“Bir Milyar Kadının Dans Etmesi Devrimdir” 8 Mart: Dünya Kadınlar Günü ünya Kadınlar Günü, 8 Mart D B u sloganla yola çıkan V-Day hareketi kuruluşlarının 15. yılını küresel bir ayaklanma çağrısıyla duyurdu. Yaygın olarak Sevgililer Günü diye bilinen 14 Şubat’ta yapılan etkinlik Kıbrıs da dahil olmak üzere tüm dünyadan destek buldu. 1857’de ABD’de greve giden dokuma işçisi kadınların ve 8 Mart 1917’de Şubat Devrimi’nin kıvılcımını çakan Petrogradlı dokuma işçisi kadınların anısına kutlanır. Akademik Bakış SAYFA: 2-3 Haberi SAYFA: 5 Neden Yak n Do u Ün vers tes ? “Ö renc s n n laptop kadar de l süper b lg sayar kadar dü ünmes n sa layan ün vers te oldu u ç n” “Ülkes ne ve toplumuna kend h kayes n yazd rab lecek ö renc yet t rd ç n” 8 Mart 2013 CUMA www.neu.edu.tr gazete@neu.edu.tr Yıl: 2 - Sayı: 52 Kurucu Rektör Dr. Suat . Günsel Yakın Doğu Üniversitesi’nin istihdam dengesi pek çok yerden farklı Personelin yüzde 65’i kadın ÖZEL SAYISI Devlet Planlama Örgütü’nün 2012’nin son günlerinde paylaştığı verilere göre KKTC’de Ekim 2011’de kadın çalışanların oranı yüzde 31.1 oldu. Ülke genelindeki kadın çalışan oranının aksine üniversitemizde kadın çalışan oranlarının oldukça yüksek olduğu görülüyor. Üniversitemiz tüm personeli içinde kadın çalışan oranı yüzde 65. Haberi SAYFA: 8 Sf.2 8 Mart 2013 Akademik Bak Dicle Yıldız KATAR Sosyal Bilimler Enstitüsü İletişim Anabilim Dalı Academic Overview dicleyildizkatar@gmail.com Institute of Social Sciences Department of Communication Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kadınların ifade edeceği bir dünya olması için,onlar,öncelikle bu dünyada yer almalıdır;baskıcı ya da baskı altında yılgın ya da isyankar,insanlar arasında bir insan olarak… Simone de Beauvoir Dünya Emekçi Kadınlar Günü, 8 Mart 1857’de ABD’de greve giden dokuma işçisi kadınların ve 8 Mart 1917’de Şubat Devrimi’nin kıvılcımını çakan Petrogradlı dokuma işçisi kadınların anısına kutlanır. K adın hareketi veya kadınların kurtuluş mücadelesi, toplumsal mücadelelerden, dolayısıyla sınıf mücadelesinden bağımsız değildir. Modern anlamda kadın-erkek eşitlik arayışının kökenleri ise tam da sınıf mücadelesinin kökenlerinde yatıyor. Bu günün “emekçi kadınlar günü” değil de, “kadınlar günü” olduğunu iddia etmek, 8 Mart’a ilk olarak önerildiğinde yüklenen anlamı görmezlikten gelmektir. Bu gün, daha en başından bu yana işçi kadınların yürüttüğü mücadeleyle doğmuş ve daha sonraki tarihlerde de hep işçi kadınlara ithaf edilmiştir. 8 Mart 1857’de New York’ta bir dokuma fabrikasında çalışan 40 bin işçi, 16 saatlik işgününün 10 saate indirilmesi ve ücretlerde artış yapılması talebiyle greve başlamıştı. 40 bin kadın işçinin örgütlediği bu grev o zamana kadar ki en kitlesel kadın eylemlerinden biriydi. Eylemi durdurmak isteyen polis kadın işçilere saldırmış, fabrika yönetiminin de desteğiyle binlerce işçinin fabrikaya kilitlenmişti. Bu sırada çıkan yangında içeride kilitli kalan işçilerden 129’u yanarak can vermişti. Olaya ABD basınında neredeyse hiç yer verilmemiş, fabrika yönetiminin ve polisin tavrı halktan gizlenmeye çalışılmıştı. Buna rağmen, işçilerin cenaze törenine 10 bini aşkın kişi katılmıştı. Kadınlar günü ilk olarak 1909 yılında Amerikan Sosyalist Partisi’nin çağrısıyla Şubat ayının son pazar gününde kutlanmıştı. Bugün düzenlenen gösterilere katılan kadınlar, seçme ve seçilme hakkının yanı sıra çalışma koşullarının iyileştirilmesini talep etmişti. Ancak bu gün Amerika’da bazı kentlerde düzenlenen eylemlerle sınırlı kalmış, uluslararası bir boyut kazanmamıştı. 1910 yılında Kopenhag’da gerçekleştirilen II. Enternasyonal’e bağlı Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda kadın ve emek Sf.3 8 Mart 2013 mücadelesi masaya yatırılmıştı. Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nden Clara Zetkin, bu konferansta yaptığı konuşmada kadınlar için bir mücadele günü belirlenmesi gerektiğini söylemişti. Zetkin’in önerisi kabul edilmiş, her ülkenin sosyalist kadınlarının her yıl aynı gün, kendi ülkelerinin işçi sınıfı örgütleriyle mutabakat içinde bir kadınlar günü düzenlemesi kararlaştırılmıştı. Ve kadınlar Sokağa Çıkıyor… Uluslararası anlamda ilk emekçi kadınlar günü 19 Mart 1911’de düzenlendi. Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de gösterilere katılan on binlerce kadın seçme ve seçilme hakkının yanı sıra kadınlara iş ve mesleki eğitim verilmesi, çalışma alanlarında kadın-erkek eşitliği sağlanmasını talep etti. Bir kadın yazar 1911’deki gösterileri anlattığı yazısında şu ifadeleri kullanmıştı: “İlk Uluslararası Kadınlar Günü 1911’de gerçekleştirildi. Başarısı, beklenenin çok üstündeydi. Her yerde toplantılar düzenlendi. Küçük yerleşimlerde, hatta köylerde bile salonlar öyle tıklım tıklımdı ki kadınlar toplantılara katılan erkeklerden kendilerine yer vermelerini istedi. Bu gün kesinlikle çalışan kadının ne kadar militan olduğunun ilk göstergesi oldu. Erkekler evde çocuklarıyla kalırken kadınlar toplantılara koştu. Hatta o gün yaklaşık 30 bin kişinin katıldığı sokak gösterilerinde polis pankartları toplamaya karar vermişti, ancak kadınlar polise direndi.” 1913’te 8 Mart’ta düzenlenen kadınlar günü Rusya’da da kutlandı. Çarlık Rusyası şartlarında açık gösteri düzenlemek neredeyse imkansız idi. Ancak birkaç yıl sonra devrim saflarında savaşacak öncü sosyalistler, kadınlar gününün gizli etkinliklerle kutlanmasını, iki yerel işçi gazetesinde günün anlam ve önemini anlatan yazılar yayınlanmasını sağladılar. Hatta bu yazılarda Clara Zetkin’in dayanışma duygularını ilettiği ifadelere yer verdiler. Bir kadın yazar 1920’de yazdığı bir yazıda, 1913’te gerçekleşen Rusya’daki ilk kadınlar günü kutlamasını şu sözlerle anlatır: “O karanlık yıllarda toplantı yapmak bile yasaktı. Fakat Petrograd’da partili kadınlar “Kadın Sorunu” başlıklı bir etkinlik düzenledi… Bu illegal bir etkinlikti ama salon tıklım tıklım doluydu. Parti üyeleri konuşmalar yaptı. Fakat bu gizli toplantı polis baskını ile yarıda kesildi ve konuşmacıların çoğu tutuklandı. Bu etkinlik Çarlık baskısı altında yaşayan Rusya’daki kadınların Uluslararası Kadınlar Günü’ne katılımı ve desteği açısından önemliydi. Bu Çarlık hapishanelerinin, idam sehpalarının Rusya’daki işçilerin mücadele ruhunu öldüremeyeceğinin, Rusya’da bir şeylerin sarsılmakta olduğunun ilk işaretiydi.” Neden 8 Mart? Pek çok ülkede kutlanacak bu gün için ortak amaç ve ilkeler ortaya konmuş olsa da kesin bir tarih belirlenmemişti. Her yıl ilkbahar aylarında farklı tarihlerde kutlanan kadınlar gününün 8 Mart’ta kutlanması kararıysa 1921’de Moskova’da yapılan III.Uluslararası Kadınlar Konferansı’nda alındı. Bu kararla 8 Mart 1857’de yaşamını yitiren 129 kadın işçinin ve 8 Mart 1917’de Şubat Devrimi’nin fitilini ateşleyen grevleri başlatan, “ekmek ve barış” sloganıyla sokaklara dökülen Petrogradlı dokuma işçisi kadınların anısına 8 Mart tarihinin “Internationaler Frauentag” (Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisi kabul edilmiştir. 1960’da ABD’de bu günü anmaya başlamıştır ve daha sonra diğer Avrupa ülkelerinde de kutlanılmaya başlanılmıştır. 1975 - Birleşmiş Milletler bu yılı Dünya Kadın Yılı ilan etti. 16 Aralık 1977-Birleşmiş Milletler 8 Mart’ın her yıl “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmasını kararlaştırdı. Türkiye’de ilk 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Türkiye’de ise 8 Mart ilk kez 1921 yılında Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının öldürülmesinin ardından Ankara yakınlarında bir bağda gerçekleştirilen anma toplantısında Türkiye Komünist Partisi üyesi kadınlar tarafından kutlandı. TKP’li kadınlar 8 Mart’ın “Emekçi Kadınlar Günü” adıyla kutlama kararı almıştı. 1975 yılında kurulan İlerici Kadınlar Derneği, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü ilk kez yaygın olarak ve sokaklarda kutlamaya başladı. İKD, her yıl 8 Mart’ta pek çok kentte kitlesel etkinlikler düzenledi. Sf.4 8 Mart 2013 ‘Söz sözdür şimdi kadına şiddete son verme zamanı’ Birleşmiş Milletler 2013 Dünya Kadınlar Günü teması olarak “Söz sözdür: şimdi kadına şiddete son verme zamanı” sloganını kullanıyor. Aynı temayla 8 Mart için hazırlanan One Woman isimli şarkı da pek çok ülkeden çeşitli kadın sanatçılar tarafından seslendirildi. S avaş bölgelerinin ve mülteci sayılarının artmasına dikkat çekmek isteyen BM, bu sene organize ettiği tüm etkinliklerde mülteci kadınlara özel yer veriyor. Kadına yönelik şiddeti “Fiziksel, cinsel, psikolojik olarak zarar veren ya da zarar verme ihtimali olan herhangi bir cinsiyete dayalı şiddet eylemi” olarak tanımlayan Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği de mülteci kadınlar için şu açıklamayı yapıyor, “Her mülteci nüfusunun takriben yüzde 50’sini kadınlar ve kız çocukları oluşturur. Aile yapılarının, hükümetlerinin ve evlerinin korumasından mahrum kalan kadınlar çoğu kez daha savunmasız durumda olurlar. Sürgüne doğru kat ettikleri uzun yolların güçlüklerine katlanırlar, görünürde güvenli bir yere ulaştıktan sonra bile sık sık cinsel istismara maruz kalırlar, yetkililer tarafından taciz edilirler ya da önemsenmezler. Ülke içinde yerlerinden edilmiş kadınlar da genellikle benzer deneyimler yaşamak zorunda kalırlar.” 4 MİLYON MÜLTECİ Birleşmiş Milletler rakamlarına göre geçtiğimiz yıl 4 milyon kişi yaşadığı yerden zorla sürüldü. 800 bin kişi başka bir ülkeye iltica etti. Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği Sözcüsü Melissa Fleming mülteciler hakkında şunları söylüyor, “Son 60 yılda epey deneyim edindik. Maalesef savaş günümüzün bir parçası. Ve bu kadar çok mülteci olmasının başlıca sebebi de savaşlar. Toplam 42 milyon insan başka ülkelere kaçtı ve memleketlerinden uzakta yaşıyor”. GÖRÜNMEZ HAYATLAR Ülkelerinde yaşanan iç savaşlar dolayısıyla yaşadıkları yerleri terk eden kadınların sayılarıyla birlikte yaşanan trajedi de artıyor. Kat etmek zorunda oldukları zorlu göç yolunda tecavüz başta olmak üzere pek çok şiddete maruz kalan kadınlar, aynı zamanda çocukları için de mücadele etmek zorunda. Yaşanan çatışmalar hakkında, askeri güç, taraflar, kurtarılmış bölgeler hakkında çıkan sayısız haber, bu savaşın içinde kalan kadınların yaşadıkları hikayeleri görünmez kılıyor. Geçtiğimiz günlerde BBC tarafından Kongo’da hazırlanan bir haber, acısı görünmeyen 30 bin kadının hikayesine dikkat çekti. Dünya Kadınlar Günü için hazırladığımız özel sayımızda bu haberi de siz okurlarımızla paylaşıyoruz. Kongo’da tecavüz kurbanlarını tedavi etmek D enis Mukwege, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde bir jinekolog. 30 bin tecavüz mağdurunu tedavi ederek ciddi cinsel darbelerin tedavisi konusunda uzmanlaşmış. Onun hikayesinde, tecavüzün savaşta nasıl bir silah olarak kullanıldığı da anlatılıyor. Savaş başladığında Kongo’nun doğusundaki Lemera’da çalıştığım hastanede yatan 35 hasta yataklarında öldürüldü. 100 km kuzeydeki Bukavu’ya kaçarak çadırlarda yeni bir hastane kurdum. Ameliyathanesi de olan bir doğum evi oluşturdum. 1998’de her şey tekrar yerle bir edildi. 1999’da yeniden, sıfırdan başladım. seyre zorladıkları bütün bir topluluğu da yaralamış oluyorlardı. Bu stratejinin sonucu olarak insanlar köylerini boşaltıyor, topraklarını ve sahip oldukları her şeyi bırakıp gidiyor. Etkili bir yöntem. “NE OLUYOR DİYE SORDUM KENDİME” Hastaneye ilk tecavüz kurbanı da o yıl geldi. Tecavüz edildikten sonra cinsel organı ve kalçası kurşunlanmış olarak. Bunun barbarca bir savaş eylemi olduğunu düşündüm; ama asıl şok üç ay sonra geldi. 45 kadın getirdiler. Hepsi de aynı hikayeyle: “Köye girip tecavüz ve işkence ettiler. Yanık kadınlar getirdiler. Tecavüze uğradıktan sonra cinsel organlarına kimyasal maddeler dökülmüş olarak. “AMELİYATA DAYANACAK GÜCÜ VAR MI?” Kurbanların bakımında kademeli bir sistem uyguluyoruz. Büyük bir ameliyata girişmeden önce hastayı psikolojik değerlendirmeye tabi tutuyoruz. Ameliyata dayanacak gücü var mı diye bakıyorum. Bir sonraki aşamada ameliyat ya da sadece tıbbi bakım söz konusu. Bundan sonra da sosyoekonomik destek geliyor. Bu hastaların çoğu bize geldiğinde hiçbir şeyleri olmuyor genelde, giyecek giysileri bile. Onlara bakmamız, yedirip içirmemiz gerekiyor. Bizden ayrıldıktan sonra hayatlarını devam ettirecek güçleri yoksa yeniden hedef haline gelebiliyorlar. Bu nedenle sosyo-ekonomik olarak da, örneğin kadınlara yeni beceriler kazandırarak, kız çocuklarını okula göndererek destek veriyoruz. Dördüncü aşama ise yasal destek düzeyinde oluyor. Hastalar genelde kendilerine saldıranları tanıyor. Onların davasını mahkemeye taşıyacak avukatlarımız var. “TECAVÜZ BİR SİLAH. ETKİLİ BİR YÖNTEM” Neler olup bitiyor diye sordum kendime. Bütün bunlar sadece şiddet içeren savaş eylemleri değil, aynı zamanda bir stratejinin parçasıydı. Çok sayıda insana aynı anda tecavüz ediliyordu, herkesin gözü önünde. Bazen bir gecede bütün köye tecavüz ediyorlardı. Böylece sadece mağdurları değil, “KADINLARI YIKIMA UĞRATAN BİR SAVAŞ” 2011’de vaka sayısında azalma oldu. Kongo’da kadınların korkunç durumu artık sona yaklaştı diye düşündük. Ama geçen yıl savaş yeniden başladığından beri saldırıya uğrayanların sayısı arttı. Yani savaşla bağlantılı bir olgu. Kongo’daki savaş ne dinci fanatik gruplar arasında, ne de devletler arasında. Bu bir ekonomik çıkar savaşı, Kongolu kadınları yıkıma uğratan bir savaş. “TEHDİT EDİLDİM” Bir yurtdışı seyahatinden dönüşte beni bekleyen beş kişi buldum. Hepsi de silahlı. Arabama binip silahı üstüme doğrulttular. Korumalarımdan biri beni kurtarmaya çalıştığında ateş edip öldürdüler. Ben düştüm, saldırganlar ateş etmeye devam etti. Nasıl hayatta kaldım bilmiyorum. Daha sonra öğrendim ki saldırganlar evime girip silahlarını kızlarıma çevirerek beklemiş beni. Kongolu kadınların bu saldırılara karşı direnişi dönmem için bana esin kaynağı oldu. Bu kadınlar bana yapılan saldırıdan dolayı yetkilileri protesto etmiş. Hatta aralarında para toplayarak biletimi almışlar. Bu kadınlar ki hiçbir şeyleri yok, günde bir dolardan daha az bir paraya geçinmeye çalışıyorlar. “SİLAHSIZ KADINLARIN KORUYOR” Böyle bir jestten sonra hayır diyemezdim. Ayrıca ben de bu şiddete ve saldırılara karşı mücadele etme konusunda kararlıyım. Döndükten sonra hayatımda değişiklikler yapmak zorunda kaldım. Hastanede kalıyorum, bazı güvenlik önlemleri alıyorum; özgürlüğümün bir kısmını yitirmiş oldum. Kadınlar beni karşıladığında, güvenliğimi sağlamak için 20’li gruplar halinde gece-gündüz nöbet tutmaya başladı. Silahsız. Birlikte çalıştığınız insanlara yakın olma duygusu da güvenlik hissi veriyor. Kadınların bu kadar hevesli olması bana da işime devam etmem için güç veriyor. 8 Mart 2013 Sf.5 “Bir Milyar Kadının Dans Etmesi Devrimdir” “Dünyada her üç kadından biri, hayatında bir kere şiddet görüyor ya da tecavüze uğruyor.” “Bir milyar kadının haklarının ihlal edilmesi gaddarlıktır.” “Bir milyar kadının dans etmesi devrimdir.” B u sloganla yola çıkan V-Day hareketi kuruluşlarının 15. yılını küresel bir ayaklanma çağrısıyla kutladı. Yaygın olarak Sevgililer Günü diye bilinen 14 Şubat’ta yapılan etkinlik tüm dünyadan destek buldu. Kampanyalarını, “Her üç kadından birinin şiddeti deneyimlediği istatistiğini hesapladığınızda, dünyada bir milyonu aşkın kadının şiddetten etkilendiğini görürsünüz” diyerek açıklayan hareket, yapılan protestoya beklenenden daha fazla katılım olduğunu ve dünyanın çeşitli yerlerinden kadınların, kendilerine yönelik her türlü şiddete karşı küresel bir direniş gösterdiğini belirtti. Sf.6 8 Mart 2013 Yakın Doğu Üniversitesi’nin istihdam dengesi pek çok yerden farklı Personelin yüzde 65’i kadın Devlet Planlama Örgütü’nün 2012’nin son günlerinde paylaştığı verilere göre KKTC’de Ekim 2011’de kadın çalışanların oranı yüzde 31.1 oldu. Erkek çalışanların oranıysa yüzde 67.7 olarak belirlendi. Yani 97 bin 103 çalışanın yalnızca 31 bin 354’ü kadın. Ü lke genelindeki kadın çalışan oranının aksine üniversitemizde kadın çalışan oranlarının oldukça yüksek olduğu görülüyor. Üniversitemiz tüm personeli içinde kadın çalışan oranı yüzde 65. Yakın Doğu Üniversitesi Personel Dairesi’nin verilerine göre üniversitemizin çeşitli birimlerinde görev yapan veya akademik çalışmalarını yürüten her 100 kişiden 65’i kadın. Bu oran kadın hakları konusunda şartlarını iyileştirme yoluna giden pek çok kurum veya ülkeye göre yüksekliğiyle dikkat çekiyor. TÜM KADEMELERDE Üniversitemizde görev yapan çok sayıda kadın akademisyen yanında, kadınların yönetim kademelerinde de olduğu görülüyor. Yakın Doğu Üniversitesi Protokol Listesi’nde mütevelli heyetinden, üniversite senatosuna, dekanlıklardan, bölüm başkanlıklarına kadar pek çok görevde kadınları görmek mümkün. YÜZDE 65 SEVİNDİRİCİ 8 Mart Dünya Kadınlar Günü sebebiyle yayınlanan raporlarda veya yapılan konuşmalarda kadın çalışan oranının azlığı vurgulanırken, üniversitemizdeki kadın çalışan oranının yüksekliği sevindirici bulunuyor. Sf.7 8 Mart 2013 Üniversitemize mensup akademisyenlerin kadın hakları konusundaki çalışmaları sürüyor... Kıbrıs’ta kadına yönelik şiddet oranları Üniversitemizde çalışan kadın akademisyenlerin, kadın hakları konusunda yaptığı çalışmalar sürüyor. Ü niversitemiz Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölüm Başkanı Doç Dr. Ebru Çakıcı, kadına şiddet konusunda yaptığı son anket çalışmasının sonuçlarını kamuoyuyla paylaştı. “500 kadının katıldığı anketin sonucu bize Kıbrıs’ta aile içi şiddetin yaşandığını gösteriyor” diyen Doç. Dr. Ebru Çakıcı, her 5 kadından 1’inin şiddet gördüğünü söyledi. ŞİDDET ORANI: 5 KADINDAN 1’İ Araştırmaya katılan kadınlara maruz kaldıkları şiddeti sorduklarını anlatan Ebru Çakıcı, “Araştırmaya katılan her 5 kadından biri eşinden en az 1 defa tokat yediğini, her 10 kadından biri yumruk, tekme gibi ağır şiddete maruz kaldığını, her 20 kadından biri ise eşi tarafından sopa ve kemer gibi aletlerle dövüldüğünü belirtti” dedi. CİNSEL İSTİSMAR ORANLARI “Eşi tarafından tecavüze uğrayan kadınların oranı yüzde 3, istenmeyen cinsel pozisyona zorlanan kadınların oranı yüzde 12, cinsel ilişkiye zorlanan kadınların oranı ise yüzde 13.3’tür” diyen Çakıcı, araştırmanın cinsel istismar oranlarını da ortaya koyduğunu söyledi. YARDIM İSTEYEN AZ Genç kadınların şiddete maruz kalma riskinin daha fazla olduğuna dikkat çeken Doç. Dr. Çakıcı, şiddet gören kadınlar arasında tıbbi yardım isteyen veya polise başvuru yapanların oldukça az olduğunu belirtti. Çakıcı, “Şiddet sonrası doktor ve hastaneye başvuran kadın oranı yüzde 5.7, polise başvuran kadın oranı yüzde 2.6, konuyu aile ile paylaşan kadın oranı ise yüzde 10. Bu da şunu gösteriyor. Şiddete maruz kalan kadın utanıyor, bunu kendi ayıbı gibi düşünüyor, bazı kadınlar eşlerini korumaya çalışıyor” ifadelerini kullandı. DİKKAT ÇEKİCİ SONUÇLAR Lefkoşa, Gazimağusa, Girne, Lefke, Güzelyurt ve Karpaz’da yürüttükleri çalışmanın sonuçlarını, Kıbrıs Türk Tabipler Birliği tarafından düzenlenen Kadına Yönelik Şiddet Çalıştayı’nda anlatan Doç. Dr. Ebru Çakıcı’nın Kıbrıs’ta kadına yönelik şiddet konusunda verdiği oranlar şöyle. • Kadınların yüzde 73’ü hakaret, tehtit edilme, küçümsenme gibi psikolojik istismara hayatlarında en az birkaç defa maruz kalıyor. • Eşleri tarafından psikolojik istismara maruz kalan kadınların sayısı yüzde 54, sözsel istismara dışarıda maruz kalan kadın sayısı yüzde 38. böyle bir şiddete maruz kaldığını söylüyor. • 2 kadın ailesi, 4 kadın ise eşi tarafından ateşli silahla yaralanmaya maruz kaldığını belirtti. • 13 kadın şiddete uğradığında vücudunda kırık oluştuğunu söyledi. • Kadınların yüzde 64’ü kendi ailelerinde en az birkaç defa vurma, tokat, itme gibi fiziksel istismara maruz kalıyor. Eşi tarafından bu istismara maruz kalan kadınların oranı yüzde 36.7, aile ve eş dışında bu istismara maruz kalanların oranıysa yüzde 22.7. • Şiddet sonrası doktor ve hastaneye başvuran kadın oranı yüzde 5.7, polise başvuru oranı yüzde 2.6. • Araştırmaya katılan 500 kadından 228’i büyüdüğü aile ortamında en az bir defa tokatla dövüldü. • Yetiştiği ailede cinsel istismara maruz kalan kadın sayısı yüzde 7, eşi tarafından bu istismara maruz kalan kadın oranı yüzde 20 olarak ifade edildi. • 5 kadından biri eşinden en az 1 defa tokat yediğini belirtti. Kadınların yüzde 17’si yetiştiği ailede yumruk, tekme gibi ağır şiddete maruz kaldığını söyledi. • Büyüdüğü aile ortamında her 10 kadından biri sopa ve kemer gibi aletlerle şiddete maruz kalıyor. 20 kadından biri ise eşi tarafından • Şiddete maruz kaldığını ailesiyle paylaşan kadınların oranıysa yüzde 10. • Aile ortamında, sözel cinsel taciz oranı yüzde 5, aile ortamındaki tecavüz oranı yüzde 0.8, eş tarafından tecavüz oranı yüzde 3, istenmeyen cinsel pozisyona zorlama oranı yüzde 12, cinsel ilişkiye zorlama oranı yüzde 13.3 olarak belirlendi. Sf.8 8 Mart 2013 Kıbrıs kadın hareketi tarihine kısa bir bakış Doğuş Derya B ugün kuzey Kıbrıs’ta yaşayan insanların toplumsal cinsiyet eşitliğine dair ortaya koyduğu en yaygın söylem “Kıbrıslıtürk toplumunun cinsiyet eşitsizliği gibi bir sorunu olmadığı” ve “Kıbrıslıtürk kadınların geçmişten beridir erkeklerle eşit ve demokratik koşullarda bir hayat paylaştıkları” inancı üzerine bina edilir. Oysa tarih yaprakları, Kıbrıslıtürk kadınların en temel insan haklarını bile oldukça geç bir zamanda edindiklerini, yakın tarihe kadar eğitim, seçme-seçilme, eşit işe eşit ücret hakları gibi önemli haklara sahip olmadıklarını gösterir. Bu tarihe kısaca bir göz attığımızda, kadınların 1952 yılında eşit eğitim hakkını düzenleyen yasanın çıkmasına kadar büyük oranda eğitim hakkından mahrum bırakıldığını görürüz. 1895 yılında İngiliz Koloni Yönetimince çıkarılan Maarif Kanunu sonucunda, çeşitli kasabalarda maarif komisyonları kurulmuş ve bazı kız okulları açılmış olmasına karşın, bu yıllarda kızların okula gönderilmesi tamamen aile reislerinin tercihine bağlı bırakılmıştır ve dönemin koşulları içerisinde eğitim “kızlar için gereksiz, aile bütçesi için de masraflı” bir hadise olarak görüldüğünden, bu okullara gönderilen kız çocuğu sayısı oldukça düşüktür. 1901 yılında kurulan ve daha sonra Viktorya Kız Okulu adını alacak olan Hamidiye Sınaî Mektebi, “kızlara ev işlerinde yardımcı olacak zanaat eğitimi vermek üzere” ortaokul düzeyinde kurulan ilk okuldur ve adından da anlaşılacağı üzere, bu okulun verdiği eğitim, kadınların kamusal alana çıkmasını teşvik edecek bir eğitimden çok, kadın alanı/görevi olarak görülen “hane içi işlerde/özel alanda” kadınlara yüklenen geleneksel roller üzerine kurulan bir eğitimdir. Bu okul, gerek açıldığı ilk dönemde, gerekse Viktorya Kız Okulu’na dönüştüğü dönemde, zorunlu eşit eğitim hakkını düzenleyen herhangi bir yasa söz konusu olmadığı için, 1930’lı yıllara kadar öğrenci sayısı düşük bir okul olmaya devam etmiştir. Bu yıllarda Viktorya Kız Okuluna giden öğrenci sayısında küçük bir artış olsa da, mezun olan kadınların yapabileceği tek meslek sadece varolan kız mekteplerinde muallimelik görevidir ve başka meslek alanlarında kadınlara yer yoktur. 1920’li yılların başlarından itibaren Erkek Okullarından mezun olan öğrenciler Türkiye’de üniversiteye giderek doktorluk, mühendislik, avukatlık vb. meslekleri kamusal alanda icra edebilme kapasitesini kazanırken, kadınlar bu haktan 1930’lu yıllarda bile hâlen yoksundur. Dolayısıyla icra edebildikleri meslekler hasta bakıcılığı, temizlikçilik, ebelik, şapkacılık, terzilik, bahçe ve tarla işleri gibi, kamusal alanda doğrudan görünürlüğü olmayan işlerdir. Bu dönemde SES gazetesi sayfalarında Kıbrıslı Türk kadınların “dünya kadınlık inkılâbının çok gerisinde kalmasına sebep olan tahsilsizliğini” gidermek gerektiğini söyleyerek “kadınların haklarını, vaziyetini ve (içtimai hayatta) alması icap eden mevkii öğrenmeliyiz” diyen Ulviye Mithat’ın yazılarından anladığımız kadarı ile, 1930’lu yılların ortalarında kadınlar, işsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik vb. sorunlar altında ezilmektedir. Şu ana kadar ulaşılan yazılı kaynakların gösterdiği kadarı ile 1. Dalga Feminist talepler arasında bulunan eğitim ve meslek sahibi olma hakkı gibi eşitlik taleplerini, dönemin Kemalist modernleşme paradigması içerisinden seslendiren ilk kadın hakları savunucusu olan Ulviye Mithat’a karşı SES ve SÖZ gazetelerinde dile getirilen eleştiriler, dönemin zihniyet dünyasına hâkim olan erkek egemenliğini takip etmek açısından önemli ipuçları verir. Örneğin, Ulviye Mithat’ın 17 Ekim 1935’te kaleme aldığı ve kadınların medeni haklardan mahrum kalışlarını “itiyat, anane ve kendisinden yüksek olan kimselere karşı duydukları korkuya” bağladığı yazısına karşılık, M. Hakkı isimli bir şahıs, “kadınların erkeklerden geri kalmalarına sebep, akıllarının daha küçük olması ile daha kabiliyetsiz, daha kuvvetsiz olmalarıdır. Bünyece zaif, dimağca zaif ve kudretçe zaif olan bir cins, bünyece kuvvetli, dimağca kuvvetli, kudretçe kuvvetli olan diğer cinse yetişemez” demekte ve dile getirdiği bu “hakikate” karşı çıkmanın “güneşi saklamaya sarf edilmiş bir gayret kadar imkânsız” olduğunu söylemektedir. Dönemin anlam haritalarını örneklemesi açısından verdiğimiz bu küçük emsal bile, 20. Yüzyılın ilk yarısında Kıbrıs Türk toplumunda işlev gören erkek egemenliğinin biyolojik-özcü bir cinsiyetçilikten beslendiğini ve kadınları erkeklere eşit bireyler olarak değil, aile hayatı içinden (annelik, zevcelik vb. pozisyonlardan) tanımlayan bir ideolojik yapı olduğunu gösterir. Bu ideolojik yapı içerisinde kadınların hak ve özgürlüklere sahip olması gereken insanlar olarak görülmeleri bir yana, kimi zaman alınıp satılabilen bir meta gibi görüldükleri, Neriman Cahit’in Araplara Satılan Kızlarımız kitabı ile günışığına çıkmıştır. Aslında söz konusu mesele “izdivaç” olunca, şehirlerde yaşayan genç kadınların durumunun da köylerde yaşayanlardan çok farklı olmadığını ve şehirlerde ikamet eden yoksul kadınların büyük oranda aile içindeki erişkin erkeklerin uygun gördüğü kişilerle evlendirildikleri bilinmektedir. Velâkin, şehirde yaşayan orta sınıf ve üstü kadınların (özellikle de eğitim almışlarsa) durumu, yoksul kadınlara nazaran bir nebze de olsa daha iyidir. Şöyle ki, orta sınıf ve üstü kadınların İngiliz dönemi boyunca belirli dernek ve kulüplerde yan yana gelebilme ve kendi koşulları içerisinde bir eyleyicilik üstlenebilme kapasiteleri az da olsa vardır. Tahmin edilebileceği gibi, kadınların dernekler aracılığı ile ortaya koyabildikleri bu kapasite, dönemin erkek egemen ideolojisinin çizdiği görünmez sınırları aşmamak kaydı ile gerçekleşen bir kapasitedir. Toplumsal cinsiyet düzeni dediğimiz sistemin ikili ayrımlar üzerinden işleyen bir sistem olduğunu; eril olanı “rasyonel”, “bilimsel”, “girişken”, “savaşçı” vb. özelliklerle tanımlarken, dişil olanı “irrasyonel”, “doğal”, “şefkatli”, “anne” vb. özelliklerle konumlandırdığını ve cinsiyetlere atfedilen bu özelliklerin, hiyerarşik olarak toplumsal/ailesel rol ve görevleri tanımlanmakta kullanıldığını hatırlarsak, bu dönemde anne, zevce vb. konumlar içinden tanımlanarak ikincilleştirilen kadınlara bırakılan tek eyleyicilik alanının, yine bu pozisyonlara atfedilen “şefkat, yardımseverlik, anaçlık” gibi değerlerle sınırlandırıldığını görürüz. Nitekim 1931-1951 yılları arasında kurulan kadın dernekleri toplumsal cinsiyet düzeninin kadınlara biçtiği roller ile paralel bir yapıdadır ve hemen hepsi hayır ve yardım amaçlı derneklerdir. 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna dek geçen süreçte hayır ve yardım amaçlı kurulan kadın dernekleri ve kulüplerinin sayısı 11 civarındadır. Fakat bu sayıya 1953 yılında kurulan Kıbrıs Türk Kadınlar Birliği dâhil değildir, çünkü Kıbrıs Türk Kadınlar Birliği, hayır ve yardım amaçlı faaliyetler düzenlemekten çok dönemin milliyetçi ruhuna uygun olarak Kıbrıs Türk kadınlarını “milli dava” için hareketlendirmek işlevini yerine getirmiştir. Birlik tüzüğünde “Kıbrıs Türk kadınlığının eşit haklarını sağlamak ve kadınlığın sosyal ve kültürel anlamda kalkınmasına hizmet etmek” gibi bir amaç tanımlansa da, bu amaç, dönemin siyasi atmosferinden dolayı Birlik üyelerinin öncelikli siyaseti ol(a)mamış ve Birliğin yürüttüğü politika, milliyetçi elitlerin çizdiği sınırlar içinde kalmıştır. 1960 yılına gelindiğinde ise, Kıbrıslıtürk kadınlar ilk defa seçme ve seçilme hakkını kazanırlar. Bu yıllarda, eğitim ve seçme-seçilme haklarını elde etmek, 1950’lerden itibaren yüksek öğrenim için Türkiye’ye giden kadınların sayısının artmasına, dolayısıyla da kamusal alanda görünürlüğü olan meslekler edinmelerine yardımcı olmakla birlikte, kadınların sosyal ve ekonomik statülerinin eşitlenmesine yol açmaz. 1970’lerin sonlarına kadar “eşit işe eşit ücret” ilkesini düzenleyen herhangi bir yasa bulunmadığı için, mesela yüksek öğrenim görüp öğretmen olan kadınlar 1977 yılına kadar erkek meslektaşlarının yarısı kadar ücret almaya devam ederler. Bu noktada 1974 yılındaki bölünmeye kadar, kadınların kamusal alanda yürüttükleri mesleklerin ağırlıklı olarak hala onlara yüklenen toplumsal cinsiyet rolleri ile bağlantılı olan hemşirelik ve öğretmenlik meslekleri olduğunu da belirtmekte fayda vardır. Sf.9 8 Mart 2013 1974 yılında adanın kuzey ve güney olarak ikiye bölünmesi ve Kıbrıslıtürk nüfusun topluca kuzeye yerleştirilmesi sonucunda, dönemin milliyetçi iktidarının uzun zamandır hayalini kurduğu “Kıbrıs’ta bir Türk ulusu ve pazarı” inşa etmenin fiziksel koşulları da oluşmuş olur ve kadınlar ilk defa bu dönemde makro ölçekte ekonomiye dâhil edilirler. Artık sınırları belirlenmiş bir toprak parçasında, homojen bir nüfus (bir millet) ve bir devlet yaratma derdi vardır ve bu dert, ekonomik kalkınma için ihtiyaç duyulan emek talebini de artırır. Bu yıllarda kadınlar, fabrikalarda ve devlet dairelerinde istihdam edilerek kamusal alandaki işgücüne dâhil edilmeye başlarlar. Velâkin, kamusal alana yapılan bu ekonomik girizgâh, kadınların, ev içinde yapageldikleri geleneksel işlerin değişmesi anlamına gelmez. Tam aksine, kadınlar evlilik ve aile kurumlarının o güne dek dayattığı geleneksel rolleri yerine getirmekle de mükellef bir kesim olarak çalışma hayatına dâhil olurlar. Kadınların bu dönemde sadece emek talebini karşılamak üzere “mecburen” kamusal alana dâhil edildiklerinin ve siyasi özneler olarak görülmediklerinin en açık kanıtı, 1975 yılında kurulan Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurucu meclisidir. Dönemin milliyetçi elit erkekleri KTFD kurucu meclisinde görev yapmak üzere çeşitli örgütlerden birer temsilci davet ederlerken, bu örgütler arasına kadın derneklerini dâhil etmemişlerdir ve bu davetin olmaması da tesadüf değildir. Başta dönemin toplum lideri Sayın Rauf Raif Denktaş olmak üzere, siyaset sahnesinde bulunan birçok erkek, kendisi hâlihazırda erkek egemen bir ideoloji olan milliyetçiliğin etkisindedir; dolayısıyla da kadınları karar verici siyasi özneler olarak kabul etmekten çok, onları “ulusal işlevlerine” göre konumlandırarak nesneleştiren patriarkal bakış açısına sahiptir. Bu patriarkal bakış açısı, birçok milliyetçiliğin ana unsurlarından biridir ve kadınları, ulusal nüfusun ve sınırların biyolojik yeniden üreticileri, etnik farklılıkların imleyenleri , kültürel aktarımın taşıyıcıları vb. sembolik pozisyonlara konumlandırarak, onların ulusal işlevlerini tasarlar. Ve birçok ülkede olduğu gibi, Kıbrıs’taki milliyetçilik de kadınların ulusal işlevlerini “annelik” üzerinden tanımlayarak kadınların siyasete müdahil olma alanlarını, biçimlerini ve sınırlarını bu işlev içinden belirlemiştir. Tevekkeli değil, 1974 sonrasında kurulan ilk kadın örgütünün adı Kıbrıs Türk Anneler Derneği’dir ve derneğin amaçları “toplumun ve devletin esasını teşkil eden aile hususunda eğitici ve öğretici çalışmalarda bulunmak; Türk kültür ve terbiyesine bağlı evlatlar yetiştirilmesi hususunda Türk annelerine yol göstermek; Türk aile ocağını ve aile nizamını sarsıcı fikirlerin ve icraatların karşısında olmak” olarak belirlenmiştir. Gerek Kıbrıs Türk Anneler Derneği, gerekse aynı yıl kurulan Kıbrıs Türk Kadınlar Konseyi Derneği’nin tüzüklerinde tanımladıkları amaçlar, dönemin zihniyet dünyasına hâkim olan (milliyetçi) erkek egemenliğinin, kadınların muhayyile sınırlarını ve eyleyicilik alanlarını nasıl belirlediğini gösteren önemli örneklerdir. Ve fakat bu kurumsal örneklerden çok daha önemli bir örnek vardır ki, o da Sayın Rauf R. Denktaş’ın 1973 yılında ikinci defa kaleme aldığı ve bir kısmını “ideal bir Türk kadınının nasıl davranması gerektiğine” ayırdığı Saadet Sırları adlı kitaptır. Rauf Denktaş, Saadet Sırları adlı kitabında, “Yuva, cemiyetin en küçük nüvesidir” diyerek, ailedeki mutluluğun cemiyet, millet ve vatanın mutluluğunun kaynağı olduğunu, bu mutluluğun “Yuvayı yapan dişi kuştan” geçtiğini, “fakat bunun erkeği saf dışı bırakmak” demek olmadığını, “büyümüş bir bebek gibi olan erkeğin” yuvasında mutlu olabilmesi için “(kadının) akıllı bir şekilde davranarak, kocasını beğenmesi, takdir etmesi” gerektiğini, “(kadının) erkeği ile geçinebilmesi için, erkeğin beğendiği huy ve adetler adapte olmasını bilmesini” salık verir. Rauf Denktaş, “Faziletli bir yuva için” kadının, “kocasına infial etmeden”, onun başında “niye konuşmuyorsun?” diye dırdır etmeden, evini ve çocuklarını temiztertipli ve organize tutması gerektiğini anlatır. Bu yazının sınırlarını aşmamak için oldukça kısıtlı bir şekilde verdiğimiz bu küçük örnek bile, kadınların eşit bireyler olarak değil, doğrudan cinsiyetleri üzerinden ve cemiyet/millet/aile gibi kurumlar içerisindeki cinsiyetlendirilmiş rollerinden doğru tanımlandığını gösterir. Bir başka deyişle kadınlar, eşlerini mutlu etmek, çocuklarını ve yuvalarını organize etmek görevleri ile donatılmış, cemiyet ve milletteki rolleri bu işlevler içerisinden tanımlanarak erkek gözüne göre sembolleştirilen nesnelerdir. Patriarkal bakışın cinsiyetlendirilmiş iktidar alanları ve kimlikler yaratarak kadınların toplumsal statülerini nasıl belirlediği, milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet bağını irdeleyen birçok çalışmada ele alınmıştır. Velâkin, mesele Kıbrıs Türk Kadın Tarihi olunca, patriarkal bakışın dayattığı cinsiyetlendirilmiş kimlik ve rollerin, sadece Türk milliyetçileri tarafından değil, sol siyaset yapanlar tarafından da dayatıldığını söylemek gerekir. Özellikle 1974 bölünmesinden sonra adanın yeniden birleştirilmesi talebiyle sahneye çıkan; 1970’ler ve 1980’ler boyunca da kendini “sosyalist devrim” paradigması içerisinden ifade eden Kıbrıs Türk solunun da yapısı, en az milliyetçiler kadar ataerkildir. Bu dönemde siyaset yapan solcu erkekler için kadınların içinde bulunduğu ezilmişlik koşulları kapitalist sistemin bir ürünüdür ve bu sisteme karşı verilecek sosyalist mücadele, kadınların kurtuluşunu da getirecektir. Sınıf politikasını cinsiyet politikalarının üzerinde gören Kıbrıs Türk solu için ilk ve öncelikli siyaset, sınıf analizine dayalı sosyalist mücadele olduğundan, sol gruplar içerisinde siyaset yapan kadınların da sosyalizm dışında bir politika yürütmesi makbul değildir. Bu siyasete örnek teşkil etmesi açısından, mevzubahis sol gruplardan KÖGEF içerisinde bulunan kadınlar tarafından 1977 yılında kurulan Yurtsever Kadınlar Birliği (YKB) verilebilir. Yurtsever Kadınlar Birliği, ilk defa 1976 yılında adaya dönmeye başlayan KÖGEF’li kadınlar tarafından, 22 Nisan 1977’de kurulur. KÖGEF’li kadınlar, Türkiye’de istişare halinde bulundukları İlerici Kadınlar Derneği (İKD) deneyiminin de etkisi ile aralarında işçi, ev kadını, avukat, öğretmen, hemşire vb. meslek gruplarından kadınların bulunduğu toplam 23 kurucu üye tarafından sosyalist terimlerle kurulan bir örgüttür. YKB’nin önemi, 1974 sonrası dönemde kadınların ekonomiye dâhil olmasına paralel olarak, onların toplumsal, ekonomik ve sosyal haklarını aynı anda görünür kılmaya çalışan ilk örgüt olmasıdır. Kurucu üyelerden Dudu Soyer’in sözleri ile “Kadınların ve çocukların tüm çalışanlarla birlikte iş güvenliğine kavuşturulması ve kadını aşağılayan tüm gerici, tutucu görüşlere karşı mücadele etmek” ilkeleri etrafında örgütlenen YKB, bir yandan çalışan kadınların çocuklarının bakımı için gerekli olan kreş talebini toplumun gündemine getirmeye çalışırken, öte yandan eşit işe eşit ücret sloganıyla kadın ve erkek çalışanların arasındaki ücret dengesizliklerinin giderilmesi, pahalılığı protesto yürüyüşü düzenlemek gibi faaliyetlerde bulunarak Kıbrıslı Türk kadınların sorunlarını ifade etmeye girişirler ve 1978 yılından itibaren de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlaması düzenleyerek bu olaya görünürlük kazandırırlar. YKB deneyimi, Kuzey Kıbrıs’taki kadın örgütlenmelerinin içinde yoğrulduğu problemlerin görülmesi açısından iyi bir emsaldir; çünkü hem YKB, hem de 1974 sonrasında kurulan birçok kadın örgütü, siyasi arenada aktif rol oynayan erkeklerin politik gündemlerinin ekseninde kurulmuşlar; işbirliği içinde oldukları erkeklerin çizdikleri ajandalar ve alanlar içinde siyaset yapmak zorunda kalmışlar ve 1990’ların ortalarına kadar da kendi taleplerini geliştirmek konusunda da hem geri durmuşlar hem de ötelenmişlerdir. 1990’lı yıllar ise Kıbrıs Türk Kadın Hareketi açısından hem söylemsel hem de örgütlenme anlamında yeni fırsatların doğmaya başladığı dönemdir. Bu dönemde “sosyalist devrim” paradigmasının ışıltısını yitirmesi, o güne dek bu paradigma dışına çık(a) mayan “solcu” kadınların, kadın haklarına odaklanan siyaset yapma alanlarını açmalarına yardımcı olur. Bu değişim kıpırtıları, kadınların 1995’te Pekin’de düzenlenen BM Dünya Kadınlar Kongresi’ne katılması ile ilk meyvesini verir ve bu kongreye katılan kadınlar adaya döndükten bir süre sonra ortak bir Kadın Platformu oluşturma kararı alırlar. Barış ve Federal Çözüm için Kadın Hareketi, Kadın Araştırmaları Merkezi, Yurtsever Kadınlar Birliği, Kıbrıs Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği ve Kıbrıs Türk Kadınlar Birliği gibi “sol” ve “sağ” kadın örgütlerinin bir araya gelmesi ile alınan bu karar, Kıbrıslıtürk kadın hareketinin tarihinde bir dönüm noktası sayılır. Bu karar ile birlikte farklı kadın örgütleri, daha önce “imtina” ettikleri birlikteliği kurmuşlar ve ilk defa ortak bir kadın sözü etrafında birleşme iradesi koymuşlardır. Tarihe Kadın Platformu olarak geçen Bu yazı www.feministatolye.org sitesindenalınmıştır. ve beş yıl boyunca aktif şekilde faaliyet gösteren Platform, 1996 yılında Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ni (CEDAW) meclisten geçirmiş, karar alma mekanizmalarındaki kadın sayısını artırmak için gerekli olan kota tartışmasını açmış ve Aile Yasası’nda varolan cinsiyet ayrımcılıklarını gidermeye çalışarak, bu yasayı eskisine göre daha eşitlikçi bir hale getirmiştir. Fakat maalesef, Kadın Platformu döneminde dahi, Kıbrıslıtürk kadın hareketi feminist bir yapıya bürünmemiş, kadınların bu dönemdeki kazanımları sadece yasal düzeyde kalmıştır. Elbette ki, CEDAW ve Aile Yasası bağlamında Platform’un elde ettiği kazanımlar oldukça önemlidir velâkin, Kıbrıslıtürk kadınların bu birlikteliğinin gündelik ve siyasi hayattaki ataerkil iktidar yapılarını bozacak feminist bir siyasete dönüş(e) memesi, kazanımları sadece yasal haklarla sınırlamıştır. Nitekim CEDAW’ın kabulünün üzerinden 14 yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen, uygulamada bu konvansiyonun hala işletilmemesi de tabandan beslenen feminist bir siyasetin gelişememesinin sonucudur. Günümüz Kıbrıs’ı da toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarını kuşatan yapısal, sosyal, siyasi ve kültürel koşullar anlamında, maalesef 1990’lı yıllar ile çok farklı değildir. Birçok yasada devam eden cinsiyet ayrımcılığı bir yana, istihdam ve ücret politikalarında kadınlara karşı ayrımcılık devam etmekte, siyasi karar alma mekanizmaları içerisinde kadınlara görünürlük kazandıracak uygulamalar hala ötelenmektedir. Aile içi şiddet başta olmak üzere, kadınlara yönelik psikolojik, cinsel ve fiziksel şiddet hala inkar edilirken, siyasi, sosyal ve ekonomik yaşamı toplumsal cinsiyet eşitliği doğrultusunda düzenleyecek kurumlar devlet eliyle bir kenara itilmektedir. Yabancı uyruklu kadınların cinsel köle yapıldığı gece kulüpleri yasalarca meşrulaştırılırken, ucuz emek olarak kadın emeğinin sömürüsü de giderek artmaktadır. Velakin, yaşadığımız cinsiyetçi koşullar giderek kötüleşirken, Kıbrıs’ın kuzeyinde umut verici gelişmeler de olmakta; “ben feministim ve bu cinsiyetçi düzeni değiştirmeye talibim” diyen cesur aktivistlerin sayısı her geçen gün yükselirken, toplumsal cinsiyet eşitliği ile doğrudan ve dolaylı olarak uğraşan hak örgütlerinin sayısında artış görülmektedir. Feministlerin, kadın hakları savunucularının ve eşcinsellerin kamusal alanda açtığı tartışmalar, demokrasi duygusuna sadakatinden vazgeçmeyen birçok kesime ulaşmakta, sendikalardan siyasi partilere birçok örgüt, içinde bulundukları ataerkil ve geleneksel yapıları bazen dirençle bazense gönüllü olarak değiştirmek yönünde adımlar atmaya başlamaktadır. Bu değişim süreçleri, özellikle feminist ve lgbt aktivistler açısından hiç de kolay yaşanan süreçler olmasa da, bu deneyimin hepimize gösterdiği bir yer vardır: İktidarın olduğu her yerde direniş, direnişin olduğu her yerde umut mutlaka vardır! Sf.10 8 Mart 2013 NASIL ‘DUR’ EMRİ VERİLEBİLİR; YABAN BALI ÖZGÜRLÜK KOKAR İki kadın bir kalem “Ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında / böyle / sabırlı / ağır / başıboş / gitmekte olan kimseye / nasıl ‘dur’ emri verilebilir” Furuğ Ferruhzad “Yaban balı özgürlük kokar / Toz, güneş ışını kokar / … Aşk ise elma / Ama biz biliyoruz artık / Yalnız kan, kan gibi kokar” Anna Ahmatova Fatma TÜRKKOL 5 Ocak 1935’te Tahran’da doğdu Furuğ Ferruhzad. Mahalle Okulu ve Kız Sanat Okulu’nda başladı eğitimine. 16 yaşında evlendi, 17 yaşında anne oldu ve 18 yaşında boşandı. Ferruhzad için boşanma mahkemesi, tek çocuğu Kamyar’dan ayrılığın ismi oldu. Velayeti babasına verilen çocuğunu ömrünün sonuna kadar bir daha göremedi. Özlenen bir çocuk yüküyle yeniden döndüğü Tahran’da şiir yazmaya devam etti. İranlı Cüzzam hastalarını anlattığı “Kara Ev” belgeselini çekti ve pek çok ödül aldı. Belgesel çekimleri sırasında tanıştığı Hüseyin Mansur’a, göremediği oğlu Kamran’ının yerine anne oldu. Ferruhzad, 32 yıl, 39 gün yaşadı. Yüzlerce şiir yazan, yüreğini belgesel diye çeken, el koyulan “ses”ini geri almak için mücadele eden kadın, 32 yılın sonunda 3 gün cenaze namazının kıldırılmasını ve defnedilmeyi bekledi. O ebediyete kadar konuşacak güçteydi artık… ÖTEKİ KADIN: AHLAKSIZ, FAHİŞE, CADI Furuğ Ferruhzad’ın ilk şiir kitabı olan Tutsak 1952 yılında İran’da yayınlandığında Musaddık Başbakan, halk ayaklanmaları sebebiyle Şah da kaçaktı. Halk, İran tarihinde yaşanan en büyük yoksulluk dönemlerinden biri içinde çırpınmaktaydı. Hep petrol ve doğal zenginlikleriyle dikkat çeken ülkenin insanları, büyük oranda işsiz ve yoksulluk içindeydi. Bu ortamda Ferruhzad’ın ilk şiir kitabı büyük bir tepki aldı. Bu tepki, bir kadının yazdığı şiirlerin toplu olarak basılıyor olmasından öte, çok daha şiddetli bir olumsuzluk içeriyordu. Babası, eşi, edebiyat çevrelerindeki erkek yazarlarca isminin önüne koyulan sıfatlar, “ahlaksız”, “cadı”, “fahişe”, “nankör”le başlayarak uzayıp gitmekteydi. Gerçekte hepsi, şiirlerin “başka” olduğunu, önü alınamaz bir etkiyle yayılacağını açıkça görmüşlerdi. Tepkilerin sertliği de bundan başkasının ispatı değildi. İlk şoklar, şaşkınlık, tepkilerin kontrol edilemediği anlardır. Ferruhzad’ın şiirlerine gösterilen açık tepkinin şiirleri belirginleştirici, daha da dikkat çekici kılan etkisi belli ki hesaplanamamış. Çünkü Furuğ Ferruhzad’ın şiirlerine karşı, tepkiler nispetinde büyüyen bir ilgi vardı. Okuyucu şiirlerin peşine öyle çabuk düşmüştü ki edebiyat çevrelerinin, “Bir kız çocuğunun, akıl hastasının yazdıkları şiir kabul edilebilir mi?” türünden tartışmalar anlamsızlaşmıştı. “Günah” isimli şiirinden sonra babası tarafından reddedilen, eşi tarafından terk edilen, tek çocuğunu ömrünce göremeyen Ferruhzad yaşadıklarına kalemiyle karşı duruyor, “Kaçıyorum bu insanlardan / Görünüşte benimle olan / Fakat içlerinde hakaretten / Eteğimde bin bir yama yamayan” diye yazıyordu. “BİR YABANCI GİBİ MUTLULUĞA BAKIYORUM” “Tüm yeryüzü varlığının belirsizliği”ni, gökyüzünün, “yalın ve kederli umutsuzluğu” ve “betona kesmiş ellerin güçsüzlüğü” olarak tanımlayan kadın, “Bir yabancı gibi mutluluğa bakıyorum” diyor, “Sen o aydın ve pırıl pırıl gökyüzüsün / Ben bu kafeste bir tutsağım” ifadeleriyle kendisini anlatıyor ve acısını tüm İran kadınları adına, dokunulabilecek, görülebilecek bir gerçeklikle içine sokulmadığı dünyanın tam ortasına yerleştiriyordu. Ülkesindeki kadınların ortak görülen kaderlerini öyle tarif ediyordu ki, bütün olan, “özel”likleri düzlenen kadınlar belirginleşiyor, kalıpların dışına çıkıyor, nefes alıp vermeye başlıyor, birden aynalarda görünür oluyorlardı, “Gecenin kokusunu hediye eden kargalara / Yaşlılık biçimim olan ve aynada yaşayan anneme”. ERKEK DÜNYASINDA KONUŞMAK Toplumunda, yazan kadınların sınırlarını kabul etmeyişi onun gerçek reddediliş sebebi olarak görülebilir özetle. Çünkü aşılan kurallar, tüm ilişkileri erkek bir temele oturtan düzenin parçalarıdır. “O şiirlerinde ilk kez, sevdiğinin cinsiyetini belli eden kadın şairdir” demek bile ne tür bir sınır aşımından söz edildiğini anlamaya yeter, “Ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında / böyle / sabırlı / ağır / başıboş / gitmekte olan kimseye / nasıl ‘dur’ emri verilebilir”. DUVAR, TUTSAK, İSYAN Haşim Hüsrevşahi, Ortaçağ Fransa’sında cadı ilan edilen kadınların öldürülüşünü hatırlatır Ferruhzad hakkında yazarken. Ona göre bu kadınların yakılması iki türlüdür. Cadı ilan edilen kadın yakılır, kül olur. Ondan kalan çığlığı, dumanı ve et kokusudur. Yani ondan geriye, akıllardan asla çıkmayacak bir büyü kalır. Veya kadın yakılır ama yandıkça diri kalır, ateşin sahiplerinin gözlerine bakar. Hüsrevşahi’ye göre bu, kadının zihninin yakılmasıdır. Bilincinin, varlığının yakılmasıdır ki Ferruhzad böyle yakılmıştır, bir büyü olarak kalmamıştır, canlı bakmaktadır. “Canlı bakmak” için ödenen bedel kelimelerinden izlenir Ferruhzad’ın, “Duvar”, “Tutsak”, “İsyan” koyar şiirlerinin adlarını. “Ey felçli güvercinler” derken özgürlüklerden bahsedenlerin kayıtsızlığına vurur kelimelerini. Unutmak istenenleri hatırlamamak imkansızdır artık. Kocaman ve derin bir acıya okuyucunun ellerini dokundururken gökyüzünü işaret eder ve ümitten söz eder birden. Bitmeyecek bir değişim isteğinin hissini taze tutacak mücadeleyi, “Bahçeye dikeceğim ellerimi / Çiçekleneceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum / Ve bembeyaz yumurtalarını bırakacak kırlangıçlar / Avuçlarımın mürekkep lekeli avuçlarına” diyerek apaçık, birden bire söyleyiverir. AKIL TUTULMASINDAN ÖZGÜRLEŞME Akıl anlamak ister. Mukayese etmek, tercih etmek, birinden vazgeçmek ister. Akıl anladığını beğenmek ister ve eleştirmek. Yaşadıkları toplumlarda susan bu kadınların, eleştirmeleri, birinden Sf.11 8 Mart 2013 vazgeçmeleri, sahiplenmeleri yani gerçekte, akılları yasaklanmıştı. Furuğ Ferruhzad bu yüzden Muhammed Rıza Şah döneminde ilk çıkarttığı kitapta “Gelirsen benim evime ey sevgilim bir lamba getir bana / ve bir pencere” derken karanlığın kuytusunda küçücük olup çıkış yolu aramanın çırpınışını anlatmaktadır. Mahkum edildiği karanlığın ufalayıcı ağırlığında yok olmaktan kaçmak ister. AYRI COĞRAFYALARDA AYNILIK Furuğ Ferruhzad’ın sesine eştir Anna Ahmadova’nın sesi… Öyle yakın kelimelerle, öyle aynı yürekle ve aynı büyüklükte bir mücadele verirler ki, benzerlikleri onları kendiliğinden ayrılmaz kılıyor. İki kadın şairi başka bir dünya ve başka bir çığlık sanmak bir yanılgı olur. Onlar şiirlerini yaşadıkları coğrafyalara, silinmez bir “his” olarak bırakmaya çalışırken, aynı tırnaklarını bıraktılar topraklarında… Bu yüzden Ferruhzad’dan söz edilirken Ahmadova kendiliğinden geliverir… 23 Haziran 1889 Odessa doğumlu Anna Ahmadova. 11 yaşında ilk şiirini yazar, 23 yaşına geldiğinde şiir kitabı yayınlanır. Resmi Sovyet eleştirmenlerince önce “burjuva” kabul edilen şiirleri, kısa bir süre sonra “Sovyet halkına yabancı, erotik, gizemci” bulunur. Sonra Yazarlar Birliği’nden atılma, ilk eşi ve oğlunun hapis günleri, sürgün edilmek, ölümü ve götürülenleri izlemek… Ferruhzad kadar hırçın olmayan bir ifadeyle çığlık atar Ahmadova da. “Burada ak ölüm evleri işaretledi / Kargaları çağırıyor / ve kargalar sökün ediyor” diyerek anlatır nasıl bir dünyaya mahkum edildiğini… TARİF ETMEK CESARET İSTER Ahmadova tanımları olmayan gerçeklerin savaşı içinde, yalnız bir kadın olarak çizer sınırları. Kimsenin sorunları tarif etmediği bir dünyada açık açık söylemeye cesaret eder, “Yaban balı özgürlük kokar / Toz, güneş ışını kokar / … Aşk ise elma / Ama biz biliyoruz artık / Yalnız kan, kan gibi kokar”. Ve kararlıdır, “Leningrad’ın yaşadığı felaketi / Elimle bir kenara itmeyeceğim / Gözyaşlarımla yıkamayacağım / Toprağa gömmeyeceğim”. Konuşma isteği, yükselen sesi, rejim için tehlikeli görülmektedir. Eşini, oğlunu, arkadaşlarını yitirmenin yanında, Yazarlar Birliği’nden çıkartılır. Sanat çevreleri içindeki hayatı da kısıtlanarak, istenilen çerçeveye girmeye zorlanır, çünkü Ahmadova susmalıdır. Her hayatı şekillendiren bir çaba varsa, onun hayatının çabası konuşmaktır. İlk seçimi soy adıyla yapar, şiir yazmasını istemeyen babasının soy adını kullanmayı bırakır, büyükannesinin adını taşımaya başlar. Toplumun ve sistemin elinden aldıklarının arkasından mağrur bir ağıt yakar, “Gün doğumunda götürdüler / Bir ölü kaldırıyormuşçasına izledim seni”, “Ne kadar zaman bekleyeceğim idamını / Yalnız toza batmış çiçekler var / Bir de buhurdanların titremeleri ve izler / Bir yerlerde, hiçbir yere varmayan / Ve gözlerime bakıyor dimdik / Eli kulağında bir ölünün göz dağıyla / Koskocaman bir yıldız” Eşinin ve arkadaşlarının kurşuna dizildiği ve oğlunun hapis cezası aldığı Stalin döneminde yaşayan Anna Ahmatova’nın, Ferruhzad gibi “Çok işi vardır; ruhunu taşa dönüştürerek yeniden yaşamayı öğrenmesi gerekmekte”dir. “O korkunç İyejov’lu yıllar boyunca, 17 ay boyunca, Leningrad hapishaneleri kapısında kuyruğa girdim. Bir gün, kuyruktakilerden biri, beni tanır gibi oldu. Bunun üzerine arkamda, sırasını bekleyen dudakları morarmış bir kadın, adımı ömründe duymamış bu kadın, uyuşukluktan sıyrılıp kulağıma eğildi ve sordu –orada yalnız fısıldayarak konuşulurdu‘Peki bunu anlatabilir misiniz?’, yanıtladım ‘evet’. Bunun üzerine o eski günlerdeki yüzünden bir gülümseme gelip geçti”. Oğlunun “karşı devrim girişimi” suçuyla tutulduğu hapishanenin kapısını böyle anlatır Anna Ahmatova. Kendisiyle birlikte bekleyen kadınları yazar, kendisini yazar. “Benim şehrim” diyerek bağlandığı yerden sürülürken, mekandan ve hayattan sürülür. Artık durdurulamaz onun kelimeleri… TARİF EDİLEBİLEN ACILAR TEHLİKELİDİR Şiirlerinde anlattığı acı öyle tarif edilir ki, Leningrad hapishaneleri önündeki dudakları morarmış kadınlar tek tek satırlardadır. Tarif edilebilen acılarsa tehlikelidir. Yazar, “konuşulması uygunsuz konular”dan söz etmektedir. “Ahmatova’nın şiirinin malzemesi baştan sona bireycidir. Kilise mihrabıyla yatak odası arasında gidip gelen bir kadının şiirleridir bunlar. Bir yarısı rahibe, öbür yarısı fahişe, daha doğrusu hem rahibe, hem fahişe olan birinin, fuhuşla duanın karışımı şiirleridir bunlar” denilerek eleştirilmesi de beklenen bir durumdur, her seferinde “yeniden yaşamayı öğrenmek” zorundadır, “Bugün çok işim var / Belleğimi öldürmek sonuna kadar / Ruhumu taşa dönüştürmek / Yeniden yaşamayı öğrenmek”. BENZERLİK: ERTELENMİŞLİĞİN “ŞİMDİ”LİĞİ Onların hayatlarındaki ortak özellikler şiirlerinde kullandıkları kelimelerden izlenebilecek kadar açıktır. Her ikisi de “erkek”lerin dünyasında konuşmak istemektedirler. Onlar sistemleri eleştirmek, aşık olup ‘istemek’ ve vazgeçip ‘bırakabilmek’ özgürlüğü isterler. • Her ikisi de kendilerini seçen değil, kendilerinin seçtiği erkeklere aşıktır, kimseye dokundurmadan aşklarını öylece yaşamak, büyük bir mücadeleyi gerektirmiştir. Tercih ettikleri mücadele yöntemi de “gerçek” dünyanınkilerden farklıdır. Şiddete yaslanarak kendilerini kabul ettiren sistemler içinde “konuşmak”tadırlar. ŞİİRLERİ SERBEST, DUYGULARI YASAK Bugün Furuğ Ferruhzad, İran’ın Türkiye Konsolosluğu tarafından oluşturulan İran Kültür Evi’nin resmi internet sitesinde yer alabiliyor. Anna Ahmatova’nın kabri bir turist ziyaret noktası. Artık şiirleri yüksek sesle okunan bu iki kadının hayatına, Konuşma ve İfade Özgürlüğü hiç uğrayamamıştı. ‘Kendi toplumları içinde, kaçmadan ve yorulmadan yazan kadınların bugün tümüyle kazandığı söylenilebilir mi?’ sorusunun cevabı oldukça tartışmalı. “Yaban balının özgürlük koktuğunu” söyleyebilen kadınların, saptadıkları sorunların çözümünde adım atabilmeleri konuşmaları kadar kolay olamıyor. Kaldı ki konuştukları da ustaca kullanılan kamuoyu oluşturma yöntemleriyle silik ve ruhsuz bir şekilde yayılıyor. Artık “konuşma”nın anlamında bir kayma var. Rollerin aynı kaldığı mücadelenin, niteliği değişti. Anna Ahmadova ve Furuğ Ferruhzad bugünün seslerini hayal ederken, bugünün kadınları onların satırları kadar sarsıcı ifadeleri, anlamlarını çaldırmadan söyleyebilecekleri günü hayal ediyor. • Yaşadıkları ülkelerin ‘gerçekleri’, duygularla açıklanamayacak kadar ‘büyük’tür ve çözümler de ‘gerçek’çi bakan gözlerin kurduğu sistemlerle çözülebilir ancak. Onların bu dünya içinde konuştuklarını duyulur kılan, soyut sayılanı somut, basit sayılanın önemli, ertelenmişin şimdiliğini, göz ardı edilemeyecek kadar net anlatmalarından başkası değildir. Ahmadova “Benim şehrim” dediği yerden sürülürken, başka hiçbir çağrışımı olmayan tek şeyi ilan eder “kan yalnızca kan gibi kokar”. Oysa onun dünyasında baldan özgürlük, elmadan aşk kokuları yayılmaktadır. Kaynakça Ahmatova, Anna. 2008. Yaban Balı Özgürlük Kokar. (Çev: G. Acar). İstanbul: Can Yayınları Ahmatova, Anna. 1984. Seçilmiş Şiirler. (Çev: A. Yaran). İstanbul: Adam Yayınları Bickert, Eliane. 1994. Anna Ahmatova: Çok Sesli sessizlik. (Çev: S. Tamgüç). İstanbul: Broy Yayınları Ferruhzad, Furuğ, 2011. Ses, Ses, Yalnız Ses. (Çev: H. Hüsrevşahi). İstanbul: Kavis Yayınları Ferruhzad, Furuğ, 2011. Aşk Şiirleri. (Çev: F. Özdemir). İstanbul: Kırmızı Yayınları • İkisi de annedir ve “erkek” dünyası dillerinin sesini yayın yasaklarıyla, kalplerinin sesini de oğullarıyla bastırma yolunu seçer. Onları ilk terk eden aileleri adına babaları olur. • Her ikisi de yaşadıkları toplumlarda tehlikelidirler, mağrur hüzünlerinin etkileyici rengine tutulanların sayısı korku vermektedir. • İkisi de yaşadıkları sert, kesici, hırpalayıcı dünyada başka bir yeri işaret etmektedir; ülkelerinde savaşta ölen ve yanlış sağlık politikalarında, bulaşıcı hastalıklara yakalanıp karantinalara düşen çocukları. Bu yazı daha önce Agos Gazetesi ve Pusula Haber Modülü’nde yayınlanmıştır. www.neareasthospital.com.tr DUYURU Yakın Doğulu akademisyenlerimizin dikkatine, üniversitemiz gazetesinin Akademik Bakış isimli sayfasında yayınlanmak üzere, akademik alanlarınızla ilgili hazırladığınız makaleleri okurlarımızla paylaşmanızı bekliyoruz. Çalışmalarınızı gazete@neu.edu.tr adresine gönderebilirsiniz. www.neu.edu.tr gazete@neu.edu.tr f/universitegazetesi u/YaknDouGazetesi Yak n Do u Üniversite Gazetesi Rakamların söylediği • Dünyanın yüzde 49.7’si kadın. • Her 3 kadından 1’i şiddete maruz kalıyor. • Her 5 kadından 1’i tecavüze uğruyor. • ABD’de 90 saniyede 1 kadın tecavüze uğruyor. • Toplam nüfusu 280 milyon olan Arap ülkelerinde 2 kadından 1’i okuma yazma bilmiyor. • 54 ülke kadına karşı ayrımcılık içeren yasalarla yönetiliyor. • İşlenen suç hakkında yapılan “namus savunması” 15 ülke için hafifletici kabul ediliyor. • Tüm dünya yoksullarının yüzde 70’i kadın. • Tüm dünyada sağlık çalışanlarının yüzde 75’i kadın. • Gelişmekte olan ülkelerdeki kadınların günlük ortalama 20 litre suyu 6 kilometre taşıyor. • Afrika’daki hamile bir kadının ölüm riski Avrupa’daki kadınlara göre 180 kat fazla. • Tüm dünyada mülteci konumuna düşmüş olanların yüzde 80’i kadın. • Tüm dünyadaki arazilerin sadece yüzde 1’i kadınlara ait. • Tüm dünyada eğitim almamış olan 1 milyar insanın 3’te 2’si kadın. • OECD ülkelerindeki bilimsel ve teknik alanlardaki üniversite mezunlarının yüzde 30’u kadın. • ABD’deki mucitlerin yüzde 10’u kadın. • Haber veya röportajlara konu olanların yüzde 21’i kadın. • Gazetecilerin üçte 1’i kadın olmasına rağmen, bölüm şefi, editör ya da patronların sadece yüzde 1’i kadın. • Üniversiteyi bitirmiş kadınlar, erkeklerden yüzde 20 daha az para kazanıyor. Sahibi Yakın Doğu Üniversitesi Genel Yay n Yönetmen Fatma TÜRKKOL M zanpaj Y t Er Y T