amerika-İran arasında uzun yıllardır devam eden soğuk savaşın danışıklı bir dövüş gibi her iki tarafında lehine sürdüğüne ilişkin argüman kamuoyunda zaman zaman gündeme gelmektedir. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Ben bunun bir ‘oyun’ olduğunu sanmıyorum. Sözünü ettiğiniz soğuk savaş 1979 devrimiyle başladı. Bu devrimi de Amerika istemedi. Şah döneminde İran-Amerika ilişkileri yıllarca pürüzsüz gelişti. Üstelik bu yıllarda Amerika’nın bölgedeki diğer önemli müttefiki de Suudi Arabistan’dı. İran ve Suudi Arabistan’la yakın stratejik işbirliğine dayanan ‘çift sütunlu’ bir Ortadoğu politikası izledi Amerika bu dönemde. Yani bu iki ülkeden birisiyle kurulan stratejik işbirliği ötekini dışlamayı gerektirmedi. Her iki ülke de Amerika’yla birlikte olmakta sakınca görmediler. Yani anlatmak istediğim şu; 1979 öncesinde görüldüğü üzere Amerika İran’a karşı bir pozisyon alarak Ortadoğu’da kendine bir alan açmak zorunda değil. Sonuçta Amerika ve İran arasında yürüyen soğuk savaş her iki tarafa da avantajlar yaratmış olabilir. Ama Amerika’nın İran’la, İran’ın da Amerika ile çatışmak yerine işbirliği yaparak da bölgesel ve küresel siyasette çıkarlarını maksimize edebileceklerini unutmamak lazım. 1979 sonrası konjonktür buna izin vermedi. Bilinçli bir tercihten ziyade verili koşullarda geliştirilen yeni stratejilerden söz edebiliriz. SD: Önümüzdeki Mart ayında İran’da seçimler yapılacak. Son bir senedir Ortadoğu’da esen Arap Baharı’nın İran’daki muhalefet üzerinde nasıl bir etkisi olabilecek? Benzer bir gelişme İran’da da yaşanabilir mi? Evet, Mart’ta İran’da Meclis seçimleri yapılacak. Mısır ve Tunus’la kıyaslanacak türden seçimler değil bunlar. Bir tür ‘iç iktidar’ mücadelesine sahne olacak. Dini lider Hamaney ile Cumhurbaşkanı Ahmedinejad yanlıları arasında cereyan edecek rekabet. Ama sonuçta bu İran’da bir iktidar değişikliği anlamına gelmeyecek. Seçimler, içinde iktidar değişikliği imkânını ve ihtimalini barındırmazlarsa zaten temel işlevlerini görmüyorlar demektir. Dolayısıyla heyecan, ilgi, katılım yaratmazlar. Bu, İran’da toplumsal ve siyasal muhalefet olmadığı anlamına gelmez elbette. 2009 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından bunu gördük. Ancak İran’da rejimin ideolojik ve kurumsal aygıtları hala güçlü. Üstelik toplumun alt katmanlarından gelen büyük bir destek de sözkonusu. Ayrıca İran’ın devam Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun son Tahran gezisinde ‘bölgeyi mezhep savaşlarına götürmeye çalışıyorlar’ uyarısı Türkiye’nin bu kamplaşmaya katılmayacağının bir işareti sayılabilir. edegelen dış politika sorunları da muhaliflerin siyasal gündeme nüfuz etmelerini, aslında düpedüz muhalefet etmelerini zorlaştırıyor. Aslında devrimden bu yana İran’da muhalif unsurlar dışarıdan gelen tehditlere karşı rejim ve ülke güvenliği gerekçesiyle susturuldu. Amerika’nın İran’a müdahalesi gündemde oldukça İran’da muhalefetin rejime karşı meşru ve kitlesel bir pozisyon geliştirmesi çok zor olacak. Amerika’nın müdahaleci politikaları sadece rejimi güçlendirmeye, muhalefeti sindirmeye yarıyor. İran, ‘bahar’ını 1979 yılında yaşamıştı; ama o bahardan ideolojik bir devlet doğdu. SD: İran’ın Suriye’ye ilişkin politikala- rında kısa veya orta vadede uluslararası baskılardan kaynaklı bir değişiklik öngörüyor musunuz? İran’ın Suriye politikasının değişeceğini sanmıyorum. İran için Suriye bir ‘ön cephe’. Suriye düşerse sıranın İran’a geleceğini düşünüyorlar. Dolayısıyla Esad rejimini savunmak İran’ı savunmakla eşdeğer görülüyor. Üstelik Esad tutunursa İran’ın bölgesel gücünün artacağını da biliyorlar. Yani Suriye bir yandan bir ‘ileri savunma hattı’, öte yandan da bir zıplama tahtası. Lübnan, Filistin ve Ürdün’e uzanan bir hatta İran etkisi Esad rejimiyle tahkim edilebilir. Hesabın bir yanı da bu. Öte yandan ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 49 Sorun İran ve Türkiye’nin ‘bölgesel rekabet’i. Bu bağlamda da gerçek iki sorun var. Birincisi Irak’ın geleceği ve bu gelecekte İran’ın ve Türkiye’nin ne denli etkin olacağı, ikincisi de Suriye krizi. İran için bir de Türkiye meselesi var. Daha geçen yıla kadar Suriye hızla Türkiye’nin etki alanına doğru kayıyordu. Esad, Türkiye üzerinden dünyaya açılmaya çalışıyor, Türk hükümetiyle derin işbirlikleri kuruyordu. Türkiye’de Suriye’nin istikrar içinde dönüşümüne katkıda bulunmak adına siyasal ve ekonomik ilişkilerini geliştirmişti. Ama değişim ve reform taleplerine kulaklarını tıkayan Esad’a karşı Türk hükümeti net bir pozisyon aldı ve sonuçta ilişkiler gerildi. Esad gitmeden TürkiyeSuriye ilişkilerinin normalleşeceğini sanmıyorum. Esad ile Türkiye’nin yolları ayrıldı bugün. Dolayısıyla bu İran için bir fırsat. Suriye için de İran bir nimet. Çünkü bölgede başka bir dayanağı ve hatta dostu kalmadı. Sonuçta İran ve Esad rejimi tencere kapak oldular. Birbirlerine muhtaçlar. SD: Kısa bir süre öncesine kadar Tür- kiye-İran arasındaki ilişkiler kısmen iyi durumdaydı. Ancak füze kalkanının Malatya’ya yerleştirilmesi ve Suriye nedeniyle ilişkiler gerginleşti. Bundan sonrası için İran ve Türkiye ilişkilerinin nasıl olacağını düşünüyorsunuz? Açıkçası ben Türkiye ile İran arasındaki sorunun NATO füze kalkanı radarlarının Türkiye’ye yerleştirilmesi kararı olmadığını düşünüyorum. NATO’ya yeni üye olmuş değil Türkiye. Ortak savunma kavramını yıllardır NATO’yla birlikte hazırlıyor. NATO savunma sistemi bütün bölgeden gelebilecek tehditlere göre tasarlanıyor zaten. Bence sorun İran ve Türkiye’nin ‘bölgesel rekabet’i. 50 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Bu bağlamda da gerçek iki sorun var. Birincisi Irak’ın geleceği ve bu gelecekte İran’ın ve Türkiye’nin ne denli etkin olacağı, ikincisi de Suriye krizi. Güney komşularımızdaki iki krizde de İran çıkıyor karşımıza. Bu iki kriz alanında da İran işbirliği yapmaya yanaşmaz ve Türkiye ile birlikte çalışmaya razı olmazsa İranTürkiye gerginliği artarak devam eder. Çünkü aksi, İran’ın Türkiye’yi güneyden ‘çevrelemeye’ çalıştığı algısına yol açar. Bu, Türkiye’nin Ortadoğu’dan koparılması anlamına gelir. Böyle bir algı yerleştikçe de Türkiye-İran ilişkileri gergin kalır. Sorunun çözümü, rekabet ve çatışma yerine işbirliği odaklı bölgesel siyasetten geçiyor. Herkesin kazandığı bir senaryo ancak böyle mümkün. Röportaj: Bedir SALA ‘Şii Hilali’ Kimin Meselesi? S “Şii Hilali” veya başka ne şekilde telaffuz edilirse edilsin, İslam dünyası için bir Sünni ve Şii olgusunun varlığı söz konusudur. Mezhebi veya etnik farklılıklar çatışmayı gerektirmez. Ancak etnik veya mezhebi algılar yanlış yönlendirildiğinde, ideolojik zemine oturtularak fanatizm teşvik edildiğinde, birileri tarafından her an bir fitne ateşinin, bir çatışmanın fitili ateşlenebilir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. ovyetler Birliği’nin dağılmasıyla beraber tek kutuplu hale gelen dünyamızda, Batı dünyası, çatışma algısı üzerine kurulu geleneksel politikalarını devam ettirme noktasında kendisine yeni bir rakip aramış, bu siyasetini İslam dünyası üzerinden uygulama yönüne gitmiştir. Zaten uzun bir müddetten beri Batılı güçlerin sömürü politikalarına hedef olan İslam dünyası, hedef tahtasına oturtulmasıyla beraber radikal hareketlere, işgallere, etnik ve mezhebi çatışmalara muhatap olmuştur. Artık bütün bunların İslam dünyasını zayıflatmaya, anarşi, istikrarsızlık ve kaosa sürüklemeye matuf plan ve projelerin bir sonucu olduğu herkesin malumudur. Ancak İslam dünyasındaki ideolojik tutumlar, etnik milliyetçiliği ve mezhepçiliği öne çıkaran fanatik yapılanmalar, bunlar üzerinden yapılan saltanat ve çıkar kavgaları, tiranlıklar, köhneleşmiş zihniyet ve kurumsal yapılar söz konusu plan Talip ÖZDEŞ* ve projelerin karşısında tutarlı stratejilerin geliştirilmesinin önünde büyük bir engel oluşturmaktadır. Bu olumsuz durumların etkisi ve baskısı altındaki İslam dünyası, küresel çapta meydana gelen değişim ve dönüşümler karşısında tıkanmakta, direnmekte, makul olmayan tepkiler ortaya koymaktadır. Günümüzün siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal problemleri karşısında tutarlı proje ve çözümler üretemeyenler, geçmişin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel şartları içerisinde teşekkül etmiş anlayışlara, zihniyet ve ideolojilere sarılmakta, bu bağlamda fanatik ve radikal tutumlar sergilemektedirler. “Şii Hilali” veya başka ne şekilde telaffuz edilirse edilsin, İslam dünyası için bir Sünni ve Şii olgusunun varlığı söz konusudur. Mezhebi veya etnik farklılıklar çatışmayı gerektirmez. Ancak etnik veya mezhebi algılar yanlış yönlendirildiğinde, ideolojik zemine oturtularak fanaŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 51 Problem olan şey, ortaya çıkan dini anlayış ve yorumların doğrudan İslam’ın kendisiyle özdeşleştirilmesi, mutlak hakikat olarak kabul edilip ideolojik zemine taşınması, farklı görüşlere tahammülsüzlüğün, bağnazlık ve fanatizmin zihinlerin üzerini örtmesidir. tizm teşvik edildiğinde, birileri tarafından her an bir fitne ateşinin, bir çatışmanın fitili ateşlenebilir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Gerek ulusal gerek uluslar arası siyaset, çıkara ve sömürüye endekslendiğinde, hedeflerini gerçekleştirmek için etnik, mezhebi ve her türlü farklılaşmayı şartlar müsait olduğunda çatışma zeminine taşıyabilir. Nitekim İslam dünyası, İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren en büyük darbeyi “Fitne Hareketleri” adı verilen kargaşa, anarşi ve çatışma durumlarından almıştır. İslam dünyasında Hz. Peygamberin 632 yılında vefat etmesinden kısa bir müddet sonra ortaya çıkan ihtilafların merkezinde siyaset konusu yer almıştır. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’le Şah İsmail ve taraftarları arasında ortaya çıkan, etkileri günümüzde hâlâ hissedilen ihtilaf ve çatışmanın kaynağı da aslında dini veya mezhebi değil, büyük ölçüde siyasidir. Mezhep olgusu, bu çatışmada sadece bir argüman olarak kullanılmıştır. İslam dünyasında yaklaşık son iki yüz yıldır dini, mezhebi veya ideolojik söylemlerle ortaya çıkan hareketlerin merkezinde de siyaset konusu yer almaktadır. Müslümanlar aynı dine, kitaba ve peygambere inanmalarına rağmen, sosyo-politik, ekonomik ve kültürel farklılıklar, siyaset merkezli 52 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 yapılanmalar, kabilecilik, etnik milliyetçilik ve mezhepçilik gibi durumlar dinin asli kaynaklarına farklı yaklaşım ve yorumların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hz. Peygamber’in Medine’de vefatından otuz yıl geçtikten sonra iç-dış birtakım faktörlerin etkisiyle Müslümanların kendi aralarında siyasi çekişmelere girmeleri, üçüncü halife Hz. Osman’ın isyancılar eliyle şehit edilmesi, Hz. Ali’nin Medine’de hilafete seçilmesinin ardından yaşanan Cemel ve Sıffin olayları, Hz. Ali’nin şehit edilmesi ve daha sonra meydana gelen Kerbela olayı hilafet ve imamet konusu üzerindeki ihtilafları derinleştirmiştir. Söz konusu ihtilaf ortamında İslam’ın politik yönünü merkeze alarak sistemini buna göre oluşturan Şia, “imamet” adını verdiği devlet başkanlığının Hz. Peygamber’den sonra gizli veya açık bir nassla Hz. Ali’ye geçtiğine, Ehl-i Beyt’ten gelen imamların masumiyetine (günahsızlığına) inanan ve ona tabi olduklarını söyleyen fırkanın adıdır. Şia, siyaset konusunda “İmamet”, “Velayet” ve “Masumiyet” teorilerini öne çıkarırken, Sünnilik, ona alternatif olarak “Hilafet”, “Biat” ve “İcma” teorilerini öne çıkarmıştır.1 Şia kendi iç bünyesinde de başlıcaları İmamiyye, İsmailiyye, İsna´aşeriyye, Keysaniyye, Nusayriyye ve Zeydiyye diye bilinen gruplara ayrılmıştır. İmamiyye, bunların içerisinde en fazla öne çıkan ve bugün İran ve Irak’taki Şiilerin büyük çoğunluğunu oluşturan fırkadır. İmamiyye’ye göre Hz. Ali, bizzat Hz. Peygamber tarafından vasiyetle ve sadık bir nassla devlet başkanı olarak tayin olunmuştur. Dinde imam tayininden daha önemli bir iş yoktur. Ehl-i Beyt’ten gelen veya onların temsilcisi durumunda bulunan imamlar, masumiyet sıfatına sahip olarak kanun koyma ve teşri´ (yasama) konusunda tam bir yetkiye sahiptirler. Onların bütün dedikleri şeriattandır. Kur’an ayetlerinin zahiri anlamlarının yanında bir de Batıni anlamları vardır. Bu anlamlara ancak masumiyet sıfatı ile muttasıf imamlar muttali olabilirler.2 Şia, Kur’an ve sünnet nasslarını siyasi görüşleri doğrultusunda tevil ederek haklılığına delil getirme yönüne gitmiştir. Ehl-i Sünnet veya Şia gibi Kur’an’ın nüzul döneminden ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra siyasi-itikadi anlamda ortaya çıkan yönelimlerin asli çizgilerini ve kurumsallaşmış yapılarını korumakla ABD’nin bölgeden çekilmesinden sonra ortaya çıkan otorite boşluğunun Şii gruplarca doldurulmasına fırsat verilmesi, Batının İslam dünyasına yönelik politikalarında mezhep kartını oynayabileceğinin işaretlerini vermektedir. beraber zaman içerisinde birtakım değişim ve dönüşümlere, kendi içerilerinde farklılaşmalara konu olmaları doğal bir durumdur. Problem olan şey, dinin kaynaklarına yaklaşımda, dini nassları anlama ve yorumda farklılıkların ortaya çıkması değildir. Çünkü yaklaşım ve yorum farklılığı birçok faktörün devreye girmesiyle ortaya çıkan doğal ve kaçınılmaz bir durumdur. Problem olan şey, ortaya çıkan dini anlayış ve yorumların doğrudan İslam’ın kendisiyle özdeşleştirilmesi, mutlak hakikat olarak kabul edilip ideolojik zemine taşınması, farklı görüşlere tahammülsüzlüğün, bağnazlık ve fanatizmin zihinlerin üzerini örtmesidir. Bu durum İslam’ın kardeşliği, adaleti, insan hak ve özgürlüklerini, sevgi ve dayanışmayı öne çıkaran evrensel prensiplerinin ihmal edilmesini, birbirini dışlamayı, kutuplaşmaları, çatışma ve istikrarsızlıkları beraberinde getirmektedir. İslam açısından Sünnilik veya Şiilik gibi bir etiket dini bir zorunluluk değildir. Geçmişin düşünce kalıplarını kutsallaştırarak, geleneği ve belirli sosyo-politik, kültürel ve ekonomik şartlar içerisinde teşekkül eden kurumsal yapıları İslam’ın önüne geçirerek çağı ve gelişmeleri yakalamak mümkün olmadığı gibi, etnik milliyetçilik ve mezhepçilik üzerinden siyaset yaparak güç olma isteği, emperyalizmin İslam dünyasına ve Ortadoğu’ya yönelik politikalarını boşa çıkarma talepleri boş bir hayal olmanın ötesine geçemez. Kum ve Necef’in Tarihi Yakınlığı Bugün Türkiye ile birlikte Ortadoğu’da belirli bir politik ve askeri güce sahip İran’ın, özellikle 1979’daki İran Devrimi’nden sonra gerek Irak’ta ve gerekse Lübnan, Suriye ve Körfez ülkelerinde mevcut Şii nüfusla ilgilenmesi, onlar üzerinden etkinlik ve hâkimiyet alanını genişletmek istemesi anlaşılmayacak bir durum değildir. İran’daki Kum kentiyle Irak’taki Necef kenti arasında her zaman belirli bir yakınlık olmuştur. İran’dan Irak’a, Suriye’ye, Lübnan’a, Körfeze ve Yemen’e uzanan Şii hattı, Afganistan ve Pakistan’daki Şii varlığı İslam dünyasının inkârı mümkün olmayan bir gerçeğidir. Mezhepçilik üzerinden meydana gelebilecek bir ayrışım ve çatışma İslam dünyasını istikrarsızlaştırarak büyük bir kaosun içerisine itebilir. Nitekim Afganistan ve Irak’ın işgalinden sonra oralarda ciddi bir Şii oluşumunun ortaya çıkmış olması, ABD’nin bölgeden çekilmesinden sonra ortaya çıkan otorite boşluğunun Şii gruplarca doldurulmasına fırsat verilmesi, Batı’nın İslam dünyasına yönelik politikalarında mezhep kartını oynayabileceğinin işaretlerini vermektedir. ABD ve Batı’nın bir taraftan Ortadoğu’da İran’ın İsrail karşısında nükleer silaha sahip bir güç olarak ortaya çıkmasını engellemeye matuf bir siyaset izlerken, diğer taraftan yine İran ve ŞiilikSünnilik karşıtlığı üzerinden Türkiye dahil bütün bir İslam dünyasını kaosa götürebilecek mezhebi bir çatışmayı teşvik edip kışkırtması pragmatist politika anlayışına ters düşmez. Obama’nın yönetimde olması, demokrasiye vurgu yaparak problemlerin politik zeminde çözülmesini öne çıkaran bir stratejiyi benimsiyor olması, Ortadoğu ve İslam ülkelerine yönelik politikalarda bazı değişiklik ve esneklikleri beraberinde getirse bile, bu durum ABD ve Batı politikalarının gelenekselleşip kurumsallaşan temel çizgilerinin değiştiği anlamına gelmez. Şii Hilali kavramı Sünni Arap ülkelerinin Şia tarafından kuşatılmakta olduğuna matuf olarak ilk defa Ürdün Kralı Abdullah tarafından seslendirilmiş, Hüsnü Mübarek ve Sünni krallar tarafından da benzer açıklamalar yapılmıştır. Bu açıklamalar bölgedeki Sünni Arap liderlerin uzun vadede Şia faktörünü tehdit olarak algıladıklarının bir göstergesi olarak anlaşılabilir. İran İslam Cumhuriyeti dini lideri Ayetullah ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 53 Türkiye için Suriye’nin bütünlüğünün korunması önemli olduğu kadar, halkın önemli bir kesimini oluşturan yönetim karşıtı kitlelerin Esat yönetimi tarafından katledilmelerinin önüne geçilmesi de önemlidir. Ali Hamaney, yayınladığı hac mesajında “Şii Hilali tehdidi” iddiasında bulunanları sert bir dille eleştirmiş olmasına rağmen, Irak’ta yönetimin Maliki ve ekibinin uhdesine verilmesi, Lübnan’da Şii Hizbullah’ın giderek saygınlık kazanması, Yemen’deki Şii ayaklanması, Pakistan ve Afganistan’da Şii kökenlilerin yönetimde etkin hale gelmeleri Şii yayılmacılığını güçlendiren argümanlar olarak değerlendirilebilir. ABD ve Batı’nın İran’a uygulamak istedikleri yaptırımlar karşısında İran’ın, dış politikada manevra alanını genişletmesi için Şiilik faktörünü bir araç olarak kullanıyor olması da ihtimal dışı değildir. Nitekim İran’ın, Arap Baharı’nın etkisiyle son zamanlarda Suriye’de meydana gelen muhalif halk hareketleri karşısında Esat yönetimi’ne destek vermesi söz konusu stratejinin bir parçası olarak algılanabilir. Bu arada Irak’ta Maliki’nin de Suriye konusunda benzer politikayı sergiliyor olması dikkat çekicidir. Gelinen noktada Türkiye ve İran dâhil bütün bir İslam dünyası, her zaman olduğundan daha fazla bir şekilde istikrara, bütünlüğün korunmasına ve dayanışmaya muhtaçtır. Etnik ve mezhebi farklılıklar bu dünyanın inkâr edilemez bir gerçeğidir. Etnik veya mezhebi yönden farklılıkları kışkırtarak kutuplaşmaları ve çatışmayı körükleyen her söylem ve faaliyet hiçbir İslam ülkesi için asla iyi bir sonuç ortaya çıkartmaz. Farklılıkta birlik esas olmalıdır. Türkiye’nin en yakın komşularıyla çatışarak bir yere ulaşması mümkün değildir. Ancak İslam dünyasının küresel düzeyde ortaya çıkan değişim, dönüşüm ve gelişmeleri görmesi, siyaset, hukuk ve ekonomi alanlarında gereken dönüşüm ve açılımları gerçekleştirmesi önemlidir. Artık tiranlık ve diktatörlüklerle ülkeleri yönetme dönemi son günlerini yaşamaktadır. Çok iyi niyetli olarak yorumlanıyor ve hesapta olmayan bazı aksaklıklar çıkıyor olsa bile, Türkiye’nin İran ve Suriye başta olmak üzere bölgede izlediği İslam kardeşliği, barışı, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, halkların birlik ve bütünlüğünü, insan haklarının korunmasını öne çıkaran siyaset, tarihi misyonu ile uyumlu, ilkeli, dengeli ve onurlu bir siyasettir. Türkiye için Suriye’nin bütünlüğünün korunması önemli olduğu kadar, halkın önemli bir kesimini oluşturan yönetim karşıtı kitlelerin Esat yönetimi tarafından katledilmelerinin önüne geçilmesi de önemlidir. Türkiye’nin İran ve Suriye ile Batı ve ABD arasındaki problemlerin çözümünde diplomatik kanalları öne çıkararak inisiyatif kazanmaya çalışması, çok boyutlu politikalar izleyerek bölgesindeki ülkelerin yönetimlerini kendi liderliğinde oluşan istişare zeminlerinde bir araya getirerek bölgesel problemlerin çözümü için ortak karar alma süreçlerini teşvik etmesi ciddi bir örneklik oluşturmaktadır. Ancak Türkiye ve bölge ülkelerindeki sivil toplum örgütlerinin de bu sürece dâhil edilmeleri gerekmektedir. Bu örgütler aracılığı ile ve ayrıca bölge ülkeleri arasında iktisadi, kültürel ve sosyal ilişkilerin geliştirilip canlandırılması yoluyla kimlikler ve gelenekler inkâr edilmeksizin İslam’ın yüce değerlerini, insanlığın evrensel kazanım ve tecrübelerini merkeze alan zihniyet dönüşümlerinin gerçekleştirilmesine ihtiyaç vardır. SDE Uzmanı, Prof. Dr.* 1. Geniş bilgi ve değerlendirme için bk. Celal Kırca, “İlimler ve Yorumlar Açısından Kur’an’a Yönelişler”, Tuğra Neşriyat, İstanbul 1993, s. 89-100 2. İmamiyye hakkında geniş bilgi için bk..Muhammed A. Ebu Zehra, İslam’da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, çev. Ethem Ruhi Fığlalı-Osman Eskicioğlu, Yağmur Yayınevi, İstanbul 1970, s. 68-79 54 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 İran’a Petrol Ambargosunun Faturası Türkiye’ye Serkan ŞAHİN* Ham petrol tedariki yönünden yarı yarıya İran’a bağımlı olan Türkiye, İran’a karşı uygulanacak bir petrol ambargosu yahut Hürmüz Boğazı’nda yaşanabilecek bir kriz esnasında Suudi Arabistan’ın da kaynaklarına muhtaç olabilecektir. Coğrafi konumu muhtemel bir petrol krizinde Türkiye’yi derinden etkileyebilir. T ürkiye’nin nükleer enerji serüveni ayrı bir hikâye olsa da komşumuz İran’ın nükleer enerji tutkusu bizimkinden çok daha karışık ve çok daha kritik bir konu olarak dünya kamuoyunda kendisine yer bulmaktadır. Buradaki ana meselenin İran’ın kendisi mi, ABD’nin çıkar noktalarına jeostratejik yakınlığı mı, yoksa nükleer teknolojide büyük paylaşımlar içinde olduğu Rusya’ya yakınlığı mıdır, tartışılır ancak bir gerçek var ki, neden ne olursa olsun bu hikâye sadece İran’ı, ABD’yi ve bölge ülkelerini değil, tüm dünyayı yakından ilgilendirmektedir. Konu bu kadar küreselleşmişken, bundan komşusu olarak Türkiye’nin de etkileneceği ve hatta şu an etkilenmekte olduğu kesindir. Bu etki, Türkiye’nin dış politika hamlelerini zorlaştırması bir kenara, enerji arz güvenliğini ve ekonomik çıkarlarını da tehdit eden bir noktaya doğru gitmektedir. Buradaki tehdidin tek kaynağının doğrudan İran’dan geldiğini söylemek insafsızca olabilir ancak yine de işin özünde İran’ın nükleer teknolojiye kavuşmadaki inadından vazgeçmemesi var. Farklı tartışmalar İran’ın bu inadından vazgeçip geçmemesi gerektiği üzerine dönmekte ve bu tartışmaların belirli bir noktada uzlaşması da pek mümkün gibi gözükmemekte. Buradaki fikir ayrılığının ise temelinde ABD ve Fransa gibi İran’ın nükleer teknoloji serüvenine şiddetle karşı çıkan ülkelerin enerji arzlarında yerel nükleer teknolojileri kullanması, hatta kendi bünyelerinde nükleer silahları bulundurmaları var. ABD gibi dünya tarihinde, savaşta nükleer silah kullanmış bir ülkenin İran’ın nükleer teknolojiye kavuşma çabasına, İran’ın asıl amacının nükleer silah sahibi olmayı amaçlaması ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 55 İran’ın Hürmüz Boğazı’ndaki tanker trafiğini engelleyici bir hamlesi, Çin’in, Hürmüz Boğazı’ndan geçen ham petrole olan ihtiyacı düşünüldüğünde tamamen ihracata dayalı ekonomisini zar zor ayakta tutmaya çalışan Çin için de çok tehlikeli olacaktır. olduğunu söyleyerek karşı çıkması biraz da trajikomik. Türkiye’nin enerji arz güvenliğine etkisinin ne olabileceği kısmı bizi birinci elden ilgilendirdiği için bu konuyu incelemek bu yazının amacı olarak seçildi. İran’a yapılacak herhangi bir fiziki müdahale ya da İran’ın direnişi ile ortaya çıkacak petrol arz sıkıntısı ile Avrupa Birliği’nin daha derin bir ekonomik sıkıntıya düşmesi muhtemel. Bu durumda genel ihracat pazarımız olan Avrupa Birliği’nin durumundan etkilenmememizin pek mümkün olmadığı da bir gerçek. İran petrolüne yüzde 14 oranında bağımlı olan Yunanistan’ın, henüz içinde bulunduğu sorunları aşamamışken İran’dan ithal edeceği petrolde bir sıkıntı yaşaması, durumunu kesinlikle derinleştirir. Buna ek olarak mecbur kalması durumunda daha pahalı kaynaklardan daha dezavantajlı kontratlarla ham petrol ithal etmesi yahut ihtiyaç duyduğu vadelere ulaşamaması durumunda, zaten durmak üzere olan ekonomisinin enerji sıkıntısı nedeniyle çökmesi pek de uzak bir ihtimal değil. Euro Bölgesi’nin sıkıntı çeken diğer ülkeleri olan İtalya ve İspanya’nın da İran petrolüne olan bağımlılığının faturası ani bir arz kesilmesinde çok ağır olur. Standard&Poors’un Avrupa Birliği’nin mali kurtarma notunun ve Fransa’nın kredi notunu AAA’dan AA+’ya düşürmesi de her ne kadar diğer kredi derecelendirme kuruluşlarından destek görmemiş olsa da yatırımcıların paralarını bölgeden uzaklaştırma konusundaki adımlarını bir adım daha uzaklaştırmalarına yetti. Euro Bölgesi’nin yaşadığı sıkıntılara Fransa’nın da dâhil olmaya başladığını gösterir bu işaretin ardından İran’dan gelecek bir arz sıkıntısının Avrupa için enerji maliyetlerini tırmandıracağı kesin. Avrupa için durumun sadece ham petrol ve akaryakıtta kalmayacağını da unutmamak lazım. Genel anlamda doğalgaz alımlarını petrol ürünlerine endeksli formülasyonlarla yapan Avrupa için ham petrolde artacak fiyat ve maliyet, bölgenin tamamı için ciddi bir sıkıntı çıkaracak gibi görünmekte. Ham petrolde küresel ‘benc- hmark’ olarak kullanılan Brent’in ana pazarı olan Avrupa Birliği’nin bu durumu, hâlihazırda son yıllarda üretimi çok ciddi şekilde düşen Brent’in arkasındaki en kuvvetli güç olan ana alıcısı ve en yakın pazar olan Avrupa Birliği’nin sahip olduğu ekonomik gücü, alım gücünü ve istikrarı yitirmesi ile benchmark ünvanının ciddi şekilde sarsılması da kaçınılmaz bir durum olur. Bu durum başta Kuzey Avrupa ülkeleri ve İngiltere, Fransa, İtalya ve Hollanda gibi üretici ülkelerin petrol gelirlerinde çok keskin azalmaların habercisi olur. Muhtemelen içinde bulunduğu bu sıkıntılı günlerde Avrupa’nın en son ihtiyacı olan durumlardan birisi bu. Çin Açısından Ambargonun Etkileri Bütün bu durumlar alevlendiğinde İran’ın Hürmüz Boğazı’ndaki tanker trafiğini engelleyici bir hamlesi, Çin için de tehdit edici bir duruma dönüşebilir. İlk bakışta İran’a konulacak bir ambargo ile İran’dan daha uygun fiyatlı kontratlarla petrol alması muhtemel gibi gözüken Çin’in, Hürmüz Boğazı’ndan geçen ham petrole olan ihtiyacı düşünüldüğünde, birkaç hafta sürecek arz sıkıntısında enerji maliyetlerindeki fiyat artışı ve arz/talep kaynaklı enflasyondan zarar göreceği kesin. Tamamen ihracata dayalı ekonomisini ABD ve Avrupa Birliği’ne yaptığı ticaretin azalmasıyla zar zor ayakta tutmaya çalışan Çin için bu durumun ne derece etkili olabileceğini tahmin etmek de zor olmayacaktır. Çin’in bu konuda sahip olduğu en kritik pozisyon ise elindeki Euro stoğu ile ABD Doları’na karşı Euro Bölgesi’ne “arka çıkma”sı. ABD Senatosu’nun Yuan’ın aşırı değerlenmesine karşı geçen sene Çin’i açıkça uyarmasının ardından Euro’nun da aşırı değer kazanmasından Çin’i sorumlu tuttuğu dile getirilmektedir. Öte yandan Çin, daha pahalı petrol alma mecburi- 56 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 yeti oluştuğunda elindeki Dolar rezervini arttırma çabası içine girerse bunun Euro üzerindeki etkisini de dikkate almak konunun ciddiyetini daha net ortaya koyacaktır. Türkiye Petrolde İran’a Bağımlı Bütün bu analizlerden sonra Türkiye’nin durumunun ne olduğunu incelemeye geçebiliriz. Bu incelemelerin temelindeki savımızı da netleştirirsek konuya daha bir açıklık getirebiliriz. Buradaki ana senaryonun iki ihtimali olabilir: Birincisi İran’a muhtemel bir ambargonun uygulanması ve İran’ın Hürmüz Boğazı’na müdahalesinin hızlı bir şekilde sonlandırılması, ikincisi de krizin daha da derinleşerek küresel anlamda bir petrol krizine dönüşmesi. Bu yazı kaleme alındığında (20.01.2012) EPDK’nın petrol piyasası hakkında yayınladığı Kasım 2011 Petrol Piyasası Raporu’nun verilerini kullanarak bir resim çizmeye çalışalım. Ekim ve Kasım 2011 aylarında Türkiye’nin İran’dan toplam ham petrol ithalatı sırasıyla 742.686 ve 727.751 ton olarak gerçekleşmiş. Aynı dönemde Türkiye’nin toplam petrol ithalatı ise 1.547.823 ve 1.493.087 ton olarak yayınlanmış. Bu miktarlara bakıldığında İran’ın bu dönemlerde toplam ithalattaki payı yüzde 47,98 ve yüzde 48.74. Bu oranlar İran petrolünün Türkiye için ne kadar önemli olduğunu göstermekle beraber bu bağımlılığın İran petrolüne uygulanacak olası bir ambargonun Türkiye’ye ne gibi bir zarar verebileceğini de ortaya koymakta. yüzde 8. Ancak Türkiye’nin İran için önemi bambaşka çünkü İran, yaptığı ihracatın büyük bir kısmını tanker taşımacılığı ile yaparken Türkiye’ye yaptığı ihracatı boru hatları vasıtasıyla yapmakta. Bu boru hatları da sadece Türkiye ve İran topraklarından geçmekte. Bu da İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatması durumunda petrolünü Batı’ya açabileceği en yakın rotanın Türkiye olması anlamına geliyor. Peki bu durum bir avantaj mı? Türkiye her ne kadar jeopolitik olarak önemli bir noktada gibi gözükse de temelde bu durumu ile ana tedarikçisi İran ve en büyük“resmi”müttefiki ABD arasında kalmaktan kendisini kurtaramıyor. Aynı nedenlerden dolayı Rusya’nın da baskısına maruz kalıyor. Bütün bunlar bir araya geldiğinde Türkiye “yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal” pozisyonunda sıkışıyor. Bundan da vahimi Türkiye’nin İran’a yaklaşması ABD, Avrupa, İsrail ve Suudi Arabistan’ı kızdırırken, Irak’taki Sünni rejimini de tehdit eder bir noktaya geliyor. Ekonomik olaraksa durum daha vahim. Şu an için enerji ithalatçısı durumundaki Türkiye İran’a uygulanacak bir ambargonun ya da İran’ın Hürmüz Boğazı’na müdahalesinin sonucu olarak ortaya çıkabilecek yüksek petrol fiyatlarından kaynaklanan maliyetlerin altında ezilirken, bir yandan da Rusya’dan alacağı doğalgazın faturasının da artması Türkiye, İran’ın Hürmüz Boğazı’na müdahalesinin sonucu olarak ortaya çıkabilecek yüksek petrol fiyatlarından kaynaklanan maliyetler altında ezilirken, bir yandan da Rusya’dan alacağı doğalgazın faturasının da artması tehdidiyle karşı karşıya kalacaktır. tehdidiyle karşı karşıya kalacaktır. Bu da ana ihracatçısı Avrupa Birliği ekonomik sıkıntılar yaşarken yeni pazarlar bulma mücadelesindeki Türkiye’nin dış pazarlardaki rekabet gücünü çok daha aşağı çekebilir. Buradaki diğer bir handikap ise bütün bu fırtınalı ortamın Türkiye’nin hemen dibinde cereyan etmesi. Bu durumda Türkiye’nin yakın pazarlarının sorunlarla boğuşmasından kaynaklanan bir pazar bulma sıkıntısı yaşaması da muhtemel. Türkiye’nin ithal ettiği ham petrolde önemli paya sahip olan Suudi Arabistan’ın da Hürmüz Boğazı kanalıyla Türkiye’ye sağladığı tedariğin de zarar görmesi ihtimalinde, Türkiye’nin durumu daha da derinleşebilir. Olası bir arz sıkınıtısı durumunda şu an Türkiye için en uygun çözüm Rusya’dan yapılan ithalatın Olası bir ambargo kararına karşı Türkiye’nin ABD’den muafiyet alma çabası içinde olduğu bazı yayın organları tarafından da dile getirildi. Bu muafiyet çabası ise bu tabloya bakıldığında çok normal olarak gözükmekte. OPEC’in ikinci büyük ham petrol üreticisi konumundaki İran’ın toplam ham petrol ihracatında Türkiye’nin payı ise yaklaşık ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 57 Artan petrol fiyatlarından ve Avrupa üzerindeki enerji kartelinden ziyadesiyle haz alan Rusya’nın bölgede elindeki en büyük koz olan İran’ın etkinliğinin Türkiye yüzünden azalmasına göz yummayacağı aşikar. arttırılması gibi düşünülebilir ancak Rusya’nın Avrupa Birliği’nin artan talebine yetişmeye çalışması durumunda altyapısının Türkiye’ye destek verecek kadar yeterli olup olmağını iyi irdelemek gerekebilir. Suudi Arabistan’ın elindeki stokları acil bir ihtiyaç durumunda pazara sunabileceği resmi kaynaklardan açıklandı ancak Suudi Arabistan’ın doğusundaki üretimi batısına aktaran boru hatlarının yeterliliği ve kapasitesi bu durumun şekillenmesi için önemli teknik kriterler olarak kesinlikle çok iyi şekilde anlaşılmalı. Bütün bu senaryolar üstüste konduğunda Euro’nun olası değer kaybının Türk Lirası karşısında etkisini göstermesi zorlaşacağı gibi, ABD Doları’nın değerinin artması ile ham petrol, petrol ürünü ve doğalgaz faturaları daha da kabaracaktır. Bu durumda Türkiye’nin ihracat gelirleri azalırken ithalat giderlerinin artması, cari açığını derinleştirebileceği için Türkiye ekonomisinin önündeki en büyük engel daha da büyüyecektir. Ekonomik zararları bile bu kadar derinken politik zararlara bakmak içimizi daha da karartabilir ancak resmin tamamını görmek için bu kesinlikle gerekli. Türkiye’nin komşusu olan Suriye ile şu an yaşadığı 58 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 gerilimin tırmanmasının temelinde de Suriye-İran arasındaki ilişkilerin etkisi olduğu çok açık. İsrail’e karşı Hizbullah’ı ileri süren İran’ın, Suriye’yi Hizbullah’la arasında bir iletişim köprüsü olarak kullanması, İran’ın şu anki Suriye yönetimine verdiği desteğin en büyük nedenlerinden biridir. Bu da Türkiye’nin Avrupa ve ABD’den uzaklaşmadan komşuları ile yakın ilişki kurmasına ve uluslararası politika rüzgârlarından etkilenmeden bu ilişkilerini şekillendirmesine karşı en büyük sıkıntıdır. Bu sıkıntı Türkiye’yi zor tercihler yapmaya zorlarken ekonomik olarak içinde bulunduğu zor durumdan dolayı Rusya ve ABD arasında daha da sıkıştırmaktadır. Artan petrol fiyatlarından ve Avrupa üzerindeki enerji kartelinden ziyadesiyle haz alan Rusya’nın bölgede elindeki en büyük koz olan İran’ın etkinliğinin Türkiye yüzünden azalmasına göz yummayacağı aşikâr. Ayrıca İran açısından şu an gayet kârlı olan yüksek petrol fiyatlarının İran’a ek kaynak sağlamasından rahatsız olan Suudi Arabistan’ın kendisi gibi Sünni çoğunluğa sahip Türkiye’nin İran ve Suriye’nin ekmeğine yağ sürmesinden rahatsız olacağı da kesin. İsrail ile halen çok gergin bir durumda olan Türkiye’nin, İsrail’e rağmen İran’ın yanında bulunması bu nedenlerden dolayı çok mümkün olamamakta. Nitekim her ne kadar ham petrol ithalatında neredeyse yarı yarıya İran’a bağlı olsa da Türkiye için ABD’nin bölge müttefiki Suudi Arabistan’ın da kaynaklarına muhtaç olduğu, hatta olası bir İran petrol ambargosunda elinin Suudi Arabistan’a mahkûm olabileceğini de hiçbir şekilde gözden kaçırmaması gerekir. Bütün bu olası senaryoların en kötü durum senaryosuna göre düşünüldüğünü burada belirtmekte fayda var. Ancak en kötü durum senaryosu bazen en az olası durum senaryosu olmayabilir. Bu nedenle Türkiye’nin önündeki bu olasılıkları çok iyi analiz edip, durumunu ve pozisyonunu buna göre şekillendirmesi ve kaynak çeşitliliğini ve arz güvenliğini de bu ihtimalleri hesaplayarak yeniden şekillendirmesi makul olabilir. Aksi takdirde Türkiye normal şartlarda görmesi muhtemel bir zarardan daha fazlasını görebilir. Daha da kötüsü bu zarar düşünülenden daha kalıcı ya da uzun süreli olabilir. Araştırmacı* ‘Bahar’ İran’a da Gelir mi? Son Cumhurbaşkanlığı seçiminde reformistlerin seçimlerde hile yapıldığı iddiasıyla sokaklara dökülmesi ve çeşitli kitle gösterilerinde bulunması Batı kamuoyu tarafından dikkatle takip edilmişti. Ardından “Arap Baharı” adı verilen halk hareketlerinin İran’da da hissedilmesi beklendi, bu minvalde bir takım gelişmeler de yaşandı. Ancak İran hükümeti gösterilerin büyümesini engelleyecek adımlar atarak reformist muhalifleri kontrol altına aldı. 2 010 yılı sonu 2011 yılı başında Kuzey Afrika’da başlayıp etki alanını hızla genişleten halk hareketleri birinci yılını geride bırakmış bulunuyor. Bu süre içerisinde Tunus ve Mısır’da barışçıl yollardan iktidar değişiklikleri gerçekleşirken Libya’da iktidar değişikliği NATO kuvvetlerinin ülkeye silahlı müdahalesi sonrasında gerçekleşti. Bahreyn’deki halk hareketi Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez İşbirliği Teşkilatı’na mensup askerler tarafından bastırılırken Yemen’de ve Suriye’de kriz halen devam ediyor. Özellikle Suriye’deki rejim değişikliğinin nasıl ve ne zaman gerçekleşeceği sorusu bugün üzerinde en fazla durulan konulardan birisini oluşturuyor. Hatırlanacağı üzere 2011 yılı sonbahar aylarında Suriye konusu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde gündeme getirilmiş Öner BUÇUKCU* ancak Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi arasında bulunan ve dolayısıyla veto hakkına sahip olan Rusya ve Çin tarafından bu girişim engellenmişti. Suriye konusunda uluslararası bir uzlaşı için Çin ve Rusya’nın tavrının belirleyici olacağı muhakkak ancak Suriye’deki rejimin görece sağlıklı bir biçimde uzaklaştırılması İran’ın ne kadar direnebileceği ya da direnmeyi tercih edip etmeyeceği noktasında tıkanıyor. Suriye rejimine hem siyasî hem de iktisadî yatırımda bulunmuş olan ve Arap yarımadasının kuzeyindeki coğrafyaya Suriye ve Hizbullah eliyle müdahil olabilme imkânı bulunan İran’ın Suriye’den vazgeçmesi, en azından kolay kolay vazgeçmesi, mümkün gözükmüyor. Bu bağlamda İran’da Mart ayında gerçekleştirilecek Cumhurbaşkanlığı seçimleri çok daha fazla önem kazanmış bulunuyor. ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 59 Modern-kapitalist bir devlet kurmak isteyen İran Şah’ı, yabancı sermaye yatırımları ve şişkinleşen sermaye neticesinde güçlenen işçi hareketlerinden tedirgin olduğundan 1970’lerin başında kızıl devrime karşı “ak devrim”i başlatacaktır. Geçen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde reformistlerin seçimlerde hile yapıldığı iddiasıyla sokaklara dökülmesi ve çeşitli kitle gösterilerinde bulunması Batı kamuoyu tarafından dikkatle takip edilmişti. Ardından “Arap Baharı” adı verilen halk hareketlerinin İran’da da hissedilmesi beklendi, bu minvalde bir takım gelişmeler de yaşandı. Ancak İran hükümeti gösterilerin büyü- 60 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 mesini engelleyecek adımlar atarak Musavi, Rafsancani gibi reformist muhalifleri kontrol altına aldı. Mart 2012’de gerçekleştirilecek seçimler Batı dünyası açısından Suriye sorununun çözümü için ayrı bir önem arz ediyor. İran’da yaşanacak ciddi bir iç karışıklık İran’ın bölgedeki pozisyonlarından bir kademe geri çekilmesi ile sonuçlanabilir ve Suriye rejimi üzerindeki baskı ve gerekirse silahlı müdahale daha çabuk sonuçlar doğurabilir. 1989’da İmam Humeyni’nin ölümü ve Haşimi Rafsancani’nin Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından bölgeye yönelik “rejim ihracı” politikasından vazgeçmiş olmasına rağmen, İran, bölgenin çeşitli açılardan bir gerçekliği olarak tebarüz ediyor. Bununla birlikte bölge politikasını İran’ın hareket alanını daraltmak olarak belirleyen ABD, halk hareketlerine yönelik politikasının İran ayağını “beşinci kol” mantığı üzerine oturtmuş durumda. 2009 seçimlerinden sonra kısa süreli bir politik istikrarsızlık sürecine giren İran’da, reformistlerin Tunus ve Mısır’daki gelişmeler üzerine yeniden sokaklara çıkması ABD’yi demok- ratik talepleri İran’ın yönetici erkini zayıflatmak üzere iç politikada kullanma konusunda iştahlandırmıştı. Daha net bir şekilde ifade edilirse Batılılar İran’daki seçim sürecinde Mısır, Tunus, Libya, Suriye gibi ülkelerde yaşanan ve merkezi otoriteyi tehdit eden “yasemin” devrimlerinin İran’da başarıya ulaşıp ulaşamayacağı üzerinde düşünüyorlar. Peki, İran ülkeye “Kuzey Afrika eksenli bir bahar” gelmesine ya da diğer bir ifadeyle bir “burjuva devrimi” sürecine ne kadar hazır? Kuşkusuz bu sorunun yanıtlanabilmesi için İran’ın içsel bir takım dinamiklerini yerli yerine oturtmamız gerekiyor. Politik ve Ekonomik Arka Plan: Ulema ve Çarşı1 İran, siyaset bilimi ve tarihi disiplinleri içerisinde sıklıkla devlet geleneğine yapılan atıfla hatırlanır olmasına rağmen, modern İran tarihinin başlangıcı olarak kabul edebileceğimiz tarih 1501’de Safeviler’in iktidarı ele geçirmesinden 20. yüzyıl başlarına kadar, İran’da, merkezi bir otoriteden bahsetmek oldukça güçtür. İktidara geldikleri dönemde doğuda Sünni Afganistan ve Türk- men kabileleri batıda Sünni İslam’ın ileri karakolu Osmanlı ile çevrilmiş Safeviler’in var olmalarının anlamlı hale gelmesi farklılaşmaya dayandığından Safevi hanları Sünnilere karşı katliamları da içeren bir Şiileştirme politikası izlemeye başlamıştır. Bu dönemden itibaren merkezi otoritenin meşruiyetinin sağlanmasında en önemli öğe Şiilik olarak belirecektir. Esasen Şii siyaset felsefesi dünyevi iktidarın XII. İmam Mehdi’ye ait olduğu ve o gelip dünyevi iktidarı yeniden ele geçirinceye kadar bütün otoritelerin gayri meşru olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Yani, Safevi iktidarı da bir yetki gaspından başka bir şey değildir. Ancak Şii inancının tarihsel olarak ulemaya biçtiği misyon devlet ve yönetilenler arasındaki mesafenin kapatılmasında ulemanın rolünü önemli hale getirecek ve neticede 18. yüzyıl ve sonrasındaki İran tarihinin belirleyicileri ulema sınıfı olacaktır. Örneğin 1905 – 1906 yıllarında meşrutiyet idaresinin ilan edilmesinde, 1911’de meşrutiyet karşıtı darbede, 1921’de Şah Rıza Pehlevi’nin darbesinde, 1953’te Başbakan Dr. Musaddık’ın CIA destekli bir darbe ile devrilmesinde belirleyici olan ulemanın tavrı olmuştur. 1979 İran İslam Devrimi’nin de ulemalar tarafından gerçekleştirilmesi ve sonrasında devlet yönetiminin ulema eksenli kurulması, İran’daki ulema örgütlenmesinin sistem içerisindeki yerinin tespit edilmesini zorunlu hale getirmektedir. me noktasına gelmiş, önemli içtihatta bulunmuş ulemanın başında olduğu dinsel vakıflardır. Bu dinsel vakıflar gönüllü bağış, evlilik resmi ve benzeri yerlerden elde edilen geliri; söz konusu ulemanın havzasında yer alan yani onu taklit eden insanlardan ihtiyaç sahiplerine dağıtır. Bu durum devletin ulemaların havzalarına etki etme şansını son derece kısıtlamaktadır. İran ulemasının yukarıda çizilen durumu ülkede Şah’ın konumunu sadece sembolik hale getirmekle birlikte 1970’lerin başına kadar Şah, ulemaya karşı açık bir tavır almaktan kaçınmıştır. Bu süreç içerisinde ulemanın bir takım özerklikleri ko- Reformistler olarak adlandırılan grubun ilk temsilcisi aynı zamanda rejimin önemli simalarından biri olan Hüccet’ül İslam Haşimi Rafsancani’dir. Bu dönemde İran İslam rejiminin kazanımlarından hızla geri dönüş niteliğinde liberal önlemler alınmaya başlanmıştır. Şii itikadına göre her Şii kendisine bir “âlim/yol gösteren” seçerek onu taklit etmek mecburiyetindedir. Tarihsel olarak ulemanın devletle organik bir bağı bulunmamaktadır. Ancak meşruiyetini halka dayandırmak zorunda olan merkezi iktidarlar ulema ile iyi geçinmeye gayret etmiş, bu sınıfa bir takım ayrıcalıklar tanımış ve onların desteğini almaya çalışmıştır. Ulemayı toplumda güçlü kılan örgütlenme ise taklit edilŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 61 Halk kitlelerinin yeni kapitalistler ve Şah rejiminden kalma “bin aile” tarafından talan edildiğini savunan Ahmedinejad, reformistleri suçlamayı da ihmal etmemiş, Rafsancani’yi, Petrol Bakanlığı’nı aile çiftliğine çevirmekle suçlamıştır. runmuş olmasından, devlet, müçtehitlerin havzalarına etki edememiştir. Esasen modern-kapitalist bir devlet kurmak isteyen İran Şah’ı, yabancı sermaye yatırımları ve şişkinleşen sermaye neticesinde güçlenen işçi hareketlerinden tedirgin olduğundan2 1970’lerin başında kızıl devrime karşı “ak devrim”i başlatacaktır. Bunu bir avantaja ve kafasındaki İran’ı şekillendirmede bir merhaleye dönüştürmek isteyen Şah, ilk planda, ulemaya değil “çarşı” adı verilen ülkenin geleneksel üretici güçlerine yönelmiştir. Yabancı yatırımları destekleyen, ağır sanayiye geçmeye yönelik cazip krediler sağlayan Şah Muhammed Rıza çarşıyı iktisaden zor duruma sokmakla birlikte tam manasıyla bitiremeyince, çarşı ile karşılıklı ilişki içerisinde olan ve birbirlerini var ettiklerini düşündüğü ulema örgütlenmesine yönelmiştir. Dinsel vakıflara el koyan ve 1930’lar Türkiye’sini andırır çok sayıda “medenileştirme” kanunları çıkarttıran Şah, tabir caizse, arı kovanına çomak sokmuş olacaktır. Zira bu tarihten itibaren Şah rejimi ile halk arasındaki bağ kopacaktır. Bu süre içerisinde rejim karşıtı söylemler geliştiren Ali Şeriati ve İmam 62 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Humeyni, rahatsız olan kesimlerin sözcüsü durumuna gelecekler ve Humeyni, nispeten erken bir tarihte, 1964 yılında Türkiye’ye sürgün edilirken Şeriati 1977 yılında bir suikast neticesinde öldürülmüştür. Humeyni’nin bir dönem çekilmek zorunda kaldığı Kum günlerinde ve sürgünde geliştirmeye başladığı ve Şii siyaset felsefesi açısından devrimsel nitelikte bir kırılmaya işaret eden “velayet-i fakih” teorisi, şah tarafından otoriteleri ve uhrevi eylemleri tehdit edilen ulema arasında kabul görmeye başlayacaktır. Bu çerçevede yine İmam Humeyni’nin “monarşinin eski İran geleneklerinden beslenen ‘tağuti’ bir rejim olduğu ve dinsel açıdan hiçbir meşruiyeti bulunmadığı” düşüncesi yaygınlaşacak ve neticede 1979 yılında İran İslam Devrimi gerçekleşecektir. yatmaktadır. Buna göre yüzyıllar boyunca İmam Mehdi’yi beklerken bir nev’i pasif direniş halini alan Şii düşüncesi ulemaların kontrolünde dünyevi iktidara el koymuştur. Ulema, İmam Mehdi gelinceye kadar ona vekâlet edecektir ve dünyada yalnızca ona karşı sorumludur. İran İslam Cumhuriyeti İmam Ayetullah Humeyni’nin “velayet-i fakih” teorisi çerçevesinde kurumsallaşmıştır. Teorinin temelinde geleneksel Şii siyaset düşüncesinin reddi İmam Humeyni ölmeden önce, bir manada, rejimi emin ellere bırakabilmek için Batı karşısında “safları sıklaştırma” politikasına yönelecektir. Amaç ulema arasındaki “çü- İran İslam Cumhuriyeti’nin dayandığı bir diğer sacayağı Şah’ın bitirmeye çalıştığı “çarşı” örgütlenmesi olmuştur. Devlet, devrimden sonra yabancı sermayeyi yasaklayarak, ağır sanayinin tümünü devletleştirerek ve bütün finans hareketlerini devlet kontrolüne alarak çarşıyı aşındırıcı rekabet karşısında güçlendirmiş ve korunmuş bir iç piyasa sağlamıştır. İran Siyasetinde ‘Karşı Devrim’: Reformistler rük elmaları” ayıklayabilmektir. Bu çerçevede 1988 yılında, İran – Irak Savaşı bittikten hemen sonra kurulan mahkemeler, Uluslararası Af Örgütü’nün “vicdan mahkûmları” diye nitelediği 2800 kişiyi, inanmadıkları gerekçesiyle, idam edecektir. İmam Humeyni ise Salman Rüşdi hakkında “Şeytan Ayetleri” kitabında Hz. Peygamber’i hicvetmesi sebebiyle “mürtet” olması yüzünden şer’i olarak öldürülebileceği yönündeki ünlü fetvasını yayınlamıştır. Humeyni’nin bu politikası sonuç getirecek, İmam Humeyni’den sonra başa geçmesi beklenen Büyük Ayetullah Hüseyin Muntezari gelişmeleri protesto ederek istifa edip Kum kentine çekilecektir. İmam Humeyni’nin ölmeden önce atadığı Anayasal Reform Konseyi bir sonraki lider olarak Ali Hamaney’i belirlemiştir. Ali Hamaney aslında bir hüccet’ül İslam olmasına rağmen koşullar gereği ayetullah ilan edilecektir. Bu ve benzeri sebepler, Ayetullah Ali Hamaney’in izleyen yıllarda reformistlerin bir takım girişimleri karşısında kendisini güçsüz hissetmesine ve sessiz kalmasına sebep olacaktır. ‘Kapitalin’ doğasında olan genişleme isteğini kontrol altına alan bir iktisadi düzen kurulmasına rağmen 1980’li yıllar içerisinde çarşı içerisinden “büyük çarşı” diye adlandırılabilecek kesimlerin çıkmasının önüne geçilememiştir. Bu durumun ortaya çıkmasında başlıca amil, hiç kuşkusuz, 1980 – 1988 arasında süren İran – Irak Savaşı olmuştur. Karaborsacılık, tefecilik ve benzeri paraziter kapitalist gelişme modellerinin savaş ekonomisi içerisinde kendisini göstermesi yanı sıra, özellikle Afganistan’dan gelen mülteci göçünün sağladığı ucuz işgücü bazı kesimlerde ciddi bir sermaye birikimine sebep olacaktır. Ancak ülkede büyük çaplı özel teşebbüs tamamen devlet egemenliğine alındığından biriken sermayenin akacağı ve kartopu gibi büyüme temayülü gösterebileceği bir alan bulunmamaktadır. Çarşı içerisinden palazlanan bu kesim, siyasetin belirleyicisi konumundaki ulema içerisinde ‘liberal’ hususiyetleri bulunanlar ile bağ kurmakta gecikmeyecektir. Reformistler olarak adlandırılan grubun ilk temsilcisi aynı zamanda rejimin önemli simalarından bir olan Hüccet’ül İslam Haşimi Rafsancani’dir. Bu dönemde İran İslam Rejiminin kazanımlarından hızla geri dönüş niteliğinde liberal önlemler alınmaya başlandı. Temel tüketim mallarının yanı sıra bir takım malların da ithaline izin veren, beş serbest bölge oluşturan, ulusal borsayı yeniden canlandıran Rafsancani; Çin ziyareti dönüşü Çin kalkınmasının örnek alınması gerekliliğinden, 1979’da devletleştirilen şirketlerin özelleştirilmesinden, karın piyasada serbest dolaşımından, gıda, petrol gibi ürünlerdeki sübvansiyonların kaldırılmasından bahsetmeye başladı. Bu arada Amerikan Conoco şirketiyle de bir milyar dolarlık petrol antlaşması imzalanmıştı. Rafsancani’nin bu nitelikteki önerilerinden çoğu fiiliyata dökülemedi ancak rejim eski heyecanını kaybetmişti. Emperyalizm, mustazafin, cihad, mücahid, şehid ve benzeri kavramların yerini hızla demokrasi, çoğulculuk, moderniyat, azadi(kurtuluş), beraberi(eşitlik), cemm-i medani(sivil toplum) gibi kavramlar almaya başladı. Tam böyle bir dönemde Rafsancani’nin görev süresi bitti ve yerine Rafsancani tarafından önü açılan Hüccet’ül İslam Seyyid Muhammed Hatemi geçti. Hatemi yüzde 80 katılım olan seçimlerde oyların yüzde 70’ini almıştı. Hatemi’nin reformistlere yerel seçimlerde de yüzde 75 üzerinde bir oy sağlaması İran siyasetinde derin bir kırılmaya işaret olarak algılandı. Örneğin The Economist İran’daki gelişmeleri şöyle değerlendiriyordu: “İran bir İslam devleti olmasına, Bugün Ortadoğu’da yeni bir düzenin kurulması arifesindeyiz. Öyle gözüküyor ki bu düzenin belirleyicileri demokrasi, insan hakları, sivil toplum, internet gibi “küreselleşme” çağının argümanları olacak ve bölge ekonomileri kapitalist gelişmeye ardına kadar açılacak. dinin ve dinsel simgelerin etkisinde kalmasına rağmen giderek ruhaniler sınıfına karşı gelen bir ülkeye dönüşüyor. İranlılar başlarındaki mollalarla dalga geçme, onlarla ilgili hafif şakalar yapma eğilimi göstermekte… En çok da siyasal molla takımından hoşlanmıyorlar. Ruhaniler sınıfı ise halkın yüzde 70’ten fazlasının günlük ibadetlerini yerine getirmediklerinden ve Cuma günü camiye gidenlerin yüzde 2’nin altında kaldığından şikâyet ediyor.” 1997’de 10 dolar olan petrolün varilinin Irak müdahalesi arefesinde 65 dolara yükselmesi İran’a gelir akışını hızlandıracak ve iç politikada iktisaden de eli rahatlamaya başlayan Hatemi, arkasına aldığı rüzgârı dış politikada kullanmaya başlayacaktır. Bu çerçevede Hatemi ABD ile ilişkileri önemseyecek, örneğin CNN televizyonuna verdiği mülakatta batı uygarlığına ve özellikle ABD’ye duyduğu hayranlığı itiraf edecek, yabancılara İran’da petrol alanında yatırım yapmaya yönelik çağrıda bulunacaktır. Hatemi ayrıca eğer Filistinliler rıza gösterirlerse iki devletli çözüme taraf olabileceklerini söyleyerek seleflerinden açıkça ayrılmıştır. Bunun karşılığında Britanya 1979’da kestiği diplomatik ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 63 İran küreselleşmenin ve buna dayalı üst yapısal kurumların dalga dalga yayıldığı bir coğrafyanın tam ortasında bakir bir alan, kapitalizmle entegre edilememiş bir coğrafya olarak mevcudiyetini sürdürüyor. ilişkileri yeniden başlatmış, Tahran borsasına avro cinsinden para akışı hızlanmış, IMF mali reformları ve denk bütçesi sebebiyle İran’ın notunu yükseltmiştir. ABD, 1953’teki CIA darbesi için neredeyse özür dileyecek noktaya gelirken İran, “BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılmasına İlişkin Sözleşmesi”ni imzalayacaktır. İç ve dış politikada bu gelişmeler yaşanırken yukarıda açıklandığı şekliyle rejimin temeli olan iki grup, çarşı ve ulema ciddi rahatsızlık duymaya başlamıştı. Aşındırıcı rekabet karşısında güç yitiren çarşı ve devrimin temel prensiplerinden sapma endişesi içerisindeki ulema, reformistler karşısında kendilerine bir tutamak aramaya başladılar. Ayrıca sermayenin özel teşebbüse yönelmesi sebebiyle emek-sömürünün artması, büyük kentlerde sınıf farklılıklarının gözle görülür hale gelmesi rejimin temel prensibini yani “mustazafin”i tehdit ediyor ve müthiş bir öfke birikmesine neden oluyordu. Bugünden bakılınca muhafazakârlar olarak adlandırılan grubun arayıp da bulamadığı fırsat / tutamak bir anda önlerinde beliriverdi. Kapalı kapılar ardında Afganistan’daki Taliban rejiminin devrilmesi ve yeni Afganistan düzeni üzerine görüşmeler yapmaya 64 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 da başlamış olan İran – ABD ilişkileri, ABD Başkanı G. W. Bush’un ünlü “şer ekseni” açıklaması ile bir anda tersine dönecek ve bugünkü fotoğraf belirmeye başlayacaktır. Batının “sert tokadı” Bush aracılığıyla reformistlerin yüzünde iz bırakacaktır. 2005 yılında yapılan seçimlerde muhafazakârların adayı olan Mahmud Ahmedinejad işte böyle bir ortamdan beslenmiştir. Mustazafin kavramını seçim propagandasında yeniden tedavüle sokan Ahmedinejad, rejimin kurucu ilkelerine de dolaylı bir mesaj göndermiştir. Halk kitlelerinin yeni kapitalistler ve Şah rejiminden kalma “bin aile” tarafından talan edildiğini savunan Ahmedinejad, reformistleri de suçlamayı ihmal etmemiş, Rafsancani’yi Petrol Bakanlığı’nı aile çiftliğine çevirmekle suçlamıştır. Batı’nın Mevcut İran Algısının Analizi Batılı stratejistleri özellikle Hatemi dönemindeki yoğun halk desteğinden ve seçimlere katılım oranlarından hareketle İranlı seçmenlerin çok büyük bir kısmının reformist olduğunu düşünüyorlar. Öyle ki 2009 yılındaki son seçimlerin ardından seçim sonuçlarını tanımama kararı alan, 2011’de Kuzey Afrika’daki halk hareketleri sonrası canlanan ve sokağa çıkan muhalifler batı tarafından kendi analizlerinin bir kanıtı olarak telakki edildi. Ancak İran’daki sosyolojik ve politik arka plan bu analiz biçiminin sorgulanması gerektiğini göstermektedir. Özellikle Ayetullah Humeyni’nin vefatından sonra reformist hareketin devrimin heyecanını yitirmesine sebep olması ve büyük çoğunluğu devlet desteğine ihtiyaç duyan İran halkına ve taşrasına sırtını çevirmesi, varlık sebebi bu kitleler olan ve kitlenin büyüklüğü kadar güçlü olabilen ulemanın da reformistler arkasındaki desteğini çekmesi ile sonuçlandı. Ayrıca reformist tecrübenin İran’da sosyal sınıfların belirginleşmesi ile neticelenmesi Ahmedinejad’ın söylemlerinde kendisini bulan bir öfkeye de dönüştü. İran rejimi “Her yer Kerbela, her gün aşura, her ay muharrem” üzerine kurulmuştu ve reform hareketleri zamanla rejimi “büyük çarşı”nın kontrolüne verme çabası olarak algılanmaya başlanmıştı. Kısacası reformist tecrübe İran’daki iki başat grubun yani reformcular ve muhafazakârların toplumsal tabanlarının netleşmesi ve farkın keskinleşmesi ile sonuçlandı. İran’ın Konumlanması Bugün Ortadoğu’da yeni bir düzenin kurulması arefesindeyiz. Öyle gözüküyor ki bu düzenin belirleyicileri demokrasi, insan hakları, sivil toplum, internet gibi “küreselleşme” çağının argümanları olacak ve bölge ekonomileri kapitalist gelişmeye ardına kadar açılacak. Böyle bir yol, düzenin jandarması rolünü üstlenen ABD için oldukça maliyetsiz de gözüküyor. The New York Times’ın Pulitzer ödüllü dış politika yazarı Thomas Friedman “110 Milyar Dolarlık Soru”3 başlıklı yazısında ABD’nin Afganistan’da 110 milyar dolarlık harcama yaptığını, Pakistan ve benzeri ABD dominyonları da düşünüldüğünde bu rakamın daha da arttığını söyleyerek bölgede kurulacak demokratik rejimlerin kapitalizmle ve ABD ile münasebetlerinin daha insancıl ve daha az maliyetli bir kontrol mekanizması olabileceğinden bahsetti. Tam da bu argümanı tamamlayan bir öneri ise The Washington Post’un ünlü dış politika yazarı David İgnatius’tan geldi.4 İgnatius Ortadoğu ekonomilerinin yeniden yapılandırılması için çağdaş dünyaya ve elbette ki ABD’ye düşen en önemli görevin Marshall Planı benzeri bir planla yeni rejimleri destekleyici bir proje ortaya koymak olduğunu söyledi. Bununla birlikte ABD kamuoyu, bölgede İran ve radikal İslami rejimlerin yayılmasından hâlâ ciddi endişe ediyor ve yönetimin her hamlesinde buna özen göstermesini istiyor. İran İslâm Cumhuriyeti daha enternasyonal bir söylemle kurulmuş olmasına rağmen bugün dış politika çıktılarını “Şiilik” düşüncesi üzerinden oluşturuyor. Diğer bir ifadeyle İran devrimden sonra geçirdiği aşamalar neticesinde üst kimliği / tutunum ideolojisi Şiilik olan bir “ulusdevlet” formu almış bulunuyor. Bu bağlamda tutunum ideolojisi tarafından içselleştirilen bölgesel uzantıları marifetiyle savunma hattını sınırlarının çok uzağında kurmakla birlikte, Şii hilali tartışmalarının da ortaya koyduğu üzere bir bölge- sel etki alanı meydana getiriyor. Irak’tan ABD askerlerinin çekilmesi sonrası merkezî otoritede Şii grupların artan etkisi ve diğer bölgesel gelişmeler de dikkate alındığında İran bölge için hem ciddi bir imkân hem de ciddi bir engel olarak beliriyor. Kapitalizme açık ancak Yeni Devrim ya da Rosa Lüksemburg’u Hatırlamak manasıyla açılabilmesinin Sosyo-politik arka planda ve Batı algısının çözümlenmesinde de kısaca açıklanmaya çalışıldığı üzere İran denkleminin çözümlenmesi batının zannettiği kadar kolay olmayacak. ABD, reformistleri İran’ı çözebilmek için bir “beşinci kol” olarak istikrar ve güven vaat etmeyen Ortadoğu’nun dönüştürülmesinin ve kapitalizme tam önündeki en büyük engel olarak beliren İran’ın sistem tarafından içselleştirilmesi bir gereklilik olarak beliriyor. değerlendirme eğiliminde. 2009’da yaklaşık bir ay süren protesto gösterilerinin ardından yeniden sokaklara çıkmaya niyetlenen İranlı reformistlerin beslendiği taban ise üniversite öğrencileri, kadınlar ve gençler olarak beliriyor. İran’da her geçen gün artan işsizlik, nüfus piramidinin en geniş kesimini oluşturan 18-25 yaş arası kesimde rahatsızlık meydana getiriyor. Bunun yanı sıra özellikle kitle iletişiminde meydana gelen olağanüstü gelişmeler gençleri batıda gördüklerini istemeye yöneltiyor. Kadın ve erkek arasındaki sınırların kalktığı(!) bir dünyada İran’da hala bu yönde kısıtlamalar bulunması, internet erişiminin zaman zaman engellenmesi gibi uygulamalar zihin dünyası batılı televizyonlar tarafından şekillendirilen gençleri sokaklara çıkmaya itiyor. Büyük çoğunluğunun ailesi devletin sağladığı alış-veriş kuponları olmaması halinde açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalacak gençler bir bakıma ekmeğin değil, Behman Ghobadi’nin “No One Knows About Persian Cats” filminde çerçevesini çizip eleştirdiği dünyanın değişmesinin özlemini çekiyorlar. İran’daki rejim değişikliğinin ya da rejimin yola gelmesinin önemli ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 65 olduğu noktalardan birisi de yabancı sermayenin ülkeye akacak olması. Bu durum iki açıdan önem arzediyor. Birincisi 1980-1988 arası dönemde palazlanmış olan “Büyük Çarşı” diye adlandırabileceğimiz sermayedarlar sermayelerinin gelişiminin devamı için uluslararası yatırımcıların tecrübe ve finans desteğine ihtiyaç hissediyorlar. Diğer taraftan İran küreselleşmenin ve buna dayalı üst yapısal kurumların dalga dalga yayıldığı bir coğrafyanın tam ortasında bakir bir alan, kapitalizmle entegre edilememiş bir coğrafya olarak mevcudiyetini sürdürüyor. Bu noktada Rosa Lüksemburg’u anmadan geçmek imkânsızlaşıyor. 20. yüzyıl’ın ilk çeyreğinde Sermaye Birikimi kitabında I. Dünya Savaşı’nı açıklamaya girişen Lüksemburg, kapitalizmin tarihsel serüvenini 1. çözümleyerek sistemin dönemsel krizlere girdiğini ve bu dönemsel krizlerin yeni coğrafyaların kapitalizme açılması ile atlatıldığını iddia etmişti. Hatırlanacağı üzere ABD 1970’lerin ilk yarısında Bretton Woods sisteminin çöktüğünü ilan etmiş ve üretim eksenli bir iktisadi düzenden finans kapital düzenine geçmişti. 1970 ve 80’ler boyunca ABD sermayesi oldukça şişkinleşmiş ve sistem üzerinde bir baskı unsuru olmaya başlamışken çöken Sovyet coğrafyasının kapitalizme açılması dönemsel krizin atlatılmasında en önemli vesilelerden birisi olmuştu. Bugün kapitalizm yeni bir dönemsel krizle karşı karşıya bulunuyor. AB’nin yaşadığı kriz, ABD ekonomisinin gittikçe daha kırılgan bir yapı arzetmesi; buna mukabil BRICS ülkeleri gibi kapitalist sistemde yeni rol talepleri güç dönüşümlerinin ayak sesleri olarak yorumlanabilir. Kapitalizme açık ancak istikrar ve güven vaat etmeyen Ortadoğu’nun dönüştürülmesinin ve kapitalizme tam manasıyla açılabilmesinin önündeki en büyük engel olarak beliren İran’ın sistem tarafından içselleştirilmesi bir gereklilik olarak beliriyor. Buraya kadar yapılan ekonomik ve sınıf eksenli analizin de göstereceği üzere muhafazakârlar ilelebet iktidarda kalamayacaklar ancak reformistler iktidara gelseler bile Batının arzu ettiği noktaya gelmeleri çok uzun bir süre alacak ya da böyle bir gelişme hiç olmayacak. İran halen yerküre üzerinde bir yerlerde bulu- nuyor ve dünyadan çokça etkileniyor. Yine de İran’da kimlik inşasının en önemli iki unsuru olarak beliren Şiilik ve İrancılık, her şeye rağmen, etkisini sürdürüyor. Örneğin “çarşı”nın önemli bir kısmını Azeri Türkleri oluşturuyor ancak bu kesim Farsçanın ana dil olması yönündeki politikaya destek veriyor. Bununla birlikte İran’ın dönüştürülmesi ve içselleştirilmesinde ABD’nin bölgesel krizi ve İsrail’i kontrol etmesinin önemli bir rolü olacak. ABD, nükleer silah edinmeye çalışmakla suçladığı İran üzerindeki uluslararası baskıyı arttırdıkça içerde rejimin elini güçlendiriyor. Yine İsrail’in uluslararası hukuk tanımaz eylem ve söylemleri ABD tarafından çeşitli platformlarda sahiplenildikçe bölgedeki İran etkisi ve İslami hareketlerin söylemleri keskinleşiyor. Kısacası İran’da “beşinci kol” faaliyetinin başarıya ulaşabilmesi öncelikli olarak İran rejiminde ulemanın rolünün aşındırılmasına ve İran gibi nüfusun büyük çoğunluğu kırsalda yaşayan İran toplumsal yapısının radikal bir biçimde dönüştürülmesine dayanıyor gibi görünüyor. İran nüfusunun büyük bir bölümünün devletin sağladığı imkânlarla hayatını devam ettirdiğinin de analiz yapılırken hatırdan çıkartılmaması gerekiyor. SDE Asistanı* Bu yazıda kullandığım başlıca kaynaklar şunlardır: Ervand Abrahamian, “Modern İran Tarihi”, İşBankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2005. Hamid Ahmedi (ed.), İran Ulusal Kimlik İnşası, Küre Yayınları, İstanbul, 2009 (içinde Hamid Ahmedi “İran’da Din ve Milliyet”, Hüseyin Beşiriye “İran’da Siyasal İdeoloji ve Toplumsal Kimlik”, Muhammed Hubruyipak “Yerel Seçkinler, Küreselleşme ve Federalizm Rüyası”). Mutahari, İslam Devrimi, Akademi Yayınları, İstanbul, 1989. İmam Humeyni, Cihad-ı Ekber, Akademi Yayınları, İstanbul, 1989., İmam Humeyni, İslam’da Devlet, Objektif Yayınları, İstanbul, 1991. Atay Akdevelioğlu, İslam’da Dış Politika Anlayışı ve İran Örneği, Basılmamış doktora tezi, Süleyman Uludağ, İslâm-Siyaset İlişkileri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2008. Yusuf Kerimoğlu, Devlet ve Siyaset Üzerine Notlar, Misak Yayınları, Ankara, 2006. 2. Bu dönemde Ortadoğu’da en etkin sosyalist hareketlerden birisi de İran’daki Tudeh (Kitle) Partisidir. 3. http://www.nytimes.com/2011/03/06/opinion/06friedman.html?ref=opinion 4. http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2011/03/09/AR2011030904334.html 66 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 ABD Artık İsrail’i Taşıyamıyor! Aydın BOLAT* İsrail’in pervasız, başına buyruk, ABD’yi emrivakilere mecbur eden yanlış politik alışkanlıkları, ABD’nin de müttefikleri olan Türkiye ve Mısır’ı kaybetmesi ve nihayet Arap Baharı’nın ortaya koyduğu yeni stratejik Ortadoğu dengeleri, yalnızlaşan İsrail’i ABD için taşınması giderek ağırlaşan bir ‘yük’ haline getirmiş durumda. Batının Şımarık Çocuğu İsrail İsrail 14 Mayıs 1948’de kurulduğundan itibaren ABD’nin yakın koruması altında olmuş ve kayıtsız şartsız desteklenmiştir. Sorunlu doğan İsrail zamanla etrafını tehdit ederek, işgal ederek ve tehdit algılayarak problemleri katmerlemiş, yıllar süren savaşlarla kadim ‘İsrailArap anlaşmazlığı’nı ve ‘Ortadoğu sorunu’nu bölgeye ve dünyaya armağan etmiştir! ABD ile birlikte Avrupa ülkelerinin de desteğiyle şımartılan İsrail; bölgede Batının ‘Truva atı’, sopası ve ileri karakolu olmuştur. Özellikle ABD’nin bölgesel ve küresel politikalarını ipoteği altına alabilmiştir. Amerika’da Yahudi Lobisi, siyasetçiler, gazeteciler ve akademisyenlerden oluşan network’ünü kullanarak ABD politikalarını etkileyebilmiştir. Amerika’da önemli basın organlarında İsrail yanlısı yazar sayısı 61 iken, İsrail karşıtı yazar sadece 5’tir. ABD, İsrail’e kurulduğundan beri her yıl 3 milyar dolar karşılıksız yardım yapıyor. Baba Bush bu yardımı bazı şartlara bağlamaya kalkınca seçimi kaybetti. ABD, NATO müttefiklerine vermediği bazı stratejik istihbaratları İsrail’e veriyor ve nükleer silahlarına göz yumuyor. 300 milyon Amerikalı içinde oranları yüzde 3 olan Yahudi asıllıların yüzde 80’i Demokratlara oy veriyorlar. Seçimlerde Demokrat Parti’ye yüklü mali yardım yapıyorlar. Mesela seçim kampanya gelirlerinin yarısını onlar karşılıyor. George W. Bush döneminde Neocon’lar içinde bulunan Yahudilerden oluşan İsrail Lobisi, Evangelist Hıristiyanlardan büyük destekler almıştı. İsrail’in güvenlik kaygıları ABD politikalarının eksenini belirlemiştir. Ortadoğu sorununda, İran, Suriye ve İslam dünyası hatta Türkiye ile ilgili meselelerde ABD’nin tercih ve favorisi ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 67 Ortadoğu’da ‘tehdit: İran’ , ‘yaşasın İsrail’ politikası ABD’ye sürekli kaybettiriyor. Irak ve Afganistan’dan kaybederek çekiliyor, Arap Baharını ıskalıyor, ekonomik, siyasi ve stratejik gücünü zayıflatıyor ve ABD’ye büyük mali ve stratejik bedeller bırakıyor. hep İsrail olmuştur. Afganistan işgali; El-Kaide, Taliban ve uluslararası terör kapsamında İsrail’in güvenliği de öncelenerek gerçekleştirilmiştir. İsrail Lobisi Irak işgalini İsrail’e yönelik kitle imha silahları ve Saddam tehdidi için tezgâhladı, şimdi de İran’a saldırmak için ABD’yi teşvik etmekten öte emrivakilere zorluyor. Örtülü işgalini sürdürdüğü Pakistan’da ABD’nin hedefi; ‘terörle savaş’ değil öncelikle İsrail için tehdit haline gelmesin diye Pakistan’ın nükleer silahlarını kontrol altında tutmaktır. Mavi Marmara olayında bütün uluslararası hukuki gerçeklikler İsrail’in karşısında olmasına rağmen Palmer Raporu ve BM’deki tutumuyla ABD, İsrail’in yanında yer aldı. NATO füze kalkanında, NATO ülkelerinin savunmasından çok İsrail’in İran füze saldırılarından korunması konusu tartışıldı. İsrail, ABD İçin Stratejik Bir ‘Yük’ mü? Esasında İsrail, ABD’nin demokratik değerleriyle hiç uyuşmayan bir Yahudi din-şeriat devleti. Çıkarları mevzubahis olduğunda ABD’ye karşı casusluk bile yapabilen bir devlet. Amerikan kamuoyuna rağmen İsrail’e verilen destekten dolayı ABD’nin İslam dünyası ile 68 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 ilişkileri bozuluyor ve küresel politikaları zarar görüyor. Ortadoğu’da ‘tehdit: İran’ ‘yaşasın İsrail’ politikası ABD’ye sürekli kaybettiriyor. Irak ve Afganistan’dan kaybederek çekiliyor, Arap Baharını ıskalıyor, ekonomik, siyasi ve stratejik gücünü zayıflatıyor ve ABD’ye büyük mali ve stratejik bedeller bırakıyor. Bütün bu sonuçlar düşünüldüğünde ABD ve müttefikleri için İsrail, stratejik bir ‘kart’ olmaktan öte, giderek stratejik bir ‘yük’ oluyor. 2009’da Obama’nın gelmesiyle değişen küresel güç dengeleri ve dünya konjonktürü ABD’nin yaklaşımları ve özellikle İslam dünyasına bakışına yeni perspektifler getirdi, Obama’nın önceliği, Müslüman dünya ile barışmak ve kayıtsız şartsız İsrail’i desteklemekten sakınmak oldu. İşgaller sonrasında ABD’nin içine yuvarlandığı küresel finansal ekonomik kriz, işgal bölgelerinden çekilmeyi ve stratejik olarak küçülmeyi gerektiriyor. İsrail’in pervasız, başına buyruk, ABD’yi emrivakilere mecbur eden yanlış politik alışkanlıkları, ABD’nin de müttefikleri olan Türkiye ve Mısır’ı kaybetmesi ve nihayet Arap Baharı’nın ortaya koyduğu yeni stratejik Ortadoğu dengeleri, yalnızlaşan İsrail’i ABD için taşınması giderek ağırlaşan bir ‘yük’ haline getirmiş durumda. Bundan dolayı olsa gerek İsrail istihbarat servisi (MOSSAD) şefi Meir Dagan; “İsrail’i, ABD artık eskisi gibi bir güç olarak değil bir ‘yük’ olarak algılanmaya başladı” diyor. Cumhurbaşkanı Gül de İngiltere seyahatinde İsrail’in bugünkü politikalarıyla müttefiklerine çok büyük bir ‘yük’ olduğunu ifade etmişti. İşte bu ‘yük’ hali ABD-İsrail ittifakında ciddi görüş ayrılıklarına ve ‘çatlak’lara neden oluyor. İsrail-Filistin sorununda “İsrail 1967 sınırlarına çekilmeli” diyen Obama topa tutuluyor “MOSSAD Obama’yı vursun!” (Atlanta Jewish Time isimli ABD’de yayımlanan Yahudi gazetesinin sahibi ve yazarı Andrew Adler) denilecek kadar hedef haline getirilebiliyor. G-20 zirvesinde mikrofon açık kalınca Sarkozy Netanyahu için “onu daha fazla görmeye tahammül edemiyorum, tam bir yalancı” derken, Obama “sen ondan bıktın, bense onunla her gün görüşmek zorundayım” yanıtını verdi. ABD-İsrail Arasında İran / Tatbikat Çatlağı Amerikan hükümeti, karşı çıkmasına rağmen İsrail’in İran’a bir askeri harekât hazırlığında olduğundan endişelenerek, bölgedeki kuruluşlarını korumak amacıyla bir acil plan yürürlüğe koydu. Başkan Obama, Savunma Bakanı Panetta ile diğer üst düzey yetkililer, İsrailli yöneticilere, böyle bir saldırının sonuçları konusunda ciddi uyarılarda bulundular. İran konusundaki bu görüş ayrılığının ortaya çıkmasının ertesi gün İran’a karşı İsrail ve ABD’nin baharda yapılması öngörülen “Austere Challenge 12” adlı ortak askeri tatbikatın 2012 sonuna ertelendiği duyuruldu. İsrail Dışişleri Bakanı Moşe Yalon: “Amerikan yönetiminin İran’ın nükleer programı karşısında yaptırımların sertleştirilmesine yönelik tereddütlerinin kendilerinde hayal kırıklığı yarattığını” belirterek ‘İran çatlağı’nı doğrulamış oldu. Ortak tatbikatın ertelenme belki de iptal gerekçesi olarak bütçe kısıntısı, teknik ve lojistik nedenler, Hürmüz boğazı krizi, gerilim ve istikrarsızlıklar gibi gerekçeler gösterilse de gerçek neden, İran konusundaki görüş ayrılığıdır ve İsrail politikalarına reel politik bir tepkidir. Türkiye politikaları Obama’nın Favorisi Türkiye mi? ABD’nin istediği Jarusalem Post’ta yayınlanan bir makalede Başbakan Erdoğan birçok konuda ABD’nin çıkarlarına karşı adımlar atsa da “40 yıldır ilk defa İsrail, Amerika Başkanının favori müttefiki değildir. Bunun yerine bu rolü Türk hükümeti oynuyor. Bu ‘eski’ Türkiye, yani laik cumhuriyet olsaydı o kadar kötü bir şey olmazdı. Ama maalesef, Başkan Obama’nın bölgesel liderler arasında favori danışmanı Türk Başbakanı Erdoğan’dır” görüşüne yer verildi. Bu çerçevede Time dergisine verdiği röportajında Obama, dünyada güven bağı kurduğu beş lider arasında Başbakan Erdoğan’ın ismini de saydı. Almanya şansölyesi Angela Merkel, Hindistan Başbakanı Manmohan Singh, Güney Kore Cumhurbaşkanı Lee Myung, İngiltere Başbakanı David Cameron ve Türkiye Başbakanı R. Tayyip Erdoğan’ı en güvendiği, yakın çalışma ilişkisi içinde bulunduğu beş lider arasında sayan Obama, “Beni onlara sorabilirsiniz” dedi. Obama’nın, güven oluşturduğu isimler arasında İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’yi göstermemesi dikkat çekici olmalı. Türkiye ABD’nin çıkarlarının aleyhine zaman zaman adımlar attı, atıyor. ABD ordusuna Türkiye üzerinden Irak’a girmesine izin verilmemesi (1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddi), T.C. hükümetinin İran’a yaptırımlara karşıt tutumu, Hamas liderlerinin Ankara’da kah- doğrultuda değil. Buna rağmen Türkiye, Obama için neden önemli, Erdoğan neden güvenilir dost? Çünkü Türkiye Ortadoğu’nun ve İslam dünyasının vicdanıdır. raman olarak karşılanması, İsrail ile ilişkilerin dondurulması gibi konularda Türkiye politikaları ABD’nin istediği doğrultuda değil. Bu duruma rağmen Türkiye, Obama için neden önemli, Erdoğan neden güvenilir dost? Çünkü Türkiye Ortadoğu’nun ve İslam dünyasının vicdanıdır. Tarihsel coğrafya içinde, kültür ve medeniyet derinliğinde bu bölge Türkiye’nin jeopolitik havzasıdır. Bu bölgede Türkiye’nin içinde olmadığı hiçbir oyun kurulamaz. Türkiyesiz burada barış, istikrar, demokrasi olmaz. Çevre ve bölgesine duyarlı yeni Türkiye vizyonu iyi niyetli Obama yaklaşımlarına aradığı güveni verebilmiştir. Türkiye’nin bölgesel liderliği ve gücü kabul görmüştür. Böyle bir ülkenin Başbakanı olarak R. T. Erdoğan ABD başkanından ülkesi adına hak ettiği iltifatı almıştır. ABD’nin Obama yüzü Türkiye’nin şansıdır ve iyi değerlendirilmelidir. Reel politik bakışla; Ortadoğu’da gelişen halk hareketleri karşısında Türkiye’nin takındığı tutum ve kararlılık Obama politikalarıyla bütünleştirici zemin hazırladı. Arap Baharıyla Türkiye’nin yakın ilgi ve desteğini almak isteyen ABD yönetimi, NATO füze sistemiyle ilgili Türkiye’nin kararıyla rahatladı. Tunus, Mısır, Libya ve Suriye ile ilgili Türkiye’den yansıyan mesajlar Obama yönetimi ile paralellik göstermesi yoğun ve olumlu bir diyalog kurulmasının yolunu açtı. ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 69 Bu bölgede Türkiye’nin • İsrail NATO üyesi olursa, Türkiye NATO’dan çekilecek • Suudi Arabistan (ABD’ye rağmen) kendi nükleer silahlarını geliştirecek • Mısır, İran’a askeri müdahale isteyecek ancak Türkiye buna engel olacak • AB, İran’a yaptırımların sıkılaştırılmasını isteyecek • Rusya, Ortadoğu’daki nükleer silahlanmayı durdurmak için ABD ile savunma işbirliği anlaşması yapacak içinde olmadığı hiçbir oyun kurulamaz. Türkiyesiz burada barış, istikrar, demokrasi olmaz. Çevre ve bölgesine duyarlı yeni Türkiye vizyonu iyi niyetli Obama yaklaşımlarına aradığı güveni verebilmiştir. • Obama-Netanyahu arasında yaşanan kriz ortak resim karesinde görünmemek noktasına gelmişken, Türkiye’ye John Biden ve Panetta gibi üst düzey ziyaretlerde bulunan ABD’nin bu süreçte İsrail’den ziyade Türkiye’nin desteğini önemsediği ve ona daha çok ihtiyaç duyduğunun göstergesidir. Bu tahmin ve kehanetler gerçek olur mu bilemeyiz ancak bizde bu senaryoya bazı sorularla katılalım: • İran nükleer silah yaparsa Türkiye de yapar mı? • Pakistan, İran, Türkiye ortak bir nükleer silah geliştirme aşamasına gelebilir mi? • ABD ve Batı Türkiye’yi NATO’dan çıkartabilir mi veya çıkarmayı bugünkü dünya dengelerinde göze alabilir mi? • Türkiye NATO’dan hangi şartlarda ve ne zaman çekilir? • Bölgesel güç ve küresel bir aktör olması için Türkiye’nin nükleer güce sahip olması gerekmez mi? • NATO füze radarları Türkiye’de faaliyetlerini sürdürebilir mi? • ABD İsrail’e stratejik istihbarat verirse Türkiye de İran’a verir mi? • İslam dünyası küresel güç dengelerinde kendini savunacak ve global barış ve istikrara katkı verecek bir güç haline gelebilir mi? Türkiye NATO’dan Çıkar(mı)? İran’ın nükleer programına karşı askeri operasyona ABD’yi ikna edemeyen İsrail, Türkiye’ye karşı ABD politikalarını etkilemek ve bölgeye yönelik komplo senaryolar üreterek jeopolitiği ve güç dengelerini uyarmaya çabalıyor. İsrail’de bir düşünce kuruluşu olan Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü (INSS)’nde gerçekleştirilen bir simülasyon oyununda, “İran’ın nükleer silah ürettiğini duyurmasının ertesi günü” neler olacağı kurgulandı. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” ve “korkunun ecele faydası yoktur” atasözlerimizi hatırlayarak İsrail düşünce kuruluşundaki beyin fırtınasında ortaya konulan senaryodaki öngörüler neymiş, görelim: • Ortadoğu’daki tüm güç dengeleri değişecek • ABD, İsrail’in NATO’ya katılmasını önerecek 70 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Çin, İran’a yönelik BM yaptırımlarına katılacak ama bunları yumuşatacak • İsrail ‘yük’ünden kurtulmuş bir ABD acaba nasıl olurdu? • Batının ve özellikle ABD’nin desteğini almayan bir İsrail’in geleceği ne olur? Sonuç Artık Yeni Türkiye, Yeni Ortadoğu ve Yeni Dünya gerçekleri var. Küresel ve bölgesel güç dengeleri değişiyor ve dönüşüyor. Türkiye eski Türkiye değil, ABD eski ABD değil, AB eski AB değil, tüm dünya değişmekte. Evet ABD özellikle Obama yönetimi İsrail ‘yük’ünü taşımakta zorlanıyor. Hatta o yükten elinden geldiğince kurtulmaya çalışıyor. Kayıtsız şartsız İsrail ipoteğine direniyor. ‘Yeni Dünya’yı Amerikan halkı için algılamaya çalışıyor. ABD’yi dünyadan çekmeye daralan kaynaklarını ve güçlerini Amerika için değerlendirmeye yöneliyor. Tek kutuplu dünyanın süper gücü olmak ABD’yi çok yordu ve tüketti. ABD çok kutuplu dünyanın bölgesel güçlerinden biri olmaya çoktan razı ancak SSCB gibi ‘geri çekilme’ senaryosunu bir türlü yazamıyor. Bu konjonktürde bile Obama New York Yahudi Cemaatine: “hiçbir müttefik İsrail’den daha önemli olamaz” derken ne kadar inanarak söylüyordu acaba? Ama söylem değil eylem önemlidir. Obama’nın da söylediklerinden ziyade yaptıklarına ve vücut diline bakın inandıklarını ve gerçek iradesini anlayabilirsiniz sanıyorum. SPK Başkanı* Yükselen Çin’e Karşı: Obama Yönetiminin Güvenlik Stratejisi Erkin EKREM* Son zamanlar da Çin’in yükselişi ile beraber ABD’nin gerilemesi ile ilgili tartışmalar tekrar gündemi meşgul etmeye başladı. Bir olgu olarak Çin’in yükselişi son yirmi yıldır uluslar arası kamuoyu tarafından tartışılırken ABD’nin gerilemesi ise özellikle 11 Eylül sonrası Afganistan ve Irak savaşı sonrasındaki performansı ve 2008 yılında ortaya çıkan global borç kriz ile daha yoğun bir şekilde gündeme gelmiştir. B ush yönetimi döneminde, Çin’in ekonomik büyümesi ve askerî modernizasyonu ve bununla birlikte yükselen Çin’in küresel etkileri, ABD’nin çöküşüne neden olabileceğine ilişkin kanaatler var. Aslında 11 Eylül sonrasında ABD’nin Çin’i hedef alan güvenlik stratejisi değiştirildi ve küresel terörizm ile mücadeleye kaydırıldı. Obama yönetimi döneminde, Çin’in yükselişinin yaratacağı olumsuz sonuçlar göz önünde bulundurularak Çin ile karşılıklı çıkara dayalı ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı. Ancak Çin, kendi ulusal çıkarlarından vazgeçmediği gibi bölgesel ve küresel ortamda ABD ile stratejik işbirliği yapmaktan uzak durdu. Diğer yandan ABD, Afganistan ve Irak’a yönelik askerî başarısını siyasal ve ekonomik alanlara kaydıramadığından birçok zorlukla karşı karşıya kaldı. Bu gelişmelerden sonra ABD, Çin’i hedef alan güvenlik stratejisini yeniden gündeme getirdi. Çin’in Yükselişine Karşı ABD’nin Çin Fobisi Son zamanlar da Çin’in yükselişi ile beraber ABD’nin gerilemesi ile ilgili tartışmalar tekrar gündemi meşgul etmeye başladı. Bir olgu olarak Çin’in yükselişi son yirmi yıldır uluslar arası kamuoyu tarafından tartışılırken ABD’nin gerilemesi ise özellikle 11 Eylül sonrası Afganistan ve Irak savaşı sonrasındaki performansı ve 2008 yılında ortaya çıkan global borç kriz ile daha sık bir şekilde gündeme gelmiştir. 11 Eylül saldırısından Haziran 2011’e kadar ABD, 3.7 trilyon dolar savaş harcaması yapmış ayrıca bu sürede ölenlerin sayısı ve güvenlik için yapılan masraflar ağır bir bedele neden olmuştur. Bu nedenle Nobel ekonomi ödülü sahibi ve Dünya Bankası Başkan Yardımcısı ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 71 Entelektüellerin ve bilim adamlarının bazı verilere ve tarihsel olgulara dayanarak ABD’nin çöküşünü ispat etmeyi gelenek haline getirdiklerini ifade eden David A. Bell, bu tür bir geleneğin olumlu tarafı olduğunu ve eksiklikleri kapatma açısından önemli olduğunu vurgulamaktadır. Joseph E. Stiglitz, Başkan Bush’un 11 Eylül olayına olan tepkisinin ABD’nin ekonomisine zarar verdiğini, güvenlik durumunu da kötüleştirdiğini ve dolayısıyla Bush yönetiminin Irak’a yönelik müdahalesinin yanlış olduğunu belirtmektedir. Harvard Üniversitesi Kennedy School of Government’an Prof. Stephen M. Walt ise Bush yönetiminin Irak savaşı sırasında Afganistan’ı ihmal ettiğinden dolayı ABD’nin aslında her iki savaşı kaybettiğini vurgulamaktadır. Üstelik Bush yönetiminin vergi indirimi ve yanlış maliye politikası, ABD’yi uzun yıllar boyunca finansal sorunlar içinde kilitleme durumuna sokmuştur. Stephen M. Walt’e göre, bütün bu gelişmeler ABD’nin çöküş yolunun başına geldiğini gösteriyor. Çin uzmanları da ABD’nin bu yolun başında olduğunu ileri sürmektedirler. Singapur Üniversitesi Kamu Lee Kuan Yew Politikası Enstitüsü müdürü Kishore Mahbubani, 11 Eylül olayları ile başlayan süreç içinde ABD’nin kaybettiğini Bin Laden’in ise kazandığını belirtmektedir. Bazıları bu süreci ABD’nin stratejik çekilme dönemi olarak tanımlarken bazıları ise bu sürecin ABD’nin artık güvenli olmayan bir ülke olduğunu ortaya koyduğunu ifade etmektedir. Fakat, Harvard Üniversitesi eko72 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 nomi Prof. Charles Wolf, ABD’nin ekonomik açıdan çöküşte olmadığı görüşündedir. Charles Wolf’e göre, bir ülkenin çöküşü rakamlarla ölçülemez, bir ülkenin etkisini ölçmek için bazen yaratıcılık, yenilikçilik, girişimcilik ruhu ve macera ruhu gibi gizli faktörlerin dikkate alınması gerekir. Çünkü rakamlarda bir ülkenin uzun ve kısa vade etkisini yaratan kültürü, fikri mülkiyeti, yasa ve siyasal özgürlüğünü görmek pek mümkün değil. Bu nedenle ABD’nin çöküşünden bahsetmek henüz erken olduğu gibi meselenin özü de karışıktır. Harvard Üniversitesi’nden Prof. Joseph S. Nye ise tarihteki tecrübeleri dikkate alarak ABD’nin her şeyi yapabilecek imkânı olmadığını ortaya koyduğunu, ABD’nin çöküşünün yeni güçlerin yükselişiyle kıyaslandığında bunun göreceli bir çöküş olduğunu belirtiyor. Yani, yeni güçlerin yükselişi ile birlikte ABD’nin çöküşe doğru gittiği görülmektedir. Joseph Nye’ye göre, geçmişte çöküşe doğru giden ülkelerin tarihlerine bakıldığında ABD’nin hala bazı güç avantajlarına sahip olduğu görülecektir. En önemlisi ABD, hala eşsiz jeopolitik konuma sahip, sömürge bölgesi olmayan ve iki okyanus tarafından güvenlik bariyeri ile kuşatılmış bir ülke olmasıdır. Dolayısıyla ABD’nin üç düzeyde avantajı vardır: bunlardan ilk düzey, askerî olarak en ileri düzeyde olması; İkinci düzey ekonomidir. ABD, Avrupa, Japonya ve Çin ile eşit durumdadır; Üçüncü düzey ise küresel konulardır. Terörizm, uyuşturucu kontrolü, ağ güvenliği ve veba gibi küresel konular ABD’yi ilgilendirmektedir. Freeman Spogli Institute for International Studies kuruluşunun uzmanı Josef Joffe, Çin’in yükselişiyle ABD’nin çöküşünü ortaya koymanın doğru olmayabileceğini ifade etmektedir. Josef Joffe’ye göre, ABD’nin iki savaşa girmesi ve Büyük Buhran’dan bu yana en kötü krizi geçirdiği bir dönemde ABD, askerî, ekonomik, diplomatik ve kültürel olarak hala en güçlü konumdadır. Çin’in yükselişi ABD’nin nispeten çöküşünü göstermektedir ancak bu ABD’nin dibe kadar çöktüğü anlamına gelmiyor. Bazı Çinli uzmanlar da, ABD’nin çöküşünden bahsetmenin henüz erken olduğunu ve 11 Eylül olayları da ABD’nin çöküşünün başlangıcı olmadığını saptamaktadır. The Ekonomist dergisinin Asya editörü Gideon Rachman de ABD’nin hala dünyanın en güçlü ülkesi olduğu kanaatindedir. Gideon Rachman’a göre, ABD dünyanın en büyük ekonomisine sahip olmaya devam etmekte, dünyanın en iyi üniversitelerine ve dünyadaki büyük sektörlerin birçoğuna sahiptir. ABD ordusunun rakibi olmadığı gibi ABD’nin girişimci ruhu ve teknoloji kapasitesi dünyanın en ileri seviyesindedir. Yetenekli göçmenler hala ABD’ye akın etmektedir. Buna rağmen ABD’nin bazı alanlarında yetersiz kaldığı da bir gerçektir. Princeton Üniversitesi tarih Prof. David A. Bell, ABD’nin çökeceğinden bahsetmenin henüz erken olduğunu ve ABD’nin çökeceğini sürekli dile getirmenin sadece entelektüel alışkanlıklardan kaynaklandığını açıklamaktadır. Amerikalı entelektüeller ve bilim adamları bazı verilere ve tarihsel olgulara dayanarak ABD’nin çöküşünü ispat etmeyi bir gelenek haline getirdiklerini ifade eden David A. Bell, bu tür bir geleneğin olumlu tarafı olduğunu ve eksiklikleri kapatma açısından önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bazı uzmanlara göre, 11 Eylül sonrası Washington devlet dışı aktörlerin tehdidine fazla önem vererek geleneksel güçlerin yaratacağı riski göz ardı etmiştir. ABD, Afganistan ve Irak savaşı ve küresel terörizm sorunlarıyla meşgul olurken, Çin ise bu fırsatlardan yararlanarak ekonomik büyümesini ve askerî modernizasyonu ile birlikte böl- gesel ve küresel düzeyde etkisini arttırmış ayrıca ABD’nın borç krizi, Çin’in askerî yayılmacılığı için de fırsat yaratmıştır. Prof. Dr. Aaron L. Friedberg, Çin’in “savaşmadan savaşı kazanan” bir ülke olduğunu ve Çin’in ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki çıkarlarına zarar vereceği gibi ABD’nin bu bölgedeki varlığını da kaldıracağını ileri sürmektedir. Bu bağlamda bazı ABD think-tank kuruluşları Çin’e ulusal güvenliği tehdit eden bir ülke olarak bakılmasını önermektedirler. Güvenlik stratejisi tehdide göre oluşturabilir ve bu şekilde Çin ABD’nin stratejik güvenliği için hedef haline getirilebilir. Son yıllarda ABD ve dünya kamuoyunda yükselen Çin’in, tarihte yaşanan yükselen gücün mevcut hegemonya gücüne meydan okuduğu olgusundan hareketle ABD’nin sonunu getirebileceğine ilişkin endişeler ve görüşler var. Ancak ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden gelişmelerin bu şekilde cereyan etmeyeceğini ve Çin’in yükselişinin ABD’nin sonunu getirmeyeceğini iddia etmektedir. ABD-Çin İlişkilerinin Isınması 30 Ocak 2009’da, Çin Devlet Başkanı Hu Jintao’nun Demokrat aday Barack Obama’nın ABD Başkanı olarak seçilmesini kutlamak için gerçekleştirdiği telefon görüşmesinde Başkan Hu Jintao, Çin-ABD ilişkilerini güçlendirmek için diyalogu güçlendirmek, karşılıklı güveni artırmak ve işbirliğini genişletmek istediklerini; karşılıklı temel çıkarlara saygı ve ilgi duymak, ortak küresel sorunlarla başa çıkmakla ilişkilerinin sürekli ve istikrarlı bir şekilde gelişeceğini ifade etmiştir. Başkan Obama da ABD yönetiminin Çin ile daha olumlu, daha yapıcı ilişkiler geliştirmek için istekli olduğunu belirterek, ABD ve Çin açısından iki ülke ilişkilerinden daha önemli ikili ilişkilerin olmadığını vurgulamıştır. Başkan Obama’ya göre, iki ülke pek çok konularda ortak çıkarlara sahiptir, ABD-Çin arasında yapıcı diyalogun ve işbirliğinin güçlendirilmesi sadece iki ülkenin yararına değil, aynı zamanda bütün dünyanın yararına olacaktır. ABD, önemli uluslararası ve bölgesel konularda Çin ile işbirliğini güçlendirmeyi ummaktadır. Obama yönetiminin Çin politikası olumlu bir diyalog ile başlamış ancak Clinton yönetimi dönemindeki stratejik işbirliğinin ortaklık ilişkileri düzeyine ulaşamadığı görülmektedir. Başkan Bill Clinton döneminden ABD, Afganistan, Irak ve küresel terörizm sorunlarını çözmekle meşgul olurken, Çin ise bu fırsatlardan yararlanarak ekonomik büyümesini ve askerî modernizasyonu ile birlikte bölgesel ve küresel düzeyde etkisini artırmaya çalışmıştır. itibaren ABD’nin Çin’e yönelik politikalarından biri Çin’in demokratikleşmesidir. Başkan Obama Çin ile yakın bir ilişki kurmak için Çin’e yönelik demokratik baskıyı değişik bir şekilde askıya almaya çalışmıştır. Başkan Obama’nın Eylül 2009’da, BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında, demokrasinin dışarıdan bir ülkeye empoze edilemez olduğunu ifade ederek her ülkenin kendi yolunu bulması gerektiğini ayrıca hiç bir yolun mükemmel olmadığına değinerek geçmişte ABD’nin demokrasi teşvikinin fazla seçici olduğunu itiraf etmiştir. Hâlbuki Başkan Obama ile yakın duran Center for a New American Security kuruluşunun Eylül 2009’daki raporu farklı önerileri sunmaktadır. Rapora göre ABD’nin Çin’in yükselişini engellemesine gerek yok. Çin ile ilişkilerini ve işbirliğini devam ettirmelidir. Bu şekilde Çin’i şekillendirmeye çalışmak lazım. Ancak demokrasiyi teşvik etme stratejisini uygulaması önemlidir. Özellikle Çin’e karşı Asya Pasifik’te demokratik ülkeler birliğini vücuda getirmelidir. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı James B. Steinberg söz konusu raporun ilan edilmesinden iki gün sonra aynı düşünce kuruluşundaki konuşmasında, ABD bir yandan kendi ulusal çıkarlarını koruyacak, diğer yandan da Çin’in yükselişine de alışacak diyerek Washington’un politik düşüncesini ortaya koymuştur. ABD-Çin ilişkilerini olumlu bir düŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 73 Clinton ABD’nin Pakistan ve Müslüman topluluklar ile ilişkileri konusundaki bir konuşmasında ABD’nin tek başına dünyanın sorunlarını çözemeyeceğini, ancak, ABD olmadan da dünya problemlerinin de çözülemeyeceğini belirtmişti. zeye ulaştırmak için Başkan Obama iktidarın ilk yılında Çin ziyaretini gerçekleştirmesi gündeme gelmiştir. Bu hazırlıklar için ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Şubat 2009’da Çin’i ziyaret etmiştir. Bakan Clinton’nun göreve gelir gelmez Asya ve Çin’i ziyaret etmesi, ABD’nin yeni hükümetinin Asya ve Çin ile ilişkilerine önem verdiğini göstermektedir. Bakan Clinton da iki ülke arasındaki olumlu işbirliğinin yeni bir dönemin başlangıcı olduğunu belirtmiştir. Bu görüşmede Başkan Hu Jiantao 21. yüzyıldaki Çin-ABD ilişkilerini dünyanın en önemli ikili ilişkilerinden biri olarak tanımlamıştır. Ayrıca Çin tarafı da küresel çapta ABD ile iyi bir ilişki sürdürmeye çalışmaktadır. Ancak Çin, daha çok ABD’nin Çin’in temel çıkarlarına (Core interests) saygı göstermesini beklemektedir. Çin uzmanları bu dönemdeki Çin-ABD ilişkilerine olumlu bakarak Başkan Hu Jintao’nun liderliğinde Çin-ABD ilişkilerinin ilerlediğini ileri sürmektedirler. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Asya turuna çıkmadan önce ABD’nin Asia Society düşünce kuruluşunda ABD-Asya İlişkileri: Geleceğimiz İçin Vazgeçilmezler konulu bir konuşma yapmıştır. Konuşmasına Çin’in ABD için ne kadar önemli olduğunu ve Çin’in barış ve 74 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 refahının sadece Asya-Pasifik bölgesi için değil, dünya çapında da çok önemli olduğu sözleriyle başlayan Bakan Clinton, ikili ilişkilerini bir Çince deyimle anlatmıştır: “aynı teknede olanlar birbirine destek çıkarlar”, yani aynı teknede olduğunuzdan, nehri geçmemiz için barış içinde birlikte olmanız lazım. Aynı ifadeyi Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ile ilgili bir toplantıdaki konuşmasında da kullanan Bakan Clinton, Çin ziyareti sırasında Çin Başbakanı Wen Jiabao ile görüştüğünde Jiabao bu ifadeyi takdirle karşılamıştır. Başbakan Jiabao, Bakan Clinton’un kullandığı Çince deyimin devamı olan “el ele verip birlikte ilerlerler” ifadesini kullanmıştır. Bakan Clinton da, ABD ve Çin’in gelecekte birlikte çalışmak için çok iyi bir fırsatları olduğuna gerçekten inandığını belirtmiştir. Obama yönetimi yaşanan iki savaş ve küresel borç krizinden sonra küresel politikasını sürdürebilmek için başka güçlerle işbirliği yapma çabası içine girmiştir. Bakan Clinton ABD’nin Pakistan ve Müslüman topluluklar ile ilişkileri konusundaki bir konuşmasında Amerika Birleşik Devletleri’nin tek başına dünyanın sorunlarını çözemeyeceğini, ancak, ABD olmadan da dünya problemlerinin de çözülemeyeceğini belirt- mişti. Yani ABD, finansal kriz, iklim değişikliği, nükleer silahsızlanma, terörizm ve başka konularda diğer ülkelerin işbirliğine ihtiyaç varsa bile yine de öncü bir rol oynamak zorundadır. Ocak 2011’de, ABD Dışişleri Bakanı Clinton, diplomat Richard C. Holbrooke’un cenaze töreninde ABD-Çin ilişkileri üzerinde bir konuşma yapmıştı. Bakan Clinton, Çin’in bir tehdit olmadığını ve ABDÇin arasında sıfır toplamlı veya dost ya da düşman ilişkileri olmadığını belirterek, iki ülke aynı teknede olduğundan dolayı aynı yönde ilerlemesinin gerektiğini, aksi halde bunun kargaşa ve girdaplar yaratacağını ifade etmiştir. Bakan Clinton’a göre, bu olumsuz ilişkiler sadece ikili ilişkilere zarar vermek ile kalmıyor, aynı zamanda diğer alanları da etkilemektedir. Çin’in 30 yıllık başarısını takdir ettiklerini ve yükselen bir Çin’i karşılayacaklarını belirten Bakan Clinton, Çin ile olumlu ilişkileri geliştirmek ve olumlu geleceği yaratmak için birlikte mevcut ve gelecekteki zorluklara karşı işbirliği yapmaya hazır olduklarının altını çizmiştir. Dört gün sonra 1821 Ocak tarihlerinde, Çin Devlet Başkanı Hu Jintao, ABD ziyaretini gerçekleştirmiş ve iki ülke arasında ortak bir bildiri yayınlamıştır. Çin uzmanlarına göre söz konusu bildiri Çin-ABD ilişkileri için bir eylem programıdır. Bakan Hillary Clinton’un Mart 2011’de, ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi’nde yaptığı konuşmada Çin’in Pasifik ada ülkelerinde ve enerji konusunda ABD ile yarıştığını ve ABD’nin gerçek rakibinin Çin olduğunu anlatmıştır. Bakan Hillary Clinton’a göre, ABD diğer güçlerle rekabette zayıflık göstermekte ve enformasyon savaşını da kaybetmektedir; bu da ABD’nin dünyadaki liderlik konumunu zedelerken Çin ile İran gibi ülkelerle mücadelesini de olumsuz etkilemektedir. Doğal olarak Çin’in tepkisi de gecikmedi. Verilen tepkide Çin’in bu ülkelerin kendini geliştirme kapasitesini güçlendirmesine yardım ettiğini ve bunun ada halkı tarafından memnuniyetle karşılandığı cevabı verilmiştir. ABD-Çin İlişkilerindeki Gerilemeler Obama yönetimi Çin ile yeni ilişkiler geliştirmeye çalışırken, iki ülke arasında bölgesel ve küresel çıkarların farklı olması, siyasal ve toplumsal değerlerden kaynaklanan yapısal sorunlar ile birlikte, yaşanan ticaret anlaşmazlıklarının ikili ilişkilerin belli bir düzeye ulaştırılmasını zorlaştırmaktadır. Özellikle Başkan Obama’nın Asya’ya geri dönüş politikası Çin’in bölgedeki etkisini kırma olarak okunmaktadır. Aslında ABD’nin Asya Pasifik ve Çin’e yönelik politikası yeni değildir. Obama iktidara geldiğinde bu politikayı yürürlüğe koymuş, bu durum ABD’nin Asya’ya geri dönüşü olarak tanımlanmıştı. ABD’nin Asya’ya geri dönüşü Başkan Obama’nın 2009 yılının sonunda Asya turu ile birlikte belirginleşmeye başlamış ve şu anda da bir gerçek olarak gündemdeki yerini korumaktadır. Başkan Obama, 2009 yılının sonunda Çin ziyaretini gerçekleştirmişti. Obama, Çin ziyareti öncesi, Çin’i “önemli ortak ve aynı zamanda bir rakip” (vital partner, as well as a competitor) olarak gördüğünü belirtmiş ancak “sorunlarımızın bir kısmını çözmezsek, bence hem ekonomik hem de siyasi açıdan ilişkilerde büyük çaplı gerilimler ortaya çıkacak” şeklinde ikili ilişkilerini tanımlamıştır. Başkan Obama’nın ifadesine göre, ABD ve Çin dünyanın en güçlü ülkeleri arasındadır ve küresel meselelere karşı geniş çapta işbirliği yapmaları gerekmektedir. İkili ilişkilerde rekabetlerin adil ve dostça olması gerekir. Obama, iklim değişikliği, ekonomik krizden çıkış, nükleer silah sızlanması gibi konularda Çin ile birlikte çalışmayı dile getirerek ABD’nin bunları tek başına başaramayacağını belirtmişti. Başkan Obama, ABD-Çin ekonomik ilişkilerinin çok önemli olduğunu ancak ticaret ilişkilerinde dengesizlik olduğunu ve bu durumun sebeplerinden birinin Çin’in para birimi Yuan’ın değerini düşük tutmasından kaynaklandığı tespitini yapmıştı. ABD’nin Çin’e artık sürdüremeyecek kadar büyük çapta borçlandığını anlatan Obama, aralarındaki dengesizlik ticaretini düzeltebilmek için Çin’den çok ucuz mamül almak yerine Çin’e daha fazla mal satmaları ve böylece Amerikalılar için istihdam yaratmaları gerektiğini belirtmiştir. Obama, çok fazla dolar rezervine sahip olan Çin’i de uyardı ve ABD’nin ekonomideki başarısızlığının Çin’i de etkileyeceğini ifade etti. Obama ikili ilişkilerinde her zaman sorun olan insan hakları konusuna da değinerek “ifade, basın ve din özgürlüklerinin sadece Amerikan değerleri değil, evrensel değerler olduğuna inanıyoruz. Çin heyetleriyle görüşmelerimizde bu konular her zaman gündeme gelmiştir ve böyle de devam edecektir.” “Küresel ölçekli konular bağlamında iklim değişikliği, İran ve Kuzey Kore nükleer sorunu ikili görüşmelerde yer alacağı gibi söz konusu alanlarda da işbirliği arayışında bulunulacaktır. Obama’nın Asya’ya geri dönüş politikası Çin’in bölgedeki etkisini kırma olarak okunmaktadır. Aslında ABD’nin Asya Pasifik ve Çin’e yönelik politikası yeni değildir. Obama iktidara geldiğinde bu politikayı yürürlüğe koymuş, bu durum ABD’nin Asya’ya geri dönüşü olarak tanımlanmıştı. Obama’nın Çin için kullandığı “önemli ortak ve aynı zamanda bir rakip” ifadesini daha çok ekonomiticaret ilişkileri bağlamında kullandığı anlaşılmaktadır ancak ABD-Çin ilişkileri ikili ilişkiler dışına çıkarak küresel boyut kazandığı için kullanılan ifadenin mahiyeti daha farklı olabilir, yani bazı konu ve alanlarda ortak olunabilirken bazı konularda da rakip olunabilmektedir. Obama’nın Çin ilişkilerini “ortak” ve “rakip” olarak tanımlaması, Clinton dönemindeki “stratejik işbirliği ortaklık” ile Bush dönemindeki “stratejik rakip” tanımının kombinasyonu hâlini göstermektedir. Obama yönetimi Çin’in egemenlik iddiası olan konulara da girmektedir. Temmuz 2010’da Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Vietnam’ın başkenti Hanoi’de düzenlenen ASEAN Bölgesel Güvenlik Formu toplantısında (ASEAN Regional Forum, ARF) Spratly Adaları ve Paracel Adaları’nın ABD’nin ulusal çıkarlarını ilgilendirdiğini ve adalar üzerinde egemenlik talepleri olan bütün ülkeleri desteklediğini ifade etmiştir. Bakan Clinton, söz konusu adalar üzerindeki ihtilafları işbirliği diplomasisi ile çözüme kavuşturulmasını istediklerini, kuvvet veya kuvvet tehdidi kullanımına dayalı operasyonlara karşı olduklarını belirtmiştir. Çin ile bazı Güneydoğu ülkeleri ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 75 Başkan Obama’nın Çin’e baskı yapması ve Asya Pasifik’te ABD’nin etkisini tesis etme çabası ikili ilişkileri gerginleştirmektedir. Ama asıl Çin’i endişelendiren gelişme Obama yönetiminin yeni savunma stratejisidir. arasında Güney Çin Denizi’nde bulunan bazı adalar üzerinde egemenlik sorunu yaşanmaktadır. Bakan Clinton’un bu açıklaması mevcut sorunun tekrar alevlenmesine neden olmuştur. Çin’in tepkisi gecikmemiş ve ABD’nin ihtilaflı adalar üzerindeki tutumu adil gibi görünüyorsa da aslında Çin’e yapılan bir saldırı olarak okunmuştur. Diğer yandan ABD’nin Asya Pasifik bölgesinde ekonomik stratejik işbirliğini teşvik eden Trans-Pasifik Ortaklık (TPP) yapılandırmasına hız vermesi de Çin’in bölgedeki etkisini kırmayı hedeflediği anlaşılmaktadır. Başkan Obama’nın Kasım 2011’de Hawaii’nin Honolulu’da düzenlenen APEC zirvesinde söz konusu Trans-Pasifik Ortaklık, normal ticaret anlaşması kapsamını aşan daha geniş bir anlaşmanın örneği olacağını belirtmiştir. Obama, sistemde boşluklardan yararlanan herhangi biri ile ilişki kurmayacağını belirterek Çin’e gönderme yapmıştır. Obama-Hu Jintao görüşmelerinde, Çin’in ekonomi-ticaret kurallarına uyulması gerektiğini ifade etmiş Çin’in mutlaka küresel ticaret kurallarına göre oynamasını ve yetişkin biri gibi hareket etmesi gerektiğini de vurgulamıştır. 2005’te ortaya çıkan ve 2008’de ABD’nin katılması ile vücuda gelen 76 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Trans-Pasifik Ortaklık örgütüne üye olan ülkeler Avustralya, Brunei, Şili, Malezya, Yeni Zelanda, Peru, Singapur, ABD ve Vietnam gibi ülkelerdir. Japonya, Güney Kore, Kanada ve Meksika ülkeleri de üye olma yolundadır. Üye ülkelerin artışı ile örgüt 800 milyon nüfuslu bir pazar oluşturacak ve küresel ekonominin yaklaşık % 40’ını teşkil edecektir. 27 üyesi olan AB’den daha büyük bir güce sahip olacak bu örgüt, ABD’nin geleneksel serbest ticaret anlayışı ve Dünya Ticaret Örgütü dışında yeni bir ticaret alanını açmış olacaktır. Bu nedenle Bush döneminden itibaren Washington yönetimi bu örgüte önem vermektedir. Çin’in yer almadığı TransPasifik Ortaklık örgütü, öteden beri büyük enerji sarf ederek bölgede oluşan ASEAN+3 (ASEAN+Çin, Japonya, Güney Kore) sistemini gölgede bırakacak sonuçları yaratmayı hedeflemektedir. Tayvan’ın da örgüte sıcak bakması ve ilerdeki uygun bir zamanda üyeliğe başvurma talebi, uzun süreli diplomatik ve ticari zorluk durumunu açmasına ve Çin’in uluslararası ortamındaki baskılarından kurtulmasına ve böylece Çin’in Tayvan üzerindeki kontrol etme kapasitesini zayıflatacaktır. Bu gelişmeler, Çin’in girişimini ve dolayısıyla etkili olan Asya-Pasifik bölgesindeki ekonomi-ticaret yapılandırmasının kırılma tehlikesini yaratacaktır. Çin tarafı ABD’nin TPP planına karşı çıkmasına rağmen bazı Çin uzmanları Çin’in de TPP yapılandırmasına müdahil olmasını ve bu yeni yapılandırmada etkili olmasını tavsiye etmektedirler. Hawaii’deki APEC toplantısında Çin ve ABD liderleri arasındaki bu ihtilaflar ikili ekonomik ve ticari anlaşmazlıkların belli bir düzeye ulaştığını gösteriyor. Ancak Obama yönetiminin Asya’ya geri dönüş politikası ikili ilişkileri germektedir. ABD Başkanı Obama, Kasım 2011’de Avustralya parlamentosunda yaptığı konuşmada ABD’nin bir pasifik ülkesi olduğunu ve hep burada kalacağını beyan etmiştir. Başkan Obama’ye göre “şüphesiz, 21. yüzyılda ABD Asya Pasifik’te tam girişimde bulunacaktır”. Bu Obama’nın Pekin’e ABD’nin Asya Pasifik’te kendi etkinliğini arttıracağına ilişkin açık mesajıdır. Başkan Obama, savunma harcama kesintisi yapılmasına rağmen Asya Pasifik bölgesindeki etkisinin kurban etme niyetinde olmadıklarını vurgulamaktadır. ABD Asya Pasifik bölgesinde “güç projeksiyonu yapacak ve barışa yönelik tehditleri caydıracaktır.” Başkan Obama’nın Asya Pasifik’te gücünü yeniden tesis edeceğine dair ifadeleri bundan daha net olmamıştı. Başkan Obama, Avustralya’da ABD’nin Asya Pasifik’te daha büyük ve uzun vadeli rolleri icra edeceğini ve Asya Pasifik bölgesinde barışı, ekonomik özgürlüğü ve insan haklarını sağlamak için çabalayacaklarını ifade etmiştir. ABD’nin Çin’den korkmadığını, Çin’in denizde navigasyon özgürlüğü ve serbest dalgalı kur dâhil birçok alanda uluslararası standartlara uyması gerektiğini de istemişti. Ayrıca ABD, Avustralya’nın Darwin limanında 2500 kişiden oluşan yeni bir kalıcı askerî üssün kurulmasına da karar vermişti. Bütün bu gelişmeler ABD-Çin ilişkilerini geren konulardır. Bununla birlikte ABD Dışişleri Bakan Hillary Clinton’un Güneydoğu Asya ülkeleri ile Çin arasında tartışmalı olan Paracel ve Spratly adaları üzerindeki politikası da Çin’i rahatsız etmektedir. Bütün bu gelişmeler Çin tarafından ABD’nin Çin’in bölgedeki etkisini kırmak ve bölgede hegemonyasını kurmak olarak algılanmıştır. Kasım 2011’de ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un yazdığı ABD’nin Pasifik Yüzyılı makalesinde ABD-Çin ilişkilerinin geleceğine açıklık getirilmişti. Makalede, ABD’nin geleceğine yönelik siyaseti Asya’ya bağlı ve geleceğin on yılında ABD’nin dış politikasının misyonu ise büyük ölçüde Asya Pasifik bölgesine yatırım yapmak olacağı vurgulanıyordu. Aynı makalede, ABD’nin Çin ile olan ilişkileri ABD’nin kuruluşundan bu güne en zor ve etkisi büyük olan ikili ilişkilerden biri olacağının altı çizilmektedir. Bakan Clinton’a göre, ABD-Çin ilişkilerinin kılavuzu yoktur ancak çıkarlarının önemli olduğu için bu zorluğun başarılması gerekmektedir. Obama Yönetiminin Hedefi Çin olmalıdır. İkincisi: Asya Pasifik bölgesi yükselen büyük güçlerin merkez sahnesidir ve ABD stratejisinin odak noktası olmalıdır. Asya Pasifik bölgesi dünyanın en dinamik alanıdır, küresel ekonomik büyümenin motorudur ve 21. yüzyılın küresel düzene şekil verebilecek etkin merkezidir. Bundan dolayı Asya Pasifik bölgesi dünyanın en belirsiz ve en fazla risk altında olan alanlarından biridir. Bu bölge ABD’nin küresel liderliğini ilgilendiren bir bölgedir. Bu nedenle Asya Pasifik bölgesi için ABD’nin gelecekteki küresel stratejisinin önemli alanı olmalıdır. Obama yönetimi iktidara geldiği dönemde ABD strateji çevreleri ABD’nin stratejik hedefleri ve öncelikleri gibi temel meseleler üzerinde tartışmalarda bulunmuşlardı. Bu tartışmaların sonucunda iki noktada uzlaşıldı. Birincisi: Terörizmle mücadele ve büyük güçlerin yükselişine yanıt vermek ABD’nin uzun vadede yüzleşeceği iki önemli stratejik görevdir. Bush yönetimi terörle mücadele gündemi ile meşgul olup yükselen güçlere karşı hazırlıksız konuma düşerek stratejik hata yapmıştır. Terörizmin ağır darbe alması ve Irak ile Afganistan’ın dönüşümü yavaş yavaş sonuç vermeleri ile birlikte, büyük güçlerin yükselişine karşı alınacak tedbirler Obama yönetiminin ciddi görevi 2009 yılının sonunda ABD Başkanı Obama’nın Asya ziyareti sırasında, Obama yönetiminin Asya Pasifik bölgesine geri dönüşünün sinyali verilmişti. Temmuz 2010’da, Dışişleri Bakanı Clinton’un Vietnam’ın başkenti Hanoi’deki konuşması ise, ABD’nin bölge sorunlarına iştirak etme politikasının göstergesi gibiydi. Bununla birlikte, Washington’un Asya Pasifik’teki askerî varlığını devam ettirme kararı ve bölge güvenliği için müttefiklerle askerî tatbikatları daha sık ve yaygınlaştırma amacıyla bir dizi ortak tatbikatlar yapılmıştır. Başkan Obama’nın, Kasım 2011’deki Asya Pasifik ziyaretinde, ABD-Avustralya güvenlik ittifakı ve Avustralya’da asker konuşlandırma kararı, Çin’in bölgedeki etkisine Başkan Obama’nın konuşmasında “Çin” adı geçmemektedir fakat Asya Pasifik’te ABD’nin çıkarlarını tehdit edebilecek gücün Çin olduğuna işaret edilmektedir. Ancak, Pentagon’un raporunda Çin adı üç yerde geçmektedir. karşı üstünlük kazanmanın çabası olarak yorumlanmıştı. ABD’nin Asya Pasifik’teki askerî ve güvenlik girişimleri, Çinli uzmanlar tarafından “Asya NATO’sunu”n (Asian version of NATO) oluşturulması olarak tanımlanmış ayrıca ABD, Japonya, Avustralya ve Hindistan arasında oluşturulmaya çalışılan “değerler ittifakı”nın Çin’i kuşatması olarak algılanmıştır. Obama yönetiminin Asya Pasifik bölgesine dönüş politikası, ABD-Çin ilişkilerini derinden etkilemeye başlayarak Çin-ABD ilişkilerini ciddi bir testten geçirmektedir. Başkan Obama’nın Çin’e baskı yapması ve Asya Pasifik’te ABD’nin etkisini tesis etme çabası ikili ilişkileri gerginleştirmektedir. Ama asıl Çin’i endişelendiren gelişme Obama yönetiminin yeni savunma stratejisidir. 5 Ocak 2012’de, Başkan Obama, ABD Savunma Bakanı Leon Panetta, ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Martin Dempsey ve diğer üst düzey askerî komutanlar ile Pentagon’da düzenlediği basın toplantısında, ABD’nin yeni askerî stratejisini açıklamıştır. Başkan Obama’nın Pentagon’a bizzat giderek bu açıklamayı yapması söz konusu askerî stratejinin önemini ve kendisinin de bu strateji belgesinin arkasında olduğunu göstermiştir. Başkan Obama’nın ABD’nin ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 77 Çin Savunma Bakanlığı Basın Sözcüsü Geng Yansheng, ABD tarafından yayımlanan savunma stratejisi rehberine dikkat ettiğini ve ABD’nin askerî stratejisinin Asya-Pasifik bölgesinde ve küresel güvenlik çevresini nasıl etkileyeceğine yakından bakılacağını ifade etmiştir. yeni savunma stratejisi hakkındaki konuşması, Pentagon’un yayımlandığı ABD’nin Küresel Liderliğini Sürdürmek: 21. Yüzyıl Savunma Öncelikleri (Sustaining U.S. Global Leadership: Priorities for 21st Century Defense) adlı rapor üzerinden yapılmıştır. Başkan Obama konuşmasında söz konusu rapor üzerinde durmuştur. Çin adının hiç geçmediği raporda, Başkan Obama’nın açıklamasına göre, ABD, Asya Pasifik’teki varlıklarını güçlendirecektir. Pentagon raporuna göre, ABD askerî, küresel güvenlik için katkıda bulunmaya devam edecek, aynı zamanda AsyaPasifik bölgesine doğru yeniden stratejik ayarlamalar yapacaktır. ABD, Asya’daki müttefikleri ve ortakları ile arasındaki ilişkilerini arttıracaktır bu da bölgedeki güvenlik ve diğer ortak çıkarlar açısından önemlidir. ABD, Hindistan ile uzun vadeli stratejik işbirliği ilişkilerini geliştirmiş ve Hindistan’ın bölgesel ekonomik güç ve Hint Okyanusu bölgesinde güvenlik sağlayıcısı rolünü desteklemiştir. Raporda, Çin’in yükselişinin yarattığı sonuçlar, Kuzey Kore’nin meydan okumaları, Arap Uyanışı, İsrail’in güvenliği, İran nükleer sorunu, Avrupa müttefikler ve işbirliği ortaklarının önemi ve NATO’nun Avrupa ve diğer bölgelerdeki önemli rolü, NATO 78 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 müttefikleriyle “akıllı savunma (smart defense) yaklaşımının geliştirilmesi, Rusya ile ortak çıkarlar üzerinde işbirliğinin önemi ve küresel güvenlik ve işbirliği alanlarına Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin dâhil olması gibi konulara da yer verilmiştir. Başkan Obama’nın konuşmasında “Çin” adı geçmemektedir fakat Asya Pasifik’te ABD’nin çıkarlarını tehdit edebilecek gücün Çin olduğuna işaret edilmektedir. Ancak, Pentagon’un raporunda Çin adı üç yerde geçmektedir. Raporun Değişen Küresel Güvenlik Çevre bölümünde ABD’nin Çin ile olan stratejik ilişkileri anlatılmaktadır: “Barışın ve istikrarın temininin sürdürülmesi, ticari faaliyetlerin ve ürünlerin serbest dolaşımı ve ABD etkinliğinin bu dinamik bölgede sağlanması, askerî kapasite ve mevcudiyetinin devamında saklıdır. Uzun vadede ele alındığında, Çin’in bölgesel bir güç olarak ortaya çıkışının, ABD ekonomisi ve bizim güvenliğimize çeşitli şekillerle ve yollarla potansiyel etkileri olacaktır. Doğu Asya’da barışın ve istikrarın sürdürülmesi ve işbirliğine dayalı karşılıklı ilişkilerin inşası konularında iki ülkenin (ABD ve Çin) birbirine sıkı sıkıya bağlı ve güçlü temellere dayanan çıkarları vardır. Fakat Çin’in askeri gücünde yaşanan büyüme, Çin’in stratejik niyetlerinin daha açık bir biçimde tasvirine ihtiyaç duyulmaktadır; böylece bölgede doğacak sürtüşmelerin engellenmesini de mümkün kılacaktır. ABD, gerekli yatırımları yaparak bölgesel erişimin sağlanması ve anlaşmalarımıza dayanan yükümlülükler ve uluslararası hukuka bağlı kalınarak, serbestîye dayalı özgürce faaliyetlerini sürdürmeye devam edecektir. Müttefiklerimiz ve ortaklarımızla kurduğumuz ağlarımız yoluyla çalışarak; temel istikrarın teminini sağlayan, yeni güçlerin barışçıl yükselişini teşvik eden, ekonomik dinamizm ve yapıcı savunma işbirliğini özendiren, kurallara (hukuka) duyarlı uluslararası düzenin devamını sağlamaya kararlıyız”. Raporun ABD Kuvvetlerinin Temel Görevleri bölümünde Çin, İran ile anılmaktadır: Çin ve İran gibi devletler asimetrik araçların kullanımını sürdürerek, güç projeksiyonu kapasitemize karşı çıkmaya devam edeceklerdir, bunu yaparken de karmaşık silah sistemleri ve teknolojilerinin devlet-dışı aktörlere yayılmasına yardımcı olmayı da sürdüreceklerdir. Bu nedenle ABD ordusu gereken yatırımları yaparak, girişimi engelleme (Anti-Access) ve bölgeye hapsetmede (Area Denial) (A2/ AD) etkin bir şekilde faaliyetlerini sürdürmenin yollarını arayacaktır. Bu faaliyetler, Ortak Operasyonel Erişim Konsepti Kavramı’nın uygulanmasını da kapsayacak, deniz-altı faaliyetlerdeki kapasitelerimizin geliştirilmesi sürdürülecek, radara yakalanmayan yeni bir hayalet avcı bombardıman uçağı geliştirilecek, füze savunma sistemleri geliştirilecek ve kritik öneme sahip uzay merkezli kapasitemizin esneklik ve etkinliğinin artırılması, geliştirilmesi bağlamındaki çabalarımızın devamı sağlanacaktır. Başkan Obama’nın konuşmasında ve Pentagon’un raporunda Çin’i hedef alan konulara karşı Çin’in resmi yanıtı 9 Ocak’ta geldi. Çin Dışişleri Sözcüsü Liu Weimin: “Çin’in stratejik niyeti net, açık ve şeffaftır. Çin, barışçıl gelişme yolunda hiç sapmadan ilerlemektedir, bağımsız ve barışçıl dış politika ve müdafi savunma politikası izlemektedir” açıklamasını yapmıştır. Sözcü Liu Weimin’in açıklamasına göre, Çin’in savunma alanındaki modernizasyonu ulusal güvenlik ve kalkınma ihtiyaçları için hizmet etmektedir, bölgesel barış ve istikrar için olumlu bir faktördür ve hiçbir ülke için tehdit oluşturmamaktadır. Sözcü Liu’a göre, Pentagon’un raporundaki Çin’e yönelik suçlamalar asılsızdır, insanları inandıramazlar. Açıklamasını Çin tarafının söz konusu raporun muhtevasını derinden incelemek için ele alınacağı şeklinde devam ettiren sözcü Liu Weimin, şu uyarıyı da yapmıştır: “Asya-Pasifik’in barış, istikrar ve refahı, bölge ülkelerinin ortak çıkarları olduğu bir gerçektir, ABD’nin bu konuda yapıcı bir rol oynaması gerektiğini umuyoruz.” Çin Dışişleri Sözcüsü Liu Weimin, Asya Pasifik bölgelerinin güvenliğini ve istikrarını bozan tarafın Çin değil, ABD olduğunu işaret etmiştir. Çin Savunma Bakanlığı’nın ABD’deki gelişmelere olan tepkisi de 9 Ocak’ta verildi. Çin Savunma Bakanlığı Basın Sözcüsü Geng Yansheng, ABD tarafından yayımlanan savunma stratejisi rehberine dikkat ettiğini ve ABD’nin askerî stratejisinin Asya-Pasifik bölgesinde ve küresel güvenlik çevresini nasıl etkileyeceğine yakından bakılacağını ifade etmiştir. Sözcü Geng Yansheng’e göre, Asya-Pasifik bölgesinde barış ve istikrar bir trenddir, kalkınma ve refah ise bölge insanlarının arzusudur. ABD, çağın gidişatına ters düşmeden objektif ve rasyonel yaklaşım ile Çin ordusuna bakmalıdır; ABD, sözlerinde ihtiyatlı ve hareketlerinde dikkatli olmalıdır; ABD, iki ordu arasındaki ilişkilerin gelişmesine kolaylık sağlamalı, bölgede barış ve istikrarı sağlayan işlerle meşgul olmalıdır. Sözcü Geng Yansheng ayrıca söz konusu rapordaki suçlamaların asılsız olduğunu ve Çin’in savunma gücünün ve askerî modernleşme stratejisinin tutarlı ve açık olduğunu ifade ederek, Çin’in barışçıl gelişmelerinin ABD dâhil bütün uluslararası toplum için bir fırsat olduğunu ve bunun bir meydan okuma olmadığının altını çizmiştir. Çin uzmanları, öteden beri 2012 yılının Çin-ABD ilişkileri açısından çok zor olacağı ve Çin-ABD ilişkilerinin 2012 yılında tarihî bir döneme gireceği kanaatindedirler. Onlara göre, 2012 yılında iki ülke arasında daha fazla yapısal riskler ve bilirsizlik faktörleri mevcut olacak, yaşanacak olaylara dönük gerçekçi yaklaşım ve zorluklara karşı aktif girişimde bulunmakla ancak değişken ve riskli 2012 yılı atlatılabilecektir. Bazı uzmanlara göre, ABD başkanlık seçimleri, ÇinABD ticaret ve döviz kuru anlaşmazlıkları ve ABD’nin Asya’ya geri dönüş stratejisi ikili ilişkileri daha da zor duruma sokabilir. ABD’nin Çin uzmanlarına göre, Asya Pasifik’te ABD-Çin çatışması kaçınılmazdır ve iki ülke bu gerilimi yönetemediği takdirde ciddi sorunlar yaratabilecektir. Ancak, Başkan Obama’nın konuşması ve Pentagon raporu sonrası Çin’in ABD uzmanları arasında yine iki çeşit görüşe yol açmıştır. Genel bir görüş, ABD’nin söz konusu Çin politikasının Çin’e zarar vereceği ve ABD’ye karşı tedbir alması gerektiği yönündedir. Çin-ABD arasındaki çatışma kaçınılmaz bir durum yaratmaktadır. ABD’li Çin uzmanlarının bazıları, ABD’nin söz konusu savunma stratejisine karşı Çin’in 2012 yılında karşı koyma ihtimali olduğu görüşündedirler. Diğer bir görüş ise, ABD’nin söz konusu stratejisi Çin’e fazla zarar veremeyeceği ve iki ülke arasında bir çatışmanın çıkmayacağı yönündedir. China Foreign Affairs University rektör yardımcısı ve China Institute of International Relations kuruluşunun başkanı Wang Fan, ABD’nin Asya’ya dönüşü ile birlikte Çin’i değiştirebilecek kapasiteye sahip olmadığını, ABD’nin sadece bölgedeki müttefiklerle işbirliği yapma arzusunda değil, aynı zamanda Çin ile işbirliği yapmak istediğini vurgulamaktadır. Çin Renmin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Prof. Jin Canrong, söz konusu raporun sadece ABD Savunma Bakanlığı’nın uluslararası duruma yaptığı bir tespit ve plan olduğunu bunun ABD’nin umumi görüşü olmadığını ileri sürmekte ve Çin’in bu durumu rahat- Prof. Zhu Feng’a göre, Çin-ABD arasında daha önce olduğu gibi rekabet devam edecek ancak yeni bir Soğuk Savaş meydana gelmeyecektir. Ancak Pentagon, 2011’den beri Çin’e yönelik Soğuk Savaş zihniyetine dayalı askeri strateji oluşturmaya çalışmaktadır. lıkla karşılaması gerektiği şeklinde görüşünü belirtmiştir. Pekin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Prof. Zhu Feng’a göre, kısa vadede Çin-ABD ilişkileri ciddi bir zarara uğramayacaktır, Çin’in tutumu nispeten sakin olduğu gibi acele bir şekilde ABD’ye karşı koymaya çalışmamıştır çünkü neticede bu yeni bir Soğuk Savaş’a dönüşebilir. Bunu ne Çin ne de ABD görmek istiyor. Şanghay Savunma Stratejik Araştırmalar Enstitüsü uzmanı Zhao Chu da, Çin-ABD arasında Soğuk Savaş yaşanmayacağını ileri sürmektedir. Nitekim Pentagon raporunun sadece stratejik bir belge olduğunu bunun askerî açıdan Çin’e karşı tedbir almak ve hazırlanmak anlamına geldiği belirtilmektedir. Prof. Zhu Feng’a göre, ÇinABD arasında daha önce olduğu gibi rekabet devam edecek ancak yeni bir Soğuk Savaş meydana gelmeyecektir. Ancak Pentagon, 2011’den beri Çin’e yönelik yeni bir Soğuk Savaş zihniyetine dayalı askeri strateji oluşturmaya çalışmaktadır. SDE Uzmanı, Doç. Dr.* Not: Makalenin orjinal halinde, atıfta bulunulan kaynaklar dipnotlar şeklinde gösterilmiştir. Ancak makalenin uzunluğu sebebiyle, yazarın da izniyle dipnotlara yer verilmemiştir. ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 79 Pakistan’da Darbe İhtimali ve Hükümetin Geleceği Khalilullah RASULİ* Son günlerde Pakistan kamuoyunda yaşanan tartışmalar ordu ve hükümet arasındaki ilişkileri oldukça gerginleştirmiştir. Pakistan’da daha önce buna benzer gerginlikler karşısında ordu, tereddüt etmeden hükümeti devirebiliyordu. Ancak mevcut durumda Pakistan’ın içinde bulunduğu koşulları ayrıca bölgedeki ve dünyadaki koşulları dikkate alan ordu, hükümeti alışageldiği gibi devirmenin pek mümkün olmadığını fark etmiştir. 80 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 P akistan, 1947 yılında Hindistan’dan ayrıldıktan sonra bugüne kadar dört defa askeri darbe ile karşı karşıya kalmıştır. İlk askeri darbe 1958 yılında General Muhammed Eyüp Han, ikinci askeri darbe 1969 yılında General Yahya Han, üçüncü askeri darbe 1977 yılında General Muhammed Ziya-ul-Hak ve dördüncüsü ise 1999 yılında General Pervez Müşerref tarafından gerçekleştirilmiştir. Son günlerde Pakistan kamuoyunda yaşanan tartışmalar ordu ve hükümet arasındaki ilişkileri oldukça gerginleştirmiştir. Pakistan’da daha önce buna benzer gerginlikler karşısında ordu tereddüt etmeden hükümeti devirebiliyordu. Ancak mevcut durumda bölgedeki ve dünyadaki koşulları dikkate alan ordu, hükümeti alışageldiği gibi devirmenin pek mümkün olmadığını fark etmiştir. Bu bağlamda ordu, hükümete karşı yumuşak güç kullanarak onu düşürebilecek girişimlerde bulunmayı denemektedir. Bu çerçevede, ilk olarak parlamentoyu devreye sokarak hükümeti düşürme girişiminde bulundu ancak parlamento hükümete güvenoyu konusunda tam destek vererek bunu engelledi. Parlamento mecrasında amacına ulaşamayan ordunun bu kez Yüksek Mahkeme ile bu amacına ulaşmaya çabaladığı öne sürülmektedir. Dolayısıyla iki yıl öncesine dayanan bir davayı Yüksek Mahkeme’nin yeniden gündeme getirmesini, ordunun bu amacına yönelik bir hazırlık olarak değerlendirmek mümkündür. Zerdari ve 2007’de öldürülen eşi Benazir Butto, 2003’te, İsviçre’deki bir mahkeme tarafından milyonlarca dolar aklamak ve İsviçre şirketlerinden komisyon almaktan dolayı gıyaben suçlu bulunmuş- Pakistan Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari ile ordu arasındaki gerginliğin merkezinde, Mayıs 2011’de ABD’li Amiral Mike Mullen’e gönderilen ve Pakistan’da ordunun darbe hazırlığına karşı yardım talebinin yer aldığı bir bilgi notu yer almaktadır. görevini sürdürebilecektir. lardı. O dönemde Zerdari ve Butto karara itiraz etmişlerdi. 2008’de ise dönemin Pakistan hükümetinin isteği üzerine dava düşürüldü. Fakat 2009’da Yüksek Mahkeme, bu affın anayasaya aykırı olduğuna karar vererek yargı sürecini yeniden başlattı. Şu andaki gerginliğin sebepleri konusunda farklı iddialar dile getirilmektedir. Bir iddiaya göre, bugünkü gelişmeleri hazırlayan süreç, 2011 Mayıs ayında El Kaide lideri Usame bin Ladin’in öldürülmesinin ardından, olası bir askeri darbeye karşı hükümet kanadının ABD’den yardım istediğini iddia eden imzasız bir notla başlamıştır. Bu gerginlik sırasında Yüksek Mahkeme, Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari ile diğer siyasi isimler hakkındaki yolsuzluk davalarının yeniden açılmasını reddettiğinden dolayı Başbakan Yusuf Rıza Gilani’yi mahkemeye karşı itaatsizlikle suçladı. Yüksek Mahkeme Başbakan Gilani’nin, 19 Ocak’ta yapılacak mahkemeye şahsen katılmasını da istedi. Ordu ve Hükümet Arasında Restleşmeler Pakistan Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari ile ordu arasındaki gerginliğin merkezinde, Mayıs 2011’de ABD’li Amiral Mike Mullen’e gönde- rilen ve Pakistan’da ordunun darbe hazırlığına karşı yardım isteyen bir bilgi notu yer almaktadır. İmzasız ve kimin yazdığı açıklanmayan notta, ABD’nin Usame Bin Ladin’i Pakistan sınırları içinde operasyon düzenleyerek öldürmesinden sonra ordunun muhtemel darbe girişimine karşı yardım istendiği ifade ediliyor. Olay, Ekim 2011’de, Pakistan asıllı ABD’li işadamı Mansoor Ijaz’in Financial Times’da yazdığı makalede ortaya çıktı. Ijaz, Pakistan’ın Washington Büyükelçisi Hüseyin Hakkani’nin söz konusu notu yazdığını ve kendisinden bu notu göndermesini istediğini iddia etmişti. Ijaz, ayrıca Zerdari’nin de notta yer alan yardım isteğine destek verdiğini açıkladı. Büyükelçi Hakkani ve Zerdari olayı yalanlarken, Pakistan’a çağrılan Büyükelçi daha sonra istifa etti. Konu ile ilgili ABD’li yetkililer notu aldıklarını fakat herhangi bir adım atmadıklarını açıkladılar. Pakistan’da seçimle işbaşına gelmiş olan hükümet, dört yıldan bu yana her an devrileceği tahminlerine meydan okuyordu ama bu kez durum ciddi görünüyor. Çünkü Yüksek Mahkeme, Başbakan Gilani’nin mahkeme kararlarına itaatsizlik ettiğini açıklayarak yargılama yolunu açtı. Bununla birlikte Başbakan Gilani mahkeme süreci boyunca Gilani, geçen ay doğrudan orduyu suçlamadan, dış mihrakların hükümeti devirmeye çalıştığını vurgulamıştı. Gilani’nin bu açıklamaları Başbakan’ın doğrudan orduyu işaret ettiği şeklinde yorumlanmıştı. Ayrıca Başbakan konuşmasında, “tüm devlet kurumlarının kendi alanlarında görevlerini yerine getirmelerini sağlamak hükümetin bir görevidir” ifadesine yer vermişti. Pakistan hükümetinin ordunun darbe ihtimaline karşı ABD’den yardım istediği iddialarıyla başlayan skandalın bir uzantısı olarak Başbakan Gilani Savunma Bakan yardımcısı Khalid Naim’i görevden aldı. Pakistan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Ashfaq Kayani ise Gilani’nin açıklamalarının “acı sonuçları” olabileceğinin altını çizerek hükümeti açık bir şekilde uyardı. Kayani’nin açıklamasından yola çıkan siyasetçiler Pakistan’da yeni bir darbe olma ihtimali üzerinde durmaya başladılar. Ancak Kayani, ordunun darbe planladığı iddialarını yalanlayarak, askerin ülkedeki demokrasiye destek vermeye devam edeceğini belirtti. Gilani hükümetinin meclis oylamasıyla düşürülebileceğini hesaplayanların amaçları doğrultusunda 16 Ocak Pazartesi günü güven oylaması yapıldı. Ancak oylama PakisŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 81 Başbakan Gilani, “tüm devlet kurumlarının kendi alanlarında görevlerini yerine getirmelerini sağlamak hükümetin bir görevidir” açıklamasında bulunmuştu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Ashfaq Kayani ise Gilani’nin açıklamalarının “acı sonuçları” olabileceğinin altını çizdi. tan Meclisi’nin hükümete tam destek vermesiyle beklentilerin tersi biçimde sonuçlandı. Gilani, meclisten tam destek almasına rağmen ordu ile hükümet arasındaki mevcut gerginliği bir an önce gidermek için geri adım attı. Gilani, İslamabat’ta yapılan savunma komitesi toplantısındaki konuşmasında “Hükümetimiz, meclisimiz ve vatansever tüm yurttaşlarımız cesur silahlı kuvvetlerimizin ve güvenlik güçlerimizin her zaman arkasında durdular” diyerek hükümet-ordu arasında tırmanan gerginliği azaltmaya çalıştı. Yüksek Mahkeme ve Hükümet Arasındaki Anlaşmazlık Yüksek Mahkeme Cumhurbaşkanı Zerdari’yle ilgili yolsuzluk davasının yeniden açılması için Gilani’nin İsviçre makamlarına başvurmasını istemiş fakat Gilani bu talebi reddedince mahkemeye itaatsizlikle suçlanmıştı. 19 Ocak Perşembe günü Kazi Nasirülmülk başkanlığında Yüksek Mahkeme’nin altı kişilik komitesi tarafından duruşması yapıldı. Gilani, duruşmasında mahkemeye ve Pakistan anayasasına saygı duyduğunu, amacının yargıya meydan okumak olmadığını ve hükümetinin Pakistan’ın anayasasının 248. Maddesi gereğince Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın dokunulmaz82 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 lığı hakkını kullanarak İsviçre makamlarına başvurmadığını belirtti. Yüksek Mahkeme’nin üyesi Kazi Sarmad Celal Osmani ise; “Gilani anayasaya ve Yüksek Mahkeme’nin hükümlerine saygı duymakta olduğunu iddia ediyor ancak neden İsviçre makamlarına yazı yazmaya karşı çıkmıştır” diyerek Gilani’nin iddialarının sorunlu olduğunu vurguladı. Bir saat boyunca devam eden duruşma önümüzdeki Şubat ayının ilk haftasına ertelendi. Eğer Gilani Şubat duruşmasında suçlu bulunursa kamu görevinin yasaklanması gündeme gelebilir. Mahkeme’nin ordunun yanında yer alarak Zerdari ve Gilani’yi düşürmeye çalıştığı iddia edilmektedir. Her ne kadar Gilani hükümeti, Cumhurbaşkanı Zerdari’nin yargıdan muaf olduğunu savunsa da Gilani’nin avukatı Aitzaz Ahsan, Başbakan’ın bu tavrını değiştirebileceğini söy- lüyor. Ahsan, “İsviçre makamlarına bir mektup yazmanın sakıncası yok” diyerek söz konusu mektubun gönderilebilmesi için Zardari’nin cumhurbaşkanlığı makamından ayrılması gerektiğinin de altını çiziyor. Yüksek Mahkeme, Devlet Başkanı Zedari’nin mektupta parmağı olup olmadığını araştırmak için soruşturma başlatmıştı. Mahkeme Zerdari’yi bir yandan da yolsuzluk iddialarıyla sıkıştırmaya başladı. Ancak Yüksek Mahkeme her ne kadar tarafsız davrandığını savunsa da aldığı kararların zamanlaması soru işaretleri doğurmaktadır. Memo-gate Skandalı ve Sonuç Bugüne kadar dört darbe geçiren Pakistan’da ordunun doğrudan askerî bir darbe girişiminde bulunmasına ihtimal verilmiyor. Bunun yerine Yüksek Mahkeme eliyle hükümetin düşürüleceğine ilişkin ön- Hükümet hem generaller, hem de Yüksek Mahkeme tarafından köşeye sıkıştırılmış bulunmaktadır. Hükümet, Yüksek Mahkeme’nin kararı ile düşürülürse ya da erken seçimlere gidilirse, Pakistan’da hangi partinin kazanacağı tartışmaları da görüler var. Devlet Başkanı Zerdari ve Başbakan Gilani’yi düşürmek için Yüksek Mahkeme’nin elinde iki araç bulunmaktadır. Bunlardan biri ABD’ye “darbe şikâyetinde” bulunan kişinin yani Memo-gate skandalının sorumlusunun Zerdari olduğunun ortaya çıkarılması, diğeri de yolsuzluk davası. Zerdari suçlu bulunursa Gilani de ona destek vermek ve kanun ihlallerini hasıraltı etmekle suçlanacak ve onunla birlikte düşürülecektir. Geçen hafta generalleri anayasaya aykırı davranmakla suçlayan Gilani daha sonra gerilimi düşürmeyi amaçlayan bir konuşma yaptı. Başbakan, “Silahlı Kuvvetler Pakistan’ın gücünün dayanağıdır. Meclisimiz Bugüne kadar dört darbe geçiren Pakistan’da ordunun doğrudan askerî darbe girişiminde bulunmasına ihtimal verilmiyor. Bunun yerine ordunun Yüksek Mahkeme’yi kullanarak sivil yönetimi düşüreceğine ilişkin ihtimaller daha yüksek. cesur ordu ve güvenlik personelinin arkasındadır” açıklamasında bulundu. Bütün bu gelişmeleri etkileyebilecek yeni bir gelişmede Mansoor Ijaz’in Pakistan’a gelmesi ve söz konusu mektupla ilgili sağlam deliller ortaya koymasıdır. Ijaz’in ortaya koyacağı deliller Zardari’nin Memogate skandalına konu olan mektupta parmağı olduğunu ispat etmesi halinde Yüksek Mahkeme’nin hükümeti düşürmesi beklenmektedir. Aksi takdirde krizde başrolü oynayan Pakistan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Ashfaq Kayani ve InterServices Intelligence (ISI) başındaki Ahmed Shuja Pasha’nın Başbakan Gilani tarafından görevlerinden alınma ihtimali doğacaktır. Şu anda Pakistan’da hükümet hem generaller, hem de Yüksek Mahkeme tarafından köşeye sıkıştırılmış bulunmaktadır. Hükümet, Yüksek Mahkeme’nin kararı ile düşürülürse ya da erken seçimlere gidilirse, hangi partinin kazanacağı tartışmaları da önem arzedecektir. Muhtemel bir erken seçimde Nevaz Şerif başkanlığındaki Müslimlik Partisi’nin iktidara geleceği tahmin edilmektedir. Ancak ordu Şerif’in başbakanlığındaki bir hükümet yerine İnsaf Partisi Başkanı İmran Han tarafından kurulacak bir hükümeti tercih etmektedir. Bu çerçevede Halk ve Müslimlik gibi büyük partilerden ayrılmış bazı önemli küskün isim- önem arzedecektir. lerin İmran Han’ın partisine katılma ihtimali de yüksek görülmektedir. İmran Han, askeri darbeye karşı bilinen ünlü bir isimdir. Ancak bazı Pakistanlılar İmran Han’ın askerce desteklendiğine inanıyor. İmran Han kendisinin asker tarafından desteklenip desteklenmediğine ilişkin bir soruya; “Aslında bütün siyasetçiler bu konu ile ilgili endişe duymaktadır. Eğer asker bana yardım etmişse o zaman ABD’li PIO (anket) şirketinin sonucuna da askerlerin el uzatmış olması gerekir, çünkü bu kurumun gerçekleştirdiği anket sonuçlarına göre son altı aydan beri diğer partilere göre İnsaf Partisi’nin oyu daha fazladır. Biz Pakistan ve İngiltere’de yapılan anketlerde de birinciyiz. Bununla birlikte son haftada Lahor ve Karaçi’deki topluluğun bu partiyi desteklediğini de unutmamak gerekir” diyerek partisinin gücünü ve gelecekte gerçekleştirilecek seçimleri kazanabileceğine ilişkin inancını vurgulamaktadır. Pakistan’daki son siyasi gelişmelere bakıldığında, durumun İmran Han ve onun partisinin lehinde geliştiği ve gelecekte iktidara gelme ihtimalinin yüksek olduğu değerlendirilmektedir. SDE Uzmanı* ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 83 El-Baradei ve Tahrir Devrimi Muhammed El-Baradei Mısır’ın Nobel ödüllü nadir diplomatlarından birisidir. Laik, liberal ve milliyetçi kimliğiyle bilinmektedir. Uzun süre yurtdışında diplomatik görevlerde bulunmuştur. 1990’ların sonunda ve 2000’li yıllarda Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığı yapmıştır. ABD nükleer silah yapmaya çalıştığı gerekçesiyle Irak’ı işgal etmek için bahane ararken, Irak’ta nükleer silah faaliyeti olmadığı konusunda direniş göstermiştir. 84 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 S osyologlar toplumsal yapı ile bireysel etkiyi (agency) tartışırken daha çok yapının önemli olduğunu savunurlar. Mısır’daki devrim sürecine büyük katkıda bulunan ve cumhurbaşkanlığı sürecinin önemli adaylarından birisi olan Muhammed El-Baradei’nin etkisini yapı ve birey çerçevesinde nasıl anlamak gerekir? Ocak ortasında cumhurbaşkanı adaylığından vazgeçen El-Baradei’nin Ortadoğu’nun en kritik ülkesi olan ve 5000 yıllık bir medeniyet mirasına sahip Mısır’da ve 2011 devrimindeki rolünü iç ve dış dengeler açısından değerlendirmek gerekir. Uluslararası hukuk doktorası ile Muhammed El-Baradei Mısır’ın Nobel ödüllü nadir diplomatlarından birisidir. Laik, liberal ve milliyetçi kimliğiyle bilinmektedir. 1970’lerde dışişleri bakan yardımcılığı yapmıştır. Uzun süre yurtdışında dip- Ahmet UYSAL* lomatik görevlerde bulunmuştur. 1990’ların sonunda ve 2000’li yıllarda Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığı yapmıştır. Bu süreçte özellikle ABD’nin nükleer silah yapmaya çalıştığı gerekçesiyle Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ı işgal etmek için bahane ararken, Irak’ta nükleer silah faaliyeti olmadığı konusunda direniş göstermişti. Ancak daha önce diplomatik görevlerde hizmet ettiği Mısır’daki son siyasi macerası 2009 yılında bu kurumdan emekli olduktan sonra başladı. Mısır’da 2011 yılı Eylül’ünde yapılması planlanmış başkanlık seçimlerine hazırlıkların ve Hüsnü Mübarek’in kendi yerine oğlu Cemal Mübarek’i hazırladığı bir dönemde, Şubat 2010’da Mısır’a döndü. Özellikle Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığı döneminde aldığı yüksek profili ve Nobel Ödülü ile gelen popülaritesi Mısır’da değişim umutlarının artmasına yol açmıştır. Bu amaçla Ulusal Değişim Topluluğu’nu kurmuştur. Otuz yıla yakın Mübarek yönetiminin baskısı ve kötü yönetiminin getirdiği yoksulluk ve yolsuzluk Mısır toplumunu iyice bezdirmişti. Herkes umudunu Mübarek’in ecelinin gelmesine bağlamışken oğul Cemal’in gelme ihtimali de Mısır toplumunda kabus gibi belirmekteydi. Cemal Mübarek, babasının siyasi gücü ile önce rejimin tek partisi Ulusal Demokratik Parti’ye hakim olarak siyaset ve iş çevrelerine hakim olmuştur. Ancak babasının karizması Cemal’de yoktu. Özellikle uluslararası yüksek kariyeri Cemal’i gölgede bırakmış ve verasetle liderlik değişimini zora sokmuştu. 2010 yazına kadar değişim için oldukça ciddi bir rüzgar estirse de rejimin karşı hamleleri de El-Baradai’in favori olarak ortaya çıkmasına engel oluyordu. Müba- rek rejiminin kontrol ettiği basın ve yayın organları El-Baradei’nin özellikle uzun süre yurtdışında kalmasını bahane göstererek ciddi bir karalama kampanyası başlatmıştır. Mısır toplumunu tanımadığı ve Mısır’a Amerika’nın siparişi ile gelen bir piyon olduğu yönündeki propagandalar El-Baradei’nin çok etkili olmasına engel olmuştur. Muhammed El-Baradei değişimi gerçekleştiremese de Mısır’da önemli bir değişim rüzgarı estirmiş ve Cemal Mübarek’in yönetimi devralmasını engellemiştir. Bu süreçte Mısır’da daha önce hiç olmayan bir durum ortaya çıkmıştır. 1952 Devrimi’nden bu yana bütün başkanların askeriyeden olması dolayısıyla Cemal Mübarek’in ilk sivil başkan olacağı ihtimali askeri elitler arasında dirence yol açmıştı. Bu yüzden eskiden yönetimi eleştirmekte zorlanan medya organları daha önce görülmemiş biçimde Cemal Mübarek’e ve onun destek- Basın ve yayın organları El-Baradei’nin uzun süre yurtdışında kalmasını bahane göstererek karalama kampanyası başlatmıştır. Mısır toplumunu tanımadığı ve Mısır’a Amerika’nın siparişi ile gelen bir piyon olduğu yönündeki propagandalar ElBaradei’nin çok etkili olmasına engel olmuştur. lediği iş çevrelerinin yolsuzluk haberlerine yer vermeye başlamıştır. Bu süreç, bir yandan dolaylı olarak rejimin kokuşmuş yüzünü daha net ortaya çıkarırken yavaş yavaş özgür bir tartışma ortamı da oluşmaya başlıyordu. Bu süreçte özellikle Dream TV gibi özel uydu kanalları ve sosyal medya organları kamuoyunda etkin olmaya başlamıştı. El-Baradei özellikle sanal alemde ciddi bir taraftar kitlesine sahip olmuştur. 2010 Baharı’nın ilkbaharında Mısır’a dönüşünün ilk haftasına Facebook takipçileri 200 bini geçmiştir. Bugün ise yarım milyona yakın takipçisi vardır. Özellikle El-Baradei Mısır’da değişim umutlarının hem kaynağı de hem temsilcisi olmuştur. Hatta 2010 yılının son baharında Mısır toplumunun patlayacağını, yani devrimi, öngörmüştür. Devrim’den bir ay önce Hüsnü Mübarek yönetimini, halkın patlayacağı ve şiddet çıkacağı konusunda uyarmıştır.1 2010 yazında el-Baradei, oluşturduğu değişim rüzgarları sonuç getirmeyince beklemeye çekildi. 2011 başında Tunus’ta bin Ali’nin sürpriz şekilde devrilmesi Mısır’da da ciddi bir devrim rüzgarı yaratmıştı. Bu devrim hareketine daha önce rejimle mücadeleden canı ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 85 İslami hareketler, anayasada İslam’a referansın kaldırılacağı endişesiyle seçimlerden önce anayasa yapılmasını istemiyorlardı. El-Baradai ve onu destekleyen liberal ve laik gruplar ise farklı düşünerek önce anayasa yapılmasını istemişlerdir. yanmış olan İhvan ve İhvan’a karşı rejimin tolerans gösterdiği dini hareketler ve rejimle anlaşmış olan Vefd gibi resmi muhalefet partileri devrimci harekete önce mesafeli durmuşlardır. Bu süreçte, ElBaradei’nin değişim hareketi hem grup olarak hem de kişisel olarak aktif rol almıştır. Hemen yurtdışından dönerek iki haftadan fazla süren gösterilerde tekrar tekrar Tahrir 86 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Meydanı’na gelmiştir. Ancak bu hareketin gücü devrimin sonuçlanmasına yetmemiştir. Bu süreç, en büyük muhalif örgüt olan Müslüman Kardeşler’in devrime destek vermesiyle başarıya ulaşmıştır. Dış ve iç tepkileri azaltmak için İhvan Hareketi cumhurbaşkanlığına aday göstermeyeceğini açıklamıştır. Mübarek’in düşmesini desteklediği izlenimi veren Yüksek Askeri Kurul gösterilerin durmayacağını anlayınca Mübarek’i görevden alarak yönetimi devralmıştır. Bu süreçte eski rejimin reformu anlamına gelecek ve geçiş sürecini de belirleyen anayasa referandumu yapılmıştır. İhvan ve İslami hareketler bu değişikliği desteklerken El-Baradei ve diğer laik gruplar anayasanın baştan yapılması gerekçesiyle karşı çıkmışlardır. Ancak değişiklik üçte iki ağırlıkla onaylanmıştır. Geçiş süreci oldukça yavaş sürmüş ve asker kontrolündeki rejimin ayak sürmesi ve değişimin geciktirilmesi rahatsızlık yaratmış ve ölümlerle sonuçlanan ciddi gösteriler olmuştur. Uluslararası dengeler ve özellikle İsrail ve ABD için önemli olan Mısır’da rejimi fazla değiştirmeden yola devam edilmesi çabaları farkediliyordu. Askerin bu geçiş sürecindeki tutumunu en ciddi şekilde eleştiren lider el-Baradei olmuştur. Burada laik ve liberal olmasına rağmen El-Baradei’nin Batı destekli geldiği tezini desteklemek zordur. Devrimden sonra Mısır’da ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Bunlardan birisi öncelikle anayasanın yazılması veya seçimlerin yapılması konusuydu. İslami hareketler anayasada İslam’a referansın kaldırılacağı endişesiyle seçimlerden önce anayasa yapılmasını istemiyorlardı. El-Baradei ve onu destekleyen liberal ve laik gruplar ise farklı düşünerek önce anayasa yapılmasını istemişlerdir. Ancak El-Baradei bu tutumunu değiştirmiş ve seçimlerin önce yapılmasına karşı çıkmamıştır. Bu açıdan bakıldığında sanıldığının aksine ABD’nin el-Baradei’yi desteklemekten çok eski sistemi ve orduyu desteklediği net olarak ortaya çıkmıştır. Parlamento seçim turlarının devam El-Baradei bir liderden çok teknokratı andırmaktadır, karizmatik bir lider değildir. Mübarek ile karşılaştırıldığında güçlü bir hitabeti de yoktur. Yarışa erken girişinden sonraki uzun süreçte yıpranmıştır. Kişisel kararsızlığı dikkat çekmektedir. ettiği bir süreçte El-Baradei’nin başkanlık yarışından çekilmesi sürpriz olmuştur. Son seçimlerde belli bir siyasetçiyi destekmese de liberal ve laik partilerle arası iyiydi. Ancak son kamuoyu araştırmalarında başkanlık ihtimalinin düşük çıkması hem de parlamento seçimlerini büyük oranda İslamcıların kazanması onu yeni bir çıkış yolu aramaya itmiş olabilir. Devrimin yıldönümündeki gösterilere katılımı artıran bir faktör olduğu düşünülmektedir. El-Baradei’nin kararı devrimin meşruiyetini koruduğunu söyleyerek geçiş sürecini yöneten Yüksek Askeri Konsey’e ve askeriye ile işbiliği halinde görülen hareket ve liderlere ciddi bir uyarı mesajı olabilir. En favori olmasa bile önemli başkan adaylarından birisinin çekilmesi yarış dinamiklerini ve diğer adayların 1. (Amr Musa, Abdülmun’in Ebul-Futuh, Selim el-Avva vb.) şansını etkileyecektir. Başkanlık seçimlerinde Ebul Fütuh’u destekleyeceği konusunda söylentiler var. Bu durumda İhvan aday göstermeyeceği için en favori adaylardan görülen eski Arab Ligi Genel Sekreteri Amr Musa’nın seçilme şansını tehlikeye sokabilir. Eğer bugünkü şartlar devam ederse parlamentonun gücü sınırlı olduğundan hükümeti yeni başkan atayacaktır. Ayrıca, bu başkan anayasa yazımı sürecini de kontrol edecektir. Dolayısıyla, önümüzdeki süreç Mısır ve dolayısıyla bölge için çok kritiktir. Başkanlık yarışını kazanan kişi yeni rejimin nasıl olacağını da büyük ölçüde etkileyecektir. Bu karmaşık yapıda bir taşın yerinden oynaması öngörülemeyen sonuçlara da yol açabilecektir. Her fırsatta Türkiye tecrübesinin örnek alınmasını söyleyen Muhammed El-Baradei’nin, Mübarek rejimine doğrudan meydan okuyan nadir kişilerden olmasına, uluslararası kariyerine ve devrimde büyük rol oyanamasına rağmen bu şekilde tıkanmasını nasıl anlamak gerekir? Öncelikle el-Baradei bir liderden çok teknokratı andırmaktadır, karizmatik bir lider değildir. Mübarek ile karşılaştırıldığında güçlü bir hitabeti de yoktur. Yarışa erken girişinden sonraki uzun süreçte yıpranmıştır. Kişisel kararsızlığı dikkat çekmekteydi, Mübarek başta iken veya devrimden sonra da net bir şekilde aday olduğunu açıkla(ya) maması takipçileri arasında da ciddiyeti ve liderliği konusunda tereddütler yaratmıştır. Bir de genel olarak dindar Mısır toplumunda laik yaklaşımıyla tanınması toplumsal tabanını sınırlandırınca ciddi bir cazibe merkezi haline gelememiştir. Ancak bütün bunlara rağmen şu ana kadar el-Baradei önemli bir siyasi rol oynamıştır ve gelecekte de Mısır’da önemli bir siyasi figür olmaya devam edecektir. SDE Uzmanı, Doç. Dr.* http://www.nytimes.com/2012/01/15/world/middleeast/mohamed-elbaradei-pulls-out-of-egypts-presidential-race.html?_r=1 ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 87 AVRUPA’DA KRİZ 88 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 AB Perspektifiyle ‘Özgürlük, Güvenlik ve Adalet Alanı’ Ömer ERSOY* Soğuk Savaş’ın bittiği ve Doğu Bloku’ndan kopan yeni ulusal sınırların AB içinde eritilmeye başlandığı düşüncesinin hayata geçirildiği 1990’lı ve 2000’li yıllar Avrupa Birliği için adalet ve içişleri alanında derinleşmeye gerekçe sunan yıllar olmuştur. 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye düzenlenen terör saldırısıyla güç bulan küresel terör tehdidi fenomeni, 2004 yılında Madrid ve 2005 yılında Londra’da vuku bulan bombalama eylemleriyle AB’nin iç güvenlik algısında köklü değişimlerin yaşanmasına neden olmuştur. Giriş Avrupa Topluluğunu kuran 1957 Roma Anlaşması, ekonomik entegrasyonu hedeflemiş, ancak güvenlik alanında ortak bir konsept geliştirme fikrini bünyesinde barındırmamıştır. Ancak zaman içerisinde, özellikle iç sınırların kaldırılmasından sonra artan ortak güvenlik ihtiyacına paralel olarak ‘Avrupa adli düzeni’fikrinin hayata geçirilmesine yönelik önemli adımların atıldığını görüyoruz. Özellikle soğuk savaşın bittiği ve Doğu Bloku’ndan kopan yeni ulusal sınırların AB içinde eritilmeye başlandığı düşüncesinin hayata geçirildiği 1990’lı ve 2000’li yıllar Avrupa Birliği için adalet ve içişleri alanında derinleşmeye gerekçe sunan yıllar olmuştur. 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye düzenlenen terör saldırısıyla güç bulan küresel terör tehdidi fenomeni, 2004 yılında Madrid ve 2005 yılında Londra’da vuku bulan bombalama eylemleriyle AB’nin iç güvenlik algısında köklü değişimlerin yaşanmasına neden olmuştur. Daha sonra 2009 yılında Tunus’ta başlayan Arap baharıyla AB topraklarına yönelik artan düzensiz göç dalgası, AB üyeleri arasında, Schengen alanının daha sıkı korunması ve ortak iltica politikasının devreye girmesi gibi konularda tartışmaların yaşanmasına sebep olmuştur. Halen de bu tartışmalar devam etmektedir. Avrupa adli düzeninin ya da 1999 Amsterdam Anlaşması’nda belirtildiği gibi Avrupa’nın ‘özgürlük, adalet ve güvenlik’ alanı haline getirilmesi sürecinin işletilmesinde, egemenlik ve güvenlik kavramlarından kaynaklanan ulusal refleksler mümkün olduğunca aşağıya çekilirken Birliğe herkesi bağlayan ortak adımların atılması konusunda daha fazla söz hakkı veren bir ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 89 1989’da AB Konseyi’nce kabul edilen ‘Palma Dokümanı’nı hazırlayan Koordinatörler Grubu, bu dokümanla birlikte, kişilerin Topluluk içinde serbest dolaşımının sağlanması için gerekli olan ortak tedbirlerin neler olması gerektiğini ortaya koymuştur. yaklaşımın devrede olduğu görülmektedir. Ancak bu anlayışın bazen duvara tosladığı, yavaşlatıldığı ya da bazı üye ülkelerce delindiği birçok örnek de mevcuttur. Bu yazıda, AB bünyesinde adalet ve içişleri alanında 1970’lerden günümüze kadar yaşanan gelişmeler kısaca incelenecektir. TREVI ile Başlayan Geçici Gruplar Dönemi 1977’de dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’in “Avrupa Adli Düzeni” kurulmasına ilişkin görüşleri, Roma Anlaşması’nın getirdiği ekonomik entegrasyonun ötesinde bir entegrasyonu işaret etmekteydi. Ancak üye ülkeler, Avrupa Hukukunun dışında hükümetler arası bir yolla bile “Avrupa Adalet Düzeni” oluşturulması fikrine soğuk bakılmış, böylece Fransızların suç konularında daha fazla yardımı öngören teklifleri, o yıllarda pek rağbet görmemiştir. Buradaki başarısızlıkta, adalet ve içişleri alanında yapılabilecek olası işbirliğinin üye devletlerce bağımsızlığın aşındırılması olarak algılanmasının önemli bir payı vardır.1 Bunun o yıllardaki en önemli istisnası AB üyesi ülkelerin içişleri 90 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 yetkililerini ve polis müdürlerini bir araya getiren TREVI grubunun kurulmasıdır. Kuzey İrlanda’nın İrlanda’yla birleşmesi amacıyla faaliyette bulunan terör örgütü IRA’nın (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) şiddet eylemlerine hız vermesi ve 1972 yılında Münih olimpiyat oyunlarına düzenlenen terör saldırısı, bu grubun oluşturulmasında etkili olan hadiselerdir. 1976 yılında kurulan TREVI (Terrorism, Radicalim, Extremism and International Violence), Topluluk hukuku dışında ve geçici bir yapıda işletilmiştir. Başlangıçta sadece terörizme karşı polis işbirliğini öngörmüşse de, sonradan uyuşturucu, yasadışı göç, iltica, sınır kontrolleri, futbol holiganlığı, kamu düzeni, polis eğitimi ile kriminalistik konularda işbirliğinin sağlanmasını öngören hükümetler arası bir forum haline gelmiştir.2 TREVI’den sonra 1987 yılında iltica ve göç politikalarının koordinasyonunu sağlamak amacıyla geçici bir Grup daha kurulmuştur. Ardından 1988 yılında AB Konseyi tarafından Koordinatörler Grubu kurulmuştur. 1989’da AB Konseyi’nce kabul edilen ‘Palma Dokümanı’nı hazırlayan Koordinatörler Grubu, bu dokümanla birlikte, kişilerin Topluluk içinde serbest dolaşımının sağlanması için gerekli olan ortak tedbirlerin neler olması gerektiğini ortaya koymuştur. Palme Dokümanı, polisiye konular, terörizm, göç, iltica ve adli işbirliği ile ilgili koordineli bir programı öngören ilk AB belgesidir. 3 Kişilerin Serbest Dolaşımı ve Schengen 1986 yılında imzalanan Avrupa Tek Senedi, adalet ve içişlerini de etkileyecek önemli değişiklikler öngörmüştür. Bu anlaşmayla, “malların, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımının sağlandığı iç sınırlardan arındırılmış bir ‘Tek Pazar’ın 1992’ye kadar kurulması hedefi, Roma Anlaşmasına dâhil edilmiştir. Böylece, AB’nin temel hedeflerinden birisi haline gelen ‘kişilerin serbest dolaşımı’ konusu üye ülkeler arasında tartışılmaya başlanmıştır. İtalya, İngiltere ve İrlanda gibi ülkeler, Avrupa Tek Senedi uyarınca tesis edilecek olan kişilerin serbest dolaşımının sadece üye devletlerin vatandaşları için geçerli olması gerektiğini, dolayısıyla, üye olmayan ülke vatandaşlarının kimliğini denetlemek için üye devletler arasında sınır denetimlerini sürdürmenin lüzumlu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüşe karşı çıkan üyeler ise, iç sınırlardaki denetimlere artık gerek olmadığını öne sürerek daha liberal ve özgürlükçü bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Bu görüşte olan ülkeler aslında kişilerin serbest dolaşımı hedefini mikro düzeyde kendi aralarında gerçekleştirmiş olan ülkelerdi. Örneğin Benelüks ülkeleri (Belçika, Lüksemburg ve Hollanda) ortak pasaport alanını 1970’de kurmuştur. Fransa ve Almanya arasındaki sınır kapısında uzun bekleyişlere karşı tır şoförlerince yapılan protestolar sonrasında iki ülke ortak sınırlarındaki kontrolleri 1984 yılında kaldırmıştır.4 AB içinde yaşanan bu tartışmalar sonuç vermeyince ikinci görüşe sahip ülkeler, AB hukuku dışında 1985’te Schengen Anlaşması’na imza atmıştır. Böylece, Belçika, Lüksemburg, Hollanda, Fransa ve Almanya, kendi aralarında iç sınır noktalarında polis ve gümrük kontrollerinin kademeli olarak kaldırılmasını karara bağlamıştır. Bugün Schengen alanı, Fransa, İtalya ya da Danimarka gibi bazı üye ülkelerce kısmen eleştiriliyor olsa da, 26 ülkeye pasaportsuz gidilebilen özgür bir seyahat alanı haline gelmiş durumdadır. Bu idealin gerçekleşmesi, Avrupa Birliği’ni sui jeneris yapan bir durumu da ortaya koymuştur. 1990 yılında imzalanan Schengen Uygulama Sözleşmesi, vizeler, iltica, polis ve adli konularda işbirliğini; dış sınır tanımının yapılmasını, Schengen bölgesine 3’üncü ülkelerden gelecek olanlar için vize ve kısa süreli ikamet koşulları konusunda standardizasyonu, suçluların sınır aşan sıcak takibini, sınırların izlenmesi ve arananlar hakkında bilgi değişimini kolaylaştıracak Schengen Bilgi Siteminin (SIS) kurulmasını öngörmüştür.5 Getirilen bu tedbirlerle, kişilerin Schengen bölgesine yasadışı yollardan giriş yapmasının engellenmesi ve sınıraşan suçlarla mücadelede etkili işbirliğinin sağlanması hedeflenmiştir. Tüm bu gayretlerin ve tedbirlerin ortak çıkış noktası, sınırların ortadan kalkmasıyla sınır aşan suçluluğun artacağı endişesiydi. Bu endişe AB ülkelerini suçla mücadelede daha yakın bir işbirliğine yöneltmiştir. Zira 1990’da onaylanmış olan Sözleşme’nin ancak bundan 5 yıl sonra 26 Mart 1995’te yürürlüğe girmesi, Doğu ve Güney Avrupa ülkelerinden gelebilecek toplu göç endişesi ve Schengen dış sınırların koruma sisteminin kısa sürede tesis edilememesi nedeniyledir. 2009 yılında Maastricht ve Amsterdam Anlaşmaları Birliği’ne adalet ve içişleri Schengen alanının kurulması, 1992 tarihli Maastrich Antlaşması’nda ve bunu tadil eden 1997 tarihli Amsterdam Antlaşması’nda, üye ülkeler arasında adalet ve içişleri konusunda daha yakın bir işbirliğine ağırlık verilmesinin en önemli sebebi olmuştur. 1992’de imzalanan ve 1993’te yü- onaylanan Lizbon Anlaşması, Amsterdam Anlaşması’nın getirdiği üç sütunlu yapıyı ortadan kaldırarak Avrupa alanında daha fazla söz hakkı tanımıştır. rürlüğe giren Maastricht Antlaşması (Avrupa Birliği Antlaşması), Schengen sistemindeki polis ve adli işbirliğinde kazanılan tecrübelerden yararlanarak ‘Avrupa Adli Düzeni’ fikrini benimsemiştir. Bu Antlaşma ile “adalet ve içişleri alanlarında işbirliği”, AB’nin üç sütunundan biri haline gelmiş ve ayrı bir başlık altında toplanmıştır. Bu sayede, bu alandaki işbirliği, hükümetler arası formatta olmak kaydıyla AB bünyesinde kurumsallaşmıştır.6 Böylece, Fransız Cumhurbaşkanı’nın 1977’de önerdiği ancak o zamanın ruhuna uygun olmayan Avrupa adli düzen önerisi, bundan 16 yıl sonra olumlu bir cevap bulmuştur. Maastricht Antlaşmasıyla, vize uygulanacak üçüncü ülkelerin belirlenmesinde ve tek tip vize modeli oluşturulmasında, Topluluk yetkili kılınırken, vize verilme şartları ve ortak vizenin tesisi konusu, Topluluğun yetkisi dışında bırakılmıştır. Sözleşme, ad hoc grupların birleşmelerini ve AB hukuku içinde daimi hale getirilmelerini kolaylaştırmıştır. Ayrıca, Sözleşmeyle, üst düzey görevlilerden oluşan bir Koordinasyon Komitesi’nin (K 4 Komitesi) kurulması sağlanmıştır. Uygulamada, TREVI’nin yerini alan bu Komite, Göç konusundaki Ad Hoc Grubu ile Koordinatörler Grubu’nu da içine almıştır.7 ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 91 2005-2010 yıllarını kapsayan Lahey programı ve buna bağlı bir eylem planı kabul edilmiştir. Bunun devamı niteliğindeki Stokholm Programı ise 2010-2014 dönemini kapsayacak ve özellikle göç, sığınma, yasadışı göç konusuna ağırlık verecek şekilde yürürlüğe girmiştir. Maastricht Antlaşması, Avrupa’daki artan organize suçlara karşı bir Avrupa Polis Biriminin (Europol) kurulmasını sağlayacak yolu da açmıştır. Europol’ün oluşturulmasında en önemli basamak olan Avrupa Uyuşturucu Birimi’nin (EDU) kurulması Masstrischt’in onaylandığı yıla denk gelmiştir. 1994’ün başından itibaren operasyonel hale gelen EDU, başlangıçta sadece AB içinde uyuşturucu ile mücadeleye odaklanmış daha sonra görev alanı, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti, nükleer madde kaçakçılığı ve araç hırsızlığını da kapsayacak şekilde genişletilmiştir.8 Bu süreç, 1995’te Europol Sözleşmesi’nin imzalanması ve 1999’da Europol’ün faaliyete geçmesiyle tamamlanmıştır. Bugün Europol, güçlü analiz kapasitesiyle, organize suçlar ve terörizm alanında hazırladığı tehdit değerlendirme raporlarıyla, sahip olduğu hızlı ve güvenli bilgi ve istihbarat değişim hattıyla AB’nin ortak güvenlik sektörü alanında önemli bir işlev üstlenmiş durumdadır. Maastricht’ten sonra, 1997 yılında imzalanan ve 1999’da yürürlüğe giren Amsterdam Antlaşması da üye devletlerin, polis ve adli işbirliği ala92 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 nındaki öncü rolünü teyit etmekle beraber bu alanda Komisyon’a da belli oranda inisiyatif alma yetkisi vermiştir. Antlaşma ayrıca, suçla mücadele alanında Europol’ün merkezi rolünü ve fonksiyonlarını güçlendirmiştir. “Özgürlük, Güvenlik ve Adalet” başlığı altında yeni bir alan oluşturan Amsterdam Antlaşması, “üçüncü sütun”un özünde önemli değişiklikler yapmıştır. Buna göre, polis, gümrük ve cezai alanda işbirliği üçüncü sütunda bırakılırken; göç, iltica ve medeni hukuk konularındaki adli işbirliği, birinci sütuna aktarılmıştır.9 Örneğin bu çerçevede, geri kabul konusu, Avrupa Topluluğu’nun yetki alanına girmiştir. Amsterdam Antlaşmasına eklenen bir Protokol ile de Schengen müktesebatı, AB’nin hukuki ve kurumsal yapısı içine dâhil edilmiştir. 2004 yılında imzalanan ancak Fransa ve Hollanda’da halkın olumsuz yanıt verdiği ve neticede rafa kaldırılan Anayasa denemesinden sonra 2009 yılında onaylanan sonuncu Anlaşma olan Lizbon Anlaşması, Amsterdam Anlaşması’nın getirdiği üç sütunlu yapıyı ortadan kaldırarak Avrupa Birliği’ne adalet ve içişleri alanında daha fazla söz hakkı tanımıştır. Son on yılda Avrupa ortak güvenliği üzerinde önemli etkileri olan iki zirveye de bakıp, bu dönemde hayata geçirilen ortak mekanizmaların neler olduğunu kısaca incelemekte yarar vardır. Tampere ve Sevilla Zirveleri 1999 yılında düzenlenen Tampere Zirvesi, Amsterdam Antlaşması’nın ortaya koyduğu hedeflerin uygulanması amacıyla, adalet ve içişleri alanında atılması gereken adımların netleşmesine yardımcı olmuştur. Bu kapsamda özellikle ortak bir Avrupa iltica sisteminin oluşturulması yönünde çalışılması ve dış sınırların korunmasında kontrol ve denetimlerin üye ülkeler arasında daha yakın işbirliğini sağlayacak şekilde artırılması ve adli işbirliğinin güçlendirilmesi, bu Zirve’de alınan en önemli kararlardır. 2002’de düzenlenen Sevilla Zirvesi de, yasadışı göçle mücadeleye vurgu yaparak vize uyguladığı ve vizeden muaf tutuğu ülkeler listesinin gözden geçirilmesini, AB ortak vize veri tabanı oluşturmasını, geri kabul anlaşmalarının yaygınlaştırılmasını ve iade politikalarının topluluklaştırılmasını öncelikli hedefler olarak belirlemiştir.10 Her iki Zirvede de, dış sınırların korunması, yasadışı göç, vize ve iltica konuları en öncelikli konular olmuştur. Özellikle yasadışı göç, etkileri ve olumsuz yönleri bakımından kamuoyunun dikkatini en çok çeken sorunların başında gelmektedir. Schengen alanına giren yasadışı göçmenler buradan başka bir Schengen üyesi ülkeye geçmekte herhangi bir sorun yaşamamakta ve genellikle iltica talebinde bulunarak, hedeflediği ülkede yasal ikamet ve çalışma hakkı elde etmek için her iki taraf açısından da sıkıntılı ve zor bir süreci başlatmaktadırlar. Son On Yılın İlkleri Sözleşmelerden ve Zirvelerden alınan güçle adalet ve içişleri alanında son on yılda önemli mekanizmalar ve kurumsal yapılar hayata geçirilmiştir. Bunları kısaca zikredecek olursak; 2002 yılında, AB Konseyi Avrupa yakalama müzekkeresi hakkında bir çerçeve kararı kabul etmiştir. 1 Mayıs 2004’ten itibaren Avrupa Birliği topraklarında uygulanmaya başlanan “Avrupa Yakalama Müzekkeresi” daha hızlı, basit ve politik unsurdan uzak bir iade sistemini benimsemiştir. Bu müzekkereye istinaden yakalanan şahıs, en geç 90 gün içinde iadesini isteyen ülkenin yetkili makamlarına teslim edilmesi gerekmektedir. AB üyesi ülkeler arasında adli işbirliğini güçlendirmek, birden çok üye ülkeyi ilgilendiren suç soruşturmalarının koordinasyonunu kolaylaştırmak amacıyla 2002 yılında Hollanda’nın Lahey kentinde Eurojust kurulmuştur. 2003 yılında Avrupa Otomatik Parmak İzi Tanımlama Sistemi (EURODAC) hayata geçirilmiştir. Bu sistemle, mülteci başvurusu yapan kişilerin ya da yasa dışı göçmenlerin parmak izlerinin karşılaştırılması ve bu sayede kimliklerinin tespiti amacıyla bir veri tabanı oluşturulmuştur. Avrupa Birliği’nin dış sınırlardaki operasyonel işbirliğinin yönetimini sağlamak ve üye devletlere teknik destek vermek amacıyla 2004 yılında Avrupa Dış Sınırlar Ajansı (FRONTEX) kurulmuş ve merkezi Varşova’da olacak şekilde 2005 yılında faaliyete geçmiştir. AB Veri Saklama Direktifi 2006 yılında kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Böylece, kolluğun suç soruşturmaları yürütürken ihtiyaç hissettiği iletişim trafik verilerinin, telekomünikasyon şirketleri tarafından ne kadar süreyle, hangi şartlarda ve ne oranda saklanması gerektiğine ilişkin, bir yönüyle güvenliği diğer yönüyle özel hayatın gizliliğini ilgilendiren önemli bir kanun hayata geçmiştir. Avrupa Birliği’nde özgürlük, adalet ve güvenliğin güçlendirilmesi amacıyla 2005-2010 yıllarını kapsayan Lahey programı ve buna bağlı bir eylem planı kabul edilmiştir. Bunun devamı niteliğindeki Stokholm Programı ise 2010-2014 dönemini kapsayacak ve özellikle göç, sığınma, yasadışı göç konusuna ağırlık verecek şekilde yürürlüğe girmiştir. Bu adımları tamamlayıcı ve destekleyici nitelikteki ‘AB İç Güvenlik Stratejisi’ ise 2010 yılında kabul edilmiştir. Bu belgede AB’nin önümüzdeki 4 yıl boyunca odaklanması gereken öncelikler sıralanmaktadır. Bunlar sırasıyla: uluslararası suç ağlarının ortadan kaldırılması, terörizmin ve radikalleşmenin önlenmesi, kişilerin ve şirketlerin siber alandaki güvenlik seviyesinin artırılması ve sınır yönetimi aracılığıyla güvenliğin güçlendirilmesidir. 2011 Ekim ayında Vize Bilgi Sistemi (VIS) operasyonel hale getirilmiştir. İlk olarak Kuzey Afrika ülkelerindeki AB üyesi ülkelerin Konsoloslukları bu sisteme dâhil edilmiş durumdadır. Önümüzdeki iki yıl içinde, Orta Doğu ve Körfez ülkelerinden başlayarak dünyanın geri kalanı da bu sisteme entegre edilecektir. Bu sistemle Schengen ülkeleri arasında kısa süreli vize başvurularına ilişkin hızlı bilgi akışı sağlanacak, başvuru sahibinin daha önce herhangi bir Schengen ülkesinden yaptığı vize başvurusunun akıbeti de sistem arşivinde yer alacaktır. Parmak izleri ve digital yüz imajı da sisteme kaydedileceğinden Schengen dış sınırlarındaki kontrollerde vize sahibinin gerçek kimliğinin tesbitinde tüm üye ülkelere büyük bir kolaylık sağlanmış olacaktır. Avrupa Komisyonu tarafından geçen yılın son çeyreğinde somut bir öneri olarak AB organlarında tartışmaya açılan Avrupa Sınır Takip Sistemi de (EUROSUR) Schengen alanının dış sınırlarının korunmasında üye ülkelerin sınır muhafaza birimleri arasında ve bunların Frontex’le yapacakları bilgi değişiminde hızlı ve etkin bir mekanizmanın haya- ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 93 ta geçirilmesini hedeflemektedir. Buna göre, ilk etapta Birliğin güney deniz sınırı ve doğu kara sınırı üzerinde bulunan üye ülkelerinde uygulamaya geçirilecek olan sistem 2014 yılına kadar tüm Schengen alanındaki dış sınırlara genişletilmiş olacaktır. Bu amaçla üye ülkelerde ulusal koordinasyon merkezleri kurulacaktır. Yapılacak bilgi değişiminin konusu yasadışı geçişlerin meydana geldiği yerler, bunların uydu fotoğrafları ya da grafiksel görüntüleri, devriye hizmetlerinin yerleri, analiz edilmiş bilgiler ve istihbarat raporları gibi operasyonel bilgilerle sınırlı olacaktır. Frontex bu amaçla, AB Uydu Merkezi ve Avrupa Deniz Güvenliği Ajansıyla, takip sistemlerinin kulanılması konusunda yakın bir işbirliği yapacak ve sınıraşan suçlarla ilgili istihbarat değişimi amacıyla Europol’le irtibatlı olacaktır. bu rakamın yüzde 75’inin Fransa, Almanya, Belçika, İsveç, İngiltere ve İtalya gibi sadece 6 ülkede yoğunlaşması bu ülkelere diğer üyelere nazaran ek külfetler getirmektedir. Bu külfetin ve sorumluluğun paylaşımı konusu ortak bir iltica sisteminin belki de en can alıcı noktasını oluşturmaktadır. Bunun yanında, İltica Prosedürleri Direktifi, Kabul Şartları Direktifi, Dublin II Regülasyonu ve EURODAC Regülasyonu gibi tadil edilmesi gereken çok önemli enstrümanlar bulunmaktadır. Önümüzdeki Dönemin Kritik Başlıkları Diğer bir husus, Avrupa Komisyonu’nun, AB topraklarına vizesiz seyahat hakkına sahip olan ülkelere yönelik olarak, bazı acil durumlarda bu hakkın geçici olarak durdurulabilmesine imkân verecek değişikliğin Schengen mevzuatında yapılmasına dair önerisidir. Bu husus da üye ülkeler arasında henüz ortak bir tutumun oluşmadığı konulardan birisidir. Önümüzdeki dönemin en önemli konularından birisi hiç şüphesiz 1999 Tampere Zirvesinden beri AB’nin gündeminde olan Avrupa Ortak İltica Sisteminin Kurulması meselesidir. Bu hedef son olarak Stokholm programına dâhil edilmiş ve nihai kuruluş tarihi olarak 2012 yılı belirlenmiştir. AB ülkelerine 2000’li yıllarda yıllık toplamda 400 binlerin üstünde görülen iltica başvuruları son birkaç yıldır 250-300 bin seviyelerine gerilemiştir. Ancak Avrupa Soruşturma Emri Direktifi de yine Adalet ve İçişleri alanının gündemindeki konulardan olacaktır. Yolcu bilgilerinin (PNR) ABD makamları ile paylaşılmasına dair işbirliği anlaşmasının imzalanması konusunda Konsey uzlaşıya varmıştır. Bundan sonra mesele Avrupa Parlamentosu’nda ele alınacak ve bir karara bağlanacaktır. Bu konu, insan hakları ve kişisel verilerin korunması yönüyle tartışmalı meselelerden birisidir. Sonuç Avrupa Birliği, 1990’lara kadar ekonomik pazar olgusunun ağırlık kazandığı bir örgütlenme modeli ortaya koyarken, daha sonraki dönemde özellikle 2000’li yıllardan itibaren, terörizm, yasadışı göç, sınırların kontrolü, uyuşturucu madde kaçakçılığı ve organize suçlar nedeniyle artan güvenlik risklerine cevap verebilmek amacıyla özgürlük, adalet ve güvenlik alandaki işbirliğine ağırlık veren bir görüntü sergilemeye başlamıştır. Ancak her halükarda, AB dış sınırlarının güvenliğinden sorumlu bir AB sınır polisinin kurulması ya da Europol’e AB çapında suçları soruşturma yetkisinin verilmesi gibi ülkelerin egemenlik alanlarına doğrudan müdahale edecek şekilde ancak federal bir yapıda olabilecek ortak mekanizmaların yakın zamanda gündeme gelmesi mümkün görünmemektedir. Üye ülkeler kendi hukuklarıyla ve ulusal öncelikleriyle örtüştüğü ölçüde AB hukukunu ve ortak mekanizmaları desteklemeye devam edecektir. Bununla birlikte özellikle 2001 sonrası hayata geçirilen mekanizmaların, AB’nin, dış sınırlarını ulaşılmaz bir duvar gibi örme gayretinden kaynaklandığı ve bu süreçte temel hak ve özgürlüklerin ağır yaralar aldığı eleştirisinin de özellikle sivil toplum nezdinde güç bulduğunu ve daha kuvvetli argümanlarla dile getirildiğini belirtmeliyiz. SDE Uzmanı* 1. Nicola Vennemann, “Country Report on the European Union”, http://edoc.mpil.de/conference-on-terrorism/index.cfm 2. Arif Köktaş, “Avrupa Birliği Adalet ve İçişlerinde İşbirliği Politikası”, ATAUM Ders Notları, s.4. 3. Alessandro Politi, “European Security: The New Transnational Risks”, Bkz. http://www.iss-eu.org/chaillot/chai29e.html 4. http://www.migrationinformation.org/Feature/display.cfm?ID=338 5. http://europa.eu.int/comm/justice_home/fsj/freetravel/frontiers/printer/fsj_freetravel_schengen_en.htm. 6. http://www.historiasiglo20.org/europe/maastricht.htm. 7. Alessandro Politi, a.g.e. 8. http://www.ex.ac.uk/politics/pol_data/undergrad/pollard/html/history.htm. 9. Arif Köktaş, a.g.e. s.4. 10. http://www.europarl.eu.int/summits/pdf/sev1_en.pdf 94 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Borç Kriziyle Farklılaşan Avrupa Genişlerken derinleşememe ya da derinleşirken genişleyememe, dolayısıyla AB’nin farklılaşacağı kaygısı ekseninde üretilen “çok-vitesli”, “değişken geometrili” ve “A la Carte” Avrupa kavramları, AB’nin genişlerken derinleşebileceği ya da derinleşirken genişleyebileceği anlaşılmış olduğundan gündemin ön sıralarından düşmüştü; zira genişlemenin gündemde olduğu 90’lı yıllarda üç antlaşma onaylanarak yürürlüğe girmiştir. A vrupa Kömür Çelik Topluluğu’nun (AKÇT) kuruluşundan, Avrupa Birliği’nin (AB) oluşumuna varan süreç, Avrupa entegrasyon hareketinin dinamik niteliğini açıkça sergilemekte, kurucu antlaşmalarda yapılan her bir değişiklik bu dinamizmin sembolü niteliğini taşımaktadır. Eğer “dinamizm” kavramı, sadece entegrasyon hareketinin derinleştirici faktörleri değil, entegrasyon hareketini olumsuz etkileyeceği hususunda tereddütler hasıl olsa bile, Birliği değişime tabi tutan her faktörün etkilerini kapsayacak şekilde tanımlanırsa; Avro alanında yaşanan borç krizinin Avrupa entegrasyon hareketinin dinamik niteliğini göz önüne sermekte olduğu ileri sürülebilir. Zira Avro alanında borç krizi ile mücadelede atılan ve atılması planlanan her adım AB’yi değişime tabi tutacak unsurlar içer- Dilek YİĞİT* mekte ve dolayısıyla entegrasyon hareketinin dinamik yapısını sürdürücü etki yapmaktadır. Ancak asıl mesele, bu dinamizmin Avrupa’yı nereye götüreceğidir. Avrupa entegrasyon hareketinin dinamik doğası nedeniyle, farklı dönemlerde farklı sorunlar ve farklı sorunlara ilişkin tartışmalar Avrupa gündeminin ön sıralarını almıştır. 1980’li yıllarda başlıca mesele iç pazarın tamamlanması ve bu amaçla alınacak önlemler iken; 1990’lı yıllarda AB’nin öncelikli meselesi genişleme ve genişlemenin muhtemel etkilerinin değerlendirilmesi olmuştur. 1990’lı yıllarda, genişleme politikasının gündemde olması bağlamında, üzerinde en fazla durulan sorun ise “genişleme” ve “derinleşme” ikileminin nasıl çözülebileceği meselesidir ve bu kapsamdaki tartışmalar, genel olarak “farklılaşan Avrupa”yı ifade eden ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 95 Sarkozy, AB için hem genişlemenin hem de federasyonun aynı anda gerçekleştirilmesinin imkânsız olduğunu, zira AB’nin kapılarını Balkan ülkelerine açtığını, çok sayıda üyesi olan bir AB’de federalizmin imkânsız olduğunu belirterek, “ikivitesli Avrupa” önerisinde bulunmuştur. “çok-vitesli”, “değişken geometrili” ve “A la Carte” Avrupa kavramlarını gündeme getirmiştir. Avro Alanının İkilemleri Genişlerken derinleşememe ya da derinleşirken genişleyememe, dolayısıyla AB’nin farklılaşacağı kaygısı ekseninde üretilen “çok-vitesli”, “değişken geometrili” ve “A la Carte” Avrupa kavramları, AB’nin genişlerken derinleşebileceği ya da derinleşirken genişleyebileceği anlaşılmış olduğundan gündemin ön sıralarından düşmüştü; zira genişlemenin gündemde olduğu 90’lı yıllarda, kurucu antlaşmalarda değişiklik yapan üç antlaşma -Maastricht, Amsterdam ve Nice Antlaşmaları- onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Ayrıca genişleyen AB’de Anayasal Antlaşmayı reddeden Fransa ve Hollanda’nın kurucu üyeler olması ve Lizbon Antlaşması’nda tüm üyeler tarafından onaylanarak 1 Aralık 2009 tarihinde yürürlüğe girmesi, genişlemenin derinleşme 96 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 üzerindeki etkisinin –en azından antlaşma değişiklileri hususundaöngörüldüğü kadar yıkıcı olmayacağını göstermiştir. Ancak, Avro alanında borç krizi ile mücadele sürecinde, Fransa ve Almanya’nın Avro alanında daha sıkı mali kurallar ile bu kurallara riayet etmeyen devletlere karşı daha sert yaptırımlar öngörülmesi amacıyla Lizbon Antlaşması’nda değişiklik yapılmasına dair önerisi Birleşik Krallığın itirazı ile karşılaşınca, söz konusu durumun Avrupa’yı farklılaştıracağı kaygısı kapsamında, “farklılaşan Avrupa”ya ilişkin kavramlar tekrar karşımıza çıkmıştır. Bu sefer, anılan kavramlar yeni bir ikilem kapsamında gündemdedir; bu ikilem “Avro alanının dağılması” ve “Avro’nun kurtarılması” ikilemidir. “Avro alanının dağılmasının” yaratacağı siyasi ve ekonomik etkiler dikkate alındığında bu ihtimalin tercih edilemez nitelikte olduğu açıktır; ancak “Avro’nun kurtarılması” ise, Avro bölgesinde mali disiplinin temini için entegrasyon hareketini derinleştirecek unsurlar taşıyan, -ulusal bütçelerin supranasyonel düzeyde denetlenmesi, ulusal bütçelerden sorumlu bir komiserin atanması ya da maliye politikaları kapsamında Adalet Divanı’na yeni yetkiler verilmesi gibi- önlemleri gerekli kılabilecektir. Birleşik Krallığın Lizbon Antlaşması’nda değişiklik yapılmasına itiraz etmesi neticesinde, Avro alanında mali disiplin için hazırlanmakta olan yeni antlaşmayı bu çerçevede okumak gerekmektedir. Dolayısıyla Avro alanındaki borç krizinin etkisiyle, “çok-vitesli”, “değişken geometrili” ve “A la Carte” Avrupa kavramlarının tekrar gündeme gelmesi, “Avro alanında yaşanan borç krizinin tekrarlanmasının önlenmesi amacıyla daha sıkı kurallar ve sert yaptırımlar içeren, bu kapsamda AB’nin kurumlarını yetkilendiren, dolayısıyla entegrasyon hareketini derinleştirecek bir antlaş- ma AB’nin tüm üyeleri tarafından kabul edilecek midir?” sorusunun cevabının, Birleşik Krallık’ın Lizbon Antlaşması’nda değişiklik yapılmasına ilişkin açık itirazı nedeniyle, olumsuz olmasıdır. 8 Kasım 2011 tarihinde Strasbourg Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Sarkozy, AB için hem genişlemenin hem de federasyonun aynı anda gerçekleştirilmesinin imkânsız olduğunu, zira AB’nin kapılarını Balkan ülkelerine açtığını, üye sayısının 32, 33 ya da 34 olacağını, dolayısıyla çok sayıda üyesi olan bir AB’de federalizmin imkânsız olduğunu belirterek, “iki-vitesli Avrupa” önerisinde bulunmuştur. Birinci vites, daha fazla entegrasyonun sağlanabileceği federal Avro alanını, ikinci vites ise Avro alanı üyesi olmayan AB üyelerinin yer aldığı konfederal Avrupa’yı ifade etmektedir.1 Sarkozy’nin konuşmasında dikkat çeken ilk husus “genişleme-derinleşme” ikilemine tekrar vurgu yapılmış olmasıdır; Sarkozy genişleme sürdüğü müddetçe derinleşmenin zorlaşacağının altını çizmektedir. Dikkat çeken ikinci husus ise, ikinci vitesi, Avro alanında yer almayan devletlerin oluşturacağının belirtilmesidir; Birleşik Krallık ve Danimarka dışında, şimdilik Avro alanında yer almayan tüm AB üyelerinin, Maastricht kriterlerini karşıladıklarında Avro alanına dahil olmak zorunda oldukları dikkate alınırsa, ikinci vitesin nihai halinin -gelecekte Birliğe katılacak yeni devletler için sürekli bir derogasyon öngörülmediği müddetçeBirleşik Krallık ve Danimarka’dan ibaret olacağı aşikardır. Sarkozy’in konuşması, entegrasyon hareke- tinde daha fazla ilerlemek istemeyen üye devletlerin, entegrasyon hareketini daha da derinleştirmek isteyenlere mani olmasının kabul edilemeyeceğinin altının çizilmesi olarak da nitelendirilebilir. Bu durum bize, Joschka Fischer’in, Mayıs 2000’de Humboldt Üniversitesi’nde yaptığı ünlü konuşmasını hatırlatmaktadır. Fischer, entegrasyon hareketinin geleceği üzerinde dururken “avant-garde Avrupa” kavramını kullanmış, entegrasyon hareketinde daha fazla ilerlemek isteyen üye devletlerin, daha ileri entegrasyonun dışında kalan üye devletler için çekim merkezi (centre of gravity) yaratabileceğini ifade etmiş ve söz konusu çekim merkezinin antlaşmalar içinde ortaya çıkabileceği gibi, antlaşmalar dışında da ortaya çıkabileceğinin altını çizmiştir.2 Dolayısıyla Fischer, Avro alanında daha sıkı mali disiplin için tasarlanan ve onaylanması halinde entegrasyon hareketine derinleştirici etki yapacak olan yeni antlaşmanın, Birlik çerçevesi dışına alınmakta olduğu sürece benzer süreçlerin yaşanabileceğini daha önce ifade etmiş olmaktadır. Ancak, entegrasyon hareketini derinleştirici unsurlar taşıyan Avro alanı için yeni bir antlaşma, Fischer’in deyişiyle “avant-garde Avrupa” yaratsa da; yeni antlaşmanın, antlaşmaya taraf olmayanlar için “çekim merkezi” oluşturup oluşturmayacağı zamanla gözlemlenebilecektir. Ancak Avro alanındaki borç krizi sonrasında aşikar olan husus, Avrupa entegrasyon hareketinin değişime tabi olduğudur; bu değişimin, entegrasyon hareketi açısından “gelişim” olup olmayacağı, değişimin yarattığı “farklılaşan Avrupa”nın niteliğine bağlı olacaktır. “Farklılaşan Avrupa”nın niteliği ile kastedilen nedir? Bu kapsamda, Avro alanındaki borç krizinin Avrupa’yı farklılaştıracağı kaygısıyla tekrar gündeme gelen ve tamamı “farklılaştırılmış entegrasyonu” ifade eden “çok-vitesli”, “değişken geometrili” ve “A la Carte” Avrupa kavramları arasındaki, çoğunlukla göz ardı ediyor olsa da, önemli farkların altını çizmek gerekmektedir. Çok Vitesli Avrupa “Çok-vitesli” ya da günümüzde daha sık karşılaştığımız “iki-vitesli Avrupa” kavramı ile kastedilen farklılaştırılmış entegrasyon modeli, daha ileri bir entegrasyonu arzu eden ve böyle bir entegrasyona katılabilen üye devletlerin entegrasyonun çekirdeğini oluşturmasını, diğerlerinin çekirdek grubu daha sonra takip etmesini ifade etmektedir. “Çok-vitesli” ya da “iki-vitesli Avrupa” kavramı, entegrasyonun “zaman” bakımından farklılaştırılmış halidir ve halihazırda Avro alanı –Birleşik Krallık ve Danimarka’ya sağlanan sürekli derogasyonu hariç tutarsak- bu modelin örneğidir;3 zira üye devletler, fiyat istikrarı, devletin mali durumu, döviz kurları ve uzun dönemli faiz oranlarına dair rakamsal ve rasyo olarak belirlen- “Çok-vitesli” ya da “iki vitesli Avrupa” kavramı ile kastedilen farklılaştırılmış entegrasyon, üye devletler arasında “geçici” ayırıcı çizgiler yaratmaktadır ki, anılan kavram üye devletler arasında “zaman” bakımından farklılaşmanın “kalıcı” kılınmasını ifade etmemektedir miş referans değerlerini içeren Maastricht kriterlerini karşıladıklarında Avro alanına dahil olmak zorundadırlar. Dolayısıyla, “çok-vitesli” ya da “iki vitesli Avrupa” kavramı ile kastedilen farklılaştırılmış entegrasyon, üye devletler arasında “geçiçi” ayırıcı çizgiler yaratmaktadır ki, anılan kavram üye devletler arasında “zaman” bakımından farklılaşmanın “kalıcı” kılınmasını ifade etmemektedir. Diğer taraftan “değişken geometrili Avrupa” kavramı, “alan” bakımından farklılaşmayı ifade etmektedir ve daha derin entegrasyona doğru ilerleyen “iç halka” ile daha derin entegrasyona katılmayan “dış halka”da yer alacak üye devletlerarasında kalıcı ayrılıklar yaratılması anlamına gelebilmektedir.4 Yukarıda, Birleşik Krallık ve Danimarka’nın durumu hariç tutulursa, Avro alanının “iki vitesli Avrupa” örneğini teşkil ettiği belirtilmişti. Zira, Birleşik Krallık ve Danimarka’nın Avro alanına dahil olmaması, Avro alanında dahil olmak zorunda olmamaları nedeniyle, “iki-vitesli Avrupa” değil, “değişken geometrili Avrupa” örneğini oluşturmaktadır. A la Carte Avrupa “A la Carte Avrupa” kavramı da, minimum sayıda ortak hedeflerin ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 97 Avrupa, hem mekân açısından hem de politika açısından –ulusal maliye politikalarının supranasyonel düzeyde kontrol edilmesi politikasını kabul etmeyen devletler mevcut olacağından– farklılaşacak ve üye devletlerarasında ayırıcı çizgi “sürekli” nitelik arz edecektir. korunarak, üye devletlere, politikalardan oluşan menüden katılmak istedikleri politikaları seçme hakkı verilmesini ifade etmektedir5; dolayısıyla “iki-vitesli Avrupa” kavramı “zaman”, “değişken geometrili Avrupa” kavramı “mekan” bakımından farklılaşmayı ifade ederken, “A la Carte Avrupa”, “politikalar” bakımından farklılaşmayı ifade eder ki; Danimarka ve Birleşik Krallığın Avro alanına dahil olmaması, ortak para politikasını kabul etmediklerinin göstergesi olarak, “değişken geometrili Avrupa” ile birlikte “A la Carte Avrupa” örneğini teşkil etmektedir. Dolayısıyla, anılan kavramlardan “iki-vitesli Avrupa”, er ya da geç tüm üyeler tarafından ortak amaçlara ulaşılmasını ifade etmesi açısından, entegrasyon hareketi için olumsuz sonuçlar yaratacak mahiyette olmasa da, Avro alanında yaşanan borç krizi neticesinde farklılaşan Avrupa’nın “değişken geometrili Avrupa” ya da “A la Carte Avrupa”ya dönüşmesi, entegrasyon hareketinin Birliğin tüm üyelerini kapsayacak şekildeki ilerleyişini, bir başka deyişle entegrasyon hareketinin 1. 2. 3. 4. 5. 6. 98 homojenliğini bozacaktır. Avro alanındaki borç krizi sonrası farklılaşmakta olan Avrupa’nın ilk sinyali olan, Avro alanında daha sıkı bir mali disiplin sağlanması amacıyla Mart ayı içinde imzalanması planlanan ve Britanya’nın itirazı nedeniyle Birlik çerçevesi dışında tutulan yeni antlaşmayı, Avrupa entegrasyon hareketinin tamamıyla dışında değerlendirmek, bir başka deyişle Avrupa entegrasyon hareketinden soyutlamak ise doğru bir yaklaşım olmamaktadır. Zira yeni antlaşmaya taraf olabilecek devletlerin tamamı AB üyesidir ve anılan antlaşmanın hükümetlerarası niteliği sürekli vurgulansa bile, antlaşmanın hükümlerinin uygulanmasında AB kurumları yetkili kılınmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla “farklılaşmış Avrupa” ya doğru atılmış bir adım olan yeni antlaşmanın yaratacağı Avrupa’nın, “çok-vitesli”, “değişken geometrili” ve “A la Carte Avrupa” kavramlarının hangisi ile ifade edilebileceği önem taşımaktadır. Avro alanında yaşanan borç krizi neticesinde farklılaşmakta olan Avrupa’yı “iki-vitesli Avrupa” olarak tanımlamak, -“iki vitesli Avrupa” kavramının tanımı gereği- mali disiplin için yeni antlaşmaya yönelik Britanya’nın halihazırdaki itirazının geçici olduğu varsayımına dayanıldığını ifade eder ki, Birleşik Krallığın Başbakan Yardımcısı Nick Clegg’in 9 Ocak 2012 tarihinde yaptığı açıklamada Britanya’nın vetosunun geçici olduğunu tahmin ettiğini belirtmesi6 bu varsayımı güçlendirmektedir. Diğer taraftan Birleşik Krallık dışında, AB’nin Avro alanına dahil olmayan diğer üyelerinin de Avro alanın- da mali disiplin için yeni antlaşmaya taraf olmaması ihtimali mevcuttur; yeni antlaşmaya taraf olmayacak Birlik üyelerinin antlaşmaya itirazı sürekli olacak ise, bir başka deyişle itiraz eden üye devletler AB’nin tüm üyelerine açık antlaşmaya hiç bir zaman katılmayacak ise, kriz sonrası farklılaşan Avrupa için “iki vitesli Avrupa” yerine “değişken geometrili Avrupa” ve “A la Carte Avrupa” kavramlarını kullanmak daha uygun olacaktır. Zira bu durumda Avrupa, hem mekân açısından –iki halka oluşacağından-, hem de politika açısından –ulusal maliye politikalarının supranasyonel düzeyde kontrol edilmesi politikasını kabul etmeyen devletler mevcut olacağından–farklılaşacak ve üye devletlerarasında ayırıcı çizgi “sürekli” nitelik arz edecektir. Ancak Birleşik Krallık dahil, yeni antlaşmaya taraf olmayacak devletler tutumlarını değiştirir ve antlaşma yürürlüğe girdikten sonra antlaşmaya taraf olmaya karar verirlerse, bir başka deyişle yeni antlaşma taraf olmayanlar için bir “çekim merkezi” yaratabilirse, Avro alanında yaşanan borç krizinin etkisiyle zaman bakımından farklılaşmış “iki-vitesli” Avrupa örneği tecrübe edilmiş olacaktır. Hazine Müsteşarlığı, Dr. * Two-speed Europe, or two Europes?, 10 November 2011, www.economist.com Speech by Joschka Fischer, From Confederacy to Federation: Thoughts on the Finality of European Integration”, at the Humboldt University in Berlin, 12 May 2000. Claus-Dieter Ehlermann, “Increased Differentiation or Stronger Uniformity”, EUI Working Paper, No 95/21, Italy. A. Stubb, The Semantic Indigestion of Differentiated Integration: The Political Rherotic of the pre-1996 IGC Debate, Thesis at the Department of Politics and Administration, College of Europe, Bruges, 1995. A.g.e. British deputy PM: EU veto is “temporary”, 10 January 2012, http://euobserver.com STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Avrupa İçin Krizden Çıkış Seçenekleri Avrupa’nın temel makroekonomik göstergelerine bakıldığında önemli bir problemin olmadığı görülmektedir. AB’nin bir bütün olarak cari açık sorunu bulunmamaktadır. Amerika ve İngiltere gibi cari açık veren büyük ekonomilerden daha iyi durumdadır. Mali denge açısından da aynı durum söz konusudur. Avro Bölgesi’nin bütçe açıklarının GSYİH’ya oranı yüzde 4 civarındadır. Oysa bu değer Amerika için yüzde 10’dur. D Muhsin KAR* ünya ekonomisinin en önemli ağırlık merkezlerinden biri olan Avrupa’daki kriz, küresel ekonomiyi tehdit etmeye ve en büyük risk unsuru olmaya devam ediyor. Avrupa’nın kriz karşısında aldığı önlemlerin yavaşlığı ve yetersizliği, büyük imparatorlukların sonunun dış saldırıdan ziyade içyapısındaki sorunların çözümüne duyarsızlıktan kaynaklandığı tezini doğrular niteliktedir. %10’luk durumuna göre daha iyi bir durumu göstermektedir. Benzer şekilde, enflasyon Amerika ve İngiltere’den daha düşük durumda olup, ücretler baskı altında olduğundan yükselmesi de beklenmemektedir. Son olarak, üzerine çok konuşulan büyüme hızı konusunda da Avrupa’nın performansı Amerika’nın çokta gerisinde değildir. Eğer durum böyle ise, sorun nedir ve nereden kaynaklanmaktadır? Avrupa’nın temel makroekonomik büyüklüklerine bir bütün olarak bakıldığında önemli bir problemin olmadığı görülebilir. AB’nin bir bütün olarak cari açık sorunu bulunmamaktadır. Amerika ve İngiltere gibi cari açık veren büyük ekonomilerden daha iyi durumdadır. Mali denge açısından da aynı durum söz konusudur. Avro Bölgesi’nin bütçe açıklarının GSYİH’ya oranı %4 civarında olup, bu değer Amerika’nın Sorun tasarrufların ve yatırımların AB içinde dağılımı ile yakından ilgilidir. Avro bölgesi tasarruflarının miktarı ülkelerin ihtiyacı olan finansman için yeterlidir. Sorun tasarrufların Birlik içinde bir ülkeden diğerine gitmemesinden kaynaklanmaktadır. Özellikle 2002’de tek paraya, Avro’ya, geçişle birlikte reel ücretleri baskı altında tutan, verimliliğini ücret artışlarının üstünde gerçekleştiren ve rekabetçiliklerini ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 99 Kamu gelir-gider dengesini sağlamaya yönelik mali disiplin (kemer sıkma), kısa dönemde daha fazla daralma anlamına gelir. Yapısal reformların etkisini gösterip verimlilik artışı ve büyümeye katkı yapabilmesi zamanla ortaya çıkmaktadır. artıran Almanya gibi ülkeler, cari fazlalık verirken; ücretlerin verimlilikten daha fazla arttığı, kamu harcamalarının vergiler yerine borçlanma ile karşılandığı Yunanistan gibi ülkelerde ise, cari açık verilmektedir. Problem, cari fazlası olan kuzey ülkelerin cari açık problemi yaşayan güney ülkelerini finanse etmemelerinden kaynaklanmaktadır. Avrupalı liderler ise, sorunu çözmekten ziyade, aldıkları önlemlerle sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirmektedirler. Bu yavaşlığın, kararsızlığın ve yetersizliğin arka planında ise, krizden çıkış senaryolarının yükünün hangi ülke tarafından üstlenileceği veya paylaşılacağı tartışması yatmaktadır. Peki, muhtemel krizden çıkış senaryoları nelerdir? Almanya’nın Enflasyon Korkusu Birinci seçenek, çevrede (periphery) yer alan ülkelerin rekabetçiliklerini yeniden kazanacak şekilde kemer sıkarak ve yapısal reformları gerçekleştirerek büyümeye başlamalarının sağlanmasıdır. Böylesi bir politik seçeneği, Avrupa Merkez Bankası’nın, Amerika’daki FED benzeri, bir miktarsal genişlemeye (quantitative easing) gitmesi ve zor durumda olan ekonomilere en son borç verme merci olarak sınırsız likidite sağlaması, cari açıkları kapatacak şekilde Avro’nun hızla değer kaybetmesi ve çevre kemer sıkmaya zorlanırken merkezinde mali canlanmanın uygulamaya konulması anlamına gelir. Bu politika seçeneğine, Almanya ve Avrupa Merkez Bankası, başta Almanya ol- mak üzere diğer merkez ülkelerindeki enflasyonu hızlandırabileceği endişesi ile karşı çıkmaktadırlar. Kemer Sıkmanın Daraltıcı Etkisi Almanya ve AMB, birinci seçenek yerine, kemer sıkma ve yapısal reformlarla verimliliği artırma ve emeğin birim maliyetini düşürme ve böylelikle reel değer kaybetme (real depreciation) ile rekabetçiliği sağlamak gerektiğini öneriyor. Bu ikinci seçenek birçok sorunu içinde barındırmaktadır. Özellikle kamu gelir-gider dengesini sağlamaya yönelik mali disiplin (kemer sıkma), kısa dönemde daha fazla daralma anlamına gelir. Yapısal reformların etkisini gösterip verimlilik artışı ve büyümeye katkı yapabilmesi zamanla ortaya çıkmaktadır. Kemer sıkma ve yapısal reform paketleri, Yunanistan örneğinde olduğu gibi işçilerin çıkarılmasını, sübvansiyonların askıya alınmasıyla verimsiz işletmelerin kapanmasını ve yatırım 100 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 Avro’dan çıkan ülkeler kendi paralarının devalüasyonuna izin vererek rekabetçi hale gelebilir ve böylelikle büyümeyi tekrar sağlayabilirler. Ancak Avro üyesi bir ülkenin iflasına böylesi bir yöntemle izin verilmesi durumunda; iflas, Birlik dışına çıkan bu ülkelerle sınırlı kalmayabilir. ortamının iyileştirilmesini içerir. Bu tür uygulamalar ise zaten özünde daraltıcı niteliktedir. Dış dengeyi sağlamak için gerekli olduğu ifade edilen bu tür kemer sıkma ve yapısal reformlar ile rekabetçi hale gelinemezse, büyüme olamayacağından makro göstergeler daha da kötüleşecektir. Nitekim eğer, ekonomik büyüme olmaz ise, bütçe açığının ve borçların GSYİH’ya oranları artacaktır. Yakın gelecekte ekonomik büyüme sağlayarak düze çıkmayı öngörmeyen bir program, geniş toplumsal kesimler tarafından da direnç ile karşılaşacağından, böylesi bir programı uygulamak demokratik bir ülkede siyaseten de sürdürülebilir olmayacaktır. Böylesi bir seçenek eninde sonunda bu ülkelerin iflasına yol açacaktır. Bırakınız Batsınlar(!) Kolaycılığı Üçüncü seçenek, borçluluk oranları artan, dış dengesi kötüleşen ve do- layısıyla makroekonomik dengesi bozulan ve ayrıca Birlik tarafından belirlenen kuralları sağlayamayan ülkelerin batmasına ve Avro’dan (Para Birliğinden) ayrılmasına izin verilmesidir. Avro’dan çıkan ülkeler kendi paralarının devalüasyonuna izin vererek rekabetçi hale gelebilir ve böylelikle büyümeyi tekrar sağlayabilirler. Ancak Avro üyesi bir ülkenin iflasına böylesi bir yöntemle izin verilmesi durumunda; iflas, Birlik dışına çıkan bu ülkelerle sınırlı kalmayabilir. Çünkü Avro alanında ve daha geniş bir açıdan Avrupa Birliği alanında borçlanmanın yarattığı karşılıklı bir bağımlılık söz konusudur. Örneğin, Yunanistan’a borç verenlerin başında Alman ve Fransız bankaları gelmektedir. İngiliz bankalarını ve Yunan bonolarını ellerinde tutan diğer Güneydoğu Avrupa ülkeleri de dikkate alındığında bağımlılığın boyutu daha kolay anlaşılabilir. Aynı durum borçluluk miktarı ve oranları yüksek diğer ülkeler içinde aynı şekildedir. Dolayısıyla düzensiz bir ayrılma (disorderly breake-up), Birlik için domino etkisi yapabilir ve Birlik geneli için tahmin edilenden daha yıkıcı sonuçlar ortaya çıkabilir. Almanlar, Yunanlıları Kurtarır mı? Avro’dan düzensiz çıkışın yıkıcı etkilerinden korunmak için, dördüncü seçenek, tasarruf fazlası olan Almanya gibi Kuzey ülkelerinin tasarruf açığı (ve dolayısıyla cari açığı) olan Yunanistan, İspanya, İtalya ve Portekiz gibi Güney ülkelerini mali transferlerle desteklemeleridir. Diğer bir ifadeyle, Kuzey ülkelerinin Güney ülkelerini rekabetçiliklerinin ve büyüme oranlarının düşük seviyede kalmaları konusunda razı etmeleri gerekmektedir. Böylesi bir seçenek, borçların yeniden yapılandırılması ile özel ve kamunun sermaye kayıplarını da beraberinde getirecektir. Ayrıca ekonomik olarak iyi durumda olan Almanya gibi ülkelerin zor durumda olan Yunanistan, İtalya, İspanya ve PorŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 101 Sorun tasarrufların ve yatırımların AB içinde dağılımı ile yakından ilgilidir. Avro bölgesi tasarruflarının miktarı ülkelerin ihtiyacı olan finansman için yeterlidir. Sorun tasarrufların Birlik içinde bir ülkeden diğerine gitmemesinden kaynaklanmaktadır. tekiz gibi ülkelere mali transferler yapması da gerekecektir. Böylesi bir transfer mekanizması ancak siyasi birlik içinde geçerli olabilir. Ulusal ekonomilerde zengin bölgelerin fakir bölgeleri desteklediğine sıkça rastlanmaktadır. Dolayısıyla bu AB’nin ekonomik, mali ve siyasi birlik olması ile mümkün olabilir. Avro Bölgesi ülkelerinin vatandaşlarını ortak bir payda etrafında demokratik tek bir yapıda örgütlenmesini sağlamaya yönelik adımlarının üye ülkelerin yurttaşları tarafından kolaylıkla kabul görmesi Avrupa anayasasının reddedilmesi örneğinde olduğu gibi, kolay bir seçenek olarak gözükmemektedir. Hangisi Daha Az Maliyetli? Avrupa Birliği’nin geleceğine yönelik bu seçeneklerin her biri yükün belirli ülkelerce paylaşımını öngörmektedir. Birinci seçenekte yükün daha çok Almanya tarafından üstlenilmesi öngörülmektedir. İkinci seçenek, acı reçetenin çevre ülkelerince benimsenmesi ve dolayısıyla yükün ekonomik olarak zor durumda olan ve iyi yönetilemeyen ülkelerce üstlenilmesini içermektedir. Üçüncü seçenek, her iki tarafında yükü paylaşmasını öngörüyor. Ancak kontrolsüz bir dağılmanın 102 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 yaratacağı yükün büyüklüğünün kestirilememesi ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Dördüncü seçenek, Avrupalı halkların kader birliği yapmasına ve birbirlerini karşılıksız çıkar ilişkisi içinde desteklemelerini öngörüyor. Avrupa ekonomik krizini çözmeye yönelik atılan adımlar, krizden çıkış yükünün kim tarafından yüklenileceği konusunda uzlaşma sağlanmadığını gösteriyor. Bu yönde bir uzlaşmanın sağlanması durumunda önlemlerin hızla hayata geçi- rilmesini ve güvenin temin edilmesini kolaylaştıracaktır. Karşılıklı bağımlılık, ulusal hassasiyetler ve Avrupa’nın geleceğine ilişkin ortak bir tasavvurun geliştirilmesindeki belirsizlikler ise, krizi her geçen gün daha da derinleştirmekte ve içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Çözüm, hangi seçeneğin daha az maliyetli olduğu ve bu maliyetin kimin tarafından karşılanacağı ile yakından ilgilidir. SDE Uzmanı, Prof. Dr.* Yunanistan’daki Banka Mevduat Hücumları ve Etkileri Rasim YILMAZ* Yunanistan’daki finansal krizler -banka hücumlarıgüvenlik önlemleri tartışmalarına yeni boyutlar getirmiştir. Yunanistan’daki banka mevduat hücumlarının nedeni banka spesifik etkilerden ziyade makro ekonomik risk olarak görünmektedir. Yunanistan borç krizi bize mevduat sigortasının sınırlarını göstermiştir. Y unanistan’ın 483 milyar dolarlık dış borcunu ödeyemeyecek duruma düşmesi ve sonrasında ülkedeki mevduat sahiplerinin bankalara mevduatlarını çekmek için hücum etmeleri finansal krizler-banka hücumlarıgüvenlik önlemleri tartışmalarına yeni boyutlar getirdi. Bir bankanın net değeri negatif olduğu zaman, yani yükümlülükleri varlıklarını aştığı zaman, bir bankanın iflas ettiği söylenir. Bir banka mevduat sahiplerinin mevduat çekme taleplerini “ilk gelen önce hizmet görür” prensibine göre yerine getirir. Eğer mevduat sahipleri mevduatlarının bulunduğu bankanın gücü konusunda şüpheye düşerlerse, diğer mevduat sahiplerinden önce hızla paralarını çekmek isteyeceklerdir çünkü banka mevduat sahiplerinin taleplerini “önce gelen önce hizmet görür” prensibine göre cevaplayacaktır. Bir bankanın karşı karşıya kaldığı bu durum “banka hücumu veya mevduat hücumu” olarak adlandırılır. Bir bankanın varlıkları genellikle likit olmadığından dolayı, mevduat sahiplerinin böyle bir saldırısı ile karşılaşmış bir banka tüm mevduat sahiplerinin taleplerini karşılayamama tehlikesi ile yüzleşebilir. Banka hücumları, mevduat sahiplerinin bankaların risk durumları hakkındaki görüşlerinde değişime yol açabilecek her hangi bir olay tarafından tetiklenebilir. Ekonomik durgunluk belirtileri, bankaların yoğun olarak kredi kullandırdığı bir sektörün bilançolarındaki bozulma, hızlı bir kredi büyüme sürecinin ardından gelen kötü haberler, bankanın kefalet ve garanti verdiği müşterilerinin yükümlülüklerini yerine getirememesi sonucu doğan yükümlüŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 103 Banka mevduat hücumlarında, normal koşullarda, önce küçük mevduat sahiplerinin bankalara hücum ettiği, daha sonra bunu gören büyük mevduat sahiplerinin bu trende katıldıkları gözlemlenir. Yunanistan’da bunun tam tersi bir süreç izlenmektedir. lükler, benzer portföye sahip finansal kuruluşların iflasları gibi haklı nedenler mevduat sahiplerinin bankalara hücum etmesine neden olabilir. Bu tür hücumlar “asimetrik bilgiden kaynaklanan bankacılık hücumu” olarak adlandırılır. Bankacılık hücumları hiçbir haklı sebebe dayanmaksızın kendi kendine de meydana gelebilir. Bir bankanın bilançosu çok sağlıklı olmasına rağmen, mevduat sahipleri diğer mevduat sahiplerinin mevduatlarını çektiklerine ve eğer beklerlerse bankanın iflas edeceğine inanıyorsa ve bu durumdan korkuyorsa, mevduat sahipleri bir bankaya hiçbir sebebe dayanmaksızın da hücum edebilirler. Yunanistan’da meydana gelen banka mevduat hücumları haklı bir nedene bağlı bankacılık hücumları sınıflamasına girmektedir. Yunanistan’daki banka mevduat hücumlarının nedeni olarak “makro ekonomik risk” gösterilebilir. Yunanistan’ın 483 milyar dolarlık dış borcunu ödeyemeyecek duruma düşmesi ve Başbakan Georgios Papandreou’nun ikinci Yunanistan yardım paketini referanduma sunma duyurusu politik kaosa yol açmış ve bu durum Yunanistanlı hane halklarını belirsizliğe ve nihayetinde bankalardaki mevduatlarına hücum etmeye yönlendirmiştir. Hane halklarının Yunan bankacılık sistemindeki vadeli ve vadesiz mevduatlarının toplamı 2010 yılının başında 237,7 milyar Euro iken bu rakam 2011 yılının Ağustos ayında 49 milyar Euro’ya düşüş göstermiştir. Bu tarihten sonra mevduat çekilişleri daha da hızlanmış ve Eylül ayında 5,4 milyar Euro ve Ekim ayında ise 8,5 milyar Euro düşüş göstermiştir. Ekim ayındaki mevduat çıkışı borç krizinin patlak vermesinden (2009 yılının son ayları) bu yana en yüksek aylık mevduat çıkışı olarak gerçekleşmiştir. Avrupa’daki diğer liderlerin referanduma tepki göstermelerinden sonra yardım planı fikri geri çekilmiştir. Yeni hükümet Kasım ayının 11’inde kurulmuştur. Hükümet değişikliğinin bankalardaki mevduat çekilişini yavaşlattığı gözlemlenmiştir. İşsizlik ve yükselen vergilerin yanında Yunanistan’ın Euro bölgesini terk etmek zorunda kalacağı korkusu birçok Yunanistanlının bankalardaki mevduatlarını çekmelerine neden olmaktadır. Ağustos ayında işsizlik oranı %18,4 olarak gerçekleşmiştir. İşlerini kaybeden ve emekli aylıklarının veya ücretlerinin kesilmesi ile karşı karşıya kalan hane halkları bankalardaki tasarrufları ile ayakta kalmaktadırlar. Bunun yanında mevduat sahiplerinin mevduatlarını bankalardan çekmelerinin ardındaki temel neden Yunanistan’ın Euro bölgesini terk etmek zorunda kalacağı korkusudur. Mevduat sahipleri bankanın batma korkusundan dolayı değil, bankadaki paralarının değer kaybetmesinden korktuklarından dolayı tasarruflarını bankalardan çekmektedirler. Mevduat sahiplerinin korkusu şudur: devlet Euro bölgesinden çıkacaktır; bankalardaki Euro hesapları drahmi hesaplara dönüştürülecektir; bu dönüştürme işlemi drahmiyi devalüe ederek yapılacaktır; sonuçta mevduat sahibinin Yunan bankalarındaki mevduatları değer kaybedecektir. Böyle bir senaryoya karşı alınacak önlem paranın yastık altında tutulması veya mevduatın yurtdışındaki bankalara aktarılmasıdır. Banka mevduat hücumlarında, normal koşullarda, önce küçük mevduat sahiplerinin bankalara hücum ettiği, daha sonra bunu gören büyük mevduat sahiplerinin bu trende katıldıkları gözlemlenir. Yunanistan’da bunun tam tersi bir süreç izlenmektedir: banka hücumlarının başında büyük mevduat sahiplerinin mevduatlarını çektiği görülürken, daha sonraları küçük mevduat sahiplerinin mevduatlarını çektikleri görülmektedir. Mevduat sahipleri paralarını bankadan çektikten sonra aşağıdaki üç 104 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 stratejiden birini izleyebilirler: Daha güvenilir olduğu düşünülen bir başka bankaya yeniden yatırılır (Kaliteye yönelme), Daha güvenilir olduğu düşünülen yatırım araçları satın alınabilir (Yatırım araçlarına yönelme), Nakit olarak tutulabilir (Nakitte kalma). Yunanistanlı mevduat sahiplerinin mevduatlarını bankalardan çektikten sonra nakitte kalma stratejisini izledikleri gözlemlenmektedir. Yunanistan Merkez Bankası mevduatlarını çeken her beş kişiden birinin mevduatlarını yurt dışına taşıdığını tahmin etmektedir. Almanya, İsviçre ve Lihtenştayn gibi çevre ülkelerdeki bankalar Yunanistanlı mevduat sahiplerinin içinde bulunduğu güvensizlik duygusundan yararlanmakta ve mevduatları kendi ülkelerine çekmeye çabalamaktadırlar. Sistemik Etki Yunanistan Borç Krizi sırasında batma noktasına gelen ilk banka Proton Banktır. Proton Bank 13 şubeye sahip küçük bir bankadır. Yunan Bankacılık Sisteminde en çok batma riski taşıyan bankalar Proton Bank gibi küçük bankalardır. Bu tür bankalar yanlış bankacılık uygulamaları ve likidite krizi nedeniyle zorluk yaşamaktadırlar. Bankacılık iflasları ile ilgili ana negatif dışsallık ekonomik aktörler arasındaki ödeme sisteminin işleyişinin aksamasıdır. Finansal sistem içindeki bir banka yükümlülüklerini yerine getiremezse, bu durum diğer bankaların yükümlülüklerini de yerine getirebilme kapasitelerini olumsuz yönde etkileyecektir çünkü bankalar birbirleriyle interbank balanslar ve interbank transferler yoluyla iç içe girmişlerdir. Böylece, bir bankanın içinde bulunduğu olumsuz durum finansal sistemdeki diğer bankalara da kolayca yansıyacaktır. Bu durumun farkında olan Yunanistan’ın en büyük dört bankası (National Bank of Greece, Alpha Bank, EFG Eurobank ve Piraeus Bank) Proton Bank’ı yeniden kapitilize etmek amacıyla 50 milyon Euro’luk Proton Bank değiştirilebilir tahvili satın alma konusunda anlaşmışlardır. Ayrıca devlet de Proton’a 100 milyon Euro’luk acil durum transferi yapmıştır. Yunan Hükümetinin 483 milyar dolarlık borcunu ödeyemeyecek duruma düşmesi, Yunan bankacılık sisteminin çökmesi ve Yunanistan’a borç veren diğer Avrupa ülkelerindeki bankaların da zor duruma düşmesi anlamına gelir. Bu ise Avrupa çapında zincirleme bir reaksiyona yol açar. Yunanistan veya diğer bir Avrupa ülkesinin borcunu ödeyemez duruma düşmesi Avrupa çapında banka batışlarını tetikleyecektir. Bu ise Avrupa’yı resesyona itecektir. Avrupa’daki resesyon başta ABD olmak üzere diğer ülke ekonomilerini de olumsuz bir şekilde etkileyecektir. Böylece, Proton Bankın iflas etmekten kurtarılması ülkenin kırılgan bankacılık sistemi üzerine olabilecek daha büyük bir mevduat hücumunu tersine çevirmek için faydalı olmuştur ve sistemik etkiyi en azından engellemiştir. Diğer yandan ise Yunanistan’daki mevduat hücumları, Yunanistan’ın mali destek verilmek suretiyle iflastan kurtarılmasının maliyetini daha da artırmaktadır. Yunanistan’ın 483 milyar dolarlık borcunu ödeyemeyecek duruma düşmesi, Yunan bankacılık sisteminin çökmesi ve Yunanistan’a borç veren diğer Avrupa ülkelerindeki bankaların da zor duruma düşmesi anlamına gelir. Bu ise Avrupa çapında zincirleme bir reaksiyona yol açar. Resesyonu Derinleştirme Kredibilitesi olan bir mevduat sigorta sisteminin ve merkez bankasının azalan rezervlere karşı telafi edici bir enjeksiyonun yokluğunda, eğer bankacılık hücumu “nakitte kalma” durumuna dönüşürse, yani hem mevduat sahipleri hem de devlet menkul kıymetlerinin satıcıları fonlarını bankacılık sisteminin dışında tutmaya karar verirlerse, mevduatlar ve rezervler bir banka veya bir grup bankadan kaybolmakla kalmayacak ayrıca toplam bankacılık sisteminden de kaybolacaktır. Bu durum para arzında, kredi hacminde ve toplumun refah seviyesinde bir azalmaya yol açacaktır. Mevduatlar ve kredi hacmindeki azalma, ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 105 Bankacılık hücumlarının ve finansal krizlerin olumsuz etkilerinden kaçınmak için, hükümetler bankalar için korunma sistemleri temin etmektedirler. Böylece, zaman içinde finansal güvenlik şemsiyesi kurumları ortaya çıkmıştır. bazı ihtiyatlı bankaların olası mevduat kayıplarını telafi etmek için zorunlu olmayan karşılıklarını artırmaları nedeniyle daha da artabilir. Toplam para arzının azalması, kredi ilişkilerindeki zedelenme ve banka varlıklarının zorunlu olarak olması gereken değerinin çok altında satılması bu negatif şokun ekonominin diğer sektörlerine de sirayet etmesine yol açacaktır. Bu şok, eğer fiyatlar tam esnek değilse, hem nominal hem de reel geliri azaltacaktır. Bankaların bir ekonomi içindeki eşi olmayan rollerinden birisi de kredi anlaşmalarını izleme ve değerlendirme fonksiyonunu yerine getirmeleridir. Bu fonksiyonun yerine getirilmesi sırasında banka ile kredi müşterisi arasında zaman içinde bir ilişki (güven ilişkisi) gelişir. Bankalar kişi, şirket ve kurumlar hakkında gizli bir bilgiyi bireylere göre daha ucuza derleyen aracı kuruluşlardır. Bankalar, bu gizli bilginin değerlendirilmesi sonucunda müşterilerine kredi açarlar. Böylece, zaman içinde banka ile kredi müşterisi arasında bir “bankacılık ilişkisi” gelişir. Banka ve kredi müşterileri arasındaki uzun dönemli bir ilişki, bu kredi müşterisinin kredi değerliliği konusunda diğer bankalara ve taraflara bir enformasyon sağlar. Bir bankanın iflası ile banka müşterisi ile banka arasındaki bu bankacılık ilişkisi bozulur ve bir “kredi daralması”na yol açabilir çünkü kredi ihtiyacı olan 106 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 kimsenin iflas eden bankanın izleme fonksiyonunu yerine getirecek yeni bir borç veren (banka) bulması zaman alacaktır. Alternatif finansman kaynakları sınırlı olduğundan dolayı, bu durum özellikle küçük ve orta boy işletmeler için tehlikeli olacaktır. Yeni bir borç veren (banka) bulma işlemi, reel sektör için banka kredisinin hem miktarını hem de bulunabilirliğini azaltacaktır. Böylece, toplumun reel gelirini azaltacaktır. Bu arada, bankalar kredi arzını azalttıkça ve faiz marjlarını yükselttikçe, eğer fiyat seviyesi hemen reaksiyon göstermezse, para arzı azalacak ve reel faiz oranları artacaktır. Toplam talepteki azalma finansal olarak kırılgan durumda bulunan kredi kullanıcıları üzerindeki baskıları artıracaktır. Tersine seçim etkisinden dolayı, kredi değerliliği en düşük olan kredi müşterileri daha yüksek faiz oranları ödemek isteyebilirler. Bu durum sağlıklı bankaları daha az kredi kullandırmaya ve daha dikkatli olmaya itebilir. Sonuçta, özel yatırımlar teşvik edilmemiş ve finansal sektördeki ve makro ekonomideki diğer aktiviteler olumsuz etkilenmiş olur. Yunanistan Merkez Bankasının Başkanı Georgios Provopoulos’a göre Yunanistan ekonomisinin resesyondan çıkamamasının altında Yunan bankacılık sisteminin ekonomik büyümeyi finanse edecek kapasiteden yoksun olması yatmaktadır. Yunanistan’daki mevduat sahiplerinin Yunan bankalarındaki mevduatlarını çekmeleri ülkede yaşanan resesyonu daha da derinleştirmektedir. Mevduat sahiplerinin mevduatlarını bankalardan çekmeleri bankaların kredi verebilme kapasitesini azaltmaktadır. Bu ise ülkedeki resesyonu daha da derinleştirmektedir. Yunan bankalarının likidite problemlerini kötüleştiren diğer bir etken de şüpheli alacaklar ve batık kredilerdir. Bankaların batık kredilerinin toplam krediler içindeki payının 2012 yılında %20’ler seviyesine yükselmesi beklenmektedir. Mevduat Sigortası Banka mevduat hücumlarından ve bunların sistemik etkilerinden kaçınmak için 20.000 Euro’ya kadar kısmi mevduat sigortası uygulayan Yunanistan, mevduat sigortasını %100 olarak uygulamaya başlamıştır. Bankacılık hücumlarının ve finansal krizlerin olumsuz etkilerinden kaçınmak için, hükümetler bankalar için korunma sistemleri temin etmektedirler. Böylece, zaman içinde finansal güvenlik şemsiyesi kurumları ortaya çıkmıştır: merkez bankasının son kredi merci faaliyetleri, mevduat sigortası, bankacılık düzenleme ve denetlemesi gibi güvenlik şemsiyesi kurumları bir veya bir kaç bankada meydana gelen problemlerin tüm finansal sisteme sirayet etmesini önlemek için geliştirilmişlerdir. Mevduat sigortasının amacı, bankacılık sistemini bankacılık hücumlarından ve finansal panikten korumak yoluyla bankacılık sistemindeki ve finansal sistemdeki istikrarı sağlamaktır. Kısmi sigorta sistemi altında, mevduat sigortasının kapsamı belli bir maksimum miktar ile sınırlı tutulmaktadır. Kısmi sigorta sistemi genellikle, mevduatlarını tuttukları bankanın durumunu analiz etmek için gerekli araçlardan ve yetenekten yoksun küçük mevduat sahiplerini korumak için getirilir. Mevduat sigortasının kapsamı dışında kalan büyük mevduat sahiplerinin, mevduatlarını tuttukları bankanın koşullarını dikkatli bir şekilde izlemek yoluyla bankacılık sistemi üzerinde bir piyasa disiplini uygulayacakları düşünülür. Büyük mevduat sahipleri eğer mevduatlarını bulundurdukları bankanın aşırı risk aldığına inanıyorlarsa, yüksek mevduat faizi talep edecekler veya mevduatlarını başka bir bankaya transfer edeceklerdir. Bu yolla, bankalar büyük mevduat sahiplerinin disiplini altında tutulurken diğer yandan da küçük mevduat sahiplerinin yol açabileceği kendiliğinden banka hücumlarından korunmuş olacaklardır. %100 mevduat sigortası durumunda, mevduat sigortası mevduat sahiplerinin mevduatlarını tuttukları bankanın faaliyetlerini ve sağlamlığını izlemeleri konusundaki istekliliklerini/ hassasiyetlerini azaltır. Aksi durumda, mevduat sahipleri eğer mevduatlarını tuttukları bankanın aşırı risk aldığını düşünüyorlarsa birikimlerini bu bankadan çekecek ve daha güvenli olarak düşündükleri diğer bir bankaya aktaracaklardır. %100 mevduat sigortası durumunda, mevduat sahipleri mevduatla- rını hangi bankaya yatıracaklarına karar verirken bankanın sağlamlığı konusunda fazla dikkatli davranmayacaklar ve sağlıksız olduğunu düşündükleri bankalardan mevduatlarını çekip başka bir bankaya yatırmayacaklardır. Mevduat sigortasının tam koruması altındaki mevduat sahipleri, mevduatlarını yatıracakları bankayı seçerken tek dikkate alacakları faktör bankanın mevduatlarına teklif ettiği faiz oranı olacaktır. Böylece, bankaların üzerinden piyasa disiplini kalkacaktır. Sonuç olarak, mevduat sigortası / devlet güvencesi bir yandan kendiliğinden veya bilgiye dayalı bankacılık hücumlarını azaltmak yoluyla bankacılık sektöründe istikrarı tesis ederken, diğer yandan da risk alımını teşvik etmesi ve mevduat sahiplerinin bankaları veya bankaların birbirlerini gözlemesini/dikkatle izleme istekliliklerini azaltması yoluyla bankacılık sektöründeki istikrarı azaltabilir. Yunanistan’daki yüzde yüz mevduat sigortası uygulaması mevduat sahiplerinin bankalara hücumunu engellememiştir ve engelleyemeyecektir. Bunun nedeni mevduat sahiplerinin bankalara hücum etmelerinin ardındaki sebepte saklıdır. Mevduat sahipleri bankalara güvenmediklerinden veya bankaların batacağından korktuklarından değil, devletin mevduatları üzerinde kendi zararlarına olacak çeşitli hareketlerde bulunmasından korktuklarından dolayı mevduatlarını çekmektedirler. Bu sebep ortadan kalkmadıkça mevduat çekilişleri devam edecektir. Yunanistan’daki finansal krizler -banka hücumları- güvenlik önlemleri tartışmalarına yeni boyutlar Yunanistan’daki banka hücumları finansal krizler ve güvenlik önlemleri tartışmalarına yeni boyutlar getirmiştir. Yunanistan borç krizi bize mevduat sigortasının sınırlarını göstermiştir. Mevduat sigortası olsa bile, önemli olan kurumun ve nihayetinde hükümetin kredibilitesidir. getirmiştir. Yunanistan’daki banka mevduat hücumlarının nedeni banka spesifik etkilerden ziyade makro ekonomik risk olarak görünmektedir. Yunanistan borç krizi bize mevduat sigortasının sınırlarını göstermiştir. Mevduat sigortası olsa bile, önemli olan mevduat sigortası kurumunun ve nihayetinde hükümetin kredibilitesidir. Eğer mevduat sahipleri mevduat sigortası fonunun sorumluluğunu yerine getirebilme yeteneğinden şüphe duyuyorlarsa veya hükümetin kredibilitesi yoksa mevduat sigortasının varlığı altında bile banka mevduat hücumları meydana gelebilir. Hatta mevduatların tamamının mevduat sigortası altına alınması (%100 mevduat sigortası) bile banka mevduat hücumlarını engelleyemeyebilir. Burada nihayetinde önemli olan hükümetin kredibilitesinin olmasıdır. Yunanistan olayında da hükümetin kredibilitesinin yükselmesi ile birlikte finansal istikrar sağlanacaktır. Namık Kemal Üniversitesi, İktisat Bölümü, Prof. Dr.* KAYNAKLAR 1. Batzoglou, Ferry (2011) “Euro Crisis Uncertanity: Anxious Greeks Emptying Their Bank Accounts”,Spiegel Online International, http://www.spiegel.de/international/europe/0,1518,802051,00. html 2. Hope, Kerin (2011), Greeks Act to Avert Bank Failure, Financial Times, http://www.ft.com/intl/cms/s/0/ad8d17a2-cc07-11e0-9176-00144feabdc0.html#axzz1iEXGD2S9 3. Yeyati, Eduardo Levy, Martinez-Peria, Maria Soledad, Schmukler Sergio (2011), Triplet Crises and the Ghost of the New Drachma, VoxEU.org, http://www.voxeu.org/index.php?q=node/6704 4. Yılmaz, Rasim (2005), Finansal Krizler ve Banka Hücumları, Ekin Kitabevi, Bursa. ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 107 SD Haber Yazılım Sektörünün Sorunları SDE’de Tartışıldı SDE ve ODTÜ Bilim ve Teknoloji Politikası Çalışmaları (TEKPOL) işbirliği ile “Türkiye’de Yazılım Sektörü” konulu bir konferans düzenlendi. Açılışı Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Davut Kavranoğlu tarafından yapılan konferansın kapanış konuşması ise Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz tarafından gerçekleştirildi. 108 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 S tratejik Düşünce Enstitüsü (SDE)’de , 29 Aralık 2011 tarihinde düzenlenen Konferans SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay’ın açılış konuşması ile başladı. Aktay, geleceğin dünyasında Türkiye’nin yazılım alanında gelişmesi ve dünya ile rekabet edebilecek iyi bir noktaya gelmesi gerektiği üzerinde durdu. ODTÜ Bilim ve Teknoloji Politikası Çalışmaları (TEKPOL) temsilcisi Derya Fındık, TEKPOL’ün faaliyetlerini anlattı. Eski Sanayi Bakanlığı Müsteşarı ve Afyon Milletvekili Ali Boğa da bu tür toplantıların önemine dikkat çekti. “Doğal ve beşeri büyüme sınırımıza henüz ulaşmadık” diyen Boğa, gençlerin en iyi değerlendirilebileceği sektörün ise yazılım sektörü olacağının altını çizdi. Açılış oturumunun son konuşmacısı Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Davut Kavra- noğlu oldu. Kavranoğlu özetle şunları söyledi; “30 yıl önce bilgisayar sadece üniversitelerde bulunan bir imkandı. Bilgisayarların olduğu yerlere girmek, bir gizli odaya girmek kadar zordu. Bilgisayarlara ulaşmak oldukça zordu. Şimdi bakıyoruz, o zaman bahsettiğimiz bilgisayardan daha donanımlı olan akıllı telefonlar var. 80’lerin ikinci yarısında ise kişisel bilgisayarlar yaygınlaştı. Çoğu kişi bir bilgisayarının olmasını hayal ediyordu. Personal Computer (PC) devrimi dediğimiz konu, herkesin bir bilgisayarının olmasını sağladı. 90’larda internetin yaygınlaşması ile beraber ise bir devrim yaşandı. Bu devrim dünyadaki en önemli devrimlerden biridir. Artık bilgisayar maliyetleri 100 doların altına düşecektir ve hizmet sunumu şekline dönüşecektir. Bu dönüşüm zaten başladı. Bu kapsamda FATİH projesine bakmayı teklif ediyorum. Bu proje çoğu şeyi kökünden değiştirecek bir proje. Biz 15 bin bilgisayar dağıtacağız. O bilgisayarların girdiği her ev, bilgisayar çağına girecektir. Bunun verimli kullanılması çok önemlidir. FATİH Projesi tüm dünyaya büyük bir imkan sunuyor. Kendimizi buna göre şekillendirmemizde yarar var.” “Microsoft, Apple ve IBM yazılım sektörünün önde gelen şirketleridir. Biz kendi yazılımlarımızı piyasaya sunabilmeliyiz. Aksi takdirde yine hizmet veren değil, alan olacağız. Bu yeni düzeninin sömürü düzeni olmaması için dikkat etmeliyiz. Veren el, alan elden evladır. Yazılım sektöründe de bu söz doğrudur. Bizlerin de bu konuda kendimizi geliştirmemiz gerekmektedir. Hizmet sunucu hale geleceğimiz sistemler oluşturmamız gerekmektedir. Stratejik düşünmek ve stratejik adımlar atmak iyi yazılım yazmaktan bile daha önemlidir. Yazılımcılarımız gelsinler çalışsınlar, biz de devlet olarak bu çalışanlara yardımcı olalım. Ayakları güven içinde yere basan bir yeni Türkiye istiyoruz.” Birinci Oturum Açılış oturumunun ardından “Yazılım Sektöründen Genel Durum, Potansiyel Fırsatlar ve Sorunlar” başlıklı Birinci oturum başladı. Toplantının moderatörlüğünü TEKPOL’den Derya Fındık yaptı. “Türkiye’nin Yazılım Sektörü Üzerine Düşünceler” başlıklı sunumuyla ilk konuşmayı TÜBİTAK BİLGEM Bilgi Teknolojileri Enstitüsü (BTE) Müdür Yardımcısı Dr. Nedim Alpdemir yaptı. Projelendirme ve yazılım alt yapısı kavramının Türkiye’de oturmamış olduğunu belirten Alpdemir; projelendirme, değişim yöntemi, test yöntemi-planlama, süreç tanımlarının kurumsallaşma düzeyi, süreçlerde metrikler ve ölçme yöntemi, teknoloji takibi, patent marka tescilleri, toplum ne kadar hazır, 2011 bilgi toplumuna hazırlık endeksi, Türkiye’nin konumu (devletler daha hızlı ilerlediğinden, Türkiye’nin konumunda rölatif bir gerileme vardır) başlıklarından oluşan bir sunum gerçekleştirdi. Alpdemir görüş ve önerilerini şu başlıklar altında topladı: “Uzmanlaşma, kamu-özel sektör ilişkileri, standardizasyon, uluslararasılaştırma stratejisinin yürütülmesi, sektör yapısının değişmesi, performansın (ürününün kalitesi ve süreç verimliliği gibi) sürekli iyileştirilmesi yaklaşımının benimsenmesi, sosyal dönüşümün tamamlanması.” Alpdemir’in ardından YASAD Eski Başkanı, TEKİMED Genel Müdürü Gülara Tırpançeker; “Türkiye’de Yazılım Sektörü ve Yazılımın Yarattığı Katma Değerler” başlıklı sunumunu yaptı. Tırpançeker; “Türkiye’de yazılım üreten 1600 firma var. 10’dan az çalışanı olan firmaların oranı yüzde 10 civarında. Yeterli kaynak yok. 1600 firmanın yüzde 35’i teknoloji geliştirme merkezlerinde yer almakta. Üretim, otomasyon, elektrik, kamu, sağlık, turizm ve pek çok alanda yazılım geliştirilmektedir. Türkiye’de yazılım sektörü istenilen yerde değildir. Türkiye’de bilgi-iletişim teknolojilerinin büyük rakamlara ulaşması, bu koşullarda söz konusu değildir” dedi. Tırpançeker, yazılımın yarattığı katma değerleri; GSYH, Diğer sektörlerdeki rekabetçiliğe etkisi, Ar-Ge faaliyetlerine etkisi, istihdama etkisi, ihracata etkisi şeklinde sıraladı. “Türkiye şuan tamamen iç pazara yönelik çalışmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki şansı yeterli iş gücüne sahip olmasıdır” diyen Tırpançeker, devletlerin yazılım sektörünün gelişmesini; doğrudan destek, teşvik ve dolaylı teşvik uygulamalarıyla desteklediklerini kaydetti. Kalkınma Bakanlığı, Bilgi Toplumu Dairesi Başkanı Emin Sadık Aydın ise “Bilgi Toplumuna Dönüşüm Süreci ve Yazılım Sektörü” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. Sunumunda yazılım sektöründen nasıl gerçekten istifade edebiliriz sorusuna cevap aradı. “Türkiye enerjiden eğitime, ulaştırmadan sağlığa her alanda bilişimden hakkıyla yararlanmak için ne yapılmalı sorusuna cevap bulmak zorunda” diyen Aydın, “Uluslararası rekabet gücü kavramını, bilişim ve yenileme kavramı ile doldurmalıyız. Yazılım sektöründe 1600 firma var. Bu sektör sayı olarak küçük ancak diğer sektörleri desteklediği için etki alanı son derece geniş” diyerek sözlerine devam etti. İkinci Oturum Birinci oturumun soru-cevap böŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 109 lümü ile son bulmasının ardından “Yazılım Sektörüne Verilen Destek ve Teşviklerin Yazılım Sektörü Üzerindeki Mevcut Etkileri ve Öncelikler” başlıklı ikinci oturum başladı. Bu oturumun ilk konuşmacısı Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Hüseyin Rahmi Çetin oldu. Çetin şunları kaydetti; “Ülkemizde özel sektörün Ar-Ge harcamaları artmaktadır. Ar-Ge harcamalarına ayrılan kaynak bir ülkedeki gelişmişliğin en önemli göstergesidir. Üniversiteler ile sanayi işbirliği geliştirilmelidir. Bu nedenle Bakanlığımız bu konuda Ar-Ge destekli programlar yürütmektedir. Bilgi teknolojilerinde uluslararası rekabet için; deneyim, uzmanlık, kalite faktörleri ön plana çıkmaktadır.” Çetin’in konuşmasının ardından ise YASAD Yönetim Kurulu Üyesi Ertan Barut “Yazılım Sektörüne Verilen Destek ve Teşviklerin Yazılım Sektörü Üzerindeki Mevcut Etkileri ve Öncelikler” başlıklı sunumunu gerçekleştirdi. Barut,ulusal yazılımlar, dış kaynaklı yazılımlar, gömülü yazılımlar, karma yazılımlar, toplama yazılımlar, katma değerli olanlar, diğerleri olarak yazılımları belirttikten sonra, sektör bileşenlerini şu şekilde sıraladı: üreticiler, ithalatçılar, ihracatçılar, kullanıcılar, eğiticiler, danışmanlar, yatırımcılar, destekleyiciler, girişimciler. Bunlara ek olarak desteklere de değinen Barut; Finansal, Ar-Ge, yenilikçilik, vergi, istihdam, teknopark, iş geliştirme, teknolojik, girişimcilik, ihracat, pazarlama, tanıtım, fuar, internet, web, portal, e-ticaret, eğitim, danışmanlık, sertifikasyon, patent, marka tescil, risk sermaye, teşvikler olarak destekleri belirtti. Üçüncü Oturum “Türkiye’de Yazılım İhracatında Mevcut Durum, Potansiyel, Fırsatlar ve Temel Sorunlar” başlıklı üçüncü oturumun ilk konuşmacısı Ulaştırma Bakanlığı’ndan Mustafa Canlı oldu. Canlı, “Bölgesel ve Küresel Pa110 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 zarda Konumlama, Açılım ve Fırsatlar” başlıklı sunumu gerçekleştirdi. Canlı şunları kaydetti; “Türkiye’de yazılım hala dar bir alanda. Donanım yazılıma ezici bir üstünlük sağlıyor. Ancak Türkiye yazılımın daha çok maddi getiri sağladığının farkına varmış durumda. Yazılım sektörü donanıma göre ivmelenerek artıyor. Dünyadaki pazarı gördüğümüzde çok güzel rakamlar var. Örneğin oyun pazarı yıllık 70 milyon doların üstüne çıktı. Dünya pazarlarına benzer rekabet koşullarına sahibiz. Dünyada çok hızlı büyüyen yazılım sektöründen Türkiye çok az pay alıyor. Yazılım alanında sorunlu konular var. Bunlara çok net çözüm önerilerinin sunulması gerekiyor. Dünyada Facebook’u, Google’ı devletler desteklemiyor. Risk sermayesine katkıda bulunan yatırımcılar bunu destekliyorlar. Yazılım ürünlerinin diğer ülkelere ihracı konusunda, yazılımın gideceği ülkede paket ürünlerin daha geliştirilme aşamasında o bölgenin kültürel alt yapısının bilinmesi çok önem taşıyor. Bu noktada bölgeden yerel partnerlerle iş birliği yapmak önem taşıyor.” Canlı’nın sunumunun ardından YASAD Yönetim Kurulu Üyesi Ertan Barut; “Türkiye’de Yazılım İhracatında Mevcut Durum, Potansiyel, Fırsatlar ve Temel Sorunlar” başlıklı konuşmasını yaptı. Barut; “Türkiye’de ihracat hamlesi yaşandı. Biz istiyoruz ki, yazılım sektöründe de bu ihracatın bir parçası olsun. Türkiye’nin bunu yapmak için potansiyeli var.” Diye konuştu. Dördüncü Oturum “Yazılım Sektöründeki İşbirliklerinin Yapısı” başlıklı dördüncü oturuma ise “Yazılım Sektöründe İşbirlikleri Modelleri ve Politika Üretme Paydaşları” başlıklı sunumu ile Türkiye Bilişim Vakfı Ankara Temsilcisi Dr. Aydın Kolat’ın konuşması ile başlandı.”“Kolat, küreselleşme ve küme politikaları çerçevesinde bir kümeleşmenin en önemli özelliklerine değindi.” En önemli özellikleri şu şekilde sıraladı; cevap verme yeteneği, tepkime yeteneği, firmaların piyasalardaki değişeme cevap verme becerisi. “Yerel yenilikçi ortam; belli bir bölgedeki yeniliklerin ve yenilikçi firmaların inkubatörü rolünü oynar. Bu varsayıma göre yenilikçi unsurlar firmalar değildir. Yerel yenilikçi ortamın vazgeçilmez özellikleri vardır, bunlar şunlardır; mekan yakınlığı, sinerji, kişisel ilişkiler, networkler. Bu özellikleri yaratan unsurlar ise; oyuncular topluluğu, fiziksel elemanlar, Know-how ve kurumsal elemanlar, ilişki mantığı, öğrenme mantığıdır” diyen Kolat, yerel yenilikçi ortamların işlevlerini sıraladı; “arama, seçme, sinyal, kodlama, transformatör, denetim işlevi, bütün bu işlemler bir kümeyi arada tutan zamktır.” Kolat şunları kaydetti; “Küme politikası taşlaşmış yapıları kırıp, inovasyona yol açar. Siyasi ve yerel oyuncular, zaten kıt olan kaynakların israfını önlemek için küme kavramını doğru anlamalı ve uygulanmalıdır. Küme politikasının dört ayrı modeli vardır; ulusal üstünlük, KOBİ network, bölgesel küme geliştirme, araştırma-sanayi ilişkileri. Ortak politikalar için ise şunları söyleyebiliriz; küme politikaları tek tek firmaları değil tüm network’u desteklemeye yöneliktir. Küme politikası yalnızca seçilmiş kümelerle ilgilidir. Amaç bu sektörel değer zincirlerini bir omurga haline getirerek bir dizi çarpım etkisiyle geliri istihdama araştırma ve ürün performansını arttırıcı bir ekonomik büyümeyi gerçekleştirmektir. Küme içi öğrenmeyi, inovasyonu hedef alır.” Microsoft Türkiye, Bilişim Derneği’nden Erdem Erkul ise “Yazılım Sektöründeki İşbirlikleri” başlıklı sunumunu yaptı. Erkul, işbirliği yapmanın önemi üzerinde dururken, “Özel sektör, kamu, üniversitelerin bir arada ortak akıl ile çalışmalarını çok önemlidir” dedi. Kapanış Oturumu Kapanış oturumunda, Konferansın moderatörü Derya Fındık, toplantının genel bir değerlendirmesini yaptıktan sonra SDE Başkanı Aktay, genellikle sosyal konular ve dış politika konularına yoğunlaşan Enstitü’nün bugün değişik bir alanda program düzenlediğine dikkat çekti. Ekonomi ile ilgili konuların kamuoyunda fazla tartışılmamasının ekonominin iyiye gittiğinin işareti sayılabileceğini belirten Aktay, “Genellikle sorun olan, hastalıklı olan konular gündem oluşturuyor. Ancak iyiye gidiyor olsa da önemi sebebiyle ekonomi ve yazılım sektörünün sorunlarının da konuşulması gerekiyor” şeklinde konuştu. Aktay’ın konuşmasının ardından Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz kürsüye çıktı. Bakan Yılmaz şunları kaydetti; “Türkiye’de yazılım sektörü konferansını düzenleyen arkadaşlarımıza teşekkür etmek istiyorum. Bu vesile ile kamu, özel sektör, sivil toplum bir araya geldi. Türkiye’nin şu an yürürlükte olan planı, 9. Kalkınma Planı, stratejik olarak hazırlanmıştır. 2007-2013 dönemini kapsayan ve “istikrar içinde büyüyen, gelirini daha adil paylaşan, küresel ölçekte rekabet gücüne sahip, bilgi toplumuna dönüşen, AB’ye üyelik için uyum sürecini tamamlamış bir Türkiye” vizyonuyla geliştirilen Dokuzuncu Kalkınma Planında ülkemizin yazılım ve hizmetler sektöründe bölgesel bir oyuncu olarak konumlanacaktır. Bu yüzden gelişmeleri ve teknolojileri doğrudan takip etmek zorundayız. Özellikle bilgi teknolojileri dediğiniz andan itibaren, beşeri sermayeler ön plana çıkıyor. Değişimler fırsat sunduğu kadar, tehditleri de barındırıyor. Değişimi iyi anlayıp iyi yorumlayamazsanız, çok hızlı bir şekilde oyunun dışında da kalabilirsiniz. Biz kapsayıcı bir büyümeden yanayız. Bunu başaramazsak diğer ülkelerle aramızdaki gelişmişlik farkı daha da açılmış olur. Bu noktada yazılım konusu büyük önem taşımaktadır. Yazılım, bilgi ve teknoloji sektörünün en önemli ayaklarından birini tesis ediyor.” “Araştırma geliştirme faaliyetleri, katma değeri yüksek ürünler üretmek için alan bazlı, tematik, uzmanlaşmış çalışmaların yapılması önemlidir. Bilişim sektörünün gelişimi noktasında bilgi toplumu stratejisi hazırlıyoruz. 2012 yılında bu sektörün katkısını göreceğiz. Daha nitelikli istihdam ortamları hedefliyoruz” diyen Bakan Yılmaz, sadece ülke içi talebini değil, dünya pazarının ihtiyaçlarını da kapsayacak nitelikte düşünülmesi gerektiği üzerinde durarak konuşmasına son verdi. ŞUBAT 2012 | STRATEJİK DÜŞÜNCE 111 Ali Kocamaz 112 STRATEJİK DÜŞÜNCE | ŞUBAT 2012 karikadüş