FİHRİST Takdim TERKİP VE İNŞA 2 / Editör, Adnan KÖKSÖKEN İlimlerin tasnifi 3 / Haki DEMİR İlimlerin tasnifi ve Gazali’nin iki yönlü yaklaşımı 6 / Atilla Fikri Ergun Kadim müktesebatımızda ilimlerin tasnifi 8 / Metin ACIPAYAM Bilgiye mühür vurmak, “ilimlerin tasnifi” 13 / İbrahim SANCAK Ahmet Cevdet Paşa’nın fıkıh üstü medeniyet-i cedide’si 15 / Ahmet Doğan İlbey Dünya bilgi müktesebatını ihata edecek tasnif 18 / Nurettin SARAYLI Tasnif yoksa terkip mümkün müdür? 20 / Ebubekir Sıddık KARATAŞ Ana tasnif, ilim mecraları 22 / Faruk ADİL Epistemolojik işgalden kurtulmanın yolu 24 / Selahattin ADANALI Matematik epistemolojik işgalin uç beyi 26 / Çağatay Haznederaoğlu Ali Nesin ile mülakat 28 / Metin ACIPAYAM Tasnif yoksa “itimat mercii” yoktur 35 / Ahmet SELÇUKİ Kur’an ilimleri mecrası 37 / Abdullah TATLI Tevhid ilimleri mecrası 39 / Ahmet Kamil TUNCER Beşeri ilimler mecrası 41 / Alihan HAYDAR Müspet ilimler mecrası 43 / Ramazan KARTAL İlimlerin tasnifi ve terkip üzerine düşünceler 45 / A. Bülent CİVAN Müktesebatın tedvini için tasnif şarttır 47 / Mustafa KARAŞAHİN Kitap tanıtımı, “Zaman mekan varoluş” 49 / Rıfat Boynubükük Sahibi ve yazı işleri müdürü Haki Demir Genel Yayın Müdürü Metin Acıpayam Editör Adnan Köksöken _______________________________________ Yıllık abone: 80 TL Altı aylık abone :40 TL Hesap numarası Metin Acıpayam PTT K.Maraş şubesi -11093404Mizanpaj Gökhan Gencel Baskı Fikirteknesi yayınevi _______________________________________ İrtibat Tel: 0507 465 58 88 E-mail: metinacipayam@hotmail.com insaaterkibbdergisi@outlook.com.tr Web sitesi: www.terkibveinsadergisi.com Twitter: twitter.com/terkibinsadergi İdare adresi İsmetpaşa mah. 9. Sk. Ergenekon İşhanı Kat:1 no:4 K.MARAŞ _______________________________________ ISSN: 1 ilimlerin tasnifi yapılmadığı müddetçe İslam ilim mecrasının açılması mümkün olmamaktadır. Batıyı batı ile tenkit etme alışkanlıklarının derinleştiği, böylece batıya itiraz eden ilim ve fikir adamlarımızın da enerjisi ve mesaisi batı tarafından vakumlandığı bir devirde, İslam ilim telakkisi ve mecrası, ilimlerin tasnifi gibi devasa meseleler dikkat çekmemekte, bir türlü kendi asli mihrakına bağlanamamakta, kendi saf bilgi telakkimiz oluşturulamamaktadır. TAKDİM Editör - Adnan Köksöken Beşinci sayımızın mevzuu, ilimlerin tasnifidir. İlmin tarifi kadimden beri muhtelif şekillerde yapılmıştır, meselenin kıymetinden ve derinliğinden dolayı tarif sayısı tabii olarak fazladır. Kadim müktesebatımızda yapılan tariflerden herhangi birini tercih etmek yerine, meselenin ehemmiyet ve aciliyet kesbeden bir cihetine atıf yapalım; ilim, bir mevzuun derinliğine idrak ve izahını mümkün kılan nizami ve mürettep bilgi disiplinidir. Bu, tabii ki bir tarif değil, sadece ilmin kıymet ve lüzumunu gösteren bir çerçevedir. Zor bir zamanda yaşadığımız malum. Kadim müktesebatımız ile münasebetimiz kesilmiş, batı bilim telakkisi kendi okullarımızda “tek bilim telakkisi” olarak okutulmaya başlanmış, insanlar akademik kariyerlerini ona nispetle yapmış, hayatlarını da onunla yaşamaya başlamıştır. Bu kadar ağır ve derin bir işgale karşı mücadele etmenin bir çeşit donkişotluk olduğunu tabii ki biliyoruz ama manevi mesuliyetimizin icabını yerine getirmekten vazgeçme lüksümüz yok. Bu çerçevede olmak üzere, dünyayı kurtarmak gibi bir mesuliyetin bizim gibi aciz insanlara ağır geldiğinin farkında olarak, karınca kararınca yolumuza devam etmek çabasındayız. İslam ilim telakkisini kaybettiğimiz, bulmak için ancak seferberlik çapında bir çalışma içine girmemiz gereken bir devirde, öncelikle ve acilen meselenin ehemmiyetini anlamak zorundayız. Bir mevzuun ilmi çerçeve ve ciddiyet içinde anlaşılması ne kadar mühimse, ilim telakkisi ve ilimlerin tasnifi de o nispette kıymetli ve acildir. * Bir kısım Müslümanların, Kur’an-ı Kerim gibi “mutlak ilim” olan ilahi beyanı, ilmin tarifini bile bilmeksizin (ve umursamaksızın) gelişigüzel ve mealinden okuma alışkanlıkları edindiği bir çağda yaşıyor olmak hazindir. Hiçbir ilmi tertip ve hassasiyete tabi olmaksızın, mutlak ilmi idrak ve izah edebileceğini iddia etmek, içinde bulunduğumuz kaotik çağın neticelerinden biri olsa gerek. İlimlerin tasnifi bahsini, Haki Demir’in, “İslam medeniyet tasavvuru-1-Terkip ve tefekkür” isimli kitabındaki temel teklif üzerinden tetkik ettiğimizi hatırlatalım. Yeni bir tasnif teklifinde bulunmak tabii ki mesuliyet isteyen çetin ve çetrefilli bir iştir. Ne var ki buna ihtiyacımız olduğu aşikar. Ne diyelim; sözün özü, gayret bizden, tevfik Allah’tandır. * etkin-ilke@hotmail.com İlmi “bilim” haline getirip, onu da mevcut okullarda ve üniversitelerde tahsil etmekten ibaret bir mesele olarak görmeye başladığımız son biriki asırdır, batı bilim telakkisine teslim olduk. Zaman zaman Müslüman fikir ve ilim adamları, batı bilim telakkisine karşı çıksa, İslam’ın ilim telakkisinin farklı olduğunu iddia etse de, mesela 2 Bilginin (ilimlerin) tasnifi muhakkak ki bir çok zaviyeden yapılabilir. “Mutlak ilim-nispi ilim”, “iman mevzu-itimat mevzu” gibi temel tasnifler yapılabileceği gibi, maksatlarına göre, kıymetlerine göre (Farz, mubah, haram), idrak seviyelerine (akıl, akl-ı selim, kalb-i selim, ruh) göre, varlık (tecelli) mertebelerine göre ila ahir… Birçok zaviyeden yapılabilecek tasniflerin tamamı da kıymetlidir muhakkak ama meselenin özü, tüm bilgi vahitlerini tek tasnif içinde cem etmek, sonra terkip etmek, sonra hayatı inşa için kullanılabilir kılmaktır. Dünyadaki tüm bilgi müktesebatını tek tasnif içinde tasarruf altına almak, bir taraftan bilgi telakkisini kuşatıcı manada yapabilmek için lazım diğer taraftan İslam’ın tavsif ve tarif etmediği bir bilgi ve bilgi alanı bırakmamak için şarttır. Bırakılacak en küçük boşluk, en azından Müslüman zihinlerde şeytanın vesvesesine, nefsin arzu ve tazyiklerine manevra alanı açmakta, orada yuvalanan ve nüvelenen merkezkaç düşünceler müminleri ifsat etmektedir. İLİMLERİN TASNİFİ Haki Demir Son birkaç asırdır bilgi üzerindeki hakimiyetimizi yitirdik, batının hakimiyetine giren bilgi başka bir tasnif ve başka bir telakki ile üretilmeye, istimal ve suiistimal edilmeye başlandı. Bizim (Müslümanların) bilgi alanından geri çekilmesi, batının da çok yoğun bir bilgi üretim sürecine girmesi, bilgi ile irtibatımızı sığlaştırdı. Bilgiyi üretecek müessesemiz (medresemiz) yoğuracak bir teknemiz (temel anlayışımız) kalmayınca, bilgi üzerinde hakimiyet kurmak bir tarafa batının ürettiği bilginin oyuncağı olduk. Batının bilgi ve ilim telakkisini sarih veya zımni şekilde kabul etmekten doğan zafiyet, bilginin kaynaklarına yönelmemizi, üretim süreçleriyle ilgilenmemizi engellediği için, ilimlerin tasnifi ve bilginin terkibi gibi temel meseleler “mevzu haritamızdan” çıktı. Bir bilgi alanının (ilmin) İslam tarafından “haram” olarak tavsif ve tarif edilmesi, o bilgi demetinin tasnif dışı tutulmasını gerektirmez, bilakis tasnif içine alınmalı, “haram” olduğu tespit edilmeli, o bilgi alanının kaynağı kurutulmalı, maksadının tezahürü önlenmelidir. Ümmetin iman, idrak ve tatbik cihetlerindeki tüm hayat alanları sıhhatli bir altyapıya kavuşturulmalı, bunun için ihtiyaç hasıl olmuşsa “haram ilimler” ile ilgili olarak ümmetin az sayıdaki fikir ve ilim adamı istihdam edilerek ümmet için tehlikeleri izale edilmelidir. Kendimize dönmek, kendimiz olmak ve kendi dünyamızı inşa etmek için bilgi üzerinde tasarrufta bulunabilmemiz, bilgi kaynaklarına ulaşabilmek, bilgi telakkisini oluşturmak için idrak merkezlerini yeniden keşfetmek zorundayız. Batının pozitif bilim mecrasına uygun olarak inşa ettiği “pozitif akıl” ile alabileceğimiz bir arpa boyu yol bile yoktur. Batı kaynaklı bilgi, serseri mayın gibi dolaşıyor. Herhangi bir konuda bilgi ihtiyacı olan piyasaya bakıyor, bir şekilde batıda üretilen ve oradan gelen bilgilerle o mevzuu anlamaya çalışıyor. Bu işi de İslami anlayış olarak ortaya koyuyor. Bazıları da bu bilgilerle kadim müktesebatı tenkit ve ret ediyor ki, onlar iflah olmaz nasipsizlerdir. * İlimlerin tasnifi bahsinde, tasnif üstü tasnif olarak “Mutlak İlim”, “Nispi İlimler” meselesi dikkatli şekilde ortaya konulmalı, Mutlak İlim olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, Nispi İlimlerden hassasiyet ve dikkatle tefrik edilmelidir. Mutlak İlmi Nispi İlimler derekesine düşürmemek, Nispi İlimleri ise Mutlak İlim seviyesine çıkarmamak şarttır. Son birkaç asırdır Nispi İlim- * 3 lerin (mesela Fıkıh ilminin) mutlaklaştırılması ve Mutlak İlim seviyesine çıkarılması gibi bir yanlış temayül müşahede edilmiştir ama bu yanlışa tepki göstermek için yola çıkan birtakım idraksizler tam aksi kutba savrulmuş ve Mutlak İlmi Nispi İlimler derekesine indirmiştir. Mutlak İlmin Nispi İlimler derekesine düşürülmesi, Nispi İlimlerin Mutlak İlim seviyesine çıkarılmasından milyonlarca kat daha fazla yanlış ve tehlikelidir. farklıdır, kalb-i selim sahibi ile kalb-i masiva sahibinin idrak seviyesi farklıdır, müspet ilimlere ayarlı akıl sahipleri ile ruhi ilimleri tahsil edenlerin idrak seviyeleri farklıdır. Hal böyle olunca, ilimlerin tasnifinin sadece “yatay alanda” yapılması ve her zeka seviyesi ve akıl hacminin hepsini aynı derecede anlayacağı kanaati bilgi telakkisi oluşturmanın altyapısını yok eder. İlimlerin tasnifi, hem muhtelif ilim dallarının mahiyet ve derinlik farkından dolayı hem de insanların idrak seviyelerinin farkından dolayı “dikey boyutta” da yapılmalıdır. Herkesin her şeyi anlayacağına dair kanaat, insan telakkisinde iflas etmiş kavrayışlardır ki bunların ilimlerin tasnifini yapması, işçinin mimari plan hazırlaması gibidir. * Bilgi ve ilimlerin tasnifi meselesindeki mühim tasniften birisi, “iman mevzu” ile “itimat mevzu-kaynağı” bahsini birbirinden dikkatle tefrik etmektir. Mutlak İlim, aynı zamanda “iman mevzuu”dur, Nispi İlimler ise “itimat mevzumercii”dir. Mutlak İlmin uçsuz bucaksız muhtevasındaki mana ve hikmetin keşfi ile inşa edilen Nispi İlimler, ümmetin alimleri, arifleri, mütefekkirleri tarafından temsil edilir ki, bunlar “itimat merkezleri”mizdir. Ümmet, Nispi İlimlerin idraki, inşası, tatbiki gibi meselelerde kendi alim, arif ve mütefekkirlerine itimat eder. Varlık telakkimiz, materyalistler gibi yatay şema ile açıklanamaz. İslam’ın varlık telakkisi, Cenab-ı Allah Azze ve Celle’nin yaratma iradesinin tecellisi olarak, iç içe alemler, iç içe dereceler, iç içe derinlikler ihtiva eder. Varlık telakkisini sadece madde üzerine kuran batı bilgi telakkisi, yatay varlık şemasına mahkumdur, İslam ise sadece insanda bile “ruh”, “nefs” gibi derunimücerred boyutlardaki anasırın mevcudiyetini beyan etmekle, varlık mertebeleri olduğunu göstermiştir. Varlık mertebeleri (mesela aşağıdan yukarıya doğru “alem-i nasut, alem-i melekut, alem-i ceberut, alem-i lahut gibi) “müspet ilimler mecrası” tarafından tetkik edilebilir mi? Bunlar için hem farklı idrak merkezleri ve usulleri hem de farklı ilim dalları gerekmez mi? İman ile itimat mevzuunu bile birbirinden tefrik edemeyen, alimlerine, ariflerine, mütefekkirlerine itimat edenleri, onları “rab” edinmekle itham eden bazı idraksiz ve nasipsizlerin çıkması, kadim müktesebata içeriden yapılan en ağır taarruzdur. Oryantalist taarruzun gönüllü ajanları, itimat bahsini sığ manevralarla “iman” olarak tavsif ve tarif ederek kadim müktesebatı imha etmek çabasındadır. Bu türden suç faillerini dinleyenler ise, “İmam-ı Azam Hazretlerine itimat etmeyelim tamam ama sana neden itimat edelim?” diye soramayacak orta zeka ve sığ idrak sahipleridir. İman ile itimat mevzuu birbirine karıştırıldığında İslam’ın bilgi ve ilim telakkisi idrak ve inşa edilemez. * İlimlerin tasnifinde, tasnif üstü tasnif bahsi olan “Mutlak İlim-Nispi İlimler” mevzuunu tespit ettikten sonra, tasnifin ana haritası kıymetinde olmak üzere “ilim mecraları”nı görmek istedik. Bu cümleden olarak; “Kur’an İlimleri Mecrası”, “Tevhid İlimleri Mecrası”, “Beşeri İlimler Mecrası”, “Müspet İlimler Mecrası” gibi dörtlü bir tasnifin maksadı ifade ettiği zannına sahibiz. * Bilgi, onu anlayacak olan idrak merkezlerini arar. Pozitif akıl ile akl-ı selimin idrak seviyesi farklıdır, orta zeka ile dehanın idrak seviyesi “Kur’an İlimleri Mecrası”, yeryüzüne tenezzülen ve teberruken indirilmiş olan “Mutlak 4 İlmi” ana kaynak kabul eden, ilmin de zaten ondan ibaret olduğuna inanan bir bilgi telakkisinin ana pınarıdır. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den ibaret olan Mutlak İlim, hiçbir eklektik yaklaşıma müsaade etmeyen, hiçbir “kaynak şirki” kabul etmeyen ana mecranın pınarıdır. “Tevhid İlimleri Mecrası”, ana mecranın deruni cihetini temsil eder ve insanı Allah’a ulaştıracak güzergahı tespit, tayin ve talim etmek için Sünnet-i Seniyye’de (yani takvada) yoğunlaşan tasavvufun tasarrufundadır. “Beşeri İlimler Mecrası”, ana mecradan hareketle insan inşası, hayat inşası, medeniyet inşası gibi doğrudan insanı mevzu edinen, insanla ilgili tüm ilimleri ihata eden sahadır. “Müspet İlimler Mecrası”, ana mecraya nispetle varlığı tetkik ve idrak ettikten sonra, insan ve hayatın inşası için ihtiyaç duyulan “malzeme” ihtiyacını karşılayacak bilgi alanıdır. ufkudur, deha ise insan ve insan idrakinin ufkudur. “Kur’an İlimleri Mecrasını” orta zekaların ve tedrisattan geçmemiş cahillerin tasarrufuna vermek veya bu tür teşebbüslere sessiz kalmak, sonsuz ilim kaynağı olan Mutlak İlmi, en munis ifadeyle (Allah muhafaza) tahfif ve tahkir etmektir. * Yeryüzünde üretilmiş ve üretilecek tüm bilgi vahidlerinin tasnif ve tertip çerçevesine alınabileceği bir ana harita oluşturma cehdi, Müslümanlarla birlikte tüm insanlığa teklifte bulunabilme imkanı oluşturacaktır. Müslümanların mesuliyeti, “dünyadaki halife” olmak cihetiyle tüm dünya ve tüm insanlıktır. İslami ilimler başlığı altında meşhur olmuş bilgi alanlarını tasnif etmekten ibaret gayret ve maksat, diğer insanları kendi hallerine bırakmak gibi bir mesuliyetsizliği gösterir. İslam kendini zorla kabul ettirmediğine ve bu yolu menettiğine göre, Müslüman olmayanlar için teklifimiz olmalıdır. İslam, insanlığa sunulan ilk tekliftir, bu teklifi geri çevirenler için İslam’ın ikinci teklifi var, insani idrak ve hayat… Bu hususta çalışmamak, İslam’ın yolunu kapatmaktır. İnsani bir hayat altyapısı kurmak, gayrimüslimler için İslam’a giden yolu açmaktır. “Kur’an İlimleri Mecrası”, Mutlak İlimdeki mana ve hikmetin keşif kolu olduğu için, diğer tüm mecralar aslında ana mecranın “tatbikatını” tahakkuk ettirecek kıymet ve mahiyetten ibarettir. “Kur’an İlimleri Mecrası”ndaki ilim dalları da (mesela tefsir) “Nispi İlimler” çerçevesindedir. “Mutlak İlim” sadece Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. İnsan Mutlak İlimle temas kurduğu andan itibaren Nispi İlimler ortaya çıkar, Mutlak İlme bakan gözün gördüğü her kıymet, hikmet ve mana Nispi İlimlere dahildir. Bununla beraber, tasnif üstü tasnif kıymetinde olan “Mutlak İlim-Nispi İlimler” meselesi, Nispi İlimler arasında da bir derecelendirmeyi gerektirir. Mutlak İlmi tetkik ve ondaki hikmeti keşif ile ilgilenen “Kur’an İlimleri Mecrası” ve bu mecradaki tüm Nispi İlimler, diğer ilim mecralarından ve onlardaki Nispi İlimlerden muhakkak ki yüksektedir ve daha kıymetlidir. demirhaki@gmail.com Ümmetin dehaları, titizlikle aranmalı, bulunmalı ve hususi bir talim ve terbiyeden geçirilerek, “Kur’an İlimleri Mecrası”nda istihdam edilmelidir. “Kur’an İlimleri Mecrası” Nispi ilimlerin 5 yardımcı olurlar. Buna karşın parçalayıcı yaklaşımlar büyük ölçüde zararlı olmuştur. İLİMLERİN TASNİFİ VE Örneğin Sultan III. Murad zamanında Takiyyüddin er-Râşid’in öncülüğüyle Tophane sırtlarında kurulan İstanbul Rasathanesi bir gecede yerle bir edilmiştir, çünkü neticede astronomi dinî alanın dışında görülmüştür. Eğer dinî alanın dışında telakki edilmeseydi en çok birtakım çevrelerin kendisinden rahatsızlık duyduğu Takiyyüddin’in tasfiyesi söz konusu olabilirdi. Buna ilaveten bu tür yaklaşımlarla insanlar “dinî ilimler ile pozitif ilimler” arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılmış ve böylece belli bir konuda ihtisaslaşma ortaya çıkmıştır. Herhangi bir konuda ihtisas yapan bir kimse genellikle diğer konulara yabancıdır. “Dinî ilimler” adı verilen dallarda dahi bu böyledir, tefsir bilen fıkıh bilmemekte, fıkıh bilen kelâmdan anlamamaktadır. GAZALİ’NİN İKİ YÖNLÜ YAKLAŞIMI Atilla Fikri Ergun İslam’ın bilgi telakkisini oluşturmak için, ilimlerin tasnifini kendi kaynaklarımızdan hareketle yeniden yapmamız gerekir. Zira ilimlerin tasnifi, İslam medeniyet hamlesinin bir cüzünü teşkil etmektedir, dolayısıyla zarurîdir. Bir mukaddime babında şu kadarını söylememiz gerekir ki, ilimler tasnif edilirken onları tevhid eden, aynı potada eriten bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Örneğin İslam nokta-i nazarından ilmin naklî-aklî şeklinde kategorize edilmesi söz konusu değildir, bu, bütünlüğü parçalayıcı bir tasniftir. İslam ilim ve düşünce tarihinde de ilimler genel olarak bu şekilde tasnif edilmiştir, ancak bu yanlış bir yaklaşımdır. Günümüzde de “dinî ilimler-pozitif ilimler” denmektedir ki, bu tür ayrımlar zihin dünyamızı ve buna bağlı olarak kişiliğimizi ve hayatımızı parçalamıştır. Hâlbuki komple insan yetiştirebilmek için ilimlerin ve buna bağlı olarak hayatın tevhidine ihtiyaç vardır. İlimler yeniden tasnif edilirken kendi kaynaklarımıza müracaat etmemiz gerekmekle birlikte bu noktanın özellikle dikkate alınması lazımdır. Allah’ın birliği, varlığın birliği ve insanlığın birliğinden sonra Tevhid/Birlik esasının dördüncü ana veçhesi bilgi sisteminin birliğidir ki, buna “ilimlerin birliği” de diyebiliriz. Nitekim İslam nokta-i nazarından ilimler bir ve aynı kaynaktan neş’et etmektedirler. Vahye dayalı bilgi sisteminin birbirinden bağımsız (müstakil) başlıklar altında kategorizasyona tâbi tutulması Müslüman zihni ve İslamî hayatı bölüp parçalayacağı -dolayısıyla onu İslamî olmaktan çıkaracağı- gibi, ilimlerin birbirinden kopuk, hatta birbirine rakip olarak konumlanacak şekilde tasnif edilmesi de aynı şekilde tahrip edici olacaktır. Örneğin Allah kâinatı belli bir ölçüyle yaratmıştır, kâinatın her bir zerresinde bir matematik vardır, hal böyle iken niçin matematik dinî alandan koparılıp pozitif ilimlere havale edilsin? Aynı şekilde yıldızlar ve gezegenler, güneş sisteminin, daha geniş çerçevede kâinatın düzeni Allah’ın varlığının ve birliğinin delillerindendir, hal böyle iken niçin astronomi dinî alandan koparılıp pozitif ilimlere havale edilsin? Naklin varlıkta, tabiatta, insanda, tarihte, hayatta, toplumda bir karşılığı vardır, dolayısıyla naklin asıl okunacağı yer enfüs ve afaktır, “aklî” olarak nitelendirilen ilimler bu okumaya 6 Bu noktada İmam Gazalî için ayrı bir paragraf açmak gerekir. "Gazalî felsefî düşüncenin kökünü kuruttu, aklı ortadan kaldırdı" diye slogan atanlar, onun Felâsife'ye yönelttiği eleştirilerle İslam'a Yunan Aklı monte etme ameliyesini bertaraf ettiğini, Aristocu felsefeyi ve Neo-Platonculuğu İslam'a sokma çabalarını bugün dahi imkânsız kıldığını idrak edecek aklî kapasiteden yoksunlar. Gazalî, tıpkı bugün olduğu gibi dışarıdan beslenme sonucu Müslüman zihnin parçalanmaya yüz tuttuğu bir dönemde Fıkıh-Kelâm-Tasavvuf formasyonuyla ilimleri tevhid etti ve İslamî hayatın bütünlük içerisinde yeniden ihyası için gayret gösterdi. göstermeye çalışmak kara cehalet değilse apaçık iftiradır. Kaderin cilvesi, ortaçağ Hıristiyan düşünürleri onu bir filozof olarak tahlil etmişlerdir. Bununla birlikte Gazalî, genel anlamda İslam'ın İslam olarak kalmasıyla başka bir mahiyete bürünmesi arasındaki kopma noktasında durmaktadır ve onun ne dediğini bilmeden, anlamadan, İslam düşüncesi ve İslam düşünce tarihi üzerinde kalem oynatmak ya da söz söylemek neredeyse imkânsızdır. İslam, varlığı, tabiatı, insanı, hayatı, tarihi, toplumu bir bütün halinde ele alır ve istisnasız her konuda muhataplarına bütüncül bir perspektif verir. İslam medeniyet hamlesi öncelikle ilmî ve fikrî planda gerçekleşeceği için öncelikle modern paradigmanın parçaladığı Müslüman zihnin onarılması ve tevhid ekseninde yeniden şekillendirilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan ilimlerin tasnifi tek bir başlık altında, bütüncül bir şekilde yapılmak zorundadır. Söz konusu tasnif sadece kâğıt üzerinde başlıkları belirlemeli, ilimleri birbirinden kopararak farklı alanlara ait kılmamalı, hayatın farklı alanlarına havale etmemelidir. Zira İslam, akıl-nakil dengesi üzerine kurulu bir bütün olduğu gibi, yeryüzü bütünüyle mescid, hayat da bu mescidde cereyan etmekte olan ve farklı alanlara bölünemeyecek bir bütündür. Ancak onun da tasnif konusunda eleştirilecek yanları bulunmaktadır. Zira o da “aklî ve şer’î ilimler” ayrımına gitmiş, Hakikat’i “dinî ve dünyevî” olarak ikiye ayırmış ve ağırlığını dinden yana koymuştur. Dolayısıyla Gazalî, sözünü ettiğimiz türden bir bütünlük sağlayamamakla birlikte en azından “İslamî” veya “Şer’î” olarak tabir edilen ilimleri bütünlüklü ve tutarlı bir biçimde cem ederek Müslüman zihinde meydana gelen parçalanmayı kendi içinde tevhid esası üzere bertaraf etmiştir. Bu bakımdan o, bir yönüyle negatif, diğer yönüyle pozitif olarak nitelendirilebilecek iki yönlü bir yaklaşım ortaya koymuş, bir yönden ilimleri “aklî” ve “şer’î” olarak ayırırken, öte yandan “şer’î” olarak tabir edilen ilimleri -bugünkü modern yaklaşımın aksine- tevhid etmiş, sadece kâğıt üzerinde başlıkları belirlemiş ve bu bütünlüğü hayata yansıtmıştır. atilla.fikri.ergun@hotmail.com Bunun yanında Gazalî’nin ilimleri “aklî” ve “şer’î” olarak ayrıma tâbi tutmasının aklı dışlamak anlamına gelmediğini özellikle belirtmek gerekir. Zira o, eleştirinin "Allah'ın onun ruhuna doğuştan kattığı bir duygu" olduğunu söylemekte ve "Mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz" demektedir ki, mantık üzerine dört eser kaleme alan birini "akıl karşıtı" olarak 7 kırmak ve İslam bilgi telakkisini oluşturmak için, bir elimiz kadimde bir elimiz mevcut halde olmak üzere çalışmalarımızı yürütmekle mesulüz. Bu dibaceden sonra İslam alim ve mütefekkirlerinin ilimleri sınıflandırmasını kısaca tetkik edelim. KADİM MÜKTESEBATIMIZDA İLİMLERİN TASNİFİ Metin Acıpayam KİNDÎ’NİN (Ö. H. 252, M.866) İLİMLERİ TASNİFİ İhsâ’u’l- ulûm, merâtibü’l-ulûm, tertîbü’lulûm, tasnîfü’l-ulûm, aksâmü’l-ulûm gibi muhtelif isimlerle kendini gösteren ilimlerin tasnifi, İslam irfan tarihinin çeşitli zaman dilimlerinde ihtiyaca binaen- İslam alim ve mütefekkirlerince yapılmıştır. Bu tasniflerde ilim tabiri çeşitli şekillerde önce tarif sonra tasnif edilmiştir. İlmi; “vaki olan şeylere mutabık katî inanç ‘veya’ bir şeyin suretinin akılda vücut bulması” şeklinde de tarif eden, yahut bu tarifi kabul eden Müslüman alim ve mütefekkirler, ilimlerin tasnifiyle hem varlığa dair kuşatıcı bir bakışa sahip olmuşlar, hem de aklî-naklî bilgi arasındaki insicamı muhteşem bir bilgi mimarisiyle göstermişlerdir. Abu Yusuf Yakub b. İshak al-Kindî yaşadığı zamanın bütün ilimlerine vakıf en meşhur şahsiyetlerdendir. Mantık, hendese, musiki, ilm-i nücum gibi bir çok sahada sayısı 350’yi bulan eserleri içinde ilimlerin tasnifine dair risaleler de mevcuttur. Özellikle “Kitap Aksam al- İlm alİlahi” ve “Kitab-u Mahiyet al-İlm Va Aksamihi” adlı eserleri bunlardandır. Maalesef bu eserler henüz tetkik edilip kitap olarak basılmadığı için nasıl taksim ettiğini gösteremeyeceğiz. Ancak Kîndi’nin Aristonun eserlerine dair yazdığı bir risalesinde riyazi ilimlerin tasnifine rastlamaktayız. Kîndi, riyazi ilimleri dörde ayırır: Tarih boyunca ilimlerin tasnifi birçok cihetle yapılmıştır. Yapılan tasniflerin tamamı muhakkak ki isabetlidir. Kadim müktesebatı reddetmek manasına gelecek fikri istiklal edalarına savrulacak sığlık ve hasislikte değiliz. Bununla birlikte, kadimde yapılan tasniflerin bir kısmı devri ihtiyaçları dikkate almış olmak bakımından yenilenmesi, içinde yaşadığımız zamanın ortaya çıkardığı ihtiyaca mebni yeni tasnif teşebbüslerinin yapılması gerekmektedir. Ne var ki kadimdeki tasniflerin esas mihrakı sabittir ve onlara dokunmak, ateşi elle avuçlamaya benzer. Yeni tasnif teşebbüsü, önceki tasniflerin merkezi mevzuuna mutabık olarak günümüz ihtiyaçlarını da ihtiva etmelidir. Onların üzerine, çağımızın ihtiyacını da ekleyerek yeni bir tasnif bina etmek lüzumu açıktır. (Haki Demir) 1-Hesap ilmi 2-Telif ilmi 3-Geometri 4-Nücum ilmi Kîndi’ye göre mütefekkir olmanın şartı riyazî ilimleri bilmektir; sonra sırası ile mantıkî, tabiî, metafizik ve ahlaki ilimler gibi muhtelif ilimleri bilmek lazımdır. FARABÎ’NİN (Ö. H.399 / M.950) İLİMLERİ TASNİFİ Farabî’nin ilimlerin taksimine hasrettiği “İhsa al-Ulûm” adlı kitabından başka “Makale fi Agrad-i Ma Ba’d at-Tabia” ve “Kitab at-Tanbih Alâ Sebîl as-Saâde” adlı risalelerinde de ilimlerin tasnifinden bahsetmiştir. “Makale fi Agrad-i Ma Fikirteknesi kadrosu olarak şunu idrak etmekteyiz ki, çağımızın muazzam meselesi ilimlerin tasnifi mevzuudur. Batının bilgi işgalini 8 Ba’d at-Tabia” eserinde ilimleri küllî ve cüzî olmak üzere ikiye ayıran Farabi, cüzî ilimler için mevcut ve mevhum şeylerden bahseder. Tabiat, hesap, hendese, tıp ilimleri cüzî ilimlerin dahilindedir. Küllî ilimler ise var olma ve vahdet meseleleri gibi umumî hususları incelerler. “İhsa al-Ulûm” isimli eser o kadar kıymete değerdir ki, bu eser için Kıftî şunları söylemiştir; ““İhsa al-Ulûm”dan bahsederken hiçbir kimsenin Farabî’den önce böyle bir eser vermediğine işaret ederim.” Farabî “Kitab at-Tanbih Alâ Sebîl asSaâde” isimli eserinde ilimleri ikiye bölmüştür. Bunlar: Bu eserin ortaçağda, latinceye yapılmış müteaddit tercümeleri ve Batı müellifleri tarafından aynen iktibası (kimi zaman intihali) Farabî’nin bu eserinin kıymetini göstermektedir. 1-Nazarî ilimler 2-Amelî ve bedenî ilimler’dir. Bu ikili tasniften birincisi olan Nazarî ilimleri ise kendi içinde üçe ayırır. Buna göre; İHVAN-I SAFÂ’NIN İLİMLERİ TAKSİMİ (Hicri 4. asır) 1-Riyazî ilimler Dördüncü asrın ikinci yarısında merkezi Basra’da olan İhvan as-Safâ ve Hullan al-Vefa adındaki cemiyet, ilmi meseleler ve ilimlerin tasnifi mevzuunda muhteşem çalışmalar yapmıştır. İhvan- Safâ, ilimleri; riyazi, Şer’î, ve felsefi olmak üzere 3’e ayırmıştır. Bunlardan riyazî ilimleri (9), şerî ilimleri (6), felsefî ilimleri ise 4 (Riyazî, mantıkî, tabiî, ilahî ilimler) bölüme ayırmıştır. Ayrıca bazı zenaat ilimleriyle ekin ve nesil ilimlerini hem riyazî ilimlerden hem de tabîi ilimlerden saymıştır. 2-Tabiî ilimler 3-Metafizik ilimler, şeklindedir. Amelî ve bedenî ilimler ise kendi içinde ikiye taksim edilmiştir. Bunlar; 1-Ahlâk 2-Siyaset, şeklindedir. Farabi’nin ilimlerin tasnifi meselesindeki en meşhur eseri şüphesiz “İhsa alUlûm” ’dur. Bu kitaptaki başlıca tasnif ise şöyledir: 1-Dil ilmi HAREZMİ’NİN (Ö. H. 385 / M. 995-7) İLİMLERİ TASNİFİ 2-Mantık ilmi Harezmi ilimlerden ve sanatlardan bahseden Mefatih al-Ulûm adlı kitabını vezir Ahmet alUtbî için yazmıştı. Harezmi ilimleri iki kısma ayırmıştır. Bunlar: 1- Şerî ve arabî (İslamî) olan ilimler. 2- Diğer milletlerin ilimleri. Şerî ve Arabî (İslamî) olan ilimler 6 (Fıkıh, kelam, gramer, kitabet, şiir, haberler) kısma, diğer milletlerin ilimlerini ise 9 kısma bölmüştür. Bunlar; 1- Felsefe, 2- Mantık, 3- Tıp, 4-Geometri, 5-Hesap ilmi, 6Nücun ilmi, 7- Musiki, 8- Hiyel (mekanik), 9Kimya 3-Riyazî ilimler 4-Tabiî ve ilahi ilimler 5-Fıkıh, kelam ve medenî ilimler Bu eserde Farabi, dil ilmini (7), mantık ilmini (8), riyazî ilimleri (7), tabiî ilimleri (8), ilahi ilimleri (3), Fıkıh ilmini (2), Kelâm ilmini (2), ve medeni ilimleri de 2 kısma ayırmıştır. 9 Riyazî ilimler de dört kısımdır. Bunlar: Sayı ilmi, geometri, heyet ilmi, musiki ilmidir. İbni Sina, Farabi’nin ve Aristo’nun tesiri altında kalmıştır. Hatta Aslî ilimler tamamen Farabî’nin eserlerinden alınmıştır diyebiliriz. EBU HAYYAN AT-TEVHİDİ’NİN İLİMLERİ TASNİFİ Ebu Hayyan at-Tevhidi’nin ilimlerden bahseden “Samarat al-Ulûm adlı küçük risalede, başlıca Fıkıh, dil, mantık, nücum, belâgat, ve hendese ilimlerine temas etmiştir. Müeelif bu eserinde tasavvufu da bir ilim olarak göstermiştir. İBNİ HALDUN’A GÖRE İLİMLERİN TASNİFİ İbni Haldun ilimleri aklî ve naklî olmak üzere ikiye ayırmıştır. Bu ilimlerden aklî ilimler dört, ilahî ilimler ise sekiz kısımdır. İBNİ SİNA’YA GÖRE İLİMLERİN TASNİFİ Henüz genç yaşlarında iyi bir Tabib olarak yetişen İbni Sina, mantık, tabiat, ilahiyat gibi çeşitli ilim sahalarında eser vermiş mütefekkirlerimizdendir. Burada mevzuumuz icabı iki eserinden bahsedeceğiz. Bu iki eseri; 1- Tabiîyat Min Uyun al-Hikmet, 2- Aksam al-Ulûm al-Aklîye’dir. Bu eserlerinde ilimlerin tasnifini yapan İbni Sina’nın Tabiîyat Min Uyun al-Hikmet isimli eserindeki tasnif muhtasar, diğer eserinde ise mufassaldır. Aklî ilimler: Mantık, Talimi (Riyazî) ilimler, Tabiî ilimler ve İlahi ilimlerdir. Nakli İlimler: Tefsir ilmi, Kıraat ilmi, Hadis ilmi, Usul-u fıkıh, Fıkıh, Kelam ilmi, tasavvuf ilmi, Rüya tabiri ilmidir. İbn-i Haldun yukarıdaki ilimlerden başka lisan, kimya, esrar-al huruf, sihir ve tılsım ilimlerinden de bahsetmektedir. İbni Sina’nın ilimleri tasnif meselesinde yaptığı büyük hatalardan birisi, “Şeriatla felsefe arasında zıtlık yoktur.” anlayışını benimsemesidir. İşte bu telakki sebebiyledir ki, felsefî ilimlerin dalları olarak gösterdiği amelî ilimleri (ahlâk, tedbir-i menzil ilmi ve siyaset ilmi) aynı zamanda şerî ilimlerden saymıştır. İbni Sina’nın çeşitli alimlerce eleştirilmesinin sebebi de budur. BÜYÜK ALİM VE MÜTEFEKKİR İMAM GAZALİ’NİN TASNİFİ İslam tarihinin büyük alim ve mütefekkiri olan Gazali’nin, ilimlerin tasnifi meselesinde ayrıca durmamız gerekiyor. Özellikle İbn-i Sina ve Farabi’nin tasnifine itiraz etmiştir. Bu itirazları şöyle sıralayabiliriz: İbni Sina felsefi ilimleri nazarî ve amelî olmak üzere başlıca iki büyük kısma ayırmıştır. İbni Sina’ya göre nazari ilimlerin gayesi hakikat, amelî ilimlerin gayesi ise hayırdır, bu ilimlerden nazari ilimlerin bölümlerini tabiî ilimler, riyazi ilimler ve ilahî ilimler teşkil eder. İbni Sina’ya göre ilahî ilimler beş ve tabiî ilimler iki kısma ayrılmıştır. 1-İlim marifettir. Bu lafzi bir tariftir. Burada ilim aynı mânaya gelebilen başka bir kelimeyle tarif edilmiştir. 2-İlim, malûmu olduğu gibi bilmektir. Bu tarifde tekrar ve fazlalık vardır. İlmi böyle tarif etmek, “mevcud”u, sübutu ve vücudu olan şey diye tarif etmeğe benzer. Tabiî ilimler; 1-Aslî olan tabiat ilimleri: (8 bölümden ibarettir.) 3-İlim öyle bir şeydir ki, kendisiyle bilinir ve onunla insan âlim olur. Bu tarif şerhten ve bir mahiyete delil olmaktan mahrumdur. 2-Ferî olan tabiat ilimleri: (7 bölümden ibarettir.) 10 4-İlim öyle bir varlıktır ki, onunla muttasıf olan yaptığı şeylerden emin olur. 2-Sadece naklî olan ilimler: (tefsir ve hadis ilimleri gibi ilimler) 5-İlim bir şeye olduğu gibi inanmaktır. 3-Hem aklî ve hem de naklî olan ilimler: (fıkıh ve usul-ü fıkıh) Özellikle Mutezile’nin yaptığı bu tarife Gazali iki cihetten itiraz ediyor. Bu itirazlar şöyledir; İhya’da ise ilimleri farz olmalarına göre şu şekilde ayırmıştır; a-Bu ifadeyle ilim hususileştirilmiştir. Halbuki ilmin hiçbir şey olmayan “ma’dum”la da alakası yoktur. 1- Şerî ilimler: (Kitap, sünnet, icma-ı ümmet, Asar-ı Sahabe) 2- Şerî olmayan ilimler: (3 bölümdür. Bunlar: a-Mahmud ilimler, b-Mezmum ilimler, “sihir-tılsım”, c-Mübah ilimler, “tarih ve şiir” b-Bu tarifle inançla ilim birbirine karıştırılmıştır. Hiç bir ilmi olmayan mukallidin de inanç sahibi olduğunu unutmamak lazımdır. İhya’daki diğer tasnife göre ise, ilimler iyi ve kötü olmak üzere üçe ayrılır. Bunlar; Gazali’nin El-Risale el- Leduniye eserindeki izahına göre; ilim müşterek bir isimdir. Yani muhtelif şeylere ilim denilebilir. Bu sebeble de ilmi hakiki bir manada tarif etmek güçtür. Bununla beraber ona göre ilim, “eşyanın hakikat, mahiyet ve şekillerini aklın alması” diye tarif edilebilir. (Gazali’nin El-Risale el- Leduniye adlı eseri, s.4. Ayrıca Gazali ilim tarifinde İmam Harameyn’den istifade etmiştir. Bknz. Şer al-Mevakıf, c. I, s.44) 1-Azı ve çoğu mezmum olan ilimler (sihir, tılsımat, ve nücum ilimleri) 2-Azı ve çoğu mahmud olan ilimler (Allahın hikmetinden ve sıfatlarından bahseden ilimler) 3-Kâfi derecede olanı mahmud, fazlası ise mezmum olan ilimler (Farz-ı kifaye olan ilimler bu maddeye dahildir.) * Gazali’nin felsefi ilimleri İhya’da dörde, El- Munkiz eserinde ise altıya bölmüştür. Bunlar sırasıyla; Gazali’de ilimleri tasnifi meselesine gelecek olursak: Bu mevzuda kesin bir tasniften bahsedemiyoruz. Çünkü Gazali, ilimleri muhtelif eserlerinde muhtelif şekillerde tasnif etmiştir. Bu eserlerin en meşhurlarından olan El-Risale elLeduniye adlı eserinde ilimleri şerî ve aklî olmak üzere ikiye ayırmıştır. Şerî ilimler iki kısımdır. Bunlar: Aslî olan tevhid ilmi ve İlm-i Furu’dur. Aklî ilimler ise üç guruba ayrılır. Bunlar: Riyâzî ve mantıki ilimler, Tabiî ilimler, İlâhi ilimlerdir. 1-Riyazi ilimler (hesap, hendese, ilm-i heyet) 2-Mantıkî ilimler 3-Tabiat ilmi 4-İlâhi ilimler 5-Siyaset 6-Ahlak Diğer eserlerinden al- Mustasfamin ilm’ilUsul’da ise ilimleri üçe ayırmıştır. Bunlar; Bundan başka İhya’da ahiret ilimlerini mükâşefe ve muamele diye ikiye ayırmıştır. Mükâşefe (Batın) ilmi ona göre ilimlerin en yükseğindedir. Bu ilim, arif ve sıddıkların ilmidir. 1-Sadece aklî olan ilimler: (hesap, hendese, nücum) 11 12-Taşköprülüzade Mustafa: Mevzuat al-Ulûm GAZALİ’DEN SONRAKİ DÖNEM İLİMLERİN TASNİFİ 13-Şahabeddin b. Abdulhak: Feth al-Hayy alKayyûm bi şerhi Ravdati’l-Fuhum İslam tarihi boyunca ilimlerin tasnifi meselesine o kadar kafa yorulmuştur ki, bu mesele ile alakalı daha birçok eser vardır. Lakin Cumhuriyet sonrasında İslam’ın kadim müktesebatıyla münasebetimizi kuracak zincir koptuğu için birçok eserden haberdar değiliz. 14-Abdulkadir b. Muhammed al-Huseynî atTaberi: Kitab Uyun al-Mesâil min Ayan arResail 15-Muhammed Emin b. As-Sadrettin aşŞirvani: al- Fevaid al-Hâkâniye 16-Katip Çelebi: Keşf az-Zunûn Aşağıda Gazali’den sonra bu mesele ile uğraşan müelliflerin bazı meşhur eserlerinin listesi verilmiştir. Tanzimattan sonra yapılan İlimlerin Tasnifi 1-Fahrettin er- Razi: Hadaik al-Anvar fi Hakaik al- Asrar 1-Mazbutatu’l Fünun 2-Beyanu’l-Unvan 2-Kutbettin Mahmud b. Mes’ud eş-Şirazi: Durrat at-Tac (Unmuzec al Ulûm) 3-Şemseddin Muhammed b. İbrahim b. Said as-Sincari al-Efkani: İrşat el –Kasıd ila Asna’l Makasıd metinacipayam@hotmail.com 4-As seyyid as-Şerif Ali b. Muhammed alCürcani: Kitap Şerh-i Mevakıf-ı Adudi’d –din ve diğer eseri Risale fi Taksimi’l-Ulum 5-Abu’l Abbas Ahmed b. Ali al- Kalkaşendî : Subh al-Aşâ 6-Abdullatif b. Abdurrahman al-Makdisî: Şifau’l-Müteellim fi Adabi’l-Muallim ve’l- Mutaallim ve Keşf az-Zunun 7-Abdurrahman Bistami: Durrat al-Ulum ve Cevheret al Fuhum 8-Molla Lütfi: al-Matalib al-İlahiye 9-Ahmed b. Yahya b. Muhammed al-Hafid alHerevî: Kitabu’d-Durr an-Nadid Min mecmuati’l-Hafid 10-Celaleddin b. Muhammed b. As’ad as Sıddıki ad-Devvanî: Unmuzec-al Umûm 11-Celaleddin Abdurrahman as-Suyuti: anNikaye 12 gibi İslam’ın insan telakkisinin kaynakları inkar veya ihmal edilmiş, materyalist bilim tasavvuruna teslim olunmuş demektir. Elinde bilgi şeması, ilimlerin tasnifi, mevzu haritası gibi temel meselelere dair fikriyatı olmayanlar kaçınılmaz olarak bilgiyi kaynağına kadar takip etmenin zihni kudret ve istidadına da sahip olmadıkları için, Müslüman olmalarına rağmen ucube düşüncelere (fikir değil, fikriyat hiç değil) sahip olmaktadır. Mesela zihin kontrolü gibi, temeli materyalist ve pozitivist olan mevzuların, aslında beyne müdahale anlamına geldiği, beyne müdahalenin ise iradeyi tasarruf altına alamayacağı, iradenin ruhi bir keyfiyet olduğu gibi sayısız bahisleri atlayıp, tüm yığınağını telegram üzerine kurabilmesi dikkat çekicidir. BİLGİYE MÜHÜR VURMAK “İLİMLERİN TASNİFİ” İbrahim Sancak Çerçevesinden koparılmış bilgi serseri mayın gibidir. Akl-ı Selimi kaybeden Müslümanlar, İslam’ın ilme verdiği kıymetten dolayı, hiçbir idrak usulü ve bilgi süzgeci kullanmadan her türlü bilgiye meyletmeye başladılar. Hiçbir tertip ve tasnif kaygısı çekmeden, çerçevesinden koparılmış bilgilere muhatap olanlar, ukala ukala “Hikmet müminin yitik malıdır, Çin’de de bulsa alır” mealindeki mukaddes ölçüyle her türlü bilgiyi makbul hale getirdiler. Oysa bilgi kaosu en büyük kaoslardan biridir ve halli de kolay ve ucuz yoldan mümkün değildir. Mesela mealciler gibi, ilimlerin tasnifi ve benzeri hiç bir bahisle asla ilgilenmeyen, bilgi üretimini hiçbir usule bağlamayanlar, kadim müktesebatı da reddettikleri için bilgi ihtiyacını kaçınılmaz olarak batı bilgi müktesebatından kullanmak gibi bir yanlışa savruluyorlar. Kadim müktesebatımızdaki dev şahsiyetleri bir cümlede silen ahlaksızlar (bu, fikirden önce ahlak meselesidir), batı kaynaklı bilgilere yani batılı filozof ve bilim adamlarına daha fazla itibar ve itimat ediyorlar. İslam’ın iki kaynağı olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den yani “Mutlak İlim”den ümmetin ilim, irfan ve tefekkür adamları tarafından on dört asırdır imal ve telif edilen uçsuz bucaksız müktesebatı reddedenler, batının evrim yoluyla hayvandan geldiğine inandıkları “hayvaninsan” hakkındaki bilgilere itibar etmek gibi bir ihaneti, “Sahih İslam” adıyla pazarlamaya çalışıyor. Bir makaledeki bilgiyle fikir sahibi olmak gibi ucuzculuklar arttı. Makaledeki bilgi, önce dahil olduğu ilim dalının çerçevesine aittir. O çerçeveye dair bilgi, fikir ve idraki olmayan bir insan, o makaleden hareketle iddia sahibi olabilmektedir. Oysa makale, dahil olduğu ilmi çerçevenin ürünüdür, o ilim ise dahil olduğu bilgi telakkisinin eseridir. Silsile bidayetine kadar takip edilmediğinde, suyunun suyu cinsinden bilgiler, temel telakkilerle ilgili istikamet sapmasına sebep olmaktadır. Misal üzerinden anlatmak gerekirse; “beyin” ile ilgili bir makale veya kitap çapındaki bir çalışma, önce psikoloji, psikiyatri, biyoloji bilimlerden birine veya birkaçına dahildir. Bu bilimler, “pozitif bilim mecrasına” dahildir. Pozitif bilim mecrası batının bilgi ve bilim telakkisine aittir. Batının bilgi ve bilim telakkisi ise varlık ve insan telakkisine aittir. Batının varlık telakkisi saf materyalisttir, insan telakkisi ise evrimci yaklaşımla “gelişmiş hayvan” türünden bir hayvan anlayışıdır. “Beyin” ile ilgili bir makale veya kitap, bu silsile takip edilmeden kabul edilir ve ona göre insana dair fikir geliştirilirse, ruh, nefs, kalb * Son birkaç asırdır dibine kadar yuvarlandığımız kaosta, bilgi telakkisine, ilimlerin tasnifine, mevzu haritasına ve bunlarla ulaşılacak büyük terkibe (medeniyet tasavvuruna) dair bir fikri ve teklifi olmayan veya en azından bu konuda çalışması ve gayreti bulunmayanlar İslam hakkında 13 ne söyleyebilir ki. Söylenecek her şey parça parça dağılmıştır ve bütüne dair fikriyatı olmayanlar için “cüz küllün habercisi” değildir. onunla ancak gecekondu inşa etmeyi mümkün kılar, bu durum ise bizzat İslam’a zulümdür. Zengin mermer ocağına sahip olabilirsiniz ama sadece kazma kürekle çalışıyorsanız eğer, saray inşa edecek kadar mermer çıkaramazsınız. La teşbih, uçsuz bucaksız mermer ocağı karşımızda duruyor, kullandığımız usul ve alet faydalanma miktarını tayin eder. İdrak melekesi olarak akl-ı selim değil de pozitif aklı kullanıyorsak, idrak yolu olarak kadim usulü ve bugün için ilimlerin tasnifi, mevzu haritası, medeniyet tasavvuru gibi mecraları kullanmazsak, elde ettiğimiz mana ve hikmet, medeniyet kurmak bir tarafa köy bile kurmaya fırsat vermez. Bilgiye mühür vurmak, ilimlerin tasnifi ile mümkündür. İlimlerin tasnif ve tertibi yapılamadığında “bize ait” bilgi yoktur. Bu mesele o kadar vahim ve mühimdir ki, son asırda yaşadığımız hadiseler, Kur’an-ı Kerim’in pozitif akılla oryantalist okumalara mevzu edinildiğini gösteriyor. Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet-i Seniyye’yi “nasıl ve neyle okuyacağını” bilmeyenler, Kemalist siyasi rejimin okullarındaki pozitif bilim müfredatına ve metoduna bağlı eğitim-öğretim (talim ve terbiye değil) neticesinde elde ettiği bilgi ve pozitif akıl formuyla İslam’ı anlayacağı vehmine savrulmuştur. Kur’an-ı Kerim’i, ona aykırı şekilde okumak ve anlamak, İslam’ın kitabı olmaktan çıkarmaktır. Mutlak İlim, içine düştüğümüz derin bilgi kaosunda, bilgi telakkisi olmadan, ilimlerin tasnifi yapılmadan, mevzu haritasının hiyerarşik şeması çıkarılmadan okunduğunda (tetkik edildiğinde), “Peygambersiz İslam” gibi, “İlimsiz İslam” gibi, “Sosyalist veya anti-kapitalist İslam” gibi neticelere ulaşılmakta, sadece İslam’a ulaşılamamaktadır. * Bilginin muhafızı ilimdir çünkü ilim, bilginin tertip ve tasnif edilmiş, belli bir sahaya ait ve belli bir maksada matuf halde örülmüş halidir. İlmin muhafızı, ilimlerin tasnifidir çünkü ilimlerin tasnifi, ilmin yerini, kıymetini, maksadını tayin eden ana haritadır. İlimlerin tasnifinin muhafızı medeniyet tasavvuru ve mefkuresidir, çünkü medeniyet mefkuresi, İslam’ı en hacimli şekilde anlama ve tatbik etmenin adıdır. Bazılarının kadim müktesebatımızdaki sayısız ilmi tahkir ve tahfif etmelerinin bir sebebi ahmaklık ise diğer sebebi ilimlerin tasnifindeki zafiyetimizdir. Yeryüzündeki bilgi müktesebatının tamamının İslam karşısında saf tutmasının, boy boy kıymet ve ehemmiyet sırasına girmesinin, her birinin tek tek ve toplu olarak hakikati ifşa ve ilan etmesinin yolu ilimlerin tasnifidir. Yapacağımız tasnif, bizatihi bilginin muhtevasına kendi mana yekunumuzu zerk etmektir. Her bilgi vahidi, kendi başına bir kıymet ifade ediyorsa da, esas ehemmiyeti inşa ettiği büyük terkiptir ve asıl manasını oradan alır. Bir taşın yalnız başına kıymet ifade etmesiyle, bir sarayın kabul salonunun duvarını inşa etmesindeki kıymet farkı anlaşılmalıdır. Kaldı ki taş, yalnız başına kaldığında tuvalet taşı olma ihtimali de vardır, bu manada esas kıymetini terkip malzemesi olarak ifade eder. İlimlerin tasnifini yapmadan, mesela Mutlak İlim-Nispi İlim mikyasını bilginin zirvesine oturtmadan Kur’an-ı Kerim okumak, doğru anlaşılsa bile Medeniyet tasavvuru ilimlere, ilimler bilgiye vurulmuş mühürdür. Medeniyet tasavvuru mührünü taşımayan ilim, bu ilimlerin mührünü taşımayan bilgi Müslümanlar için muteber değildir, olmamalıdır. Televizyon alırken markasına bakan Müslümanlar, bilgi alırken mührüne bakmayı akledemez hale geldi, bir de ukala ukala Kur’an-ı Kerim’i anlayacaklarını iddia ediyorlar. Hayret verici olan nokta ise, bilgide mühür olmayacağını vehmetmeleri… Ne dipsiz bir cahillik… ibrahimsancak2011@gmail.com 14 şısında geri kaldığını, dolayısıyla İslâm medeniyetinin maddî tezahürlerinde de gerileme olduğunu, duraklamanın altında her sahada çağın icaplarını yerine getirememenin, ilim ve maarife gereken ehemmiyeti göstermemenin ve Batı dünyasını iyi tanımamanın yattığını söyler. AHMET CEVDET PAŞA’NIN FIKIH ÜSTÜ MEDENİYET-İ CEDİDE’Sİ Bu kaygıyladır ki terakki (ilerleme) fikrini zamanın değişmesiyle anlamaya çalıştığı söylenebilir. Dolayısıyla İslâm medeniyetinin maddî tezahürlerinde geri kalmasını da bu sebeplerle açıklamaya çalışır. Ahmet Doğan İlbey Ahmet Cevdet Paşa, İslâm medeniyetinin bedeviyetten hadariyete geçerek tekamül ettiğini söyler ve İbn-i Haldun’un medeniyet teorisinden hareketle medeniyeti toplumların devamlı değişerek geçtiği bir merhale olarak târif eder. Bugün bir hayli İslâm medeniyet tasavvurlarının teati edildiği vasatta Cevdet Paşa’nın medeniyet fikrini İslâmcı-eklektik olarak târif edenler var. Zamanında onun medeniyet görüşü hakkında en çarpıcı tesbiti âmâ üstad Cemil Meriç yapmıştı: Batı medeniyetinden alınan ilimleri ve bunların metodlarını “usûl-i cedide” ile almak gerektiğini savunur. Bu metoda karşı çıkanları, bütünüyle eski durumu savunanları “mutaassıp” ve “efkâr-ı atîka eshâbı” ifadesiyle tenkid eder: “Fikir üreteceksek asra uymalı ve asra mütehammil olmalı.” “Önce devlet kurulur, insanlar düşman korkusundan âzad olurlar. Sonra ‘ihtiyacat-ı beşeriyelerini tahsile’ ve ‘kemalât-ı insaniyelerini tekmile’ koyulur, yani medenileşirler. Demek ki, medeniyetin iki unsuru var: beşeri ihtiyaçların (bunlara maddi ihtiyaçlar da diyebiliriz) giderilmesi ve ahlak ve zeka bakımından olgunlaşma. İnsanlar bedeviyetten hadariyet ve medeniyete geçerler. Medeniyet ne bir ülkenin imtiyazıdır, ne bir kavmin. Paşa’ya göre, büyük medeniyetler ‘ulûm ve sanayi’leri, maarifleri ve bunca tecemmülat (eşya ve levâzım) ve tekellüfat (zahmetli işe katlanma, özenme)ve letaifleriyle (ruhun mânevî unsurları) beraber kıtaat-ı arzda (dünyanın her kıtasında) yer değiştirirler.(Umrandan Uygarlığa) Bu düşüncelerinden dolayıdır ki ilmî, siyasî ve idarî vazifeleri sırasında Batı medeniyetini taklit taraftarları ile her türlü değişikliğe karşı çıkan “mutaassıplarla” mücadele etmiştir. Muhafazakâr bir Osmanlıcı olmasına ve medeniyet görüşlerinin ağırlık merkezinde İslâmî fıkhının bulunmasına rağmen yüzeyden bakınca bazı görüşleriyle Tanzimat’ın ilerlemeci anlayışıyla benzerlik düşüncesi uyandırır. PAŞA’YA GÖRE İSLÂM MEDENİYETİ TECEDDÜDLE CANLANIR “ARÛS-U MEDENİYET” İN HÜVİYETİ KİME AİT? Ona göre medeniyetler yoktur, medeniyet vardır. Medeniyet hamlelerinin her sahasında teceddüd (yenilik) yapılabilir. Teceddüde, yâni yeniliğe tâbi tutulmasına inandığı Osmanlı Devleti’nin maddî cihetten Batı kar- Bu tesbitlerden çıkan şudur: Paşa, medeniyetin kaynağını doğrudan doğruya Medine’ye, yâni İslâm’ın oluşturduğu ilk hayat ve 15 şehir tasavvuruna bağlamıyor. Önce ve sonra insanlık şu veya bu şekilde bedevilikten hadariliğe doğru farklı muhtevalarda da olsa tekamül etmiştir. Fakat hadariliğin İslâm’la daha kemâl noktasına ulaştığına inanır ve bu esaslarda kalarak tecditten yanadır. Hangi şart ve mânada böyle bir medeniyet târifi yaptığını anlamakta zorlandığımız Cevdet Paşa’yı bu görüşleriyle “mazur” gören günümüz medeniyet mütehassıslarının tenkidleri ayrı bir mevzu... Arûs-u medeniyetin hüviyeti var mı, sahibi kim? Hülâsa edersek; Osmanlı Devleti’nin yaşaması ne yeniliklere karşı direnmeyle, ne de Batı’yı olduğu gibi taklitle mümkündür. Gaye, kendi ölçülerimiz zemininde Batı’dan alınacak yeni ilmi ve teknolojik imkânlarla canlanmaktır. Öyle ki medeniyeti “arûs” a, yâni geline benzetmesi önce tuhafımıza gidiyor ama son tahlilde onun medeniyet anlayışının zemininde İslâm fıkıh ve geleneğinin yer aldığını unutmamak gerek. Yine âmâ üstadı dinleyelim: Yukarıdaki görüşlerinde eklektik ve ilerici unsurlar var. Fakat onun “devlet” , “siyaset” ve “adalet” mevzularındaki kavramlarına dikkat edildiğinde medeniyet anlayışının zemininde Batı’nın seküler ilerlemeci anlayışına sahip olduğu söylenemez. İslâmî esasları ve geleneği bütünüyle terk edelim düşüncesi yoktur. Zamanın ihtiyaçlarına göre yapılması gerekli olanları sıkı bir tecdide tâbi tuttuktan sonra İslâm medeniyet hamlesine dahil edilmesini ister. “Medeniyeti geline benzetiyor paşa diyar diyar dolaşan bir geline. İlm-i tarihin haber verdiği asırlardan mukaddem Hindistan'da... mahrem-i halvetsaray-ı havas (Allah yolunda olanların derûnuna yerleşmek) oluyor: Arûs-u medeniyet. Oradan Bâbil'e ve Mısır'a geçiyor. Sonra Yunanistan'a uğruyor nâzenin. Keşf-i nikab ve selb-i icab ü hicab ile (zorla, rızası olmadan) açılıp saçılarak herkese gösteriyor kendini, çarşıda-pazarda dolaşıyor. Yunanistan yıkıldıktan sonra İskenderiye'ye otağ kuruyor. Ama eskiden âlüfte (alışmış) olduğu Kıbt kavmine yüz vermiyor bu defa. Tedarik etmiş olduğu nevâşinâyân-ı (yeni tanıdık) Yunan ile bir müddet, diyar-ı Mısır’da tertib-i bezm-i kermakerem-i (ululukla lütuf etmek) ülfet ettikten sonra, hıtt-i Irak’da (Irak memleketinde) boy gösteriyor. Ve bir müddet elbise-i hadray-ı İslâmiye (İslâm’ın yeşil elbisesi) ile aktâr-ı Şarkiye’de (Şark’ın değerlerinde) dolaşarak Mısır ve Garb yoluyla yine Avrupa kıt’asına çekilip orada payend-i istikrar dest-küşa-yı intişar (karar kılıp, el açarak yayılmıştır) olmuştur. Bundan sonra hangi tarafa gideceği ve ne renklere gireceği ve nasıl câmeler (elbiseler) giyeceği Allah'a malum.” (Umrandan Uygarlığa) Ona göre İslâm medeniyetinin yükseldiği muhteşem asırlarda Batılı toplumlar vahşet içinde yaşıyorlardı. Haçlı seferleri ve normal münasebetlerle İslâm medeniyetini tanıyıp, ilim ve maarifi alarak geliştirdiler. Devlet-i Âliye’nin geri kalmaya başladığı asırlardan itibaren bu sahada güçlerini artırdılar. CEVDET PAŞA: “ISLAHATÇILARIN MEDENİYET ANLAYIŞI YANLIŞTIR” Savaşlardaki mağlubiyetler, iktisadî hayatın bozulması Islahat hareketlerinin yapılmasını zaruri kıldı. Fakat Islahat Hareketleri’nde çok yanlışlar yapıldı. Islahatçıları tenkid ettiği düşüncelerinden birkaç satırı Tezâkir (1-12) cilt: 1’den okuyalım: “Ol asırda Devlet-i Aliyye'ce bir yeni medeniyet yoluna gidilmek ve asâkir-i mualleme (tâlim görmüş askerler) tertib edilmek elkarı zuhur (ihtiyacı ortaya çıkmak) etmiş idi. Lakin işin başından başlanmayıp kuyruğundan tutulmuş ve binanın temeline bakılmayıp saktın nakşına özenilmiş yani Frengis16 tan'da münteşir olan fünûn ve sanâyiin neşr ve tervicine himmet olunmak (kıymetini artırmak) lâzım gelür iken enhâr-ı medeniyyetin (medeniyet ırmaklarının) getürdüğü hass ve hâşâk-ı israf (israf çöplüğünü teşvik etmek) ve sefâhete aldanılmış idi. Ol vakit ise İstanbul halkı pek mütesallib (dinine bağlı kimse) ve mütaassıb olduğundan tabaka-i ulyâda (yüksek sınıflarda) bulunan me'mûrînin (memurların) bu reftârmdan (gidişinden) nefret ederek her dürlü muhdesâttan (şeriata dayanmayan yeni oluşturulan şeyler) ürkmeğe ve tarz-ı cedîd üzere yapılan ebniyeyi (binaları) bile kerih (fena) görmeğe başlamışlar idi.” MEDENİYET TASAVVURUNDA ZEMİNİ İSLÂM’DIR TAKLİTÇİ DEĞİL, YENİLİKÇİ İSLÂM MEDENİYETİ TARAFTARI Batı’dan alınacak olan yenilikler İslâm medeniyetinin temeli olan İslâm Şeriatına uygun olmalı. Başka bir medeniyetin mensupları için iyi olan, İslâm medeniyetinin mensupları için zararlı olabilir. İslâm medeniyeti devlet, din, gelenek, ilim ve hukuk gibi esaslarıyla Batı medeniyetinden farklıdır. Bugün âcil ihtiyacımız olan İslâm medeniyet tasavvuru tâlimi için Cevdet Paşa’dan temin edebileceğimiz düşüncelerin hülâsası şöyle: Başka bir medeniyetle alışveriş yaparken, kendi medeniyetimizin hukuk, yâni fıkıh sistemi muhakkak ki korunmalı. Farklı ihtiyaç ve şartların neticesinde ortaya çıkan hukuk sistemi, başka bir medeniyetin insanlarına tatbik etmeye çalışmak, o milleti ve medeniyeti mahvetmek demektir. Görüldüğü üzere, Tanzimatçıların anladığı mânada taklitçi bir teceddüd yanlısı değil. Fikirlerinin zemini İslâm’ın esaslarıyla kaim. Bu sebeptendir ki Mustafa Reşit Paşa’nın yolunu takip eden Avrupacı yenilikçi bürokrasiyle Islahat mevzuunda anlaşamamıştır. Hâsıl-ı kelâm; medeniyetin, başka ülkeleri işgal edip sömürerek gelir kaynaklarına el koyanların, bomba yağdıranların, kadınçocuk ayırmadan toplu katliamlar yapanların ruhsuz fen ve teknolojisi olmadığına inanan biz şimdi Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet münevveranından daha şuurlu olmak durumunda değil miyiz? Ona göre Islahatçılar problemleri çözmeye çalışmak yerine sathî tedbirlere başvurdular. Batı’nın asıl üstün olduğu sahalardaki ilimlere önem vererek fen ve fünunu geliştirmek ve Devlet-i Âliye ile Batı arasındaki mesafeyi kapatmak gibi problemlere hiç yaklaşmadılar. Koyu bir taklitçiliğe saplanıldı. ilbeyali@hotmail.com Bir başka medeniyetle irtibat kurarken ve o medeniyetten bazı şeyleri alırken terkedilmeyecek olan temel unsurlarımız vardır. İtikat, ahlâk, gelenek gibi unsurların asla değiştirilemeyeceğini söyler. Başka milletlerin âdetlerini sahiplenmek yanlıştır. En önemlisi de devletin esaslarında ve siyasetinde tecdit edilmiş fıkıhın değiştirilmesine taraftar değildir. 17 Bilgi parçalandı, bundan dolayı zihni dünyalar da parçalandı. Cemaatler kendi bilgi dünyalarını (ama bilgi telakkilerini) oluşturdu ve kısır ve dar bilgi dünyalarına mahkum oldu. Bir cemaat mensubu diğerini dinlemiyor, zira muhatabı kendi bilgi dünyasından bahsetmiyor. İslam’ın bilgi telakkisine vakıf olmayanların az sayıdaki eserden ibaret bilgi kaynağı, dar bir zihin oluşturduğu için, değil dünyayı ve insanlığı izah etmek, kendi dışındaki bir Müslüman cemaati bile izah etmekten aciz hale geldi. Problem bundan ibaret değil, aynı mesele aşağıdan yukarıya doğru dünya çapında misallere sahip. Batının bilgi telakkisine karşı uzun bir müddet direnen Müslüman dünya, zihnini ona kapattığı için batıdaki gelişmeleri anlayamadı. İdrak ve izah edemediği batı, dünyayı işgal ettiğinde teslim olmaktan başka çare bulamadı. Batıyı idrak ve izah edemediği için bilgi dünyası dışında bırakan Müslümanlar, kendi bilgi ve ilim telakkilerinden uzaklaştığı, o telakkinin insani her kıpırtıyı bile izah edecek derinlik ve genişlikte olduğunu unuttu ve gün geldi batıya şartsız teslim oldu. Batının bilgi ve ilim telakkisine teslim ve mahkum olduğu bugün, kendi üniversitelerinde ve diğer mahfillerinde başka bir bilgi telakkisine geçit vermemek için canla başla çalışıyor. Batının bilgi ve ilim telakkisine mahkum olanların bir kısmı ise, “pozitif bilim telakkisini” öyle bir noktaya kadar benimsedi ki, “mucize”yi inkar edecek noktaya geldi. DÜNYA BİLGİ MÜKTESEBATINI İHATA EDECEK TASNİF Nurettin Saraylı İlimlerin tasnifinde öyle bir harita oluşturmalıyız ki hiçbir bilgi vahidi boşta kalmasın, hiçbir bilgi vahidi yerini aramak zorunda kalmasın, hiçbir bilgi vahidi yerinden şikayet etmesin, hiçbir bilgi vahidi konulduğu yerde aykırı durmasın. Öyle bir tasnif yapmalıyız ki, hiçbir bilgi veya ilmin idrak ve izahı imkansız hale gelmesin, hiçbir bilgi ve ilim birbiriyle tezat teşkil etmesin ve çatışmasın, hiçbir bilgi ve ilim kendin maksatsız ve boşlukta bulmasın. Öyle bir tasnif yapmalıyız ki, her bilgi vahidi ve ilim dalı, bulunduğu yer itibariyle kendini izah etmiş olsun, sadece bulunduğu yer bile bir “izah” halini alsın. Öyle bir tasnif yapmalıyız ki, her bilgi vahidi başka bir bilgi vahidini ve ilim dalını, her ilim dalı ise içinde bulunduğu mecrayı ikmal etsin, büyük terkibi (medeniyet tasavvurunu) inşa etsin. Öyle bir tasnif yapmalıyız ki, her bilgi vahidi bir diğerini, her ilim dalını başka bir ilim dalını ihtiyaç haline getirsin, asla birbirinden müstakil hale gelmesin ve büyük fikri örgüyü nakış nakış dokusun. * Dünyanın (ve batının) bilgi müktesebatını doğru anlamanın yolu, kendi bilgi telakkimize sahip olmak ve ilimlerin tasnifini buna göre yapmaktır. Batıyı batının bilgi telakkisi ile anlamaya çalışmak, zahiren ne kadar karşı olunursa olunsun, batılılaşmaktır. Kendi bilgi telakkimizi ve ilimlerin tasnifini kaybettiğimiz günden beri batıyı, batının anlayış ve kaynaklarından idrak etmeye çalışıyoruz, bu çaba bizi en derin şekliyle batılılaştırıyor. Batının epistemolojik işgalinden kurtulmanın yolu, batılı bilgi telakkisine vakıf olmak değil, aksine kendi bilgi telakkimizi oluşturmak, batı da dahil olmak üzere dünyanın tüm bilgi müktesebatını kendi tasnifimize tabi kılmaktır. İslam’ın bilgi telakkisini idrak etmeli, tasnifi bununla yapmalı fakat mevcut tüm bilgi müktesebatını ihtiva edecek büyük haritayı çizmeliyiz. Kendi bilgi telakkimiz olmadan, bilgi, ilim, irfan, tefekkür gibi temel meseleleri idrak ve izah etme imkanımız olmadığı malum, bununla beraber insanlığın tüm bilgi müktesebatını tasnif edemediğimizde dünyaya bir beyanname yayınlama, insanlığa bir teklifte bulunma mefkuresi oluşturamayız. 18 * mevziine yerleştirilecektir. Bu yapıldığında sihir ilminin (yani haram ilmin) ihtiyaç olmadığını, aksine zararlı olduğunu izah etmiş oluruz. Tasnif dışı bırakılan her bilgi çeşidi ve ilim dalı, tasarrufumuz dışına çıkarılmış olur ki, ümmeti onun zararlarından muhafaza imkanı kalmaz. Tasnif dışı tutacağımız her bilgi vahidi ve ilim dalı, bizim dışımızda bir “gerçeklik” kazanıyor ve kaçınılmaz olarak bizden müstakil bir hayat alanı oluşturuyor. Hayatta bir karşılığı olduğu için de İslami anlayışın hayatı kuşatamadığı, İslam’ın dışında da bir hayatın mümkün, öyleyse laikliğin kaçınılmaz bir zaruret olduğu neticesi çıkıyor. Bu bizim kusurumuz, bizim eksikliğimiz. Yeryüzünde her kültür ikliminin ürettiği bilgi ve ilmin bizde bir izahı olduğunu gösterememek, İslam’ın hakikat olduğu temel fikrini zedeliyor. Tasnif dışı bırakmak, aynı zamanda anlamamaktır. Anlamamak, acziyettir. İslam, sonsuz bilgi ve ilim kaynağıdır, acziyet Müslümandadır. Lakin Müslümanların acziyeti İslam’a mal edilmektedir. Bu sebeple tasnif dışı bırakılan bir bilgi ve bilgi alanı bırakmamak gerekir. Anlaşılamayan bir bilgi demeti kadar hayata tuzak kuran, İslami hayatın altyapısını imha eden başka bir ihtimal yoktur. Bir bilgi çeşidi veya ilim dalının tasnif dışı tutulması, onu anlamayacağımızı ilan etmektir ki, o alanda başka bir hayat gerçekliğinin meydana gelmesine fırsat tanımaktır. Laikliğin temeli, din ile devletin birbirinden ayrılması değil, dinin; insan, hayat ve varlıkla ilgili tüm meseleleri izah edemeyeceği düşüncesidir. Bir bilginin, bilgi edinme yolunun, ilmin ve bunların tatbikatı olan amel yekununun haram kılınması, onun idrak ve izah edilmediği, idrak ve izah edilemeyeceği manasına gelmez. İzah edilmemiş bir bilgi ve fiilin haram kılınması, bilinmeyen ve anlaşılmayan bir meselenin men edilmesidir ki, bu durum dipsiz bir cahillik misalidir. Bütün Müslümanların haram kılınmış ilimlerle veya bilgi ve amel çeşitleriyle derinliğine idrak etmek için ilgilenmesi gerekmiyor, ne var ki o bilgi alanının tasnif içine alınması, izah edilmesi şart. Tasnif dışı tutulduğunda, Müslümanların (özellikle cahil veya sığ idraklilerin) yolu bir şekilde oraya düşüyor ve onunla meşgul oluyor. Tasnif dışı tutulan bilgi ve ilim çeşidi ile ilgili izah ve çerçeve olmadığı için Müslümanlar o gayya kuyusuna düşüyor. Tüm bilgi ve ilim müktesebatını dikkatli ve sıhhatli şekilde tasnif edebilmek, tüm dünyaya (gayrimüslimler dahil) teklif sunmaktır. Böylece Müslümanlar, insanlığa karşı mesuliyetlerini de yerine getirmiş olur. Batı, sadece Müslüman alemi değil tüm dünyayı işgal etmiştir, dünyanın aklına, zihnine ve kültür evrenine kadar nüfuz etmiştir. Bizim dışımızdaki dünyanın da batı tasallutundan kurtulması gerekiyor, bunu yapabilecek yani dünyaya yeni bir bilgi ve ilim telakkisi sunacak olan tek kaynak İslam, tek kadro ise Müslümanlardır. * Dünyanın tüm bilgi müktesebatını tasnif etmek, her bilgi ve ilmin makbul olduğu manasına gelmiyor. Müslümanlarda böyle bir tereddüt ve korku var, bu sebeple (ve başka sayısız sebeple) büyük tasnif haritasına ihtiyaç duymuyorlar. Makbul olmayan bilgi ve ilim türünün en uç noktası “sihir ilmi”dir ve haram kılınmıştır. Yapılacak tasnif, bunu da ihtiva edecek, kaynağı, maksadı, haram olma sebebi izah edilip, ana tasnifteki 19 * Batı, kendi ürettiği bilgi üzerindeki mutlak tasarrufunu muhakkak ki kaybediyor. Fakat bu durum, dünyada tedavül eden bilginin kahir ekseriyetinin batı mührünü taşıdığı gerçeğini değiştirmiyor. İslam kültür coğrafyası dışındaki doğu, batının bilgisini alıp kullanmaktan, onu kendi kültür ikliminde yeniden üretmekten kaçınmıyor. Bilginin üzerinde batı uygarlık mührünün bulunmasını dert etmeyen doğu, bilgiyi aynı batı gibi üretmekte, aynı batı gibi tüketmekte, aynı batı gibi kullanmakta bir sakınca görmüyor. Neden? Çünkü dünya yeterince batılılaştı, doğu meseleyi refah ve zenginlik olarak kabul etti ve bilgiyi batı gibi üretmek ve kullanmakta bir beis görmedi. Mesela kapitalist batıyla hesaplaşmak için kapitalistleşmekte hiçbir mahzur görmedi. TASNİF YOKSA TERKİP MÜMKÜN MÜDÜR? Ebubekir Sıddık Karataş İhtisaslaşmanın zirveye çıktığı günümüzde bilginin derlenip toparlanması acil ihtiyaç haline geldi. İhtisaslaşma, kendinden beklenen faydaları üretti fakat orada durmadı, teferruata kadar inen bir ihtisaslaşma bilgiyi dağıttı. Batı bilgi telakkisi, kendi içinde dağılmaya başladı, toparlayacak bir merkezi anlayış ve düşünüş yolu da kalmadı. Felsefe bilgiyi nispeten bir arada tutuyordu, felsefi krizin başladığı (yaklaşık) bir asırdan beri bilgi her türlü merkezini kaybetmeye başladı. Bugünün dünyası, tam bir bilgi kaosu içine düştü. Oysa bizim bir imanımız var, bizim bir dinimiz var. Bizim merkezi kıymetimiz dinimizdir, dünyanın zenginliğini kazanmanın kati bir yolunu gösterseler biz dinimizden vazgeçmeyiz. Biz zengin birisi olarak yaşamayı ve zengin birisi olarak ölmeyi hayal eden bir ümmet değiliz, biz mümin olarak yaşamayı ve mümin olarak ölmeyi tercih eden asil bir ümmetiz. Bu sebepledir ki biz, bilgiyi batı gibi anlamaz, batı gibi üretmez, batı gibi kullanmayız. Öyleyse bizim çok temel bir meselemiz var… Batı bunu bir müddet dert etmedi, nasıl olsa bilgiyi kendisi üretiyordu ve kendi uygarlık ve kültürünün eseriydi. Onunla dünyayı işgal ediyor, onunla dünyayı sömürüyor, onunla kendine asalet satın alıyordu. Ne var ki bilgi kaosu, yirminci asrın sonlarına doğru batıyı da vurmaya başladı. Savruk bir şekilde dünyaya dağılan bilgi, başka kültür iklimlerinde kullanılmaya, geliştirilmeye başlandı ve batıya mermi olarak dönmeye başladı. İktisadi manada mermi, askeri manada mermi, diplomatik manada mermi ila ahir… Batı, kendi bilgi telakkisi üzerindeki tüm tasarrufunu kaybetse, hatta kendi bilgi müktesebatının mutlak cahili haline gelse bile biz yine de o bilgi çeşidine, bilgi üretme sürecine, bilgi üretme melekesine dahil olmayı, mensup olmayı kabul etmeyiz. Batı aslında ipin ucunu kaçıralı çok oldu. Bilgi üzerindeki tasarrufu, mesela on dokuzuncu asırdaki kadar münhasır ve muhkem değil. Bilgi, parça parça olmak üzere başka kültür coğrafyaları tarafından üretilmeye ve kullanılmaya başlandığı günden beri batı geriliyor, zayıflıyor, her geçen gün daha yüksek hızla çöküyor. Bunlar tabii ki batının problemleridir. Bu problemin bize yansıyan tarafı bambaşka… * Bilgi üzerinde tasarruf kurmanın birinci safhası, tasnif haritasını çizmek ve bilgiyi o 20 haritaya yerleştirmektir. Ne var ki bu hamle meselenin altyapısı içindir ve nihai maksadı değildir. Bilgi üzerinde tasarruf kurmanın ikinci safhası, onu terkip etmektir. Bilgiyi terkip etmek, bilgiye mühür vurmaktır, mühür vurmak ise bilgiyi kendi medeniyetimiz adına teslim almaktır. mahirane bir terkip yapılmalı, terkip silsilesinin zirvesine medeniyet mührü vurulmalıdır. * Tevhid güzergahının mücevher ile tanzim edilmiş mücerred yolu tasavvuftur ve tasavvufun açtığı yoldan tevhide ulaşmak için kesret aleminin cümbüşünde seyahat etmek gerekmez. Ne var ki herkesin yolu tasavvufa çıkmaz veya herkesin yolunun tasavvufa çıkması için kesret alemini tarassut altına alacak, onu terkip edecek, kesret cümbüşü içinde tevhide giden bir otoban açacak bilgi telakkisini oluşturmak, ilimlerin tasnifini yapmak, mevzu haritasını çizmek gerekir. Bilgiyi terkip etmek için tasnif ve tertip etmek şarttır. Tasnif yoksa terkip imkansızdır. * İlimlerin tasnifi, terkip güzergahının ana menzilini oluşturur. Terkip, idrak seviyesi yükseldikçe yenilenen bir süreçtir. Her seviyenin terkibi vardır, olmalıdır. Terkip güzergahının en hacimli misali, “büyük terkip”tir ki, ona medeniyet tasavvuru diyoruz. İslam medeniyet tasavvuru, bilginin en hacimli terkip güzergahının zirvesidir. Bilginin derinliğine doğru terkip zirvesi, tevhid güzergahındaki “tecrit” safhasının eşiğidir. Bilgi, terkip edile edile tecrit safhasına, tecrit güzergahının müntehasında ise tenzih makamına ulaşılır. Hayat çeşitliliği sever, hatta hayatı mümkün ve daim kılan çeşitliliktir. Teklik münhasıran Cenab-ı Allah Azze ve Celle’ye aittir, dünyadaki hayat muhakkak ki kesret ve çeşitlilik üzerine bina edilmiştir. İmtihanın sırlarından birisi olan bu kesret ve çeşitlilik cümbüşü, bir taraftan muhafaza edilerek hayatın devamı temin edilir diğer taraftan onun içinde bir tevhid güzergahı açılır ve insan, nihai maksadı olan tevhide ulaşmanın yoluna sahip olur. Bilgi, derinlik istikametinde terkip silsilesine girdiğinde, adım adım lafzını kaybeder ve saf manadan ibaret hale gelir. Saf mana haline geldiği andan itibaren tecrit güzergahı başlar, orada mesafe aldığında tek manaya doğru yürür, tek mana haline geldiğinde tenzih güzergahının müntehasına ulaşmış olur ki artık tevhid ile muhatap olunur. Kainattaki çeşitlilik, varlığın tabiatına yerleştirilen ve hayatın kendisiyle mümkün kılındığı bir tecelliyattır. Çeşitlilik daim, terkip de zaruri olduğuna göre, tasnif ve tertip şarttır. Kesret aleminde tasnif ve tertip yapmamak, varlığı aynileştirme teşebbüsüdür, hayattaki karşılığı ise insan tabiatını yok etmek ve robotinsan üretmektir. Bu ihtimal İslam’ın maksadı değil, aksine İslam’ın maksadının imhasıdır. Bilgi, genişlik istikametinde terkip edilmek istendiğinde, önce tüm çeşit ve miktar olarak ortaya çıkması iktiza eder. Kesret alemindeki zenginliğe muadil bir sayı ve çeşitliliğe ulaştığında, dağılmaması için tertip ve tasnif edilir. Kesret aleminin kaynağında bulunan tevhidi hakikatin gözden ve gönülden uzaklaşmaması için, akıl almaz kesret cümbüşü içinde ebubekirsiddik2000@gmail.com 21 İlim dışındaki tüm bilgi çeşitleri ve miktarı insan tarafından üretilmiştir. İnsan tarafından üretilen bilgi ve ilmin müellifi (faili) insandır ama sanal manevralarla insandan uzaklaştırılan bilgi, insanı köleleştirmektedir. Bilgiyi (ve ilmi) insandan uzaklaştıran manevra “objektivizm”dir. Objektif bilgi yalanı, batı bilgi ve bilim telakkisinin dünya tarafından olduğu gibi kabul edilmesi, başka bir bilgi telakkisinin ortaya çıkmasının önlenmesi içindir. Batının dünya hakimiyeti için keşfettiği bu manevra, aynı zamanda en büyük başarısı ve yine en büyük hilesidir. ANA TASNİF İLİM MECRALARI Faruk Adil Bilgi ve ilim üç merkezden uzaklaşmayacak, bunlara karşı istiklalini ilan etmeyecektir. Birincisi, yani temel kaynağımız olan Mutlak İlim, ikincisi insan, üçüncüsü varlıktır. Bilgi ve ilim, bu üç merkez ile münasebetini sıhhatli tutmalı, bu merkezlerle irtibatını muhkem şekilde kurmalıdır. Bilginin insan ile münasebetinin kesilmesi, bilgideki insani cihetin ve katkının görülmez olmasını sağlamakta, böylece “hakikat” üzerinde hususi mülkiyet kurma iddiaları yaygınlaşmaktadır. Ehl-i Sünnet dışındaki merkezkaç düşüncelerde bu hastalık çok derinleşmiş durumdadır. Ümmetin on dört asırlık müktesebatını insan mamulü diye reddeden mealci güruh, kendi görüşünü hakikat diye pazarlıyor. Bunu yaparken, Kur’an-ı Kerim’i tutuş şeklinin bile bir bakış açısı olduğunu bilmeyecek kadar cahildir ve İslam’ı ilmi seviye ve kıymette anlamaktan fersahlarca uzak bedevilerdir. Ayet-i Kerime’yi asli lisanından okumanın ve o şekilde tekrar etmenin dışındaki her tavır ve kelam, insan idrakine dair bir bilgi üretimidir, meal de buna dahildir. Meali mutlaklaştıracak kadar haddini aşanlar, sayısız meal olduğunu görmemekte, birden fazla meal olmasının “tek kitabı çoğaltmak” anlamına geleceğini idrak edememektedir. Mutlak İlim ile irtibatını kesen ilim, hem ana kaynağını hem de hakikat arayışını kaybeder. Hakikat arayışı ilmin nihai maksadıdır, bu maksadı kaybeden ilmin ilk olarak “niçin” sorusunu unutur. “Niçin” sorusunu kaybeden ilim, “nasıl” sorusuyla baş başa kalır ki, “nasıl” sorusunun cevabından başka maksadı kalmayan ilim, “mümkün olan yapılmalıdır” hükmünü baş tacı yapar. Bugün batıda gelişen “pozitif bilim mecrası”, iki sorunun birini kaybetmiştir. O kadar ki, bilim adamları, “bilim niçin sorusunun cevabını araştırmaz” diyecek kadar azgınlaşmış ve mahrumiyetin farkına bile varmaktan aciz hale gelmiştir. Batı, “niçin” sorusunu felsefeye tevdi etmiş, bilimden kovmuş, felsefede krize girdiği için tek kanatlı (sorulu) bir telakkiye mahkum olmuştur. “Mümkün olan yapılmalıdır” anlayışı bilimin bünyesine bir zehir gibi nüfuz etmiş, nükleer, biyolojik, kimyevi silahlar gibi toplu imha teknolojisi geliştirilmiş, kullanılmaktan da imtina edilmemiştir. Bilginin varlık ile irtibatı kesilmemelidir. Varlıkla irtibatı kesilen bilgi muhayyel hale gelir. Varlıkla irtibatı kesilen bilgi, dünyanın tepsi gibi düz olduğunu söyleyecek kadar tuhaf savrulmalar yaşar. Bilgi ve ilim insandan uzaklaştırılmamalıdır. Bilgi, özü itibariyle insandan uzaklaştırılamaz zaten ama bazı manevralarla ve sanal olarak uzaklaştırılmakta, insan üzerinde tahakküm kurulması için kullanılmaktadır. Mutlak * 22 Bilginin üç merkezden de bağımsızlaşmaması için her birine bir mecra açılması gerekir. “Kur’an İlimleri Mecrası”, “Beşeri İlimler Mecrası” ve “Müspet İlimler Mecrası”… Fikirteknesi külliyatındaki “ilimlerin tasnifi” bahsinin izahı budur. Fikirteknesi külliyatındaki ilimlerin tasnifi bahsinde zikredilen dördüncü mecra, yani “Tevhid İlimleri Mecrası”, ubudiyet bahsinin hususi ilmi içindir. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, sadece ubudiyet bahsini izah etmemiş, kainattaki her şeyi izah etmiştir. Mutlak İlmin, maddeye kadar inen izah haritasındaki uçsuz bucaksız genişlik ve zenginlik içinde hususi bir yeri olan ubudiyet, tabii ki hususi bir ilim mecrası tarafından tetkik ve tatbik edilmelidir. aksine, “insanların tanışması için kavimler halinde yaratılmış” olmasındaki gibi tertip ve terkibin altyapısını oluşturmak içindir. İhtisaslaşmanın zirveye çıktığı günümüz dünyasında bu mesele çok mühimdir. Bilgi çözülmemeli, dağılmamalı, kaosa sebep olmamalıdır. Fakat her şeyi tek torbaya doldurmak, terkip değil, kaosun ta kendisidir. Bilginin terkip edilmesi ile çözülmesi arasında zor bir sınır var. Terkip denklemindeki en küçük maraz, neticeyi terkip değil kaos haline getiriyor. Bilgi, birbirini yok edecek kadar sıkıştırılmamalı, birbirinden ayrışacak kadar da dağılmamalıdır. Sıkıştırılan bilginin neticesi terkip değil, ya birbirini yok ederek var olma çabasına veya mahiyet değiştirerek birbirinin yerine geçmesine sebep oluyor. Her bilgi kendi merkezinde ve mevziinde kalmalı, kendi kıymetini aşağıya doğru azaltmamalı, yukarı doğru artırmamalıdır. * Her ilim mecrasının kendi içinde hem yatay hem de dikey tasnifi var. Her mecranın dikey tasnifinin zirvesinde yer alan “Terkip İlmi”, Mutlak İlmin o mecra ile ilgili hükümlerini ihtiva etmektedir. Mutlak İlmin o mecra ile ilgili terkibi hükümleri, o mecradaki tüm ilim dalları tarafından izah edilmiş olmalıdır. Terkip İlimlerinin gayesi, o sahayı Mutlak İlme bağlamaktır. Bu çerçeveden bakıldığında ilim, “Mutlak İlim”dir, Nispi İlimler ise onun tefsiri, şerhi, izahı mahiyetindedir. İlimlerin tasnifi, bilgi kaosunun tek ilacı, terkibin ise tek yoludur. Birbiriyle karışmayacak kadar tasnif edilmeli, birbirinden ayrışmaması için de “terkip ilimleri” inşa edilmelidir. * Tahlil, bilginin dağılması, savrulması değildir. Tahlilsiz idrak tabii ki imkansızdır ama tahlil yoluyla bilginin cüzlerinde ihtisaslaşıp bilgi alanlarını birbirinden müstakil hale getirmek yanlıştır. Bu sebeple ana harita tahlil yoluyla değil, tasnif yoluyla çizilecektir. İlim mecralarının her biri, Mutlak İlmin kendi sahasındaki tefsiridir. Mesela “Beşeri İlimler Mecrası”, Mutlak İlmin, insana dair temel telakkisinden başlamak üzere tüm teferruatıyla tefsirinden ibarettir. Bu irtibatı sağlayan, bu tertibi yapan, bu dokuyu ören ise “terkip ilimleri”dir. farukomaradil@gmail.com * Fikirteknesi külliyatında ana tasnif olarak kullanılan ilim mecraları, bilginin birbirinden bağımsızlaşması ve uzaklaşması için değil, 23 sanı veriyor, oryantalizmin yeni versiyonuna bakın… EPİSTEMOLOJİK İŞGALDEN KURTULMANIN YOLU Elimizde bilginin tertip ve tasnifi yok, üniversitelerin “bilimsellik” adı altında piyasaya sunduğu tertip ve tasnif, batı bilgi telakkisinin ana haritasıdır. Bilginin haritasını batıdan almak, batının çizdiği güzergahı “mecburi istikamet” olarak kabul etmektir. Batı nereye gitmemizi istiyorsa, oraya gitmekten başka bir yol bulma imkanımız kalmıyor. Bunu yapan müessesenin adı ise üniversite… Osmanlının son asrında İngiliz istihbarat servisinin ajanlar vasıtasıyla yaptığı, bilgi telakkimizi çökertmek için zihin ve kalb dünyamıza “hurafe” enjekte etme vazifesini, şimdi kendi üniversitelerimiz açıktan yapıyor, bunun adına bilim ve bilimsellik diyor. Üstelik bilgi ile meşgul olmanın tek meşru yolunun bu olduğunu iddia ederek… Selahattin Adanalı Bilginin izini süremiyoruz, çünkü bilgi bombardımanı alındayız. Bilim diyorlar, bilim adamı diyorlar, bilimsel gerçek diyorlar… Üzerimizde o kadar ağır bir psikolojik baskı kurdular ki, batının bilgi ve bilim telakkisi tek hakikat kaynağı gibi sunuluyor. Bunu dert etmeyenler, zaten kalbi ve zihni işgale uğramış olanlardır, onlar için hiçbir problem yok. İlliyet irtibatını takip edemiyoruz, çünkü bilginin üretim süreci olan bilim yok bizde. Bizde sadece, onların ifadesiyle “bilimsel bilgi” var ve buna hakikate iman eder gibi itimat etmemizi istiyorlar. Bilim, bilginin üretim sürecinin hususi şeklidir. Bilim olmayınca bilginin illiyet irtibatını geriye (bidayetine) doğru takip etmemiz imkansızlaşıyor, bunu yapamayınca bize sunulan bilgiyi kritik etme imkanı bulamıyoruz. Bilgideki illiyet irtibatını takip ettiğimizde ise ya evrime çıkıyor ya materyalizme çıkıyor. İnsan ile ilgili bir bilginin kaynağı evrim teorisi ise insandan bahsetmiyoruz, gelişmiş hayvandan bahsediyoruz demektir. Oysa biz, insanın “insan” olarak yaratıldığına inanan, tabiaten hayvandan farklı olduğunu bilen bir dine ve dünya görüşüne inanıyoruz. Bir ülkenin münevver camiası, özellikle de üniversitesi batı hayranlığından kurtulmadığı müddetçe o ülkenin istiklalini kazanması, kendini batı tasallutundan kurtarması imkansızdır. Türkiye’de, üniversite içinde ve dışında batıya kalb ve ruhundan bağlı düşünce ve bilim adamları olduğunu, bunların ise ümitsiz vaka haline geldiğini biliyoruz. Zaten mevzumuz onlar değil, esas mevzumuz, kendini Müslüman olarak tarif eden fikir ve ilim adamları… Müslüman fikir ve ilim adamlarının bir kısmının mevcut üniversite şablonundan kurtulamadığı, kurtulanların ise başka bir ilim telakkisi teşkil etmeye ve ilim mecrası açmaya muktedir olamadıkları, böyle bir hamle için ihtiyaç duyulan idrak ve istidat teçhizatına sahip olmadığı gerçeği ıstırap vericidir. Batının epistemolojik işgali, “bilimsel bilgi” makyajıyla bize kendi bilgi telakkisini zerketti. Bilim, bilimsel, bilimsel bilgi dendiğinde herkesin hazır ola geçtiği bir ülke haline geldik. Bu işgale karşı savunma hatları oluşturması beklenen üniversite, tam aksi istikamete yöneldi ve batının epistemolojik işgalinin mahfili oldu. Üstelik maaşlarını da bu ülke in- * Epistemolojik işgalden kurtuluşun tek yolu, bilginin ana haritasını kendi medeniyet tasavvurumuza uygun şekilde çıkarmaktır. Bilginin ana haritası, ilimlerin tasnifi ve mevzu 24 listesi çıkarmakla kabildir. Tabii ki üst başlık olarak medeniyet tasavvurumuz, buna bağlı olarak varlık, insan, hayat bahislerine dair temel telakkilerimiz bulunmalıdır. için, varsa eğer marifetini iltifata tabi kılmayacak, halk ve üniversite nezdindeki tüm itibarsızlığına rağmen temel meselelerle ilgilenecek, bu çerçevede bilgi haritasını en geniş şekilde çizecek, ilimlerin tasnifini en muhkem şekilde yapacak, medeniyet tasavvurunu oluşturacak ve inşa sürecini başlatacak Müslüman fikir ve ilim adamlarına ihtiyaç var. Bu meseleyi nefsinin malzeme, aklının kariyer planı yapmasına fırsat vermeden, sadece ve sadece “ahiret azığı” olarak görüp bu istikamette çalışacak bir kadro lazım. Yapılacak işin ne kadar zor, ne kadar çetin, ne kadar girift olduğunu biliyoruz. Hiç kimse bu teşebbüsün neticesinin kamil manada kendi ömrü içinde ortaya çıkmayacağını unutmasın. Muhtemeldir ki asırlara sari bir çalışmadan bahsediyoruz, bu sebeple dünyalık çerçevede iltifat, takdir, mükafat gibi meselelere meyletmeden, hayatının en azından bu kısmını ahiret hazırlığı olarak şeytanın vesvesesinden, nefsinin arzu ve heveslerinden koruyacak bir kalbi mahfazaya sarıp canla başla çalışacak bir kadro… Kadimden beri yapılageldiği gibi, ilimlerin tasnifini, sadece dini ilimler sahasında yapmak meseleyi kökünden halledecek bir teklif değil. Dünyadaki tüm bilgi müktesebatını tasnif edecek, büyük haritayı çizecek, her cadde ve sokağın İslam’a çıkmasını temin eden terkip mimarisini gerçekleştirmek şarttır. Bu meselelerden bahseden neden yok? Sadece üniversitelerde doktora tezi cinsinden ilimlerin tasnifi meselesi, tarihi seyir içinde tetkik ediliyor ve orada kalıyor. Yapılan “bilimsel çalışmalar”, her nedense kadim müktesebatımızı batı bilgi telakkisine taşımaktan, onların metotlarıyla kritik etmekten ibaret kalıyor. Bu meselelerin müşterisinin fazla olmadığı, bilim adamlarına itibar ve popülarite kazandırmadığı malum. Ama bilim dendiğinde şöhretin ne kıymeti var? Bilim, çağımızda nefsin meşgalesi, nefsin arzularını yerine getiren aleti, itibar ve ikbal metaı haline geldi. Bunları biliyoruz, mevcut vasatın bu tür ciddi çalışmalara müsaade etmediğini de anlıyoruz. Anlamadığımız mesele ise şu; akademik kariyerinin ve ikbal kaygılarının dışında, hakikat kaygısı ve arayışını hayatının merkezine oturtan birkaç yüz kişilik Müslüman fikir ve ilim adamı neden çıkmıyor? Cenab-ı Allah Azze ve Celle ile yapılan alışverişten daha karlı olan alışveriş nedir? “Talep yok” türünden mazeretler ilim ve fikir adamları için çok hafifmeşrep değil midir? Ve bilmezler mi ki, “her arz kendi talebini oluşturur”. Bu çalışmaların üniversite ikliminde şartlarının ve altyapısının olmadığı malum… Bu malumu uzun uzun izaha ihtiyaç olmadığı kanaatiyle, büyük hamlenin üniversite dışında mayalanması için uygun müesseseler ve altyapılar kurmak gerekiyor. Üniversitede mümkün olursa, mümkün olacaksa, mesela Diyanet İşleri Başkanlığının kurmak için teşebbüse geçtiği “İslam Üniversitesi” bünyesinde gerçekleştirilebilecekse, buna bir itirazımız tabii ki yok. Bizim endişemiz, mevcut üniversite anlayışının, batının bilgi telakkisinin gönüllü mahfilleri haline gelmesinden kaynaklanıyor. Bu endişemiz, Diyanet İşleri Başkanlığının kuracağı İslam Üniversitesi için de geçerli. * selehattinadanali@gmail.com Batının epistemolojik işgalinden kurtulmak ve yeniden medeniyet hamlesini başlatmak 25 luş gibi gözüken bu durumun temel sebebi, her meselede çeşitliliğin olmasıdır. Aydın ve feylosoflarının her biri, her mevzûda derin ihtilaflara düşmüş, istikrardan uzak vahdet anlayışını idrak edememişlerdir. İşte bu sebebledir ki, dualizm denilen ikicilik felsefesi Batı’da gelişmiş, böylece BİR vahidi etrafında cemiyet örgüleşememiştir. Müsbet Matematik (Riyaziye), BİR’in etrafında dairevi Oluş vetiresini inşâ eder. Batı’nın BİR’den uzak anlayışı sebebiyledir ki, matematik bugünkü dar ve sığ anlayışa hapsolmuştur. Tüm matematik 0 ve 1 rakamları etrafında ikame olunur. 0 yokluğun, 1 ise varlığın ve var oluşun remzidir. Hayat ise ya vardır, ya yoktur. (Yani ya 0, ya 1) Kâinatta olan hadiseler ise, 0 ve 1 arasında rücu eden vakıalardan ibarettir. MATEMATİK EPİSTEMOLOJİK İŞGALİN UÇ BEYİ Çağatay Haznedaroğlu Yazımızın başlığını oluşturan “Matematik Epistemolojik İşgalin Uç Beyidir” tabirindeki matematik lafzı, her sistem ve ciddi mevzûnun içini boşaltan Batı adamının matematik anlayışıdır. El attığı her meseleyi son derece basitleştiren ve ucuzlatan, korkunç istismarıyla beraber, bir o kadar da fikir hırsızı olan Batı dünyası, cehalet nisbetli cesur hamleler içine girebilen madde temelli zihnî alt yapıya sahiptir. Batı adamı, her ele aldığı meseleyi, aslından uzaklaştırmakla beraber, usûl ve tarihi silsile bilmeyen ahlaksızlığıyla, her kıymetli hazineyi hırsızvari bir sinsilikle gasp eder, gasp ettiği hazineyi ise kendi malı gibi göstermekten imtina etmez. * Batı dünyası hayır ve hasenattan yoksundur. Tüm zihnini emperyalist anlayış şekillendirmiştir. Bu sebebten ötürüdür ki, nefs humması içinde hayatlarına devam ederler. İşte bu azgın nefs sarhoşluğuyla beraber, elindeki her meseleyi, muarızlarına karşı kullanmakta mahirdirler. Bu maharetin en büyük tezahürü şüphesiz matematik temelli işgaldir. Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan, çocukvari mucitliği ile keşfettiği yapay dünya içinde kıvrandıkça buhranı artan Batı dünyasının, matematik temelli krizine şahit oluyoruz. Şanlı İslam medeniyetinin devlet planındaki son temsilcisi olan Osmanlı, bin bir hainlik ve düzenbazlıkla narkoz dolu yatağa hapsedilmiş, böylece beşeriyet, yaklaşık bir buçuk asırdır Batı adamının eline bırakılmıştır. Manayı reddederek tüm hayatı beş duyu dairesinde izaha çalışan Materyalizma gözlüğü sebebiyle ilim irfan ve hikmetten yoksun kalışı, O’nu ruh ve sinir hastası August Comte denilen adamın ve teorisinin eline bırakmıştır. 20. Asrın Batı dünyası için varoluş çağı gibi gözüktüğü bahsi tarihi bir yanılmadır. Varo- Matematik, yorum ve tefekkür mecrasından çıkarıldığı vakit, şekli (formel) çerçeveye hapsedilecektir. Şekli matematik ise laboratuvardaki tetkikat ile mutlak doğru kabul edilecek, böylece “matematik tuzağı” dediğimiz tuzağın dibine yuvarlanılacaktır. Halbuki matematik tetkik değil, terkip ilmidir. Mefhumların tepetakla edildiği günümüzde, matematiğe tetkik nazarıyla bakmak, matematik için ne hazin bir durumdur. Bu sebebledir ki, mevcut matematiği kabul edemiyoruz. Mevcudu red edişimizle beraber alternatif mate26 matik anlayışının oluşması için çalışıyoruz. Bu zor vetirede, mevcut matematiğin eksiklikleri ve yanlışlıkları gösterilmeli, bununla beraber yeni matematik anlayışı üzerine bir çok temrinler yapılmalıdır. Yukarıda belirttiğimiz üzere, mevcut matematiğe mutlak doğru muamelesi yapmak, matematik zeminli epistemolojik işgale kurban olmak demektir. Çağın en büyük tuzağı budur. Mevcut Matematik tuzağından kurtulmamız, Batı’nın bilgi telakkisinden de kurtulmamız demektir bir bakıma. “terkip ilimleri”nin kurulmasındaki zorluk, riyaziye ile nispeten aşılacaktır. (Haki Demir, Matematik-1-Matematik ve varlık) Dünyanın istikbali, birkaç tuzaktan kendini en erken kurtaran kültür havzalarında yeşerecektir. Bu tuzaklardan birisi matematik tuzaktır. Batının bu tuzaktan kurtulması mümkün değil, zira batı, matematik tuzağı, uygarlık zannedecek kadar ağlarına yakalanan bir zihni altyapıya sahiptir. Dikkat çekici olan nokta, batının matematik tuzağı, kendi kültür coğrafyası dışındaki dünyayı zapt altına almak için kullanmakta maharet sahibi olmasıdır. Batı, matematik tuzağı, tuzak olduğunu anlamaksızın bir maharet iştiyakıyla tatbik etmekte, o sahada ustalaştığı için de başka kültür coğrafyalarını zapt altına almak için kullanmaktadır. Bu durum, yakalandığı bulaşıcı hastalığı başkalarına da yaymaya benziyor. Kendisi o hastalıkla beraber yaşama temrinleri yaptığı için, yeni yakalananların paniğinden istifade etme becerisini geliştirmekten başka bir üstünlüğü yoktur ve bunu anlaması da mümkün görünmüyor. Batının ayaklarının altındaki zemini çekip almanın en kolay yolu mevcut matematiğin üzerine yürümektir. Matematik aynı zamanda modern hayat ve insan telakkisini anlamanın da en kısa ve en derin yoludur ki, matematiksiz modernite tenkitleri devasa boşluklar ihtiva etmekte ve netice vermemektedir. * Tanzimatla beraber Batılılaşma temayüllerine karşı çıkan Müslüman mütefekkirler için, matematik vazgeçilmez bir sahadır. Zira mevcut matematik, Batılı hayatın altyapısını oluşturmuştur. İçine doğduğumuz Batılı hayata yönelteceğimiz en ciddi tenkitlerden birisi, matematikle alakalıdır. Bugün itibariyle batıyla vakit kaybetmek gerekir mi? Biz bu soruyu muhakkak ki “hayır” şeklinde cevaplandırırız. Bununla birlikte batının ülkemizde, İslam aleminde ve dünyada hala ciddi ve derin etkilere sahip olduğu, bu sebeple meseleyle kerhen de olsa ilgilenmek gerektiği sabittir. Bu gereklilik aslında fikri ihtiyaçtan ziyade, Müslümanların zihni evrenindeki batı tesirini kırmak lüzumundan kaynaklanmaktadır. Bu lüzuma binaen, batıyı hem anlamak hem de temellerinde tenkit edebilmek için en fazla ihtiyacımız olan disiplin, matematiktir. Riyaziye özü itibariyle terkip ilmi olmalıdır, mevcut matematik terkip ilmi olamamıştır. Riyaziyenin terkip ilmi olarak yeniden inşa edilmesi, aynı zamanda “ilimlerin tasnifi” bahsindeki terkip ilimlerinin kurulması için bir ilmi altyapıyı hazırlayacaktır. Riyaziye bu cihetiyle fevkalade mühimdir, Batı, matematik temelli bir modern hayat üretti ama matematiğin hayatın temeline koyduğu harcın bu derece olduğunu kendisi de bilmiyor. Batı, hayatın temelini mücerret matematik tefekkürle kurmuş değil, böyle bir şeyi yapacak felsefi kudret ve telifi bir müd27 detten beri yok. Batı, mevcut matematiğin üzerine bina edilen tatbik bilimleriyle, mesela mühendisliklerle bir hayat üretti. Ne var ki bu durum hayatın temelinin matematik olduğu gerçeğini değiştirmiyor. mevcut matematikle ilgili tenkitlerimiz, batı tenkidi olarak kabul edilip, batının hala önemli olduğu vehmi oluşmasın. Öyleyse son söz olarak şunu diyebiliriz ki, mevcut matematiği tenkit zeminine oturtmak, Batı bilgi telakkisini ve batı hayat tarzını sorgulamakla alakalıdır. Matematiğin epistomolojik işgalin uç beyi olmaması için, mevcut matematik, ilmî usûl ve kaidelerle çürütülmeli, yeni matematik arayışlarına girilerek, matematiği terkip mecrasının merkezine oturtmalıdır. Batı, hayatın temelindeki matematik tesirin derinliğini ve yoğunluğunu fark etseydi, en azından felsefenin gevezeliği ile meşgul olanlar buna itiraz ederlerdi. Meseleyle ilgili itirazın azlığı, bir taraftan felsefi krizi işaretlerken diğer taraftan matematik tesirin anlaşılmadığını gösteriyor. Bu durum, batının, matematikteki büyük tuzağa kolayca düşmesini de açıklıyor, neden o tuzaktan kurtulamayacağını da… Biz mesaimizin çok azını batıya ayırmak taraftarıyız. O kadar ki yer yer temas etmek, bazen misal vermek cinsinden küçük bir mesaidir. Buna ihtiyacımızın olması ise Müslüman zihinlerin uyarılmasından ibarettir. Bizim matematik de dahil olmak üzere esas mesaimiz, kendi bilgi ve ilim telakkimizin inşasına dönüktür. Matematikle ilgili çalışmalarımız ise “riyaziye” bahsinin yeniden gündeme gelmesi, yeniden inşa edilmesi, İslam bilgi telakkisinin inşasında kullanılmasından ibarettir. Bu çerçevede olmak üzere riyaziye fevkalade mühim bahislerdendir. Mevcut matematik üzerinde yoğunlaşan tenkitlerimiz ise, batı tenkidinden ziyade bizim zihni arınmamıza dönüktür. Mevcut matematik, Türkiye ve İslam dünyasının kabul ettiği, üzerinde tartışma yapmak bir tarafa herhangi bir imal-i fikirde bulunmadığı disiplindir. Mevcut matematik tenkit edilmezse kendi (İslami) tefekkür sahamızı açma imkanımız olmadığı gibi, kendi tefekkür tarzımızı ikame etme imkanımız da yoktur. Bu sebeple 28 ların da evrensel olduğuna inanıyorum. Ve sadece bu dünya için evrensel değil, başka planetlerde ve evrenlerde yaşayan akıllı olası canlılar için de evrensel olduğunu düşünüyorum. Nokta, doğru, 1, 2, toplama ve çarpma gibi kavramlar, düzlem geometrisi, logaritma, karekökler, her şey evrenseldir, kültürel değildir. Bulunduğu dünyayı anlamaya çalışan her varlığın bu kavramları er ya da geç keşfedeceğine inanıyorum. Çünkü bu kavramlar idea olarak varlar, bizden bağımsız olarak varlar. Benim inancım bu yönde ve yıllardan beri bu düşüncelerim değişmedi. ALİ NESİN İLE MATEMATİK MÜLAKATI Metin Acıpayam METİN ACIPAYAM: Matematik, varlığı tüm özelliklerinden soyutlayarak şekillerle ifade etmek bakımından insan zihninin ürettiği en kapsamlı fikirlerden biri olarak değerlendirilebilir mi? METİN ACIPAYAM: Varlığın tabiatıyla ilişkisinden dolayı aslında matematik bir çeşit ontoloji değil midir? Ontoloji olduğunu düşünüyorsanız, nasıl bir ontolojidir? PROF. DR. ALİ NESİN: Şekil demeyelim. Hiç doğru olmaz. Matematikte şekillerin önemi yoktur. Şekiller sadece hafıza içindir, simgelerin neyi simgelediği kolaylıkla anlaşılsın siyedir. Ama matematik biçimseldir, ya da simgeseldir diyebiliriz. Ayrıca matematik sadece varlığı irdelemez. Hatta varlığı neredeyse hiç irdelemez. Matematik daha çok varlıklar arasındaki ilişkiyi irdeler. Matematikte varlığın önceliği yoktur, öncelik özelliklerde ve ilişkilerdedir. Ama bunlar çok derin konular, öyle birkaç satırda irdelenecek konular değil. Şunu söyleyebilirim: Matematik, içinde bulunduğumuz evreni akıl yoluyla ve tamamen simgesel bir mekanizmayla açıklamaya çalışan bir uğraş alanıdır. PROF. DR. ALİ NESİN: Evet, matematik bazen ontolojidir. Mesela uzun tartışmalardan sonra bugün artık hemen her matematikçi tarafından kabul edilmiş “Seçim Aksiyomu” sayesinde, varlığını hiçbir zaman somut olarak bulamayacağımız nesnelerin varlıklarını kanıtlayabiliriz. Kimse de –ben dahil- bundan rahatsız olmaz. Tabii Seçim Aksiyomu’nu kabul etmeden önce var olmanın ne demek olduğu konusunda uzun uzun düşünmek gerekir. Hiçbir zaman bulamayacağımız, göremeyeceğimiz, dokunamayacağımız bir şey var olabilir mi? Bugün matematik, evet, var olabilir diyor. Ama hiç de bariz değil ve bunun tartışmalı olabileceğini çok iyi anlıyorum. Bu anlamda matematik ontolojiktir diyebiliriz. Ama yukarıda da dediğim gibi matematik esası varlık değil, varlıklar arasındaki ilişkidir daha çok. METİN ACIPAYAM: Doğuda hikmet, batıda felsefe geleneğine bağlı olarak çalışan insan zihninin, iki kültür iklimindeki düşüncenin temellerine dair tüm farklılıklara rağmen, matematik gibi müşterek bir fikir ve ilim alanı üretmiş olması, insan tabiatındaki müşterek alanın zorlaması mıdır yoksa varlığın tabiatındaki ontolojik zorlama mıdır? METİN ACIPAYAM: (Bir) rakamı, önüne her türlü varlık cinsini yazabileceğimiz ifadedir. Bir insan, bir gezegen, bir mikrop gibi hem mahiyet olarak hem de hacim olarak her şeyi ifade etmesi mümkün bir rakam (veya işaret) özelliği taşımaktadır. Bu tecrit (soyutlama) matematik ilminin kurulabilmesi ve kullanılabilmesi için PROF. DR. ALİ NESİN: Ben matematiğin evrensel olduğuna inanıyorum. Sadece matematiğin değil, mantığın da. Hatta demokrasi, sosyalizm, dışavurumculuk gibi ideoloji ve akım29 ön şarttır muhakkak ama aynı zamanda varlıktan fazla uzaklaşmak anlamına gelmiyor mu? PROF. DR. ALİ NESİN: Başlangıç noktanın yanlış olduğunu düşünüyorum. Matematikte aşırılık yoktur. Gençliğimde senin gibi düşündüğüm oldu. Matematiğin bazı konularını gereksiz yere soyut bulup küçümsediğim oldu. Hatta daha ileri yaşlarda da oldu. Bir araştırmacı olarak bu küçük görmenin cezasını çekmiş biri olarak söylüyorum: Saygıdeğer bir matematikçinin ele aldığı bir konu, tanımladığı bir kavram, çok çok büyük bir olasılıkla dünyamızın ta kendisiyle ilgilidir. Hele bu konu ya da kavram 10-15 kadar ciddi matematikçinin çalışma alanına girmişse hiç kuşkun olmasın ki o konu ya da kavram varlığın ta kendisiyle ilgilidir ve vazgeçilmezdir. Matematik icat edilmiş bir uğraş alanı değildir. Bu, ne başlangıçta böyleydi ne de bugün öyle. PROF. DR. ALİ NESİN: Güzel soru. “Varlıktan uzaklaşmak” dedin. O zaman ben bir soru sorayım: Varlık ne demektir? Diyorsun ki “bir elma” vardır, ama “bir” yoktur, ya da “bir”, “bir elma”dan daha az vardır. Bunu neye dayanarak söylüyorsun? Eğer varlığı bu kadar somuta indirgersen aşk, cesaret, onur gibi kavramlara yer kalmaz. METİN ACIPAYAM: Matematikteki soyutlama oranının gereğinden fazla olduğunu, bu sebeple ontolojiden fazla uzaklaşıp “muhayyel” hale geldiğini düşünüyor musunuz? Bu çerçevede, “varlığın matematiği” gibi bir problemimiz olduğu düşüncesi haklı mıdır ve gündeme alınmalı mıdır? METİN ACIPAYAM: Doğrudan maddeyi tetkik ettiği iddiasındaki fizik bilimi, mevcut matematiğin ufkunda ve onun imkanlarıyla faaliyet gösteriyor. Matematiğin tecrit ayarsızlığı ile ontolojiden bağımsız şekilde oluşan epistemoloji, fizik biliminin maddeyi, “olduğu gibi” değil, matematik evrenin arzu ettiği gibi görmesine sebep olmuyor mu? PROF. DR. ALİ NESİN: İnan ki matematikte hiçbir şey fazla değildir. Ya da şöyle söyleyeyim, ciddiye alınan konular, büyük matematikçilerin ve hatta ortalama matematikçilerin ilgilendiği konularda hiçbir şey fazla değildir. Bu konular matematikçilerin seçimi değildir. Bu konular ya da kavramlar zorunlu olarak vardırlar. Paşa gönlümüz öyle istediği için değil. Onlar zaten orada varlar. Bir zaman sonra kendilerini gösteriyorlar. Ne göstermesi, ben buradayım diye bas bas bağırıyorlar. Onları görmemek gibi bir lüksümüz yok. Varlığın matematiği dediğin şey herhalde daha çok fizik olmalı. PROF. DR. ALİ NESİN: Olabilir. Sonuç olarak matematik fiziksel yapının ideal bir modelidir. Mesela matematiksel olarak her mesafeyi ikiye bölebiliriz ama fiziksel olarak her mesafeyi ikiye bölemeyiz. Matematiksel olarak zaman süreklidir ama fiziksel olarak zamanın nasıl ilerlediğini bilmiyoruz, belki zaman parçalanamayan zaman atomlarından oluşuyor. Ama matematik doğanın bu tür modellemelerine kapalı değildir ki. Yani matematik fiziğin önünde bir engel değildir. Bildiğimiz matematik her türlü modeli içinde barındıracak yapıdadır. METİN ACIPAYAM: Matematiğin, varlıktan soyutlanma derecesindeki aşırılık, ontolojiden bağımsız bir epistemoloji kurmanın yolunu açmış mıdır? Ontolojiden bağımsız bir epistemolojinin, varlığı “olduğu gibi” anlamayı engelleyecek bir muhayyile inşa ettiğini, dünyadaki fikri-felsefi farklılıkların da aslında bu temelden (temelsizlikten) kaynaklandığı düşüncesine katılır mısınız? Belki kullandığımız mantık konusunda itirazların olabilir ve o zaman cevap vermede daha fazla zorlanabilirim. Ama sormamışsın! 30 METİN ACIPAYAM: Matematik, bilimlerin altyapısını kurmakta ve bu sebeple epistemolojinin kalbini oluşturmaktadır. Matematikte yapılacak bir yanlış veya ufuk darlığı tüm bilimleri doğrudan etkiliyor. Bunlar dikkate alındığında, içinde yaşadığımız çağa bir tenkit getirmek, çağın değerlerini yeni baştan kritik etmek için mevcut matematiği, mevcut matematik tasavvuru sarsıcı şekilde eleştirmemiz gerekmiyor mu? değildir. Matematikte doğru bir tane olduğu için ve yanlış kolaylıkla ortaya çıktığı için, hiçbir matematikçi yumruğunu masaya vurmaz. Matematikçi tartışmasını bilir. Karşısındakini dinler ve karşısındakinin söylediklerine cevap verir. Ayrıca matematikçi kanıtlanamayacak önermelerin varlığını da bilir. Benim babamla tartışmalarım resmen iki matematikçinin tartışması gibidir. Siyasi bir konuda anlaşamıyoruz diyelim, yıllar sürer tartışmalarımız ve her yıl nerede ayrıştığımızı daha iyi anlarız; gün gelir ayrıştığımız noktanın felsefi bir bakış açısı olduğunu yakalarız, diyelim insanın mutluluğunu birimiz daha çok aşkta görür de, diğeri daha çok refahta. Bu aşamada tartışma biter tabii. Çünkü insna mutluluğu derecelendirilebilecek bir kavram değil, metresi yok. Söylemek istediğim matematikçi, konusu gereği musamahakârdır. Gerçekten düşünen, kendini sorgulayan insan da öyledir. Babam da öyleydi. PROF. DR. ALİ NESİN: Matematikte yanlış yapmak çok kolaydır, ben çok yaptım! Herkes yapar. Ama yanlışı kabul ettirmek hiç kolay değildir. Kimi zaman yanlış bir makale yayımlanır. Çoğu zaman bir iki yıl içinde de düzeltilir. Matematiği etkilemiş, matematikçilerin büyük zamanına neden olmuş büyük yanlışlar bilmiyorum. Bugün matematikte yanlışlığı farkedilmemiş sonuç var mı? Bilmem mümkün değil tabii, ama muhtemelen yok. Olsa ne olur? Hiçbir şey olmaz! Çünkü olası yanlışlar o kadar soyutturlar ki, herhangi bir uygulamaları olamaz. Yani teorik bir yanlıştan dolayı uçaklar düşmez, uydular çarpışmaz. Yeter ki matematiği uygulayanlar yanlış uygulamasınlar. METİN ACIPAYAM: Sosyalist ve kapitalist felsefeler, üretim araçlarının mülkiyeti konusunda tez-antitez gibi görünüyor fakat daha derine inildiğinde, mesela insan ve hayat telakkisinde her ikisi de “homo-ekonomikus” yaklaşımında birleşiyor. Bunun gibi tefekkürün kaynaklarına (illiyet irtibatı takip edilerek) inilmediğinde belli parantezlere sıkışmak kaçınılmaz hale geliyor. İdeolojiler, felsefeler, hatta düşünce kıpırdanışları, özü itibariyle bir epistemolojik kavga içindedirler. Ne ki batıda büyük filozoflar, doğuda büyük alimler dışında matematik meselesini dikkate alan kimse yok. Bütün bunlara rağmen esas kavganın matematik tasavvur ve tefekküründen kaynaklandığını düşünüyor musunuz? METİN ACIPAYAM: Matematiğin bir tefekkür çeşidi ve bilimlerin anası (veya ana bilim dalı) olduğu gerçeğine rağmen, ideolojilerin arasındaki farklılıkların milyonluk insan katliamlarına kadar giden bir çatışma kültürüne ulaşması, aslında matematiğin tabiatındaki “tecrit ayarsızlığından” kaynaklandığı, tecrit ayarsızlığından dolayı matematiğin yeterince ciddiye alınmadığı doğru mudur? Veya dünya görüşlerinin matematiği bir düşünce tarzı olarak kabul etmemesinin sebebi, matematiğin kifayetsizliği olabilir mi? PROF. DR. ALİ NESİN: Ben ortalıkta bir kavga göremiyorum, muhtemelen konuya yabancı olduğumdandır... Ama matematik meselesi sanırsam dikkate alınıyor. Matematik felsefesi bayağı canlı bir konu sayılır türdeşlerine PROF. DR. ALİ NESİN: Matematiğin insana bence en büyük katkısı, insana her an yanılgı içinde olabileceğine hazırlamasıdır. “Yanılmış olabilirim” düşüncesine sahip olmayan biri, kendinden kuşku duymayan biri matematikçi 31 göre. Ama tabii konu metafiziğe değiyor netice itibariyle, yani çok zor. Hele önemli bir atılım, çok yeni bir söz söylemek imkânsız. sının sebebini, sosyal olayların (hayatın) tabiatında aramak yerine matematiğin tabiatında aramamız gerekmiyor mu? METİN ACIPAYAM: Matematikteki “tecritsoyutlama” ayarının fazla olması, varlıkla (ve tabii ki ontolojiyle) irtibatını zayıflatmakta, dolayısıyla muhayyel hale gelmekte, bu sebeplerle de “akli ilimlerden” kabul edilmektedir. Bu özelliği birçok anlamda işe yarıyor ve matematiği kullanılabilir hale getiriyor. Ne var ki tam da bu özelliğinden dolayı hayattan uzaklaştırmış olmuyor mu? PROF. DR. ALİ NESİN: Matematik çok çok karmaşık olayları inceleyemez. Bu yüzden matematik sadeleştirir, çok önemli olmayan ayrıntıları, verileri atar, olayları ideal bir ortamda ve analiz edebileceği kadar veriyle hayal eder. Tabii konu geliştikçe veri sayısı artabilir ama matematik hiçbir zaman sosyal ve doğal olayları yüzdeyüz bir gerçeklikle analiz edemez. Bunun tersini düşünmek determinizmdir ve insanın doğaya ve topluma hakim olabileceğini düşünmektir. Sosyal olayların bir başka ayrıcalığı daha var. Sosyal olaylarda insan iradesi var. İnsan iradesi ise matematiğe gelmez. Gelir ama bir yere kadar. Örneğin bugün Türkiye’de seçimler var. Çıkacak sonucu yüzde yüz doğrulukla kim tahmin edebilir ki? Tüm seçmenlere sorsan bile tahmin edemezsin çünkü son anda fikir değiştirenler olacaktır. PROF. DR. ALİ NESİN: Hayır. Daha önce de söyledim. Matematik, en soyut haliyle bile hayatın tam içindedir. Bu söylediğim bir kanı, bir izlenim filan değil, gerçeğin ta kendisi. Yüzyıllardır kanıtlanamamış teoemler bu had safhada soyutlanma sayesinde kanıtlanıyor. Matematikte soyutlama, snattaki soyutlamadan farklıdır. Matematikte soyutlama genelleme demektir. Bir teoremi ya da bir kavramı ne kadar genellersen kaçınılmaz olarak o kadar soyutlamış oluyorsun. Genel önermelerin kanıtı ise özel önermelerden çok daha kolaydır. Başka türlü düşünülemez, çünkü bir önerme ne kadar genelse, yani ne kadar çok uygulama alanı varsa, o önermeyi kanıtlamak için o kadar az bilgimiz vardır ve tabii ki az bilgiyle daha kolay kanıt yapılır. Örneğin tüm canlıların sindirim sistemiyle ilgili bir önerme, ineklerin geviş getirmeleriyle ilgili bir önermeden daha kolay kanıtlanır. METİN ACIPAYAM: Sosyal matematik biliminin kurulması, matematiğin “normativist” özelliğine mukabil hayatın girift özelliğinden dolayı düşünülememektedir. Bu durum matematikteki aşırı soyutlama meselesinden doğan bir problem değil midir? Matematik tefekkürün zayıflaması, başka bir matematiğin imkansızlığını zihin ve akıllara dayatmıyor mu? PROF. DR. ALİ NESİN: Tek cümle ile söyleyecem olursam, Hayır! METİN ACIPAYAM: Matematiği bir yönüyle bilim olarak başka bir yönüyle de “tefekkür alanı” olarak kabul etmek daha doğru olmaz mı? Böylece matematik üzerindeki çalışmaların devamını temin etmiş oluruz ki, böylece başka matematik sistemler kurmanın yolunu açmış olmaz mıyız? METİN ACIPAYAM: Matematik özü itibariyle “varlığın matematiği”dir, kuruluş temeli odur. Tecrit ayarı fazla kaçırıldığı için varlıktan uzaklaşması, varlıktan çok daha girift olan hayattan daha fazla uzaklaşmasını zaruret haline getirmiyor mu? Bu sebeple “varlığın-nesnenin” matematiği nispeten kurulabilmiş olmasına rağmen, “sosyal matematik” bir türlü kurulamamaktadır. Sosyal matematiğin kurulamama32 PROF. DR. ALİ NESİN: Matematik sistemi dediğin kümeler kuramıdır. Her matematiksel teori kümeler kuramının içinde yer alır, ya da alabilir. Yani kümeler kuramı bugüne kadar yapılmış matematik için yeterince güçlüdür. Kümeler kuramının bize yakında yetmeyeceğine dair herhangi bir emare de yoktur. PROF. DR. ALİ NESİN: Matematik her zaman bilimlerin önünde değildir. Bazen de arkasındadır. Matematik, hangi bilimde neye ihtiyaç olacağını her zaman önceden kestiremez. Mesela bilgisayar ve internet sayesinde matematik yeni uğraş alanları kazanmıştır, ya da pek önemli olmayanlar önemli hale gelmiş ve derinleşmiştir. Hatta bazı matematiksel önermelerin doğruluğu önce fizikçiler tarafından anlaşılmıştır. Geçmişte matematik çok daha fazla bilimlerin gerisindeydi, bugün daha az öyle. Tabii bu dediğimin de bir veriyle desteklenmesi lazım, söylediklerim sadece hislerimin sonucu. METİN ACIPAYAM: Bilgi alanlarından birini bilim alanı olarak tespit ettiğimizde onu nispeten donduruyor ve sınırlıyoruz, bilimlerin ana dili veya müşterek dili olarak tarif ettiğimiz matematiği, öneminden dolayı üzerinde düşünülemez bilim dalı haline yani tabu haline getirmiş değil miyiz? METİN ACIPAYAM: Her bilim dalının merkezi özelliği tefekkürdür fakat matematik tefekkürün bizzat kendisidir. Matematik, tabiatı gereği “soyut düşünce” yani saf düşüncedir. Türkiye’deki tefekkür krizini, matematik alakasının zayıflığında aramak gerekir mi? PROF. DR. ALİ NESİN: Matematiğin bu konuda herhangi bir suçu ya da sorumluluğu olduğunu sanmıyorum. METİN ACIPAYAM: Matematik, bilimler içinde uzun süredir en az keşif yapılan, en az gelişme yaşanan bir bilim dalı haline gelmiş gibi görünüyor, bunun sebebi soyutlamadaki aşırılık ve tabu haline getirilme oranının fazlalığı mıdır, başka sebepleri de var mıdır? PROF. DR. ALİ NESİN: Hiç kuşkusuz matematik düşünmeyi ve “doğru” düşünmeyi öğretir. Her uğraş alanı düşünme gerektirir, ama dediğiniz gibi matematik saf düşüncedir, tamamen zihinseldir. Liselerde matematik dersinin sevilmiyor oluşu kuşkusuz düşünme yetimizi köreltmektedir. Ama matematik kadar Türkçe de önemlidir düşünmek için. Okuduğunu anlamak ve anladığını doğru ifade etmek... O kadar önemlidir ki... Matematikten daha önemlidir. Üniversiteye geçmiş matematik öğrencilerinin en büyük eksikliği okumak ve yazmak. Sosyal medyada da çok görülüyor bu eksiklik. PROF. DR. ALİ NESİN: Hiç sanmıyorum. Her yıl onbinlerce makale yayımlanıyor matematikte. Her geçen yıl buluş sayısı artıyor. Bu savınızı bir veriyle gerekçelendirmeniz lazım, doğru olduğunu hiç sanmıyorum. METİN ACIPAYAM: Matematikteki gelişmenin durması tüm bilim dallarındaki gelişmeyi durduruyor veya yavaşlatıyor. Mesela fizik bilimindeki gelişmelerin yirminci asrın başında kalması, hala yirminci asrın başındaki keşiflerin (mesela kuantum fiziğinin) teferruatıyla ilgilenmesi, aslında matematikteki zafiyetten kaynaklanmıyor mu? Yani matematik biliminin hacmi ve ufku artık pozitif bilimlerin hapishanesi haline gelmiş değil midir? METİN ACIPAYAM: Mücerred tefekkür (soyut düşünce) krizi diye tarif edebileceğimiz Türkiye’nin (ve dünyanın) durumu, matematikte gerçekleştirilecek bir hamleyle aşılabilir mi? PROF. DR. ALİ NESİN: Hayır, hiçbir biçimde. Hayat matematiğe sığamayacak kadar karmaşık. 33 METİN ACIPAYAM: Matematik mevcut ilimler içinde mücerred tefekküre en uygun bilim dalı olduğuna göre, bu konuda matematikçilerin yapması gereken işler nedir? renmeyi, öğrenci olmayı unutuyorlar. Kendilerini tazelemedikleri için, üstüne üstlük bir de özgür olmadıkları için ne kendilerini ne de işlerini sevebiliyorlar. Genç öğretmenler biraz daha idealist, biraz daha enerjik oluyorlar. Ama en fazla beş yılda yıpranıp hayata ve öğrencilere küsüyorlar. Dolayısıyla iyi öğretmen de olamıyorlar. PROF. DR. ALİ NESİN: Matematikçiler matematik yapsınlar. Matematik için fildişi kule gerekir. Bir de benim gibi, az sayıda da olsa, araştırmadan elini eteğini çekmiş, kendini matematik eğitimine verenler vardır. Herkes elinden gelenin biraz daha fazlasını yapmalı! METİN ACIPAYAM: Teşekkür ederiz PROF. DR. ALİ NESİN: Rica ederim METİN ACIPAYAM: Matematiğin bir formüller bilimi olmaktan çıkarılması, bir tefekkür tarzı haline getirilmesi yapılacak ilk iş gibi görünmektedir, bunu gerçekleştirmenin yol haritası ancak matematikçiler tarafından hazırlanabilir, nasıl bir yol haritası tavsiye edersiniz? PROF. DR. ALİ NESİN: Eğer ülkeye özgürlük gelirse, o zaman matematik okullarda farklı biçimlerde, farklı ihtiyaçlara cevap verecek, farklı duyarlıklara, farklı zekâlara seslenebilecek biçimde anlatılabilir. Bugün aynı yaşta ve aynı sınıftaki 2 milyon öğrenciye tek bir müfredat, tek bir sınav, tek bir öğretmen tipi, tek bir eğitim felsefesi, tek bir bina tipi, tek bir her şey sunuluyor. Böyle bir eğitim sisteminde ne matematik eğitimi başarılı olabilir ne de beden eğitimi. Olmuyor da, halimiz ortada. METİN ACIPAYAM: Ülkede bir düşünce seferberliği başlatılacak olsa, bu seferberliğin karargahlarından birisi matematik olsa gerek, nasıl bir karargah kurulabilir, nelere ihtiyaç duyar? PROF. DR. ALİ NESİN: Öğretmene tabii ki. Eğitimin ana malzemesi öğretmendir. Sistem ne kadar kötü olursa olsun, öğretmende iş varsa bir şeyler öğretir. Doğruya doğru: Türkiye’de öğretmenlerin seviyesi ne yazık ki çok düşük. Okulardan zaten zayıf mezun oluyorlar, ama daha sonra da kendilerini geliştirmiyorlar. Öğ34 ilimlerin tasnifi gibi altyapılarımızın dışında bir dünya gelişti, hayat da bu altyapıya göre yeniden inşa edildi. Bu altüst oluştan itimat merkezleri de payını aldı ve “bilgi mutemetleri” din alimleri olmaktan çıktı ve pozitif bilim mütehassısları haline geldi. İnsanlar (Müslümanların ciddi bir kısmı da), mutemet bilginin mevcut ve batı kaynaklı bilimler, bilgi mutemetlerinin de o bilim dallarındaki ihtisas sahipleri olduğuna kanaat getirdi. Bir fizik profesörü, fizik bilimine dair meselelerde “mutlak otorite” kabul edildi, hitabı böyle dinlendi, yazıları böyle okundu. Fizik, batıda, felsefenin de krize girmesinden sonra “ontoloji” inşasını üstlenen bilgi disiplini oldu. Ontoloji (varlık telakkisi) ise, bizim mevzu haritamızda “tevhid” bahsinin mütemmimidir. Umumi manada mahlukatın, hususi manada maddenin hakikatini ve hududunu doğru tespit edemediğimiz her ihtimalde tevhid bahsi zedelenmektedir. Zira tevhid bahsinin ana mikyası, Cenab-ı Allah Azze ve Celle ile “mahlukat” arasındaki hudut ve münasebet meselesidir. Materyalist ontoloji inşasının temel aleti haline gelen fizik bilimini mutemet bilgi ve fizikçiyi bilgi mutemedi olarak görmek bir Müslüman için, İslam’ın temeli olan tevhidi imha etmenin en sinsi ve en derin manevrasına teslim olmaktır. Tabii ki mesele bu misalden ibaret değil. Fizik misali üzerinden anlatmaya çalıştığımız husus, ilimlerin tasnifini yapamadığımız takdirde “itimat mercii” meselesini halledemeyeceğimizdir. TASNİF YOKSA “İTİMAT MERCİİ” YOKTUR Ahmet Selçuki İlimlerin tasnifinin bize kazandıracağı mühim meselelerden birisi de “itimat mercii” bahsinin tespitidir. Malum olduğu üzere tasnif üstü tasnif olarak tespit ettiğimiz ana mikyasımız, “Mutlak İlim-Nispi İlim” meselesidir. Mutlak İlim bahsi aynı zamanda “iman mevzuu”, Nispi İlim bahsi ise “itimat mevzuu”dur. Üst tasnif olarak tespit ettiğimiz Mutlak İlim-Nispi İlim mikyası, iman ve itimat mevzuunun ana tertibini göstermekle birlikte, itimat mevzuunun daha teferruatlı tasnif ve tespitlere ihtiyacı olduğu unutulmamalıdır. * Madde ile meşgul olan “Müspet İlimler Mecrası”, bundan birkaç asır öncesine kadar tüm dünyada ilerlemiş değildi ve bu alandaki bilgi müktesebatı doğusu ve batısıyla fevkalade azdı. Hal böyle olunca ilimlerin tasnifinde mesela fizik bilimi çok ciddi bir yer tutmuyordu ve bu bilim dinin esasına dair hiçbir şey söylemiyordu. Bugün ise ateizm (materyalizm) fizik bilimi üzerinden ilerliyor ve kendini izah etmeye çalışıyor. Batıda fizikçiler (özellikle teorik fizikçiler) “her şeyin teorisini” kurmak gibi büyük iddialardan bahsediyorlar ve o teorinin içinde, kendi ifadeleriyle “Tanrı” bahsi geçmiyor. Hal böyle olunca, Cenab-ı Allah Azze ve Celle’nin varlığı meselesi, “Kelam İlmi”nin çerçevesinden çıkıp, batıda pozitif bilim mecrasının ana konularından birisi haline geldi. * Medresenin sıhhatli şekilde vazifesini sürdürdüğü eski devirlerde bilinen birçok mevzu şimdi meçhule karıştı. Bir taraftan usul ilimlerine dönük cahillik ve hassasiyetsizlik diğer taraftan ilim dallarının tasnif ve tariflerine dönük bilgisizlik, hangi ilmin ne ile meşgul olduğunu, hangi alimin salahiyet hududunun nerede bulunduğunu unutturdu. Eskiden “Müfessir”, “Muhaddis” gibi her ilmin alimi o ilim ile zikredilirken, şimdi sadece “alim” kelimesi kullanılmaya başlandı. Alim kelimesinin bile unutulduğu ve yerine akademik Batının bilim telakkisi dünyayı işgal edince, “mevzu haritası”nın ana tasnifleri değişti. Bizim tarihi müktesebatımızdaki mevzu haritası, 35 unvanlar olan profesör, doçent, doktor gibi kelimelerin kullanılmasından bahsetmiyoruz bile. Bu sebeple, tarifi olmayan, çerçevesi çizilmeyen, sınırları tespit edilmeyen “alim” kelimesi, “Nispi İlimler”in tamamında salahiyet sahibiymiş gibi görünüyor. Her ne kadar “hadis profesörü” gibi isimlendirmeler kullanılsa da, herkes her mevzuu konuştuğu gibi, herkesin her mevzuu konuşması normalmiş gibi dinlendiği görülüyor. Bu durum, itimat mercilerimizi kaybettiğimizi gösterir, bu sebeple de bilgi kaosunda debelenmekten bir türlü kurtulamadığımız bir vasata mahkum olduk. böyle görülmezse ilim tahsili imkansızdır. Talebenin yaşı kaç olursa olsun, bir ilmin tahsiline yeni başlıyorsa o kişi müderrisine teslim olmalıdır. Teslim olmak, “itimat mercii”ne itimat etmektir. İman mevzuu ile itimat mevzuu, bunlara bağlı olarak itimat mercii meselesi izah edilmez, ana tasnifte yerine oturtulmazsa, hem ilim ve tedrisat imkansızlaşacaktır hem de itimat ile iman birbirine karışacaktır. “Mürid şeyhinin elinde, gassalın elindeki ölü gibi olmalıdır” hikmeti, sadece tasavvufun adabından zannedilir. İlmin ne olduğu, tedrisatın nasıl mümkün olacağı gibi meseleler unutulunca, müderris ile talebe arasındaki münasebet de meçhule gömüldü. Hadis ilminin tahsiline yeni başlayan bir Müslüman, elli yaşında bile olsa, o ilmin müderrisiyle tartışabilir mi, tartışmalı mıdır? O ilimde bir seviyeye çıkana kadar müderrise teslim olmaktan başka bir yol var mıdır? Medreseler kaldırıldığı için görünmez hale geldi, tasavvuf merkezleri hala devam ettiği için görünür halde. Bu sebeple aslında medresedeki tedrisatta cari olan “Üstad-talebe” münasebeti ile tasavvuftaki “Şeyh-mürid” münasebeti aynıdır ama mesele tasavvuf üzerinden tenkit edilir oldu. Medreseler devam etseydi veya yeniden kurulsa aynı tatbikat orada görülecek, dolayısıyla bazı Müslümanlar medreseye de gitmeyecektir. Kaldı ki bu mesele sadece İslami tedrisatta değil, mesela batıdaki matematik tedrisatında da aynıdır. Müderristalebe münasebetini bilmeyenler talebe olma ehliyetinde bile değildir ama onlara sorarsanız en büyük alimlerden bile daha iyi anlıyor ve daha fazla biliyorlar. Komedinin bu kadarı da fazla… İtimat mercilerimizi kaybettiğimiz için, nevzuhur ve merkezkaç düşünceler, mesela mealciler zuhur etti. Mealciler, bilgi, bilgi telakkisi, ilim, ilimlerin tasnifi, itimat mercii gibi temel meselelerin tamamının mutlak cahili oldukları için, itimat merkezlerimizi (ve mercilerimizi) tamamen imha etmekle meşgul bir ihanet hareketidir. Ne var ki Müslümanların elinde “büyük harita” olmadığı, kalmadığı, yenisi de çizilemediği için mealci cahillerin tesirine açık hale gelindi. * “Kişi bilmediğinin cahilidir” hikmetince, ne kadar büyük alim veya mütefekkir olunsa da, hem iktisap edilen bilgi miktarının sınırlı olması hem de idrak istidat ve imkanlarının sınırlı olması cihetiyle, hiç kimse her mevzuda ve mutlak mutemet değildir. Hiçbir ilim ve fikir adamı, mutlak itimat mercii değildir, zira iman mevzuu mutlak, itimat mevzuu zaten nispidir. Bu sebepledir ki “itimat mercii” bahsi, Mutlak İlim içinde değil, Nispi İlimler çerçevesinde mevzuu edilmektedir. İlimlerin tasnifini yapamadığımızda “itimat merci” yoktur, “kime, nasıl ve ne kadar itimat edileceğine” dair sorular muallakta kalır ve insanların müfekkiresinde değil muhayyilesinde yer bulur. ahmetselcuki2012@gmail.com İtimat mercii bahsi fevkalade mühimdir. İtimat mercii, bir yerde alimdir, bir yerde mütefekkirdir, bir yerde müderristir. Özellikle tedrisat bahsinde müderrisin itimat mercii olması kaçınılmazdır zira müderris itimat mercii değilse, 36 olarak aklı da ana kaynaktan (kitap ve sünnetten) müstakil bir kaynak haline getirmektedir. Mutlak İlim olan Kitap ve Sünnet olmadan kainat anlaşılabilecekse, bunu da akıl yapabilecekse, vahiy ve Risalet ihtiyacı izah edilemez hale gelir. Veya en azından Vahiy ve Risalet dışında bir ilim mecrası olabileceği, böylece düalist ve eklektik bir ilim telakkisinin mümkün olduğu neticesi çıkar. Unutulmamalıdır ki şirkin ana sebebi, kaynak şirkidir ve günümüzde şirke yol açan en yaygın sebeptir. KUR’AN İLİMLERİ MECRASI Abdullah Tatlı Kur’an ilimleri mecrası, Sünnet-i Seniyyeyi de ihtiva eden “mutlak ilim” bahsini esas alır. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye hem mutlak ilimdir hem de ilmin mutlak ve nihai kaynağıdır. Bu cihetle ilmin tek ve şeriksiz kaynağıdır. Tevhid bahsinde, nasıl ki açık veya gizli şekilde başka bir ilah edinmek men edilmiştir, onun gibi İslam ilim telakkisinde de kaynak vahdeti vardır ve şeriki olmayan kaynak, “mutlak ilim” olmak cihetiyle Kitap ve Sünnettir. Aklın kainattan (malumdan) bazı bilgiler devşirmesi mümkündür. Bilgi ile ilim arasındaki fark gözden kaçırıldığında, aklın ve varlığın müstakil ilim kaynağı haline getirilmesi mümkündür. İslam ilim telakkisi, akıl veya başka bir yolla elde edilen hiçbir bilgiyi, Kur’an ilimleri mecrasında hesaba çekmeden, Kur’an ilimleri mecrası tarafından tertip ve tanzim edilmeden, Kur’an ilimleri mecrası tarafından yeniden yoğrulup terkip edilmeden “ilim” muamelesi yapmaz. Kur’an ilimleri mecrası tarafından hesaba çekilmeyen bilgiye ilim muamelesi yapılmaya başlandığı andan itibaren, önce İslam dışında bir ilmin olabileceği, sonra İslam ile ilim arasında tenakuz ihtimali, nihayet birbirinden müstakil ve birbirini tekzip edebilecek iki mecranın zuhur edebileceği kabul edilir. Bu hal, önce Hıristiyanlık, sonra felsefeyle ilgili bir problemdir ve asla bize ait bir mesele değildir. Kaynak şirki bahsi fevkalade mühimdir. Hem kadimde hem de günümüzde, “nakli ilimler” ve “akli ilimler” türünden bahis ve tasniflere rastlanmaktadır. Böyle bir bakış ve anlayış, aklı “kaynak” haline getirdiği için marazidir. Akıl, ilmin kaynağı değil, ilmi idrak, izah ve tatbik edecek anlama melekesidir, yani alettir. Alet, esas yerine ikame edilmez, edilemez. Aklı ilmin kaynağı haline getirmek, hem ilmin ve malumun ne olduğunu hem de insan telakkisini idrak zafiyetinden kaynaklanır. Kadimdeki nakli ve akli ilimler bahsi ve tasnifi günümüzde umumiyetle doğru anlaşılmamakta, bugünkü idrak seviyesiyle nakli ve akli ilimler meselesi tamamen mecrasından saptırılmaktadır. Bu meselenin mütemmimi cinsinden olan ve merkezinden uzaklaştırılan başka bir bahis ise “tekevvün ayetleri” ismiyle zikredilen ve nakli-akli ilim tasnifinde olduğu gibi kaynak şirkine yol açan mevzudur. * Kaynak şirki bahsinde yanlış anlaşılan ölçülerden birisi de, “İlim maluma tabidir” hikmetinde kendini gösterir. Kadimden habersiz olan nevzuhur yaklaşımlar, mutlak ilme ihtiyaç duymaksızın “ilim maluma tabidir” hikmetini, batının pozitif bilimleriyle telif edecek kadar merkezden uzaklaşmaktadır. “İlim maluma tabidir” ölçüsünü, batılı bilim telakkisi olan pozitif bilimlerin, malumu esas alarak ilim imal ettiği kanaatine varacak kadar makbul Malum, yani yaratılmış varlık alem bilginin kaynağıdır muhakkak ama bunu ilmin müstakil kaynağı haline getirmek, kaçınılmaz 37 görmeye başladıklarına şahit oluyoruz. Bunların başka bir alameti farikası da, felsefeye “hikmet” muamelesi de yapmaktır. Mevzu bir derece derinleştirildiğinde ortaya çıkan durum şudur; Mahlukat alemi yaratılmış, ne kadar sonra Allah Azze ve Celle varlığın izahını da ihtiva eden Kelam-ı Kerimini inzal etmiş gibi anlaşılmaktadır. Yani Kur’an-ı Kerim, varlığın yaratılmasından sonra beyan edilmiş zannı (belki vehmi) oluşmaktadır. Oysa meselenin bidayetine gidildiğinde “kelam” ve tabii ki “ilim” öncedir. Allah Azze ve Celle’nin ilmi sonsuzdur ve kainatı yaratmayı murad etmeden önce mevcuttur. Zaten yaratma fiili, sonsuz ilminin tecelli ve taayyününden ibarettir. Demek ki Kelam-ı Kerim, kainattan öncedir, demek ki kainat Kelam-ı Kerime uygun şekilde yaratılmıştır. İlliyet irtibatı da böyle olduğuna göre, kainat, Kelam-ı Kerimin tecellisinden başka bir şey değildir. Öyleyse kitap kainata mukaddemdir. Mevzuun sığ idraklerde problem haline geldiği nokta şurasıdır; Kur’an-ı Kerim Allah Azze ve Celle’nin beyanıdır, kainat ise yine O’nun yarattığı varlık alemidir. Öyleyse bunlar arasında tenakuz olması gerekmez. Evet vakıa aynen böyledir, ikisi arasında herhangi bir tenakuz yoktur, olması da muhaldir. Fakat buradan hareketle, mutlak ilimden (kitap ve sünnetten) bağımsızlaşmak, bağımsızlaşmanın neticesi olarak pozitif bilim telakkisinin doğru yolda olduğunu düşünmek, hele de İslam’ın bilimle çelişmediği, çelişmeyeceği iddiası ile Allah’ın dinini pozitif bilimlere teyit ettirmeye çalışmak, çok vahim neticelere ulaşmaktadır. Bu tür yaklaşımlar, aklın yalnız başına hakikati bulabileceği iddiasının “bilimsellikle” süslenmiş halidir ve İslam’dan uzaklaşmanın bin bir çeşit yolundan biridir. Dinin bilime uygun olduğundan bahseden her yaklaşım, Allah’ın dinini anlamamış sığ kavrayıştan ibarettir. Söylenecek nihai söz, ilmin (ve bilimin) Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyeye uygun olması gerektiğidir. Bu manada Kur’an ilimleri mecrası, tek ilim mecrasıdır ve Haki Beyin yaptığı dörtlü tasnifteki diğer ilim mecraları (Tevhid ilimleri mecrası, beşeri ilimler mecrası, müspet ilimler mecrası) bu mecraya tabidir, bu mecranın tasarrufu ve tarassudu altındadır. Pozitif bilim materyalizmi esas aldığı için çok dar bir hacme (ve ufka) sahiptir. Varlığı maddeden ibaret görmek ve pozitif bilim telakkisini de tek ilim mecrası olarak ya da hakikati bulabilecek bir yol olduğunu kabul etmek; insan, akıl, idrak bahislerini anlamamak manasına geldiği gibi, vahyin neden indiğini de anlamamaktır. Vahiy ve Risalet olmadan varlık ve onda tecelliye gelen hakikat anlaşılabilecekse, insanın kendi haline bırakılması gerekirdi. Kur’an ilimleri mecrası doğru anlaşılmadığı takdirde, merkezkaç düşünceler kendine fırsat ve imkan alanı bulacak, İslami anlayışlar kaçınılmaz olarak eklektik hale gelecektir. Tefekkürde felsefenin, ilimde pozitif ilmin tesirinden kurtulma imkanı oluşmayacak, kendi mihrakımıza bağlanmamız zorlaşacaktır. Dünyada birçok varlık, insan ve hayat telakkisi olduğu aşikardır. Bu çeşitliliğin temel sebebi de bilgi telakkisidir ve akıl denilen aletin mutlak doğruyu keşfetmekteki zafiyetidir. Buna rağmen “İlim maluma tabidir” ölçüsünü, İslam ilim telakkisi için tek nispet kabul etmek, meselenin idrak ve izahını imkansızlaştırır. abdullahtatli1@gmail.com * 38 itibariyle tevhidi ihtiva eder. Tevhid, Allah Azze ve Celle’nin vahidiyet ve ehadiyetini tanımak, insanın zihni ve kalbi evreninde buna aykırı hiçbir unsur ve iz bırakmamak, hayatı da buna uygun olarak yaşamaktır. Öyleyse tevhid, mümin kul ile Allah Azze ve Celle arasındaki hususi bir münasebet çeşididir. Mümin, kalbiruhi, zihni-akli, fiili-ameli sahada tevhid üzere olmak, hayat boyu tevhid üzere kalmakla mükelleftir. Namaz bunun içindir, oruç bunun içindir, ilim bunun içindir, cihat bunun içindir ila ahir… TEVHİD İLİMLERİ MECRASI Ahmet Kamil Tuncer İslam ilim mecraları içinde idrak ve izahı en zor olanı “Tevhid ilimleri mecrası”dır. Bu bahis birçok açıdan zorluk taşır; öncelikle ana mecra olan Kur’an ilimleri mecrasının kalbi olmasından, sonra tevhidi mevzu edinmesinden, daha sonra da akılla idrak ve izah etme imkansızlığından… Bu kadar çok sebeple zor olan bir mevzuda, derinliğine izah çabasına girmeyeceğimizi ifade edelim. Kesret aleminin ortasına bırakılmış insan için tevhid üzere olmak ve kalmak fevkalade zordur. Tüm ilim ve amelin merkezi mevzusu ve nihai maksadı tevhiddir. Ve tevhid, kesintisiz bir haldir, böyle olmalıdır. Mevzuun ne kadar çetin ve kuşatıcı olduğu dikkate alındığında hususi bir ilim sahası olduğu anlaşılır. Kur’an ilimleri mecrasının merkezinde bulunan tevhid ilimleri mecrası, muhakkak ki mutlak ilim (kitap ve sünnet) tarafından en hassas şekilde ihata edilmiştir. Mevzu doğrudan tevhid (yani hakikat) olduğu için, ilmin ve halin zirvesidir. Malumdur ki zirveye doğru çıktıkça ölçüler keskinleşir, incelir, hassaslaşır. Bu sebeple hata yapma ihtimali arttığı gibi, hata yapma payı da azalır. Mevzu tevhid olduğu için, küçük hatalar bile büyük zararlar ve hasarlar verme istidadına sahiptir. Zaten bu sebeple olmalı, tevhid ilimleri mecrasında (tasavvufta), hususi usuller ihdas edilmiştir. Ameldeki yanlış günaha, tevhiddeki yanlış ise şirke sebeptir. Fıkıhtaki (tabii olarak ameldeki) yanlışlar, tevhiddeki (yani imandaki) yanlışların yanında muhakkak ki daha kıymetsizdir. Her şeyin nihai maksadı tevhid olduğu için, her şey tevhide ayarlı şekilde idrak edilir, izah edilir, tatbik edilir. Bu sebeple tevhid ilimleri mecrası, her şeyi muhitten değil, merkezinden, kalbinden kuşatmıştır. Mevzuun zorluklarından birisi de burasıdır, Kur’an ilimleri mecrası her şeyi her cihetiyle kuşatmış, akıl ise muhitten kuşattığını anlama istidadına sahip kılınmıştır. Kur’an ilimleri mecrasının her şeyi her cihetten kuşatmış olması, hem merkezinde tüm meseleleri tarassut altında tutmayı hem de muhitten çerçevelemiş olmasını gerektirir, vakıa da böyledir. İşte Kur’an ilimleri mecrasının her şeyi kalbinden (merkezinden) tarassut altına aldığı ilim mecrasının adı, tevhid ilimleri mecrasıdır. * İslam’ın tüm ölçüleri tevhid ile alakalıdır. Bir kısmı doğrudan tevhidi izah ve ikame etmek içindir, bir kısmı tevhidin insanın zihni ve kalbi evrenindeki tertip ve tanzimi, bir kısmı ise hayatın altyapısını tevhide uygun şekilde inşa etmek içindir. Doğrudan tevhid ile alakalı gibi görünmeyen İslami ölçüler de nihai maksat * Tevhid ilimleri mecrası, İslam ilim telakkisinin akıl üstü sahayı (yani maverayı) tercih ettiği için, murakabe vasıtası olarak kullanılan mikyasların da akıl üstü olmasını ilzam 39 eder. Bu nokta, tevhid ilimleri mecrasının Kur’an ilimleri mecrası (ve tabii ki Şeriat) ile sımsıkı kuşatılmış olmasını idrak ve izahta zorluklar oluşturur. Tarih boyunca yer yer ortaya çıkan medrese-tekke ihtilafının sebebi de bu noktadaki zorluktan kaynaklanır. daki her mertebede, hakikat başka bir nizam üzere tecelli halindedir. Akılla idraki mümkün olmayan, bu sebeple akli mikyasların kullanılmasının da abes olduğu maverada, “mana nizamı” mevcuttur. Sırrı ehl-i keşfe malum olan irtifa güzergahı, hakikate suretsiz vasıl olmanın yolu dense yeridir. Batı bilim telakkisi tarafından işgal edilmiş zihinlerde ortaya çıkan pozitif akıl bu meseleyi tabii ki anlamaz. Pozitif akılla sevk ve idare edilen zihni evrenler bir çeşit İslam rasyonalizmi üretmiştir ki, İslam’ın özü (hakikati) olan tevhidi ve tevhidin aranacağı akıl ötesi maverayı anlama istidadını kaybetmiştir. Bu tür akıl ve zihin sahibi kişiler tabii ki muhatabımız ve meselemiz değildir. * Tevhid ilimleri mecrası, hakikati en yüksek seviyede müşahede etme imkan, imtiyaz ve istidadına sahip şahsiyetlerin yolu olduğu için, bu şahsiyetler (veliler) kesret alemindeki hangi halin tevhide daha mutabık ve muvafık olduğunu anlamakla mücehhezdir. Bu sebepledir ki bilginin kelime tertibini değil, hakikatin mana nizamını keşfeden idrak sahipleri bu mecradaki meşayıh-ı kiramdır. Meselenin deruni cihetinde akıl üstü idrak melekelerinin ve akıl üstü mikyasların olması lüzumu açıktır. Ne var ki deruni-ledünni cihet, Şeriat-ı Ahmediye’nin genişliğine doğru oluşturduğu çerçeveyi aşmaz, taşmaz, ihlal etmez. Bu sebeple dile gelen kelam, fiile gelen hamle Şeriat ile mutabıktır, olmalıdır. Bu manada tasavvuf (tevhid ilimleri mecrası), Şeriat arsasının sınırlarını muhafaza ederek, yukarıya doğru (tevhid istikametinde) irtifa kesbetmenin usul ve yoludur. “Mana nizamı”nı müdrik olmayan şahsiyetlerin bilgiyi terkip etmesi mümkün değildir. Bilgi, kelimelerin birbirine eklenmesiyle terkip edilebilseydi, lügat kafi idi. Dünyadaki sınırsız (sonsuz değil) sayıdaki bilgi vahidini terkip etmek, ancak ve sadece mana nizamının kaşiflerinin işidir. * ahmetkamiltuncer@gmail.com İslam, şekilden yani en dış cepheden başlamak üzere iç içe sayısız nizam tesis etmiştir. Tecrit, tenzih ve tevhid güzergahında yol aldıkça, hakikatin tecellilerine yüksek irtifalarda muhatap ve şahit olunur. Derinleştikçe mana içinde mana ile karşılaşılır ki, Şeriat’ın kaidelerinde mahfuz manalara ulaşılır. Ve tabii olarak Şeriat’ın kaidevi nizamının muhtevasında olan fakat yüksek irtifalarda bulunan mana nizamının seyrine ve mükaşefesine vasıl olunur. Tabii ki her şey nizam üzeredir, hakikatin en dış yüzü olan maddede bile kaos yoktur, kaldı ki manalar aleminde olsun. Bu sebeple irtifa güzergahın40 Kainat olan Allah Azze ve Celle, insanın küçücük cisminin içine, kainatın sığacağı bir tabiri caizse mekan, yani kalb yerleştirmiş, orada ikamet edecek olan varlığın en muhteşem numunesi olan ruhu nefyetmiştir. Kıymet, insandaki kalb ve insanı halife yapan ruhtur. BEŞERİ İLİMLER MECRASI Alihan Haydar Her şey hakikate dairdir, her şey hakikatin farklı tecellilerinden ibarettir. Tüm ilimlerin nihai maksadı hakikatin idrakine matuftur, başka bir maksat edinen her ilim, kendisinden Allah Azze ve Celle’ye iltica edilecek olan “faydasız meşgaledir”. * Kainattaki en kıymetli varlık ruh olduğuna, o da insanın derununa yerleştirildiğine göre, beşeri ilimler mecrasının merkezi mevzuu insandaki kalb ve ruhtur. İnsanı insan yapan ruhtur, ruh olmadığında veya bedenden ayrıldığında geriye kadavra kalmaktadır. Keza insanı insan yapan kalbdir, o masiva ile dolduğunda ruh tecelli edememekte, insanın hayvani ciheti ortaya çıkmaktadır. İnsan, hakikatin kainattaki muhatabıdır. Hakikat ona indirilmiş, ona teslim edilmiştir. Öyle ki hakikati yalçın dağlar bile taşıyamamış, kabul etmemiştir. İnsan, kainatta hakikati bizatihi taşıyacak varlıktır ve bu cihetle olsa gerek “halife” tayin edilmiştir. Hakikatin muhatabı olmak, tabii ki onun hilafetini iktiza ederdi, ihsan da bu istikamette olmuştur. Bunları biliyoruz fakat nasıl bir bilme ki, batının işgal ettiği bilgi sahası, materyalist ve evrimci olduğu için, insanı bedeni-hayvani cihetine mahkum etti. Dünya böyle kabul ettiği gibi Müslümanlar da ruha inanmasına rağmen beşeri ilimlerde onun mevkiini ve kıymetini unuttu. Belki milyonlarca sayfalık insana dair bilgi birikimi içinde ruhun olmamasını dert edinmeden batılı bilim telakkisine ve insan anlayışına farkında olmadan teslim olundu. İnsan aynı zamanda hakikatin en mütekamil tecellisidir. Kainattaki her varlık hakikatin bir çeşit ve farklı seviyelerdeki tecellisidir ama insan, o tecellilerin en kamil olanıdır. Ve mevzuun tamamı, Allah Azze ve Celle ile insan arasındaki münasebetten ibarettir. Geri kalanı, imtihan sırrından olmak üzere çeşit lüzumundan olsa gerek. Muhakkak ki sonsuz kudret sahibi olan Allah Azze ve Celle, insanı, kainatta zerre kadar yer kaplayan dünya mekanında ikametle vazifelendirse bile, şanına layık olan yaratma iradesini, iç içe alemlerle mücehhez muhteşem bir varlık yekunu ile misallendirmiştir. Uçsuz bucaksız varlık cümbüşünü, bir buçuk ile iki metre boyundaki bir varlık (insan) için yaratmış olması, kıymetin cesamette değil başka bir noktada aranması gerektiğini de ihtar eder. Kadim müktesebatımızda, insan, kalb, ruh bahislerine dair uçsuz bucaksız bilgi ve ilim olmasına rağmen, ulaşılması kolay olan batı bilgi birikimine rağbet etmek affedilir cinsten bir hata değil. İnsanın her şeyi kalbde yoğrulmasına, orada yoğrulan her şeye ya ruhun ya da nefsin vaziyet etmesine rağmen, beşeri ilimler mecrası, batının sosyal bilimler ve hatta davranış bilimleri çerçevesine hapsedildi. Ne kadar ağır ve derin bir işgal… * Kıymet, “zübde-i alem” olan insanın derununa gizlenmiş olan kalb alemidir. Sani-i Beşeri ilimler mecramız, kadimden beri ahlak çerçevesinde tekke ve medrese tarafın41 dan, ruhiyat cihetiyle de tekke tarafından temsil edilmiştir. Tevhid ilimleri mecrası olan tasavvuf tarafından tetkik ve temsil edilen ruhiyat ve ahlak bahsi, tevhide açılan yolun insanın derununda, kalb ve ruhunda olmasındandır. Tevhid güzergahı, kainatta cem olmuş kesret aleminden geçmez, insanın derunundan, kalb ve ruhtan geçer. Bu sebeple ilmin birinci mevzuu, insandır. Çünkü insan, hakikatin muhatabı kılınmış, hakikate geçit veren yol onun derununa gizlenmiştir. İslam ilim telakkisi her mecrası ve ölçüsüyle insana dair bir hikmeti muhtevidir. Her hüküm, sarahaten veya zımnen insana aittir ve onu muhatap alır. Bu noktada anlamamız gerekir ki, ilim insanda cem olmuştur. İnsandan müstakil herhangi bir ilim dalı, herhangi bir bilgi vahidi yoktur. Her bilgi insanda cem olur, insanın kıymet ve merkezi de kalb ve ruh olduğuna göre, ilim, ruhiyattan ibarettir. Bu sebeple ilim, tasavvufta, kalb ve ruha ait bir hususiyet olarak irfana inkılap eder. İrfan; ilmin, tevhid muhtevasıyla yoğrulup tecrit, tenzih, tevhid güzergahının marifeti haline gelir. Kuru bilgi ve ilme ruh katılarak marifete kalbetmenin, mahareti tasavvuf nam müessesenin tasarruf ve temsiliyetinde temayüz etmiştir. İrfan yoksa bilgiyi yoğuran kuru akıl ve felsefedir. Kuru akıl, felsefe yoluyla tevhid güzergahını bulamaz, o güzergahta karar kılamaz. İnsan bahsi, bir taraftan hakikatin ne mütekamil tecelligahı olmak bakımından tevhid (ve hakikat) ilminin birinci mevzuudur, diğer taraftan varlık telakkisinin zirvesini teşkil etmesi cihetiyle müspet ilimler mecrasının şahikasıdır. Toparlayıcı olarak meseleye bakmak gerekirse; insan bahsi, Kur’an ilimlerinin muhatabı olmak bakımından onun, tevhid güzergahının kalb ve ruhtan geçmesi bakımından tevhid ilimleri mecrasının, varlık telakkisinin zirvesi olmak bakımından müspet ilimler mecrasının ana mevzusudur. Zaten beşeri ilimler mevzuu, insan bahsinin ta kendisidir. Hal böyle olunca insan bahsi, dört ilim mecrasının merkezidir ve mevzu olarak dört ilim mecrasını kendinde cem etmiştir. * Beşeri ilimler mecrası, zarureten ve doğrudan tevhid ilimleri mecrasının tasarrufu altındadır. Aksi her ihtimalde insanı hayvandan tefrik etmenin ruhi ciheti ve marifeti kaybedilir. İnsan ve hayvan arasındaki fark olarak sadece aklı öne sürmek; aklın, toplu katliam silahları yaparak hayvandan daha aşağı bir seviyeye inmenin aleti olduğu gerçeği karşısında söylenecek söz kalmaz. Batının meseleye böyle bakması, Müslümanların aldanmasına sebep olmamalıdır. Kadimden beri insan bahsinin tevhid ilimleri mecrasının, yani tasavvufun ana mevzuu olması tesadüf değildir. Tevhid, Allah Azze ve Celle ile Hz. İnsan arasında kurulan mütekamil münasebettir. Hz. İnsan, Allah Azze ve Celle’nin, kainatta yarattığı en mütekamil varlıktır ve zaten kainatı onun için yaratmıştır. Demek ki mesele, Allah Azze ve Celle ile Hz. İnsan arasında kurulacak münasebetten ibarettir. Bu münasebetin adı muhakkak ki kulluktur, kulluk ise tevhid üzere olmalıdır. alihanhaydar@gmail.com * 42 mahkum etmektedir. Mevzua girerken bu tuzağa dikkat çekme ihtiyacımız anlaşılıyor olmalı. MÜSPET İLİMLER MECRASI Ramazan Kartal Haki Beyin ifadesiyle, toplam dört ilim mecrasının üçü, Kur’an ilimleri mecrasının tetkik ve tatbik ilimleridir. Tevhid ilimleri mecrası, beşeri ilimler mecrası, müspet ilimler mecrası, Kur’an ilimleri mecrasının kendi sahalarındaki tetkik ve tatbik ilimleri olmaktan başka bir kıymet ve maksat taşımaz. Böylece tüm bilgi vahitleri ve ilim dalları Kur’an ilimleri mecrasında vahdete erdilir, terkip edilir, asli mihrakına bağlanır. Bu terkip mimari dışındaki tüm yaklaşımlar, büyük ihtimalle bilgide dağınıklık olarak tezahür edecek, eklektik anlayışları kaçınılmaz hale getirecektir. İslam ilim telakkisinin varlıkla ilgilenen cihetini müspet ilimler mecrası üstlenir. Müspet ilimler mecrasının ilk bakışta batıdaki pozitif bilimler mecrasına tekabül ettiği zannedilir. Önce bu yanlış kanaati düzelterek meseleye girmeliyiz. Pozitif bilimler, batı bilim telakkisinin merkezini oluşturur, daha açık bir ifadeyle pozitif bilimler mecrası, batı bilim telakkisinin bizzat kendisidir. Mesela batıda oluşmuş sosyal bilimler mecrası, pozitif bilimler mecrasının bir yan koludur zira sosyal bilimler mecrasının temeli de pozitif bilim telakkisidir. Batıdaki sosyal bilimler mecrası, tamamen pozitif bilim telakkisi ile insan bahsini tetkik ve izah etmek çabasındadır. Bu sebepledir ki sosyal bilimler insana bakarken, pozitif bilimin ulaştığı son nokta olarak beyni esas alır, mesela kalb ve ruh bahsi insan telakkisinde yer bulamaz. Batıda pozitif bilimleri, bilim mecralarından birisi olarak kabul etmek ve mesela sosyal bilimler mecrasını ondan müstakil olarak değerlendirmek kabil değildir. Batıdaki tüm “bilimsel” çalışmalar, pozitif bilim telakkisinin ufkunda cereyan eder ve bu sebepledir ki materyalisttir. Batı bilim telakkisi temelde materyalist olduğu için sosyal bilimler mecrası da kaçınılmaz olarak evrimcidir. Meselenin özü, önce Kur’an ilimleri mecrasının tarassudu altında bulunmak, sonra da Kur’an ilimleri mecrasının ve tabii ki İslam ilim telakkisinin kalbi olan tevhid ilimleri mecrası tarafından murakabe altına alınmaktır. Böylece bir taraftan bilgide vahdet terkip yoluyla elde edilecek, diğer taraftan bilgide vahdetin tabii ve zaruri neticesi olarak insan (mümin) tevhide davet edilecektir. Bilgide vahdet (ve terkip) olmadığında şirksiz bir tevhidin muhal olduğu idrak edilmeden İslam ilim telakkisini kadimden keşfetmek ve onunla mutabık şekilde yeniden inşa etmek imkansızdır. Kainat, hakikatin son tecelli seviyesidir. Hakikatin herhangi bir tecelli seviyesi, hakikatin beyanı olan Kitab-ı Kerime ve Sünnet-i Seniyyeye tabii ki mugayir olamaz. Mesele, hakikatin beyanı ile tecellisi arasındaki insicamı, yeryüzünde halife kılınan Hz. İnsanın idrak ve izah edebilmesidir. Hakikatin tecelli ve beyanı, mutlak ilim olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyenin tefsiri ile idrak mevzu haline getirilebilir. Bu çerçeveden bakıldığında İslam ilim telakkisi, tasnif üstü tasnif olarak mutlak ilim ve nispi ilim şeklinde tespit ederek, nispi ilimlerin anasını da tefsir olarak işaretler. Nasıl ki tüm nispi ilimler mutlak ilimden doğar, öyleyse mutlak ilimden ilk doğan İslam ilim telakkisindeki müspet ilimler mecrası ise materyalist-pozitivist temel oturmaz tam aksine Kur’an ilimleri mecrasının varlıkla ilgili tetkik vazifesini üstlenmiştir. Batının bilim telakkisi tarafından işgal edilen zihinler, müspet ilimler mecrası dediğimizde, zihni işgalin neticesi olarak pozitif bilimler mecrası olarak anlamakta, meselenin sadece bir dil bahsi olduğu vehmiyle tercüme etmektedir. Böyle bir zihni refleks, söylemek istediğimiz her şeyi boşa çıkarmakta, batı bilim telakkisine savaş açan bizleri, batı bilim telakkisini başka bir dille tekrar ettiğimiz zannına 43 ve diğer tüm nispi ilimleri ihtiva eden tefsir ilmidir. Müspet ilimler mecrası, kainattaki kesreti kaos olarak anlamamak, muhtevasında mahfuz bulunan harikulade nizamı arayıp bulmak, onu vahdet ve terkip mimarisi ile tefsir ilminin şerhi haline getirmekle mükelleftir. Varlığın her çeşidi ve her tecelli seviyesiyle ilgili tetkik faaliyetini, ana mihraka bağlayıcı bir terkip mimarisi ile tespit, tanzim ve izah etmeyi vazife edinir. Müspet ilimler mecrası, aklın en fazla bilgi devşirebildiği ve en fazla anlayabildiği bir saha olduğu için, istiklal ilan etmesine sebep olabilmektedir. Mesela maddenin katı halinin sert olduğunu, onunla bir insana vurulduğunda acı ve zarar verdiğini, mesela ateşin yaktığını, elini ateşe sokanın elinin yandığını öğrenebilmesi, muhteşem bir akıl seviye ve terkibini bile gerektirmeyecek, hatta insiyaki hareketlerle bile anlaşılabilecek bir sahadır. Tam da bu sebeple akıl, müspet ilimler sahasında istiklalini ilan etmenin ciddi kaynaklarına ve imkanlarına sahiptir. Akıl, istiklalini ilan edebilmenin ilk fırsatında vahye körelebilir, bu sebeple asli mihrakına pamuk ipliği ile bağlıdır. Batının temel bilim telakkisini pozitif bilimde araması ve bulduğunu zannetmesi de bu sebepledir. Keza Müslümanların da vahiyden en fazla bağımsızlaştığı, üstelik bunu da fark etmediği saha müspet ilimler mecrasıdır. Müspet ilimler mecrası, aklın vahiyden uzak şekilde bir şeyleri anlama imkan ve iktidarının en fazla bulunduğu saha olduğu için kesif bir dikkat ve keskin bir hassasiyet ister. Akıl, kendi başına idrak etme imkanını bulduğu andan itibaren kendinde merkezleşen, istiklalini ilan etmek için acele eden, itaatten ziyade isyan ile mücehhez bir alettir. Aklı kalb ve ruha, yani imana raptetmek, bu yolla akl-ı selimi inşa etmek ihtiyacı, bağımsızlaşma istidadı gösterdiği müspet ilimler sahasında zirveye çıkar. madığımız bu çağda, varlık (batı için madde) alemiyle ilgili üretilmiş devasa bir bilgi birikimi Müslümanların aklını başından alıyor. Mesele sadece bilgi seviyesinde ele alındığı sürece, batının pozitif bilimler sahasında ürettiği bilgiyle baş etmek kabil gibi görünmüyor. Bilimsellik ve objektif bilgi ambalajıyla çelikleştirilmiş bir bilgi yığını, bugünün Müslümanlarının en fazla patinaj yaptığı mevzu haline geldi. Kadim müktesebatımızda tevhid ve tefsir sahasında merkezleşen bilgi üretimi, müspet ilimler sahasında nispeten zayıftır. Hakikat arayışını madde seviyesinde tutmaktan ibaret olan müspet ilimler mecrası, İslam ilim telakkisinin ve bilgi üretim faaliyetinin merkezinde yer alamazdı tabii olarak. Bu sebeple, kadim müktesebata ulaşma imkanı olanların da müspet ilimler mecrasına dair büyük bilgi birikimiyle karşılaşmaması, meselenin idrakinde marazi savrulmaları artırıyor. Batının pozitif bilimler sahasında fazla bilgi üretmiş olmasını dert etmezdik aslında. Fakat bir problem var; batı pozitif bilimler sahasında ürettiği bilgiyle varlık telakkisini materyalizmde sabitleyince, “yaratıcı fikrine” cepheden taarruz başlattı. Bugünün batı tesirindeki dünyası, “yaratıcı fikrini” neredeyse fizik biliminin verileriyle değerlendirir oldu. Pozitif bilimler, bugünün dünyasında tevhide karşı derin ve sinsi bir saldırının karargahı haline geldi. Necip Fazıl yirminci asırda batı tefekkürüyle yani felsefeyle hesaplaşmış, daha önce İmam-ı Gazali Hazretlerinin hesabını gördüğü felsefenin defterini dürmüştü. Ne var ki batı ilim telakkisi yani pozitif bilim anlayışı ile hesaplaşan olmadı. Batının bilimini almak gibi, bilginin İslamileştirilmesi gibi eklektik veya teslim olmuş zihni evrenlerin teşebbüsleri meseleyi halledecek gibi görünmüyor. Necip Fazıl’ın, felsefeyle hesaplaşıp defterini dürdüğü “Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu” isimli eserine denk bir pozitif bilimle hesaplaşan eser ve müellif maalesef çıkmadı. Batının en çok bilgi ürettiği pozitif bilimler sahası, epistemolojik işgalin de en derinlere sirayet ettiği alandır. Kadim müktesebata ulaşa- ramazankartal2000@gmail.com 44 İlimlerin tasnifi ve bilginin terkip edilmesi mevzuunu, dairevi çerçevede düşünebiliriz. Bilgi ve ilim telakimizin merkezi nübüvvet olmak üzere, açılan tüm mecraları o merkezin ekseninde tavaf ederek muhite doğru yol alır. Merkezden dikey olarak uzaklaşmak, tüm boyutları görmeyi zorlaştıracağı için sıhhatli değildir, dairevi terakki, merkezde tecelli eden hakikatlerin tüm boyutlarına muhatap olma imkanı vereceği için tercih edilmelidir. Bu tertip ve tanzime uygun olmak üzere, bilgi ve ilim mecraları tetkik ve idrak edileceği gibi, yeni hamlelerin de bu çerçevede gerçekleştirilmesi sıhhatli ve kadim müktesebata sadık olacaktır. Kadimden beri oluşan ve bugün devam ettirilmesi zaruret olan ilim mecraları, aynı zamanda derinliğine doğru mesafe alınması için kurulmuş olan meratip ile birlikte düşünülmelidir. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında bilgi ve ilim telakkimizin ana haritası ortaya çıkar; merkezde Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam olmak üzere, bir taraftan dairevi genişleme diğer taraftan helezonik derinleşme esastır. Sadece yatay genişleme bilgi üretiminden ibaret kalır ki, bilgi ve ilmin irfana inkılabı ve hakikat güzergahında yol almayı zorlaştırır. İLİMLERİN TASNİFİ VE TERKİP ÜZERİNE DÜŞÜNCELER A. Bülent Civan Ezeli ve ebedi ilim sahibi Allah( c.c)’tır. Mutlak manada Alim (bilen) de O’dur. Alemler yaratılmadan önce de Allah'ın ( c.c ) ilminde vardı. Her şey yok olsa da O'nun ilminde yaratılmışın bilgisi var olacaktır. Mutlak ilmin sahibi olan Allah (cc), bilgiyi ve bilgi edinmenin yollarını da yaratmıştır. Müslümanlar Alim ve ilim sıfatlarını kullanırken mecazi anlamda kullanırlar, mutlak bilen manasında değil. Allah (c.c), ilmin hem kendisi hem de kaynağı olan hakikati (Kitab-ı Kerimi), yeryüzünde Hz. Peygamberimiz Aleyhisselatü Vesselam Efendimize indirmiştir, bu cihetle bilgi ve ilim telakkimizin kaynağı, yeryüzünde Fahr-i Kainat Aleyhisselatü Vesselamdır. Zira O, mübarek iki dudağı arasından çıkan beyana “vahiy” dediğinde onu vahiy olarak bilmiş ve iman etmişizdir, “vahiy değil” dediğini ise Hadis-i Şerif olarak bilmiş ve iman etmişizdir. Başka hiç kimseye vahiy gelmeyeceğine göre, yeryüzünde tek bilgi ve ilim kaynağımız, zahir ve batın cihetleriyle birlikte nübüvvet müessesesidir. İslam'ın bilgi ve ilim tasavvuru (Epistemoloji), tüm ilim mecralarının menbağı ve medeniyet fikriyatımızın merkezi Hz. Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam Efendimizdir. Kuran’ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye, “mutlak ilim” olarak tasnif üstü bir mikyastır. İlimlerin tasnifi yapılırken, Cibril hadisi olarak bilinen iman, İslam, ihsan bahisleri, derinliğine doğru meratip nizamını ve güzergahını ifade eder. İman, İslam, İhsan bahisleri, aynı zamanda bilginin terkip edilmesini mümkün kılan meratiptir ki, dikkat ve idrak bu mevzularda temerküz etmezse mesele halledilemez. Bu çerçevede olmak üzere, hiçbir bilginin başıboş olmadığı, her birinin yerinin doğru tespit edilmesi gerektiği, bunun için de bilginin terkip, ilimlerin tasnif edilmesi lüzumu açıktır. Medeniyetimizin üç ana mecrası olan; ilim, tasavvuf ve tefekkür mecraları, vahyin muhtevasından kaynaklanmakta ve Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamın şahsiyet ve tatbikatında tecelli etmektedir. “Mutlak İlme” nispeten diğer mecralar, nispi ilim mecraları olarak oluşmaya başlamış ve önü açık olarak alim, arif ve mütefekkirlerini yetiştirmiştir. İslam medeniyetinde ilimlerin tasnifi, muhtelif zamanlarda ve muhtelif müellifler tarafından yapılmıştır. Kendi medeniyetimize ve kaynaklarımıza itimadımız azalmaya başladıktan sonra, Batı uygarlığının ürettiği bilginin ve bilgi edinme yollarının etkisinde kalan bazı aydınlarımız, kendi ürettiği veya batının ürettiği bilginin neye nis45 petle uygulanacağını ve hayattaki karşılığını bulamadığından, hayat anlayışımız dağılmış, bilgi nübüvvet nispetini kaybederek dağılmış, o kadar ki atomize olmuştur. Bilgi telakkimizi oluşturan muayyen ve mutemet merkezler kalmadığından, İslam medeniyeti oryantalist taarruza ve epistemolojik işgale uğramış ve ruha kadar sirayet eden bir derinliğe ulaşmıştır. Hakikatin yeryüzündeki kapısı Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamdır. O’ndan başlamayan ve ona varmayan ilimler faydasız ve başıboş bilgilerdir. Pozitif bilimler de dahil olmak üzere O’na nispeten kurulmalıdır. İmanın eşya ve hadiselere yansıması O’na nispeten değilse nasıl bir kıymet ve mana ifade edebilir ki? Rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK, İdeolocya örgüsü’nde, dahiyane üslubuyla şöyle der; “İslam’da kainat, peygamberler kolundan kendisine kadar gelen dinlerin son ve kamil ifadesi halinde, bütün dipsizliği ve sonsuzluğu, zerre zerre Yaratıcıyı haykıran muhteşem zaman ve mekan cümbüşü, muğdil ruh ve madde mimarisiyle, esrarına ve teshirine memur olduğumuz bir harikalar manzumesidir. Yani fezaya insan göndermek maddecinin değil, ruhçunun vazife ve hakkı. Müslüman memuriyeti.. Ezelden ebede kadar topyekun insanoğlunun başı, son kemal haddi, uğrunda alemlerin yaratıldığı en üstün insan ve Allahın sevgilisi olarak vücut bulan Peygamberler Peygamberi, işte bütün edası ve manasıyla bu kainatın anahtarını Allah’tan aldı ve ümmetine getirdi. Allahın insan ruhuna gömdüğü o anahtar ki, asli sahibini buluncaya kadar ilk insan ve Peygamberden, en büyük insan ve Peygambere kadar mukaddes bir bayrak koşusu halinde elden ele teslim edilerek geldi… Kısaca İslam da kainat, bütün esrarı ve kanunlarıyla, O'nun, O yaratıldığı en Büyüğün batınında çağlayan namütenahi ince ve girift manalardan ve bu manaların aksettiği büyük tecelli planından ibaret…’’ Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, tüm ilimlerin çıkış noktası Peygamber (a.s) efendimizdir. Bize düşen keşif karargahını kurarak, ilim ile çerçevesini çizerek istifade etmektir. Çağımızda yaşanan aşırı ihtisaslaşmada, bilginin nispet ve irtibatı kurulamadığından bilgi dağılmıştır. Parça-bütün münasebeti kalmamış, terkip mahareti kaybedilmiş, bilgide kaotik bir tablo ortaya çıkmıştır. Günümüzdeki bu durum, “medeniyet akademisinin” kurularak ilimlerin tasnifi ve terkip ilimlerinin teşkilinin ne kadar elzem olduğunu göstermektedir. Mutlak varlık olan Allah’ın (c.c) mutlak ilminden Efendimiz Aleyhisselatü Vesselama gönderdiği Kur’an-ı Kerim ve onun tatbikatı olan Sünnet-i Seniyyeden hareketle ve kadim müktesebata sadık şekilde, yeniden bilginin tasnif ve terkip edilmesi gerekiyor. Hazreti Mevlana'nın bahsini ettiği gibi, ''hamamda kurnaya düğünde zurnaya aşık olmaktansa, tek şeye aşık olmak…” hikmetince, her şeyi asli mihrakına bağlamak için büyük tefekkür hamlesinin başlatılması şarttır. Bu hamle, ilimlerin tasnifi ve terkip ilimlerinin inşası marifetiyle, Cibril hadisine derinden nüfuz etme ihtiyacı içindeyiz. Umulur ki bu yolla, yeryüzündeki vahdetin müntehası ve nihai müderrisi olan Efendimiz Aleyhisselatü Vesselamı merkeze alan yeni bir tasavvur oluşturulabilir. Med-cezir hadisesinde olduğu gibi, alemleri ihata eden hakikat Med dalgası tecelli etmiştir. Allah’a giden tek yolun tek temsilcisi Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam vasıtası ile zahir ve batında sayısız ilimler kurulmuştur. Tasnif ve terkip de cezir gibi (dalganın geri çekilişi) nübüvvet merkezine doğru silsile halinde geri çekilerek, vahdet merkezine ulaşarak, oradan tevhit güzergahına yol bulacaktır. Sonuç olarak, ilimlerin tasnifini ve bilginin terkibini yaparken, ilmin menbağından gelen tüm mecraların birbiriyle olan irtibatları kurulmalıdır. Cibril hadisi çatısı altında toplanarak, tasnif ve terkip faaliyetini Efendimiz(S.A.V)de nihayetlendirmek muhakkak ki doğru olacaktır. bcivan61@gmail.com 46 malarının olduğu, bu medreselerin emsal olarak Osmanlı medrese nizamını aldığı, emsal aldıkları medreselerin ise Osmanlıyı yıkan medreseler olduğunu bile anlamadıkları görülüyor. Osmanlıyı yıkan medrese emsal alınarak yeni medeniyet hamlesini başlatabileceğini düşünenler, çürümüş tohumu toprağa saçmakla meşguller. Osmanlının son dönemindeki medreseyi emsal alanlar, oradan başlayarak ilk dönemlerine doğru gideceklerini zannediyorlarsa, tarihin geriye doğru işleyeceğini zanneden idrak fukaralarıdır. Zaman geriye doğru akmaz, ancak ve sadece yeniden başlanabilir. MÜKTESEBATIN TEDVİNİ İÇİN TASNİF ŞARTTIR Mustafa Karaşahin Kadim müktesebatımız ile irtibatımız koptu. Meselenin dil devrimi gibi Kemalist ihanetle ilgisi var ama bundan ibaret değil. Ülkede binlerce Arapça ve Osmanlıca bilen akademisyen var, mesele dilden ibaret olsaydı bunların kadim müktesebatımız ile irtibat kurması mümkündü ve kopuş yaşanmazdı. Kadim müktesebatımız ile irtibatımız Cumhuriyet döneminde dil devrimiyle resmi olarak koparıldı ve ağır hasar verdi ama “mana” olarak Osmanlının son birkaç asrında zaten kopmuştu. Tekke ve zaviyelerin kanunla kapatılması üzerine Meşayıh-ı Kiramdan bir zatın beyan buyurduğu gibi, “Onlar zaten kendilerini kapatmışlardı”. Ne demek bu? Medeniyet müesseselerimizin merkezinde yer alan medreseler ve tekkeler zaten kadim müktesebatımız ile irtibatını kopardığı için son İslam medeniyet-devleti olan Osmanlı çökmüş ve yıkılmıştı. Yeniden başlamak şart ama yeniden başlamak, mealci cahiller gibi sıfırdan başlamakla olmaz, aksine kadim müktesebata sadakat ile mümkündür. Ne var ki kadim müktesebatı imal ve telif eden müesseselerin başında bulunan medreseyi, son ve çürümüş haliyle emsal alarak asla olmaz. Bu mesele biraz (veya iyi derecede) Arapça öğrenerek, biraz (veya iyi derecede) usul tahsil edilerek halledilemez. Arapça ile birlikte İslami ilimler sahasında son dönemde bile ilmi teçhizatı yüksek alimler mevcuttu. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin sahip olduğu ilmi teçhizata muadil seviyede bir alim mi var şimdi? Yok… Öyleyse mesele nedir? Tüm ihtiramımızla ama cesaretle söyleyelim ki, Mustafa Sabri Efendinin de kadim müktesebat ile irtibatı kesilmişti. Edepsizlik yapmaktan imtina ederek ama içinde bulunduğumuz derin kaosun iktiza ettiği mesuliyeti de üstlenerek söyleyelim ki, son dönem ulemasının toplamının idrak derinliği ve feraset keskinliği, belki de hiçbiri kadar medresede müderrislik yapma ehliyetine malik olmayan Abdülhamit Han kadar değildi. Sadece bu misal ve mukayeseden bile belli ki, mesele bilgi yükü değil, idrak ve tefekkür istidadıdır. İdrak ve tefekkür, büyük terkibe (medeniyet tasavvuruna) ulaşacak çap ve derinlikte değilse netice vermiyor, netice verse bile nihai neticeye (nihai maksada) ulaşamıyor. Ara menzillerde kalan idrak ve tefekkür ise, akim hamlelere, yarım oluşlara, ölü doğumlara sebep oluyor. Tenkitlerimizi Cumhuriyet ile sınırlandırırsak, meselenin kaynağına inemeyiz, doğru teşhisler koyamayız. Medrese Osmanlıda çürümüştü, zaten Osmanlıyı medrese yıkmıştı, medrese medeniyet ve devletin ana sütunuydu ve o çürüyünce devlet ve medeniyet yıkıldı. Kadim müktesebatımız ile irtibatımızın kopması, cumhuriyet ve onun devrimlerinden öncesine rastlar, cumhuriyet dönemindeki devrimler ise artık geri dönüşü imkansız kılmak için yapılan son operasyondu. Medreseler resmi olarak devam ederken kadim müktesebatımız ile irtibatımızın koptuğunu unutursak, meselenin kaynağına inemeyeceğimiz için, yanlış noktadan başlamak durumunda kalırız. Bugünün Türkiye’sinde bazı medrese çalış47 * limsel” araştırmalar, batı bilgi ve bilim telakkisine göre yapılmaya devam ediyor. Batılı bir bakışla İslami müktesebatımız üzerinde tetkik ve tahkik çalışmaları yapmak, iffetli kadını iffetsiz kadının emrine vermek kadar galiz bir durumdur. Müktesebatı ulaşılabilir kılmanın, idrak edilebilir hale getirmenin yolu, onun tedvin edilmesidir. Tedvin ve tertip edilmeyen müktesebat, içine girenlerin yolunu kaybedeceği kadar zengin ve girifttir. Son dönem ulemasına, “Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı” dedirtecek kadar zengin ve muhteşem bir müktesebattan bahsediyoruz. Ve, ulemanın bu sözü, tam olarak kadim müktesebat ile irtibatını kaybettiğinin irtibatıdır. “Gök kubbe altında söylenmedik söz kalmadı” demek, Mutlak İlme muhatap olan Müslümanlar için, sadece idrak zafiyetini itiraf manasına gelir. Yeni bir söz söyleyememek, idrak edememektir, idrak edememek ise irtibat ve münasebet kuramamaktır. * Müktesebatın tedvin ve tertibini yapmadan, bunun altyapısı olan ilimlerin tasnifini gerçekleştirmeden, bunların neticesi olan mevzu haritasını hazırlamadan kurulacak medreseler (veya İslam üniversiteleri), aksini ümit ederek söyleyelim ki, nihai maksada hizmet etmeyecektir. Elimizde bilgi telakkimiz, mevzu haritamız, ilimlerin tasnifi, müktesebatın tedvini gibi temel meselelere dair izahlar ve teklifler yoksa nereden başlayıp nereye gideceğimizi neye nispetle tespit edeceğiz? Kurulacak medrese ve üniversiteler, ne yapacak, nasıl yapacak? Nevzuhur düşüncelerden biri olan mealcilerin, kadim müktesebata bakıp da, sadece şaz görüş sahiplerini, mıknatısın metali çektiği gibi arayıp bulmaları ve onlara kıymet vermeleri, ne kadar kendilerinin cahilliği ile ilgiliyse, bir o kadar da müktesebatın tedvin ve tertip edilmemesiyle ilgilidir. Tabii ki keskin idrak sahipleri için kadim müktesebatta bariz şekilde görülen büyük mecralar var, bu manada yolu şaşırmak, doğru yolda ilerlemekten daha zordur. Gelgelelim içinde bulunduğumuz çağ bilgi kaosunun en derin halidir ve pozitif akıl formuna mahkum olan Müslümanların da yolunu bulması zannedildiğinden daha zordur. Sadece bir misal… Kadim medrese geleneğimizdeki tedrisatın temeli iki sünnet üzere bina edilmiştir; itikaf ve sohbet… İtikaf ve sohbet sünneti, her seviyedeki medreseler için farklı şekillerde tertip ve tanzim edildiğinden dolayı, itikaf ve sohbet olarak görülmez. Bugün itikaf sünnetini tekkelere (tasavvufa) has zannedenler, medreselerdeki itikafın tekkelerdekinin binlerce katı olduğu, talebinin kesintisiz tedrisat itikafına girdiği bahsini unutmuş ve idrak edemez hale gelmiştir. Batılı metotla “part-time” eğitimöğretim yapan, sonra toplumun içine bırakılan talebe, zihni ve kalbi, akli ve ruhi inkişafını gerçekleştiremez ki. Bu meseleden bile habersiz olanlar medrese kurmakla meşgul. Hayret… * Kadim müktesebatı tedvin ve tertip etmeliyiz. Muhakkak ki bu tarihi bir vazifedir ama bu mesuliyeti yerine getirebilmek için ilimlerin tasnifini yapmalıyız. Tasnif olmadan tedvin ve tertibi neye göre yapacağız? Bilgiye kement atmanın yolu, ilimlerin tasnifi olduğuna göre, kadim müktesebatı tedvin ve tertip etmenin yolu da buradan geçer. mustafakarasahin1@gmail.com İlimlerin tasnifi, müktesebatın tedvini yapılamadığı için, mevcut üniversitelerdeki “bi48 bu satırları okuyunca, nefsinin kabarmasından korkarak, bu sözleri önemsiz görecektir. Zira O, methiye ve eleştirilere çoktan kulaklarını kapatmış. Methiyenin nefsani kabarmayı, tenkidin ise tersten nefsi tetiklediğini her vesilede dile getiriyor. Bu tür ucube şeylerle enerjisini tüketen insan tiplerine ise yarı üzüntülü eda ile tebessüm ediyor. KİTAP TANITIMI Rıfat Boynubükük Kitap tanıtımı yapmayı baştan beri istiyorduk, bir türlü başlayamadık. Sadece Fikirteknesi külliyatı ile sınırlı olmaksızın, her sayıda bir kitap tanıtımı yapma düşüncemizi hayata geçirmeye başladık. İlk kitabımız, Haki Demir’in “Zaman mekan varoluş” kitabı… * * Necip Fazıl’ın “zaman hakkında kafa yormayan mütefekkir olamaz” sözüne muhatap olarak, zaman meselesi; Haki Demir’in fikir hayatında önemli bir yer işgal ediyor. Bu sebebten Haki Demir, zaman konusunda “Zaman Mekan Varoluş” kitabını telif etmiş. “Zaman Mekan Varoluş” Kitabı * Fikir teknesi külliyatının 23 sırt numaralı “Zaman Mekan Varoluş” kitabı ile başbaşayız. Kitabın müellifi Haki Demir. Kitabın değerlendirilmesine girmeden evvel müellifle alakalı bazı şeyler söylemem gerekiyor. Kitap, fikirteknesi yayınevinden Ekim 2014’te yayınlanmıştır. Beş bölümden oluşan “Zaman Mekan Varoluş” kitabı, kainat tasavvurundan zaman meselesine, mekan hususundan matematik kavrayışlarına, matematik hususundan varlık ve varoluş meselelerine kadar geniş mikyasta oluşmuş bir tefekkür ürünüdür. Haki Demir, kaleme aldığı onlarca telif eserle, tutkulu hayallerini kartal kanatlarıyla doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün dünyayı sarıyor, menfaat hırsıyla yanıp tutuşan ellere, son derece mütevazi tavır ve eda ile büyük bir vakar dersi veriyor. Ele aldığı her meseleyi tefekkür mecrasına çekerek rahat insan tiplerinin uykusunu kaçıran bir müellife dönüveriyor. Şanı ve şöhreti yok, menfaat hırsıyla yanıp kavrulan nefsani halleri de. Son derece mütevekkil halde, “manevi mesuliyetimizdir” deyip bütün aşk ve heyecanını içinde yaşıyor. Dışa vurulan aksiyonun ve heyecanın, insanları fevri harekete sürükleyeceğini gayet iyi bilen Haki Demir, tüm heyecanını içinde yaşıyor. O’nun gözleri dışa bakmıyor, tamamen içe bakıyor. O’nun kulakları dışarıyı duymuyor, içini ve kalbini duyuyor. Kalb ve gönül iştiyakından cezb olan dehavari akıl ve mantık muhayyilesini, tasavvuf ocağında terbiye edenlerden. Böyle birisi Haki Demir… Eminim * Haki Demir’in okuyucu için kitabın takdiminde belirttiği üzere, kitabın ana maksadını, içinde bulunduğu konulara dair, tefekkür temrinleri yapmak olarak özetliyor. Yani hakiki mütefekkirin yapacağı şey olan, ülkenin tefekkür istidadını tetiklemeyi meslek edinmiş vaziyette Haki Demir. Müellif eserini “Bu eser netice itibariyle bir kâinat tasavvurudur. Bir ontoloji denemesi de denilebilir.” sözleriyle takdim ediyor. Haki Demir bu kitapla beraber, varlığın zaman ve mekândan azade bir şekilde tetkik edilemeyeceğini söyleyerek, zaman-mekan-varoluş’un fikirle iç içe olduğunun sinyallerini veriyor. Zaman ve 49 mekanın önemine temas ederek, zaman ve mekana inememiş, bu iki bahiste ciddi bir fikir imaline giremeyenlerin kesrette boğulduklarını, bilgiyi çoğaltmakla terkibe ulaşamadıklarını söylüyorlar. Mekanı madde görenlere ise şu sözlerle cevab veriyor; “Mekan madde değildir. Bu anlamda “esir” yoktur. Fakat maddenin varolabilme şartlarından birisi olan mekânda, hareket mümkündür.” (Haki Demir, Zaman Mekan Varoluş, s.18) İnsan, Bilim ve Ontoloji başlığıyla, ruh zaman, mekanın kainat münasebeti şu sözlerle dile getiriliyor; “Varlık temelde iki çeşittir. İnsan ve diğerleri... İnsanda bir adet öz diğerlerinde ise iki adet öz bulunur. İnsandaki öz ruhtur, diğerlerindeki öz ise zaman ve mekândır. Ruh, zaman, mekan; kainatın hulasasıdır, tüm sırlar bu üçünde mahfuzdur. (A.g.e s 31) 50 34-Değişim Devrim ve Sosyal Hareketler 35-Batı Çöküyor 36-Filistin Davası ve Büyük İsyan 37-İslam Birliğinin İçtimai Altyapısı 38-Büyük Kavga 39-Sistemin İdeolojik Sınırları 40-Siyasetin Patlaması 41-Türkiye Kendisiyle Hesaplaşıyor 42-Türkiye Yol Ayrımında 43-Düşünce ve Siyasetin Seviyesizliği 44-Düşüncenin Savruluşu FİKİRTEKNESİ YAYINEVİ Yayınevimizin basılmış, basılmaya devam eden ve basılması için hazırlanmış eserlerinin listesi yenilendi, yeni haliyle toplam listeyi yayınlıyoruz. 45-Medeniyet Akademisi 46-Necip Fazıl HAKİ DEMİR 47-Büyüklere sorular 48-İslam Tarih Telakkisi 49-İslam’ın Hayat Anlayışı 50-İslam İrfanının Teknolojisi 51-İnsan Tabiat Haritası 52-Aklın Sınırları 53-Ruhiyat 54-Akl-ı Selimin teşekkülü 55-Farklı Akıl Terkipleri 56-İnsan Ahlak Hukuk 57-Namaz 58-Müslüman şahsiyetin yeniden inşası 59-Kitap Risalet Sahabe 60-Dil Düşünce İdrak 61-“Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu” şerhi-162-“Batı tefekkürü ve İslam tasavvufu” şerhi-2 63-Matematik-1-Matematik ve varlık 64-Riyaziye-1-Yeniden Riyaziye 1-İslam Medeniyet Tasavvuru-1-Terkip ve Tefekkür 2-İslam Medeniyet Tasavvuru-2-İnşa Muhafaza Tecdit 3-İslam Medeniyet Tasavvuru-3-Şehir ve Medeniyet 4-İslam Medeniyet Tasavvuru-4-İlimlerin tasnifi 5-Medeniyetin Göç Vakti 6-Anlayış ve Tefekkür 7-Zaman Mekan Varoluş 8-Hilafet Dört Halife ve Devlet İdaresi 9-İslam Maarif Anlayışı-1-Temel Telakki 10-İslam Maarif Anlayışı-2-Ruhi-akli süreçler 11-İslam ve Teşkilat 12-Karz-ı Hasen Müessesesi 13-Fethullah Gülen’in Fikir Hilesi 14-İnsan Zihninin Ana Haritası 15-İnsandaki İnkişaf Seyri 16-İnsanın Keşfi 17-Muhteşem Terkip, İnsan 18-Akl-ı Selimin Farkı 19-Akıl Nedir? 20-Aklın Teşekkül Süreci 21-Akıl İnşası-1-Nazariyat 22-Akıl İnşası-2-Tatbikat 23-Güçlü Akıl 24-Reşit Akıl 25-Şahsiyet 26-Şahsiyet Olamamış Kişilik Tipleri 27-Zeka Şahsiyet Hayat 28-Dirayet Mukavemet Hayat 29-Dirayet ve Mukavemetin Ruhi Kaynakları 30-İhtilal 31-İhtilal Liderliği 32-İkinci Kurtuluş Savaşları Çağı AHMET DOĞAN İLBEY 1-Aldatan Cumhuriyet 2-Kemalist Cumhuriyetin Zulümleri 3-Cumhuriyetin karanlık yılları 4-Bir hüzünkarın ömür defteri 5-Dil Kapısı’nda yazılanlar 6-Müslüman Doğulu’nun derunu 7-Millet üstüne düşünceler 33-Değişim Süreçlerinin Tabiatı 51 ATİLLA FİKRİ ERGUN SELAHATTİN ADANALI 1-Modernist saldırı gelenekçi direniş 1-Parapsikoloji ve paralel örgüt İBRAHİM SANCAK ÖMER KARAYILAN 1-İslamcılık meselesi 2-Medyada tefekkür krizi 3-Şia ve İran’ın ihaneti 4-Tefekkür hamlesi 5-Ecel teri mi doğum sancısı mı? 6-Paralel örgüt mü, paralel din mi? 1-Hüznün hazinendir 2-Pazartesi yalnızları MEMDUH ATALAY 1-Dünya Hali 2-Halce NURETTİN SARAYLI NURİ YILDIZ 1-Tefekkür krizi 2-Tefekkür ve hezeyan 3-İslamcılık tartışmasının haricileri 4-İhanet Şia’nın tabiatında var 1-İnadına İnsanlık 2-Not Düştüm Tarihe-13-Not Düştüm Tarihe-2HAMZA KAHRAMAN FARUK ADİL 1-Büyük Doğu Devleti-1-Umumi Çerçeve 2-Büyük Doğu Devleti-2-Nakibü’l Eşraf Teşkilatı 3-Büyük Doğu Devleti-3-Başyücelik Akademyası 4-Büyük Doğu Devleti-4-Kaza Teşkilatı 5-Büyük Doğu Devleti-5-Başyücelik Hükümeti 6-Büyük Doğu Devleti-6-Maarif Teşkilatı 1-Batının iflası 2-Beyaz sayfa açmak zor 3-İhanet günlükleri OSMAN GAZNELİ METİN ACIPAYAM 1-Çocuklarda Akıl İnşası 2-Çocuklarda Duygu Eğitimi 3-Kişilik tiplerinin hayatı 1-Medeniyetimizin Büyük Dehası Necip Fazıl 2-Kurşunlanan Türkçe 3-Mülakatlar-1- AHMET SELÇUKİ ABDULLAH TATLI 1-Devlet kuran teşkilat 2-Dünya Devleti-1-Stratejik istihbarat 3-Dünya Devleti-2-İrade ve inisiyatif 1-Düşünce nedir 2-Düşünür kimdir 52 ALİHAN HAYDAR 1-Operasyon medyası MUSTAFA KARAŞAHİN 1-Cemaat mi istihbarat örgütü mü? 2-Asırlık kavga devam ediyor 3-Akparti’nin Türkiye projesi AHMET KAMİL TUNCER 1-Adanmış ruhların anatomisi FATİH MEHMET KAYA 1-Türkiye’nin manzarası BİLAL YAVUZ 1-Ahraz-Şiir- 53