YIL: 5 SAYI: 25 MAYIS / HAZİRAN 2011 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR. ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi YIL: 4 SAYI: 24 OCAK/ŞUBAT 2011 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR. ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi İçindekiler 12 HAZİRAN SEÇİMLERİ NİÇİN ÇOK ÖNEMLİ? Mustafa ÖZTÜRK .............................................................................................3 Güzel Sözler, Öykücükler, Dersler Prof. Dr. Cihan DURA .......................................................................................6 EBU HANİFE’NİN DİNİ KÜLTÜRÜMÜZE KAZANDIRDIĞI HOŞGÖRÜ Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER .............................................................................8 Kürtler Mehmet ÇAYIRDAĞ .......................................................................................10 BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ YIL:5 SAYI:25 SAVAŞMADAN İŞGAL EDİLEN ORTADOĞU VE AFRİKA Ömer MUHTAROĞLU .....................................................................................12 SAHİBİ Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa ÖZTÜRK BİLİM VE ÜLKÜ ADAMI PROF. DR. NECMETTİN HACIEMİNOĞLU Bilgehan AYATA ..............................................................................................17 YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Osman KARABABA YAZIŞMA ADRESİ Sahabiye Mah. Mete Cad. Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2 D:3 Kocasinan/KAYSERİ TELEFON (0352) 232 32 67 WEB www.bilgiyurdu.org.tr E-POSTA bilgiyurdu@hotmail.com HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER Ahmet GÜRSES .............................................................................................14 TEK KELİMELİK HAYAT DERSİ Osman KARABABA ........................................................................................19 BULMACA Ergül SIRKINTI ................................................................................................20 AKIL, İMAN, EDEP ve İNSAN İsmail BOZKURT ............................................................................................21 Danıştay’ın “ANDIMIZ” kararı Av. Orkun KAYA ..............................................................................................23 30. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE MÜNİR NUREDDİN SELÇUK Ahmet ALTAY ..................................................................................................24 AHMET MÜFTÜOĞLU Yunus Emre ÖZKAN .......................................................................................26 Andımıza AND İÇİYORUM Aytekin AYDOĞAN .........................................................................................27 TÜRK OĞLUYUM İbrahim BOYRAZ ............................................................................................27 Bir KOÇYİĞİT kaybettik ...............................................................................28 KAPAK RESMİ Ümmühan Ekici FMG Anadolu Güzel Sanatlar ve Spor Lisesi / 11 Resim GRAFİK TASARIMI Hatice İbakorkmaz BASKI Orka Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. Organize San. Böl. 43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ (0352) 322 17 00 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukukî sorumluluk yazarlara aittir. ESFEL-İ SÂFİLÎN Bekir TEMUR ..................................................................................................28 DÜNYANIN GELECEĞİ Hakan TUNÇ ..................................................................................................29 Heybeliada Ruhban Okulu’nun Hukuki Durumu Av.Yalçın ERZURUM.......................................................................................30 ŞEHİDE AĞIT Halil OZAN ......................................................................................................32 SİVİL İTAATSİZLİK Ahmet MUHTAROĞLU ...................................................................................33 DOSTUN BAHÇASINA BİR HOYRAT GİRMİŞ Şerife ORAL ....................................................................................................35 İHTİYAT ZABİTİ MEHMET ORAL’IN SARIKAMIŞ-HİCAZ CEPHELERİ VE ESARET ANILARI Şahsenem BOZ* .............................................................................................37 SINAVLARA NASIL ÇALIŞILIR? SON GÜNLERDEYAPILMASI GEREKENLER İbrahim GÜNGÖR...........................................................................................38 TERÖRE MEŞRUİYET KAZANDIRMAK MI!.. Mustafa ERDEM .............................................................................................40 HABERLER ....................................................................................................42 3 12 HAZİRAN SEÇİMLERİ NİÇİN ÇOK ÖNEMLİ? Mustafa ÖZTÜRK 12 Haziran 2011’de yapılacak seçimler, Türkiye’nin geleceği bakımından hayatî bir önem taşıyor. Çünkü hem iktidar partisi (AKP) hem de ana muhalefet partisi (CHP), seçimlerden sonra yeni bir Anayasa yapacaklarını söylediler. BDP de, defalarca, Anayasa’nın değiştirilemez ana maddelerine karşı çıkarak Kürt kimliğine yer veren sivil bir anayasa talep etti. Öyle görünüyor ki parlamentodaki sayıları yeterli olur ise ikisi veya üçü bir araya gelip sivil bir anayasa için kollarını sıvayacaklardır. Şu hususu hemen önemle ifade edelim: Endişemizin nedeni, sivil veya yeni bir anayasanın yapılacak olması değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin ana felsefesini belirleyen Başlangıç bölümünün, temel nitelikleri belirleyen 1’inci 2’nci ve 3’üncü maddelerin, Türk tanımı yapan 66’ncı maddenin değiştirilecek veya tamamen kaldırılacak olmasıdır. Sivil anayasa korosu oluşturan tüm bölücülerin, sözde liberal demokratların, ABD-AB güdümlü iş çevrelerinin, kısacası Türk ve Atatürk’ten haz etmeyen grupların asıl derdi, sıkıntısı da bu maddelerdir. GÜNDEME BAKIŞ Türk milliyetçiliğini temsil eden Milliyetçi Hareket Partisi ile Kürt ayrımcılığını savunan Barış ve Demokrasi Partisi’nin Anayasa konusundaki görüşleri nettir. MHP, temel maddelerin korunmasını isterken BDP tamamen karşıdır. Yani MHP millî ve üniter yapıyı savunurken, BDP tam karşıda yer almaktadır. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, temel maddelere dokunmayacaklarını söyledi. Ancak, partisinde bu kanaatte olmayanlar da vardır. Bunların hangi yönde oy kullanacakları belli değil. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bazı sözcüleri, Anayasa’nın değiştirilemez maddelerini değiştirmek gibi bir niyetlerinin olmadığını ifade ettiler. Ancak, buna inanmak zordur. Çünkü aksi yönde pek çok delil mevcut: 1.Delil: Geçtiğimiz yıllarda Prof. Özbudun başkanlığında bir heyete bir anayasa taslağı hazırlatmaları, 2.Delil: Yandaş yazarların gazete yazıları ve televizyon konuşmaları, 3.Delil: Bebek katili ve PKK’nın başı Öcalan ile ya- 4 pılan görüşmeler. Bu görüşmelerde PKK’nın eylemsizlik kararına karşılık bölücü örgüte Anayasa’nın değiştirileceği sözünün verilmiş olması, 4.Delil: Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Sosyalist Grup Başkanı Andreas Gross’nun medyada yer alan ifadeleri. Habere göre Başbakan bu kişiye “Artık Anayasa’nın ilk üç maddesi gibi Türklüğe vurgu yapan maddelere ihtiyaç duyulmadığını” söylemiştir. 5.Delil: AKP Grup Başkan Vekili Ayşenur Bahçekapılı’nın “Anayasa’yı değiştireceğiz ve vatandaşlıktaki Türklük tanımını kaldıracağız.” demesi, 6.Delil: AKP içindeki Kürt kökenli milletvekillerinin de BDP ile hemen hemen aynı görüşleri savunmaları. 12 Haziran 2011’de oluşacak parlamento yapısı, görüldüğü gibi önem kazanıyor. Dileriz ki Kürt kimliğini anayasaya yerleştirme, Türk kimliğini dışlama amacı güdenler bir çoğunluk oluşturmasınlar. Ancak böyle bir tehlike vardır. Zira, ABD ve AB bu konuda da düğmeye bastı. R. Tayyip Erdoğan’ı bu yönde cesaretlendirme çalışmaları da yıllardır sürmektedir. Mesela, TÜSİAD mart ayında yaptığı toplantıda kendi anayasa önerisini kamuoyuna açıkladı. TÜSİAD, “Türk milleti”, “Türk milliyetçiliği” gibi ifadelere asla yer verilmemesini, Kürtçe eğitimin önünde hiçbir engelin olmamasını, nüfus cüzdanında din hanesi bulunmamasını talep etmektedir. TÜSİAD’ın kimler adına konuştuğu malum. Batı emperyalizmi Türk milletinden başka nasıl intikam alabilir ki? Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın ve eski raportörü Osman Can’ın Anayasa’nın değiştiremez maddelerini tartışmaya açmaları da sebepsiz değil. Bu yönde bir kamuoyu oluşturmak istemişlerdi. Bunlar yolu açınca, tüm Türklük karşıtları bu yolu izlediler. Ana tez: Bu Anayasa ile Kürt sorunu çözülmez. Öyleyse Türk kavramı Anayasa’dan çıkarılmalı. PKK’nın kanlı eylemlerine, sokak gösterilerine gösterilen mazeret de budur. Yüksek Seçim Kurulu’nun BDP’nin gösBilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği terdiği bazı bağımzsız adayları veto etmesi bahanesiyle Başkanı ateşe vermeleri üzerine PKK eylemcilerinin sokakları Mustafa Mazlum-Der mensubu bir ÖZTÜRK vatandaş, bakınız ne demiş: “Bu durum, mevcut Anayasa’nın, demokratik ve özgürlükçü bir siyasi sistem inşa edecek yeni bir anayasa ile değiştirilmesinin acil bir ihtiyaç olduğunu bir kez daha göstermiştir.” Her hâlde asıl söylenmek istenen şudur: Kürdistan yolunu açarsanız eylemler duracaktır. Türk milleti, vatanının bölünmesine, vatan topraklarının bir bölümü üzerinde Kürdistan kurulmasına izin vermeyecektir; ne bugün ne de yarın. Çünkü böyle bir durum 1920 öncesine dönmek anlamına gelir. Kazanılmış haklardan vazgeçmeyi kim ister? Ancak böyle bir şey, beyni ve yüreği bitenler için söz konusu olacaktır. Irak, ABD işgaline kadar bir devletti; resmî dili de Arapçaydı. Bugün Irak, iki halka ve iki dile bölünmüştür. İşgalden bugüne 1.5 milyon insan ölmüş, milyonlarcası sakat kalmış ve ülkeyi terk etmiştir. Ey bölücü güruh, ey Türklüğe kin duyan ABD-AB beslemeleri, Türkiye’yi Irak yapmaya gücünüz yetmeyecektir! Türkiye, Türklerindir ve ortağa ihtiyacı da yoktur. Şu hususu da önemle hatırlatmak isterim ki Türk istiklâl Savaşı ve Cumhuriyet’le kazanılmış hakların geri alınma teşebbüsü hâlinde, Türk milletinin direnme hakkı devreye girecektir. O zaman, “Kürt sorunu” nu çözmek isteyenler bir “Türk sorunu” yaratmış olurlar. Hiç kimse Türk milletini “uslu koyun sürüsü” sanmasın. Türk milletinin direnme hakkı; tarihi, siyasi ve sosyolojik dayanaklar yanında hukuki mesnede de sahiptir. Bu hukuki mesnet, Anayasa’nın başlangıç bölümünde ve bu bölümün son paragrafında “Türk milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” şeklinde ifade edilmiştir. Vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi edilen bir görev ve hakkı, hiçbir Türk reddetmez. Bu yüzden, kimse ateşle oynamasın! YÜCE TÜRK MİLLETİ! TERÖRE TESLİM OLDULAR Terörist, Türkiye’nin 30 yıldan beri tanıdığı, bildiği bir adamdır. Önceleri daha çok Kuzey Irak’taki dağlarda yaşar, zaman zaman da Türkiye’ye geçer, yol keser, haraç alır, karşı koyanları katleder ve inine dönerdi. ABD namlı ağaları ne istese yaparlardı, tıpkı yanaşmalar gibi. İste bu yanaşmalar, meşhur Habur olayından sonra, şehirleri mesken tuttular. Şimdi sanatlarını şehirlerde icra ediyorlar. Sanat ile terörist iki aykırı kavram, tıpkı şehir ile terörist gibi. Bu yüzden, “sanatlarını” derken “mesleklerini” kastettiğimi her halde anlamışsınızdır. Diğer bütün mesleklerden özür dileyerek söylemeliyiz ki terörizm de bir meslektir; mensuplarına para kazandırır, statü sağlar, makam verir. Bunlar hep bilinen şeylerdir. Teröristin mesleği, adam öldürmek; ev, banka, okul, fabrika, iş makinesi, araç, dükkan yakmak; toplumda korku ve panik yaratmak suretiyle halkın devlete güvenini yok etmek ve yasal toplumsal düzeni ortadan kaldırmaktır. Hasan Sabbah’ın Haşhaşileri, Hınçaklar, Taşnaklar, Asala ve PKK hep bu amaç doğrultusunda çalıştılar. Hepsi de devleti hedef aldı. BDP milletvekili Sebahat Tuncel, geçen günlerde bir polise tokat atmıştı. Bu olaydan sonra söylediklerini lütfen hatırlayınız: “Tokadı devlete atmak isterdim.” Zaten o tokat, devlete atılmıştır. Çünkü o polis, bir devlet memurudur ve yasaları uygulamakla görevlidir. Terörist, kamu düzeni yıkmak için saldırır ve saldırmak için de mutlaka bir bahane bulur. Buldukları son bahane de BDP’nin gösterdiği sözde bağımsız adayları Yüksek Seçim Kurulu’nun veto etmesi oldu. Sen misin bunu yapan! Görülmemiş bir azgınlıkla yine sokaklara döküldüler. Araçları, belediye otobüslerini, bankaları, PTT şubelerini yaktılar; polislere saldırdılar, yollara barikatlar kurdular, tehditler savurdular. Böyle bir durumda devlet adına Hükümet’e ve ilgili kurumlara düşen görev, olayı görmezden gelmek ve işi savsaklamak değil yasaları uygulamaktır. Devlet, vatandaşının canını, malını, namusunu, bayrağını, yasalarda yazılı değerleri korumakla mükelleftir. Bu görevin bu gün, layıkı veçhile yapıldığını kim söyleyebilir? İşte, her şey apaçık ortada… YSK, önce 12 bağımsız milletvekili adayını niçin veto ettiğini açıkladı. Gerekçeli kararda, Anayasa’nın 76. Maddesiyle 2839 sayılı Milletvekili Seçim Kanunu’nun 11 ve 21’inci maddelerinin kimlerin milletvekili seçilemeyeceğinin belirlediğini hatırlattı. Sonra da söz konusu tepkiler ve olaylar üzerine veto kararını geri aldı. Bir hukuk devletinde bunun izahını nasıl yapabiliriz? Hukukun üstünlüğü sözü, ülkemizde çok söylenir, ama nerede? BDP milletvekili Sebahat Tuncel de aldığı 1 yıl 6 aylık ceza sebebiyle YSK tarafından veto edilmişti. İstanbul 7. Asliye Ceza Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkeme de hızlı bir kararla 1 yıl 6 aylık cezayı 6 aya indiriverdi. Böyle bir şey nasıl olabildi? Hukukçular nasıl açıklayacaklar bakalım? Hatırlanacağı gibi Habur’da da bir hukuk skandalı olmuştu. Her şey önceden ayarlanarak, “Pişman değiliz” demelerine rağmen teröristlerin serbest bırakılmaları ve şov yapmaları sağlanmıştı. Bütün bu olanlar yargıya güveni ortadan kaldırmıştır. Bu konuda Türk kamuoyunun kanaati, çeşitli nedenlerle yargının etki altında kaldığı ve kararlarına yansıttığıdır. Bir ülkede yargıçlar kararlarını önlerindeki dosya münderecatına ve meri yasalara göre değil de siyasî ortamı dikkate alarak veya zorbalardan çekinerek veriyorlarsa o ülke bitmiştir. Çünkü hak ezilir, kaba kuvvet hükümdar olur. Ülkemizde de maalesef böyle bir gidiş vardır ki, sebebi siyasi iktidardır. Her şeyden önce siyasî iktidarın yargıyı, orduyu, emniyet teşkilatını kendi siyasî anlayışına göre tanzim ısrarından vazgeçmesi; ülkeyi yasalara göre yönetmesi gerekir. Bu zaten görevidir. Hükümete şikayetimiz, devletin terör karşısında aciz bir konuma düşürülmesidir. Türk devletini aciz göstermeye kimsenin hakkı yoktur; hükümetin bile… Yasaları beğenmeyebilirsiniz, ama değiştirilene kadar herkes ve tabii ki yönetenler de ona uymaya mecburdurlar. “Korku dağları bekler” diye bir söz vardır, doğrudur. Bölücü terörün etkin olduğu yerlerde görev yapan devlet memurlarının, namuslu vatandaşların korkmaları da normaldir. Onlar her an ölümle yüz yüzedirler. Doğal olmayan, bu bölgelerde devletin olmaması, yaptırım gücünü kullanmamasıdır. Bu yüzden böyle yerlerde devlet kurumlarının sağlıklı çalışabildiğini kimse söyleyemez. Bölücü terör örgütü ve siyasî uzantıları yasalara rağmen Türkiye’de fiilî bir durum yaratmışlardır. Ne devlet ne yasa ne polis ne de asker… Hiçbirini de tanımıyorlar. “Güç bizde, ferman da bizim” diyorlar. Bunun en son örneği 1 Mayıs 2011’de İstanbul’da yaşandı. Taksim anıtını ele geçiren terörist bozuntuları, Atatürk’e herkesin gözü önünde hakaretler ettiler. Onbinlerce görevli polis ve yetkili zevat, o çirkin eylemi sadece seyretti. Devletimizin kurucusu istiklal kahramanı Atatürk’ümüzü bu aşağılık saldırıdan korumayanlar, diğer değerlerimizi de korumayacaklardır. Buna rağmen sayın İstanbul valisi ve emniyet müdürü, 1 Mayıs’ın olaysız geçtiğini söyleyebiliyorlar. Bu ne duygusuzluk ve izansızlıktır. İşte böyle bir Türkiye’de hükümet seyrediyor ve siyasî rakiplerini alt etme peşinde… Sayın Başbakan’a göre Türkiye’nin muhalefet partilerinden başka sorunu yoktur. Terör yoktur, işsizlik yoktur, ahlaksızlık yoktur, rüşvet yoktur, yolsuzluk ve hırsızlık yoktur… Bu pişkinliğe ne denir? Türkiye’deki bu anormal durum, uzun süre devam edemez. Bakalım halkımız 12 Haziran günü sandıkta ne söyleyecek? 5 6 Güzel Sözler, Öykücükler, Dersler www.cihandura.com Prof. Dr. Cihan DURA “Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır ve kim arkadaşını düşünür de doyurursa, o da arkadaşı tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz, hayat sofrasında daima sevgiyi paylaşanlar kazançtadır.” Sevgili gençler! Bu yazımda bazı güzel sözlerle anlamlı öykücükleri eşleştirdim, bütünleştirdim. Her birini okuyup karşılaştırasınız, üzerinde düşünesiniz diye. Gün gelip birilerine bilgilerinizi aktarırken, sözlerinizi, yazılarınızı en anlamlı şekilde süsleyesiniz diye. Ancak, çok daha önemli olarak ders alasınız diye, dünya gerçeklerini göresiniz, dostu düşmandan, iyiyi kötüden ayırasınız diye. Ölümü Göster Sıtmaya Razı Et Filler geniş vadilerde yaşar, ancak hep aynı yoldan gider gelirlermiş. Fil avcıları bunu bildikleri için, fillerin geçeceği yola derince bir çukur kazar; üzerini dallarla, çalı çırpıyla örterlermiş. Fil kafilesi bu çukura yaklaşınca, doğal olarak en önde olan fil çukura yuvarlanırmış. Bunu gören fil avcıları simsiyah giysiler içinde, yüzleri maskeli olarak çıkagelirlermiş. Çukurdan kurtulmaya çalışan fili ellerindeki kırbaçla dövmeye başlar, aç bırakır, su bile vermezlermiş. Birkaç gün sonra aynı avcılar, bu sefer beyaz giysiler içinde gelir, filin karnını doyurur, susuzluğunu giderir, okşar, severlermiş. Fili böylece kendilerine alıştırır, oradan çıkarır, alıp götürür, ömrü boyunca kendi işlerinde köle gibi çalıştırırlarmış. Ulu Sözü Dinlemeyen Uluyakalır Bir kırlangıç dünyayı geze dolaşa, çok şey öğ- renmiş. Önceden bilirmiş her olacağı. Bir gün bakmış ki köylünün biri, sıram sıram kenevir tohumu ekiyor tarlasına. Çağırmış yanına küçük kuşları, “Bakın” demiş, “Sizin kuyunuzu kazıyor bu adam. Şu savurduğu tohumlar yok mu, başınıza örülen bir çoraptır sizin. Gün gelip kenevir, sicim oldu mu, seyredin size kurulacak dolapları. Ya ölüm ya zindan gayri sizlere. Onun için gelin dinleyin beni. Yiyin, yok edin şu tohumların hepsini.” Bilge kırlangıcı kim dinler! Küçük kuşlar cıvıl cıvıl, diledikleri yemi yemişler. Kenevir ise büyümeye başlamış yeşil yeşil. Kırlangıç bir kez daha uyarmış, dünyadan habersiz kuşları: “Koparın” demiş, “bu kötü tohumdan fışkıran yaprakları. Onlar büyüyünce kendinizi yok bilin.” Kenevir büyüdükçe büyümüş. Kırlangıç, kuşları son kez uyarmış: “Bakın” demiş, “kötü tohum sonunda sicim oldu. İnsanoğlu tuzaklar kurdu, siz küçük kuşları avlamak için. Geç olmadan, haydi kaçın gidin.” Küçük kuşlar yine aldırmamış. Sürdürmüşler cıvıl cıvıl ötüşmeyi. Ancak çok geçmeden söylenen olmuş, nice kafesler kuşlarla dolmuş. Sakın Kapıyı Açık Bırakma, Farkına Varmadan Ardına Kadar Açılır Bedevinin biri çölde devesiyle yol almaktadır. Birden ufuk kararır, bir rüzgârdır esmeye başlar. 7 “Birbirini sevmenin sadece sözünü edenlerle, onu gerçekten yaşayanlar arasında ne fark vardır?” Bedevi bir kum fırtınasının koptuğunu anlar. Hemen devesini kuma yatırır. Küçük çadırını devenin arkasına kurar ve içine girer. Fırtına görülmemiş şiddettedir. Bir süre sonra deve yalvarmaya başlar: “Sen içerde rahatsın. Benim ise gözlerime kulaklarıma kumlar doluyor. Ne olur yalvarıyorum, bırak da hiç olmazsa başımı çadıra sokayım.” Bedevi üzülür. “Tamam” der. Deve başını çadıra sokar. Biraz sonra deve yine sızlanmaya başlar: “Kum taneleri boynumun ince derisini kırbaç gibi dövüyor. Çok canım acıyor. Lütfen boynumu da sokayım.” Bedevi bakar ki durum acıklı, bunu da kabul eder. Aradan biraz daha zaman geçer. Deve yine ağlamaklı yalvarır: “Dayanacak gücüm kalmadı. Bedenimi kumlar bitirdi. Bir kaç dakikalığına da olsa gövdemi de içeri sokayım. Biraz soluklansın, söz, çıkarırım.” Bedevi buna da razı olur. Deve çadıra tamamen girer. Fakat içerde ikisine yetecek yer yoktur. Deve bakar ki çadır rahat ama ikisinin de sığmasına imkân yok, bir tekmeyle bedeviyi dışarı atar. Birlikten Kuvvet Doğar Bir kervanın önünü üç eşkiya kesmiş. Kırk muhafıza rağmen kervanı soyup soğana çevirmişler. Muhafızları da çırılçıplak bırakmışlar. Kervan kasabaya döndüğünde “ne oldu size böyle” diye soranlara muhafızlardan biri şu yanıtı vermiş: Onlar üç kişi beraberdi, biz 40 kişi yalnızdık. Her Birimiz Tek Kanatlı Birer Meleğiz ve Bizler Ancak Birbirimizi Kucaklayarak Uçabiliriz Bir gün sormuşlar bir ermişe: “Birbirini sevmenin sadece sözünü edenlerle, onu gerçekten yaşayanlar arasında ne fark vardır?” “Durun, göstereyim” demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken, tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş. Arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar... Ermiş “bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diye de bir şart koşmuş. “Peki” demişler ve içmeye yeltenmişler. Fakat o da ne, kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine “şimdi” demiş ermiş, “sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.” Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen, ışıl ışıl insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. “Buyrun” deyince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki arkadaşına uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan. “İşte” demiş ermiş: “Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır ve kim arkadaşını düşünür de doyurursa, o da arkadaşı tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz, hayat sofrasında daima sevgiyi paylaşanlar kazançtadır.” 8 EBU HANİFE’NİN DİNÎ KÜLTÜRÜMÜZE KAZANDIRDIĞI HOŞGÖRÜ avehbiecer @ hotmail.com Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER Ebu Hanife (öl:768) ile ilgili olarak Bilgiyurdu’nun sayın okuyucularına iki makale sunmuştum. Bu makalelerde Ebu Hanife’nin dini yorumlarının özellikleri ve Türk kültürüne etkileri üzerinde durulmuştu(1). Ebu Hanife, Malik bin Enes (öl:795), İmam Şafiî (öl:820) , Ahmet bin Hanbel (öl:855) ve benzeri bilginlerin yaptıkları Kur’an ve sünneti yoruma tabi tutmadan, akla ve mantığa başvurmadan uygulama anlayışlarının aksine; akla, mantığa, mantığın bir kuralı olan kıyas’a itibar eden ve kararlarında bunları kullanan büyük bir bilgindi. Ebu Hanife’ye göre ayet ve hadislerin doğrudan temas etmediği konularda aklı kullanmak gerekir. Bu anlayışından dolayı İslam hukukU tarihçileri Ebu Hanife’ye ve öğrencilerine “re’y taraftarları” demişlerdir. Rey’in kelime anlamı görüş demektir. Rey-i İslam tabiri ise doğru düşünce, doğru fikir anlamındadır. Günümüzde rey kelimesi ise bir kişinin görüşü ve anlayışı yönünde oy kullanmasını ifade eder. İslam hukukçularına göre rey, aklı kullanma, örnek alma, kıyas’ı kullanmadır. Kıyas ile içtihat etmeye de rey denilir (2). Ebu Hanife’nin aklı ve aklın kurallarını kullanması, karşılaşılan yeni problemleri çözmede diğer bilginlere göre daha esnek bir anlayışın ortaya çıkmasına sebep oldu. Hakkında açık bir söz (yani Kur’an ayeti ve sahih hadis-i şerif) bulunmayan bir olayın oluşması halinde Hanefiler sıkıntıya düşmezler. Prof.Dr. Abdülvehhab Hallaf her zaman yeni problemlerle karşılaşmanın mümkün olduğunu şu sözlerle anlatır: “Kuran ve sünnetin sözleri (yani nas’lar) sınırlı ve sonludur. İnsanların olayları ve hükümleri sınırsız ve sonsuzdur(3)” Ebu Hanife aklı kullanarak, hoşgörüye, tartışmaya, problemleri hürriyetçi bir anlayış ve metotla çözmeye çalışmış, Müslümanların ufkunu açmış, yaşamlarını kolaylaştırmış ve gelişen sosyal değişimlere rahatlıkla intikallerini sağlamıştır. Bu bakımdan Hanefi Mezhebini benimseyenler diğerlerine oranla daha sosyal, daha rahat ve medeni olma özelliklerini kazanmışlardır. Dünya Müslümanlarının çoğunluğunun ve Türk Dünyası’nın tamamına yakınının din kültürüne damgasını vuran Ebu Hanife (Öl: 768) üstün zekâya sahipti. Mısırlı bilginlerden Prof. Ali Sami en- Neşşar Ebu Hanife için : “…İmam, İslam ruhundan ve onun hakikatinden ilham alarak yetişen ilk İslam filozofudur .(4)” der. Onun itibarı sağlığında da, ölümünden sonra da devam etti. Özellikle Türkler arasında sevildi, benimsendi. Bu sevgi ve benimsemede onun milliyetinden çok, yorumları ve metotlarındaki hoşgörü, her topluma ve her coğrafyaya uyum sağlayıcı özellikleri rol oynadı. Çünkü o, İslam Ansiklopedisindeki madde yazarı H. Sabit Şimay’ın ifadesiyle: “Ümmet içinde tamamıyla erimiş olan Numan ve ailesinin Fars, Türk yahut başka bir kavme intisabı açık değilse de, Arap olmadığı, fakat Araplar arasında doğup, büyüdüğü muhakkaktır.”(5) Ancak , Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, Osman Keskioğlu, Prof. Dr. Neşet Çağatay, Prof. Dr. İ. Agâh Çubukçu, Prof. İsmail Hakkı İzmirli, Prof. Dr. Şemseddin Günaltay, Prof. Dr. Osman Turan ve başkaları onun Türklüğünü ileri sürerler (Fazla bilgi için bakınız: İsmet Demir, İmam-ı Âzam Ebu Hanife, İst. 2005, 2-7). Oysa o, Kur’an ve Sünnete bağlı, aklı ve sosyal gereksinimleri (maslahat-ı ammeyi) ön planda tutan metotlarıyla insanlığa İslam’ı sevdiren bir kimsedir. Her insan gibi sağlığında da, ölümünden sonra da görüşleri sebebiyle bazı gruplar tarafından tenkit edilmiştir. “Kur’an ve Sünnet baş tacımdır, sahabelerin (Hz. Peygamberi gören Müslümanların) söyledikleri ve uyguladıklarından da seçmeler yaparım, ama sahabelerden sonra gelen kişilerin söz ve eylemleri için aynı şeyi söylemem, onlar da insandır, ben de insanım” anlamındaki sözü onun alelade bir taklitçi olmadığının bir delilidir. Onun akla, kıyas’a, örfe vb dayalı görüşleri bazı mutaassıpları (tutucuları, bağnazları), şekilcileri şaşırtmış ve Ebu Hanife’yi dini değiştiren, dini bozan, kendiliğinden dini hükümler üreten kişi olarak tanımlamalarına sebep olmuştur. O, kıvrak zekâsıyla yaptığı tartışmalarda bütün tenkitleri cevaplandırmıştır. Bu tenkitler arasında Ebu Hanife’nin çok az hadis bildiğini (17 tane) iddia edip (Bak: İbn Haldun, Mukaddime, Kahire, ?, 444) rey ve kıyasla hüküm vermekle aşırılığa kaçtığı, İslâm dinini değiştirmek istediği propagandaları onun sorgulanmasını doğurmuştur. Onun dinin ana kaynaklarına bağlı olduğunu gösteren bir olayı hatırlatalım. Şia imamlarından bilgin Muhammed Bâkır (öl. H/114-M/733) Ebu Hanife ile ilk karşılaşmasında ona çıkışmış ve: 9 - Ceddim Resulullah’ın dinini ve hadislerini kıyas ile değiştiriyor imişsin, diyor. Ebu Hanife ise Resulullah’a ve onun ailesi ve torunlarına hürmetini arz ettikten sonra Muhammed Bâkır’a sorular sorarak örnekler verir: - Namaz mı faziletlidir yoksa oruç mu? - Namaz daha faziletlidir. - Hz. Muhammed (SAS)’in sözü de böyledir. Ben onun dinini bozmuş olsam, hanımlar hayzdan (aybaşı kanamasından) temizlendikten sonra kıyasa göre, namazını kaza etmesini, kılmasını emrederdim, orucunu kaza ettirmezdim. Ben kıyasla böyle bir şey yapıyor muyum? - Bevil (idrar) mi daha pistir, meni mi? - Bevil daha pistir. - Eğer ben Hz. Muhammed (SAS)’in dinini kıyaslarımla değiştirmiş olsaydım, bevledenlerin gusül abdesti almasını, meniden dolayı namaz abdesti almasını emrederdim. Fakat ben hadis-i şeriflere aykırı kıyas kullanarak Resulullah’ın getirdiği dini değiştirmekten Allah’a sığınırım. Bu konuşmadan sonra Muhammed Bâkır, Ebu Hanife’yi kucaklar ve alnından öper. Ebu Hanife de Muhammed Bâkır’dan ve ocağın büyük bilginlerinden sayılan Cafer üs-Sadık (öl. 765)’dan ders alır. Ebu Hanife’ye karşı tenkitlerin burada ayrıntılarına girmek yazımızın sınırlarını zorlar. Bu örneği Ebu Hanife’nin dinî konularda kıyas’a Kur’an ve Sünneti hesaba katmayarak, gelişigüzel kullanmadığına işaret için vermek istedim. Ancak o, keskin zekâsıyla batıl inançlı kişileri de susturmasını bilmiştir, onlarla tartışmaktan kaçınmamıştır. Her dönemde olduğu gibi Ebu Hanife’nin çağında da o dönemde dehrîler diye anılan Tanrıtanımazlar (ateistler) vardı. Onlarla yaptığı tartışmada Tanrı’nın varlığını şöyle ispatlar ve şunları sorar: - Denizin ortasında bir fırtına koptuğu esnada içi mallarla dolu bir gemi ortaya çıkıverse ve bu gemi fırtınaya rağmen kaptansız ve tayfa- sız kendi kendine gideceği yeri bulsa, buna ne dersiniz? Aklınız bunu kabul eder mi? - Hayır, diyorlar. Akıl böyle bir şeyi kabul edemez, olmaz böyle şey. - Mademki bir geminin denizde kendi kendine oluvereceğini ve kaptansız gideceği yere varacağını kabul etmiyorsunuz; Şu sonsuz kâinat, dünya ve içindeki varlıklar, olaylar kendi kendine nasıl oluverir? Bunların bir yaratıcısı, bir sahibi yok mudur? lar. Dehriler cevap veremeyip susar- Gene aynı Dehriler Ebu Hanife’ye “Tanrı şu anda ne ile meşguldür?” diye sorarlar. Ebu Hanife böyle bir soruya yüksek bir makama oturarak cevap verileceğini söyler ve Dehri’nin koltuğuna oturur. Der ki: - Şu anda Yüce Tanrı müfsit (fesatçı, arabozan)’lerle imansızları indirmekte, dürüst ve mümin olanları da yükseltmektedir.(6) Ebu Hanife İslâm dininin amaçlarını iyi bilen ve onun her toplumda, her coğrafyada uygulanabilirliğinin aklî metotlarını yerleştiren, her kesimle rahatça tartışabilen(7), İslam dininin evrenselliğine inanan büyük bir bilgindir. İslam dininin Arap asıllı olmayan toplumlar arasında benimsenmesinde Ebu Hanife’nin kolaycı, akılcı, kucaklayıcı din yorumunun da rolleri olmuştur diye düşünenler haklıdırlar. --------1)Bakınız: A.Vehbi Ecer,”Kültürümüzün Dini Kaynaklarından Biri Ebu Hanife” ,Bilgiyurdu, Temmuz-Ağustos,2009, sayı: XIV,7; Ecer, “Ebu Hanife’nin İçtihatlarında Genel Eğilimleri” ,Bilgi Yurdu, Eylül-Ekim,2009, sayı: XV,7-8. 2)Bak: Sabri Şakir Ansay, Hukuk Tarihinde İslam Hukuku, Ankara,1958, 19. 3)A.Hallaf, İslam Hukuk Felsefesi, çev: Hüseyin Atay, Ankara,1973,205. 4)Ali Sami en-Neşşar, İslam’da Felsefi Düşüncenin Doğuşu, Çev:O.Tunç,İstanbul,1990,I,320. 5)Sabit Şimay, “Ebu Hanife”, İA, IV,20-26. 6)Sava Paşa, İslam Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüd, Çev:Baha Arıkan,Ankara,1955, I, 74. 7)İslam hukuku tarihinde Müslümanlar arasında tartışma hürriyetinin varlığını gösteren “İlm-i Hilâf” adıyla bir bilim dalının varlığı bilinmektedir. İlm-i hilaf, tartışma veya ihtilaflar bilimi anlamına gelir. Bu konuda en yeni yayın İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin çalışkan ve değerli öğretim üyesi Yard.Doç.Dr Ali Duman’ın İsmail Hakkı İzmirli’ye ait olan İlm-i Hilaf (İstanbul,1330,I-II) adlı eserinin “İhtilaflar Bilimi” başlığıyla yapılan sadeleştirmesidir. 10 Kürtler Mehmet ÇAYIRDAĞ Kürtler, İskit (saka), Kimmer, Kuman (Kıpçak), Hun gibi Türk ulusları ile beraber İslamiyet’ten çok önceki yıllarda Türkistan’dan batıya, Doğu Anadolu’ya göçerek, geldikleri vatanlarına benzer bu dağlık ve karlı bölgelere yerleşip yurt tutmuşlar ve burada yüzlerce yıl yaşayıp bu günlere gelmişlerdir. Kürt kelimesi Türkçe bir kelimedir, en eski örneğini eski Türk yazıtlarında görmekteyiz. Karla alakalı bir isim. Türkler “Karluk” gibi, boylarından birine bu ismi vermiştir. Karluk, nasıl karlı bölgelerde oturan boyun ismi ise, Kürt de karları eksik olmayan bol karlı dağlarda yaşayan Türk boyunun ismidir. Bu gün de Anadolu’da bol kara kürt, kürtün ismi verilir. Toplantılarda ve televizyonlarda, ilim adamı veya büyük gazeteci, yazar olarak geçinen bir kısım densizlerin dalga geçerek, bu konuyu inceleyen, başta Macar Türkologları olmak üzere ilim adamlarının yaptığı tespitleri alaya alıp Kürtlere kart, kurt diyerek onları Türk yapmaya çalışmamızdan bahsetmeleri, tamamen bilgisizliği, ciddiyetten uzaklığı ve şimdi gerekçe olan bölücülüğe yaranmayı ortaya koymaktadır. Kürtler, İskit (saka), Kimmer, Kuman (Kıpçak), Hun gibi Türk ulusları ile beraber İslamiyet’ten çok önceki yıllarda Türkistan’dan batıya, Doğu Anadolu’ya göçerek, geldikleri vatanlarına benzer bu dağlık ve karlı bölgelere yerleşip yurt tutmuşlar ve burada yüzlerce yıl yaşayıp bu günlere gelmişlerdir. Bu bölgede komşuları olan veya birlikte yaşadıkları Farslar İranlılar ve Araplarla da hatta Asur ve Süryanilerle de kısmen karışarak Türkçe ile birlikte bu milletlerin dillerinin karıştığı, hangi bölgeye yakınsa orasının ağırlığı olan ve sonradan oluşan bir dili (Kürtçe) kullanmaya başlamışlardır. Ancak sonradan oluşan ve çok farklılıklar gösteren bu dil, onları yeni oluşan bir millet hâline getirmemiş, bütün kültürleri, eşyaları, etnoğrafik malzemeleri, âdet ve ananeleriyle Türklerin bir devamı olarak bir arada tutmuştur. Aslında karışmadıkları ilk dönemlerine ait, Hakkâri’de, Diyarbakır’da, Bingöl’de, daha doğrusu bütün Doğu Anadolu’da hayvan tasvirli ve kitabeli mezar taşları ve kurganlar yaygın hâlde asıllarını muhafaza etmekte, ilmi araştırmaları beklemektedir. Bugün, bu kalıntılar gerçekten herkesin dikkatini çekmektedir. Daha geç dönemlerdeki Osmanlı kayıtlarında dahi “Türkmen Ekradı”, yani Türk Kürtleri olarak kaydedilmiş bulunan bu topluluk sadece Doğu Anadolu’ya değil Anadolu’nun diğer bölgelerine ve şehirlerine de dağılıp yerleşmişlerdir. Mesela Kayseri’de Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde bir “Kürtler Mahallesi” bulunmaktadır. Bu şekilde yerleşimler Kırşehir’de, Burada şu husus da dikkatimizi ken onları değiştirmek, asimile etmek gibi bir niyetimiz bulunmamaktadır. Zaten istesek de böyle çekmektedir: Kürtler gerçekten büyük bir değişikliği yapamayız. Ancak tarihî gerTürklerden ayrı bir millet olsa ve çekleri dile getirmeye çalışıyoruz. Bunlara inanan, tarih boyunca beraber olduğumuz gibi birlikte orijinal ayrı bir dilleri bulunsa bugün olan, aynı milletin bir ferdi olarak millî düşmanlayüzyıllarca oturmuş oldukları bu ra karşı beraber hareket edenlerle beraber oluruz. Vatan, millet, devlet, bayrak, tarih birliği içinde bölgelerde ve mahallelerde Kürtçe aynı görüşler, aynı duygu ve düşünceler içerisinde bir kitabe veya onlara ait bugüne bir vücut gibi yaşarız. Müşterek değerlerimizi iç ve dış düşmanlara karşı birlikte savunuruz. Ancak intikal eden bir kitap, bir vakfiye bütün bu gerçekler ve yüzyıllara giden mazi karşıbir belge bulunmaz mı idi. Kendi sında dış düşmanların, dost gibi gözüken yabancı etnoğrafya, yani halk bilimlerinde devlet ve istihbarat güçlerinin, satılmışların ve hainlerin kandırması ile, biz ayrıyız diyenlere de bir tespit edilecek o döneme ait şiirleri, diyeceğimiz olmaz. Bildikleri yolda yürürler. Yaldestanları-türküleri, atasözleri, nız, bu düşüncelerin yine yabancıların desteği ile Türk Devleti’ne zarar vermesine, Türk Devleti’nin farklı âdetleri olmaz mı idi? parçalanmasına, bölünmesine yol açacak bir tatbiAksaray’da ve daha başka yerlerde de olmuştur. kata girişilir ve bunun mücadelesi verilmeye kalBunlar buralarda yüzlerce yıl, aynı milletten diğer kışılırsa, buna da Türk Devleti’nin güçleri olarak komşuları ile hiçbir sorun olmadan yaşamışlardır. bütün diğer Türkler ve Kürtler müştereken karşı Rahmetli Yılmaz Gavremoğlu Ağabey, Kayseri’de korlar. Tarihin her döneminde olduğu gibi, buna bunların komşularının Halaç - Kalaç Türkleri ol- fırsat vermezler. duğuna, başka birçok yerde de Kürtlerin HalaçFailinin hangi güçler olduğu belli olmayan, öllarla birlikte yer tutmuş olduklarına dikkatimizi dürülen Hrant Dink, bölücülerin, kendilerini desçekmişti. Gerçekten Kayseri’de Kürtler ve Halaç- tekleyeceklerini zannederek Diyarbakır’a konfeların mahallelerini şimdiki Sivas Caddesi ayırıyor ransa çağrıldığında, onlara şu çok ibretli sözleri idi. Caddenin kuzeyi Kürtler, güneyi ise Halaçoğlu söylemiştir: Mahallesi idi. Ancak daha sonra bunlar, şehrin top“Bakın, sizler bizleri örnek almamalısınız. Biluluğuna karışıp gitmişlerdir. zim güvendiğimiz, Türklerin düşmanı devletler, Burada şu husus da dikkatimizi çekmektedir: Türkler aleyhindeki planları suya düşüp bizleri Kürtler gerçekten Türklerden ayrı bir millet olsa kullanmaya gerek kalmayınca, bizi itip bıraktılar. ve orijinal ayrı bir dilleri bulunsa bugün yüzyıllar- Sizler de bir gün, sizi teşvik eden ve size her türlü ca oturmuş oldukları bu bölgelerde ve mahalleler- kışkırtmayı yapıp destek veren, dost zannettiğiniz de Kürtçe bir kitabe veya onlara ait bugüne intikal bu güçler, bir gün çekilip giderler ve asıl dost oleden bir kitap, bir vakfiye bir belge bulunmaz mı manız gerekenlerle sizi baş başa bırakırlar. Batının idi? Kendi etnoğrafya, yani halk bilimlerinde tespit sürekli yaptığı iş, bu olmuştur. Aklınızı başınıza edilecek o döneme ait şiirleri, destanları-türküleri, alın, dostu düşmanı iyi bilin ve tuzaklara düşmeatasözleri, farklı âdetleri olmaz mı idi? Tarihin en yin.” eski çağlarından beri ayrı bir millet olan bir topluEvet, bizi dinlemeyenler; bari İngiliz’inden, luğun bu şekilde millî değerleri, kültür varlıkları, Fransız’ından, Rus’undan ve Amerikalısından çok arkeolojileri, kalıntıları olmaz mı idi? Tabii ki yokçekmiş olan, onların teşvikleri ve kandırmaları ile tur; çünkü asılları bellidir. Türk âleminin bir parçabin yıllık dostlarını ve hamilerini arkadan vurmaya sıdır. Bugün Arapça, Farsça, Bulgarca, Romence, kalkan Ermenilerin bu ibretli sözlerini akıllarından Rusça konuşan Türkleri Türk saymayacak mıyız? çıkarmamalıdırlar. Bugünkü Kürtlerin dilleri bu saydıklarımızdan çok daha yakın Türkçeye. Bizim, Kürtler Türk’tü der- 11 12 SAVAŞMADAN İŞGAL EDİLEN ORTADOĞU VE AFRİKA Ömer MUHTAROĞLU Gelecek 50 yıla baktığımızda bugünün batı dünyasının tüm hayatî göstergeleri; sosyal, ekonomik, yer altı ve yer üstü kaynakları ve nüfus bakımından tehlike altındadır. Yani batının yaşaması doğunun kaynaklarının ele geçirilmesi ile birebir irtibatlıdır. Bu noktadan hareketle bu coğrafyanın her yüzyılın başında yeniden şekillenmesi acaba kaderi midir? 20.yy. başında Osmanlı İmparatorluğu’nu dağıtan güç yine görev başında. İmparatorluk bakiyesinden onlarca devlet çıkaran emperyal batı, zorlamalarla oluşturulan bu devletlerin her birinin başına bir diktatör yerleştirdi. Yerli isyancılara o gün için “Osmanlıya isyan et, kendi devletini kur.” diye özetlenebilecek bir umut dağıtıp ve başarılı oldular. Bugün ise kullanılan argüman daha farklı; demokrasi, özgürlük, insan hakları… Hatta bu isyan hareketleri Arap uyanışı olarak pazarlanmaktadır. Batı, yüz yıl boyunca Arap işbirlikçileri ile kan ve gözyaşı dökerek yıktığı Osmanlı’nın devasa kaynaklarını bu diktatörler eliyle kontrol etti ve kullandı. Osmanlı bakiyesi bu bölünmüş ülkelerin başına konulan 40 yıllık diktatörlerin en büyük özellikleri de batıya biat etmiş olmaları ve kendi ülkelerinin sahip olduğu kaynaklarını Batı’dan başka kimse ile hatta Osmanlı mirasçısı Türkiye’yle bile paylaşmamalarıdır. Koca bir yüzyılı, bir asırlık tarihin üstünü böyle örterek tamamladılar. Bu coğrafyada halklar hiç huzur bulamadılar. Batı, bu ülkelerin başından kavgayı hiç eksik etmedi. Kavgayı çıkaran Batı idi, barışı sağlayıcı ve kurtarıcı hakem rolünde olan da kendisi oldu. Bir başka tecelliye bakın ki Türkiye dahil, bu coğrafyada bu ülkelerin başına yönetici veya diktatör kimi getirmişler ise; İran şahı Rıza Pehlevi’den Pakistan devlet başkanı Bhutto’ya kadar Menderes’ten Mübarek’e hatta Saddam ve Kaddafi’ye kadar, miadı dolanlar yine Batı eliyle gönderilmiştir. Batı’ya kim hizmet etmişse, Batı tarafından Ortadoğu halklarına biçilen bu deli gömleğini itirazsız giyen kim varsa hepsinin sonu hüsran olmuştur. Bu ülkeler için 20.yy. tam bir ihanet asrıdır. Hem Osmanlı’yı yıkmışlardır hem kendi masum halklarına zulmetmişler hem kendi ülkelerinin kaynaklarını peşkeş çekmişler hem de istisnasız bu ihanetleri canları ile ödemişlerdir. 21’nci yy’a gelindiğinde artık bu kaynakları sömürme Batıyı kesmemektedir. Azmanlaşan ve azgınlaşan Batı, yalnız enerji kaynakları ve onun gelirleri ile tatmin olmamaktadır, daha fazlasını istemektedir. Bunun için ayrı bir proje ve yeni liderler lazımdır. Gerek 20’nci yy’da Osmanlı’yı parçalamak için kullanılan proje argümanları ve gerekse bugün fiilen yaşadığımız Büyük Ortadoğu Projesinde kullanılan argümanların büyük kısmı ile benzeyen tarafları da vardır. Her ikisinde de ortak dil açılım, özgürlük, demokrasi, insan hakları, yeni anayasa gibi kulağa hoş gelen söylemlerdir. Kullanılan kelimelerin hedef kitlesi iki ana unsura hitap etmekte. Birincisi ırk temelinde kimlik erozyonu; ikincisi din ve inanç farklılıkları temelinde ayrıştırmadır. Osmanlı’nın tüm topraklarını açılım ve özgürlük uğruna kaybettiğini bilen ve yazan tarihçilerimizin sayısı az değildir. Batı bunları hep yapıyor, Doğu da bu oyunlara hep geliyor. Ortadoğu’da Değişimin Ayak İzleri Yazımızın başında kısaca değindiğimiz gibi; Batı yaşayacaksa doğuya hâkim olunmalıdır. Batı için düstur budur. 1984 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılacağı artık belli olmuştur. Kapitalist dünya 90’lı yıllarda bir- Atlas Okyanusu’ndan başlayıp Hint Okyanusuna kadar olan coğrafyanın adeta DNA’sı değişecek gibi görünüyor. Dileğimiz bu değişim ve dönüşümden ülkemizin en az zararla kurtulmasıdır. 13 den rakipsiz kalmıştır. Her şey zıttı ile kaimdir. Komünizm çökmüş ise kapitalizmin de çökmesi mukadderdir. Kapitalizme yeni düşman “öteki” lazımdır. Margaret Thatcher, bir NATO toplantısında yeni düşmanı ilan eder; artık NATO için yeni düşman Varşova Paktı değil, radikal İslam’dır. Bundan böyle herkes yeni düşmana göre vaziyet almalıdır. Önce itibarını kaybeden kapitalizmin ismi değiştirildi. Küresel ekonomi denildi, yeni dünya düzeni denildi, global ekonomi denildi ve böylece köydeki vatandaşımız bile global ekonomiyi savunur oldu. Kapitalizm sevimli hale getirildi. Tüm silahlı silahsız güçler, Soros vakıfları, STK’lar (sivil toplum kuruluşları), dini vakıflar, cemaatler, medya kuruluşları, 11 Eylül 2001 mürettebatı, NATO unsurları, BOP teorisyenleri ve başta bu işin akıl hocası Huntington harekete geçmişlerdir. Hatta bundan da önce adeta bu değişim ve dönüşümün habercisi olan Leonardo da Binder isminde birisi bir kitap yazar. Bu kitapta anahtar cümle şudur: “İslam dünyasında güçlü bir İslami liberalizm olmadan başarılı olunamaz, İslam burjuvazi ideolojisinin bir parçası hâline getirilmelidir, İslam liberal kapitalizmin emrine sokulmalıdır.” Bu alıntı, 20 yıl önce yazılan bir kitaptandır. Bu olup biten olayları yeni başladı yeni oluyor zannediyoruz. Sonuca bakar mısınız; liberal kapitalizmi nasıl da benimsedik. 20 yıl önce türbanı için ağlayan kızımız son model ciple geçerken duraktaki başka bir türbanlıyı, su ve çamur sıçratarak kirletiyor. Türkiye Açısından Durum Nedir? Yukarıda kısaca bahsettiğimiz gibi BOP kapsamında bu coğrafyanın haritası değişmektedir. Kim değiştirmekte? Batı dünyası kime değiştirtmekte? Bu coğrafyanın yöneticilerine (BOP eş başkanı gibi). Yine bu coğrafyanın etnik ve din temelinde ayrıştırdığı halkların farklı kültürlerini kullanarak değiştirmekte. 40 yıldır baskı uyguladığı ve ülü’l-emr’e itaat düsturuyla bastırılan, biat kültürü ile yaşamış fakir halkı kullanarak değiştirmekte. Hâl böyle iken, yani bu coğrafyanın devletleri ufalanırken inancını ılımlı İslam diyerek hafifleştirme anlamında orijinalliğinden uzaklaştırıp onu ılımlıdan ziyade Batı’ya uyumlu İslam hâline getirmek gayesin- deler. Türkiye Batı’nın çıkarlarına hizmet eden bir ülke konumuna getirildi. Irak ve Afganistan işgallerinden dolayı ABD’ye isyan hâlinde olan Ortadoğu halklarına ayar verme görevi Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek ve Kaddafi’ye, Obama ile telefon görüşmesinden sonra “oradan gidecekmişsiniz” demeye gelen beyanatlarda Türkiye bulunmamalıdır. Hepimizin bildiği gibi NATO kararları hep ittifakla alır. Türkiye’nin istemediği hiçbir karar NATO’dan çıkmaz. Hem Libya’nın başına bomba yağdıracaksınız, hem Türk halkına dönüp “Ey millet, mermi atmıyorum ama iyi yaralı taşıyorum” demek, bizce bu ülkeye yakışan bir hareket değildir. Burada şu söylenebilir: “Kaddafi’nin hiç mi suçu yok?” olmaz olur mu, elbette vardır; ancak 40 yıl önce onu getiren güç kimdir? Batı dünyası gönderen güç kimdir? Yine onlar; Türkiye değil. Sonuç olarak Atlas Okyanusu’ndan başlayıp Hint Okyanusuna kadar olan coğrafyanın adeta DNA’sı değişecek gibi görünüyor. Dileğimiz bu değişim ve dönüşümden ülkemizin en az zararla kurtulmasıdır. Gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’nin aktif etkisi gözükmemekte, aksine mutfak görevi gibi bir geri hizmete talip durumdadır, bu da içinde olmak adına; yoksa inisiyatif almak gibi bir görevi mümkün olmadığı gibi böyle bir donanıma da sahip olmadığı gözüküyor. İşte Türkiye’ye rağmen Libya’ya kara harekâtı başladı. Emperyal Batı, petrole acımasız saldırıyor. Türkiye istese de istemese de bu değişikliğin kaçınılmaz olduğu gerçeği ortada. Bizim dikkat etmemiz gereken en önemli nokta, bu değişimin Ortadoğu ile sınırlı kalması. Aksi hâlde Türk coğrafyasına geçtiği takdirde ki özellikle Azerbaycan Türkiye ilişkilerinin daha da bozulup enerjiyle ve bu coğrafya ile irtibatımızın kesilmesi durumunu düşünmek bile istemiyoruz. Enerjide %90 dışa bağımlı hâle gelen Türkiye’nin, Allah korusun, beka sorunu ile karşı karşıya kalması içten bile değildir. Üç günlük enerji stoku dahi olmayan bir ülkenin, uzun vadeli krizlere dayanabilmesi mümkün gözükmemektedir. Bundan dolayı Azerbaycan, Türkiye için hayatî öneme sahip en kilit ülkedir. Aman, Azerbaycan’a dikkat. 14 Türk Hitabetinin Seçkin Şahsiyeti ve Türk Ocakları’nın Unutulmaz Başkanı: HAMDULLAH SUPHİ TANRIÖVER Ahmet GÜRSES Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin let olduğundan söz etmezler. Millet mekte, yaşanan siyasi olaylar devhangi meselesini kaldırırsanız al- onlar için Osmanlıcılık düşüncesi letin büyük toprak kayıplarına tından 1839’da ilan edilen Tan- çerçevesindeki millettir. Devleti uğramasına neden olmaktadır. Balzimat Fermanı ve onu takip eden ayakta tutmak, bu dönem vatanse- kanlarda toprak kayıplarıyla berasüreç çıkar. Çünkü bir dönemeçtir ver aydınların ortak düşüncesidir. ber milyonlarca insanımızın yaşadıve Osmanlı Devleti’nin de birçok 1896-1901 arası Türk aydını baş- ğı dram, Türk aydınını da kara kara problemle boğuştuğu bir dönemdir. ka şeylerin peşindedir. Sanat için sa- düşündürmeye başlar. Bir çıkış yolu Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa, nat, Batılı anlamda başarılı şiirler ve aranır. Ahmet Mithat, Ahmet Vefik Paşa, romanlar kaleme almak bu devrede Şemsettin Sami bu dönemin aydın aydınımızın yegâne meşguliyetidir. TÜRK kadrosunu oluşturur. Toplumdan kopuk bu dönem aydıMİLLİYETÇİLİĞİNİN Osmanlı’nın toplumsal yapısı nı toplumun meselelerine hiç gireDOĞUMEVİ içinde aslî unsur olan Türk milleti mez. Sadece böylesi bir dönemde Osmanlıcılık akımının başarılı ilk defa bu dönemde ciddi bir şe- farklı bir ses yükselir. Bu ses, Mehkilde ortaya konan eserlerde yerini met Emin Yudakul’un “Ben bir olamaması, İslamcılık birliği idealialmaya başlar. Öncesinde Kara- Türküm; dinim, cinsim uludur./ nin imkânsız hâle gelmesi gözlerin manoğlu Mehmet Bey’in Türk dili Sinem, özüm ateş ile doludur./ İn- Türk ulusuna yönelmesini sağlar. üzerine söylediği fermanı ve edebî san olan vatanının kuludur. Türk Askerî Tıbbıye’de okuyan bir grup bir hareket olan ve Türkçe ile de ga- evladı evde durmaz, giderim” di- genç, Türk aydın ve gençlerini zel yazılabilir tezini savunan Türk-i yen sesidir. Bu ses, aydının aradığı toplayacak bir derneğin kurulmaBasit hareketini bir kenara bırakır- sestir ve “Ben kimim?” sorusunun sı fikrini ortaya atmışlardır. Önce, okullarının çatı katında gizli topsak koskoca Osmanlı tarihinde Türk cevabıdır. ismi neredeyse yok gibidir. Şu, bir 1908’de II. Meşrutiyet’in ila- lantılar düzenlemişler daha sonra gerçektir ki halkın konuştuğu dil nı ile birlikte Osmanlı Devleti de güvenlik nedeniyle Karacaahmet Türkçe, Osmanlı’nın aslî unsuru da iyiden iyiye kan kaybet- mezarlığında toplantılarına sivil tıbbiyelileri ve mülkiyelileri de alarak Türk halkıdır. devam etmişlerdir. Bu toplantılar Türk kelimesi ciddi anlamda sonucunda milliyet esasına dayaTanzimat döneminde ortaya kolı bir cemiyet kurulması kararı nan eserlerde karşımıza çıkar: alınmış, hazırlanan bir beyan20 Haziran 1911 Ahmet Vefik Paşa’nın Ebulname ile bu durum ilgililere gazi Bahadır Han’dan çetarihinde Ağaoğlu 11 Nisan 1911 tarihinde virdiği Şecere-i Türkisi, Ahmet’in evinde yapılan sunulmuştur. Mezarlıklar, Şemsettin Sami’nin hatoplantıda başkanlığı İttihat çoğu zaman biz faniler zırlamış olduğu lügate için bir son durak olarak ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul Kamus-ı Türkî demesi, algılanır. Çoğu zaman bu bakımdan önemlimilletvekili Ahmet Nesimi Bey pek az şey ifade etse de dir. yapmış, kurulacak cemiyetin bu defa Türk milleti için Yukarıda zikredilen çok şey ifade edecektir. adının Fuat Sabit’in teklifiyle aydın kadrosu, bu döMillî devletin temeli bu Türk Ocağı olması nemde (özellikle Namık dünya için son kabul edilen Kemal) vatan ve millet kararlaştırılmıştır. bir yerde atılacaktır. Karacakavramlarından sık sık bahahmet mezarlığı. O bir son ve setseler de milletin hangi milbir başlangıçtır. 20 Haziran 1911 tarihinde Ağaoğlu Ahmet’in evinde yapılan toplantıda başkanlığı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul milletvekili Ahmet Nesimi Bey yapmış, kurulacak cemiyetin adının Fuat Sabit’in teklifiyle Türk Ocağı olması kararlaştırılmıştır. Yönetici kadrosu: Mehmet Emin(Başkan), Yusuf Akçura(II. Başkan), Mehmet Ali Tevfik(Katib), Dr. Fuat Sabit (Veznedar) olarak belirlenmiştir. Resmî kuruluş ve faaliyete geçiş tarihi olarak kabul edilen 22 Mart 1912’de ilk toplantısı yapılan ve tüzüğü tamamlanan Türk Ocağı başkanlığına Ahmet Ferit Tek Bey seçilmiştir. İkinci başkan Akçuraoğlu Yusuf Bey’dir. Ocağın ilk başlarda toplantıları Yusuf Akçura’nın Türk Yurdu dergisi idarehanesinde yapılıyordu. Daha sonra Ocak, üniversite öğrencileriyle meşgul olmaya, onları yetiştirmeye çalışırken, yeni bir bina tutmak lüzumu hissetmiş, Bayazıt’ta Divanyolu’nda müstakil bir binaya sahip olmuştur. Türk Yurdu, 1911 Kasım ayından itibaren düzenli olarak çıkmaktaydı. Türklük ve Türkçülük yolunda Türkler için çıkan bu dergiye Türk Ocağı büyük destek olmuş ve dergi Türk Ocağının resmî yayın organı hâline gelmiştir. Dergi bugün de Türk milliyetçiliğinin sesi olmaya devam etmektedir. 2011 yılı Türk Yurdu dergisinin 100. yılı olması münasebetiyle anıt sayılarla Türk milliyetçilerinin ve okurlarının hizmetinde olacaktır. TÜRK OCAĞI VE HAMDULLAH SUPHİ 1913 yılı Ocak için sıkıntılı bir yıldır. Başlangıçta Türk Ocağına devrin ünlü şahsiyetleri yardımda bulunmuşlar, ancak taşıma suyla değirmen de bir yere kadar döner, hesabı bir süre sonra maddî sıkıntılar baş göstermiş ve Ocak kapanma noktasına gelmiştir. Ocağı toparlayacak bir reise şiddetle ihtiyaç vardır. Hamdullah Bey, o sırada Öğretmen Okulunda hocalık yapmaktadır. Tıbbiyeli Hasan Ferid Cansever’in teklifiyle Hamdullah Suphi Bey’e teklif götürülmesi kararlaştırılır. Teklifi götürme işi Ahmet Mazhar’a verilir. Hamdullah Bey’e teklif götürülür ve Hamdullah Suphi Bey Türk Ocağı başına geçip Ocağı kapanmaktan kurtarır. Hamdullah Suphi Tanrıöver’in Türk Ocağı’na yaptığı büyük hizmeti Dr. Ferit Cansever şöyle anlatır: “Başkanlığa seçilmesinden az zaman sonra Ocakta herkese açık olmak üzere konferanslar, müsamereler, musiki ve her nevi sanat toplantıları tertip olunmağa başlamıştı. Bu toplantılara halk o kadar büyük bir alaka gösteriyordu ki az zamanda Ocağın odaları, salonları, merdivenleri gelenleri almayacak kadar kesif bir kalabalık ile doluyordu. Bu gelenleri bir yerde oturtabilmek için sandalyemiz kâfi gelmediği için Hamdullah önde, biz arkada Divanyolu gazino ve kıraathanelerinden edindiğimiz iskemleleri sırtlayarak Ocağa taşıyor ve işimiz bittikten sonra da yine aynı şekil üzerine sandalyeleri aldığımız yere geri veriyorduk. Bir aralık bu iskemle hamallığına lüzum kalmadı. Çünkü iskemleleri koyacak yerimiz de kalmamıştı. Onun için daha geniş bir yer aramağa mecbur olmuştuk. Hamdullah Bey sayesinde para sıkıntısı diye bir güçlüğümüz kalmamıştı. O, ne yapıyor yapıyor, para buluyordu. Onun için hiç korkmadan Bayezit’teki konağı tutmaya karar verdik. Bu binanın geniş salonları,büyük odaları ve bir de geniş bir bahçesi vardı. Fakat az zaman sonra bu koskoca salonların da bizim ihtiyacımıza kafi gelmediği görüldü. Onun için bahçeye 600 700 kişi alabilecek bir sinema binası yaptırdık. Artık Ocak her gün yüzlerce insan tarafından ziyaret ediliyor; Hamdullah Bey de bütün gayretiyle bu geniş odaları, salonları o üstün zevkiyle, meşhur hattatlarımızın yazıları, ressamlarımızın resimleriyle süslüyordu. Ocak artık her gelen misafiri kabul edebilecek bir hâle, hatta küçük bir müze hâline geliyordu. Anadolu’dan, Azerbaycan’dan, hatta Türkistan’dan birçok genç Türk Ocağı’na geliyorlar; kimi geçimlerinin sağlanması için, kimi de okula devam etmek içinkimi has- talıklarına bir çare bulmamız için bize müracaat ediyorlar ve hiçbiri de boş olarak geri döndürülmüyorlardı.” ÇANAKKALE TÜRK OCAĞI ve HAMDULLAH SUPHİ Takvimler 1914 Birinci Dünya Harbi’ne doğru ilerlerken Ocak’tan feyiz alan genç zabitler de cephelere koştular. Her cephede gösterdikleri üstün gayret, dostun ve düşmanın ilgisini çekti. Burada tekrar Dr Ferit Cansever’in sözlerine dönelim: “Günlerden bir gün, Çanakkale’de Türk kahramanlığı karşısında bozguna uğramış olan düşmanlar, mütareke şartlarının kendilerine verdiği imkânlardan yararlanarak İstanbul’a geldiler. İstanbul topraklarına ayaklarını basar basmaz ilk işleri Ocağı arayıp bulmak ve onu kapatmak oldu. Çanakkale’de kendilerini yenen Türk ordularının merkezlerinden önce Türk Ocağı’nı arayıp gelen İngiliz subayına ziyaretlerinin bu sebebini soran Hamdullah Bey’e cevaben, bu İngiliz subayı, Çanakkale’de savaşan Türk erlerinin bambaşka bir ruh haliyle donatılmış olarak harb ettiklerini ve bu millî ruhu aşılayan kuruluşun da Türk Ocağı olduğunu öğrendiklerini her şeyden önce bu manevî kudreti yapan müesseseyi ortadan kaldırmak, en birinci vazifeleri olduğunun Ocağı arayıp bulduklarını ve bundan sonraki çalışmalarına imkân bırakmamak için Ocağı kapamaya geldiklerini söylemiş ve bu vazifesini de yapmıştır. Bu hadise, Ocak tarihi ve bilhassa Hamdullah Bey’in o zamana kadar yapmış olduğu çalış- 15 16 malar bakımından çok dikkate değerdir. Çanakkale’de yenilen İngilizler, mağlubiyetlerinin mühim sebebini de Ocağın Türk Ordusu’na aşılamış olduğu yüksek milliyetperverlik ve vatanperverlik hislerinde buluyordu ki bu mesainin büyük bir kısmı değil, hemen hemen hepsi rahmetli Hamdullah’ın eseriydi. Bu suretle bugünkü bağımsız Türk vatanının oluşunda Çanakkale ne kadar mühim bir rol oynamış ise o muazzam zaferin oluşunda da Ocak ruhunun ve bu ruhu temsil eden Hamdullah Bey’in de bir şeref payı olduğu muhakkaktır.” Hamdullah Suphi, kapatılan cemiyeti bir hafta sonra bir cuma günü, Binbirdirek’te Millî Talim Terbiye Merkezinde yeniden açar. MİLLÎ MÜCADELE VE MİTİNGLER 1919 yılı Türk milleti için son derece derin ve dayanılmaz bir acı çeken aslanın kükreyerek vatanını işgale gelen sürülere karşı sesini yükseltmeye başladığı bir yıldır. İzmir’den saldıran düşmana karşı protestoların İstanbul’dan yükselen sesinde yine Hamdullah Suphi vardır. Halide Edip Adıvar, Doktor Rıza Nur, Mehmet Emin Yurdakul gibi aydın vatanseverlerin katıldığı İstanbul mitinglerinde ateşli konuşmalarıyla en önde yine O vardır. 30 Mayıs 1919-10 Ekim 1919 Cuma tarihlerinde yapılan muhteşem mitinglerde Hamdullah Suphi Bey adeta kükremiştir. 1920’de son Osmanlı Mebusan Meclisinde Antalya mebusu olarak yaptığı konuşmasında da: ”Siz Millet Meclisi değilsiniz. Ordunuz yok, paranız yok, hükümetiniz yok. Millet Meclisi olmak için Anadolu’da başlayan son kurtuluş ümitlerinin mümessili olan Milli Hareketi benimsediğinizi ilan edebilirseniz o zaman Millet Meclisi olursunuz. Yoksa şu kapıdan başını uzatacak ilk İngiliz çavuşu, sizi istediği hapishaneye götürmek kuvvetindedir.” diyerek dağınık bir sürüye yol gösteren bir çoban yıldızı oldu. Millî ümidin Anadolu toprakları üzerinde yükselmesi üzerine Anadolu’ya geçti. Kendisi gibi yüzlerce ocaklının Anadolu’ya geçmesine, Ankara’ya gelmesine öncülük eden Hamdullah Suphi Bey, kısa zamanda Türk Ocaklarının Anadolu’ya yayılmasını sağlayacaktır. MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI VE İSTİKLAL MARŞI Ankara’da TBMM’de maarif vekili seçilmiş olan Dr. Rıza Nur, Moskova’ya gönderilen Türk Heyeti’nde görevlendirilince istifa etmiş, boşalan maarif vekâletine 14 Aralık 1920’de Hamdullah Suphi, Maarif Vekili seçilmiştir. Rıza Nur döneminde açılan İstiklal Marşı yarışmasının sonuçlandırılması ve Mehmet Akif Ersoy’un marşı yazmaya ikna edilmesi, şiirin 12 Mart 1921 Cumartesi, TBMM’ce Türk İstiklal Marşı olarak kabul edilmesi hep Hamdullah Suphi’nin marifetiyle olmuştur. Burada Hamdullah Suphi’nin o dönemdeki mecliste oynadığı rolü uzun uzadıya anlatmaya gerek yoktur. Ancak şunu hatırlatmakta fayda olacağını düşünüyorum: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda hizmeti bulunan Türkçülerden biri de Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Temelinde Türk milliyetçiliği bulunan Milli Mücadelenin başarıya ulaşmasında, kurucu meclis içindeki milliyetçi aydınların ve özellikle Hamdullah Suphi’nin katkısı büyüktür. Meclis kürsüsünden bizzat kendisi İstiklal Marşı’nı okumuş, milli kurtuluş ve kuruluşun sembollerinden biri olan İstiklal Marşı’mızın millî marş olarak kabul edilmesinde rol oynamıştır. Bu konuda Mehmet Akif kendisine şöyle der: “Ben biraz güzel yazdım mı bilmiyorum. Fakat sen çok güzel okudun, onu bilirim !” Hamdullah Suphi’nin Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Türkiye’de Fransız Akademisine benzer bir Türk Akademisi kurulması planlanmıştır. Bu düşüncede, yurdun dört bucağındaki çeşitli merkezlerden tarihi eserleri ve sanat eserlerini toplayarak her tarafta kültür merkezleri kurmak, halka sanat eserlerini sevdirmek ve benimsetmek düşüncesi yatar. Ankara’da Türk Ocağı binasının yanındaki Ankara Etnografya Müzesi bu amaçla kurulmuştur. Öğretmenler Hamdullah Suphi döneminde sonsuz sevgi ve saygı görmüştür. Kendisi de bu ilahî mesleğin mensuplarına sevgisini ve saygısını her fırsatta dile getirmiştir. 10 Haziran 1966 Cuma gecesi bu dünyaya veda eden Hamdullah Suphi Tanrıöver için aynı gece TRT ve ertesi gün tüm gazeteler Türk hitabet tarihinin seçkin şahsiyeti ve Türk Ocaklarının unutulmaz başkanı hakkındaki acı haberi, onun hayat hikâyesiyle yayımlamışlardır. Saçlarına çektiği çilenin akları düşmüş, nefesini Türklük ve Türkçülük için tüketmiş bu büyük dava adamımızı saygıyla anıyoruz. Kaynaklar: ”Hamdullah Suphi Tanrıöver ” Dr Fethi Tevetoğlu Türk Yurdu Dergisi, Ocak 2011, Sayı, 281 Türk Yurdu Dergisi, Şubat 2011, Sayı, 282 Türk Yurdu Dergisi, Mart 2011, Sayı, 283 17 BİLİM VE ÜLKÜ ADAMI PROF. DR. NECMETTİN HACIEMİNOĞLU Bilgehan AYATA Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Ona göre, ülkenin kalkınması milliyetçi bir eğitim sisteminin kurulmasıyla olanaklıdır. Bunun için öğretmenlere “ışık ordusu” diye seslenir. “Ona göre, bir ülkeyi ancak bilgili, faziletli, milliyetçi ve çalışkan insanlar kalkındırabilir. Bu vasıftaki insanları da ancak millî hedeflere yönelmiş, Türkiye’nin imkân ve ihtiyaçlarıyla çağın gereklerine göre kurulmuş ülkücü bir millî eğitim sistemi yetiştirebilir.” Kaçıncı yaşını yaşıyor dünya, kaç mevsim değişti yerle gök birbirinden ayrılalı beri, kaçıncı kez doğuyor güneş ve kaçıncı kez batacak dipsiz karanlıklara? İnsanoğlu, bu döngüyü bilinmez yıllardır yaşayıp durmakta. Bedenlerse bu döngüde acımasızca öğütülmekte. Öğütülmeyen tek şey, geride bırakılan eserler, düşünceler ve iyi bir ad. İşte; eserleri, düşünceleri ve yaşantısıyla, adı ölümsüz olanlardan biridir Necmettin Hacıeminoğlu. Yaşamının özetini kendisininden dinleyelim: “1932 yılında Maraş’ta doğmuşum. Ailem aslen Darendelidir; ama, babam Maraş’ta tüccarmış. Bir müddet orada oturmuşuz. Ben bir yaşındayken babam ölmüş. Bu yüzden tekrar asıl memleketimiz olan Darende’ye dönmüşüz. Çocukluğum, Darende’nin Aşudu köyünde geçti. Fakirdik. Dedemizden kalan bahçenin mahdut (sınırlı) geliriyle kıt kanaat geçiniyorduk. Ben kışın okula gider, bahar ve yaz aylarında da kuzu çobanlığı yapardım. Köy çocuklarının pek çoğu böyle büyümüşlerdir. İlkokulu köyde bitirdiğim yıl, Darende’ye ortaokul açılmıştı. Oraya kaydoldum. Benim köyümle ortaokulun bulunduğu kasabanın arası yedi kilometreydi. Ben –çok soğuk ve karlı günler hariç- bu yedi kilometrelik yolu sabah akşam yürürdüm. İkinci yıl Osmaniye’ye geldik ve ortaokulu orada bitirdim. Liseyi de Adana’da okudum. Yüksek tahsilimi İstanbul Edebiyat Fakültesinin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladım. Aynı zamanda Yüksek Öğretmen Okulundan mezun oldum. Altı ay Bitlis Lisesinde, bir yıl da Osmaniye Lisesinde edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra, 1960 yılında Edebiyet Fakültesi Türk Dili Kürsüsüne asistan oldum. Hâlen aynı kürsüde öğretim üyesiyim. Evliyim, on bir yaşında bir kızım var.”(1) Kendisi belirtmiyor; ancak, doçentlik çalışması için iki yıl Paris’te kalır. Bu söyleşinin gerçekleştirildiği 1972 yılında henüz doçenttir kendisi. Aynı yıl, Bağdat Üniversitesine giderek burada Türkoloji bölümünün etkinliğe geçmesini sağladıktan iki yıl sonra İstanbul Üniversitesindeki eski görevine döner. 1978’de üniversite kurulu, ülkücü kişiliği dolayısıyla profesörlüğünü onaylamaz. 11 Ocak 1979’da, Hergün gazetesindeki “Eşgüdüm Komutanları” başlıklı yazısı nedeniyle tutuklanır. 26 Şubat 1979’daki ikinci duruşmada tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılır. 1985’te Trakya Üniversitesine geçer, burada Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kurup 1987’de yüksek lisans ve doktora programını 18 başlatır. 1994’te yeniden İstanbul Üniversitesi’ne döner. 1996 yılında emekli olunca Ankara’ya yerleşir ve 26 Haziran 1996’da vefat eder. Ahmet Caferoğlu, Faruk Kadri Timurtaş, Mehmet Kaplan, Muharrem Ergin, Reşit Rahmeti Arat gibi değerli hocaların öğrencisi olan Hacıeminoğlu, kurduğu bölümlerle, eserleri ve hocalığıyla kendisi de nice bilim adamları yetiştirmiştir. Türk Dilinde Edatlar, Milliyetçi Eğitim Sistemi, Türkiye’nin Çıkmazları gibi 13 adet bilimsel ve düşünce kitabı, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış 540’ı aşkın yazı ve makalesi bulunmaktadır. Kimi yazılarında Altay Pamir, A.Ergenekon, M.Necmettin Özdarendeli takma adlarını kullanmıştır. Onu böylesine değerli kılan yalnız bilim adamlığı değildir kuşkusuz. O, Dedem Korkut Oğuznameleriyle; Âşık Garip, Köroğlu hikâyeleriyle; Yunus Emre ilahileri, Battal Gazi Destanı ve Muhammediyelerle büyütülmüş seçkin bir kişiliktir. Kızı Oytun, bunu şöyle açıklar: “Yaradan’ı çok sevdiği için insanları da çok severdi. Kendisiyle ve çevresiyle barışıktı. Ülküsünde o denli tavizsiz ve katı, buna karşılık özel hayatında ailesine, dostlarına, talebelerine karşı o denli anlayışlı, merhametli, esprili ve saygılıydı. Kul hakkıyla gitmemeye özen gösterirdi.”(2) Hacıeminoğlu’yla kardeşlik derecesinde yakınlığı olan Prof. Dr. Mustafa Kafalı da şunları belirtir. “Rahmetli Necmettin, dilci olarak pek çok çalışmalar yapmış değerli bir ilim adamıydı. Ancak, ondaki duygu hazinesi, hafıza üstünlüğü ve ifade kabiliyeti, değme edebiyatçıyı yaya bırakacak seviyedeydi. Mehmet Akif Ersoy’u en iyi bilenlerdendi ve Safahat’ı ezbere okuyan yapıdaydı.”(3) HACIEMİNOĞLU’NUN MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI Ona göre, ülkenin kalkınması milliyetçi bir eğitim sisteminin kurulmasıyla olanaklıdır. Bunun için öğretmenlere “ışık ordusu” diye seslenir. “Ona göre, bir ülkeyi ancak bilgili, faziletli, milliyetçi ve çalışkan insanlar kalkındırabilir. Bu vasıftaki insanları da ancak millî hedeflere yönelmiş, Türkiye’nin imkân ve ihtiyaçlarıyla çağın gereklerine göre kurulmuş ülkücü bir millî eğitim sistemi yetiştirebilir.”(4) Millet; aralarında soy, dil, töre, kültür, tarih, din ve ülkü birliği olan fertlerden oluşan birliktir. Milliyetçilik ise bir fikir sistemi ve dün- ya görüşüdür. “Türk milletini sahip olduğu bütün millî değerleriyle beraber, ebediyete kadar yaşatma ve yüceltme ülküsüdür. Kendisini kayıtsız-şartsız bu ülküye adayanlara milliyetçi denir.”(5) Milliyetçiliğin başına çeşitli sıfatlar getirmek yanlıştır. Bu, farklı milliyetçilik türleri ortaya çıkaracak ve zamanla milliyetçiliği zayıflatıp parçalayacaktır. Demokratik milliyetçilik, insanî milliyetçilik, ilmî milliyetçilik, Atatürk milliyetçiliği, kültür milliyetçiliği vb. sıfatlara gerek yoktur; milliyetçiliğin mahiyeti gereği bu sıfatlara gereksinimi yoktur. Milliyetçilik tektir. Nasıl ‘akılcılık’ en çok akla değer vermek, ‘menfaatçilik’ menfaati her şeye tercih etmek demekse ‘milliyetçilik’ de öylece ‘milliyeti’ her şeyin üstünde tutmak demektir. Başına getirilen her sıfat, onun anlamını daraltır.(6) Milliyetçilik tutuculuğa karşıdır. Birçok kimse milliyetçiliği muhafazakârlık sanar; oysaki milliyetçilik, bütün yeniliklere açık bir muhafazakârlıktır. Yalnız iki unsur hiç değişmez: Milliyetçiliğin amacı ve milliyetçiliğin özü ile içeriği. Milliyetçilik başka milletlerle dostluğu değil, onlara karşı ölçüsüz hayranlığı ve millî yapıyla bağdaşmayan taklitçiliği reddeder. “Milliyetçiliğin icaplarından biri, insanın kendi milletini sevmesi, yabancıları da mânâsız yere sevmemesidir.”(7) Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu; inanmış, inandığı gibi yaşamış, ülküsü uğrunda türlü sıkıntılara sızlanmadan katlanmıştır. Zaten, ona göre bildiklerini uygulamayan, inandıklarını gerçekleştirmeye çalışmayan kişi, tam bir milliyetçi sayılamaz. Görülüyor ki kendisi; bilgisi, ülküsü, eserleriyle; çalışkanlığı ve yaşantısıyla daha nice nesillere yol gösterecek örnek bir insandır. Işık ordusundan, ülkü devine selam olsun. Kaynaklar: 1-Töre dergisi, Haziran, 1972, 13.sayı, s.28. 2-Gazi Türkiyat Dergisi, 5.sayı, Güz, 2009, s.72. 3-age. s.75 4-Prof.Dr. Şuayip Karakaş, age., s.95 5-Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Millet ve Aydınlar, TEV yay. ,İstanbul, 2004, s.23. 6- Prof.Dr.Necmettin Hacıeminoğlu, age., s 1924. 7- Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, age., s.21. 19 TEK KELİMELİK HAYAT DERSİ Osman KARABABA Kızılderililerin Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri kabilenin gençleriyle hayat, aşk ve evlilik üzerine sohbet ederken: -İçimizde iki kurt var ve bunların arasında da korkunç bir savaş sürmektedir, der ve sözlerine şöyle devam eder: - Kurtlardan biri korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibri, kaprisi, kendine acındırmayı, doymayan hırsı, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, üstünlük taslamayı ve benciliği temsil ediyor; -Diğeri ise; huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, güzelliği, hoşnutluğu, cömertliği, dinginliği, mütevaziliği, zevki, nezaketi, zarafeti, yardımseverliliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı… Dinleyenlerden biri merakla sorar: -Peki, hangi kurt kazanacak? Yaşlı adam tek kelimelik, net bir cevap verir: -Beslediğiniz... * 12 Haziran’da genel seçim var. Bu seçimde iki güç savaş halinde. Bu güçlerden biri; Telekulakla, basılmadık kitaplara el koymakla, iktidarı eleştiren ünlü gazeteci, yazar, düşünürü tıkmakla halka salınan korku, “Ananı da al git” diyen öfke, “Başbakanı eleştiren ilköğretim öğrencisinin boğazını sıkan şiddet, Ülkeye şeriatı getirmek için içilen andın cumhuriyete olan hıncı, “Dağlara, taşlara ‘Ne mutlu Türk’üm’ diye yazarak bu millet ilkelleşti” diyerek milletin kimliğine duyulan kin, Teröristlerle masaya oturup sonra da bunu ispat etmeyen şerefsiz diyerek muhalefete olan nefret, Bu ülkede Kürt sorununun olduğunu iddia eden bölücülük, Habur’da katillere, hainlere düğün yaptırıp seyyar mahkemeler kurarak onları üfürükten yargılayan ayrıştırma, “Biz iktidarda çıraklık, kalfalık dönemini geçtik, sen daha çırak bile olamamışsın, ülkeyi nasıl idare edeceksin?” diyerek köpüren kibir, BOP’un eşbaşkanı olamakla gurur duyan üstünlük taslama, Muhalefete “Bunların elinden bir şey gelmez, bir dikili ağacınız bile yok be!” diyen kapris, Ana muhalefetin “Halka Direniş Çağrısı’nı eşkıyalık alarak niteleyen” tahammülsüzlük, 8 yılda villalar, gemicikler sahibi olup dünyanın sayılı zengin liderleri arasına giren ve İsviçre’de birçok hesabı olduğu ABD elçisince Wikileaks’a rapor edilen doymayan hırs, Türbanı çözemeyen, 12 Eylül darbecilerini yargılayamayan yalan, Milletin egemenliğini Watikan’da Batıya devreden pişmanlık, Ve aynı kulvarda; Azınlığı temsile soyunmuş ve asla bu milletin partisi olamayan, 30 bin insanın katili İmralı canisinin güdümünde olan ve dış güçlerin uşağı, HSYK’nın veto kararlarını bahane ederek ülkeyi yangın yerine çeviren vahşet, cinayet, nefret, şirret, ihanet, bölücülük, Güçlerden diğeri ise; Çoğunluğu sindirilmiş, korkutulmuş, ele geçirilmiş medya… İktidar karşısında sesini halka duyuramayan, dağılmış muhalefet… YGS’de şifrelere yenik düşen 1.7 milyon umut, KPSS’de çalınmış sorularla yıkılmış hayaller, telafisi ukbaya kalmış mağduriyet, Müzminleşmiş işsizlik, Yıllardır üç kuruş maaşa tabi milyonlarca emekli mahkumiyet, Samsun’da 2.5 yaşındaki Kübra’nın, Muğla’da 80 yaşındaki Kore gazinin feci şekilde canını alan açlık, ... 12 Haziran’da hangi güç iktidar olacak dersiniz? Ben söyleyeyim mi? Bunu bir Kızılderili’nin hayat hikayesi ile cevaplandırmak istiyorum: Beslediğiniz!.. Yani oy verdiğiniz!.. 20 BULMACA Ergül SIRKINTI Rehber Öğretmen Aşağıdaki metni okuyunuz. Bu metin hangi kitapta yer almaktadır. Metnin sonunda ipucu olarak verilen boşluklara kitabın adını ve yazarını yazınız. İmdi bundan sonra Muhammed oğlu Hüseyn, Hüseyn oğlu Mahmud der ki: ‘‘Tanrının devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların ve mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne ilbay kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; Dünya milletlerinin idare yularını Türklerin ellerine verdi; onları herkesten üstün eyledi; Kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri, kötülerin şerrinden korudu. Okları dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için dilleriyle konuşmaktan başka bir yol yoktur. Bir kimse kendi takımından ayrılıp da onlara sığınacak olursa o takımın korkusundan kurtulur; bu adamla birlikte başkaları da sığınabilir. ‘‘And içerek söylüyorum, ben Buhara’nın sözüne güvenilir âlimlerinin birinden ve Nişaburlu bir âlimden işittim. İkisi de senetleriyle bildiriyorlar ki peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) kıyamet belgelerini, ahir zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkacaklarını söylediği sırada ‘‘Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır.’’ buyurmuştur. ‘‘Bize Türk adını Ulu Tanrı vermiştir.’’ dedik. Çünkü bize… Kaşgarlı Halef oğlu İmam Şeyh Hüseyn… ahirzaman üzerine yazmış olduğu kitabında Ulu Peygamber Hz. Muhammed (SAV)’ın bir hadisi şöyledir: Yüce Tanrı ‘‘Benim bir ordum vardır, Ona Türk adını verdim, onları doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam Türkleri, o olusun başına musallat kılarım’’ diyor. İşte bu Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. ‘‘Tanrının devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların ve mülkleri üzerinde göklerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne ilbay kıldı. Çünkü, Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır. Onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara “kendi ordum’’ demiştir. Bununla beraber Türklerde güzellik, sevimlilik, tatlılık, edep, büyükleri ağırlamak, sözünü yerine getirmek, sadelik, öğünmemek, yiğitlik, mertlik, doğruluk, dürüstlük gibi öğülmeye değer, sayısız iyilikler görülmektedir. YAZARIN ADI KİTABIN ADI - - 21 AKIL, İMAN, EDEP ve İNSAN İsmail BOZKURT Hazreti Âdemden son peygamber Hz. Muhammet (SAV) efendimize gelinceye kadar tüm semavî dinlerin özünde var olan şey, insanın İslâmî donanımına şu üç unsurun hâkim olmasıdır: Akıl, iman ve hayâ… Dinlerin gayesi, hem dünya ve hem de ahirette insanı mutlu kılmak ise, yol gösterici, koruyucu ve güven verici olan bu üç unsura insan sahip olmalıdır. Birlikte inanma, birlikte ibadet etme ve cemaat ( toplum) şuuruna sahip olmak üzere donatılmış olarak yaratılan insanoğlunun muhatap olduğu emir ve yasaklar, peygamberleri ve ayrı zaman içinde sunuluşları farklılaşsa da özde değişmemiştir. Muhterem hocam Nazik ERİK Hanımefendi bir çalışmasının giriş bölümünde, bahse konu olan durumu her fırsatta anlatmak istediğini belirterek şöyle der: “ Cenabı Hak, Cebrail vasıtasıyla Hazreti Âdem’e üç teklif sunmuş ve bunlardan hangisini tercih edersin demiş. Bu üç teklif, ‘akıl, iman ve hayâ’imiş. Hazreti Âdem tereddütsüz ‘akıl’ demiş, demiş de hemen ‘iman’ yerinden fırlamış: ‘Benim yerim aklın yanıdır’diyerek öne geçmiş. Bu arada hayâ da bir hamle yaparak: ‘Akıl ile imanın olmadığı yerde benim ne işim olabilir?’ düşüncesiyle öne fırlamış.” Bu üç unsur, mükellef insanın vazgeçilmezleridir. Eğer güzellik arıyorsanız şüphesiz edebe (hayâ) sahip olacaksınız. Akıl, Tanrı armağanı; iman, aklın korunması için kalkan; edep ise buyruğun güzelliği, süsü ve ışığı… Hocamız bu hususun tekrarını üşenmeden yapmada elbette ki haklıdır. Mevlana Celâleddin’i Rumi bir sözünde şöyle der: “ Efendi! Bilmiş ol ki, edep insanın bedeninde ruhtur. Efendi! Edep, Allah’ın adamlarının gözünün ve gönlünün nurudur. Eğer şeytanın başını ezmek istersen, gözünü aç gör ki, şeytanın katili ancak edeptir. Âdemoğlunda edep bulunmaz ise o adam değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark, edeptir. Gözünü aç da Kelâmullah’a bak. Kuran’ın bütün ayetleri edepten ibarettir. İman nedir diye akıla sordum, akıl, kalbimin kulağına iman edeptir.” dedi. Yine Mevlana, Şemsi Tebrizi’ye seslenerek: “Ey Şems! Sen sırrı ilâhisin. Dünya gecesini aydınlatacak şemaların en güzeli ve parlağı edeptir.” dedi. İmam-ı Azam, El Âlim Vel Müteallim adlı eserinde: “ Uzuvların göze tabi olması gibi, amel de ilme tabidir. Az amelle ilim, çok amelle birlikte olan cehaletten daha hayırlıdır. Tahkike dayalı ve bilgiye bağlı ibadetin sonu elbette ki daha faydalıdır.” der. Zümer Suresi 9. ayette olduğu gibi “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Merhum İbrahim EKEN bir çalışmasında Allah’ın mahlûkatı için şöyle bir tespit yapar: 1. Latif olan, yani yoğunluğu olmayan mahlûkat. 2. Kesif olan, yani bir yoğunluğu olan mahlûkat. Kesif olan da iki kısma ayrılır: a.Zîhayat mahlûkat (canlı varlıklar), b.Câmid mahlûkat (cansız varlıklar). Zîhayat, yani bir hayatı olan mahlûkat da üçe ayrılır: İnsanlar, hayvanlar, nebatlar. “Biz bu Kur’an da insanlar için her türlü misali sayıp dökmüşüzdür. Fakat tartışmaya en çok düşkün varlık, insandır.”(Kehf 54) İşte insan, bu son kısımdandır. Ancak bunlar arasından insanı ayırmak için her meslek erbabı kendince bir tarif yapmıştır. Bu tariflerin her biri insanı bir veçhesiyle tarif etmeye çalışmış ise de efrâdını câmî ağyârını mânî (aynı özelliğe sahip olanların hepsini içine alıp farklı olanları dışarıda bırakan eksiksiz ve fazlasız) bir tarif gerçekleşmemiştir. İnsan mükellef (akıllı, gelişen) olan bir varlıktır. Mükellefiyeti ise Allah’a kulluktur. Kulluk ise Allah ve Resulünün emirlerine, Allah ve Resulü emrettiği için, Allah ve Resulünün emrettiği biçimde münakaşasız, itirazsız ve mukabelesiz teslimiyettir. Kulluk, amel ile tahakkuk eder. Amel, Allah ve Resulünün emrettiği için, Allah ve Resulünün emrettiği biçimde münakaşasız, itirazsız ve mukabelesiz ifaya denir. Bu tarif ile bilinen amel dört kısımdır: 1.Kavlî ameller: Söz ile yapılan amellerdir. Kur’an tilavet etmek; vaaz, nasihat ve sohbet etmek gibi 2.Kalbî ameller: İman ve tasdik gibi. 3.Fiilî ameller: Bedenin azaları ile yapılan amellerdir. 4.İmsakî ameller: Bir şeyi yapmamak suretiyle yerine getirilen amellerdir. Oruç tutmak, yasak olana yaklaşmamak gibi. Bu konuda imsakini hiç bozmadı gibi. Bu ameller işlenirken bunların Allah tarafından emrolunup, Hz. Peygamber tarafından bize teklif edilen ameller olması gerekmektedir. İmam-ı Azam’a göre “iman” ve “İslam” terimlerine şu anlamlar yüklenmiştir: İmam-ı Azam, imanı dil ile ikrar, kalp ile tasdik olarak tanımlar. Tek başına ikrarın ve tek başına tasdikin iman sayılmayacağını vurgular. Ancak, burada İmam-ı Azam, zaruret halini hariç tutmuştur. İslâm kelimesini ise, “ Allah’a teslim 22 olma ve onun emirlerini gönül hoşluğu içerisinde yerine getirme” şeklinde ifadelendirir. İmam-ı Azam, iman ile İslâm kelimelerinin lügat itibariyle ayrı (farklı) anlamlara gelseler de ıstılah (terim) olarak aynı anlama geldiklerini belirtir. İmam-ı Azam: “İmansız İslâm, İslâmsız iman olmaz. İmanda tereddüt ve istisna caiz olmadığı gibi, artıp eksilme de olamaz.”der. İmam-ı Azam’a göre amel, imandan bir cüz değildir. Her ne kadar Enfal suresinin 2. 3. ve 4. ayetlerinde: “İnsan ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri tir tir titrer.” diye devam eden bahse bakarak yorum yapanlara karşı, buradaki artma değil, küfrün azalması ile imanın güzelliğinin vurgulanmasıdır. İmam-ı Azam, “din” ve “şeriat” kelimelerine farklı manalar yüklemiştir. O, “din” terimi ile tevhit’i, “tevhit” ile imanın altı şartını, “şeriat” ile de dinî hükümleri kastetmektedir. Dinin sabit, şeraitin ise değişken olduğunu ifade eder. Hz. Âdem’den itibaren bütün peygamberler aynı din ve inancı telkin etmelerine karşın farklı şeraitler getirmişlerdir. İmam-ı Azam, fıkhın inanç esasları ile ilgili kısmını “Fıkhı ekber”, ibadet ve muamelat ile ilgili kısmını da, “El fıkhul fil ahkâm” diye isimlendirir. İslam hukukunun gayesine gelince: a. Aklın korunması, b. Nefsin korunması, c.Malın korunması, d. Neslin korunması, e. Dinin korunması şeklinde gruplandırılır. Gayesi bu ve muhatabı insan olan bu müessesenin kaynakları ise; a.Kitap : Kuran’ı Kerim. b. Sünnet: Peygamberin kavli ve fiili sünneti. c. İcmâ: Ümmetin âlimlerinin kitap ve sünnette bulunmayan bir konuda birleşerek verdikleri karar. Bu da ikiye ayrılır: 1) Sarih icmâ: Bilginlerin hepsinin ittifakı ile gerçekleşen icmâ, 2.Sükûtu icmâ: Ümmetin âlimlerinin bir kısmının kararına geride kalanların fikir beyan etmemesi ve sessiz kalmaları ile gerçekleşen icmâ. d. Kıyas : Kitap ve sünnette bulunmayan bir konunun kitap ve sünnette bulunan bir konudan hareket ederek aralarındaki benzerliğin esas alınması ile elde edilen sonuca denir. Burada bütün maksat insanoğlunun malının, canının, aklının, neslinin ve dininin korunmasıdır. Daha doğrusu bütün donanımları ile birlikte insanın korunmasıdır. Onun için diyoruz ki, hangi davranış insani ise, biliniz ki o davranış İslamî’dir. Hangi davranış İslamî ise o davranış da insanîdir. O zaman yanlış varsa bizlerde olması gerekmez mi? Zarfa bakarak mazrufu yargılamak gibi bir yanlışı nasıl izah edebiliriz? Bir başka şekli ve dış görünüşü ile bir şeyin künhünü nasıl değerlendirebiliriz? Kula fiilinin kazanıcısı olduğu doğrusunu öğreteceğimiz yerde, onu nasıl olur da fiilinin yaratıcısı olarak kabul eder, ondan sonra da her türlü tembelliği kader olarak değerlendirerek acze düşeriz? İradeyi cüzziyenin kişinin kendini yönetmesi; iradeyi külliyenin de kişinin değil Allah’ın kâinatı yönetmesi olduğunu iyi anlamak için de, bilginin kaynağına salim akıl ve metotla ulaşılacağının bilinmesi gereklidir. “Aklını kullanmayanların ziyanda olduğunun Yüce Allah’ın ikazları arasında bulunduğunu nasıl unutabiliriz? Rey sahibi olmak için, salim akla ve sağlıklı bilgiye ihtiyaç vardır. “Allah size işte böylece ayetlerini açıklar ki düşünüp hakikati anlayasınız”(Bakara 242) Düşünmek için aklı kullanmaya, aklı kullanırken de pratiklerden uzak olup metoda (usule) başvurmaya; gerek sözün anlaşılması, gerekse fiilin uygulanması ve sonuç alınması için de metotlu çalışmaya ihtiyaç vardır. Ayırt etmeksizin bütün dinlerin muhatabı ve çözmeye çalıştığı varlık, insandır. Tembel insan dünyada nasıl ise ahirette de öyle olur. İsra suresi 72. ayet bakın nasıl izah ediyor: “Kimin bu dünyada gözü kapalı ise, ahirette de kapalıdır.” merhum Akif da şöyle der: “Nihayet neyise idrak ettiğin ömr-i faniden, Onun bir aynıdır mutlak nasibin ömr-i saniden.” Biraz daha kızar; inancı, imanı ve çalışmayı şu iki mısrada haykırır: “Allah’a dayan, saye sarıl, hikmete ram ol. Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” Zira, Al-i İmran 159’da: “ Bir kere azmettin mi, artık Allah’a dayan” Ama sakın tembellik etme, buyrulur. Yine merhum Akif: “Allah’a dayandım diye sen çıkma yataktan. Manayı tevekkül bu mudur be hey nâdân.”der. Kutlu Doğum Haftasında, Kutlu Peygamberi en iyi anlayan mümin ve büyük dava adamı rahmetli Akif’ten küçük bir manzum hikâyeyi özetleyerek konuyu bitirelim: “Kafadarın biri, bir gün ava gider. Akşama kadar dolaşır, bir şey de yakalayamaz. Vakit geçer, gece karanlığı basar, eve yetişemez. Yer ıslak, bir büyük ağacın üzerine çıkar, geceyi burada geçirecek. Karanlık basınca kötürüm bir tilki, ağacın altına gelir. Karnı aç, biraz da sancılı, başlar ağlamaya. Bu arada bir arslan otları yara yara, ağzında avladığı bir ceylan ile haşır haşır gelir çıkar. Avını yer, ağzını siler, yeniden avını yakalamak için döner ormana çeker gider. Soluğu kesilen tilki, aslanın artığına yanaşır yer, içer, doyar ve başlar uyumaya. Adam başlar kendi kendine konuşmaya: “Bak Allahın işine, garip tilki iki ağladı, sızladı, yalvardı Tanrı’ya, Tanrı da nimetin en güzelini getirdi ayağına. Yarından tezi yok gidip itikâfa çekileyim.” der. Gider bir mağaraya sığınır. Başlar beklemeye. Bekler bekler ne gelen var ne giden. Açlıktan bir sinek gibi büzülmeye başlar. Bu arada gaipten bir ses gelir kulağına:“Dolaş da yırtıcı aslan kesil be hey miskin, neden bir kötürüm tilki olmak istersin. Elin kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak; senin de artığınla geçinsin bir yatalak.”der. Başka yoruma gerek var mı? 23 Danıştay’ın “ANDIMIZ” kararı Av. Orkun KAYA Mazlum-Der adlı derneğin Diyarbakır Şubesi 17 Temmuz 2009 tarihinde bir kampanya ile kendinden çok söz ettirdi. Bu kampanya İlköğretim okullarında “Andımız kaldırılsın” kampanyasıydı. Bu çerçevede dernek afişler hazırladı, billbordlar kiraladı, imza kampanyaları düzenledi ve en son olarak Diyarbakır Nöbetçi İdare Mahkemesi’ne ilköğretim okullarında andımızın kaldırılması yönünde dava açtı. Mazlum-Der ve taraftarları tarafından bu kadar karşı çıkılan andımızı bir hatırlayalım; Türküm, doğruyum, çalışkanım, İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene!” İlköğretim öğrencileri tarafından her sabah coşku ile söylenen bu güzel marşa Mazlum-Der neden karşı; tabii ki bu güzel değerlerin Türk toplumuna ilköğretim çağında verilmesine karşı, vatan ve millet sevgisinin çocuklarımıza küçük yaşlarda verilmesine karşı, Atatürk milliyetçiliğinin bu ülkeye kardeşlik, barış, birlik ve beraberlik getirmesine karşı… 17 Temmuz 2009 tarihinde başlatılan bu süreç, 18.02.2011 tarihinde Danıştay 8. Dairesi’nin çok önemli gerekçelerle verdiği davanın reddi yönündeki kararla Türk yargısı açısından son bulmuş ve bundan sonra Türk, Türklük ve Türk milliyetçiliği kavramlarına karşı açılacak davalarda önemli bir içtihat oluşturmuştur. Mazlum-der tarafından açılan bu davada Andımızın içinde geçen Türklük vurgusunun ırkçılık olduğunu, Türk olmayanlara andımızın okutulmasının Anayasa’ya, uluslararası sözleşmelere ve insan haklarına aykırı olduğunu ve tercih hakkının kaldırıldığını öne sürmüştür. Bu gerekçelere karşılılık Danıştay 8. Dairesi dört önemli gerekçe ile davayı reddetmiştir. Bu gerekçeler; 1) Anayasamızın Başlangıç bölümünde geçen “Hiç bir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği” ve “Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu,” düzenlemeleri belirtilmiş, 2) Anayasamızın 66. Maddesi “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” düzenlemesi belirtilmiş, 3) Türk kelimesi bir ırkın değil, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, siyasî düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi ne olursa olsun tüm vatandaşların bir araya gelerek oluşturdukları ve herkesi kapsayan ve kucaklayan milletin ortak adı olduğu ve Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin herhangi bir ayırma tabi tutulmaksızın Türk olduğu belirtilmiş, 4) Ülkemizin geleceği olan yeni nesillerin Anayasamızda ve 1739 sayılı Yasada yer alan amaçlar doğrultusunda yetiştirilmelerine ve yeni nesillere Türk Devletinin ve milletinin bir ferdi olma onurunu duyması ve hazzını yaşaması gerektiği belirtilmiştir. Danıştay 8. Dairesi’nin verdiği ret kararının gerekçelerinde de görülmektedir ki; Türk kelimesinin hukuken bir ırkı temsil etmediği Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan herkesin sosyolojik olarak hangi ırka mensup olursa olsun hukuken Türk olduğu, Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan herkesin Atatürk milliyetçiliği çerçevesinde Türk milletinin bir ferdi olduğunu kararda açıklamıştır. Bununla birlikte Türk milletinin geleceği olan Türk gençlerinin ve çocuklarının bu şuurla şuurlanması gerektiği, vatanını ve milletini seven ve bu millete mensup olmaktan onur duyan bir neslin yetişmesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Ne kadar özgürlük ve demokrasi adı altında ırkçılık ve faşistlik yapılsa da biz birleştirmek isterken demokrasi adı altında onlar ayırmaya çalışsa da milletimiz zihninde kavramları karıştırıp zihin bulanıklığına yol açıp ayrılık çığlıklarını demokrasi şarkıları olarak gösterseler de yüce Türk adaleti bu oyunları bozan, kavramları yerli yerine oturtan, Türk kelimesinin anlam ve değerini hukuken açıklayan kararı ile Türk milletinin değerli mensuplarını ve Türk milliyetçilerini bir kez daha haklı çıkarmıştır. Danıştay Sekizinci Dairesinin 18.02.2011 tarihinde oybirliği ile aldığı bu karar, Türk milletinin ve Türk milliyetçilerinin yalnız kaldığı, kamuoyunda iftira ve çarpıtmalarla haksız gösterildiği bu dönemde aslında hem fikren hem de hukukken ne kadar haklı bir mücadelenin içinde oldukları anlaşılmıştır. Bu karar Türk milletinin ve Türk milliyetçilerinin yalnız ve sahipsiz olmadıklarını göstermiştir. Korkularından arınmış, adalet kavramını kariyer hırsına kurban etmemiş yargı mensuplarının her şeye ve herkese rağmen var olması tüm milletimizi umutlandırmıştır. Ne mutlu bağımsızlığını korumuş yargıçlarımıza… NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE! 24 30. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE MÜNİR NUREDDİN SELÇUK (1900 – 27 Nisan 1981) Ahmet ALTAY Türk kültür tarihi, önemli şahsiyetler bakımından hazineler ummanı gibidir. Kültürümüzü oluşturan her ne varsa, ilgili alanda kültür temsilcisi olmuş, eser üretmiş, fikir üretmiş birçok “Abide Şahsiyet” bu alanların en büyükleri olmuş, isimleri ve manevi varlıkları yüreklerimize kazınmıştır. Şimdi birçokları güzel atlara binip gitmiş olan bu temsilciler, ardında bıraktıkları güzel eserlerle ve güzel işlerle dillerimizde, gönüllerimizde dolaşıp durmaktadırlar. Musiki tarihimizde yüzyıllardır eser üretmiş, iz bırakmış nice simalar vardır. Özellikle 1900 ile 2000 yılları arasındaki bir yüzyıl içerisinde yaşamış olan pek çok sanatkârımız, beste, şarkı ve türküleriyle çağımızda dinlediğimiz ve dinlemekte olduğumuz “Türk Sanat Müziği” olarak adlandırdığımız müziğimizin repertuarını oluşturmuşlardır. Sadettin Kaynak, Münir Nureddin Selçuk, Selahaddin Pınar, Yesari Asım Arsoy, Refik Fersan, Şerif İçli, Kadri Şençalar, Şükrü Tunar vb. gibi bestekârlar bu isimlerin ilk başında gelenlerindendir. Birkaç ay önce merhum bestekar Sadettin Kaynak’ın 50. Ölüm yıldönümü idi (3 Şubat 1961). Gerek yaptığı bestelerle, gerek film müzikleriyle döneminde oldukça sevilen bir musikşinas-din adamı olan Kaynak, kültür tarihimizdeki önemli isimlerden birisidir. Yazımızda konu etiğimiz sanatkârımız Münir Nureddin Selçuk’un hayat hikâyesi şöyledir: İstanbul’da Sarıyer’de 1900 yılında doğmuştur. Divan-ı Hümayun muavini ve Darülfünûn İlâhiyat şubesi muallimlerinden Mehmet Nureddin Bey’in oğludur. Annesi Selçuklu soyundan gelme Fatma Hanife Hanım’dır. Çocuk yaşlarında musikiye olan kabiliyeti belirmiş ve 14 yaşında Darülfeyz-i Musi- ki Cemiyetinde musikiye başlamıştır. Bu cemiyette hanendeler arasında yer almış ve cemiyetin konserlerine solist olarak katılmıştır. Soğukçeşme Askerî Rüştiyesinden sonra Kadıköy Sultanisinde öğrenci iken aynı zamanda Darülelhan’a girmiş (1917)ve burada Zekaizade Ahmed Irsoy’dan dersler almıştır. Şark Musiki Cemiyetine devam ederek Bestenigâr Ziya Bey’den faydalanmıştır. Kadıköy Sultanisini bitirdiği sıralarda sporla da uğraşmış; hatta bir aralık Fenerbahçe 1. Futbol takımında kısa müddet sağ iç ve sağ açık oynamıştır. Futboldan başka tenis ve deniz sporlarıyla da ilgilenmiştir. Ziraat öğrenimi için Macaristan’a gitmiş fakat 1.Dünya Savaşı dolayısıyla tahsilini yarıda bırakarak İstanbul’a dönmüştür. Bu dönemde Muzika-i Hümayun’a girmiş ve müzik çalışmalarına katılmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra “Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti” ne girmiş ve Ankara’da bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün himayelerinde 3 yıl kadar görev yapmıştır. 1927 yılında, Tanburi-bestekâr Refik Fersan’la beraber Riyaseti Cumhur Musiki Heyetinden istifa ederek İstanbul’a dönmüştür.1927 yılından itibaren plak kayıtları yapmaya başlamıştır. 1928 yılında Sahibinin Sesi plak firması aracılığı ile Paris’e gitmiş ve orada bir süre şan-solfej dersleri almıştır. Paris’ten döndükten sonra 1930 yılında Beyoğlu’nda Fransız Tiyatrosunda verdiği konser Türk musikisi tarihi ve Münir Nureddin’in müzik yaşantısı bakımından önemlidir. Modern müzik disiplini içerisinde ilk solo sahne konseri olan bu etkinlik, sanat çevrelerinde geniş yankı bulmuştur. Yurt içi ve yurt dışında birçok konser veren Münir Nureddin, yüzlerce şarkıyı plaklara okumuştur. Genellikle Sahibinin Sesi ve Odeon firmalarının plaklarını oluşturan bu eserler ağır semai, yürük 25 1954’te başlayan konservatuar icra heyeti şefliği görevini 22 yıl boyunca devam ettirerek 300’e yakın konser düzenlemiştir. Ses icracılığı ve hocalığının yanında bestekârlık yönü de olan Münir Nureddin, çeşitli formlarda 150 civarında beste yapmıştır. semai, şarkı, türkü, gazel, tango, gibi birçok formu kapsamaktadır. Mısır, Suriye, Irak, Kıbrıs, Yunanistan, Macaristan, Amerika, Fransa, Avusturya ve İngiltere gibi ülkeler çeşitli zamanlarda konser verdiği ülkeler arasındadır. Müzik çalışmalarının yanında “Allah’ın Cenneti”, “Sadullah Ağa”, “Çoban Kızı”, “Kahveci Güzeli” gibi müzikal filmlerde başrol oyuncusu olarak yer almıştır. 1953 yılında konservatuara “üslup ve teganni” hocası olmuştur. 1954’te başlayan konservatuar icra heyeti şefliği görevini, 22 yıl boyunca devam ettirerek 300’e yakın konser düzenlemiştir. Ses icracılığı ve hocalığının yanında bestekârlık yönü de olan Münir Nureddin, çeşitli formlarda 150 civarında beste yapmıştır. Okuyuşunda olduğu gibi, bestelerinde de eski ile yeniyi birleştiren bir anlayışın etkisi görülmektedir. Tanbur, piyano ve def çalabilen Münir Nureddin Selçuk, ölümünden bir süre önce “Atatürk Şeref Armağanı” ile ödüllendirilmiştir.27 Nisan 1981’de vefat etmiştir. Kabri, Rumelihisarı Aşiyan mezarlığında, çok sevdiği üstat Yahya Kemal yakınındadır. İlk eşi Enise Hanım’dan olan kızı Meral ve ikinci eşi Şehime Hanım’dan olan Timur ve Selim isimli üç evladı bulunmaktadır. Müzikolog Etem Ruhi Üngör, PTT Genel Müdürlüğüne bir yazı göndermiş ve “Münir Nureddin Pulu” basılması konusunda görüşlerini bildirmiştir.Aradan geçen 12 yılın ardından 1993 yılında Neyzen Tevfik, Aşık Veysel gibi değerlerimizle beraber Münir Nureddin Selçuk posta pulu basılmıştır. Münir Nurettin için Yahya Kemal merhumun sözleri bizim için oldukça anlamlıdır. “ Bu devirde yaşayan ihtiyar, orta yaşlı, genç vatandaşlar eski musikimizin bestelerini Münir Nureddin’den dinledikleri için talihlidirler” Falih Rıfkı Atay’ın 5 Temmuz tarihli “Torunlarımızın Talii” isimli yazısı da Münir Nureddin’in sanatındaki etkisini göstermesi bakımından oldukça önemlidir: “Alaturka veya Alafrangada ses boğazdan mı, göğüsten mi nereden gelir, pek bilmem. Fakat Münir Nureddin’in sesi doğrudan doğruya gönülden gelir. Münir Nureddin, sesin gelecek zamanlara da kaldığı bir devirde yetişti. Sesi kendi ömrü ile bitmeyecek. Musikisinin ömrü kadar sürecek. Onu dinlemek bizim iyi talihimiz… Fakat onu dinlememiş olmak mahrumluğunu hissetmemek de torunlarımızın iyi bir talih değil mi?” YARARLANILAN KAYNAKLAR Musiki Mecmuası- Münir Nureddin Selçuk Özel Sayısı, Yıl:34, Sayı: 379, Mayıs 1981. Bir Tatlı Huzur – Fotoğraflarla Münir Nureddin Selçuk’un Yaşam Öyküsü, Ayşe Kulin, Everest Yay., 2005, İstanbul. Üstad Münir Nureddin Selçuk’un 50. San’at Yılı Jübilesi Kitapçığı, İstanbul, 1966. Türk Bestekârları Antolojisi Münir Nureddin sayısı, tarihsiz. Münir Nureddin Selçuk (CdKaset) Kalan Müzik, Arşiv Serisi, 1998. 26 AHMET HİKMET M Ü F T Ü O Ğ LU (1870-19 Mayıs 1927) Yunus Emre ÖZKAN yemreozkan@hotmail.com Türk milliyetçileri şöyle bir dönüp de geriye baktıklarında meçhul gölgeler görmeyecekler; çünkü yol yürünmüş, ayak izleri kalmıştır. Bugün mensubu olmaktan gurur duyduğumuz Türkçülük yolunu açan ve bu yolda yürüyerek ayak izi bırakan önemli isimlerden biri de Milli Edebiyat Akımının önde gelen isimlerinden Ahmet Hikmet Müftüoğlu’dur. Türk milliyetçiliğine hem siyasi hem de edebî alanda hizmet etmiş yazarlarımızdan olan Ahmet Hikmet, 1870’te İstanbul’da doğmuştur. Ahmet Hikmet’in babası ile Yunanlılar tarafından zalimce şehit edilen Mora müftüsü olan dedesi dini iyi bilen, şiir ve edebiyatla uğraşan, etraflarında saygı uyandıran kimselerdi. Ahmet Hikmet, bu kültürlü kişilerin sağladığı aydın bir çevre içinde büyüdü. Sağlık sorunları nedeniyle sık sık kesintiye uğrayan eğitim hayatını başarı ile tamamlayan Ahmet Hikmet, eğitimini tamamladıktan sonra önemli devlet görevlerinde bulundu. Ahmet Hikmet’in edebiyata merakı daha lise yıllarında başladı. Bu merak aileden gelen bir hasletti. İlk olarak Asır Kütüphanesi neşriyatı arasında çıkan Leyla Yahut Bir Mecnunun İntikamı’nı yayımladı. Daha sonra Fransızcadan çeviriler yaptı. Servet-i Fünun’daki ilk yazısı 18 Mart 1893’te yayımlandı. Bu yazıyla topluluğa dâhil olan Ahmet Hikmet, dergide mensur şiirler ve hikâyeler yazmaya başladı. Servet-i Fünun’da yazdığı hikâye ve nesirlerini 1901’de “Haristan ve Gülistan” adlı eserde topladı. Diken ve gül bahçesi anlamına gelen bu eserde, anlaşılması güç bir dil ve mübağlalı bir üslup kullandı. Hayali konular anlattığı bu eser fazla itibar görmedi. Ahmet Hikmet, Servet-i Fünun edebiyatı dağıldıktan sonra 1908’e kadar suskun kaldı. Meşrutiyetten sonra sosyal konulara yönelip Türkçülük ülküsünü benimsedi. Dilde, kültürde milliyetçiliği savundu ve ölümüne kadar da bu fikre bağlı kaldı. Milli edebiyat akımının önemli temsilcilerinden bir oldu. Bu dönemde yazdığı hikâyeleri ve nesirleri, milli kültür ve milli heyecanla yoğrulmuş zengin ürünlerden biri olan, halka millî ve vatanî bir şuur kazandırmak amacıyla yazdığı Çağlayanlar adlı eserinde topladı. Çağlayanlar adlı eserinde Türk tarihinin çeşitli dönemlerini, bu dönemlerdeki acı olayları, halk bağlamında ele aldı. Ahmet Hikmet bu eseriyle arı Türkçeciliğe yöneldi ve arı dil anlayışıyla “Yakarış” adlı bir münacat yazdı. Ahmet Hikmet edebiyattaki asıl şöhretini “Gönül Hanım” adlı romanıyla yaptı. Gönül Hanım, Ahmet Hikmet’in Türkçülük idealini sembolleştiren romandır. Ahmet Hikmet, Turancılık ülküsünü savunan ve tezli bir roman olan Gönül Hanım’da; Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas cephesinde Ruslara esir düşen bir askerin Gönül adlı bir Tatar kızının rehberliğinde, eski Türk ülkelerini dolaşmasını ve ülkü birliği yaptığı bu kızla arasındaki sevdayı anlatır. Bu eser hem edebi bakımdan hem de Türk tarihi, coğrafyası hakkında bilgi vermesi bakımından oldukça önemlidir. Türkçü ve Türkçeci yazarlarımızın önde gelen şahsiyetlerinden olan Ahmet Hikmet Müftüoğlu uzun yıllar devletine ve milletine büyük hizmetlerde bulundu. Türkçülük akımının gelişmesinde, günümüze ulaşmasında düşünceleri ve eserleriyle unutulmayacak katkılar sağladı. Ahmet Hikmet, Türk Yurdu Cemiyetinin kurucuları arasında yer aldı. Türk Derneğine ve Türk Ocağına üye oldu. Ömrünü Türkçülüğe adayan Ahmet Hikmet 19 Mayıs 1927 tarihinde yakalandığı karaciğer kanseri nedeniyle yaşamını yitirdi. Kıymetli Bilgiyurdu okurları, Türk milliyetçileri olarak bugün dönüp de geriye baktığımızda meçhul gölgeler yerine yürünmüş ve ayak izleri kalmış yollar görüyorsak, bu Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve onun gibi bu büyük davaya hizmet eden yüce gönüllü şahsiyetlerin sayesindedir. Bunun için başata Ahmet Hikmet olmak üzere Türkçülüğe hizmeti geçen herkesi saygı, sevgi ve minnetle anıyorum. Ruhları şad, mekânları cennet olsun. 27 Aytekin AYDOĞAN Andımıza ANT İÇİYORUM Asırlar boyunca savaştan savaşa koşan, sahip olduğu topraklar için milyonlarca şehit veren, vatanı ve milleti uğruna canını ortaya koymaktan çekinmeyen, ne pahasına olursa olsun AY YILDIZLI AL BAYRAK’IN gölgesi altında yaşamaktan onur duyan büyük TÜRK toplumuna sesleniyorum: TÜRK, töre demektir, türemek demektir, güçlü kuvvetli anlamına gelmektedir. 7 düvele kafa tutarak TÜRK kelimesini dağlara kazımış bir toplum olarak TÜRK kelimesinden uzaklaşmak, uzaklaştırmak kimin haddine düşmüş! NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE demek için destanlar yazdık, yeri geldi kan akıttık, yeri geldi kanımızı akıttık ama ne TÜRKLÜĞÜMÜZDEN ne töremizden ne dilimizden ödün verdik. Şimdi bize ilkokuldan beri öğretilen, her sabah gururla coşkuyla okuduğumuz ANDIMIZ’ ın kaldırılmasından bahsediliyor. “TÜRKÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM” diyerek TÜRK olduğumuzu, töremiz olduğunu vurguluyoruz, “İLKEM, KÜÇÜKLERİMİ KORUMAK BÜYÜKLERİMİ SAYMAK” diyerek sevgi ve saygıyı belirtiyoruz “YURDUMU MİLLETİMİ ÖZÜMDEN ÇOK SEVMEKTİR.” diyerek vatan ve millet aşkımızı dile getiriyoruz, “ÜLKÜM, YÜKSELMEK İLERİ GİTMEKTİR.” diyerek hedeflerimizin ilerlemek, gelişmek olduğunu anlatıyoruz,” EY BÜYÜK ATATÜRK! AÇTIĞIN YOLDA GÖSTERDİĞİN HEDEFE DURMADAN YÜRÜYECEĞİME AND İÇERİM.” diyerek Atamızın izinden gittiğimize ve gitmeye devam edeceğimize yemin ediyoruz, “VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN.” diyerek kendimizi vatana adamış olmanın onuruyla yaşadığımızı anlatıyoruz. En sonunda “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!” diyerek büyük TÜRK MİLLETİ’ nin sahip olduğu kudreti, asaleti belirtiyoruz. Şimdi bizi bu cümleden, dilimizden, dinimizden, kültürümüzden, örf ve âdetlerimizden uzaklaştırmak isteyenlere; Türküm, doğruyum, çalışkanım. İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak; yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe Durmadan yürüyeceğime and içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene! İbrahim BOYRAZ TÜRK OĞLUYUM Türküm, en yücelerinden, en derinlerinden Doğruyum, sonuna kadar Türk oğluyum Çalışkanım, halkım için her işi yaparım İlkem, vatanım uğruna kanımın son damlasına kadar savaşırım. Örf, âdet, gelenek, görenek nedir bilirim. Geçmişi unutmadım, gelecekte de hatırlatırım. Soyumuz soy, şanımız şan, varlığımız tektir, Hak için, halk için, vatan için yaşarız. Ben, ülkü denen nazlı bir kıza âşık oldum. Gözüm kör, kulağım sağır konuşamıyorum Ama bazı şeyleri çok iyi hissediyorum Doğumdan, ölüme bu uğurda yaşıyorum. Ben Anadolu’yum, gözü yaşlı anamın son çocuğuyum. Ezilen halkın savunucusu, Türklüğün sevdalısıyım. Çıkıp Erciyes’in zirvesinden bağırmak istiyorum: Türküm, Göktürk’üm, özgürüm, ölümsüzüm! 28 Bekir TEMUR Bir KOÇYİĞİT kaybettik Soyadını yansıtan ülkücü bir öğretmendi. 70’li yıllardan itibaren ülkücüler arasında tanındı ve sevildi. Hürriyet Mahallesindeki Ocakta hep ön saflarda görev aldı. Bu yüzden 1982’de Zincidere Askeri Cezaevine alındı ama suçsuz bulunup serbest bırakıldı. Bu koçyiğidi elbette tanıyacaksınız. Herkesin sevip saydığı Mahmut Koçyiğit hocadan bahsediyoruz. 12.10.1958’de İsmet Paşa Mahallesinde doğdu. Sırasıyla şu okulları bitirmiştir: Mehmet Soysaraç İlkokulu, Aydınlıkevler Ortaokulu, Merkez Endüstri Meslek Lisesi, Ankara Eğitim Enstitüsü. Öğretmenliğe 6 Ocak 1981’de Çorum ili, Osmancık ilçesi, Gökdere köyünde başladı. 1985’te Nevşehire tayin edildi. Burada iken Çakıllı, Kaymaklı, Özlüce ve Kalaba’da görev yaptı. 1986’da memleketi Kayseri’ye gelebildi. Önce Yahyalının Kocahacılı köyünde, sonra da Şehit Aziz Özkan, Mehmet Kemal Dedeman, Bozatlı, Kadıburhanettin ve Battalgazi İlköğretim okullarında öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Görev yaptığı son okul ise 50.Yıl Dedeman İlköğretim Okulu oldu. 13 Ağustos 1981’de meslektaşı Sevim Koçyiğit (Erkahya) ile evlenen Mahmut Koçyiğit’in Mustafa Alper, Muharrem Burak ve Aybüke Kübra isimli üç çocuğu vardır. 17 Nisan 2011 tarihinde 53 yaşında vefat eden Mahmut hoca gerçek bir Türk ülkücüsü idi. Şair Arif Nihat Asya’yı ve tanınmış milliyetçi Osman Yüksel Serdengeçti’yi çok severdi. Şiir okumak, marş söylemek onun her zaman severek yaptığı işlerdi. 18 Nisan 2011 Pazartesi günü Camiî Kebir’de cenaze namazına katılan yoğun kalabalık onun ne kadar sevildiğinin göstergesidir. Ülküdaşları onu asla unutmayacaklardır. Mekânı Cennet olsun. ESFEL-İ SÂFİLÎN (Hunharca öldürülen Talaslı çocuklar için) Bu şiir talihsiz yumurcakların Ruha sancı veren hikâyesidir Sırra kadem basan bu çocukların Kâinatı sarsan son nefesidir Yıl iki bin dokuz gün pazartesi Yer yağmura teslim hava bulanık Ramazan bayramı günün ortası Vahim bir olayı gizler karanlık Yirmi bir eylülü gösteren takvim Yaprağında matem mührü görünür Ayrılık yağmuru yağdıran mevsim Düşen her damlada hüzne bürünür Henüz gonca idi Türkiye nazenin güller Böyle bir Açmadan kurudu gönüller yasta Gülüne sevdalı naçar gönüller seni aramaz mı hiç! Biçare perişan döner Talas’ta Türkiye’nin El ele Sen tutuşup oyunlar kurup Şeker toplamaya çıktıkları an Kuduz bir çıvgardan uzakta durup dengesiydin Kaçma fırsatını vermemiş zaman Başbuğum! Sen gibi Rengârenk yüzleri çiçekler Soldular bir anda matem saçarak gidince hem dengegibi Sonsuza gittiler melekler Bir kıyım ardından sanki uçarak bozuldu, hem düzen; Bir iğrenç hadise kısaca böyle Yaşanmış, yazarken kan kustu kalem ne demokrasi Esfel-i sâfilîn bir kulkaldı, eliyle Üç gülün üstüne yıkıldı âlem ne hukuk. Kendi Ey! Âlemi yoktan var eden Allah Zalim insanlara hidayet eyle vatanımızda sahipsiz Dilerse âlemi dar eden ilah Zulme uğrayana inayet eyle öksüzler gibiyiz. 95. TİN Suresi Rahman ve Rahim (olan) Allah’ın adıyla 1- İncire ve zeytine andolsun. 2- Sina dağına. 3- Ve şu emin beldeye (güvenilir şehre). 4- Doğrusu. Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. 5Sonra aşağıların aşağısına (Esfel-i sâfilîn) çevirdik. 6- Ancak iman edip Salih amellerde bulunan başka; onlar için kesintisi olmayan bir ecir vardır. 7- Öyleyse bundan sonra, hangi şey dini yalanlatabilir? 8- Allah hükmedenlerin hakimi değil midir? İşsizlik, yoksulluk milletimizin belini büktü. DÜNYANIN GELECEĞİ Hakan TUNÇ Yaşadığımız son dönemlerde meydana gelen çevresel değişiklikler bizleri geç kalmış bir telaşın içine sürükledi. Çevreyle ilgili haberlere artık her kesimden ilgi artmaya başladı. Bu durum da hiç şüphesiz çevresel etkilerin her geçen gün kendisini açıkça hissettirmesinden kaynaklandı. Ancak burada tedirginliğe düşen insanoğlunun bu sorunların farkına varmaları kadar sorunların çözümü için ortak hareket etmeleri gerekmektedir. Göz göre göre gelen felaketin farkında olmalarına karşın buna herhangi bir önlemin alınmamış olması oldukça düşündürücüdür. Ancak burada belirtilmelidir ki dünyada meydana gelen birçok çevresel felaketin sorumlusu insanların yaptıkları aşırı tüketim baskısıdır. Eğer insanlar çok az ya da çok fazla şeye sahip olduklarında çevre zarar görüyorsa şu soru akla gelir: “Ne kadarı yeterli?”1 Bu yazımızda karamsar bir tablo çizmek yerine gerçekçi bir değerlendirmeyle sorunlara karşı duyarlılığın artması ve ortak çözümlerler doğrultusunda faaliyetlerin yaygınlaştırılması amaçlanmaktadır. Mevcut sorunlara genel bir bakış *Dünyanın pek çok bölgesinde su kullanımının su yataklarının sürdürülebilir verimi geçmesiyle birlikte, aşırı su çekimi yaygınlaşıyor. Irmaklar üzerinde de talepler yaygınlaşıyor. Hatta kimi ırmaklar bu aşırı kullanma nedeniyle denize ulaşamadan kurumaktadır. Bu durum beraberine dünya gıda üretimini etkilemektedir. Tarım alanları insanların kullandıkları içme suyuna kıyasla çok fazla su tüketmektedir. Örneğin bir ton tahıl üretimi için 1000 ton su kullanımı gerekmektedir. Tatlı su miktarının azalması beraberinde en çok gıda üretimini etkileyecektir. *Yeryüzünde mevcut bir döngü bulunmaktadır. Bu döngülerden en önemlisi karbon döngüsüdür. Özellikle bitkiler atmosferde fazladan bulunan karbonu bünyelerine çekerek dengelemeye çalışırlar. Ancak hem bitkilerin aşırı tahribi, hem de fosil yakıtlardan yayılan karbon miktarının artması küresel ısınmaya neden olmaktadır. Bu duruma dayanak olması bakımından şu trajik örneğin verilmesinde yarar var1) Durning, A., Ne Kadarı Yeterli, Tüketim Toplumu ve Dünyanın Geleceği, TEMA yayınları. dır. “Son yüzyılda yaklaşık 30 bin bitki türünün hepsi yok olmuştur. İçinde yaşadığımız son yıllarda, bitki ve hayvan türlerinden günde 3 canlı türünün tükenmesi, biyoçeşitlilik tahribinin derecesini göstermektedir.”2 *Artan nüfus özellikle orman ürünlerine karşı talep patlamasına sebep olmaktadır. Hızlı ormansızlaşma beraberinde yeraltına sızması gereken su kütlelerinin akışı sonucu hem toprak aşınmasını tetikliyor, hem de yeraltındaki tatlı su kaynaklarının azalmasın sebep oluyor. Ormansızlaşmanın en belirgin etkisi Ekvatoral kuşakta bulunan Tropikal yağmur ormanlarının tahribiyle ortaya çıkmaktadır. Tropikal yağmur ormanlarının sadece fotosentezle CO2 bağlayarak, dünya iklimini düzenleme etkisinin yılda 3,7 trilyon dolarlık ekolojik değer ürettiği hesaplanmıştır. *Orman alanlarının tahribi dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok ciddi boyutlara ulaşmaktadır. Türkiye’de ormancılığın tarihi yazılmak istenirse, onun bir yıkım tarihinden başka bir şey olduğu görülür.3 *İnsan neslinin hayatta kalmasının en temel koşulu tahıl ürünleridir. Ancak mevcut küresel çevre sorunları tahıl ürünlerini etkilemektedir. Örneğin 1995’te 294 milyon ton düzeyinde bulunan dünya bakiye tahıl stoku 1996’da 245 milyon tona düşmüştür.4 Özellikle bazı tahıl türlerinin üretiminin azalması çok daha ciddi sorunlar oluşturacaktır. Çünkü günümüzde sadece 15 kadar bitki türü dünya nüfusunun %90’ını doyurmaktadır.5 *Hiç şüphesiz ki çevresel sorunların etkileri en çok yoksulları etkilemektedir. BM’ye bağlı kuruluşlardan Dünya Gıda Program (WFP) , “2001 yılında Dünya Açlık Haritasını” yayımlamıştır. Buna göre; Asya – Pasifik Bölgesinde yaşayan 3 milyar kişiden 525 milyonun yetersiz beslendiği ifade edilmiştir. Eritre ve Etiyopya‘da her 3 kişiden biri yetersiz besleniyor. Yakın Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesinde yetersiz 2) Çepel, N., Ekolojik Sorunlar ve Çözümleri, Ankara 2003. 3) Çağlar, Y., Türkiye Ormanları ve Ormancılık, İletişim Yayınları, İstanbul 1992. 4) Brown L. R., Tarih Hızlanıyor, Dünyanın Durumu 1996, TEMA Yayınları s.6. 5) Çepel, N., age. s.92. beslenme oranı %9, Latin Amerika’da ise %11 olarak açıklandı. Açlık ve kötü beslenmenin en yaygın olduğu ülkeler; Asya’da Afganistan ve Kuzey Kore, Güney Amerika’da Kolombiya, Afrika’da Sudan, Gine, Sierra Leona ve Angola şeklinde sıralandı. WFP, bu yıl içinde yaklaşık 980 milyon kişinin açlıktan ölmemesi için uluslar arası bir yardım kampanyası yapıldığını açıklandı.6 Dünya gıda üretiminin azalması en çok bu ülkeleri etkileyecektir. *Aynı şekilde çevre sorunlarının tetiklemesine bağlı olarak yoksul ülkelerle gelişmiş ülkeler arasında ciddi güvenlik sorunlarının yaşanma ihtimali fazladır. “Kötü komşu yaratırsanız, sonunda gelip sizi korkutacaktır. Mevcut küresel ticaret ve yatırım rejimi, insanoğlunun gezegenimizdeki kaynakların %80’nini kullanan %20’lik kısmının çıkarlarına hizmet ediyor. Yoksulları bir kenara itiyor ve toplumsal ekonomik adaletsizlikleri artırıyor.7 Tüketim Toplumunun Etkisi Yukarda kısaca belirttiğimiz sorunların en büyük tetikleyicisi tüketim toplumunun doğal kaynaklar üzerine yaptığı yoğun baskıdır. İnsanları mutlu etmekle tüketmenin aynı anlamda kullanılması çevresel felaketlerin de yoğun bir şekilde artmasına neden olacaktır. Ayrı bir yazı gerektiren bu konuyu burada kısıtlarken tüketim ekonomisi yerine sürdürülebilir ekonomi anlayışının benimsenmesi gerektiğini belirtmekte yarar vardır. Sonuç Aslında çok geniş ve güncel olan bu konulara gelecek sayılarımızda daha geniş yer verilecektir. Dünya artık hızlı bir tahribin içine girmiştir. Bu durumda insanın sağlık ve refahının sağlıklı bir çevrede olacağından hareketle çevreye saygılı pazar anlayışının benimsemesinin altını çizmek istiyorum. Bundan Osman SEL dolayı da ilk iş olarak tüketim alışkanlıklarının sorgulanması gerekmektedir. 6) Özey, R., Günümüz Dünya Sorunları, İstanbul, 2004, s.57. 7) Tirman, J., “The New Humanitarianism: How Mlitary Intervention Became the Norm,” Boston Review, Aralık 2003-Ocak 2004. 29 30 Heybeliada Ruhban Okulu’nun Yeniden Açılması Meselesinin Hukukî Durumu Av.Yalçın ERZURUM Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması sorunu uzun zamandır ülkemizin siyasî gündemini işgal etmektedir. Heybeliada Ruhban Okulu’nun kapatılmasından sonra Fener Rum Patrikhanesi konuyu her fırsatta uluslararası kamuoyunun gündemine taşımış ve Türkiye’nin iç hukukuna müdahalelere neden olan bir baskı unsuruna dönüştürmüştür. Sorun Avrupa Birliği ve ABD tarafından da sıkça dile getirilmektedir. Avrupa Birliği ilerleme raporlarında ülkemizin din ve ibadet özgürlüğünü kısıtladığından bahisle sert bir dille eleştirilmektedir. Siyasetçilerimiz sorunu asıl mecrasından uzaklaştırarak siyasi demeçler vermeye devam etmektedirler. Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması meselesi siyasî değil hukukî bir meseledir. Şöyle ki 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Türkiye’deki bütün ortaöğretim kurumları tek bir çatı altında toplanıp Millî Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Heybeliada Ruhban Okulu bu kanun çerçevesinde Millî Eğitim Bakanlığına devredilmiştir. 1951 yılında “Fener Rum Patrikhanesinin başvurusu” Millî Eğitim Bakanlığı tarafından değerlendirilerek çıkarılan bir yönetmelik ile okulun statüsü değiştirilmiştir. Okul böylece lise eğitimi ve sonrasında yüksek okul eğitimi veren bir yapıya kavuşarak yüksek okul statüsünü kazanmıştır. Bu itibarla Heybeliada Ruhban Okulu bir yüksek okuldur ve 1965 yılında yürürlüğe giren 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’na tabidir. 625 sayılı kanun, her seviyede özel eğitim kurumu ve özel yüksek okulların kurulmasına imkan vermekteydi.Okulun genel durumunu izah ettikten sonra kapatılması sürecini tahlil edelim. İzmir Ege Özel Mimarlık ve Mühendislik Yüksek Okulu İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitiren kişilere verilen diplomaların iptali için Millî Eğitim Bakanlığı aleyhine Danıştay’da dava açılmış ve bu davada özel yüksek okulların Anayasa’ya aykırı olduğu iddia edilmiştir. Danıştay Dava Daireleri Kurulu, Anayasa’ya aykırılık iddiasını ciddi bularak Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Anayasa Mahkemesi 12 Ocak 1971 tarihli kararı ile Özel Yüksek Okulların kurulmasına izin veren 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun bazı maddelerinin İPTALİ ile yüksek öğretim kurumlarının sadece devlet tarafından açılıp işletilebileceği hakkında emredici kararı almıştır. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı herkes için bağlayıcı olduğundan İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü tarafından Heybeliada Ruhban Okulu Müdürlüğüne bir yazı gönderilerek “Anayasa Mahkemesi kararı gereği diğer yüksek okullar gibi Heybeliada Ruhban Okulu Teoloji bölümünün hiçbir hukuki varlığı kalmamıştır.” şeklindeki yazı ile okulun kapatıldığını bildirmiştir. Bu gelişme üzerine Fener Rum Patrikhanesi, Heybeliada Ruhban Okulunun bir yüksek okul olmadığı savı ile Danıştay’da idari tasarrufun iptali için dava açmıştır. Danıştay’da açılan bu dava Fener Rum Patrikhanesi’nin tüzel kişiliğinin olmadığı, yargıya başvurma ve okul açma ehliyetinin olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. Heybeliada Ruhban Okulu siyasî bir karar ile değil Anayasa Mahkemesi kararı ile kapatılmıştır. Bu okulun açılması durumunun da hukuka uygun olması gerekmektedir. Şimdi Heybeliada Ruhban Okulunun yeniden açılması konusunu Fener Rum Patrikhanesinin talepleri ve mevcut yasalarımıza göre durumu değerlendirelim. Fener Rum Patrikhanesi, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması konusunda açıkladığı talepleri şu şekildedir. 1.Türkiye Cumhuriyeti’nin bu okul üzerinde hiçbir şekilde denetim hakkı olmamalıdır. 2.Heybeliada Ruhban Okulu sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan öğrenci değil , dünyanın her tarafından öğrenci alabilmelidir, Avrupa Birliği, ABD ve Fener Rum Patrikhanesi tarafından Türkiye’nin 1923’te imzalan Lozan Antlaşması’na ve hukuka aykırı davrandığı ileri sürülmektedir. Lozan Antlaşması’nın 40.maddesinde ; “Müslüman - olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve ayni güvencelerden (garantilerden) yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurum- alır. Fener Rum Patrikhanesi, vakıf olmadığı için bu madde kapsamında belirtilen vakıf üniversitesi kurma hakkına sahip değildir. Ancak açılması talep edilen okulda devlet kontrolünü red ettiği için ilk fıkra da uygulama alanı bulamayacaktır. larıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır.” hükmü yer almaktadır. Bu madde dikkatli bir şekilde hukukî olarak tahlil edilirse hiçbir şekilde gayrimüslim azınlıklara dinsel yada sosyal kurum yada okul açacaklarının garantisi verilmemiştir. Azınlıklara hiçbir şekilde imtiyaz öngörmemektedir. Lozan Antlaşması’nın bu maddesinde öne çıkan husus imtiyaz değil; gayrimüslim azınlıkların diğer Türk vatandaşları ile aynı muameleye tabi tutulması ve diğer Türk vatandaşları ile eşit haklara sahip olmalarıdır. Türkiye’de hiç kimse özel lise veya özel yüksek okul derecesinde ilahiyat eğitimi veren bir okul açamazken Heybeliada Ruhban Okulunun bu statüde açılmamasında Lozan Antlaşması’na ve Anayasa’ya aykırı bir durum bulunmamaktadır. Yüzde doksan sekizi Müslüman olan ülkemizde yasalara aykırı olduğu için özel imam - hatip lisesi bulunmazken Heybeliada Ruhban Okulu’nun bu statü ile açılması talebi eşitliğe ve hukuka aykırıdır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası açısından değerlendirirsek; Anayasanın 24. maddesinde “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır.” hükmü yer almaktadır. Bu maddeye göre, Fener Rum Patrikhanesi’nin tümüyle kendine bağlı ve devletin denetiminin olmayacağı bir okul talebi Anayasa’nın 24. maddesine açıkça aykırıdır. Anayasa’nın 10. maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” ve “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” hükümleri yer alır. Dolayısıyla teoloji eğitimi ve öğretimi konusunda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları eşit haklara sahiptir ve bu konuda hiçbir zümreye imtiyaz tanınamaz. Fener Rum Patrikhanesi bu talepleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nden imtiyaz talep etmektedir. Ancak bu talep Anayasa’nın 10.maddesine açıkça aykırıdır. Anayasa’nın 130.maddesinde ; “Çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile; ortaöğretime dayalı çeşitli düzeylerde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip üniversiteler Devlet tarafından kanunla kurulur.”ayrıca yine aynı maddede “Kanunda gösterilen usul ve esaslara göre, kazanç amacına yönelik olmamak şartı ile vakıflar tarafından, devletin gözetim ve denetimine tabi yükseköğretim kurumları kurulabilir.” hükmü yer 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gerçek kişiler ve özel hukuk tüzel kişileri tarafından açılan okullar ile ilgilidir. Bu kanun yükseköğretim dışındaki her derece özel okulu kapsamaktadır. Bu kanunun 3. maddesinde “Askerî okullar, emniyet teşkilâtına bağlı okullar ve din eğitimi - öğretimi yapan kurumların aynı veya benzeri özel öğretim kurumları açılamaz.” hükmü gereğince din eğitimi veren özel öğretim kurumu açılmasına izin vermemiştir.Bu açıdan değerlendirildiğinde Heybeliada Ruhban Okulu anılan talepler doğrultusunda lise ve dengi okullar dahilinde özel öğretim kurumu olarak açılması mümkün değildir. 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu çerçevesinde değerlendirirsek Millî Eğitim Bakanlığı ilköğretim, lise ve dengi okulların Milli Eğitim Bakanlığı izniyle açılabileceğini, program ve yönetmeliklerinin bu Bakanlık tarafından yapılacağı ve bu konuda tek yetkili kurum olduğunu belirtir. Bu kanunlar çerçevesinde Heybeliada Ruhban Okulu, Fener Rum Patrikhanesinin talebi doğrultusunda açılamaz. 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu, yüksek öğretim ile ilgili amaç ve ilkeleri, bütün yükseköğretim kurumlarının işleyiş, görev ve sorumluluklarını düzenlemektedir. Bu kanuna göre iki yıllık ön lisans programları da yükseköğretim olarak değerlendirilmekte ve YÖK kapsamında yer almaktadır. Patrikhanenin, Heybeliada Ruhban Okulu’nun Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı iki yıllık ön lisans programı dahilinde olsun önerisi de bu kanuna açıkça aykırıdır. Bir hukuk devleti olduğu konusunda kimsenin şüphesinin olmadığı Türkiye Cumhuriyeti’nde Anaya- 31 32 sa ve diğer yasalar çerçevesinde, Patrikhanenin kendi gözetim ve denetiminde olmasını istediği Heybeliada Ruhban Okulu’nun bu şartlar altında yeniden açılması hukuken mümkün değildir.Bağımsız ve uluslararası nitelikte Patrikhane Yüksek Ruhban Okulu kurmak imkansızdır.Çünkü Fener Rum Patrikhanesi devletimiz için uluslararası boyutta değil sadece İstanbul’daki gayrimüslim azınlığın dini ihtiyaçlarını karşılayan bir kurumdur. Halil OZAN Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olarak dışarıdan gelen baskılar ne olursa olsun meseleyi hukuki zemin içinde ele almalı ve hukuk kuralları çerçevesinde değerlendirmelerini yapmalıdır. Bu meseleyi siyasi bir mesele olarak görmek ve “açmayı düşünüyoruz” deyip oyalama siyaseti gütmek, Türkiye’yi sadece zora sokmaktadır. Bu nedenle meseleye salt hukuki pencerede yaklaşılmalı “tolerans”, ”jest”, “iyi niyet gösterisi” gibi hukuki olmayan kavramlarla hareket edilmemelidir. Avrupa Birliği istiyor mazeretine sığınılmamalıdır. AB hukukunda Heybeliada Ruhban Okulu için istenen statüyü destekleyen hiçbir kural bulunmamaktadır. Bu konuda pazarlık yapılamaz. Türkiye’yi bu dayatmayı kabule zorlayacak hiçbir uluslararası kural yoktur. Yukarıda izah ettiğimiz gibi Patrikhanenin taleplerinin mevcut Anayasamıza göre gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Ancak Anayasanın değiştirilmesinin gündemde olduğunu hesaba katarsak yarın ne olacağını kimse garanti edemez. Patrikhanenin ısrarla İstanbul’da kalmak istemesi ve ruhban okulunun da ısrarla devlet denetiminde olmaması gerektiği yönündeki talebini sorgulamak gerekir. Yeri gelmişken konuya hukuki açıdan değil de siyasi açıdan bakmaya devam edenlere Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözlerini hatırlatmak isterim. Bu konuda siyasi açıklama yaparken bu sözleri umarım unutmazlar. ŞEHİDE AĞIT “Bilahare elde edilen mevsuk malumat ve vesaik ile teeyüd ettik ki İstanbul Rum Patrikhanesinde teşekkül eden Mavri Mira Heyeti vilayetler dahilinde çeteler teşkil ve idare etmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan Salibiahmeri, resmi muhacirin komisyonu; Mavri Mira Heyeti’nin teshili mesaisine hadim. Mavri Mira Heyeti tarafından idare olunan Rum mekteplerinin izci teşkilatları, yirmi yaşını mütecaviz gençler de dahil olmak üzere her yerde ikmal olunuyor.” (Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, I, Ankara, s. 2.) Bendeki ateşin tıpkı aynına 20 Ocak 1923’te Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde yayımlanan açıklamasında şunları söylemişti: “Bir fesat ve hiyanet ocağı olan ve memleketimize nifak tohumları eken, uyuşmazlıklar yaratan, Hıristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluğa ve felakete sebep olan Rum Patrikhanesi’ni artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilatı memleketimizde muhafazaya bizi mecbur etmek için ne gibi vesile ve sebepler gösterilebilir? Türkiye’nin Rum Patrikhanesi için arazisi üzerinde bir sığınılacak yer göstermeye ne mecburiyeti var? Bu fesat ocağının hakiki yeri Yunanistan değil midir?” Nasıl anlatayım ahvalim sana Şehitlik de varmış bahtında oğul İnan tek teselli şudur ki bana Makamın şehitler tahtında oğul Yüzünde tebessüm manolya gibi Göğsün çiçeklerden bir balya gibi Bir kanas kurşunu madalya gibi Bezenmiş döşünün üstünde oğul Yaraşır bir tören oldu şanına Hain mazhar olmaz bir tek ânına Rastladım “üst”ünde, “ast”ında oğul Yiğidim bu derde yamanmaz yama Boş bakar sanırlar mermerden dama Yavrum diye taşı okşarım ama Dururum bıçağın sırtında oğul Dayanamam evlat, seferim yakın Yakında görünür Ozan’a akın Derim ki dostlara fezaya bakın Yerin erenlerin katında oğul 33 SİVİL İTAATSİZLİK Ahmet MUHTAROĞLU Genel anlamda sivil itaatsizliğin basit tanımı; yürürlükteki mevcut kanunların özünü kabul etmekle beraber o kanuna uymamak, riayet etmemek, şiddet kullanmadan politik ve vicdani eylem yapmaktır. Tarihi başlangıcı çok eskilere dayanmasına rağmen ve görünürde masumiyet ifadesini taşımakta olan bu hareket henüz hukuki zeminini ve meşruiyetini bulamamıştır. Hal böyle olunca gerek bölgesel düzeyde gerekse küresel boyutta bu eylem günümüzde olabildiğince istismar edilmektedir. Sivil itaatsizliğin başlangıcı ve kurucusu 1849’larda yazdığı “Resistance to civil government” (Sivil hükümete karşı direniş) makalesi ile Henry David Thoreau olarak bilinir. Ancak bu işin babası olarak Mahatma Gandi kabul edilmektedir (1869-1948). Gandi Hindistan bağımsızlık hareketinin siyasi ve ruhani lideridir. İngiltere’ye karşı halkının kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesini şiddet unsuru içermeyen sivil itaatsizlik hareketi ile bağımsızlığına kavuşturmuştur. Henry David Thoreau ve Gandi ile birlikte Paul Lafargie, Martin Luther King ve Dalai Lama gibi önderler de bu eylem şeklini kullanmışlardır. Geçmişte bireysel kahramanlarla gerçekleşen hatta her hareketin bir kahraman yarattığı zamanlara kıyasla, bugün kitlesel hareket ve teknolojinin de sağladığı iletişim imkânları kullanılmış, bu gibi itaatsiz hareketler hem şekli hem de taşeron hareketlere dönüşme temayülü göstermiştir. SİVİL İTAATSİZLİĞİN GÜNÜMÜZDEKİ TEZAHÜRLERİ 1.Dünya savaşının sona ermesi ile birlikte dünyada imparatorluk dönemi sona ermiştir. Savaşlarda yorgun düşen dünya milletleri artık savaşların olmamasını istemektedir. Dünyada kalıcı bir barışın olabileceğine inanan milletler “Cemiyet-i Akvam” adında kolektif bir çalışma içine girerler. Fakat bu hareket başarılı olamaz. Dünya yeni bir savaşa gebe kalır. 1942’de İkinci Dünya Savaşı çıkar. 1945’lerde barışı sağlama gayretleri devam eder ve 51 ülkeden oluşan Birleşmiş Milletler kurulur. Akabinde barışın varlığı ve devamı elbette refahın varlığı ile irtibatlıdır. 1945 yılında 51 olan Birleşmiş Milletlere üye ülke sayısı 2000 yılında 192’ye çıkmıştır. Bu 192 ülkede serbest piyasa ekonomisi ile yönetilen ülke sayısı 124’tür. Kalan 68 ülke ise krallık, şahlık ve emirlik gibi farklı rejimlerle yönetilmektedir. Bu durum değişik yapı, inanç ve kültürlerden oluşan ülkeler için gayet normal bir durumdur. Her devletin tek bir rejime indirgenerek yönetilmesi düşünülemez. Ancak Birleşmiş Milletlere üye olan her devlet belli taahhütlerle sınırlanır; yani her devlet bazı şeyleri yapmak, bazı şeyleri de yapmamakla mükellef olur. Bu üye devletlere üyeliğin getirdiği evrensel hukukun yaptırımları ve icapları ile sınırlanır. Bu üyelik evrensel hukukun bir parçası haline gelmiş olan Birleşmiş Milletler ’in var olma gerekçesidir. Dünyada barışın nasıl sağlanacağı Birleşmiş Milletler ‘in 7. Maddesi ile düzenlenmiştir (Charter of United Nations). Bu madde ile Birleşmiş Milletler dünyada barışı bozan ülkelere yaptırım uygulamakta, hiç kimseyi kendi haline bırakmamaktadır. İnsan hakları devreye girdiği anda egemenlik hakları durmaktadır. Kendi halkınıza cebir kullanamazsınız, can güvenliğini tehlikeye atamazsınız, katliam yapamazsınız. İster azınlık olsun ister olmasın, halkın muayyen bir kısmı ayaklanıp itaatsizlik yaptığı takdirde onları silah zoruyla vazgeçiremezsiniz. İnsan hakları devreye girdiği durumlarda Birleşmiş Milletlerin kefaleti devreye girmektedir. Aslında teori- de ne kadar da ulvi bir görev değil mi? Peki pratikte böyle mi? LİBYA’DAKİ DURUM Kısaca yukarıda bahsettiğimiz durum şu anda Libya’da fiilen yaşanmakta, Suriye’de ise isyanlar başlamış durumdadır. Ancak Birleşmiş Milletlerin Libya’ya olan müdahalesi gerek uluslararası hukukçular ve gerekse konu ile ilgili kanaat önderleri ve uzmanlar farklı görüş ve düşünceleri dile getirmekteler. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bilindiği üzere Mart 2011 içerisinde Libya ile ilgili 1970 ve 1973 sayılı iki önemli karar almıştır. 1970 sayılı kararın mahiyeti Kaddafi ve yakınlarının mal varlıklarının dondurulması ile ilgili. 1973 sayılı karar ise ana hatlarıyla Kaddafi’nin siviller dediğimiz yani isyancılara karşı katliam yapmasını önlemek ve Kaddafi’nin silahlı güçlerinin durdurulması, hava sahasının kapatılmasını öngörmektedir. Ancak şu anda fiiliyattaki durum farklıdır. İsyancıların öldürülmesini engellemek farklı bir şey, onların önünü açıp Trablus’a ilerlemelerini sağlamak ve onlara her türlü desteği vermek farklı bir şeydir. Olayların başlamasından kısa bir süre sonra, Fransa’nın, ABD’nin ve İngiltere’nin isyancılar konseyini tanıdıklarını açıklamaları daha da farklı bir şeydir. Bu durumun uluslararası hukukta ve BM anlaşmasında bir karşılığı yoktur. Bu durum NATO’nun geçmişte yaptığı Kosova müdahalesine benzemektedir. Gerçi Kosova müdahalesi hiçbir güvenlik konseyi kararı olmadan gerçekleşmiştir. Keza 2008 yılında Rusya’nın Gürcistan ve Abhazya’ya saldırması da insani gerekçelere dayandırılmış, ancak bu hareket de hukuki zeminden yoksun gerçekleşmiştir. Ne yazık ki bu tür hareketler güçlü olana imkân vermiş, hukuk zemini olmayan girişimler “yol” olmaya 34 başlamıştır. Yine Libya’ya dönersek Fransa’nın Libya’yı vurmakta neden acele davrandığından bizim devlet yetkililerimiz dahi şikâyetçi oldular. Oysa Kosova’ya, Gürcistan’a, Abhazya’ya müdahale ne ise Fransa da aynı şeyi yapmıştır. Anlaşılıyor ki Libya ile ilgili çok özel bir durum söz konusudur. Burada olup bitenlerin hiçbiri ne Mısır, ne Tunus ne de Cezayir’de olanların hiçbirine benzememektedir. Bu ülkelerde olaylar çıkmış ve kısa sayılabilecek sürelerde durmuştur. Olayların çıkış sebebi genelde liderlerin ve çevresinin yolsuzlukları ve o ülkelerdeki sosyoekonomik sebeplere bağlanmıştır. Libyadaki durum ise tamamen farklıdır. İsyanlar önce Libya etrafındaki ülkelerde başlamıştır. Bilahare sıra Libya’ya gelmiştir. Bundaki maksat bizce Libya’ya müdahalede komşulardan yardım ve destek alamamasının teminidir. Ayrıca Libya’daki isyancıların talepleri ile diğer ülkelerdeki isyancıların talepleri de farklıdır. Libya’nın isyancılarının ne istediği belirsizdir. Oysa Libya halkının refahı diğerleri ile kıyaslanamaz. Kaddafi petrol gelirinin tamamına yakınını Libya’nın altyapı hizmetlerine yatırmıştır. Eğitim, sağlık ve lüks konut yapıları ile halkı çadırdan kurtarıp modern şehirler kurmuştur. Yine yönetimde diğer ülkelerden farklı olarak özel yönetimler kurarak az da olsa halkın yönetime katkısını ve söz sahip olmasını sağlamıştır. Yabancı güçler diğer Arap ülkelerindeki isyanlara pek karışmamış ancak Libya’ya özel ilgi duymuşlar ve vakit geçirmeden zor kullanmayı ön plana almışlardır. Ortada BM kararı olmadan İngilizler bölgeye SAS komandoları göndermiş, Hollanda helikopter birliği indirmiştir. Bu hareketlerin neden yapıldığını bilen de yoktur. BM güvenlik konseyi kararları insani yardımdan ziyade Kaddafi’yi iktidardan indirmeye dönüşmüştür. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Libya ile ilgili çalışmalar emperyal güçler tarafından uzun sürelerden beri devam edegelmiştir. Anlaşılıyor ki tüm hazırlıklar yabancı güçler tarafından tamamlanmış, iş yalnız isyancıların “sivil itaatsizlik” ateşini yakmalarına kalmıştır. Olup bitenlerin masum isyancıların can güvenliğini sağlamak adına alınan BM Güvenlik Konseyi kararlarının ulviyetiyle ve samimiyetiyle bağdaşır bir tarafı yoktur. Libya doğu ve batı Libya diye ikiye bölünme noktasına gelmiştir. Tabi petrolün bulunduğu bölge sınırlarına göre bölünecektir, tıpkı Sudan’da olduğu gibi. Bilindiği üzere Sudan kısa süre önce Kuzey ve Güney Sudan diye ikiye bölünmüştür. Petrol Hristiyanların bulunduğu Güney Sudan’da kalmıştır. Dünyada BM içerisindeki ulus devlet olan 124 ülkenin ve bunların yanındaki 68 tane krallıki şahlık ve emirlikle yönetilen ülkeler sivil itaatsizlik ve bölünmenin birbirine kardeş gibi yakın olduklarını hiç unutmamalıdırlar. Burada bugünkü konularla ilgisinin olduğunu düşünerek tarihe bir yolculuk yapalım. “Mondros Mütarekesinin ardından uydurma gerekçelerle Osmanlı’nın işgaline Musul’dan başlanır. 1 Kasım 1918 de ahaliye zulüm yapıldığı iddiasıyla İngilizler Musul’a 20 km yakınlığı kadar gelirler. 2 Kasımda Musul’u işgal için emir aldıklarını ve Türk birliklerinin 5 mil geriye çekilmesini isterler. 3 Kasım günü başlattıkları ileri harekâtla Musul’a girerler. Bütün bunlar çatışma olmaksızın birlikler arasında karşılıklı itirazlara dayalı diyaloglar arasında gerçekleşir.” (1) Bu tarihi acı olayı iki husus için burada naklediyorum. Birincisi o gün ülkelerin işgali için gerekçeleri ne ise bugünün gerekçeleri da hemen hemen aynıdır. O gün “ahaliye zulüm yapılıyor” iddiası bugün ise sivillere yönelik katliam yapılmasının önlenmesi, barış ve güvenliğin tehdit edilmesi gerekçelerine dayanıyor. İkinci husus ise; bugün Kuzey Irak’taki oldu-bitti’nin başlangıcının 3 Kasım 1918’e kadar dayandığını görmekteyiz. SONUÇ ABD son yirmi yıldır sivil itaatsizlik üzerine çalışmaktadır. Albert Einstein’ın enstitüsü bu modeli geliştirip yürürlüğe koyduğu yazılıyor. “Diktatörleri ve Oligarşik yönetimleri yıkma modeli” yani sivil itaatsizlik. Bu model Ukrayna’da, Gürcistan’da, Kırgızistan’da hatta Yugoslavya’nın parçalanmasında uygulama alanı bulmuştur (2). Turuncu, Lale, Yasemin gibi güzel isimlerle de süslenmiştir. Sıra kral- lık, şeyhlik ve emirlikle idare edilen Arap ve ulus devlet olarak yönetilen ülkelere gelmiştir. Geniş halk yığınlarını gitmesini istedikleri ülkenin meydanlarına taşıyarak sözde o ülkenin halkı isyan ediyor modelini kullanıp rejimleri değiştirme yolunu seçmişlerdir. Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da böyle olmuştur; Suriye’de ise isyan henüz başlamış ve nerede duracağı belli olmayan kendi tabirleriyle haçlı seferi bütün hızıyla bu coğrafyaya yayılmaktadır. Üzüntümüz Müslümanlığa Avrupalı gözüyle bakan yerli işbirlikçileri bu haçlı seferinin en büyük yardımcıları olmalarıdır. Nihai hedef İran mıdır Türkiye midir yoksa Suudi Arabistan mıdır şimdilik kestirmek zor görünüyor ancak ülkemize bu sivil itaatsizliğin uğraması hemen hemen kesinlik kazanmıştır. İçte ve dışta belirtileri gözükmektedir. BDP yetkilileri geçtiğimiz mart ayında sivil itaatsizliği başlattıklarını beyan ettiler. Devletin camilerinde Cuma kılmayacaklarını, verdiği kimliği kullanmayacaklarını, kendi özel giysilerini giyeceklerini, ana dilde eğitim haklarını alana kadar meydanları terk etmeyeceklerini söylemektedirler. Son olarak YSK kararlarına karşı yapılan itiraz ve gösterilerden sonra sıranın bize geldiğini görmemek neyle izah edilebilir. Yurtdışından verilen işaretler ise daha da manidardır. Açılımın mimarı olarak bilinen ABD’li Henry Barkey Türkiye’yi açıkça tehdit etmektedir: •“Sizin saatli bombanız Kürt meselesidir.” •“Libya partisine geç katıldınız.” •“Ankara için Suriye bir testtir.” •“Tarihin yanlış tarafında yer alacağınızı hesap ediniz.” • “Türkiye baş ağrıtıyor.” Gibi lafları ettikten sonra daha ne demeli ki biz uyanalım. Yazımızı Gandi’ye atfedilen bir söz ile bitirelim. “Uyuyanı uyandırmak kolay, mesele uyanığı uyandırmak.” (1) Ültanır, Mustafa Özcan, Eko Enerji Dergisi, Nisan 07, Sayı 4. (2) MacKinnos, Mark; Yeni Soğuk Savaş, Destek Yayınları 35 DOSTUN BAHÇASINA BİR HOYRAT GİRMİŞ Şerife ORAL “Ne zaman ki Kerkük gelir aklıma Boğazlanan bir Türk gelir aklıma. Fuzûlî bağını talan edenin Yüzü için tükrük gelir aklıma”(A.Akbaş) Hoyratlarda özgürlük bekleyen Kerkük’ün yaslı halinden doğan bir sitem söz konusudur. Çünkü Kerkük Misak-ı Milli sınırları içinden çıktıktan sonra orada kan ve gözyaşı hiç dinmemiştir. Kerkük hüznün, acının, sitemin eksik olmadığı bir ocaktı. Kerkük’ün sitemli hali, kırık ve acılı hali Türkiye Türklerinin de yüreklerine dokunmuş, acılar eklemiştir. Ayrı düşen iki sevgili misali bir birlerine dair sevgi, muhabbet ve sitemler besleyen bu iki coğrafyanın dilinden dökülen her nağme, her ezgi, her söz bu duyguları dile getirir mahiyette aslında. Yürekten dökülenler, her iki coğrafya için de acı ve ağıt doludur. Baskı ve zulüm Kerkük’e Türkiye adını anmasını, Türk kimliğini vurgulamasını yasaklaması hoyratlarda Türkiye yerine ‘yar’ ifadesinin kullanılması Kerkük’ün Türkiye’ye olan sevdasını ispatlar niteliktedir. ‘Yar’ kelimesi dışında ‘beg ve agam’ kelimelerinin de kullanıldığı görülür. Hoyrat dinlediniz mi hiç? Kerkük’ün hareketli türkülerinin içine öyle bir yerleşir ki hoyratlar, hüznü tokat gibi çarpar yüzünüze. Kerkük gibi yaslıdır, Kerkük kadar hüzünlü hoyratlar… Uzun zamandır gün yüzü görmediler. Gelen her yönetim Türkmenlere yüklendi. Kendi vatanlarında istenmeyen çocuk muamelesi gördüler. Kime güvendilerse olmadı, olmadı, olmadı. Bu yetmiyor gibi petrol canavarları da göz dikti vatanlarına. Rahat huzur vermedi Türkmenlere. Yaptığı zulüm yetmiyor gibi yabana, ele saydı Türkmenleri kendi yurtlarında. Kurşuna dizildiler, yurtlarından edildiler, dilleri kelepçelendi. Yılmadılar, yorulmadılar, direndiler, direnecekler de… Direnecekler direnmesine de kırgınlığı kırıklığı hep kalacak Kerkük’ün. Müziğinde, ezgisinde kalacak, yeşilinde alında kalacak. Döktüğü kanda kalacak, umutlandığı Türkiye’de kalacak, soydaşında kalacak, dindaşında kalacak kırıklığı. Onlar kırıldıkça ve kırıkları yürek kanattıkça hüzünleri cam kesiği gibi gelip yerleşecek yüreğimize. “Birdi Kitap bir, kıble birdi Kerkük’te Türk kanına Müslüman Arap girdi” demeye devam edecekler. Vatan derdi oldukça Kerkük’te, sitemleri dilden dile dolaşacak. “Ge gör ne berbad oldum Öz yurdumda yad oldum Düştim kare günlere Yaman dilde ad oldum…”diyip, gözyaşlarını yüreğinizin en derinine dökecek. Bütün Türk Dünyasında olduğu gibi Kerkük Türkleri’nde de Türkiye önemli bir yere sahiptir. Türkiye’nin Irak Türkmenlerine dair politikaları, Dünya siyasetindeki yeri Kerkük’te de ilgiyle takip edilmektedir. Türkiye, Türklerin özgür kalesi olması hasebiyle Türkiye dışındaki Türklerin adeta gözüdür, kulağıdır, sesidir, özlemidir, kurtarıcısıdır, atasıdır… Türkiye’nin bölgede söz sahibi olması dolayısıyla kurtarıcı olarak görüldüğü, Türkiye’nin bölgede ki soydaşlarını korunmasının beklendiği aşikârdır. Fakat her zaman bu beklenti tam anlamıyla karşılanmayabiliyor maalesef. Türkiye’deki Türklerin de, Kerkük Türkmen’lerinin de beklentileri boşa çıkabiliyor. O umutlar boşa çıktıkça sitem edecekler, gözyaşı dökecekler. Güvendiği soydaşları yarı yolda bıraktıkça sitem edecekler. Ya da, yabana tercih edildikçe kanayacak yaraları. Sitem ettikçe de hoyratları haykıracak: 36 Yar meni o yar beni Uykudan uyar meni Söz verdi de gelmedi Unuttu o yar meni… “Kerkük bir öbek kar çöl ortasında Ah anamız ağlar el ortasında Sağır mısın, sağır mısın Ankara? Öldük güpe gündüz yol ortasında.” diye haykıracak. Kerkük Türkmenleri Türkiye’deki gelişmeleri dikkatle izlemektedir. Fakat Türkiye’nin Türkmen politikaları pek etkili değildir. Irak Türkmenleri gereğince korunamamışlardır. Türkiye’nin bu konudaki yetersizliği ve Türkiye’deki zayıf tepkiler, Irak Türkmenlerince olumsuz karşılanmıştır. Türkmen gardaş diyor ki “Bırakman ele beni” “Dile… Ayrılık kolay dile. Kimseden medet umma, Dilersen Türk’ten dile.” derken bu beklentiyi dile getirmektedir. Kerkük Türkmenleri, kimlikleri eritilmek istenmesine ve Türkiye il bağları koparılmaya çalışılsa da Türklüğe, Türklük değerlerine ve Türkiye’ye olan bağlılıklarını devam ettirmişler, bunu dikta rejimine ve zulümlere rağmen dile getirmeye de devam ediyorlar. Yapılan zulümler, baskılar hiç yıldırmadı onları belki ama Türkiye’nin yani yarinin, yani dostunun silik ve teslim politikaları kırdı, incitti. Yüreğindeki sitemi söze vurdu. Bu sitem hoyrat oldu kulağımızı bırak yüreğimize kadar geldi de biz yine bu sese bu siteme sağır olduk. Her ne kadar Türkiye, Kerkük Türkmenlerini koruma politikasında başarılı olamasa da Kerkük Türkmenleri davalarına olan inançlarını korumuş ve Türk’ün olmadığı bir Kerkük istemediklerini her fırsatta vurgulamışlardır. Türkmenlerin Kürtler KAYNAKÇA ve Araplar karşısında ki dik duruşunu ve inançlı Körüklü Refet, Türkiye Hoyratları, Türk Dünilerleyişi: yası Araştırmaları Vakfı, İstanbul,1997 “Elinde yad elinde Marufoğlu Ali, Direniş, Kerkük Vakfı, İstanbul, Öt bülbül yad elinde 2009 Bu diyar mezar olsun Kalmasın yad elinde” diyecek kadar gözükara, Terzibaşı Ata, Kerkük Hoyratları ve Manileri, İstanbul, 1975 “Çöp gider üzüm galı(r) Üzüm he dizim galı(r) Ya bir tek Türkmen galmaz Ya Kerkük bizim galı(r)” diyecek kadar dirençli, “Yaşasın ülküm diyen Ülküye mülküm diyen Ülkü var ülkü de var Ne mutlu Türk’üm diyen” diyecek kadar soyuna bağlı olacak Kerkük. Kerkük hoyratlarının büyük bir bölümünde Irak Türkmenlerinin yaşadığı acılar, suçsuz idamlar, dikta, baskı, zulüm dile getirilerek Türk kimliği ve Türk diline vurgu yapılmaktadır. Iraktaki Türk kimliğini eritmek isteyen, Türk kimliğini bahane ederek Türkmenlere baskı yapan, onları Kerkük’ten çıkaranlara karşı Kerkük, cevabını hoyratlarıyla vermiştir. Sitemini de anlatmıştır, çaresini de, beklentisini de söylemiştir, hüznünü de hoyratta. “Tane tane olmuşum Kalburdan ele beni 37 HİCAZ ÇÖLLERİNDE BİR AVUÇ TÜRK’ÜN KAHRAMANLIĞI İHTİYAT ZABİTİ MEHMET ORAL’IN SARIKAMIŞ-HİCAZ CEPHELERİ VE ESARET ANILARI Şahsenem BOZ* Anadolu’da hemen hemen her ailede dedelerin torunlarına anlattığı seferberlik hikâyeleri, savaş hatıraları vardır. Bizim neslimiz bu hikâyeleri dinleyerek büyüdük. Yurdumuzun düşmanlardan nasıl temizlendiğini, Cumhuriyetimizin hangi şartlarda kurulduğunu birinci ağızlardan gerçek hikâyelerle öğrendik. Dedem Mehmet Oral’ın küçük bir çocukken dinlediğim bu anıları ‘Kendi el yazısı ile yazdığı hatıratı’ bize kalan en değerli armağandı. Fakat el yazısı ile Osmanlıca yazılmış olan bu hatıratı okuyamıyor, bizden sonraki çocuklarımıza da aktaramıyorduk. Niğde Üniversitesi Öğretim Görevlilerinden Sayın Dr. Salih Özkan Bey bu hatıratı düzenleyip bastırarak bizlere kazandırdı. Tarihe mal olmuş hatıratlar, tarih bilincinin oluşmasında önemli bir yer tutarlar. 1. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele dönemlerine ait hatıralar, olayların çehresini bizzat yaşayanların ağzından daha net bir biçimde ortaya koyarlar. Dedem İhtiyat Zabiti Mehmet Oral’ın kaleme aldığı bu eserin orijinali Türk Tarih Kurumu kütüphanesindedir. Eserde Mehmet Oral’ın önce Kafkas cephesinde sonra Hicaz çöllerinde daha sonra da İngiliz esir kampında yaşadıkları ile nihayet hürriyete kavuştuktan sonra Anadolu’da Millî Mücadeledeki faaliyetleri anlatılıyor. Yazarın anlatımında kendisini savunmaya da kahramanlaştırma gibi bir gayreti yoktur. Bu itibarla olayların anlatımında gayet açık ve samimi bir yaklaşımı vardır. Kahramanlıklarını anlattığı gibi korkularını ve zayıflıklarını da dile getirmiştir. Yaşadığı olayların dışında o dönemin bazı siyasi, sosyal ve ekonomik problemlerine de dikkat çekmektedir. Yorumlar getirerek Osmanlı Devleti’nin çöküş sebepleri hakkında değerlendirmelerde bulunmakta; Arap, Ermeni ve Rumların o dönemdeki tutumları hakkında bilgiler vermektedir. Hatıratın yazarı olan Mehmet Oral, 1894 yılında Bünyan’da dünyaya gelmiş. İlk ve orta tahsilini burada okuduk*Yazarın torunu, emekli Türkçe öğretmeni. tan sonra yüksek tahsili için İstanbul’a gitmiş. Tahsiline devam ederken 1. Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte askere alınmıştır. Piyade Küçük Zabit Mektebine başlayarak üç ay sonra Kıdemli Küçük Zabit olmuş ve 1916 yılında Kafkas cephesine atanarak askerlik görevine başlamıştır. Eserin birinci bölümünde Kafkas cephesinde yaşanan olaylar anlatılır. Cephenin olumsuz şartları yazarın dilinin döndüğü ölçüde aktarılmaya çalışılmıştır. Cephede çekilen silah, cephane, yiyecek ve giyecek sıkıntısı dile getirilerek Türk ve Rus orduları imkânlar açısından karşılaştırılmıştır. Eserde yazarın yalnızca Kafkas cephesinde fiilen çarpışmaya katıldığı olaylar bulunmaktadır. Yazar, esir ya da şehit olma korkusunu da bizzat yaşamıştır. Bu duygu dünyasını elinden geldiğince samimiyetle aktarmıştır. Hatıratın asıl önemli kısmı 2. Bölümde yer alan Hicaz cephesindeki olaylardır. Cepheye yapılan yolculuk uzun uzun anlatılmıştır. Burada Kafkas cephesinin kötü şartları yoktur. Karavanası da muntazam çıkmaktadır. Zira yazarın da vurguladığı gibi Anadolu’yu ihmal eden Osmanlı yöneticileri Hicaz’a demiryolu döşemişlerdir. Ancak bir müddet sonra aşırı sıcağın etkisinden sıkıntılar başlayınca bu cephenin de Kafkas cephesinden farklı olmadığını yaşayarak öğreneceklerdir. Suriye ve Irak cephesinin yarılıp Anadolu ile bağlantısı kesilerek Hicaz’daki kuvvetler muhasaraya alındıktan sonra açlık ve sefalet ile karşı karşıya kalacaklardır. Hatıratta açlık ve sefalet ile nasıl mücadele edildiği, nelere katlanıldığı, bedevilerin yapmış olduğu kötülükler örneklerle anlatılmaktadır. Müslüman bedevilerin İngilizlerle işbirliği yapması, Türk askerine karşı vahşice davranışları ibret verici olaylarla anlatılmıştır. Yine Türk okullarında yetişmiş bedevilerin Türkleri esir aldıktan sonra uyguladıkları hakaretler ve aşağılayıcı tutumlar anlatılarak yorumlar yapılmıştır. Daha sonra Mısır’da esir kamplarındaki hayat, İngilizlerin esir- lere karşı tavırları, özellikle Ermeni ve Rum asıllı tercümanlar kullanılarak yapılan soygun olayları anlatılır. Bölümün sonuna doğru uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra hüzünlü bir şekilde esir İstanbul’a geliş ifade edilmiştir. İstanbul’da, bir müddet, arkadaşı Mehmet Efendi ile birlikte Millî Mücadele’ye (Anadolu’ya) yaptıkları yardım faaliyetleri zikredilir. Hatıratta son olarak, yazarın Millî Mücadele’de almış olduğu görev nakledilir. Hatıratın bize verdiği çok büyük dersler vardır. Bunlardan en önemlisi, Millî Mücadele’nin sayısız kahramanlık ve fedakârlıkla kazanılması ve bu mücadeleyi gerçekleştirenlerin yalnız ve yalnız Türklerden mürekkep olmasıdır. İstiklâl savaşında yokluklar ve sefalet Türk milletini yıkamamıştır. Ancak, öyle ihanetler yaşanmıştır ki milletimizi asıl perişan eden bu ihanetler olmuştur. Türk çocuğu, bu ihanetleri mutlaka bilmeli ve dersler çıkarmalıdır. Bu eser, yaşanmış olaylardan ibarettir ve gelecek nesillerin alacağı dersler içermektedir. Bu bakımdan, bu kitabın bilhassa gençler tarafından okunmasını yararlı görürüm. Ayrıca, çok çabuk unuttuğumuz yakın tarihimizi bize hatırlatarak milletimizin geleceğine ışık tutacağını umarım. Bu önemli hatıratı yayıma hazırlayan ve Türk okuyucusu ile buluşturan değerli tarihçi Dr. Salih Özkan’a teşekkürü bir borç bilirim. Kanıyla toprağı vatanlaştıran, bize özgür bir ülke bırakan gazi ve şehitlerimizin ruhları şad olsun. 38 SINAVLARA NASIL ÇALIŞILIR? SON GÜNLERDE YAPILMASI GEREKENLER İbrahim GÜNGÖR Geçen yazıda sınavlara hazırlanırken son üç ay ve son bir ayda yapılması gerekenler konusunda bilgi verilmişti. Bu yazımızda ise son dönem, sınavdan önceki gün, sınav günü ve yönetimi konusunda bilgiler vermeye çalışacağım. Yararlı olması dileğiyle… Söz konusu olan büyük sınavlar olunca bir noktada çalışmak da yetmiyor. Sınav strateji ve teknikleri konusunda da bilgi sahibi olmak gerekiyor. Hatta doğru bilgiler ışığında kendi strateji ve tekniklerimizi oluşturmamız, yani kendi tarzımızı geliştirmemiz gerekiyor. Burada verilen bilgileri bu doğrultuda kullanmanız önerilir. Öncelikle sınavlarda çok başarılı olan öğrencilerin ortak başarı stratejilerini bilmekte yarar olabilir. Sekman’a (2003) göre sınavlarda çok başarılı olan öğrencilerin ortak başarı stratejileri şöyle özetlenebilir; • Planlı, programlı, zamanı en iyi şekilde kullanarak çalışan öğrencilerdir. • Üniversiteye hazırlığı bir seneye değil, lise öğreniminin tamamına yaymışlardır. • Hedefleri doğrultusunda çalışmışlardır. (bir hedeflerinin olduğu anlaşılmaktadır). • Aileleri, öğretmenleri onları motive etmişlerdir. • Sadece ÖSS’de değil, okul hayatında da başarılı öğrenciler oldukları bilinmektedir. • Olumsuz sözler, moral bozukluğu yerine, onlarda motivasyon kaynağı olmuştur. • Çoğunluğu devlet üniversitelerini tercih etmiştir. • Ders çalışma stratejilerini öğrenip uygulamışlardır. • Çok değil, öz ve sürekli çalışmışlardır. • Tekrarlara ve test çözümlerine çok önem vermişlerdir. • Kişisel uğraşılarına zaman ayırdıklarını ifade etmişlerdir. • Serbest zamanı sürekli değerlendirerek, boşa zaman harcamadıklarını söylemişlerdir. Sınava Birkaç Gün Kala Yapılması Gerekenler • Öncelikle sınavlara az bir süre kala konu eksiği gibi bir durumun olmaması gerekir. Bunun yanında konular üzerinde yeteri kadar test çözülmüş olması gerekmektedir. Ancak yetişmeyen konular varsa son zamanda yeni konu öğrenilmemelidir. Bu, karışıklığa neden olabilir, bilginin değişik durumlarda kullanılmasında sıkıntıya neden olabilir. Ancak sınava sayılı günler kala tekrar yapılabilir. Hatta sınavdan bir gün önce dahi tekrar yapılabilir. Benim bu konudaki önerim, öğrencilerimiz kendilerini nasıl rahat hissedeceklerse öyle davranmaları yönündedir. Tekrar yaparak kendini daha iyi hissedecekse öyle yapsın, son dönemde tekrar yapmanın kendisini sıkıntıya düşüreceğini düşünüyorsa tekrar yapmasın. • Son dönemde yapılan denemeler sınav saati ile aynı olsun (Çavuş, 2004). Ayrıca denemelere mümkün olduğunca sanki gerçekten LYS’ye (veya SBS’ye) giriyormuş gibi girmekte yarar vardır. Bu sayede gerçeğe ne kadar yakın ve fazla deneme sınavı çözerseniz gerçek sınavınız da denemelerde olduğu gibi geçecektir. Bir bakıma sınavın benzeşimini (simülasyonunu) yapmış olacaksınız. • Özellikle son dönemde farklı yayınları kullanarak evde deneme testleri çözün ve aynı zamanda fark- lı dershanelerin denemelerine katılın. Mümkün olduğunca çeşitli soru tipleriyle kendinizi sınayın. • Sınavda kullanacağınız soru çözüm sırasını deneme sınavlarında uygulayın (Çavuş, 2004). • Son dönemde sakatlanmalara neden olabilecek sporlardan uzak durmalısınız. Çünkü sınava yakın bir zamanda olabilecek el ve kol kırılmaları sınava hazırlığı ve performansı kesinlikle etkiler. • Sınava yakın bir zaman kala beslenmeyle ilgili büyük bir değişikliğe gidilmemeli, rejim vs. yapılmamalıdır. Buradaki ilke, hayatın günlük akışını büyük oranda değiştirmemek gerektiğidir. Dengeli beslenme zaten sürekli olması gereken bir durumdur. Sınavdan birkaç gün önce bu yönde bir değişiklik hedeflenen yararı sağlamaz. Bunun yanında, sınavdan hemen önce ağır ve çok yemek sindirim açısından doğru değildir. • Sınav yeri mutlaka önceden görülmelidir. Sınav Günü, Akşamı ve Sabahı • Sınav günü öğrencinin normal hayatına devam etmesi yerinde olacaktır. İnsanın hayatındaki büyük değişiklikler heyecan yaratabilir, odaklanma sorunları yaratabilir. Sanki olağanüstü bir durum varmış gibi hissedilebilir. Bu nedenle kişinin kendi duygularını (heyecan, kaygı) denetimi altında tutamayabilir, en azından kendisi için bir yük olabilir. Bundan kaçınmak için normal hayat akışına devam edilmesi yerinde olacaktır. • Yukarıdaki maddelerde sıralandığı gibi son gün öğrenci ders çalışma, test çözme konusunda kendini nasıl rahat hissedecekse o şekilde hareket etsin. Literatürde bu konuy- la ilgili farklı görüşler bulunmaktadır. Bir görüş öğrenci ders çalışmayı bıraksın derken, diğer görüş bu durumun öğrenci için yadırgatıcı olacağından dolayı öğrencinin test çözebileceği ya da ders çalışabileceği yönündedir. • Sınav akşamı veya sabahı biraz heyecanlı olabilirsiniz ancak benzer duyguları yaşayan birçok aday vardır. Yani sadece sizinle sınırlı bir durum değil yaşadıklarınız. • Uyumadan önce yarınki sınavın olumlu bir görsel provasını yapın. Detaylı olarak sınavınızı zihninizde canlandırın. Bu size rahatlatır, aynı zamanda sınavınızın daha olumlu geçmesine yardımcı olur. • Sınav sabahı sınav yerine ulaşım açısından erken kalkılmalı ve güzel bir kahvaltı edilmelidir. Ancak burada ölçülü olmakta yarar vardır. Kahvaltı sınav saatinden 1.5 saat öncesinde edilmelidir. Çünkü herhangi bir öğünden sonra vücuttaki kanın büyük bir bölümü sindirim sistemine yönelir. Beyinin tam işlev görebilmesi için vücudun aşırı yorulmaması gerekir. Beyin kan yoluyla beslendiği için çok yemek yemek ya da kahvaltı etmek öğrencide bir ağırlık, uyuşukluk, uyku hali meydana getirebilir. Sınav Yönetimi • Öncelikle sınava karşı olumlu bir tavır ve beklenti içinde olun. Sınavınızın iyi geçeceğine inanın. • Sınav başlamadan mutlaka kitapçıktaki ilgili bölümleri doldurunuz ve açıklamaları okuyunuz. • En iyi sınava başlama stratejisi iyi olduğunuz alandan başlamaktır (www.mantex.co.uk). Bu size güven kazandırır ve sonraki soruları daha rahat çözmenizi sağlar. • Bununla birlikte daha zor olan sorulardan başlayıp, iyi olduğunuz alanları bir ödül olarak sonraya da bırakabilirsiniz. Bu durum size zor soruları daha dinç iken çözme imkanı verir (www.mantex.co.uk). Ancak burada adayın iç disiplininin çok iyi olması önerilir. Çünkü zor sorulardan başlamak aynı zamanda bir risktir. • Sınavda mutlaka turlama tekniği kullanılmalıdır. Bu teknik karşılaşacağınız en kolay sorudan başlayarak çözmenizi, orta derece zor olan sorularla çok zor olan soruları sonlara bırakmayı gerektirir. Hangi test olursa olsun kolay sorudan başlamak, teste ait “acaba nasıl geçecek” sorusunun olumlu bir cevap bulmasını ve heyecanın odaklan- maya dönüşmesini sağlayabilir. Zor sorudan başlandığında bu sorunun odaklanmaya dönüşmemesi tehlikesi vardır. Heyecan kaygıya ve hatta paniğe dönüşebilir. Bu nedenle önce kolay sorular aranarak bulunmalı, biraz zor ve çok zor olan sorulara farklı işaretler konularak daha sonra bu sorulara dönüş yapılmalıdır. Bu zamanın denetimini elimizde tutmamızı sağlar. • ÖSYM’nin hazırladığı üniversiteye giriş sınavlarında soruların mantığı bilgiyi ölçmekten ziyade, bilgiyi kullanmaya ve yorumlamaya yöneliktir. Bu nedenle soru kökünü çok iyi okuyunuz (Sekman, 2003). • Bir soru üzerinde fazla uğraşmayınız, diğer soruya geçiniz. Bütün sınavların ortak eleme boyutlarından biri zamandır. Bu yüzden zamanı iyi kullanınız. • Sınavda heyecan ya da kaygı olursa bence en iyi yöntem 3-4 defa yavaşça derin nefes almak ve yavaşça vermektir. Ayrıca dik oturmanız, omuzlarınızı dik tutmanız da kendinizi daha rahat ve güvenli hissetmenize yardım edebilir. • Bir sorunun bütün seçenekle- rini okuyunuz. Doğru cevabı bulduğunuzu sanarak diğer seçenekleri okumamak size zarar verebilir (Sekman, 2003). • Dört yanlış bir doğruyu götürür. Bu nedenle anlamadığınız sorular boş bırakılmalıdır (Sekman, 2003). Önemli olan, net sayısıdır. • Soru köklerinde altı çizili kelimelere çok dikkat edilmelidir (olamaz, değildir, yanlıştır vb.). Zihin bu tür kelimeleri olumlu gibi yorumlayabilir, dikkatli olunmalı (Sekman, 2003). • Paragraf soruları için önce sorunun kökünü okuyunuz, soruda ne isteniyor, daha sonra paragrafı okuyunuz. Bu yöntem size paragrafı belli bir açıdan okuyarak daha net anlamanıza yardımcı olur (Yıldırım). • Sınavdan erken çıkmayınız, aynı zamanda sınav öncesinde yiyeceğiniz şekerlemeler kandaki şeker miktarını artıracağı için size enerji sağlayabilir (www.schools.nws. edu.au). Burada kuşkusuz söylenebilecek birçok öneri vardır. Ancak belli başlı ve önemli olanları sıralanmıştır. Tüm gençlerimize girecekleri sınavlarda başarılar diliyor, yararlı olmasını umuyorum. Sevgi ve saygılarımla… Kaynakça: 1) Çavuş, Remzi. (2004). ÖSS, LGS Sınav Teknikleri. Kariyer Yayıncılık İletişim Hizmetleri, İstanbul. 2) Sekman, Mümin. (2003). Başarı Üniversitesi (Üniversite Sınavını Kazanmak İçin Stratejiler). (altıncı baskı). Alfa Yayınları, İstanbul. 3) Yıldırım, Ali. (...). Sınav Yönetimi.Yeni Zamanlar Yayınları, İstanbul. 4) http://www.mantex. co.uk/2009/09/29/exam-techniquesguidance-notes. 26.04.2011. 5)http://www.schools.nsw.edu.au/ gotoschool/highschool/examtips.php. 26.04.2011. 39 40 TERÖRE MEŞRUİYET KAZANDIRMAK MI!.. Mustafa ERDEM Ahmet Arvasi’nin belirttiği üzere Sahabe-i kiramdan sonra İslamiyet’e en büyük hizmeti yapmış bir milletin fertleriyiz. İslamiyet’i Asya, Avrupa ve Afrika’ya götürdüğümüz gibi kutsal toprakların ve Hz. Peygamber’in kutsal emanetlerinin de fedaisi olmuş bir milletiz. Buradan basit bir denklem çıkarmak gerekirse; Türk’ün milleti ve devleti güçlüyse İslam medeniyeti de hâkim ve azametli olmuştur. Türk’ün milleti ve devleti zayıf kaldığı durumda ise İslam coğrafyası da zayıf, korumasız kalmıştır. Bugün Türkiye’de İslam’ı siyasete alet eden İktidarın da siyaset yapan cemaatlerin de kavrayamadığı yahut anlamak istemediği nokta işte tam olarak budur. Türk’ün birliğini ve dirliğini bozarak İslam’ı muzaffer kılacaklarını zannetmeleri en büyük yanılgılarıdır. Bugün Hükümet, Kürt açılımı adı altında başlayıp millî birlik ve kardeşlik projesi adı altında devam eden yıkım politikalarını tüm hızıyla sürdürmektedir. Bu politikalar sonucunda ilk önce Habur rezaletini yaşadık. Ardından, yakılan Türk bayraklarını, atılan tokatları, İstanbul’un göbeğinde uygun adım geçiş yapan teröristleri basın yayın yoluyla her gün takip etmekteyiz. Üstüne üstük PKK’yı temsil eden bez parçalarının önünde konser veren Ahmet Kaya ve Şivan Perver gibi teröristlere, devleti yönetenler tarafından nasıl itibar edildiği ortadadır. Üniversitelerimizde açılan Kürdoloji entitüleri, Devlet eliyle açılan TRT 6 kanalı ve bir cemaatin açıtığı Türkiye’nin ilk Kürt- çe yayın yapan özel kanalı Dünya TV, bugün yayındadır. Bu şekilde dil noktasında kendi aralarında bile anlaşamayan bir topluluktan millet yapma girişimi tüm hızıyla devam etmektedir. Tüm bu süreçte azan teröristlerin davranışları ve özellikle polise atılan tokat hadisesinin toplum nazarında tezahürü çok sıkıntılıdır. Bu gelişmeler ve devletin sessiz tutumu toplumun tamamının boynunu bükmüştür. Daha önemlisi; teröre destek vermeyen doğulu vatandaşlarımızın devletin bu şekilde aciz kaldığını görmesi hazin sonuçlar doğuracaktır. Bu samimi vatandaşlar sahipsiz kalma psikolojisine girecek, terörden yılacak ve teröristlere boyun eğeceklerdir. Bunun sonucunda terörle mücadelenin telafi edilemez bir zarar göreceği ortadadır. Bu süreçte değinemediğimiz birçok nokta ziyadesiyle çoktur. Fakat en hazini ve sakatı bölücü örgütü meşrulaştırma faaliyetleridir. Bu işi topluma enjekte etme görevini yandaş basın ve cemaat kanalları üstenmiş durumdadır. Haber programlarında, dizi filmlerde bu işi çok başarılı bir şekilde yapmaktadırlar. “Dağa çıkan insanların kendilerince haklı sebepleri olduğu”, “dağda da temiz ve düzgün insanların bulunabileceğini” hep bu kanallar ve gazeteler vasıtasıyla izleyip görmekteyiz. Bu şekilde Kürt’ten daha çok Kürtçü olan bu kesim ve aldatılan halk vasıtasıyla terör meşrulaştırılmaktadır. Bununla birlikte Bülent Arınç’ın “Öcalan ne demiş buna bakılır, bir anlam çıkarılır ve bu anlam yorumlanır.” hezeyanı bu süreçte üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir söylemdir. Bu söylem, bölücübaşını meşrulaştırma çabasının devletin zirvesi tarafından seslendirilmesidir. Bu durum bizi yönetenlerin ne tür bir gaflete düştüğünün açık bir kanıtıdır. Tayyip Erdoğan ve ekibinin bölücü başı ile işbirliği yaptığı ve pazarlık ettiği referandum öncesinde ortaya çıkarılmış bir gelişmedir. Hükümet hem suçunu kapatmak, hem de işbirliğini ilerletmek amacıyla terörü ve bölücü başını meşrulaştırma sürecide durmaksızın devam etmektedir. Referandum öncesinde yapılan antlaşmalar neticesinde, PKK’nın eylemsizlik kararı alarak üzerine düşen görevi hakkıyla yerine getirdiğini yaşadık gördük. Sıra Hükümetin Apo’ya verdiği sözlere gelmiştir. Bu noktada işin uzmanlarının ve genel olarak süreci okuyanların kanaatleri kamuoyu tarafından bilinmektedir. Ev hapsinin getirilmesi ve Anasayal zeminde yapılacak değişikler olası bir AKP iktidarında gerçekleşecek eylemlerdir. Durum böyleyken yeni anayasada nelerin değişeceği AKP’nin ne kadar ileri gidebileceğini görmek için AKP üst yönetimini ve yandaş organizasyonları takip etmek yeterli olacaktır. Bu noktada yandaş basın, TÜSİAD ve liberallerin görüşleri de kamuoyunu hazırlama noktasında ortadadır. Bu konuşulanlar içinde en sıkıntılı durum “Türkülüğün tanımı” üzerinde yapacakları oynamalardır. Bu durum afakî bir yaklaşım değildir. AKP sözcülerinin ve hukuk danışmanlarının dile getirdiği bir durumdur. Seçim öncesi AKP’nin gayri resmî seçim vaadi olan bu yaklaşım, üniter yapının temeline dinamit koymakla eş değerdir. İktidarın zihnî derinliklerindeki karanlık noktalar, zaman zaman fikirlerine yansımakta, bu da milliyetçi kesimin haklılığını ortaya koymaktadır. Başbakan tüm ısrarlara ve çağrılara rağmen “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü ağzına alamamaktadır. Bu örnek bile onun düşünce yapısını ve tekrar iktidar olduğu takdirde neler yapabileceğinin bir göstergesidir. Bununla birlikte, Başbakan sürekli olarak “Türkiyelilik” ve “mozaik” gibi kavramları kullanarak bölünme sürecinin altyapısını hazırlamaya devam etmektedir. Bunlara ilave olarak Başbakanın ülkeyi bölünme sürecine götüren icraatlarına bile zaman zaman İslam’ı alet etmesi acı bir gerçektir. Başbakanın “Ülkenin birleştirici unsuru, çimentosu Türklük değil İslam’dır.” mealindeki sözleri buna en iyi örnektir. Bu, dinî hassasiyeti çok yüksek olan toplum tarafından ilk bakışta kabul görecek bir söylemdir. Başbakan, bu söylemiyle topluma, ülkenin çimentosu İslam olduğuna göre Anayasal manada çatı vazifesi görecek Türk tanımına gerek yok, demeye getirmektedir. İslam’da kardeşlik hukuku diğer dinlerden ve inanç sistemlerinden farklıdır. Bu yüce dinin birleştirici ve bütünleştirici fonksiyonuna karşı çıkmak inancımız gereği mümkün değildir. Burada sıkıntı, bu düsturun siyasete alet edilerek erozyona uğramasıdır. Kuzey Irak’ta faaliyet gösteren federe devletin bağımsızlığını ilan etmesi yaşananlar izlendiğinde çok uzak bir gelişme değildir. Bu durumda ülkemiz içindeki bölücü hainler “Nasılsa güneyimizdeki devlet de Müslüman, o zaman biz onlarla birleşelim.” dediklerinde ne şekilde susturulacaklardır ? İşin can alıcı noktası, burada devreye girmektedir. Eğer Anayasa’da 41 ülkemizin birlik ve beraberliğini koruyamayacaksak, bu yasalar kanunlar ne işe yaramaktadır? Bu süreçte hükümetin icraatları nedeniyle; devletin azameti ve otoritesi tartışmalı hâle gelmiştir. Bu da birçok hâkimiyet teorisinin merkezinde bulunan, sayısız düşmanı olan ülkemiz için çok vahim bir durumdur. Bugün yaşananlar itibariyle necip Türk milleti için tarihin bir kez daha tekerrür ettiği ayan beyan ortadadır. Damat Feritler, Ali Kemaller bu gün başka bedenlerde vücut bulmuştur. Sömürge valileri bugün yine içerimizde bize talimatlar vermektedir. Satılmış ulemalar yine meydanlarda talimatlar verip halkı yönlendirmektedir. Bu ulemalar o gün Kuvvacı olmayın diyordu. Bu gün “sakın Türk milliyetçisi olmayın” demektir. Derin güçlerin ve hainlerin görevleri ve aksiyonları bellidir. Türk’ün ülkesinde bozgunculuk yapmak ve üniter yapımızı paramparça etmek en büyük arzularıdır. Bu noktada milletin cevabı ne olacak? Önemli olan burasıdır. Din, vatan, namus ve onur gibi mukaddeslerine en üst düzeyde bağlı olan bu millet bugün “Ne oluyor arkadaş, artık yeter” demeyecekse ne zaman diyecektir. Bugün sonuç itibariyle, silkinme vaktidir. Türk aydınının halka gitme, milliyetçilerin sürekli olarak meramını anlatma vaktidir. Saçma sapan TV programları izleyerek, uyutulan, sorgulamayan bu millete gerçeği göstermek için tekrar tekrar uğraşma vaktidir. Irak’ta hemen yanı başımızdaki tecrübeden ders çıkarma vaktidir. Tecavüze uğrayan yüz binlerce kadının durumunu, Irak halkının yıkılan gururunu, gördüğü mezalimi gösterme vaktidir. Türk milliyetçileri bu ihaneti durduracak bilince ve imana sahiptir. Türk milliyetçileri, damarlarındaki asil kanın gereğini bu dönemde de yerine getirmek zorundadır. Bunu kendileri gerçekleştirmezse gerçekleştirecek başka bir güç zahiri manada vuku bulmamıştır. İnancımız ve geçmişimizin referansıyla çok iyi bilinen bir gerçek var ki o da “Zafer inananlarındır”. Bu nedenle inancımızın gereği olarak üzerimize farz olan mücadeleyi ivedilikle ortaya koymalıyız. İhanetin önüne ancak bu şekilde bent çekebiliriz. 42 HABERLER YENİ UFUKLAR’IN TÜRK DÜNYASI ÇALIŞTAYI Yeni Ufuklar Derneği’nin tertiplediği “Türk Dünyasında Gelişmeler ve Türkiye” konulu çalıştay 25-26 Mart 2011 tarihlerinde City One Hotel’de yapıldı. 5 oturumda 15 ilim adamı Türk dünyasının dil, nüfus, ekonomi gibi sorunlarını dile getirdiler ve bu sorunlarla ilgili olarak çözüm yolları önerdiler. Dernek başkanı Prof. Dr. Mustafa Argunşah’ın açılış konuşmasından sonra, Yeni Ufuklar Derneği’nin 2010 kültür ödülleri Mustafa Öztürk, Emir Kalkan ve İmdat Avşar’a verildi. YUSUF HALAÇOĞLU’NUN KONFERANSI Türk Tarih Kurumu eski başkanı ve yazdığı kitaplarla Ermeni iddialarını çürüten Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu 24 Mart 2011 Perşembe günü saat 19.30’da “ Ortadoğu ve Balkanlarda Son Gelişmeler” konulu bir konferans verdi. Türk Ocakları Kayseri Şubesi’nin düzenlediği ve Özel İdare Salonu’nda yapılan konferansı çok sayıda dinleyici ilgiyle izledi. BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ’İ ANLAMAK Vefatının 14’üncü yılında Başbuğ Alparslan Türkeş bütün yurtta törenler yapılarak ve konferanslar düzenlenerek anıldı. Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Başkanı Eğitimci- yazar Mustafa ÖZTÜRK: 01 Nisan 2011 Cuma akşamı Bilgiyurdu’nda 02 Nisan 2011 Cumartesi akşamı Ülkü Ocakları’nda, 04 Nisan 2011 Pazartesi akşamı, MHP Nevşehir İl Başkanlığının Kapadokya Kültür Merkezi’nde yaptığı toplantıda, 05 Nisan 2011 Salı günü akşamı da Türk Ocakları Kayseri Şubesinde büyük liderin mücadelelerle geçen hayatını, fikirlerini, başlattığı Ülkücü Hareket’in Türk milliyetçilik tarihindeki yerini, karizmatik kişiliğini ve Başbuğ’la ilgili bazı hatıralarını anlattı. EĞİTİMCİ ŞAİRLERİN ŞİİR ŞÖLENİ Türk Eğitim-Sen Kayseri 1 No’lu Şube Başkanlığı, 06 Nisan 2011 Çarşamba günü saat 20.00’de Kayseri Ticaret Odası Toplantı Salonu’nda “Eğitimci Şairlerden Şiir Şöleni” adlı programı gerçekleştirdi. Programda eğitimci şairlerimizden Adnan Büyükbaş, Fazıl Ahmet Bahadır, Bayram Durbilmez, Mustafa Öztürk, İdris Doğan, Köksal Akçalı, Süleyman Karacabey, Betül Övünç, İmdat Avşar, Osman Karababa, Yusuf Doğdu, Deniz Dengiz Şimşek, Esra Kuran, İbrahim Mucuk, Recep Çalışkan, Seyit Burhanettin Akbaş ve Ozan Erbabi şiirlerini okudular. Şiir dinletisi sonunda şair öğretmenlere ve programın başlangıcında değerlendirme konuşması yapan eğitimci yazar Nurkal Kumsuz’a plaket verildi. GERÇEKLEŞTİRİLEN CUMA SOHBETLERİ TARİH KONU KONUŞMACI 07.01.2011 “Kitle hareketlerinin sosyolojik ve psikolojik sebepleri” Hakan Tunç 14.01.2011 Demokratik-Özerk Kürdistan talebi ve yasalarımız Av. Yalçın Erzurum, Av. Orkun Kaya, Av. Zafer Tuğrul Sarıaslan 21.01.2011 Eski Türk yazıtları ve dönemin sosyal hayatı Doç. Dr. Erhan Aydın 04.02.2011 Türkiye’de aydın erozyonu Yrd. Doç. Dr. Kadir Özdamarlar 11.02.2011 Mustafa Kemal’in Kayseri’ye gelişi Mehmet Çayırdağ 18.02.2011 Korku imparatorluğu Osman Sel 25.02.2011 Kırım Türklerinin trajedisi Mustafa Öztürk 04.03.2011 Vatandaşın yaşam mücadelesi Asaf Yüksel 11.03.2011 12 Eylül üzerine bir değerlendirme Mustafa Öztürk 18.03.2011 Mehmet Akif Ersoy’a başka bir açıdan bakış Prof. Dr. Mustafa Ünal 25.03.2011 Gücel konularda genel sohbet - 01.04.2011 Ülkücü Hareket nasıl doğdu? Mustafa Öztürk 08.04.2011 Meşhur Türkçülerden Anılar (Nejdet Sançar, Galip Erdem, Refet Körüklü, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu) Mustafa Öztürk 15.04.2011 İslamda akıl, iman, edep ve insan İsmail Bozkurt 22.04.2011 Danıştay’ın “öğrenci andı”yla ilgili tarihi kararı Av. Orkun Kaya 29.04.2011 Fikir Adamı Erol Güngör Mustafa Öztürk BAŞSAĞLIĞI Dergimizin yazarlarından Eğitimci Osman SEL’in annesi Hamide SEL (1932) 27 Nisan 2011 Perşembe günü vefat etmiştir. Merhumeye Allah’tan rahmet, tüm evlatlarına, torunlarına ve yakınlarına başsağlığı dileriz. Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği MERMER SANAYİ Mutfak Tezgahı, Denizlik, İnşaat, Mezar, Mihrap, Minber, Kürsü ve Her Türlü Mermer İşi İtina ile Yapılır. Tel: 0352 336 51 55 • Cep: 0535 483 79 58 Eski Sanayi Bölgesi 2. Cad. Nu: 19 KAYSERİ İnşaat, Camii, Lüks Mutfak Şömine ve Dekor İşleri Yapılır Tel: 0352 320 42 08 • Cep: 0536 315 61 87 Eski Sanayi Bölgesi 2. Cad. 5. Sok. Nu: 5 KAYSERİ