Işid

advertisement
1
İçindekiler
Alın, yüz, bacak, karın, boyun germe; jinekomasti, meme küçültme; lazer epilasyon, leke
tedavisi gibi estetik ameliyatlar caiz midir? .................................................................................3
Depozito olarak verilen mala zekat düşer mi? ............................................................................3
Peygamberimiz İslamdan önce neden Hz. İbrahim'in dinine inanıyor ve onunla amel
ediyordu? ......................................................................................................................................4
Allah’ın, "Keşke bilselerdi" buyurması, pişmanlık ve acizlik olmaz mı? ..................................5
Dinden çıkan kimselerden sayılan ve “Tıraş olacaklar” denilen kişiler kimlerdir? .................6
Hangi İslam doğru? Gerçek İslam hangisi? ...............................................................................8
İmara açılacak veya imarı yükselecek arsaları önceden yakın kişilere haber veren ve bunu
fırsat bilip alanların sorumluluğu nedir?..................................................................................11
Kur'an'da geçen dünya kelimesi, tecvide göre düyya şeklinde okunması gerekmez mi? ........12
Su, nasıl oluyor da duyguları algılayabiliyor? ..........................................................................14
Işid (daeş) nasıl bir örgüttür? Yaptıkları İslam’a uygun mudur?............................................15
2
Alın, yüz, bacak, karın, boyun germe; jinekomasti, meme
küçültme; lazer epilasyon, leke tedavisi gibi estetik
ameliyatlar caiz midir?
Normal insanı rahatsız eden değişim ve oluşumları düzeltme, normalleştirme mahiyetindeki
operasyonlara izin veriliyor.
İnsanın yaşına göre normal olan değişimleri ortadan kaldırmak ve insanları yanıltmak
manasında değişimde bulunmak caiz olmaz.
Zorunlu olmayan durumlarda ve operasyonlarda erkeği erkek, kadını kadın opere etmelidir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Estetik yaptırmanın caiz olduğu yerler var mıdır?
Depozito olarak verilen mala zekat düşer mi?
Depozito olarak verilen mal kişinin diğer malları ile nisaba ulaşmışsa ona da zekat düşer.
Alacak malın zekatı hemen verilmesi şart değildir, mal alındıktan sonra geçmişe dönük
zekatları verilmek suretiyle de uygulanabilir.(bkz. İbn Abidin, 2/305) Şayet depozito
alınamazsa zekat da düşmez.
3
Peygamberimiz İslamdan önce neden Hz. İbrahim'in dinine
inanıyor ve onunla amel ediyordu?
- Hz. İsa’nın dini elbette hak dindir ve İslam dini gelinceye kadar yürürlükte olan bir din idi. Bu
husus Kur’anla sabittir.
- Hz. Peygamberin, peygamber olmadan önce Hz. İbrahim dinine göre yaşaması, Hz. İsa’nın
dini için bir nakisa değildir. Mesele şudur: O günkü Araplar, Yahudi ve Hristiyan dinlerine tabi
değillerdi. Özellikle Hicaz/Mekke bölgesindeki insanlar (Varaka b. Nevfel gibi bir kaç kişi
hariç) bu dinleri pek tanımıyorlardı.
Buna mukabil, Arapların ataları olan Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in inşa ettiği Beytullah bizzat
Mekke’de bulunuyordu. Mekke’de onların hatıralarına hürmet ediliyor ve bazı dini ritüelleri
yerine getiriliyordu. Mekke’de HANİF dini olarak bilinen onların tevhit inancı bozulmuş
olmasına rağmen yine orada en fazla revaçta olan din bu idi.
İşte Hz. Peygamberin de içinde bulunduğu çevrede yerleşik bir din olan Hz. İbrahim’in dinine
önem vermesi normaldir. Ancak, Hz. Peygamber tam bir tevhit inancı içinde bulunuyor, hiç bir
zaman puta tapmamıştı.
- Hz. Muhammed (asm), özellikle peygamberlikten bir süre önce iç alemindeki deruni hislerle
dolu olduğu, bu düşünceler doğrultusunda uzlete çekildiği gerçeğidir. Bu ise fiili eylemlerden
çok itikadi olup onun tevhitle ilgili geniş bir düşünce boyutunda olduğunu göstermektedir.
Tevhit ve marifetullah konusu ise, bütün peygamberlerin ortak alanıdır.
Bu açıdan bakıldığı zaman, Hz. Muhammed (asm) çevresinde daha güçlü hissedilen ve atasının
dini olan Hz. İbrahim’i düşünerek onun Hanif dinine göre düşünse bile, bu düşünce aynı
zamanda bütün peygamberlerin de ortak inancıdır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Peygamberimiz, eygamber olmadan önce nasıl ve neye göre ibadet ediyordu?
4
Allah’ın, "Keşke bilselerdi" buyurması, pişmanlık ve acizlik
olmaz mı?
- Keşke kelimesi, insanlar için bir pişmanlığı veya bir özlemi ifade ediyorsa da, Kur’an’da
Allah hakkında kullanıldığı zaman, “insanların üslubunu bir mümaşat” (insanların
zihinlerindeki manayı çağrıştıracak bir mefhum) olarak anlaşılmalıdır.
- Bununla beraber, “keşke”nin ifade ettiği pişmanlık veya acizlik gibi manalar hakikatte yine
insana aittir. Çünkü pişmanlık konusu olan ilgili hususu bilmeyen insandır. Öyleyse, “keşke”
diyen de insandır. Allah sonsuz merhametiyle insanın “keşke”sinden dolayı ne kadar
hoşnutsuz olduğunu göstermek için sanki kendisi bizzat “keşke” diyecek duruma gelmiştir.
- Ayrıca, Kur’an’da keşke diye tercüme edilenlerden bir “Lev”dir. Örneğin, Kalem suresinin
33. ayetinde yer alan “Azap böyledir işte! Âhiretteki azap ise daha müthiştir. Keşke bunu
bir bilselerdi!” mealindeki ifadenin son cümlesi “Lev kânû ya’lemûn”dur. Aslında buradaki
“Lev”in anlamı “eğer”dir.
Bir şart edatı olan “Lev”in iki şart cümlesi vardır:
Biri Fi'lu’ş-şarttır ki “kanû ya’lemûn”dur. İkincisi ise bu ayette mahzuftur/açıktan
zikredilmemiştir. Fakat cümlenin sibakından anlaşılır. Ki o da burada “Mâ enkerû/Mâkeferû”
(inkâr etmezlerdi/küfre girmezlerdi) şeklinde anlaşılabilir.
Buna göre bu “keşke”li cümle “Eğer bu kâfirler (o şiddetli azabın gerçekliğini) bilselerdi,
bu inkârcılıkta ısrar etmezlerdi/küfre girmezlerdi” şeklinde tercüme edilebilir.
Ancak Türkçe meallerde bu gramer kuralını açıklama imkânı olmadığı için “keşke” ifadesi
tercih edilmiştir.
5
Dinden çıkan kimselerden sayılan ve “Tıraş olacaklar”
denilen kişiler kimlerdir?
Konuyla ilgili iki hadis rivayeti şöyledir:
1. Hadis:
"Ahirzamanda yaşça küçük, akılca kıt birtakım gençler çıkacak. Yaratılmışın en
hayırlısının sözünü söylerler, Kur'ân'ı okurlar. İmanları gırtlaklarından öteye geçmez.
Okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkarlar. Onlara nerede rastlarsanız onları gebertin.
Zîra, onları öldürene, kıyamet günü, Allah'ın vereceği ücret var." (Buhârî, Fezâilu'l-Kur'ân
36; Müslim, Zekât 154; Ebu Davud, Sünnet 31, (4767); Nesâî, Tahrîm 26)
- Alimler, burada yaşça genç, akılca kıt gençlerle Haricîlerin ve kastedildiğini anlamışlardır.
Nitekim, Teysîr isimli esere alınan bu hadis, Haricîlerle ilgili fitne başlığı altında
kaydedildiğinden, burada da aynı anlayışı görmek mümkün.
Ancak Resûlullah'ın hadisleri, aynen Kur'ân gibi her devre baktığı için, kıyamete kadar
gelecek zaman içinde her devir insanı, kendi zamanına tatbik etme hakkına sahiptir. Nitekim,
günümüzün fitnelerinde gizli ve münafık güçlerin cahil gençlerimizi, İslâmî sloganlarla aldatıp
istismar edebildikleri bilinmektedir. Kendilerine İslam Devleti adını verip, islama aykırı
hareket ederek dünyayı fitne ve fesada veren gruplar da bunlara dahildir.
- Kur'ân okumalarına rağmen imanlarının gırtlaklarından öteye geçmemesi Kur'ân'ı
anlamadıklarına, ahkâmını hayatlarında tatbik etmediklerine, halkı aldatmak için, slogan olarak
onları zikrettiklerine delalet eder. Bunlar, bir avı delip, ondan hiçbir bulaşık almadan öbür
tarafa geçen ok gibi, İslâm'dan hiçbir pay kapmamış olarak dinden çıkarlar.
İbnu'l-Esîr, en-Nihâye'de bu insanların dine giriş ve çıkışlarını "ok"un bir ava giriş çıkışına
benzetmesini, oka avdan hiçbir şeyin takılmaması sebebine bağlar.
- Hadisin Ebu Dâvud'daki bir veçhinde "Onlar Müslümanları (büyük günah işleyince kâfir
olurlar diyerek) öldürürler. Fakat put ehlini bırakırlar. Eğer ben onlara yetişecek olsam,
vallahi Ad kavminin ölümleriyle öldürürüm" buyurulmuştur.
Ad kavminin ölümü tabiriyle, "Köklerinin kesilmesi"nin kastedildiği belirtilmiştir. Çünkü o
kavim helak olmuş, arkası kesilmiştir.
Alimler bu hadisi, Haricîlere tatbik edip “büyük günah işleyenleri kâfir addederek” diye ifade
etmişler. Ancak günümüzde benzeri davranışlara düşen kitlelerin davranışlarını aynı tabirlerle
kayıtlamak gerekmez. Üstelik İslam âlemi şimdilerde ne kadar geniş bir alana yayılmıştır.
Müslümanlara musallat olacak bu heriflerin ileri sürecekleri bahaneler her köşede bir başka şey
olabilir. Ama onların sonunu da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) haber vermektedir:
"Âd kavminin ölümüyle ölmek." Hadisi şerheden alimler, "Âd kavmi öldürülmedi, (atom
bombasından hasıl olan fırtınayı hatırlatan) bir rüzgâr ile toptan helak edildi" derler.
6
2. Hadis:
"Ümmetimde ihtilâf ve ayrılıklar meydana gelecek. (Onlardan) bir grup lafıyla güzel,
ameliyle kötü olacak. Bunlar Kur'ân'ı okuyacaklar, ancak köprücük kemiklerinden aşağı
geçmeyecek. Bunlar, dinden tıpkı okun avı delip geçmesi gibi çıkarlar. Onlar, ok, kirişine
dönmedikçe bir daha dine geri gelmezler. Bunlar yaratılmışların en kötüleridir. Onları
öldürene ve onlar tarafından öldürülene ne mutlu! Onlar insanları Kitabullah'a
çağırırlar, fakat Kitap'tan zerre kadar nasipleri yoktur."
Yanında bulunan Ashab:
"Ey Allah'ın Resûlü onların alâmeti nedir?" diye sordular da:
"Tıraş olmak!" buyurdular." (Ebu Dâvud, Sünnet 31,4765)
Benzer bir rivayet Buhari ve Müslim’de de geçmektedir. (Buhâri, Fezailu'l-Kur'ân 36, Menâkıb
25, Edep 95, İstitabe 6, 7; Müslim, Zekât 143-148, 1064)
Hz. Enes'ten gelen bir rivayette (Resûlullah şöyle) buyurmuştur: "Onların alâmeti tıraş ve
saçın yolunmasıdır. Onları gördüğünüz zaman öldürün."
- Bu hadis, önceki hadiste geçen sapık fırkayla ilgili tamamlayıcı bir bilgi sunmaktadır. Dinden
çıkan bu yaşça genç, aklı kıt, lafı güzel, ameli kötü gürûhun bir daha kazanılamayacağı ifade
edilmektedir. Onların geri gelmesi, okun kirişine geri gelmesine bağlanmıştır. Yani olması
muhal olan şeye dilimizde böylesi makamda "balık kavağa çıkınca" deyimini kullanırız.
Maksad muhal olan şeyi ifade etmektir.
Yine bunların okuduğu Kur'ân'dan zerre miktar bir tesir, bir iz kalmayacağı, kalplerine hiçbir
şey inmeyeceği hakikati de, okuduklarının köprücük kemiklerinden aşağı gitmeyeceği tabiriyle
ifade edilmiştir. Başka rivayetlerde köprücük kemiği yerine boğaz, hançere, gırtlak gibi başka
tabirler kullanılmıştır. Hadisi şerh eden alimler bu tabiri "Kıraatleri Allah'a yükselmez. Allah
kabul buyurmaz" şeklinde de anlamıştır.
- Hadis, böylesi insanlarla cihad gereğine dikkat çekmektedir. Çünkü, dinî sloganlarla, Kur'ân
tilavetiyle meydana çıktıkları için müminler arasında tereddüt çıkabilecektir. Aleyhissalâtu
vesselâm bu tereddütü yenmek ve yok etmek maksadıyla onları öldüren gazi, onlar tarafından
öldürülen şehit olur mânasında olmak üzere "Onları öldürene ve onlar tarafından öldürülene ne
mutlu!" buyurmuştur.
- Onların alâmeti başı tıraş etmek olarak belirtilmiştir. Nevevî der ki: "Alimlerden bazıları bu
hadisten hareketle başı tıraş etmenin mekruh olduğuna hükmettiler. Ancak, hadiste buna delalet
yoktur, tıraş onların alâmetidir. Alâmet, bazen da mübah ve helal olan bir şey olabilir.
Ayrıca "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) başının bir kısmı tıraş edilmiş bir çocuk görmüştü:
"Ya tamamını tıraş edin ya tamamını kesmeyin" buyurdu.
Bu rivayet başın tıraş edilmesinin mübahlığı, helalliği hususunda açıktır. Önemli olan başı tıraş
etmek değil, hadiste geçen kötü ahlakın bulunup bulunmadığıdır.
- Tıraş olarak tercüme ettiğimiz tahlik kelimesini tekîden tesbîd, (bazı nüshalarda tesmîd
şeklindedir) kelimesi gelmiştir. Lügatte aynen deriden saçın tıraş edilmesi mânasına gelirse de
Ebu Dâvud, saçın kökten yolunması diye açıklar.
7
Hangi İslam doğru? Gerçek İslam hangisi?
Cevap 1:
Hazret-i Peygamber’in (asm), “Ümmetim 73 fırkaya ayrılır; bunlardan benim ve
ashabımın yolunda olanlar kurtulur” (bk. Tirmizi, İman,18; İbnu Mace, Fiten, 17) sözü
çerçevesinde bu fırkaya Ehl-i Sünnet ve Cemaat (Peygamber ve onun cemaatinin yolu);
mensuplarına da Sünnî denilmiş; diğer fırkalar Ehl-i Bid’at olarak adlandırılmıştır.
Bid’at, sonradan ortaya çıkan demektir. Hazret-i Ali ile Hazret-i Muaviye arasındaki siyasî
ihtilafta, ikisinin anlaşmasına karşı çıkan Ali taraftarı bir gruba Hâricî dendi. Bunlar, âyet ve
hadîslere zâhirî manasını vererek, marjinal bir duruş benimsemişler; inançları uğruna amansız
bir terör hareketine girişerek Hazret-i Ali, Muaviye ve Amr bin As başta olmak üzere kendileri
gibi düşünmeyenlere suikastlar tertiplemişlerdir.
Hazret-i Ali ve Muaviye’nin yanındakiler, Sünnî inancında sebat etmiştir. Zamanla Hâricîler
sindirilmiş; ancak Ali taraftarlarından bazı aşırılar, ayrı bir inanç yolu tutmuştur. Buna taraftar
manasına Şia; mensuplarına da Şiî denmiştir. Şia, kendi arasında çok fırkalara ayrılmıştır.
Abbasîler zamanında, aklı naklin önünde tutan ve aralarında birkaç halifenin de yer aldığı bir
cereyan doğmuş; buna Mutezile denmiştir. Mutezile taraftarları, kendi inançlarını
benimsemeyenlere zulmetmiş; Kur’an’a mahlûk demediği için, büyük âlim Ahmed bin
Hanbel’in ölümüne sebep olmuşlardır.
Başta İmam Ebu Hanife olmak üzere büyük âlimler, halkı şuurlandırmak maksadıyla Ehl-i
Sünnet’in prensiplerini kitaba geçirmişler; bid’at fırkalarıyla da ilmî münazaralarda bulunarak
Ehl-i Sünnet inancını güçlendirmişlerdir. Böylece kelâm ilmi doğmuştur.
Dünya Müslümanlarının büyük ekseriyeti Sünnî inancına mensuptur. Sünnîlerin de,
Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî adıyla mezheblere ayrılması, inançta değil; amelde olduğu
için, dinen makbul görülmüştür.
Tarih içinde ortaya çıkan bid’at fırkalarından çoğu kaybolmuş; yalnızca Şiîlik ve Hâricîlik
varlığını bugüne dek sürdürmüştür.
Son zamanlarda Hâricîlik ile, Allah’ın cisim ve insana benzer olduğu inancını benimseyen
Mücessime/Müşebbihe fırkasının bir karışımı olarak Vehhâbîlik ortaya çıkmıştır. Şu kadar ki
İslâm’ı ilk yıllardaki saflığına döndürme iddiasında oldukları için kendilerine Selefî diyen
Vehhâbîler, kendilerini Sünnî olarak lanse eder; tasavvufu meşru gören herkesi şirke veya
bid’ata nisbet ederler. Batı dünyası da Vehhâbîliği, Sünnî inanç dairesi içinde kabul etme
yanılgısına düşmüştür. Bu şaşırtıcı hal, el-Kâide, Tâlibân ve şimdi de IŞİD vesilesiyle devam
etmekte; Sünnî dünyasında bile, bu farkı fark edemeyenlere rastlanmaktadır.
Cevap 2:
İcmâdan ayrılmak
Kur’an-ı kerim, "Hükmü üzerinde ilk devir âlimlerinin icmâ (ittifak) ettiği meselelerde,
farklı bir yol tutanları, azapla tehdit eder." (bk. Nisâ, 115) Ehl-i Sünnet, bu icmânın içinde
kalanlardır. Bu inancın esasları kısaca şöyledir:
Sahabîlerin hepsi âdildir. Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali’nin halifelikleri sırasıyla sahihtir.
Allah, cisim değildir; beşere benzemez. Cennette müminler Allah’ı bilinmeyen bir şekilde
göreceklerdir.
8
Mi’raç, Mehdî’nin çıkışı, Mesîh’in inişi, kabir azabı, şefaat, kerâmet haktır. İman, artmaz ve
eksilmez. İmanda şüphe olmaz. İnsan, fiillerinde serbesttir. Amel, imandan parça değildir;
büyük günah işleyen, kâfir olmaz. Ehl-i kıble, yani kıbleye dönüp namaz kılan bid’at fırkaları,
küfre nisbet edilmez. Zâlim ve fâsık da olsa hükümete isyan edilmez. Hâli meçhul olan imama
hüsnü zan edilir. Mest üzerine mesh vermek haktır.
Görülüyor ki, Ehl-i Sünnet olmak için, mesela hükümete isyanın hak olduğu itikadına sahip
bulunmamak gerekir. Şu halde, herhangi bir sebeple, isyanı, hatta insanları öldürmeyi dinen
meşru görenlerin, Sünnî olarak vasıflandırması tarihî bir yanılgı sayılır.
Cevap 3:
Ehl-i sünnet mezheplerin hepsi haktır ve hepsi de doğrudur. Bu bakımdan şu hak mezhep
diğerinden daha üstündür gibi bir düşünce yanlıştır.
Mezheplerin birden fazla olmasının hikmetine gelince, Bediüzzaman Said Nursi bu hususta
şöyle bir misal vermektedir:
“Bir su beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki:"
"Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır; tıbben vaciptir. Diğer birisine hastalığı için zehir
gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer
birisine zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattır;
afiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüt eder (çoğalır). Beşi de haktır. Sen
diyebilir misin ki: ‘Su yalnız ilâçtır, yalnız vaciptir; başka hükmü yoktur.”
“İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye (İlâhî hükümler) mezheplere, hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle
ittiba edenlere (uyanlara) göre değişir. Hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur,
maslahat olur.” (Sözler, s. 454-455, İstanbul: Sözler Yayınevi, 1987)
Dünyanın muhtelif bölgelerinde yaşayan Müslümanlar dört mezhepten birisine bağlıdırlar. Bir
Müslüman hak mezheplerden birisine tâbi olur, ibadet ve muamelelerini o mezhebin hüküm ve
içtihadlarına göre sürdürebilir. İslâmî hayatını bu mezheplerden birisine göre yapan bir
Müslümanın, ölünceye kadar aynı mezhepte kalması gibi bir mecburiyet yoktur. Bundan
dolayıdır ki, arzu ederse tamamen bir diğer hak mezhebe geçebilir. Meselâ, Şâfiî mezhebine
mensup olan bir kimse, dilerse Hanefî mezhebine; Hanefi mezhebine mensup bir kimse de,
isterse Şâfiî mezhebine geçebilir.
Ancak bir mezhepten diğer mezhebe geçen kimsenin, ibadet ve muamelelerinin kâmil mânâda
olabilmesi için, girdiği mezhebin meselelerini bilmesi gerekir. Meselâ bir Şâfiî, Hanefi
mezhebine geçiyorsa, en azından o mezhebe göre abdestin farzlarını, abdesti bozan halleri,
namazın rükünlerini ve vaciplerini bilmesi gerekir. Bunları bilmeden geçecek olursa, farkına
varmadan ibadetini eksik yapıp hataya düşebilir.
Bir mezhepten diğerine tamamen geçmek mümkün olduğu gibi, kendi mezhebinde çıkış yolu
bulamayan bir kimse o mevzuda diğer mezhebin içtihadına, görüşüne göre amel edebilir. Bu
caizdir. Fakat bu taklit keyfi ve nefisten gelen bir arzu ile olmamalıdır. Bir zaruret ve maslahata
göre yapılmalıdır.
9
Cevap 4:
Hak mezheplerin bir birlerine karşı bakışı Musavvibe" tarzında olmalıdır.
Bir mesele hakkında ortaya konulan görüşler hususunda, bu görüşlerden hak ve hakikat olanın
sadece bir tane olduğunu, birden fazla hakikatin olamayacağını savunanlar olmuştur. Buna
karşılık hak ve hakikatin birden fazla olabileceğini kabullenen âlimler de vardır.
Aynı meselede birden fazla isabetli görüşün bulunabileceğini savunan âlimlere "Musavvibe
ehli", bu alimlerce ortaya konulan düşünceye "Musavvibe mesleği" denilmiştir.
Musavvibe mesleğini savunan ve bu yolu takip edenlere göre her müçtehit isabetlidir; her
mezhep haktır. Müçtehit âlimlerin görüş ve fetvaları, birbirlerine aykırı bile olsa, her birinin
görüşü ve fetvası Allah'ın rızasına uygundur.
Hak görüşün tek olduğunu savunanlara göre ise, bir meselede farklı içtihatlara sahip
müçtehitlerden sadece birisi doğruyu bulmuş ve isabet etmiştir; diğerleri yanılmışlardır. İçtihat
ettikleri için sevap kazanırlar. Ancak görüşleri hak değildir. Bir meseledeki farklı
mezheplerden yalnızca birisi Allah'ın rızasına uygundur, diğerleri uygun değildir. Dolayısıyla
batıldır."
Bir tek hak görüşün bulunduğunu, diğerlerinin ise hatalı ve batıl olduğunu kabul eden görüş
"Muhattie mesleği" olarak isimlendirilmiştir. Bu mezhebi ve yaklaşımı sergileme işlemine ise
"tahtie" denilmiştir. Üstad Bediüzzaman, Sünuhat isimli eserinde bu anlayışa dahil olanların
şöyle dediklerini aktarır: "Mezhebim haktır; hatâ ihtimali var. Başka mezhep hatâdır;
sevaba ihtimali var."
"Musavvibe" mesleğini benimsemiş olan ve bazı risalelerinde bu yönde görüş beyan eden
Üstad Bediüzzaman, "Tahtie" mesleğinde olanların görüşlerinin cumhur-u avam, yani dinî
hususlarda yeterli bilgisi olmayan geniş halk kitlelerini yanlış cihetlere sevk edebileceğini
söyler. Bu insanların, tahtieci yaklaşımda bulunanların görüşleri içindeki dinin temel şartları
hakkındaki yorumlarıyla içtihada müteallik görüşleri arasında ayırım yapamayacaklarını, bu
yüzden tahtie yaklaşımını, sehven veya vehmen genelleyebileceklerini; böyle bir uygulamanın
ise çok büyük tehlikeler ortaya çıkaracağını ifade eder. Tahtieci yaklaşımın nefse düşkünlükten
kaynaklanan bir illet olarak nitelendirir. Bu hastalığın göstergesi "inhisar zihniyeti," yani "tek
doğru ve hak budur" anlayışıdır. Böyle menfi bir tablonun ortaya çıkmasında tahtiecinin mes'ul
olduğunu; Kur'an'ın kuşatıcı ve kucaklayıcı özelliklerini, bütün toplum tabakalarını hitap
dairesi içine alışını göremediklerini belirtir.
Mesela Uzak Doğu kültüründe böcek yemek normalken, bizim kültürümüzde iğrençtir. Şimdi
hangisi hak, hangisi hatadır diyebiliriz; elbette her iki durumda kendi kültüründe haktır.
Bu sebeple Maliki Mezhebi'nde böcek yemek caizken Hanefi Mezhebi'nde caiz değildir. Şimdi
Hanefi Mezhebi'nin hükmü ile Maliki Mezhebi'nin hükmü arasında; birisi hata ama, doğru
olma ihtimali var; diğeri doğru ama, hata olma ihtimali var demek yerine, her iki hüküm de
konumunda hak ve doğru demek en güzel olan değil midir?
İşte musavvibe ekolü "bütün hak mezheplerin hükümleri kendi konumuna ve özel
şartlarına göre hak ve doğrudur" diyerek mezhep taassup ve tutuculuğuna geçit vermiyorlar.
Yine abdestte başı mesh etmek husussunda, Hanefilerde başın dörtte biri, Şafilerde başa bir
parmakla değmek yeterli iken, Malikilerde başın tamamı yıkanır vs. Şimdi Kutuplarda
yaşayan Müslümanlar açısından hak olan Şafilerin fetvası iken Afrika'da yaşayan Müslümanlar
için Malikilerin fetvası haktır; normal iklimde olan Müslümanlar içinde Hanefilerin fetvası
haktır.
10
Şimdi hak burada bir değil üçtür. Her üç mezhebin görüşü de coğrafi koşullara göre haklılık
arz ediyor. Öyle ise dinin teferruat kısmında hak çoğalabilir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz
(asm) "Ümmetimin ihtilafında yani farklı hak mezheplerde olmalarında rahmet vardır."
(bk. Keşfü'l-Hafa,1/64) diye buyurmuştur.
Bediüzzaman'ın tahtiecilik düşüncesiyle ilgili bir diğer tespiti ise, bu yaklaşımın sû-i zan ve
tarafgirlik hissinin kaynağı oluşudur. Kendisinden başkasının görüş ve kanaatlerini hatalı
bulma şeklindeki bir yaklaşım, toplum içindeki birlik ve bütünlüğü ortadan kaldırır.
Dayanışmayı, kalplerin birliğini, kaşılıklı sevgi ve saygıyı yok eder. İçinde bulunulan şartlar
içinde başkalarına hüsn-ü zanda bulunmak, sevgi beslemek ve birlik meydana getirmek gibi
çok zarurî ve önemli bir görev vardır.
Sonuç olarak, ehl-i sünnet içinde kalan her Müslüman, hak yoldadır ve hangi hak mezhebe
uyarsa uysun İslam dairesinde kalmıştır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Müslümanlar arasında barış nasıl sağlanabilir?
İmara açılacak veya imarı yükselecek arsaları önceden yakın
kişilere haber veren ve bunu fırsat bilip alanların
sorumluluğu nedir?
1. Bir bölgenin imara açılacağı, açılmadan önce belli bir tarihte ya herkese duyurulur veya hiç
bir kimseye söylenmez, açılınca herkes aynı zamanda haberdar olur. Sebebi ne olursa olsun
menfaat sağlasın diye belli kişilere duyurmak caiz değildir, bunu duyan kimsenin ucuza arsa
kapatması da caiz olmaz, karşı tarafa zulüm ve haksız kazanç elde etmek olur. Duyuranlar ve
duyup arsa kapatan sorumludur.
2. Bir arsanın emsali genel menfaat bulunduğunda ve herkese eşit olarak arttırılır. Tanıdık,
bildik, taraftar, ortak menfaat sahibi belli kişilere emsal arttırmak caiz olmaz. Kararı vermeyen
ama duruma muttali olan kimselerin engellemek için ellerinden geleni yapmaları gerekir.
11
Kur'an'da geçen dünya kelimesi, tecvide göre düyya
şeklinde okunması gerekmez mi?
Sözlükte “bir şeyi güzel ve sağlam yapmak, onu süslemek” anlamındaki tecvîd kelimesi için
“ifrat ve tefrite kaçmadan sıfatlarına uygun şekilde harfleri mahreçlerinden çıkarmak”,
“Kur’an harflerinin mahreç ve sıfatlarının konu edildiği ilim”, “Kur’ân-ı Kerîm’i
harflerin mahreç ve sıfatlarına riayet edip vakıf, vasıl, sekte vb. tilâvet kurallarına
uyarak güzel ve hatasız okumayı öğreten ilim” gibi tanımlar yapılmıştır.
Tecvid nazarî bilgilere dayanmakla birlikte pratik ve sanat yönü ön plana çıkar. Nitekim
Birgivî tecvidi tarif ederken harflerin mahreç ve sıfatlarını hakkıyla telaffuz etme melekesinden
söz etmiş, Keşfü’ž-žunûn’da tecvid mûsikiye benzetilip sadece bilginin yeterli sayılmadığı ve
üzerinde alıştırmalar yapılarak kazanılacak bir meleke olduğu ifade edilmiş, tecvidin amelî
yönünün ehlinden (fem-i muhsin) öğrenilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur.
İdğam-ı bila ğunne, Kur’an okurken yapılan tecvid kurallarından biridir. Gunnesiz İdgam
demektir.
Tenvîn veya sâkin nûndan sonra lâm ( ‫ ) ل‬ve râ ( ‫ ) ر‬harfleri geldiğinde tam bir idğâm
yapmak ve bunu da ğunnesiz olarak gerçekleştirmekle “İdğâm-ı Bilâğunne” olur. Burundan ses
getirmeden yapılan idğamdır.
Tenvîn veya sâkin nûn ile lâm ve râ harflerinin ayrı ayrı kelimelerde olmaları gerekir. Yani
tenvîn veya sâkin nûn birinci kelimenin sonunda, lâm veya râ harfleri de ikinci kelimenin
başında yer almalıdır.
İdğâm-ı Bîlâğunne’nin Sebebi: Nûn harfi ile lâm ve râ harflerinin mahreclerinin birbirlerine
çok yakın olmasıdır.
‫ْر َرلْ ِن‬
ِ ُُ= ‫م بَ حيُ بحرُ م مٌَيُ بحرُ ر م بَ رْمه بن م م َ=ْمه بن ر‬
ُ ُُ= ‫ْر رلْ ِن م‬
َ
‫مْ َّب=ل ح ُه بن م مْب=ح ُه بن‬
( ‫ ) م بَ رْمه بن‬lafzında sâkin vaziyette bulunan nûn harfi birinci kelimenin sonunda yer almaktadır.
Kendisinden sonra ise bilâğunne harflerinden râ harfi gelmiştir. Müdğâm olan sâkin nûn
harfini, müdğâmün fîh olan râ harfine tamamen katmamız, onun içinde eriterek yok etmemiz ve
bunu yaparken de genzimizden ğunne sesi getirmeden idğâmı gerçekleştirmemiz
gerekmektedir. (‫)م َ=ْمه بن‬
Buna göre, “Lakin” kelimesinden sonra “ra” ya da “lam” harfleriyle başlayan bir kelime
gelirse, lakin kelimesinin sonu sakin ra ya da sakin la şeklinde okunur. Örneğin, “Ve lâkin
Rasülellâhi” ayeti, “Lâkir Rasülellâhi”; "Ve lâkin liyetmeinne" ayeti de "Ve lâkil
liyetmeinne" şeklinde okunur.
Dünya kelimesine gelince:
Bunun açıklamak için öncelikle İdğâm-ı mea’l-ğunnenin açıklanması gerekir.
1- Ğunneli tam idğâm
Tenvîn veya sâkin nûndan sonra “mim” ( ‫ ) م‬veya “nun” ( ‫ ) ن‬harflerinden birisi geldiğinde
ğunneli tam idğâm olur.
12
=‫ْر ر ْ مبِ حُ ُ ب= م ْبءَم ُ ب‬
‫ْرم مَم م‬
‫م بَ مرُم م م َ رُم ر م بَ حُ م‬
ِ ‫ ) ٌنلهِ ُمه‬Burada tenvînden sonra mîm harfi gelmiştir. Tenvînin mîm’e çevrilmesi ve mîm
( َْ
ِ ‫ ) ٌنلُْ م ه‬şekline çevrilerek
harfinin şeddelenerek okunması gerekmektedir. Böylece
( َْ
okunmalıdır. Ayrıca şeddeleme sırasında genizden hafif ve gizli bir nûn sesi çıkartılarak
okunur.
2- Ğunneli nâkıs idğâm
Tenvîn veya sâkin nûndan sonra “Vav” ( ‫ ) و‬ve “ya”( ‫ ) ي‬harflerinden birisi gelirse ğunneli
nâkıs idğâm meydana gelir.
Bu tür idğâmlarda dikkat edilmesi gereken en önemli husus, nûn-i sâkin ile vav ve yâ
harflerinin ayrı ayrı kelimelerde olmasıdır.
Ğunneli nâkıs idğâmda müdğâm olan birinci harf, müdğâmün fîh olan ikinci harfe tamamen
çevrilmez, yani ikinci harf şeddelenmez.
‫م بَ لنُْ ُل ر م بَ ول مل ر و ر بٌيِ و ْ ب= ٍِ ر حن بْ مم لُْقَُْن‬
Ğunnenin bâkî kalabilmesi için idğâmı nâkıs yapmamız gerekmektedir.
Ancak sakin nun ile “vav” ( ‫ ) و‬veya “ya”( ‫ ) ي‬aynı kelimede bulunursa idğam yapmak
gerektiği halde, kelime yapısı bozulmaması için idğam yapılmaz ve izhar yapılarak dünyâ,
kınvân, sınvân, bünyân şeklinde okunur.
ِ َْ‫لن ْحيم بحْر ْ ق ب‬
ِ ْ– ‫رن‬
ِ َْ‫ُْ ب‬
َ‫لن ْ ُّ ب‬
İdğam-ı meal ğunne’nin hükmü
Bütün imamlar tenvin ve sakin nun’dan sonra “mim” ( ‫ ) م‬veya “nun”( ‫ ) ن‬harfi gelince
“idğam meal ğunne” yapma hususunda ittifak etmişlerdir ve burada “Ğunneli Tam İdğam”
yapmak vacip’tir.
“Vav” ( ‫ ) و‬ve “ya”( ‫ ) ي‬harfinde (Halef ğunnesiz idğam yaptığı için) “Ğunneli Nakıs İdğam”
yapılır ve hükmü caiz’dir.
13
Su, nasıl oluyor da duyguları algılayabiliyor?
- “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı takdis ve tenzih eder. Hatta
hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin. Ne var ki siz onların bu tesbih, tenzih
ve takdislerinin farkında değilsiniz.” (İsra, 17/44) mealindeki ayette cansız bildiğimiz gök,
yer ve (her şey kavramı içinde yer alan) canlı ve cansız her şeyin Allah’ı hamd ile tesbih ettiği
ifade edilmektedir.
Bu tesbihin lisan-ı hal (varlıkları, davranış biçimleri) ile olduğunu söyleyen alimlerin büyük
çoğunluğunun yanında az da olsa bunun lisan-ı kal ile (hususi lisanlarıyla) olduğunu söyleyen
alimler de vardır. (bk. Kurtubi, ilgili ayetin tefsiri) Su da bunlardan biridir.
- Su maddesi, diğer cansızlardan oldukça farklıdır. Çünkü, “Hayatı olan her şeyi sudan
yaptık.” (Enbiya, 21/30) mealindeki ayette ifade edildiği gibi, su yeryüzündeki bütün canlıların
temel mayasıdır.
Canlıların esası olan suyun kendisinin de canlı bir kimliğe sahip olması uzak görülmemelidir.
Bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu “SU”yun iyi sözlere olumlu, kötü sözlere olumsuz
tepkisini de bu çerçevede değerlendirmekte bir sakınca olmadığını düşünüyoruz.
- İlim, hikmet ve kudretinin delilleri olsun diye, akılsız arıya harika bal yaptıran, şuursuz bir
böceğe (ipek böceğine) ipek dokutan Allah, aynı gaye için canlıların temel esası olan suya
böyle bir anlayış ve kavrayışı vermesi akıldan uzak değildir.
Tecrübeyle sabit olduğuna göre, bunun Allah’ın insanlara göstermek istediği bir mucize olarak
da telakki edebiliriz.
14
Işid (daeş) nasıl bir örgüttür? Yaptıkları İslam’a uygun
mudur?
- Kendilerine, Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) diyen grup, Irak ve Suriye’de faaliyet gösteren
silahlı bir örgüttür. Harici bir ideolojiye sahip IŞİD; Irak, Suriye, Filistin ve Ürdün
topraklarını içine alan bölgede Şeriat'a dayalı bir devlet kurmak istediğini iddia ediyor.
- Ancak, yaptığı zulümler ve çirkin icraatları onun ehl-i sünnet akidesi dışında yer alan
bozuk bir akideye sahip olduğunu göstermektedir. İslam dininin nezaket, nezahet, şefkat,
merhamet ve adaletine taban tabana zıt olan icraatlarıyla daha çok Kadim Haricilik- NeoSelefîlik, el-Kaide tipolojisi, Irak ve Suriye baasçılığı görüntüsünü vermektedir.
- ABD, AB ve Türkiye’nin “terörizm listesi”nde yer alan IŞİD Örgütü, 2004 yılında “Tevhid
ve Cihat” adıyla Ebu Musa Zerkavi tarafından Irak’ta kuruldu. Sonrasında Usame Bin Ladin
liderliğindeki El Kaide’ye katıldı. El Kaide’ye katıldıktan sonra adını “Mezopotamya’da El
Kaide” olarak değiştirdi.
- 2006’da yayınlanan bir videoda Zerkavi, “Mücahitler Şurası Konseyi”ni kurduklarını
açıkladı. Irak’taki Zerkavi, 7 Haziran 2006’da ABD güçlerince düzenlenen bir operasyonda
öldürüldü. Yerine Ebu Hamza el Muhacir geçti. 2006 yılının sonlarında El Kaide’ye yakın Ebu
Ömer el Bağdadi ise liderliğini yaptığı “Irak İslam Devleti”ni kurduklarını açıkladı.
- 2010 Nisan’ında, ABD ve Irak güçleri, Sisar bölgesinde Ebu Ömer el Bağdadi ve Ebu Hamza
el Muhacir’in kaldıkları eve ortak bir operasyon düzenledi. Operasyonda her ikisi de öldürüldü.
Ebu Bekir el Bağdadi örgütün yeni lideri oldu. IŞİD lideri, gerçek ismi İbrahim Avvad İbrahim
Ali el Bedri olan ancak daha çok Ebu Bekir el Bağdadi olarak tanınan eski Irak İslam
Üniversitesi öğretim görevlisidir. 1971 yılında Irak'ın Samarra kentinde dünyaya geldi.
IŞİD terör örgütünün oluşumu ABD'nın Irak'ı işgal etmesi ile oluştu. Dr. İbrahim Avvad
İbrahim Ali el Bedri 2003 yılında ABD'nin ülkesine girmesi ile beraber Felluce'ye gitti ve
orada Saddam Hüseyin'in safında yer alarak komutanlarla beraber küçük gerilla grupları
oluşturarak savaşa katıldı. Savaşta ABD ordusuna esir düştükten sonra hapishaneye atıldı ve bu
Ebu Bekir el Bağdadi için dönüm noktası oldu.
Ebu Bekir el Bağdadi cezaevinde İslamcı militanlarla irtibat kurarak şimdiki IŞİD örgütü için
çalışmalara başladı. Cezaevinden çıktıktan sonra 2004 yılında Irak'ta kurulan Tevhid ve Cihat
örgütü sonrasında el Kaide lideri Usame bin Ladin'in emriyle kurulan Mezapotamya'da el
Kaide örgütüne katıldı. İki yıl bu örgüte bağlı kaldıktan sonra 2006 yılında Irak İslam Devleti
olarak adını değiştirerek yeni oluşumun içerisine girdi. O sıralarda ABD devleti tarafından Irak
İslam Devleti liderleri tek tek öldürülüyordu. -yukarıda da geçtiği üzere- Ebu Ömer el Bağdadi
ve Ebu Hamza el Muhacir'in öldürülmesi ile Ebu Bekir el-Bağdadi liderlik koltuğuna oturdu.
Tek lider kalan Ebu Bekir el-Bağdadi, hapishanelerden bırakılan militanların çoğunu kendi
saflarına katmayı amaçladı ve bunu başardı. Militanlarına gerilla eğitimi verdikten sonra Irak
ve ABD ordularına karşı vur-kaç taktiğiyle saldırılarda bulundu ve bu onun daha çok
duyulmasına ayrıca yabancı militanların da örgüte katılmasına neden oldu.
- IŞİD’i kuran Ebubekir el-Bağdadi, küresel terörü yeni bir düzeye taşıdı. Dünyanın takip ettiği
Ebubekir Bağdadi, şimdilerde Irak, Suriye ve Ortadoğu'nun geleceğini şekillendirmeye niyetli
bir örgütün lideri olarak öne çıkıyor.
15
- 2013 Şubat’ında el Kaide, Suriye’deki IŞİD’i tanımadığını ilan etti ve örgütün Suriye’yi terk
etmesini istedi. El Kaide Suriye’deki temsilcisinin Nusra Cephesi olduğunu açıkladı. Nusra
Cephesi ve IŞİD arasında birçok cephede çatışmalar yaşandı ve nihayet IŞİD’in Nusra
Cephesi’nin kontrolündeki Deyr Ez-Zor kentinde kontrolü sağlamasıyla son buldu.
- IŞİD’in Suriye’deki askeri gücünün 6-7 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Savaşçılarının
çoğunluğu yabancılar, örgütün Irak’taki silahlı üyelerinin sayısının ise 10 binin üstünde olduğu
tahmin ediliyor.
- İŞİD’in Beşşar Esad rejimiyle bir sorunu yoktur. Suriye muhalefeti, IŞİD’in Suriye’de
muhalifler tarafından başlatılan devrimin sabote edilmesi için Şam yönetimince desteklendiğini
iddia ediyor. Şam rejimi Suriye’de muhaliflerin elindeki bölgelere düzenli olarak varil bombası
atarken, IŞİD’in kontrolündeki bölgelere saldırmıyor. IŞİD, Rakka’da çıkardığı petrolü de
Suriye rejimine satıyor.
- Öyle görünüyor ki, IŞİD yalnızca Irak ve Suriye için değil, tüm bölge için bir tehdit.
Irak'taki ilerlemesi de gösteriyor ki bu terör örgütüne karşı dünyanın ve özellikle bölge
insanlarının bu ortak düşmana karşı mücadele etmeleri insanlık adına zorunludur.
Hariciler hakkında bilgi almak için tıklayınız:
Barışçı Bir Dinin Radikal Grubu: Hariciler.
16
Download