TÜRKLEŞMİŞ HRİSTİYAN BEKTAŞİ ŞAİRLER-II Vahit Lütfi SALÇI (Aktaran) Elvan TORUN ÖZET Bir önceki sayıda giriş bölümünü ve iki yazısını yayımladığımız “Türkleşmiş Hristiyan Bektaşi Şairler” isimli yazı dizisinin ikinci bölümüne bu sayıda yer vereceğiz. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu yazılar Vahit Lütfi Salçı tarafından 1935-1956 yılları arasında çıkarılan Yücel dergisinde yayımlanmıştır. Derginin 1939 yılında çıkarılan 47, 48, 50, 52, 53, 54 ve 57. sayılarında birbirinin devamı niteliğinde yayımlanan yazılar, Bektaşiliğin evrensel boyutunu gözler önüne sermesi açısından önemlidir. Kendisi de bizzat bir Bektaşi dervişi olan Salçı İstanbul Çamlıca’daki Bektaşi Tekkesi’ne gelen Türkleşmiş Hristiyan Bektaşi şairlerin biyografilerini bizzat kendi gözlemleri ve araştırmaları neticesinde ortaya koymuştur. Bu sayımızda Âşık Hıfzı,(Sayı:50) Yorgi Salikî, Salikinin Cevabı(Sayı: 52,53) Kirkor Saydî,(Sayı: 54) Manol Hitabî’nin(Sayı: 57) biyografik yazılarına yer verilecektir. Yazılar aynen aktarıldığı için dil, üslûp ve görüşler yazarına aittir. ABSTRACT In the previous issue, the introduction part and two poets of “Turkish Christian Bektashian Poets” were published and now in this issue, we take place the second part of the article. As we mentioned before, these wiritings by Vahit Lütfü Salçı were published in Yücel between 1935 and 1956. In the 47th, 48th, 50th, 52nd, 53rd, 54th, and 57th issues of the magazine, the wiritings were published one by one and these wiritings were very important to enlighten the global dimension of Bektashian. Bektashian Dervish Salçı wrote the biographies of Turkish Christian Bektashian poets who came to Çamlıca Bektashian Tekke in İstanbul with his observation and researches. In this issue, biographic wiritings of Poet Hıfzı (issue: 50), Yorgi Salikî, Answer of Salikî(issue: 52,53), Kirkor Saydî (issue: 54), Manol Hitabî’nin (issue: 57) are taken place. Writings weren’t updated so the language, style and thoughts belonged to the author. Anahtar Kelimeler: Bektaşi, Şair, Hristiyan, Türkleşme Key Words: Bektashian, Poet, Christian, Being Turkish ÂŞIK HIFZI Vahit Lütfi Salçı Âşık Hıfzı’yı şimdi Köprülülü olarak tanımaya mecburuz. Çünkü uzun süren ömrünün pek çok kısmını Köprülü’de geçirmiştir. Bugün orta ve ihtiyar çağda bulunan hiç bir Köprölülü yoktur ki Âşık Hıfzı’yı tanımamış ve onun adını saygıyla anmamış olsun. Onun, bu şöhreti yalnız Köprülü’ye münhasır değiI bütün Selânik ve Makedonya’ya yayılmıştır. Hayatı ve eserleri baştan başa edebiyat olan bu kıymetli Türk şairini bilmeyen yalnız Türk adebiyatı tarihidir. Ne yazık, değil mi? Biz Yesevilerle, Yunuslarla, Kaygusuzlarla çok fazla uğraşıp dururken içimizde beraber yaşadığımız kuvvetleri, kudretleri; zekâları kaçırmakta amma da becerikli oluyoruz. Asırlarca avucumuzun içinde bulunan bir Türk ülkesi mıntıkasında yetişmiş, üremiş, ün salmış Emrah, Seyrani ve Dertli ayarında bir şairi bunca başarılara kalkıştığımız hâlde tespit edemeyişimiz, bu yolda çalışmak hususunda gösterdiğimiz yanlış istikâmetler ve beyhûde gayretlerin acılarını irfan hazinemize çektirdiğimize misal olduğunu bir kere daha söylemeden geçemeyeceğiz. Böylece daha kimbilir ne kadar zekâ makinaları kırmış ne kadar irfan elektrikleri söndürmüş bulunuyoruz. Bir (foIklor) araştırması yapmaya kalkıştık. Bu yolda yaptığımız ve yapacağımız işlerimiz otomobil seyahatlerinden başka bir şey değildir. Ben folklorcuyuz diye böyle yapanların hareketlerini arabayla tavşan avlamaya benzetiyorum. Bu gibiler çalışanlara mani olmak yolunu buluyorlar. Meselâ musiki araştırmalarında asırlarca Türkiye’de yürümüş gelmiş olan Türk Alevi edebiyatı ve musikisi olduğunu ve bunların, mezhepleri gibi kendi içlerinde gizli kaldığını, yine bunların lâyıkiyle toplanması Iâzım geldiğini söyleyenlere ve bu ehemmiyetli kültür vesikalarını meydana dökmek uğrunda çalışanlara mevzu ile hiç meşgul olmayanlardan bazıları çıkarak, “Türkiye’de gizli musıki var mıdır?” diye kelime oyunları yapmaya kalkışıyor. Münasebeti gelmişken yine şurada kaydedelim ki halk bilgisi malzemesi demek olan folklor, öyle otomobille, otobüsle, trenle, tayyareyle toplanmaz. Yaya yürümekle, diyar diyar gezmekle, kendisinin toplayıcı olduğunu bile bildirmemekle olur. Filan kahvede, fılanca hapishânede, fonograf kurmakla her zamanki yalan ve yanlış havalardan derlentiler yapmakla olmaz. İşte böyle yapıldığı içindir ki nice Sulhi’ler, nice Hayrani’ler, nice SummaniIer ve nice şairler ve Âşık Hıfzı’lar kaybetmiş bulunuyoruz. Ben, Âşık Hıfzı’yı ilk önce çok değerli ve samimi arkadaşım olan Babaeski İnhisar Ziraat Memuru Bay Ali Rıza’nın babasından kalma olup kendisinde bulunan bir cönkünden tanıdım. Eserleri çok dikkatimi çekti. Bunun üzerine hayatı hakkında malûmat toplamaya başladım. Hangi Köprülü’yü gördümse hepsi bu zatı tanıyordu. Tetkiklerimi derinleştirdikçe önüme -mübalağa etmiyorum- bir cihan çıkıyordu. Yukarda da dediğim gibi, Âşık Hıfzı’yı bugünkü Köprülü’lerin orta ve ihtiyar çağda bulunanlann hepsi cismen ve küçük yaşta bulunanlar da ismen tanıyorlardı. Halkın söyleyişine göre Hıfzı’nın 110 yaş yaşadığı kaydolmak lâzım geliyorsa da diğer ince tetkiklerden, tam bir asır yaşamış olduğunu anlıyoruz. Hıfzı Köprülü’ye küçük yaşta gelmiş ve kimsesiz olduğundan Hacet Baba Sultan ismindeki büyük Bektaşi tekkesine sokulmuş ve oranın mürşidi olan Hacı Hasan Baba’ya intisap ederek Bektaşi olmuştur. Âşık Hıfzı böylece Bektaşi devrişi olduktan sonra artık düstur ve havalet alarak seyahate çıkmış, bütün Anadolu, Rumeli, Arabistan ve Irak’ı ziyaret etmiştir. Bu seyahat ve ziyaretler bir kaç defa vaki olmuştur. Her defasında yine Köprulü’ye gelir ve Hacet Baba dergâhına sokulurmuş. Şair, Hacet Baba Sultan’a ne derece bağlı olduğunu kendi eseri olan aşağıdaki nefeslerle anlatıyor: Gelin hey kardeşler, gelin hey canlar Sürülür erkânı demü devranı, Şu fani dünyada devadır derde, Niyaz eyleyelim vakt-i seherde İsmi Hacet Baba, dileriz Hacet, Keramet Kândir, makamı cennet, Muhammet Ali’nin yolu yoldaşı, Pirlerin piridir, kırkların başı, Hıfzı’ya müminin güzel hâlidir, Mürşidin cemâli Hak cemâlidir. Olalım kurbanı Hacet Baba’nın Olalım mihmânı Hacet Baba’nın Yüzümüz yerdedir özümüz darda Açıktır meydanı Hacet Baba’nın Hacettir bitiren sahibi himmet Olalım yeksanı Hacet Baba’nın. Görmek dilersen Hacı Bektaş’ı Külli muhibbanı Hacet Baba’nın. Ana ikrar veren hep mevalidir. Kurulur erkânı Hacet Baba’nın. *** Âşıklar dilinde vakt-i seherde, Köprülü şehrinde bir Âli yerde Görünen gûşeden kendisi olşah, Makamı seyrangâh zinolmuş dergâh Horasan elidir, gerçek velidir, Fethi hayber gibi şahım Ali’dir. Muhammet Ali’nin kurmuş rahını, Açılmış sancağı gezer bâtını, Bülbülün feryadı gül için zârdır, Hıfzı’ya güdayım daima vardır. Zıkri telâveti Hacet Baba’nın Vardır ziyareti Hacet Baba’nın. Müminin kıblesi semme vechûllah Daim şefaati Hacet Baba’nın. Hünkâr Hacı Bektaş Veli gülüdür Çoktur kerameti Hacet Baba’nın Üçler, beşler, yedi, kırkların kânı Çar alâmeti Hacet Baba’nın Müminin arzusu daim dizardır, Lütfü inayeti Hacet Baba’nın Şairin nereli olduğu hakkında yaptığımız tetkiklerde, orta yaşta olan Köprülülerin bazıları onun Anadolu’dan, bazıları Bulgaristan’dan geldiğini işittiklerini, ihtiyarlar ise onun hristiyandan dönme olduğunu, fakat Ermeniden mi, Rumdan mı döndüğünü kestirme olarak bilmediklerini söylüyorlar. Bu rivayetlerden ikincisi bize daha kuvvetli görünüyor. Çünkü, Hıfzı, Hacet Baba tekkesi şeyhi Hacı Hasan Babanın 25 sene gibi uzun müddet rehberlik hizmetini yapmış. Bektaşîlikte rehberlik çok büyük bir hizmettir. Bektaşî olmak merasiminde talibi meydana getiren odur. Bektaşiler kendisine doğuran bu rehbere ana derler. Bu ana, bu aziz evlâdını dokuz ay değil, kalü belâdan beri karnında taşımış ve gece çok büyük ağrılar çekerek doğurmuştur. İşte bu suretle kendisinden doğan ve daima onunla temasta bulunan Hıfzı’nın bugün hayatta bulunan ihtiyar evlâtları onun dönme olduğunu söylüyorlar ki bunların bu şahadetleri, Bektaşî olmayanların sözlerinden kuvvetli olduğu elbette meydandadır. Fakat Hıfzı, hayatında hristiyanlıktan hiçbir iz ve eser vermemiştir. Türk olarak görünmüş ve nihayet Türk olarak ölmüştür. Hatta Türklerin en felaketli zamanlarında bile Türk sevgisini, yurt sevgisini göstermiştir. Fakat nesil ve hadise itibari iledir ki bu sevgili insanı, bu kıymetli şairi de Türkleşmiş Hristiyan Bektaşi şairleri sırası ve serisine koyduk. Aksi ispat edilinceye kadar böyle bilmek ve tanımak mecburiyetindeyiz. Hıfzı’nın temiz bir Türk duygusu ile duygulu olduğunu, Balkan muharebesinden sonra Türkiye idaresinin ortadan kalkması halkın ondan “Bizim halimiz ne olacak?” diye sual sorması üzerine: “Siz merak etmeyiniz. Türk kardeşlerimiz bizi burada bırakmayacak, mutlaka alacaklardır.” demesi kâfi derecede gösteriyor. Bu cevabı Bektaşilere verirmiş. Bektaşi olmayıp namaz kılmayan beynamazlarla da alay ederek: “Türk zamanında martin ile sizi zorla camiye götürürlerdi. Şimdi haylaz haylaz gezininiz.” dermiş ve yine sözü değiştirerek onları da teselli edermiş. Bu zatın hayat ve menakibi ve eserleri yazılacak olsa Türk irfan hazinesine büyük kıymetler kazandırılmış olur. Hıfzı, gayet güzel saz çalarmış. Sazını da kendi yaparmış. O, yalnız tekke edebiyatıyla değil, açık halk edebiyatıyla da çok ziyade meşgul olurmuş. Müşairelere, müsabakalara ve muammalara iştirak edermiş. Mânilerle de başka şairlere sözler atar, gerek müsabakalarda , gerek muamma ve mânilerde her zaman üstün gelirmiş. Bir mâniciyi mat ettikten sonra o mâniciye söylediği şu mâniyi hala hafızalarında tutan meraklı Köprülü’ler vardır. Ey uluma, uluma Peynir korlar tuluma Madem ki mâni bilmezsin Köpek gibi uluma Bu mâniyi şimdi Kırklareli’nde oturan Köprülülü Bahçıvan Süleyman’dan aldım. Hayatı hakkında menkabevî malumatı ise Alpulu da ispirto fabrikası kapıcısı olup bir yıl önce altmış yaşını geçkin olarak ölen İsmail Ağa ile Kırklareli’nde bakkallık eden yetmiş yaşını geçkin ve şairin yol evlâdı olan Abbas Ağa’dan topladım. Eserlerini de en ziyade itimada şayan olan Hıfzı’nın mürşidi Hacı Hasan Baba’nın öz oğlu olup yukarıda ismi geçen Babaeski İnhisar Zirraat memuru Köprülü’lü Bay Ali Rıza’daki şairin kendi el yazısıyla yazılı Hacı Hasan Baba’ya yadigar olarak verdiği cönkden kaydettim ki eserleri hakkında bu cönk başka eserlerden ve cönklerden daha mevsuktur. Hıfzı hakkında pek çok menkıbeler vardır. Bunları ve hayatı hakkında daha etraflı malûmat vermeyi -pek uzun süreceği cihetle- ikinci bir makaleye bırakarak eserleri hakkında birkaç örnek vereceğim. Hıfzı, Türk dilinde lirik bir şairdir. Hem hece, hem de arûz vezniyle manzûmeler yazmıştır.Fakat hece vezninde yazdıkları daha çok muvaffakiyetlidir. Şu güzel koşması sözümüze delildir. Kıymet mi biçilir cevher taşına Kimse aşna olmaz kendi başına Sevda müşkül hâldir çakar dikeni Her nereye varsam söyletir beni... Hıfzı’yım ben, gezdim cümle erkanı, Kimsenin gurbette alma canını Bir kâmilce taraf karışmayınca Bulup erbabını danışmayınca Eritti cismimi, çürüttü teni Bu aşkın eseri savuşmayınca Başımdan aşırdım bahri ummanı Varup sevdiğime kavuşmayınca Hem aruz vezni ile yazmaktaki kudretine hem de dönme olduğu iddia edilmesine rağmen inanışının kuvvetine bir örnek olmak üzere bir muhammesini de buraya kaydedelim: Cemâlin nuru berrakı kâmer şemsi hüdadamdır. Eriştirmek visâle ümmetin lütfü atadandır. Didemden kan revân oldu Hüseyin Kerbelâ’dandır. Muhabbet hanedanım men aliyül murtezadandır. Hemen dinim ve iymanım Muhammet Mustafa’dandır. Oluptur Haydar kirar derunumda muhibbanın Yazıldı sümmü vechullâh saf î ehli iymanım Hüseyin Kerbela rahında yahu şöyle kurbanım. Muhubbi hanedanım men aliyül murtazadandır. Hemen dinim ve iymanım Muhammet Mustafa’dandır. Giyerler kareler onlar bana eyler mahremde Sunlar âh evlâdı resülü kaldı matemde Dediler sad hazar lânet o davayı mukaddemde. Muhubbi hanedanım men aliyül murtazadandır. Hemen dinim ve iymanım Muhammet Mustafa’dandır Bileydi ve olaydı kıymayaydı Şamlı, sultana Urunca hançeri gerdan boyandı al kızıl kana Semavatü zemin ........... düştü ahü efgâne. Muhubbi hanedanım men aliyül murtazadandır. Hemen dinim ve iymanım Muhammet Mustafa’dandır Hüdanın cilvegâhında bu bir sırdır karar ancak Kıyanlar ali ev adın mekânı anda nar ancak. Anınla Hıfzı’ya hıfzeleyüp denmekte zar ancak. Muhubbi hanedanım men aliyül murtazadandır. Hemen dinim ve iymanım Muhammet Mustafa’dandır Hıfzı’nın ondokuzuncu asrın son üç rub’unda ve yirminci asrın da ilk rub’undan biraz fazla yaşamayarak bir asırlık bir ömür sürdüğü muhakkak olarak anlaşılıyor. Kendisi gayet kısa boylu imiş.Güzel saz çalar olduğu gibi çok güzel de sesi varmış.Bütün memleket halkı , sünnisi, alevisi ona çok hürmet ederlermiş. Çok tatlı konuşması varmış.Herkes lezzetle dinlermiş. Hoş sohbet ve şakacı imiş. Kısa bir sakalı varmış. Onu taramaz, bil’akis ikide bir karıştırır, karmakarışık edermiş. Sebebini sordukları zaman, “Nefesimiz azgın, bir de onu azdırmıyalım.” dermiş. O öldüğü zaman kendi vasiyeti üzerine halkını çok sevdiği Köprülü’ye bir saat mesafede olan Çeltikçi köyündeki mezarına gömmüşler. Şimdi orada medfundur. YORGİ SALIKÎ Vahit Lütfi Salçı Yorgi Salikî Kırklareli’nin, Akus mahallesinin, Ayayani Kilisesi’nin ve aslen Kırklarelili olup 72 yaşında ölen Yorgi Zafiridis’tir. Bu temiz ve aziz adam Hıristiyan olduğu hâlde gizlice Bektaşi olmuştur. Eserlerini ve sözlerini tetkik ettiğimiz zaman onun Hıristiyan olduğu bile hiç belli olmuyor. Fakat memleketlilerine ve Hıristiyanlara karşı en koyu bir Hıristiyan ve rind arkadaşlarına karşı da en iyi bir Bektaşi ve irfan olarak görünmesini bilmiştir. Manzûmeleri ise Hıristiyanlığından hiçbir eser sezdirmiyor. O kadar selis ve lirik yazılmıştır. Olgun ve dolgun bir şair ve ahlâken de pek kâmil bir zat olduğunu bize yine Kırklarelili halk şairlerinden olup eserleri Dertli, Emrah, Seyranî derecesine muvaffâkiyetli olan Hayranî isminde bir şair anlatıyor. Hayranî’nin Salikî mahlası olan bu Hıristiyan Rum papazı ve aynı zamanda Bektaşi dervişi ve şairi olan bu zata yazdığı bir nefesini, Salikî’yi daha yakından anlayabilmek için buraya koyuyoruz, Hayranî’nin nefesi şudur: Bir putperest yâre gönül düşürdürm Dişleri dür, her bir sözü cevahir. Başıma bin türlü belâ üşürdüm İsmini sordum: hem Yorgi, hem Zafir. Anın İncil’ini tam ezberledim, Meryem’in lisanını belledim, Ani kendime de hayran eyledim, Düşündürdüm anı haylice, vafir Bırakmadı bende ne din, ne iman, Ne namaz, ne niyaz,ne falan, filan, Yoktur sözlerimde asla bir yalan, Yedi sene kaldım anda misafir Ahmet Hayranî der bu nasıl iştir, Böyle giderse bu, fena gidiştir, Akus kabesinde en baş keşiştir, Size anlattığım o dinsiz kafîr Demek ki Hayranî gibi dolgun bir Türk şairini hayran eden bu papaz da çok kâmil bir insan örneği imiş. Kırklarelili Alevi kabileleri içinde yaptığım incelemelerde bu papazı, yani bu Salikî’yi (kırmızı papaz ) denmekle maruf bir papazla karıştırıyorlar. Halbûki, Salikî kırmızı papaz denilen şahıstan başka ve ondan çok yüksek bir zat imiş. Salikî çok ağırbaşlıymış. Böyle olmakla beraber o, ne Hristiyan papazlığının ve ne de Bektaşi dervişliğinin klâsik mutaassıplığı içinde bunalıp kalmamış, güzelseverliğe de ahlâkında yer vermiş ve bunun için sevgilisini nasıl yüksek bir muhabbetle sevdiğini şiirlerinde sanatın ince ifadeleriyle anlatmıştır. Şu koşmasını okuyalım: Gönül Hakk’ın evi dediler bize, Sevaptır sevgilim bir nazar eyle. İtibar edilmez bizde dilsize, Dinliyeyim bir hoşça eser eyle Elesten, ezelden tutkunum sana, Sürmedim zevk seninle kana kana. Kendini emanet edersen bana, Dokundurman seni rüzgâra, yele. Kalalım bir gece halvet ikimiz, Söz söylesin sıra ile birimiz, Muhabbet emretti bize pirimiz, Saki ile, şarap ile, hem meyle. Cemalinde senin güller açılsın, Yüzünde ayetler, naslar seçilsin, O zaman gönlümden neşe saçılsın, İçeyim badeyi bakır kâseyle. Sensin irademin Rabb’ı, Halik’i, Sensin bu canımın sahip, maliki, Sana kurban olsun âşık Salikî Razıyım katlime sen ferman eyle. Temiz Türkçesi ile edebiyatımıza giren ve temiz ifadeleriyle sanat yolunda ikinci bir Hayranî olan bu Hristiyan din adamı hakkında bulabildiğimiz kaynaklar Kumkapılı Andon Necati’nin ve onun bana hediye ettiği mecmularda bulunan manzumeleri ile Kırklarelili Bektaşi papaz olup Hamit devrinde Trablusgarp’a sürgün edilerek orada ölen (Tevfik Bey Baba)’ya yazdığı tarihi mektuptur. Tevfik Bey Baba istiyormuş ki papaz kisvesi altında gizli din taşıyarak Bektaşilik etmesin. Usulü dairesinde Müslüman mezhebini ona göre tayin etsin. Yorgi Zafiri denilen Salikî bunu, bir münasebetle ima etmiş. Tevfik Bey Baba hocalara şiddetle çatar olduğundan bu papaza da bu ima sırasında çatmış vaziyetini almış. Salikî derhal cevap vermemiş, bu yoldaki kanaatini bir mektupla Tevfik Bey Baba’ya bildirmiş. Andon Necati dostumda olan bu mektubu aynen istinsah ettim. Bu mühim mektubu ayrıca bu sütunlarda neşredeceğiz. Salikî gayet itidal sahibi olup pek itinalı bir surette sakin bir hayat yaşadığı hâlde Hıristiyanlar onun hatırını saymakla beraber inanışını sakatladığını ve dini ihmal ettiğini fark ederek esef ederlermiş. Fakat gerek yüzüne karşı gerek arkasından bir şey söylemeye cesaret edemezlerse de dedikoduları işitirmiş. Bunun üzerine bir gün dindaşlarına karşı şu koşmayı yazmış. Güzellikten bizi menetme sofî, Biz güzeli nerde görsek severiz Dört duvar içinde sen İncil oku, Gönül incilini biz ezberleriz. Cami, puthaneyi bildik, anladık, Cennet cehenneme girdik, anladık, Güzeli, çirkini gördük, anladık Celâli, cemali bilir, sezeriz. Kitabullâh dersin, ol ne neşedir? Âşık olan kimse aşka teşnedir, Bahçemizin gülü deste, destedir, O gülleri incitmeden dereriz. Salikî dilinden anlayamazsın Yağmur olsan bize damlayamazsın, Cahilsin, ecvefsin, münkir, gammazsın Sana yûf nefiri vurur geçeriz. Salikî edebiyatta halk edebiyatını ve hece veznini tercih etmiş olmakla beraber aruzla da yazmış olduğu parçalarını görüyoruz. Din ve mezhep hakkında da Salikî’yi Bektaşiliğe daha çok gönül vermiş buluyoruz. Mahlasını Salikî yapması da hakikate sülûk etmek istediğini ve ettiğini bildirmiyor mu? Bir gazelin son beyitinde, Hak Muhammet Ali’nin rahına koydu canımı Salikî candan geçer liyk sanmayın yarden geçer. demiş olması inanışının mahiyetini çok açık gösteriyor. Diğer klâsik inanış davalarında Salikî hürdür. Cennet, cehennem, tûr, tufan, ahret, hûri, gulman onun için birer efsanedir. Hakikat yoluna sülûk edenler bunların hepsinden geçer. Salikî’nin hem Divan edebiyatındaki kudretini hem de inanışının hususiyetini göstermek üzere onun bir gazelini buraya koyuyoruz: Bu yola âşık olan Mansurleyin candan geçer, Fakri fahri ârıdır ol canın her andan geçer. Soyunup meydanı aşka tığ, teber, hırka, külah Bir kuru lokmaya kani cümle her yardan geçer. Çekmez asla ahiret gussasını zevkindedir Huriden, gılmandan, cennet ile nardan geçer. Tur ile tufanı anmaz hem Yesu’u dinlemez Bir kuru kavga için ol âh ile zardan geçer. Hak Muhammet Ali’nin rahına koydum canımı Salikî candan geçer, sanmayın yardan geçer. Salikî’nin hangi tarihte öldüğünü kestirme olarak bilmiyoruz. 310 yılı İstanbul zelzelesinde sağ olduğunu ve onu müteakip yıllarda ölmüş bulunduğunu iyice tahmin ettiğini Kumkapılı Andon Necati dostumuz söylüyor. Türk diline çok derinden vakıf ve lirik bir şair olup sa’natlı şiirler işlediği verdiğimiz örneklerden anlaşıldığı gibi bazı menkıbelerini havi ileride vereceğimiz tafsilâttan da anlaşılacaktır. SALİKÎ’NİN MEKTUBU Vahit Lütfi Salçı Pek çok yıllardan beri Türk edebiyat ve musikîsi hakkında yaptığımız uzun ve derin tetkikler esnasında rast geldiğimiz bu Türk Hıristiyan şairlerini daha yakından anlamak için bu ciheti ayrıca esaslı bir mevzu saymak lâzım geldiğine kani bulunuyoruz. Çünkü bunların her birinin Türk edebiyatı tarihinde birer Türk şairi gibi mevkileri olduğuna inanmanın imkânı yoktur. Türk edebiyatı ordusunda gönüllü ve fedai olarak hizmet etmiş ve hatta can vermiş olan bu Türkleşmiş Hıristiyan şairlerinin en birinci meziyetleri Türk edebiyatına candan âşık ve meftun oluşlarıdır. Mâşuklarını sevmek ve ona tapınmak ve bu güzel ve engin mevzuda işlemelerini temin etmek için de Türk inanışının kendi yaşadıkları devirde serbest tapınışı ve rint ve kalender bir meslek ve meşrebi olan (Bektaşilik) alanını kendi inanışlarına da muvafık ve uygun görmüşlerdir. Bu şairlerin eserlerini hangi tesirler altında yazdıklarını ve ne sebeple dinlerini ihmal ettiklerini anlamak için bu ciheti iyi tetkik etmek lazımdır. İşte, şair Salikî’nin mektubu bu sorguların hepsine birden cevap veren ve bu yolda kafalarımızda çöreklenen düğümleri çözen bir vesika olduğunu kabul ederek o mektubu buraya dercediyoruz. Salikî (Papaz Yorgi Zafiridis)’nin kendisine, kendi dinini muhafaza etmesini, Bektaşilikle alâkasını kesmesini söyleyen Bektaşi babalarından Tevfik Bey Baba’ya cevaben yazdığı mektup şudur: “Arza dâaşte’i fakiranemdir: Ferâ’ini mela’ane dediğimiz evvelini putperestan ve mensubiyni lâtü menattan tutunuz da Zerdüştiyan ve Budistiyan da dahil olduğu halde Kıbtiyanı bed tınetan denilen tavaifi zavahife kadar olan akvam ve kabailin güde geldikleri Edyan ve mezahibe, ve mesalik ve akaide hürmet etmek zatı reşadetpenahileri gibi bişüphe insanı kâmil olan urefa ve zurefanın tabiat ve meşrepleri iktizasındandır. Cemali dilpeziri mürşidaneleriyle müşerref olduğum geçen günlerin birinde fakirü hakirinize karşı bazı hitabı itaba ver de bulunmanıza mahzar olduğumdan dolayı hem daiyane bir cevap ve hem de bir muhabbeti lazimüssevap olmak üzere şu ariza’i takaddümetülfarizayi tahrir ve tastir birle nazargâhı faziletlerine takdime ictisar eyledim. Ey azizimen, reşadetmaabım! Evvelâ şunu size söyleyeyim ki o hitabı itaba verinizden külli fakiraneme gelerek size gücendiğime zahip olmayınız. Kulun sultanına gücenmesi varit ve caiz değildir. Siz bize küfür de etseniz biz onu iyman yerine tutmak vazifemizdir. Benim Bektaşiliğe olan muhabbetimi size arz etmek için evvelâ Hıristiyanlıkla Bektaşiliği cari akaide göre mukayese edelim. Hıristiyanlıkta esas akait Teslistir. Haç bunun alâmetidir. Bektaşilikte de esas akait, Allah, Muhammet, Ali’dir ki bu da bir Teslis’tir. Alâmeti de belinize sardığınız ve üzerine bu teslisi işaret maksadıyla üç düğüm attığınız tığbent dediğiniz kuşaktır. Hıristiyanlar da on iki eizzei nasara vardır, siz de on iki imam sayarsınız. Hıristiyanlar on dört havari sayarlar, siz de on dört masumu pâkân sayarsınız. Hıristiyanlar Yesu’u idam edenleri tel’in ederler; siz de Hüseyin’i şehit edenleri tel’in edersiniz. Hıristiyanlar şarabı takdis ederler, siz de Kur’anı azimüşşandaki Heleta suresinde şereftastir buyrulmuş olan ayeti celile ile o takdisi tasdik edersiniz. Hıristiyanlar Paskalya perhizi tutarlar, siz de Muharrem orucu tutarsınız. Hıristiyanlıkta taaddüdü zevcat ve tesettürü nisvan yoktur, bunlar sizde de yoktur. Hatta, Kızılbaş namını vererek sizleri tekfir etmek cesaretinde bulunan Sünnî Müslümanlar sizlerin Hıristiyan olmayınca Müslüman olamayacağınızı iddia ederler. Siz bize bu kadar kârin, biz size bu kadar karibiz. Bu müşahebeti mütekabileden sonra siz bana diyebilir misiniz ki, Şu hâlde fazla olarak Bektaşilikten ne bekliyorsunuz? İşte bu suale bir cevabı savap istemek hakkınızdır: Sizde hiçbir din ve mezhepte bulunmayan bir Muhabbet vardır. Bu muhabbet tarif edilmekle bitmez, çok nezih ve nihefte bir zevk ummanıdır. Her ehli dil buna candan âşık olur. Bu muhabbete Fuzulîler, Nef’iler, Bakîler, Nedimler, Nabîler âşık olduğu hâlde bu aşkı bu fakir Salikî’ ye niçin çok görüyorsunuz? Eğer siz beni bahçenizde kokulu bir gül olarak görmek istemiyorsanız, ben bu aşk hadikasının kokusuz ve fakat korkusuz bir hâri da olmayı kabul ederim. Nice zararsız hârlar sinelerinde nice güller ve gonceler yetiştirmişlerdir. Hattâ bağrı yanık Fuzulî şöyle iradı nutuk buyurmuşlardır: Arızın yadiyle nemnâk olsa müjgânım nola Zayi olmaz gül temennasiyle vermek hâre su. Gam günü etme dili bimaradan tiğin dirig Hayırdır vermek karangu gicede bimâre su. Men lebin müştakıyam, zühhad kevser talibi Nitekim meste mey içmek hoş gelür hüşyâre su. Gümni na’tinden güher olmuş “Fuzulî” sözlerin Ebri nisandan dönen tek lülü’i şehvâre su. Tasdiatı fakiranemi aşkı dervişanemin umman veş tuğvanlarına bağışlamanızı kademi pür merhemlerinize niyazlar ederek bendegânınıza hayatı sermediler bahşeden safa nazarlarınızı bu hakiri pür taksirden de diriğ buyurmanızı tecdidi ubudiyet birle istirham eylerim. Olbabda emrü ferman ve lütfü ihsan hazreti pirü Balin sultan Efendilerimizindir. Hu, dost!...” 4 Temmuz 1308 Bendei âli aba Salikîî pür hata. İşte görülüyor ki, Salikî’nin en büyük aşkı edebiyat ve muhabbettir. Buna vasıl olmak için de kendi inanışına benzeyen ve uyan herhangi bir mezhep olursa olsun kabul etmekte mahzur görmemiştir. Şüphe edemiyoruz ve başka türlü düşünmeye de lüzum görmüyoruz ki bütün Türkleşmiş Hıristiyan şairleri de böyle düşünmüştür. Hatta bunlar içinde: Ben fahrederim ki bana Bektaşi desinler, Dergâhı Ali’nin bu da bir taşı desinler. diyen Zihrî’nin nefesi daha düne kadar Bektaşi tekkelerinin her ceminde hararetle okunan en meşhur bir inanış manzumesiydi. Salikî’nin mektubu Divan edebiyatında nesir kısmı üslûbunu taşıyorsa da o, manzum eserlerinde en ziyade halk edebiyatı ve hece veznini tercih etmiştir. Buna örnek olmak üzere bir koşmasını da sunuyoruz. Bu koşma bugünkü öz Türkçe’ye ne kadar yakındır. Salikî’nin Türk edebiyatı âşıkı olduğunu bununla da anlıyoruz: Bayırlardan, düzlerden sarp yol gider, O yollardan giden cana aşk olsun! Bir kapudan bir kapuya dost girer, O kapudan giren cana aşkolsun! Benim yarim çifte çifte benlidir, Gül pembesi gibi nazik tenlidir! Bahçesinin gülü çok dikenlidir, O güllerden diren cana aşkolsun! Yarimin cilvesi gayetle hoştur Taze yanakları al, al olmuştur, İstekleri taşmış, taşmış dolmuştur, İsteğine iren cana aşk olsun! Benim yarim gayet sever dostunu, Muhabbetin çoşkunudur, çoşkunu, Ana derviş olup yırtık postunu Tekkesine seren cana aşkolsun! Benim yarim hem velidir, hem nebi, O dur mutlak bu hilkatin sebebi, Yarinin uğruna (Salikî) gibi, Öz canını veren cana aşk olsun! KİRKOR SAYDİ, Vahit Lütfi Salçı On dokuzuncu asrın nihayetlerinde ve yirminci asrın ilk yıllarında İstanbul’da Çırpıcı Veli Efendi çayırları ilkbahar ve yaz mevsimlerinde İstanbul’un en güzel mesirelerindenmiş. Cuma günleri her sınıftan halk oraya toplanırlar ve yine o zaman Çınarî, Ceyhunî, Yeksanî, Saydî, Sadayî, Zarifî, Kenzî, Hulkî, Hayranî ve Âşık Ahmet gibi meşhur saz şairleri oraya giderek meraklılar huzurunda saz çalarlar, meşaireler yaparlar, mani, koşma semai, detan söyleyerek para kazanırlarmış. Mevzumuzu iyi anlatabilmek için bunların içine bir de kadın şairi katacağız. Bu kadının ismi Zeliha’dır. Şiirde mahlası ise Lütfiye’dir. Âşıkların Lütfiye ile tanışması şöyle olmuştur: Bir Cuma günü bu âşıklar yine Çırpıcı’da saz çalarlarken kendilerini pek yakından dinlemekte bulunan halk arasında gayet fettan ve gülüşleriyle canlar yakan gayet güzel bir kadın görürler. Bizim âşıkların ilhamı coşar. Fakat içlerinde en cesaretli olanlardan Hayranî ile âşık Ahmet bu dilber kadına meşaire tarzında şöyle bir söz atarlar: Hayranî – Âşık kardeş şunu taksim edelim, Gövdesini sen al, baş benim olsun. Âşık Ahmet- Başsız gövdeyi et kardeş, nideyim Saçlarını sen al, baş benim olsun. Hayranî - Yanağının sana vermem alını, Dudağının tatlı, kaymak balını, Ben çekerim cevrini, vebalini, Gözlerimden akan yaş benim olsun. Âşık Ahmet- Acaba kimin nesi, kimin kızı, Mutlak gökten düşmüş, seher yıldızı, Feda olsun bakışına Çırpıcı, Bağrıma basarım taş benim olsun. Hayranî- Kirpikleri sanki ok, yay süsü, Servideki fidan gibi duruşu, Hayranî’yi hayran etti gülüşü, Topukları döğen saç benim olsun. Âşık Ahmet- Gülüyor, acaba aldı mı haber, Verdi aşkı Âşık Ahmet’e keder, Bu kız altın yüklü bir kervan değer, Bir buse alayım baş benim olsun. Âşıklar bunu böyle deyip kestikten sonra kadın oradan ayrılıp gitmiş. Biraz vakit geçince ufak bir çocuk âşıklara, bükülü bir kâğıt getirmiş. Kâğıdı açmışlar içinde şu koşma yazılı imiş: Söz atmayın ey Âşıklar özüme, Sizi birbirinize katarım. Kulak verin mâna saçan sözüme, Ben ne cevahir, ne inci saçarım. Hoşunuza gitti ise gözlerim, Daha hoştur benim güzel gözlerim, Gelin, sizi bize davet eylerim, Bir gececik zevki zevke katalım. Sereyim önünüze mataımı, Yayayım hem kuş tüyü yatağımı, Öptüreyim bal gibi yanağımı, İsterseniz sarılıp da yatalım. Gezmişim ben Giresun’u, Ünye’yi Yoklamışım bir çok bozuk künyeyi, Duymadınız mı şair Lütfiye’yi? Sizin gibi şairleri satarım. Meğerse bu kadın o zamana kadar bilmedikleri şair Lütfiye imiş. Lütfiye hakikaten gençliğinde çok güzel bir kadınmış. Yine Hıristiyan Bektaşi şairlerinden olup hayat ve eserlerini bu sütunlarda anlatacak olduğumuz bugün doksan yaşını geçkin olarak sağ bulunan ve Lütfiye’nin gençliğine ve güzelliğine ve hayatının maceralarına yetişmiş olan şair Andon Necati dostum onun güzelliğini bana şöyle anlattı: “…Lütfiye o kadar güzel bir kadındı ki bunu meclisinde bulunan ne divan ve ne de halk şairleri lâyıkıyla tavsif edememişlerdir. O, tamamıyla bir kadın timsali idi. İnce ruhlu bir insan zekâsı güzel bir kadından nasıl ince bir duygu ve murat kastederse şu ihtiyarlığımda hiç mübalağa etmeyerek diyebilirim ki Lütfiye de bunun ziyadesi vardı. Eğer onun zamanında cihan güzellik müsabakası yapılsaydı, bunda mutlak ve mutlak o kazanırdı. Onun yalnız baş örtüsü başında ve perçemleri alnında ve inadına bembeyaz gerdan ve göğsü açık bir resmi vardı ki emsali bulunmayan çapkın meşrep bir güzellik ifade ediyordu. Şairler o resmin üstüne ne kadar şiirler yazmışlardır. En ağır başlı meşhur bir şair olan Mehmet Fennî baba bile Lütfiye’nin mest olup perçem serpişine, Gül yüzünde halü hindûlar üşüşmüş ey güzel, Sartı hüsnün seçez oldum serpilür perçem kapar. demiştir. Lütfiye’yi ilk defa şen ve şakrak ve serbest olarak gören ve pek güzl koşmaları ele emsali arasanda şöhret alan âşık Zarifi de onun için şu koşmayı yazmıştır. Bugün gördüm ben bir sefih bülbülü Yuvasından şimdi uçmuşa benzer. Sükker saçar ağzı, tutidir dili, Altın kafesinden kaçmışa benzer. Bakılmaz yüzüne gözler kamaşır, Pek güzeldir her ne giyse yaraşır, Yanılır cevabı dili dolaşır Şarabı nabı çok içmişe benzer. Gümüş gerdanını gördüm bereli, Sırma destimalin sarmış yaralı, Ne diyardan gelmiş bilmem nereli, Bu iklime şimdi göçmüşe benzer. Canımdan azizim, sevgili dostum, Sana kul olmaktır olanca kastım, Öleyim aşkınla gözleri mestim, Zarifî kendinden geçmişe benzer. Lütfiye’nin mensup olduğu Çamlıca Tekkesi’ne gittiğini işiten şairler sazını kapınca soluğu Üsküdar’da alırlar, yayan yapıldak Çamlıca’ya kadar giderlerdi.” Lütfiye’yi bizzat ben de iyi tanırım. Ben İdadi mektebi çocuğu iken o ihtiyar bir kadındı. Fakat çok hoş sohbet idi. Onu herkes severdi. Benim annem ile çok sevişirlerdi. Hatta evinde aylarca otururduk. Onun bir balık sırtı şişesi vardı. Her zaman koynunda taşır ve daima içerdi. O zamanlarda hiçbir kadın meyhaneye gidemezken onu Aksaray’da ve Langa’da tanımayan meyhaneci yoktu. Fakat şişesini doldurur, bir tek de atar, terbiyesi ile çıkar giderdi. Bunun bu adetini o zaman Sultan Hamid’e duyurmuşlar. Hamit de hakkında tahkikat yaptırmış. Ehli iffet ve ehli perde namuslu kadınlardan olduğunu anlayınca ona on lira ihsanı şahane verdiği gibi beş mecidiye de aylık bağlamıştır. Lütfiye’nin menkıbeleri pek çoktur. Bunu ayrıca kadın şairler başlıklı yazılarımızda anlatacağız. İşte bundan sonra bu Lütfiye bu isimlerini saydığımız şairler arasına katılmış fakat bunlardan en ziyade Kemtere’yi takdir edermiş. Fakat onunla yalnız Bektaşi cemlerinde buluşurlarmış. Hariçte ve hususi olarak da Zarifî ve Seydi’yi takdir eder ve onlarla meşaireler yaparmış. Yalnız onların meclisinden zevk alırmış. Lütfiye’den bu kadar bahsedişimiz mevzuumuz olan Seydî hakkında malûmat çıkacağından dolayıdır. Yapılan araştırmalarımızdan anlaşılıyor ki Kirkor Seydî Ermenilikten dönmüş ve döndükten sonra Bektaşi olmuştur. Fakat onun eserlerinde Bektaşi ananelerini anlatan remizler çok azdır. O, en ziyade saz Âşıklığına merak etmiş ve daima bu yolda yürümüş gitmiştir. Seydî, Zarifî ile pek sıkı arkadaşlık yaparmış. Nereye giderlerse hep beraber giderlermiş. Böyle olduğu halde onun vurucu karakteri yazdığı bir “Şairname”sinde Zarifî’yi pek ziyade hırpalamıştır. O, şairnamede Zarifî için; Zarifî âşıktır lâkin kepaze, Yangın olur ise alır yelpaze, Yazık o Kemale yazık o saza, Sarhoş olur sazı kırar eleman Fakat Zarifî de ona karşılık, Seydî iyi âşıktır, lâkin dönme, Ateşlidir ama ateşten sönme, Sonradan olmadır, sonradan görme Yaman cızlayışı vardır eleman Lütfiye ise Seydi’nin bu kadar iyi arkadaş olmasına rağmen ona böyle âşıklar arasında çatışmasına, hele sarhoşluğuna bahane bulmasına kızmış olduğundan hemen ağzını açmış; Şairlikte olsan ne kadar mahir, Ne kadar yıkansan değilsin tahir, Zarifî’ye eremezsin kâfir! Ezeliden yoktur göğsünde iman. Seydî bunun üzerine gönlünü her zaman eğlediği bu güzel şair Lütfiye ile arayı bozmuş olacağından korkarak hemen şöyle bir koşma yazarak cevap vermiştir. Gücenme sen ahu gözlü sevgilim, Ayağın tozuna galtan olayım, Sitemlerin acı, ey dud dillim, Tatlı sözlerine kurban olayım. Öleyim uğrunda senin, öleyim, Razı olmazsan nasıl güleyim, Sen sultansın ben de sana köleyim Mahşederek böyle suzan olayım. Mesti layakilken dil, gördü aydı, Sine-i gamkarım intihar saydı, Rahı visalinde biçare Seydî Der ki can vereyim, al kan olayım. Seydî’nin az yazdığı tasavvuf eserlerinde inanışın sağlamlığını görmekteyiz. O zahiren aşk ve sevda ile meşgul olup bu yoldaki dert ve mihnetlerini koşmalarında mebzulen anlatmışsa da batınen de yazdığı nefeslerde o sanattaki kudretini ayrıca göstermiştir. İşte güzel bir nefesi: Hak dedik biz hakka kıldık teveccüh, Kıble-i hakikat dizarımızdır. Eylemeyiz başka yolda tefevvüh Mürşidi tarikat mezarımızdır. Kelâmı kâziptir vaizin vazı, Kapansın Zahidi bedhunun ağzı, Şirin şahımızın güftarı, nazı, Alım, satımımız, pazarımızdır. Münkir sofrasına postu sermeyiz, Ehli hakikata perde germeyiz, Olur olmaz yerde gönül vermeyiz, Hacı Bektaş Veli hünkârımızdır. Zahidin başında akıl olsaydı, Kırardı boynundan zenciri kaydı, Ala’iktan biri olduk ey Seydî En ümmimiz okur yazarımızdır. Seydî hem dervişliğin hem hayatın açık felsefesini anlamış, insanlara arız olan dert ve mihnet, kahır ve sitem ceryanlarını kavramış, tecelli Leylâsını görerek Mecnun kıyafetine girmiş, rint ve kalender bir âşıktır. O, bu evsafını şu manzumesinde teker teker, ne güzel anlatıyor: Şu garip başıma Hazreti Mevla, Dert ve mihnet, kasaveti gösterir. Evliyalar bakmaz oldu yüzüme, Kalmadı alemde uyar sözüme. Tecelli leylası şimdi gözüme, Bana mecnun kıyafeti gösterir Seyyahı alemde çoktan gezerim Ziriü balada hiç kalmadı yerim. Vücudum şehrinde gafurun rahim Aşkı rence kıyameti gösterir. Bağladı rahimi gussai kaygu Çekildi üstüme mihneti ordu Seydî’ya kuluna, hikmeti yahu! Her taraftan azameti gösterir. Seydî hakkında hayli menkıbeler ve rivayetler vardır. Bunları diğer arkadaşları ile beraber anlatacağız. Bir Türk gibi düşünen ve yazan bu kıymetli şairi Türk şairleri arasına katmamak mümkün müdür? MANOL HİTABÎ Vahit Lütfi Salçı Hitabî isminde üç tane halk şairine rastlıyoruz. Bunların üçü de Karaman Rumları’ndandır. Kendisinden bahsetmekte olduğumuz Hitabî’nin Niğde kazasında Rumî 1256 yılında doğup yine Rumî 1330 yılında 72 yaşında olduğu hâlde Balkan harbinden sonra ve Büyük harbin başlangıcında İstanbul’da ölmüştür. Gene ihtiyar dostumuz Andon Necati’nin bize anlattığına göre bu Hitabî 35 yaşına kadar Niğde’de ve ondan sonra İstanbul’da hayatını geçirmiştir. Bu şair de bir kelime Rumca bilmezmiş, Türkçe iyi okur yazarlığı varmış. Daha pek gençliğinde Konya’ya giderek ilk önce Mevlevi dergâhına sokulmuş sonra da Mustafa Baba isminde bir Bektaşi babasına iki sene kadar Mehmet ismiyle hizmet ettikten sonra babanın teveccühünü kazanmış ve Bektaşi olmuştur. Karamanlı genç Manol yahut Mehmet iyi bir terbiye ve temiz bir nezaket sahibi olduğundan ve Türkçe okur yazarlığı ileri bulunduğundan düşüp kalktığı Mevlevi ve Bektaşi şairlerinden feyiz ve ilham alarak yazmaya başlamış ve yazdığı şiirler eski şairlerin bile dikkatini çekmiştir. Manol yahut Mehmet şiirde ilerledikçe kendini bu yolda itimat eder bi hale gelmiş ve her şair gibi bir mahlas edinmiş ve mânzumelerinde bu suretle Hataî ismini kullanmıştır. Manol Hitabî, memleketi olan Niğde’ye döndüğünde şiirdeki kudretini memleketlilerine göstermiştir. Yaptığımız incelemelerde görüyoruz ki Hitabî denilen bu Karamanlı Rum Türk şairi hakikatten lirik örnekler veren kudretli bir halk şairidir. Aşağıya naklettiğimiz koşması halk şairlerinden bir çoğunun söyleyemeyeceği bir kudrettedir. Yavru dilber beni mecnun eyledi, Bu muhabbet, bu söyleyiş, bu diller. Çeşmi ahuları meftun eyledi Bu karular, bu kaküller, bu hâller. Rûhların efkârı bağrım pişürür Sevdaların derdim hadden aşırır, Derdimend âşıkı derde düşürür Bu zülüfler, bu sümbüller, bu güller. Mağrur olma bu güzellik çağına Akibet uğrasın âşık ahına Turnam aldırırlar seni şahine. Bu vadiler, bu cebeller, bu beller Cefaya tutmuşsun yüzü akibet Kemale erdirdin nazı akibet, Candan usandırdı bizi akibet Bu âdetler, bu erkânlar, bu yollar Der Hitabî niçin alırsın ahım, Yok mudur insafın nedir günâhım, Sana niyaz eyler ey Padişahım Bu bendeler, bu köleler, bu kullar. Hitabî’nin eserlerini derin derin yokladığımız zaman onun hayatı hakkında da esaslı bilgiler edinebiliriz. Onun kelimeyi şahadet getirerek Müslüman olmamış, fakat Hıristiyanlık’la da alâkasını devam ettirmemiş ve nihayet olgun bir insan olduğunu anlıyoruz. O rind ve kalender bir Bektaşi olarak şairliğin kudretini mistik yollarda gösterdiği kadar ayrıca güzel severlikte de ince buluşları ve görüşleri vardır. Yukarıdaki manzume bu sözüme bir örnektir. Ona Rum arkadaşları dinini terk ettiği için sitemler saçarken onun muhaliflerine şu cevabı vermiş olduğunu görüyoruz. Nice söyleyeyim size ben nice Koşturmayın beni artık bir hiçe Taptırmayın beni artık bir …. Putlar sizin olsun canan bizimdir. Onun şiirlerinde felsefeler vardır. Allah’a hitaben yazdığı bir manzumesinde: Tanrı senin yolların Gayetle hoşmuş meğer Yaptığın yalanların Kalbinden coşmuş meğer. Sonra anlatıyor ve herkesin cesaret edemeyeceği sözler söylüyor: Tevrat dedin okudum, İncil dedin okudum, Kûr’an dedin okudum, Hepsi de boşmuş meğer. Şair dini inanışını pek büyük sadakatle Bektaşiliğe bağlamıştır. Bir Bektaşi sohbetinde bulunduğu zaman onların muhabbetlerine hayranlığını şöyle anlatıyor: Hâlinize mail oldum erenler, Bastığınız yere yol olayım ben, Beni de lâyık görünüz yarenler, Kapınız önünde kul olayım ben. Eşiğinize yıllarca tapayım, Mülkünüzle bende bir yurt yapayım, Benliğimi çillenize kapayım Hazineniz içinde kul olayım ben. Hitabî derdinizle oldu hasta Sizin ile beraber düştü aşka Bana gerekmez bir yol başka, Yolunuzda bir behlül olayım ben. Kiliseye devam etmesi için papaz ona öğütler vermiş, dinini muhafaza etmesini tavsiye etmiştir. Bunun üzerine arkadaşlarına söylediği ve yukarıya koyduğumuz bir manzumesinin başka bir türlüsünü papaza söylemiş ve demiş ki: Hoş görünüz beni elim titriyor, Meryem ana kandilini yakamam, Gittiğiniz yola gönlüm gitmiyor. İsa gibi kazip .…. tapamam. Biz tasvire değil cisme taparız Her gönülde yıkılmaz ev yaparız, Her gece yâr ile birlikte yatarız. Ey papaz senin gibi yalnız yatamam. Güzel sevmek rindane mest olmak aşk ve felsefesini çok açık bir inanışla anlatıyor. Hitabîyim Hitabî Neylerim ben kitabi. Öpüp sevip güzeli İçerim hoş şarabı. Bazı arayıcılar bu Hitabî’yi meşhur Hatayi ile karıştırılar. Eski Arapça yazıda şekil itibariyle Hitabî tıpkı Hatayi gibi yazılırdı. Hitabî ismi de nadir görüldüğünden ve imlâ iltibası da araya girdiğinden bu yanlışlıklar hasıl olmuştur. Şairin Hatayi’ye isnat olunan iki manzûmesini aşağıya koyuyoruz. Çevirdin yüzünü benden, De billâhi neden küstün, Umarmıydım bunu senden De billâhi neden küstün. Muradın ne ise söyle, Bize andan cefâ ile Evvellerde yoktu böyle De billâhi neden küstün. Bana yâr etti ağyarı Kerem eyle ko bu karı, Bana bir söz eyle bari, De billâhi neden küstün. Garaz cevrü cefa mıdır. Ya zar ile bal mıdır ?... Bize küsmek reva mıdır. De billâhi neden küstün. Yerleşti gönülde âhım Benim ömrüm benim âhım, Hitabı kulluna şâhım De billâhi neden küstün. *** Şu dünyanın ötesine Vardım diyen yalan söyler, Baştan başa sefâsına Erdim diyen yalan söyler. Arık kazar argın argın. Felek çevirir anın çarhın. Bu dünyada malım mülküm Vardır diyen yalan söyler. Kuru ağaçta olur gazel Kendi okur kendi yazar, Gönülden gayri bir güzel Vardır diyen yalan söyler. Hitabî dosta varılmaz Varılırsa da gelinmez, Rehbersiz hiç yol bulunmaz Buldum diyen yalan söyler. Bütün bu eser ve yazılara bakarak Hitabî’yi temiz bir Türk şairi olarak tanımamak mümkün değildir. Hatta o yalnız Bektaşilik çemberi ile tasavvûfun çemberinde bile kalmayarak fırlamış ve başı boş “Azadeser” bir insan numunesi kalmış olduğunu en başa koymuş olduğumuz koşmasının dördüncü bendinden anlıyoruz. O, orada diyor ki: “candan usandırdı bizi akibet… bu adetler,bu erkânlar bu yollar…” Ve nihayet Hitabî oluşu ile, buluşu ile, görüşü ile, duyuşu ile, candan yürekten, kalpten ve gönülden bir Türk şairidir. Türk edebiyatı tarihinde bu olgun şairin de bir yeri vardır. DİPNOTLAR Bu yazı dizisi, 1935-1956 yılları arasında yayımlanan YÜCEL dergisinin 47, 48, 50, 52, 53, 54 ve 57. sayılarında, Vahit Lütfi SALÇI tarafından kaleme alınan bir araştırma yazısıdır. Bu başlık da yazı dizisinin orijinal başlığıdır. Bu yazının birinci bölümü dergimizin 31. sayısında (Güz 2004) yayımlanmıştır. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi. Yücel Dergisi, Nisan 1939, S. 50, s.60-61. Dergiden çektirdiğimiz fotokopinin bazı kısımları okunamadığı için …. şelinde bırakılmıştır. Yücel Dergisi, Haziran 1939, S. 52, s.157-158. Yücel Dergisi, Ağustos 1939, S. 54, s.239-242. Tevfik Bey baba hakkında Eminönü Halkevi tarafından çıkarılan (Halk Bilgisi Haberleri) mecmuasının 63 ve 85 numaralı nüshalarında tarafımdan verilmiş olan etraflı malumat vardır. Şair hakkındaki malumatı doksan yaşını geçkin Andon Necati’den yetmiş yaşını geçkin Yeni Cami’de berber Hacı Haşim’den, seksen yaşını geçkin Alpulluda Edirneli Mehmet Hilmi’den ve Aksaraylı Şair Lütfiye’den topladım. Ayrıca kendim de olan mecmualardan da istiane ettim. Yücel Dergisi, 1939, S. 52, s.194-196. Bu koşma Andon Necati’nin dört numaralı ve Fatih’te mektep kütüphanesinde “849” numaralı mecmuada aynen olduğu gibi son günlerde Edirne Orta Okul Türkçe Öğretmeni Bay Uluğun bana hediye ettiği 14 mecmuadan 11 nci mecmuada da aynen yazılıdır. Buradaki bu meşaireleri Yeni Cami’deki Berber Hacı Haşim’den aldım. Bu nefesi Alpulluda Mehmet Hilmi Özeren’den aldım. Halk şairleri böyle meşhur galatlar yapmayı klasik hale getirmişlerdi. Bu koşma, Tekirdağ’ı yanında (Kılavuzlu) köyünde birkaç yıl önce ölen Şaban Sırrı babanın ailesinden aldığım mecmuada vardır. Yücel Dergisi, Ekim 1939, S. 57, s.122-124.