sermaye piyasası kurulu piyasa gözetim ve düzenleme dairesi

advertisement
SERMAYE PİYASASI KURULU
PİYASA GÖZETİM VE DÜZENLEME DAİRESİ
Finansal Sistemlerin Ekonomik Kalkınma
ve Krizler Üzerindeki Etkileri
-Türk Sermaye Piyasaları-
YETERLİK ETÜDÜ
Bora ORUÇ
Uzman Yardımcısı
EKİM 2002
ANKARA
YÖNETİCİ ÖZETİ
Ülkeler arasında yapılan karşılaştırmalarda ve değerlendirmelerde ülkelerin
finansal sistemleri ve bu sistemlerin gelişmişliği ile ekonomik büyüme arasında önemli bir
korelasyon olduğu görülmektedir. Nitekim, Dünya Bankası tarafından yapılan son
çalışmalarda finansal sistemlerin gelişmişliği ile ekonomik kalkınma ve büyüme arasında
doğrudan ve oldukça da kuvvetli bağlantılar kanıtlanmıştır.
Çeşitli ülkelerde finansal sistemin esasını bankacılık oluştururken, diğerlerinde
piyasa kökenli diye adlandırılan doğrudan finansman sistemleri hakimdir. Bankacılık ya da
sermaye piyasalarının tek başlarına finansal sistemin gelişmişliği ya da ekonomik büyüme
üzerindeki etkilerinin ele alınması ekonomik problemlerin çözümünde sınırlı bir fayda
sağlayacak olup, sorulması gereken esas soru optimal finansal sistemin nasıl olması gerektiği
sorusudur. Gelişmiş bir hukuk sistemiyle desteklenen, doğrudan ve dolaylı finansman
modellerinin biçimlendirdiği bir finansal sistemin kalkınmada en optimal çözüm olacağını
söylemek yanlış olmayacaktır. Böyle bir sistem, finansal kararların alınmasında verimliliği
arttıracak, optimum kaynak dağılımını sağlayacak, sonuç olarak da ekonomik büyümeye
katkıda bulunacaktır.
Gerçekten de, tarafların sorumluluk ve haklarının belirlenip korunduğu gelişmiş
hukuk sistemlerinin bulunduğu ekonomilerde güven unsurunun gelişmiş olması, fon arzı ve
talebinin daha kolay ve düşük maliyetle karşılaşmasını, sonuç olarak da kaynakların etkin
kullanımını sağlamaktadır. Finansal sistemin, özellikle doğrudan finansmanın bilgi üretimi
ile bilginin standartlaşmasına yardımcı olması ve şeffaflık temin etmesi tarafların birbirlerine
olan güvenini artırmaktadır.
Sermaye piyasaları ve bankacılık sistemlerinin her ikisi de belli endüstriyel
alanların finansmanında kendilerine özgü avantajlara sahiptirler. Örneğin, teknolojik
gelişmenin devamlı ve gerekli olduğu endüstri kollarının finansmanında, risk sermayesi
yoluyla finansman ve bunun sonucunda da halka açılmalar ile sermaye piyasalarının
sağladığı avantajlar ön plana çıkmaktayken, kamunun aydınlatılması ve şeffaflık gibi
uygulamalarla asimetrik bilgi sorunu çözülebilmektedir. Dolaylı finansman, yani bankacılık
sektörü ise, özellikle fon arz edenler ile fon talep edenler arasında ters seçim (adverse
selection) ve ahlaki çöküntü probleminin (moral hazard) ortaya çıktığı alanlarda avantajlar
sağlamakta, finansal piyasalarda fon talep edenlerin sahip oldukları risklerin
değerlendirilmesinde uzmanlaşılarak çözümler üretilmesini kolaylaştırmaktadır. Ancak bu
nokta son yıllarda sıkça karşılaştığımız gibi, hukuk sisteminin sağlıklı oluşturulamadığı,
gözetim ve denetimin sistemleştirilemediği ortamlarda ters etkiler de meydana
getirebilmektedir. İşte bu nedenledir ki, finansal sistemlerinde gelişmiş bir sermaye piyasası
ve bankacılık sektörü kombinasyonunu sağlamış olan ülkeler ekonomik büyüme açısından
önemli avantaja sahip olmakta, iki sistemden birinin kriz içinde olması durumunda, diğer
sistem gerekli işlevleri üstlenerek ülke ekonomisinin toptan krize sürüklenmesinin önüne
geçilmekte, tekerleğin dönmeye devam etmesi sağlanmaktadır. Bununla birlikte, iki sektörün
birbiriyle uyumlu bir rekabet içinde olması, kaynakların çeşitli alanlar arasında etkin
dağılımına da yardımcı olmaktadır.
Öte yandan, farklı finansal sistemlere sahip ülkeler arasında yapılan
karşılaştırmalarda, gelişmiş ve likit sermaye piyasalarının, yapılan yatırımlarda artışların
sağlanmasında ve sermaye birikiminin artmasında, sonuç olarak da üretkenlik artışının
sağlanmasında önemli role sahip olduğu görülmüş, bununla birlikte, 1997 yılında Asya’da
yaşanmaya başlanan ve etkileri halen devam etmekte olan ekonomik krizin nedenlerinin
başında ise sermaye piyasalarının bölgedeki geri kalmışlığı gösterilmiştir.
Bankacılık sektörü yatırımcıların elindeki atıl fonların şirketlere aktarılmasında
önemli bir role sahip olmakla birlikte, kırılgan bir yapıya sahiptir. Özellikle, yabancı para
birimine dayalı ve genellikle vadesiz mevduat şeklinde toplanan kaynaklar ile uzun vadeli
yatırımların finanse edilmesi, ani ve büyük miktarlarda mevduat çıkışlarında başlangıçta
bankacılık sektörünü, sonuç olarak da tüm ekonomiyi kriz ortamına sürüklemektedir. Bu
durum, Amerikan ekonomisinin gelişim süreci içinde defalarca yaşanmış, ancak Amerikan
ekonomisi 20’nci yüzyılla birlikte değişik yapıdaki sermaye piyasaları ve kurumlarının
kurulmasına öncülük ederek bankacılığa olan bağımlılığından kurtulmuş ve bu sayede
yaşanan ekonomik krizlerden en az şekilde etkilenmiştir. Örneğin, 1990’ların başında
Amerika’da yaşanan ekonomik resesyonun çok kısa sürede atlatılmasında ve etkisinin çok
zayıf hissedilmesinde sermayenin dağılım sürecinin bankacılık sektörü dışında, sermaye
piyasaları aracılığıyla etkin olarak çalışmaya devam etmesi en önemli etken olarak
gösterilmekte ve kriz yaşayan Doğu Asya ülkelerine Japon ekonomisini örnek almak yerine,
bankacılık sektörüne olan bağımlılıktan kurtularak banka kredisine alternatif sermaye
piyasaları gibi değişik yapıdaki piyasa yapıları geliştirmeleri önerilmektedir.
Finansal krizler, finansal sistem ayrımı olmadan hem bankacılık sektörüne dayalı
hem de sermaye piyasalarına dayalı finansman modellerinin benimsendiği ekonomilerde
yaşanmakla birlikte, kredi hacminde yaşanan artış sonucunda (kredi hacminin esas olarak
bankacılık sektörü tarafından yaratıldığı göz önünde tutulduğunda) varlık fiyatlarında
yaşanan yükseliş (balon) ve bir noktadan sonra balonun aniden sönmeye başlaması ile varlık
fiyatlarında yaşanan çöküşün bankacılık krizlerinin oluşmasında etkili olduğu; bankacılık
sisteminde yaşanan krizin daha sonra reel ekonomiyi ve sonuç olarak ekonomik büyüme ve
istikrarı da olumsuz yönde etkilediği, ulaşılması pek de güç olmayan bir sonuçtur.
Bu çerçevede, sermaye piyasaları gibi farklı özellikteki finansal yapılara sahip
olunması bir ülkenin kalkınma yolunda tüm yumurtalarını tek bir sepette taşımasını
önleyecek ve olası kriz durumlarında tüm yumurtaların kaybedilmesini engelleyecektir.
Finansal piyasaların ve özellikle de sermaye piyasalarının gelişmesi, sermayenin tabana
yayılmasına ve atıl sermayenin ekonomik olarak kullanılır hale gelmesine yardımcı olacak,
ekonomide şeffaflığın ve güvenilirliğin artması da nihayetinde hem sermayenin tabana
yayılmasına, hem de girişimci ve yatırımcılar arasında işbirliğine ve şirketleşmeye yardımcı
olacaktır.
ii
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
1
I. BÖLÜM
Finansal Politikalar ve Finansal Krizlerin Önlenmesi
1.1. Finansal Kriz Nedir?
1.2. Finansal Krizlerin Oluşumuna ve Derinleşmesine Neden Olan Etkenler
1.2.1. Teorik Nedenler
1.2.1.1. Finansal Sektör Kuruluşlarının Bilançolarında Ortaya Çıkan Olumsuzluklar
1.2.1.2. Faiz Oranlarında Artış
1.2.1.3. Artan Belirsizlik
1.2.1.4. Varlık Fiyatlarında Düşüş ve Mali Sektör Dışı Bilançolarda Olumsuzluklar
3
4
4
4
5
5
5
II. BÖLÜM
Finansal Krizlerin Dinamikleri
2.1. Finansal Krizlerin Ortak Yönleri
2.2. İstikrar Programı Öncesi Türkiye
2.3. Birinci Safha: Döviz Kuru Krizi Öncesi
2.4. İkinci Safha: Döviz Kuru Krizi
2.5. Döviz Kuru Krizinden Finansal Krize
6
8
12
17
20
III.Bölüm
Finansal Krizleri Önlemeye Yönelik Olarak Yürütülebilecek Politikalar
-Öneriler3.1. Finansman Kaynağı Olarak Sermaye Piyasaları
3.2. Finansal Krizleri Önlemeye Yönelik Öneriler
3.2.1. Sermaye Piyasalarının Geliştirilmesine Yönelik Politika Önerileri
3.2.1.1. Gözetim Sistemi
3.2.1.2. Muhasebe Standartlarının Geliştirilmesi
3.2.1.3. Halka Açılmanın Teşvik Edilmesi
3.2.1.4. Tahvil Piyasasının Geliştirilmesi
3.2.1.4.1. Sermaye Maliyetinin Düşürülmesi
3.2.1.4.2. Döviz Kuru ve Vade Uyumsuzluğu Risklerinin Azaltılması
3.2.1.4.3. Kredi Riskinin Etkin Fiyatlanması
3.2.1.4.4. Finansal İstikrarın Sağlanması
3.2.1.5. Kurumsal Yatırımcı Tabanının Oluşturulması
3.2.1.6. Sermaye Piyasalarının Geliştirilmesine Yönelik Vergi Politikaları
3.2.1.7. Vadeli İşlem ve Opsiyonlar
3.3.1. Diğer Politikalar
3.3.1.1. Önemine Göre Ağırlıklandırılmış Denetim
iii
24
25
25
26
26
27
27
28
28
28
29
30
30
30
30
30
3.3.1.2. Muhasebe Standartları ve Kamuyu Aydınlatma İlkeleri
3.3.1.3. Hukuk ve Yargı Sistemi
3.3.1.4. Piyasa Tabanlı Disiplininin Teşvik Edilmesi
3.3.1.5. Yabancı Bankaların Sisteme Girişi
3.3.1.6. Sermaye Kontrolleri
3.3.1.7. Yabancı Para Birimi Üzerinden Borçlanmaya Sınır Getirilmesi
3.3.1.8. Kademeli Liberalizasyon
3.3.1.9. Para Politikası ve Fiyat İstikrarı
3.3.1.10. Kur Rejimi ve Uluslararası Rezervler
31
31
32
32
32
33
34
34
35
SONUÇ
36
KAYNAKLAR
38
iv
KISALTMALAR CETVELİ
$
: Amerikan Doları
BDDK
: Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu
FSA
: Financial Services Authority
GOÜ
: Gelişmekte Olan Ülkeler
GSMH
: Gayrisafi Milli Hasıla
GSYİH
: Gayrisafi Yurt İçi Hasıla
IMF
: International Monetary Fund
IOSCO
: Uluslararası Menkul Kıymet Komisyonları Birliği
İMKB
: İstanbul Menkul Kıymetler Borsası
LSE
: London Stock Exchange
NİV
: Net İç Varlıklar
TBB
: Türkiye Bankalar Birliği
TCMB
: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası
TL
: Türk Lirası
TMSF
: Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu
TSPAKB
: Türkiye Sermaye Piyasası Aracı Kuruluşları Birliği
TÜFE
: Tüketici Fiyatları Endeksi
VDMK
: Varlığa Dayalı Menkul Kıymet
WG2
: IOSCO GOÜ Komitesi 2 Numaralı Çalışma Grubu
v
TABLOLAR CETVELİ
TABLOLAR
Tablo 1
: Faiz Harcamalarının Vergi Gelirlerine Oranı
10
Tablo 2
: Kamunun Toplam Borç Stoku (GSMH’ya Oran)
10
Tablo 3
: Gayrisafi Yurt İçi Hasıla (%Değişim)
10
Tablo 4
: Toplam Kredi Hacmi (Reel Bazda Yıllık Değişimler)
12
Tablo 5
: Kişi Başı Gayrisafi Milli Hasıla
12
Tablo 6
: Takipteki krediler/Toplam krediler (% Değişim)
13
Tablo 7
: Yabancı Yatırımcıların Hisse Senetleri Piyasasına İştirakleri
14
Tablo 8
: Menkul Kıymet Stokları (Menkul Kıymet Bazında-Dolar)
15
Tablo 9
: Menkul Kıymet Stokları (Menkul Kıymet Bazında-%)
16
Tablo 10
: Yıllar İtibarıyla VDMK 2. El Piyasa İşlem Hacmi
16
Tablo 11
: Özel Sektör Menkul Kıymet İhraçları
16
Tablo 12
: Toplam Kredi Kullanımı (Akım)
22
Tablo 13
: Türk Bankacılık Sistemi, Eylül 2001
22
Tablo 14
: Bankalar Net Dönem Kar - Zararı, Eylül 2001
22
Tablo 15
: İMKB Günlük Ortalama İşlem Hacmi
26
Tablo 16
: Bankacılık Sisteminde Yoğunlaşma (%)
29
vi
GİRİŞ
1858 yılında İngiliz Başbakanı William GLADSTONE finansın önemini “Finans
bir ülkenin midesi konumundadır. Diğer tüm organlar oradan beslenirler.” sözüyle
anlatmıştır.
Ülkeler arasında yapılan karşılaştırmalarda ve değerlendirmelerde ülkelerin
finansal sistemleri ve bu sistemlerin gelişmişliği ile ekonomik büyüme arasında önemli bir
korelasyon olduğu görülmektedir. Nitekim Dünya Bankası tarafından yapılan son
çalışmalarda finansal sistemlerin gelişmişliği ile ekonomik kalkınma ve büyüme arasında
doğrudan ve oldukça da kuvvetli bağlantılar kanıtlanmıştır.
Çeşitli ülkelerde finansal sistemin esasını bankacılık oluştururken, diğerlerinde
piyasa kökenli diye adlandırılan doğrudan finansman sistemleri hakimdir. Bankacılık ya da
sermaye piyasalarının tek başlarına finansal sistemin gelişmişliği ya da ekonomik büyüme
üzerindeki etkilerinin ele alınması ekonomik problemlerin çözümünde sınırlı bir fayda
sağlayacak olup, sorulması gereken esas soru optimal finansal sistemin nasıl olması gerektiği
sorusudur. Gelişmiş bir hukuk sistemiyle desteklenen, doğrudan ve dolaylı finansman
modellerinin optimal şekilde biçimlendirdiği bir finansal sistemin kalkınmada en optimal
çözüm olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Böyle bir sistem, finansal kararların
alınmasında verimliliği arttıracak, optimum kaynak dağılımı sağlayacak, sonuç olarak da
ekonomik büyümeye katkıda bulunacaktır.
Gerçekten de, tarafların sorumluluk ve haklarının belirlenip korunduğu gelişmiş
hukuk sistemlerinin bulunduğu ekonomilerde güven unsurunun gelişmiş olması, fon arzı ve
talebinin daha kolay ve düşük maliyetle karşılaşmasını, sonuç olarak da kaynakların etkin
kullanımı sağlamaktadır. Finansal sistemin, özellikle doğrudan finansmanın bilgi üretimi ile
bilginin standartlaşmasına yardımcı olması ve şeffaflık temin etmesi tarafların birbirlerine
olan güvenini artırmaktadır.
Sermaye piyasaları ve bankacılık sistemlerinin her ikisi de belli endüstriyel
alanların finansmanında kendilerine özgü avantajlara sahiptirler. Örneğin, teknolojik
gelişmenin devamlı ve gerekli olduğu endüstri kollarının finansmanında, risk sermayesi
yoluyla finansman ve bunun sonucunda da halka açılmalar ile sermaye piyasalarının
sağladığı avantajlar ön plana çıkmaktayken, kamunun aydınlatılması ve şeffaflık gibi
uygulamalarla asimetrik bilgi sorunu çözülebilmektedir. Dolaylı finansman, yani bankacılık
sektörü ise, özellikle fon arz edenler ile fon talep edenler arasında ters seçim (adverse
selection) ve ahlaki çöküntü probleminin (moral hazard) ortaya çıktığı alanlarda avantajlar
sağlamakta, finansal piyasalarda fon talep edenlerin sahip oldukları risklerin
değerlendirilmesinde uzmanlaşılarak çözümler üretilmesini kolaylaştırmaktadır. Ancak bu
nokta son yıllarda sıkça karşılaştığımız gibi hukuk sisteminin sağlıklı oluşturulamadığı,
gözetim ve denetimin sistemleştirilemediği ortamlarda ters etkiler de meydana
getirebilmektedir. İşte bu nedenledir ki, finansal sistemlerinde gelişmiş bir sermaye piyasası
ve bankacılık sektörü kombinasyonunu sağlamış olan ülkeler ekonomik büyüme açısından
önemli avantaja sahip olmakta, iki sistemden birinin kriz içinde olması durumunda, diğer
sistem gerekli işlevleri üstlenerek ülke ekonomisinin toptan krize sürüklenmesinin önüne
geçilmekte, tekerleğin dönmeye devam etmesi sağlanmaktadır. Bununla birlikte, iki sektörün
birbiriyle uyumlu bir rekabet içinde olması kaynakların çeşitli alanlar arasında etkin
dağılımına da yardımcı olmaktadır.
Finansal sistemin yapısı ve gelişmişliği, sermaye dağılımı sürecinde önemli rol
oynayarak ekonominin devamlı yeniden yapılandırılmasına ve sonuç olarak ekonomik
büyümenin sağlanmasına katkıda bulunmaktadır. Gelişmiş finansal sistemlere sahip ülkeler
incelendiğinde yatırım harcamalarının büyük bir bölümünün hızlı büyüme potansiyeline
sahip sektörlere yapıldığı görülmektedir. Özellikle, kurumsal strateji ve kullanılan
teknolojilerin belli olduğu sektörlerin finansmanında bankacılık sektörü etkin olurken, yeni
ve gelişmekte olan teknolojilerin kullanıldığı sektörlerin finansmanında sermaye piyasaları
daha etkin çalışmaktadır. Yeni ve gelişme potansiyeli taşıyan birçok endüstri kolu,
(Bioteknoloji, kimya, otomobil (1920’ler) vb...) yine finansman sistemlerinin sermaye
piyasalarına dayalı olduğu Amerikan Birleşik Devletleri ve İngiltere gibi ülkelerde gelişme
imkanı bulmuştur. Başka bir ifadeyle, gelişmiş bir sermaye piyasasının yokluğu tüm
ekonomiler için bir dezavantaj yaratmaktadır. Çünkü, ülke ekonomilerinin gelişmesinde
önemli rol oynayan, yenilikçi ve yüksek gelişme potansiyeline sahip şirketlerin sermaye
ihtiyaçları diğer şirketlere göre daha fazla olduğundan, günümüz dünyasında ekonomilerin
rekabet güçlerini devam ettirmelerinde ve ekonomik büyümenin sürdürülebilmesinde
sermaye piyasaları ile bu tür şirketlerin katkısının büyük önem taşıdıkları yadsınamayacak
bir gerçektir. Diğer taraftan, bankacılık sektörünün bu tür yüksek risk taşıyan şirketlere
finansman imkanları sağlanması hususunda isteksiz davrandığı ve kredilendirme sürecinde
garanti ve taahhüt gibi uygulamalar sonucunda girişimcilere çok yaklaşmadıkları da
bilinmektedir. Bu kapsamda, bu tür şirketlerin hisse senedi ihracı yoluyla finansmanları
oldukça önem taşımaktadır.
1998 yılı başında Euro alanında bu tür şirketlerin toplam piyasa kapitalizasyonu 7
milyar Euro iken, bu rakam 2000 yılı Kasım ayında 167 milyar Euro’ya ulaşmıştır. Bu
yükselişin nedenlerinden biri hisse senetlerinin fiyatlarında yaşanan yükseliş olmakla
birlikte, hisse senetleri borsalara kote olan bu tür şirketlerin sayısının her geçen ay artması bu
yükselişin asıl nedenini oluşturmaktadır. 1998 yılı başında borsalara kote olmuş şirket sayısı
63 iken, 2000 yılı sonunda bu rakam 564’e yükselmiştir.
Farklı finansal sistemlere sahip ülkeler arasından yapılan karşılaştırmalarda,
gelişmiş ve likit sermaye piyasalarının, yapılan yatırımlarda artışların sağlanmasında ve
sermaye birikiminin artmasında, sonuç olarak da üretkenlik artışının sağlanmasında önemli
role sahip olduğu görülmüştür.
Bu çerçevede, finansal piyasalar açısından sermaye piyasaları gibi farklı özellikteki
finansal yapılara sahip olunması bir ülkenin kalkınma yolunda tüm yumurtalarını tek bir
sepette taşımasını önleyecek ve olası kriz durumlarında tüm yumurtaların kaybedilmesini
engelleyecektir. Finansal piyasaların ve özellikle de sermaye piyasalarının gelişmesi,
sermayenin tabana yayılmasına ve atıl sermayenin ekonomik olarak kullanılır hale gelmesine
yardımcı olacak, ekonomide şeffaflığın ve güvenilirliğin artması da nihayetinde hem
sermayenin tabana yayılmasına, hem de girişimci ve yatırımcılar arasında işbirliğine ve
şirketleşmeye yardımcı olacaktır.
2
I. BÖLÜM
Finansal Politikalar ve Finansal Krizlerin Önlenmesi
Finansal krizler gelişmekte olan ülke ekonomilerinin son yıllarda yaşadıkları ortak
olgulardan en önemlisini oluşturmaktadır. 1994 yılında Meksika’da, 1997 Doğu Asya
Ülkeleri’nde, 1998 yılında Rusya’da ve 1999 Ekvator’da yaşanan finansal krizler bu
ülkelerin gayri safi yurt içi hasıla büyüme oranlarının %10’lara varan negatif rakamlara
gerilemesine yol açmıştır. Kasım 2000 ve Şubat 2001’de Ülkemizde yaşanan ekonomik
krizler ile yukarıda sayılan ülkelerde yaşanan finansal krizler arasında benzer bir çok yön
bulunmaktadır.
1.1. Finansal Kriz Nedir?
Finansal sistem basit anlamda, tasarrufların yatırıma ve üretime yöneltilmesini
sağlayan mekanizmalar bütünü olarak tanımlanabilir. Finansal sistem kapsamında borç
alanlar ve verenler arasında asimetrik bilgi problemi ortaya çıkmaktadır. Asimetrik bilgi
problemi, piyasa katılımcılarının bir kısmının diğerlerinden daha fazla bilgiye sahip olması
hali olup, yöneticilerinin şirketlerini yatırımcılardan daha iyi tanımaları bu duruma bir örnek
olarak verilebilir. Piyasalarda var olan asimetrik bilgi problemi piyasaların çökmesine, hiç
var olmamasına ya da var olan piyasalarda yanlış seçimler yapılmasına yol açmaktadır.
Asimetrik bilgi dağılımı sonucunda finansal sistemde iki problem ortaya
çıkmaktadır:
1. Ters seçim (adverse selection)
2. Ahlaki çöküntü (moral hazard).
Ters seçim etkisi finansal işlemin gerçekleştirilişinden önce ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, Ülkemizde 1980’li yılların başında yaşanan bankerler olayından da hatırlanacağı
üzere, piyasa faiz oranlarının çok üzerinde ekonomik olmayan faiz oranlarından fon talep
eden bankerlerin yükümlülüklerini nasıl yerine getireceklerinin, bunlara fon sağlayan
kreditörlerce işlem öncesinde bilinmesi mümkün değildir. Bu nedenle, fon sağlayan taraf
kredi sağlayacağı yatırımın risk ve getiri olasılıklarını önceden saptamak durumundadır.
Ahlaki çöküntü ise, finansal işlemin gerçekleştirilmesinden sonra ortaya çıkar.
Çünkü, borçlanan kesim yapmış olduğu yatırımın başarılı olması durumunda kazanan taraf
olacak, ancak yapılan yatırımın beklenen getiriyi sağlamadığı takdirde ise, durumdan zararlı
çıkacak olan taraf fon sağlayan kreditör olacaktır.
Yukarıda sonuçları açıklanan asimetrik bilgi dağılımı bize finansal krizin
tanımlanmasında önemli ipuçları vermektedir. Buna göre finansal krizi:
“Ters seçim ve ahlaki çöküntünün en olumsuz şekilde ortaya çıktığı ve bu nedenle
piyasaların tasarrufların en etkin şekilde yatırıma dönüşmesi sürecinde etkisiz kaldığı
durum”
3
olarak açıklayabiliriz. Diğer bir deyişle finansal kriz, piyasaların verimli
çalışmaması ve sonuç olarak ekonomik aktivitenin (üretim vb.) azalması olarak
tanımlanabilir (Mishkin. 2000:3).
1.2. Finansal Krizlerin Oluşumuna ve Derinleşmesine Neden Olan Etkenler:
Teorik açıdan asimetrik bilgi dağılımının artmasına ve sonuç olarak finansal krize
yol açan 4 etkeni:
1.
2.
3.
4.
Finansal sektör kuruluşlarının bilançolarında ortaya çıkan olumsuzluklar,
Faiz oranındaki artış,
Artan belirsizlik,
Varlık fiyatlarındaki düşüş sonucunda finans sektörü dışında kalan kuruluşların
bilançolarında ortaya çıkan olumsuzluklar.
ana başlıkları altında saymak mümkünken (Mishkin. 2000:3), dünya üzerinde son
yıllarda yaşanan finansal krizler sonrasında yapılan çalışmalarda, krizlerin ortaya çıkmasının
ana nedenleri olarak:
-
Bankacılık sektörünün açıkça ya da üstü kapalı şekilde hükümetler ve IMF
tarafından desteklenmesi,
Etkin olmayan bankacılık sektörü düzenlemeleri,
Bankacılık sektöründe ortaya çıkan rüşvet ve kayırmacılık gibi ahlaki
problemler.
Liberalizasyon sürecinde kredi hacminin artışının kontrol edilmemesi.
gösterilmektedir (Allen. 2000:2).
Bu çerçevede, finansal krizlerin teorik nedenlerinin topluca ele alınmasını takiben,
son krizlerden elde edilen sonuçlar ile Türkiye’de Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinin
nedenlerinin ve dinamiklerinin birlikte incelenmesi, konunun anlaşılmasında uygun
olacaktır.
1.2.1. Teorik Nedenler
1.2.1.1. Finansal Sektör Kuruluşlarının Bilançolarında Ortaya Çıkan
Olumsuzluklar
Finansal sistem içinde sermaye akışını sağlayan kuruluşların en önemli özelliği,
tasarrufların yatırımlara dönüşmesinde ve bu yolla ekonomik büyüme, kalkınma ve istikrarın
sağlanmasında oynadıkları roldür. Bu nedenledir ki, bankacılık sistemi ya da sermaye
piyasaları olsun, fon arz eden kuruluşların kredi verme yetenekleri sınırlandığında ekonomik
büyüme, kalkınma ve istikrar da sınırlanmış olmaktadır.
Piyasalara fon arz eden kuruluşların bilançolarında bir bozulma meydana
geldiğinde ve sermaye kaybettiklerinde, bu kuruluşların faaliyetlerine devam edebilmeleri
için izleyebilecekleri iki yol bulunmaktadır:
4
1) Fon arzının durdurulması.
2) Sermaye arttırımı.
Ancak, fon sağlayan kuruluşlar bilançolarına yansıyan olumsuzluklar
yaşadıklarında, özellikle kriz ortamlarında, sermayelerini ekonomik olarak geçerli bir
maliyet üzerinden artırmaları mümkün olmamaktadır. Bu nedenledir ki, bu kuruluşlar
bilançolarında olumsuzluklarla karşılaştıklarında tipik olarak fon sağlama işlevlerini askıya
almakta ve bunun sonucu olarak da genel ekonomik aktivite azalmaktadır.
1.2.1.2. Faiz Oranlarında Artış
Finansal sistemde asimetrik bilgi dağılımı ve yarattığı ters seçim etkisi sonucunda
ortaya kredi tayınlaması1 (credit rationing) problemi çıkmaktadır. Kredi tayınlaması
sonucunda şirketler ve finansal kuruluşların bilanço problemleri yaşaması faiz oranlarında da
yükselişlerin yaşanmasına neden olmaktadır.
Özellikle, bankacılık sektörünün kısa vadeli ve yabancı para birimine dayalı
mevduat ile toplamış olduğu kaynakları daha uzun vadede geri dönüşü olan yatırımların
finansmanında kullanması, diğer bir deyişle varlık ve yükümlülüklerinin vade yapısının
farklılık arz etmesi nedeniyle, bankacılık sektörü faiz oranlarında yaşanacak ani bir
dalgalanma sonucunda bilançolarında olumsuzluk yaşamaya çok daha açıktır.
1.2.1.3. Artan Belirsizlik
Finansal sistem dahilinde artan belirsizlik, fon sağlayanların yatırım fırsatları
arasından seçim yapmalarını ve kredi riskini ölçmelerini zorlaştırmaktadır. Fon sağlayanlar
asimetrik bilgi dağılımını aşmaya çalışırken belirsizliğin artması, sonuç olarak yatırıma
yönelecek olan tasarruf miktarının azalmasına ve ekonomik aktivitenin yavaşlamasına neden
olmaktadır.
Belirsizliği arttıran bir çok neden saymak mümkündür. Bunlar arasında mali sektör
ya da mali sektör dışı bir kuruluşun iflası, resesyon gibi ekonomik nedenler olabileceği gibi
özellikle gelişmekte olan ülkelerde yaşanan siyasi ve politik istikrarsızlıklar ve hükümet
politikalarının gelecekteki durumu hususundaki belirsizlikler de bu etkenler arasında
sayılmaktadır. (Mishkin. 2000:6).
1.2.1.4. Varlık Fiyatlarında Düşüş ve Mali Sektör Dışı Bilançolarda
Olumsuzluklar
Mali sektör dışı kuruluşların bilançolarında olumsuzlukların ortaya çıkması mali
sistem içindeki asimetrik bilgi dağılımı probleminin ciddiyetini gösteren en önemli
faktördür. Mali sistem içinde borç alan kesimin giderek artan bir kısmının bilançolarında
olumsuzlukların ortaya çıkması hem ters seçim, hem de ahlaki çöküntü problemlerini
arttırmakta olup, bu durum mali sistemin istikrarını da olumsuz yönde etkilemektedir.
Örneğin, yatırım harcamalarının finansmanı için kullanılan kredilere karşılık olarak
genellikle hisse senedi şeklinde teminat alınmakta, bununla birlikte hisse senetleri
1
Borç alanlar borçları için mevcut faiz oranını ödemeye hazır oldukları halde, ödünç verenler bireylerin borç
alabilecekleri miktarı kısıtlıyorsa kredi tayına bağlanmış demektir.
5
fiyatlarında ani düşüşlerin yaşandığı durumlarda verilen teminatın değeri kullanılan kredi
miktarının altına düştüğü anda asimetrik bilgi problemi ile kullanılan kredinin geri
dönmemesi durumunda da ahlaki çöküntü problemi ortaya çıkmaktadır.
Bununla birlikte, faiz ve enflasyon oranlarında yaşanacak beklenmedik
değişikliklerin de bilançolar üzerinde olumsuz etki yaratacağı açıktır. Faiz oranlarındaki
artış, borçlanan firmaların borç yükünün artması nedeniyle bilançoları olumsuz yönde
etkilerken, enflasyon oranının uzun süre belli bir seviyede seyrettiği ve borçlanma
araçlarının nominal faiz oranı üzerinden alınıp satıldığı ülkelerde, enflasyon oranının
beklenenden az olması durumunda, yatırımların finansmanı için kredi kullanan şirketlerin
yükümlülükleri reel anlamda arttığından, sözkonusu şirketlerin bilançoları da enflayon
oranının beklenenden düşük gerçekleşmesi durumunda olumsuz yönde etkilenmektedir.
Enflasyon oranının beklenenden düşük gerçekleşmesi durumu, Türkiye gibi
gelişmekte olan ülke ekonomilerinden çok, Amerikan ve Japon ekonomisi gibi gelimiş ülke
ekonomilerinin etkilendiği bir durumken, gelişmekte olan ülke ekonomilerinde şirket
bilançoları en çok döviz kurunda yaşanan dalgalanmalardan olumsuz yönde etkilenmektedir
(Mishkin. 2000:14). Özellikle, yabancı para birimi üzerinden borçlanan şirketlerin
bilançoları, yerel para biriminin beklenmedik bir şekilde devalüasyona uğraması durumunda
reel anlamda artan borç yükü nedeniyle olumsuz yönde etkilenmektedir.
II. BÖLÜM
Finansal Krizlerin Dinamikleri
2.1. Finansal Krizlerin Ortak Yönleri
Finansal krizlerin, çıktıkları ülke ekonomilerinin iç dinamiklari sonucu oluşup
oluşmadıkları halen tartışılmakta olan bir konu olmakla birlikte, krizlerin tarih içindeki
gelişimleri incelendiğinde, 1997’de Doğu Asya’da yaşanan krizin benzerlerinin daha
önceden İngiltere (South Sea Bubble), Fransa (Mississipi Buble) ve Amerika’da (1929
Buhranı) yaşanmış olduğu ve tüm bu krizlerin, krizler öncesinde bu ekonomilerde varlık
fiyatlarında ekonomik olmayan fiyat artışlarının yaşanması gibi ortak bazı noktalara sahip
oldukları görülmektedir.
Benzer durumlar 1980’li yıllarda Norveç, Finlandiya ve İsveç ekonomilerinde de
yaşanmış, yaşanan krizler öncesinde, bölge ülkelerinde bankacılık sistemi tarafından
yaratılan kredi hacminin GSYİH’ya oranı, 1984 yılında % 40 iken, 1988 yılında % 68’e
kadar yükselmiş, kredi hacminde yaşanan artışın körüklediği talep artışı sonucunda varlık
fiyatlarında da önemli artışlar yaşanmıştır. Bununla birlikte, 1986 yılında petrol fiyatlarında
yaşanan şok yükselişler gibi dışsal etkenler hisse senedi fiyatlarında önemli düşüşlere neden
olmuştur. Yaşanmaya başlanan olumsuzlukların bankacılık sistemine etki etmesi kurulan bir
yay gibi zaman almış, ancak 1990 yılında İkinci Dünya Savaşı sonrası ciddi bir bankacılık
krizi ve resesyon yaşanmaya başlanmıştır. Örneğin, Finlandiya’da 1987 yılında genişleyici
bütçe politikası uygulanmış, sonrasında yatırım harcamaları artmış, bankacılık sistemi
tarafından yaratılan toplam kredi miktarının GSYİH’ya oranı 1990 yılında % 90’a kadar
yükselmiştir. Bunun ardından, Finlandiya Merkez Bankası kredi hacmini kontrol altına
almaya yönelik olarak zorunlu karşılık oranını ve faiz oranını arttırmış, ancak yaşanan diğer
6
dış ekonomik olumsuzluklar karşısında ve hisse senedi fiyatlarında yaşanan şok düşüler
sonucunda ekonomi %7 oranında küçülmüş ve bankacılık sektörü devlet tarafından finanse
edilerek ayakta tutulmaya çalışılmıştır.
İskandinav ekonomilerinde yaşanan krizler kadar derin olmamakla birlikte birçok
OECD ülkesinde de benzer dönemler yaşanmıştır. Örneğin, Higgins ve Osler (1997:110134) tarafından 18 OECD ülkesi üzerinde yapılan çalışmada, 1984-1989 yılları arasında
hisse senedi fiyatlarında diğer OECD ülkelerine göre % 12un üzerinde değer artışı ve 19891993 yıllarındaki dönemde ise % 5’in üzerinde değer kaybı yaşandığı tespit edilmiş olup,
hisse senedi fiyatlarında yaşanan ve ekonomik olmayan fiyat artışlarının (balon) sonrasında
yaşanan düşüşlerin, ekonomik aktivitenin aşırı oranda daralmasına ve ekonomik büyümenin
olumsuz etkilenmesine neden olduğu sonucuna varılmıştır.
Gelişmekte Olan Ülke (GOÜ) ekonomilerinde yaşanan finansal krizler açısından
Meksika da önemli bir örnek ülke konumundadır. 1990’lı yılların başlarında, Meksika’da
devlet bankalarının özelleştirilmesi ve zorunlu karşılıkların kaldırılması ile başlayan
liberalizasyon süreci sonunda bankacılık sektörü tarafından açılan toplam kredi miktarının
GSYİH’ya oranı %10’dan %40’lara kadar yükselmiş, Meksika Borsasında dikkat çeken
değer artışları görülmüş ancak, siyasi alanda yaşanan istikrarsızlıklar sonucunda bir anlamda
balon sönmeye başlamış ve sonuç olarak yaşanan bankacılık ve döviz kuru krizleri ülkede
resesyon yaşanmasına neden olmuştur.
Kaminsky ve Reinhart tarafından 15 GOÜ ve 5 gelişmiş ülke üzerinde yapılan
çalışmada ise, finansal krizlerin özellikle kontrolsüz şekilde gerçekleştirilen liberalizasyon
süreçleri ve kredi hacminde yaşanan artışlar sonucunda ortaya çıktığı, bu durumu hisse
senedi fiyatlarında, normal dönemlere oranla ortalama %40’dan fazla değer artışlarının takip
ettiği, menkul kıymet ve diğer varlık fiyatlarında da aynı durumun yaşandığı ve bir noktada
yaşanan fiyat balonunun sönmeye başlaması ile borsalar ve diğer piyasalarda çöküşlerin
yaşandığı tespit edilmiştir. Öte yandan, bir çok ülke örneğinde, bankacılık sektörü ve diğer
finansal aracıların, varlık fiyatlarındaki değişimler yüzünden aşırı risk altında kaldıkları ve
krize sürüklendikleri, ancak hükümetler bankacılık sistemini kurtarmak için faiz hadlerinin
indirilmesi ile yerel para biriminin değerini korumaya yönelik olarak faiz hadlerinin
yükseltilmesi gibi politika seçimleri arasında seçim yapamadıklarından, sonuç olarak, üretim
rakamlarında yaşanan gerilemenin 1 ila 1,5 yıl süren bir resesyona neden olduğu tespit
edilmiştir.
Demirgüç-Kunt ve Detragiache tarafından yapılan ve 1980-1995 dönemi arasında
53 ülkeyi kapsayan çalışmada ise, finansal liberalizasyonun bankacılık krizlerinin oluşma
olasılığını arttırdığı, ancak hukuk sisteminin ve kurumsal yapının güçlü olması ile yatırımcı
haklarının korunmasına verilen önemin fazla olmasının bu etkiyi azalttığı ve kredi
hacmindeki artışların finansal krizlere neden oluğu tespit edilmiştir.
Yukarıda açıklanan finansal krizler tipik olarak 3 safhadan geçmektedir. İlk
safhada finansal liberalizasyon yer almakta, liberalizasyon sonucunda artan kredi hacmini
hisse senedi ve gayri menkuller gibi varlık fiyatlarında yaşanan artışlar izlemektedir. Varlık
fiyatlarında yaşanan artışlar birkaç ay sürebileceği gibi birkaç yıl da devam edebilmekte ve
balon (asset price bubble) şişmektedir. İkinci safhada, fiyat balonu sönmekte, varlık
fiyatlarında birkaç gün sürebileceği gibi aylar da sürebilen olağanüstü düşüşler
7
yaşanmaktadır. Son safhada ise, şişkin fiyatlardan varlık satın almak üzere borçlanma yoluna
giden firmalar temerrüde düşmekte, hatta iflasa sürüklenmektedir. Yaşanan temerrütler ile
bankacılık ve döviz kuru krizleri reel ekonomiyi de krize sürüklemektedir.
Fiyat balonlarının oluşumunda ana etken olmamakla birlikte, en etkili olan
faktörler arasında bankacılık sistemine devlet tarafından tanınan garantiler ve IMF ve benzeri
uluslararası finans kuruluşlarının garantileri de sayılmaktadır.
Finansal krizin ikinci safhasının ortaya çıkışında petrol fiyatlarında yaşanan şok
artışlar gibi reel faktörler etken olabildiği gibi siyasi ve politik alanda yaşanan
istikrarsızlıklar da etkili olmaktadır. Krize neden olan reel faktörlerin etkisi açık olmakla
birlikte, genel ekonomi kapsamında iş hayatını olumsuz yönde etkileyebilecek her türlü
etkenin varlık fiyatları üzerinde olumsuz etkiye sahip olacağı açıktır.
Finansal krizin son safhası ise varlık fiyatlarında yaşanan düşüşler sonrasında
ortaya çıkmaktadır. Bu safhada, temerrütler nedeniyle bankacılık sektörü önemli bir risk
altına girmekle birlikte, fiyatlarda yaşanan düşüşün sınırlı olması durumunda bankacılık
siteminde yaşanacak olan kriz de sınırlı olacaktır. Ancak, fiyatlarda yaşanan düşüşün ciddi
boyutlara ulaşması bankacılık sektörününün içinde olduğu kriz durumunu iyice
ağırlaştıracak, ya bankalar iflas edecek ya da devlet tarafından kurtarılmak durumunda
kalacaktır. Kaldı ki, finansal krizin son safhasının en önemli özelliği reel sektör ile üretim ve
büyüme rakamlarına olan negatif etkisidir.
Görüldüğü üzere, liberalizasyon süreci riskli bir süreç olmakta, kredi hacmi hızla
artarken yaratacağı sonuçlar hakkında herhangi bir tecrübe sözkonusu olmadığından
piyasalarda yaşanan belirsizlik de aynı şekilde hızla artmaktadır. Bu nedenle, finansal
liberalizasyonun yavaş ve dikkatli şekilde gerçekleştirilmesi gerekmekte, örneğin merkez
bankaları gibi ilgili otoritelerin kredi hacmini ve hedefini hesaplayarak hareket etmeleri ve
kredi hacminin gereksiz artışına izin vermemeleri gerekmektedir.
GOÜ ekonomilerinde ortaya çıkan finansal krizlerin dinamikleri ile Türkiye’de
oluşan finansal krizlerin özelliklerinden bahsetmeden önce, 1999 yılı Aralık ayında
yurdumuzda uygulanmaya başlanan ekonomik istikrar programına kadar finansal piyasalarda
yaşanan gelişmelerin ele alınması, Türkiye’yi Kasım 2000 ile Şubat 2001’e getiren
nedenlerin anlaşılmasında yardımcı olacaktır.
2.2. İstikrar Programı Öncesi Türkiye
Türkiye ekonomisi 1980’li yıllara liberalizasyon süreci ile başlamış, dışa dönük bir
kalkınma stratejisi kapsamında, lokomotif görevini ihracatın yaptığı bir büyüme trendi
yakalanmış ve bunun sonucunda 1983-87 yılları arasında ortalama %6 oranında yıllık
büyüme yakalanmıştır. Ancak, 1987 yılı sonrasında izlenen politikalar sonucunda ekonomi
yeniden problemlerle karşı karşıya kalmıştır. Özellikle, gelişmekte olan ülkelerdeki
liberalizasyon sürecinin sıralaması (sequencing) konusunda teori ve pratikte yer alan
örneklere rağmen,
•
•
•
Öncelikle kamu maliyesi disipline edilmeden,
Bankacılık sistemi düzgün çalışır hale getirilmeden,
Enflasyon kontrol altına alınmadan,
8
finansal liberalizasyona gidilmesi, bununla birlikte;
•
•
Faiz oranlarında yaşanan deregülasyon,
Hazine’nin doğrudan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) kaynaklarını
kullanmak yerine kamu kağıtları çıkarıp satmaya yönelmesi,
kamu açıklarının finansmanının maliyetinin artmasına ve kamu borçlarının özel
sektör borçlanmasını dışlamasının (crowding-out) yanısıra, finansal sistem içinde sermaye
piyasalarının da yeterli kullanılamaması sonucunda finansal istikrarsızlığın reel sektörü ve
toplam üretimi olumsuz yönde etkileyerek Gayrisafi Yurt İçi Hasıla (GSYİH)’da
dalgalanmalar yaşanmasına neden olmuştur. Yaşanan olumsuzluklar, makro ekonomik
açıdan kar haddi ile faiz haddi arasındaki ilişkinin bozulmasına neden olmuş, makro
ekonomik olarak kar haddinin faiz haddine eşit ya da büyük olması gerekirken faiz hadleri
kar haddinin üstünde seyretmiş ve sonuç olarak ekonomide kaynak tahsisi olumsuz
etkilenmiş, yatırım yapmak çekiciliğini yitirdiğinden reel yatırımların yerine parasal
mekanizmalarla para kazanmak önemli hale gelmiştir. Tüm bunların sonunda, borç
servislerinin GSYİH’ya oranı 1980’lerin ortasından itibaren artmaya başlamış, enflasyon
oranında yükselişler yaşanmasına rağmen kamu kağıtlarının nominal faizleri ile enflasyon
oranı arasında günümüze kadar devam eden ve günümüzde de devam etmekte olan ortalama
10-20 puanlık fark ortaya çıkmıştır.2 1989 yılında sermaye hesabının kontrolsüz şekilde
liberalizasyonu (capital account liberalization) sonucunda büyük kamu açıkları veren,
yüksek enflasyon yaşanan ve yapısal bazı sorunları bulunan Türk ekonomisi uluslararası
sermaye hareketlerinden de dönemsel olarak olumlu ve olumsuz olarak etkilenmeye
başlamıştır.
Aslında, 1980’li yılların başlangıcı ile birlikte borç krizleri yaşamaya başlayan
birçok GOÜ, sermaye hesabı liberalizasyonuna gitmek suretiyle özel sektör yatırımlarını
dışlamadan (crowd-out) kamu açıklarını finanse etmeyi amaçlamıştır. Bununla birlikte,
ülkemizde tam konvertibilitenin net etkisi sonucunda en küçük tasarruf sahipleri dahi “emin”
ve “güvenilir” yabancı para birimlerine3 kolaylıkla ulaşabilecek duruma geldiklerinden,
Hazine borçlanabilmek için fon arz edenlere daha yüksek risk primi ve faiz sunmak zorunda
kalmış ve sonuç olarak 1990’ların ortasına doğru nominal faiz ile enflasyon oranı arasındaki
fark ortalama 30 puana4 kadar çıkmış, bu durum ekonomideki gelir dağılımı üzerinde de
olumsuz etkiler yaratmıştır.
Bu gelişmelerin ışığında artan borç servislerini ve faiz ödemelerini karşılamak üzere
Ponzi Finansmanına ihtiyaç duyulmuş yani artan faiz ödemeleri ancak yeni borçlanma ve
borçlanma araçlarının yaratılması suretiyle ödenebilir hale gelmiştir.
2
Türkiye’de son 20 yıllık süreç içinde reel büyüme ile reel faiz oranı arasındaki ilişki bozulmuştur. Reel büyüme
oranının reel faiz oranından büyük olması gerekirken bu ilişkin uzun süredir tersine dönmüş, reel faiz oranları
reel büyüme oranından sürekli olarak yüksek olmuş ve sonuç olarak hem kamu kesimi hem de özel kesim için
borç çevirme hususunda ciddi problemler yaşanmaya başlanmıştır.
3
1990 yılında % 25 olan döviz mevduatı/toplam mevduat oranı 1999’da % 43’e 2001’de ise % 50’ye
yükselmiştir.
4
% 75 enflasyon oranı dikkate alındığında reel faizin % 20 civarında oluştuğu görülmektedir.
9
Tablo 1 Faiz Harcamalarının Vergi Gelirlerine Oranı
Faiz Harcamaları (Vergi Gelirlerine Oranı, %)
120
100
80
60
40
20
2001
2000
1999
1998
1997
1996
1995
1994
1993
1992
1991
1990
0
Kaynak: DPT
Sonuç olarak iç borç faiz ödemeleri 2001 yılı itibariyle vergi gelirleri toplamını
aşmış, bütçe açıklarının kapatılmasına yönelik olarak çıkarılan yeni tahvil ve bono
toplamının GSYİH’ya oranı 1990 yılında % 6 iken 1999’da % 40’a yükselmiştir.
Tablo 2 Kamunun Toplam Borç Stoku
Kamunun toplam borç
(GSMH'ya oran)
TOPLA M
İç borç
Kamuya
Piyasaya
Dış borç
Çift sayım etkisi
Düzeltilmiş Stok
stoku
2000
72,5
40,9
21,7
19,2
31,6
12,8
59,7
2001
116,2
68,1
44,9
23,2
48,1
19,5
96,7
2002T
111,7
50,5
29,3
21,2
61,2
24,8
86,9
Kaynak: Hazine, MB
Finansal istikrarsızlık ve finansman sürecinde kırılgan bankacılık sistemine olan
bağımlılık sonrasında ekonomik aktivite ve buna bağlı büyüme oranlarında iniş-çıkışlar
yaşanmış, 1990-2001 yıllları arasında GSYİH’nın ortalama büyüme oranı % 3 iken standart
sapması bunun 2 katı olarak gerçekleşmiş, ekonomik aktivitedeki istikrarsızlık sabit sermaye
birikimi istatistiklerinde sert dalgalanmalar şeklinde yansımış ve bu durum da ekonominin
uzun vadedeki büyüme potansiyeli üzerinde olumsuz etkiler yaratmıştır (Boratav. 2002:20).
Tablo 3 Gayrisafi Yurt İçi Hasıla
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (% Değişim)
10
5
0
-5
2001
2000
1999
1998
1997
1996
1995
1994
-10
Kaynak: TCMB
1999 yılında uygulanmaya başlanan istikrar programına Türk ekonomisi daralan
bir konjonktür, yüksek borç servisi, önemli bütçe açıkları ve kronik bir enflasyonun yanısıra
bankacılık sisteminde ciddi yapısal sorunlarla girmiştir. İstikrar programı başlangıcında
deregüle edilmiş, mevduatları hazine garantisiyle sigorta altına alınmış ama denetimden
yoksun olan bankacılık sektörü kırılgan bir yapıyı sergilemekteydi. Yüksek enflasyon ve
yüksek risk primlerinin yarattığı yüksek reel faiz ortamında bankalar karlarının çok büyük
bir kısmını Kamu borçlanma araçlarından sağlarken, karlılıklarının devamı için buna bağımlı
10
hale gelmişlerdi. 1999 yılında çıkarılan Kamu borçlanma araçlarının bankacılık sektörünün
özel sektöre açtığı kredi toplamının neredeyse iki katı olması özel sektör borçlanmasının
dışlanması (crowd out) hususunda önemli bir örnek oluşturmaktadır (Boratav. 2002:25). Bu
ortamda, bankacılık sektörü aktiflerindeki Kamu borçlanma araçlarını finanse etmek için
büyük açık pozisyonlar oluşturmuşlardı ki, bu açık pozisyonlar da Kasım 2000 ve Şubat
2001’de TL’ye yapılan saldırıda önemli rol oynamıştır.
Türkiye’de 1999 yılı sonunda uygulanmaya başlanan kur bazlı istikrar
programlarının ortak özellikleri arasında, dış açığı finanse etmek üzere sermaye girişlerine
bel bağlanması, enflasyonist beklentileri kontrol altına almak üzere kurun güven veren bir
çıpa olarak kullanılması, ancak kur çıpası uygulaması sonucunda yerel para biriminin aşırı
değer kazanması ve yerel para biriminin değer kazanması ile başlangıçta arbirtaj
fırsatlarından yararlanmak isteyen yabancı sermayenin yurda girişinin daha sonraları finansal
kırılganlığı artırması sayılabilir. Bu programlar sonucunda, sert ve hızlı bir devalüasyon
beklentisi içinde hızlı bir sermaye çıkışı ile kur bu sefer de diğer istikamette hedef aşımı
(over-shooting) yaparak değer kaybetmekte ve faiz oranlarında hızlı yükseliş yaşanmaktadır
(Boratav. 2002:16).
Bu türde istikrar programlarının uygulandığı Meksika, Brezilya ve Rusya gibi bazı
ülkeler, yerel para biriminin çok büyük oranda değer yitirdiği ve bu gibi krizlerin
karşılaşıldığı ekonomik süreçler sonunda kronik fiyat istikrarsızlığını ve yüksek enflasyonu
yenebilmişlerdir. Ülkemizde 1999 sonrasında yürütülmeye çalışılan istikrar programı da
başlangıçta kısa bir süre için aynı yolu izlemiş ancak, dezenflasyon sürecinin çok başlarında
ekonomik ve siyasi güçlüklerle karşılaşılmış olması, kur çıpasının çok erken terkedilmesini
zorunlu kılmış, dolayısıyla finansal kriz enflasyon oranı henüz yüksekken oluşmuş, kriz
sonrasında yaşanan şiddetli resesyon dalgası ülkeyi yüksek bir enflasyon oranının sürdüğü
bir ortamda yakalamıştır.
“Yaşanan problemlerin ardında, kamu maliyesinde ve bankacılık
sektöründe yaşanan yapısal sorunlar, zaaflar ve kırılganlığın olduğu söylenebilir
(Boratav. 2002:15)”
Özellikle, yüksek enflasyona bağlı olarak yüksek risk primi sunan ve dolayısıyla
yüksek getiri sağlayan devlet borçlanma senetlerinden elde ettikleri kazançlara bağımlı hale
gelmiş olan bankalar, dezenflasyon süreci esnasında daha da kırılgan bir yapının oluşmasına
neden olduklarından, izlenen ekonomik politikalarda bir çelişkinin var olduğu, diğer bir
deyişle, bütçe açıkları aşağı çekilerek kamu maliyesinin durumununun düzeltilmesi
hedefinin büyük ölçüde bağlı olduğu nominal ve reel faiz oranlarının aşağı çekilmesine
yönelik ekonomik politikaların bir çok bankayı zor durumda bıraktığı ve sonuç olarak kriz
sürecini hızlandırdığı sonucuna varılabilir.
Yükselen piyasalarda daha önceden yaşanmış olan likidite krizleri, Ülkemizde
uygulanmakta olan programda var olan yumuşak kur çıpasına benzer uygulamaların
sürdürülebilirliği hakkında uluslararası yatırımcıların duyduğu güveni daha önceden önemli
ölçüde sarsmış ve uluslararası yatırımcıları, sorun olduğuna dair ilk belirtiler ortaya çıkar
çıkmaz yerel para biriminden kaçma eğilimine sokmuştur. Günümüzün durgunluk içindeki
global ekonomik konjonktüründe yükselen piyasalarda yabancı sermaye akımlarının
11
davranışı 1990’ların ilk yarısındaki davranış biçiminden farklılaşmış, yabancı yatırımcılar
yükselen piyasalardaki portföylerini genişletmek ve aldıkları riskleri artırmak konusunda
eskisine kıyasla çok daha tedbirli davranmaya başlamışlardır (Boratav. 2002:16).
Yurdumuzda uygulanmaya başlanan ekonomik istikrar programı yukarıda da
değinildiği üzere, kamu ve özel finansman arasında bir trade-off yaratmışken, tam
konvertibilitenin ve dolarizasyonun yüksek olduğu bir ortamda uygulanan kur çıpasından
vazgeçilip serbest dalgalanmaya geçilmesi hem kamu hem de özel finansmanda sorunların
derinleşmesine ve ciddileşmesine neden olmuştur.
Tablo 4 Toplam Kredi Hacmi
Toplam Kredi Hacmi (Reel Bazda Yıllık Değişimler-%)
Ock-02
Eyl-01
May-01
Ock-01
Eyl-00
May-00
Ock-00
Eyl-99
May-99
Ock-99
Eyl-98
May-98
Ock-98
40
30
20
10
0
-10
-20
-30
-40
-50
*TEFE ile deflate edilmiştir.
Kaynak: TCMB
Kur çıpası uygulaması esnasında, programın başarıyla yürütüleceğine inanarak kur
risklerini arttıran kuruluşlar ve sektörler yerel para biriminin hızla değer kaybetmesi
sonucunda ağır darbe yemişler, paritede ve buna bağlı olarak faiz oranlarında yaşanan hızlı
artışlar kamunun da iç ve dış borç servisini önemli ölçüde artırmış, bu şartlar altında zorunlu
olarak uygulanan sıkı para ve maliye politikaları da yaşanan resesyonu daha da
derinleştirmiş, Türkiye ekonomisi 2001 yılında daha evvel yaşadığı hiçbir krizle küçülmediği
oranda %9,5 oranında küçülmüştür. 2000 yılında 3.000 $ civarına tırmanmış olan kişi başına
milli gelir, hem ekonomik daralma hem de devalüasyonun etkisiyle 2.160 $’a kadar (%28)
gerilemiştir.
Tablo 5 Kişi Başı Gayrisafi Milli Hasıla
Kişi Başına GSMH (dolar)
3.500
3.250
3.000
2.750
2.500
2.250
2001
2000
1999
1998
1997
1996
1995
1994
1993
1992
1991
1990
2.000
Kaynak: TCMB
2.3. Birinci Safha: Döviz Kuru Krizi Öncesi
Gelişmekte olan ülke ekonomilerinde mali krizlerin ortaya çıkmasında en önemli
başlangıç etkeninin, kontrolsüz şekilde mali liberalizasyona gidilmesi olduğundan önceki
bölümlerde bahsedilmişti. Kontrolsüz şekilde mali liberalizasyona gidilmesi sonrasında kredi
hacmi yine kontrolsüz şekilde artmakta, bu durum kısa vadeli dış sermayenin ülkeye
girmesiyle de olumsuz şekilde desteklenmektedir.
12
Asıl problem yaratan unsur artan kredi kullanımı olmamakla birlikte, kredi hacmi o
kadar kontrolsüz şekilde artmaktadır ki, kur ve faiz oranlarında yaşanan ani olumsuzluklar
sonucunda geri dönmeyen kredi miktarında oransal olarak yaşanan artış, finansal sistemde,
bilançolar üzerinde büyük olumsuzluklar yaratmaktadır. Örneğin, Asya ülkelerinde yaşanan
finansal kriz öncesinde takipteki kredi miktarının toplam kredi hacmine olan oranı %10’a
kadar artmışken (Mishkin. 2000:15), Türk Bankacılık Sektörü’nde, Eylül 2000’de % 9,3 olan
karşılıklar öncesi takipteki kredilerin toplam kredilere olan oranı, Eylül 2001’de % 18,6’ya
yükselmiştir (BDDK).
Tablo 6: Takipteki krediler/Toplam krediler (%)
Ticaret bankaları
Kamu b.
Özel b.
Fondaki b.
Yabancı b.
Kal. ve yat. bankaları
Toplam
Eylül
2000
10,0
12,7
2,9
185,1
3,2
2,1
9,3
Aralık
2000
12,6
12,5
6,2
70,6
2,9
1,6
11,6
Eylül
2001
20,7
39,2
4,7
219,6
4,5
2,7
18,6
Kaynak: BDDK Eylül 2001 Raporu
Kredi hacminde yaşanan bu artışın en önemli nedeni bankalar ve diğer finansal
aracıların kredi risk ölçümünde ve yönetiminde yeterli değerlendirmeleri yapmadan kredi
sağlamaları ve artan kredi hacminin de ilgili düzenleme ve denetleme kurumlarınca gerektiği
şekilde gözetlenmemesi ve gerekli yaptırımların uygulanmaması olarak açıklanabilir. Kaldı
ki, kriz deneyimine sahip gelişmekte olan ülkelerin (Meksika, Ekvator, Doğu Asya ülkeleri
ve Türkiye), bu alandaki mali düzenleme ve gözetim yapılarının zayıf olduğu da genel kabul
görmüş bir gerçektir. Örneğin, istikrar programı kapsamında kredi hacminin kontrol altında
tutulmasına yönelik olarak, bankacılık sektörüne açık pozisyonların sermaye tabanına olan
oranının %20’yi aşamayacağına, aşan kısmın %100’ünün Haziran 2000’den itibaren
TCMB’ye munzam karşılık olarak yatırılacağına ilişkin bir düzenleme getirilmiş, ancak,
sözkonusu düzenlemeye ne bankacılık sektörü uymuş, ne de bu düzenleme hususunda
gerekli gözetim yapılmış ve yaptırımlar uygulanmıştır.
Liberalizasyon sonucunda yerel mali kuruluşlar, artan kredi talebini karşılamak
üzere fon sağlamak gayreti içine girmekte ve bu amaçla özellikle yabancı yatırımcılardan fon
sağlamak amacıyla yüksek faiz oranları üzerinden borçlanma yoluna gitmektedirler.
Örneğin, uygulanan istikrar programı dahilinde Yurdumuza yaklaşık 15 milyar $ tutarında
net yabancı sermaye girişi olmuş, ancak, bunun sadece yaklaşık 1,5 milyar $’lık kısmı
yabancı yatırım ve hisse senedi alımı cinsinden gerçekleşmiş; net yabancı sermaye girişinin
% 80’i kamunun uluslararası piyasalarda ihraç ettiği Hazine garantili tahviller (5,7 milyar
Dolar) ile yurt dışından sağlanan kısa vadeli krediler (3,6 milyar Dolar) ve yurt dışından
sağlanan uzun vadeli kredilerden (3,2 milyar Dolar) oluşmuştur (Boratav. 2002:29).
Yüksek faiz oranı ile birlikte, gelişmekte olan ülkelerdeki yatırımların genellikle
yerel olarak devlet garantisi (mevduat garantisi), uluslararası düzeyde ise İMF benzeri
uluslararası kuruluşların garantisi altında olması sonucunda yabancı yatırımcı için gelişmekte
13
olan piyasalara fon sağlanması, garantili ve yüksek getirili bir yatırım olanağı yaratmakta ve
bu ülkelerde sıcak para akımı denen kısa vadeli yabancı sermaye girişi yaşanmaktadır.
Bununla birlikte, sermaya piyasaları yoluyla Türkiye’ye giren yabancı sermaye,
sıcak paranın sergilediği özellikleri sergilememektedir. Tablo 7‘de de görüleceği üzere,
yabancı sermaye, kriz durumlarında sermaye piyasalarından ciddi anlamda çıkış hareketinde
bulunmamaktadır. Örneğin, yabancı yatırımcı portföylerinin değeri 2000-2001 yıllarındaki
iki yıllık dönemde 15,3 milyar $’dan 5,6 milyar $’a inmekle birlikte, 9,7 milyar $’lık bu
azalışın sadece 2,6 milyar $’ı net satıştan, 7,1 milyar $’lık kısmı ise portföy değer
düşüklüğünden kaynaklanmaktadır. 1999 yılında yabancı yatırımcıların saklama bakiyeleri,
dolaşımdaki tüm hisse senetlerinin %62’si iken, bu rakam 2000 yılında %47’ye inmiş, fakat
2001’de %49’a çıkmıştır. Bununla birlikte, dikkat çeken bir nokta ise, İMKB-100 endeksinin
Dolar bazında %57 düştüğü 2000 yılında yabancı yatırımcıların zararının %31 ile sınırlı
kalmasıdır. Zarar miktarının az olmasının en önemli sebebi, yabancı yatırımcıların satışlarını
ağırlıklı olarak İMKB Endekslerinin yüksek seviyelerde olduğu Ocak ve Şubat 2000’de
gerçekleştirmiş olmalarıdır (TSPAKB).
Tablo 7 Yabancı Yatırımcıların Hisse Senetleri Piyasasına İştirakleri
Yabancı Yatırımcıların Türk Hisse Senetleri Piyasasına İştirakleri (Halka Açık Kısma Oranı)
80
70
60
Yüzde
50
40
30
20
10
Şub.02
Ara.01
Oca.02
Kas.01
Eyl.01
Eki.01
Ağu.01
Haz.01
Tem.01
Nis.01
May.01
Mar.01
Şub.01
Ara.00
Oca.01
Kas.00
Eyl.00
Eki.00
Ağu.00
Haz.00
Tem.00
Nis.00
May.00
Mar.00
Şub.00
Ara.99
Oca.00
Kas.99
Eyl.99
Eki.99
Ağu.99
Haz.99
Tem.99
Nis.99
May.99
Mar.99
Şub.99
Oca.99
0
Dönem
Kaynak: İMKB ve Takasbank verileri
Sıcak paranın yarattığı problemlerin, döviz kurunun dolara bağlanması ya da
Yurdumuzda olduğu gibi, döviz kuru üzerinde kur çıpası uygulamasına gidilmesi gibi
yabancı yatırımcılara daha da güven veren hükümet politikaları nedeniyle, git gide
derinleştiği genel kabul görmüş bir gerçektir. Örneğin, Meksika ve Doğu Asya’da yaşanan
krizler öncesinde, bu ülkelere giren kısa vadeli yabancı sermaye miktarının GSYİH’nın %5’i
oranında olduğu, bu sermaye girişinin bankacılık sektörü yoluyla açılan kredi miktarında
patlama yaşanmasına neden olduğu ve buna bağlı olarak, özellikle geri dönmeyen kredi
miktarında yaşanan artışlar nedeniyle de, özellikle bankacılık kesimi bilançolarında olumsuz
etkiler yarattığı gözlenmiştir.
İzlenen hükümet politikaları nedeniyle artışı desteklenen kısa vadeli sermaye
girişlerinin kriz yaratma olasılığı, merkez bankalarının olası krizlere müdahelesinde en
önemli aracı olan uluslarası rezerv miktarı ile de yakından ilişkilidir. Örneğin, Kore,
Tayland, Meksika ve Endonezya’da yaşanan krizler öncesinde, kısa vadeli dış borçlar, rezerv
rakamının 1,5 katına ulaşmış olup, ortaya çıkan bu likidite darboğazı, sözkonusu ülkelerin
finansal bir kriz yaşamaya ne kadar açık durumda olduklarının göstergesidir. Son yaşanan
14
krizin öncesinde, TCMB’nin elindeki rezervleri incelendiğinde, 2000 yılının başında TCMB
rezervlerinin kısa vadeli borçları ucu ucuna ödemeye yettiği, ancak 2000 sonunda kısa vadeli
borçların, 1997 Tayland krizinde olduğu gibi, rezerv miktarının 1,5 katına ulaştığı ve cari
işlemler açığının rezervlere olan oranın da yine aynı dönemde %50’ye kadar yükseldiği
görülmektedir.
Liberalizasyonun diğer bir etkisi de kurumsal açıdan şirketlerin finansman kaynak
oranlarında ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Kore’de kriz öncesinde şirketlerin borç/özsermaye
oranı %350 gibi rakamlara yükselmiştir. Kaldıraç oranında yaşanan bu artışın kriz
durumlarında, özellikle faiz oranında beklenmeyen düzeyde bir artış yaşanması halinde
şirketleri zor duruma sürekleyeceği ve yaşanan krizin derinleşmesine neden olacağı açıktır.
Türkiye’deki özel firmalar ele alındığında, kısa ve uzun vadeli yabancı kaynak toplamının öz
sermayeye olan oranının, 1999 yılında % 247,7 iken, 2000 yılında %220,7’ye düştüğü
gözlenmiştir5 (TCMB. 2001:12). Bununla birlikte, 2000 yılında mevduat bankalarınca
şirketler ve bireysel işletmelere açılan toplam kredi miktarı incelendiğinde, 1999 yılında 10,4
katrilyon TL tutarında olan toplam kredi miktarının, 2000 yılında % 48’lik artışla, 15,5
katrilyon TL’ye6 yükseldiği görülmektedir ki, kredi hacmindeki bu artışın şirketlerin
borç/özsermaye oranlarında göreceli olarak bir artışa sebep olduğu düşünülmektedir. Ayrıca,
özel sektör şirketlerinin pasif yapıları incelendiğinde, 2000 yılında yabancı kaynakların
toplam pasif içindeki payının %68 olduğu, bunun da %49,5’lik kısmının kısa vadeli yabancı
kaynaklardan oluştuğu görülmektedir. Bu çerçevede, olası bir kriz esnasında faiz oranlarında
ortaya çıkacak ani yükselişlerin, bankacılık sektörünü olduğu kadar reel sektör kuruluşlarını
da, başka bir ifadeyle tüm ekonomiyi de etkilemesi beklenebilir.
Bununla birlikte, yıllar içinde doğrudan finansman araçlarının gelişimi
incelendiğinde hisse senetlerinin toplam menkul kıymetler içindeki payı, 2000 yılındaki
yoğun halka arzlarla beraber maksimum seviyesi olan %16’ya çıkmıştır.
Tablo 8 Menkul Kıymet Stokları
Menkul Kıymet Stokları (Men.Kıy.Bazında)
Milyar $
100
HB/DT
80
Hisse Senedi
Diğer
60
40
20
2001
2000
1999
1998
1997
1996
1995
1994
0
Kaynak: SPK
5
TCMB verilerinden elde edilen bu sonuç aslında yüksek enflasyonun neden olduğu olumsuzluklara bir örnek
olarak da verebilir. 1976 yılından günümüze kadar %100’ün üzerinde üç yıllık kümülatif enflasyon oranı ile
hiperenflasyonist ülkeler arasında yer almamıza rağmen, mevcut mevzuat uyarınca mali tabloların “tarihi maliyet”
kavramına göre hazırlanması; fiyat seviyesindeki değişikliklerin etkisi veya sabit kıymet değerlemesi haricinde aktif
pasif kalemlerinin değerlerindeki değişikliklerin mali tablolara yansıtılmaması, enflasyon muhasebesinin yokluğunda
hem sermaye ile çalışan şirketlerin “kazanç” yerine “sermaye” üzerinden vergilendirilmesine, hem yüksek enflasyon
ortamında elde edilen fiktif karlar üzerinden ödenen vergiler sonucunda şirket sermayelerinin erimesine hem de
yukarıdaki gibi hesaplamaların yapılmasında mali tablolardan elde edilen verilerin geçersiz kılıp, kaynakların yanlış
tahsisine neden olmakta ve piyasa kuralları içinde yatırım sonuçlarının değerlendirilmesini engellemektedir.
6
Mevduat bankaları tarafından özel sektöre açılan kredi miktarı 1999 yılında 15,4 katrilyon TL iken bu rakam 2000
yılında % 66 oranında artarak 25,6 katrilyon TL’ye yükselmiştir (DİE). Mevduat bankalarınca şirketler ve bireysel
işletmelere açılan toplam kredi miktarı dikkate alındığında kredi hacmindeki artışın kabaca 5 katrilyonluk TL’lik
kısmının tüketim harmalarının finansmanında kullanıldığı sonucuna ulaşılabilir.
15
Verilerden, kamunun özel sektörü piyasalardan dışlama etkisinin ne denli kuvvetli
olduğu çarpıcı bir biçimde görülmektedir. Bunun haricinde, Türkiye’de menkul kıymet
olarak sadece iki adet yatırım aracı kaldığı görülmektedir ki, bunlar kamu tahvil/bonoları ve
hisse senetleridir. 1997 yılına kadar sürmüş olan Özel Sektör Tahvili, Finansman Bonosu,
Varlığa Dayalı Menkul Kıymetler (VDMK) gibi özel sektörün finansman ihtiyacının
sağlanmasına yönelik yatırım araçları piyasası yok olmuştur.
Tablo 9 Menkul Kıymet Stokları
Menkul Kıymet Stokları (Men.Kıy.Bazında)
100%
80%
60%
40%
20%
HB/DT
Hisse Senedi
2001
2000
1999
1998
1997
1996
1995
1994
0%
Diğer
Kaynak: SPK
Tablo 10 Yıllar İtibarıyla VDMK 2. El Piyasa İşlem Hacmi
İŞLEM HACMİ
YILLAR İTİBARİYLE VDMK İKİNCİ EL PİYASA İŞLEM HACMİ
1992-2001/06 (MİLYAR TL.)
200,000
150,000
100,000
50,000
0
1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001
TARİH
Kaynak: GÜMÜŞ, Mustafa
Yıllar itibarı ile özel sektörün menkul kıymet ihraçlarına bakıldığında ise, şu an
piyasası kalmayan finansal araçların ihracının, 1994 ve 1995 yılında nominal hisse senedi
ihraçlarından çok daha fazla olduğu görülmektedir. Özel sektörün ihraç ettiği menkul kıymet
çeşidi yıllar itibarıyla azalmıştır.
Tablo 11 Özel Sektör Menkul Kıymet İhraçları
Özel Sektör Menkul Kıymet İhraçları
Milyar $
10
8
6
Hisse Senedi
Yatırım Fonları
VDMK
Tahvil-Fin.Bon.
4
2
Kaynak: SPK
16
2001
2000
1999
1998
1997
1996
1995
1994
0
Bu çerçevede, Türkiye’de kamu borçlanmasının yarattığı dışlama etkisi sonucunda
özel sektör finansman araçlarının azaldığını, sonuç olarak tasarrufların yatırıma dönüşüm
sürecinde özel kesime daha az kaynak aktarıldığı söylemek mümkündür.
2.4. İkinci Safha: Döviz Kuru Krizi
Mali sektör içi ve dışı kuruluşların bilançolarında yaşanan olumsuzluklar, krizin
ikinci safhasının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bankacılık sisteminin zayıf olması,
merkez bankalarının yerel para biriminin değerini korumaya yönelik olarak faiz oranlarının
arttırılması gibi politikalar yürütmeleri olasılığını azaltmaktadır. Çünkü, yerel para biriminin
değerini korumaya yönelik olarak faiz oranlarının artırılması, bankacılık sektörü
bilançolarının daha da olumsuz etkilenmesine ve genellikle kısa vadeli kredi finansmanı
kullanan şirketlerin de finansman maliyetlerinin ve borç yüklerinin artmasına neden
olmaktadır. Öte yandan, merkez bankasının yerel para birimini korumada başarısız olacağına
ve devalüasyona gideceğine yönelik olarak varolan endişelerin artması da yerel para
biriminin daha da değer kaybetmesine ve sonuç olarak yerel paradan kaçış yaşanmasına
neden olmaktadır.
Spekülatif ataklar sonucunda yerel para biriminin olağanüstü seviyede değer
kaybetmesinin en önemli sebepleri arasında, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde yaşanan
siyasi istikrarsızlıklar ve bu ülke ekonomilerinin siyasi ve politik istikrarsızlıklara olağanüstü
seviyede hassas olmaları gösterilmektedir (Mishkin. 2000:12). Örneğin, 1994 Meksika
krizinde yerel seçimler öncesi yaşanan Colosio suikastı, Meksika Pezosunun önemli oranda
değer kaybetmesine neden olmuştur.
Yurdumuzda, 1999 Aralık ayında uygulanmaya başlanan istikrar programında
enflasyon hedefi dolar ve euro cinsinden oluşan ve dolara üçte iki ağırlık veren bir kur
sepetine göre hesaplanan ve önceden belirlenip ilan edilen bir kur çıpasına bağlanmıştı7.
Uygulanan kur çıpası sonucunda, TL’nin aşırı değer kazanması8, ithal malların reel
fiyatlarında düşüşe yol açmış, bu durum yerel üreticiler açısından sert rekabet yarattığından
dezenflasyon sürecine destek vermiş, ancak, ithal mallarına olan talebin artması ve
bankacılık sektörü tarafından sağlanan kredilerin de yatırımdan ziyade tüketim mallarının
finansmanında kullanılması yerel üretim rakamları açısından olumsuzluklar yaratmıştır.
Bununla birlikte, kullanılan kur çıpasının programın belli bir noktasında
terkedilecek olması9, kurlarda beraberinde düzeltmeyi de getirecek olup, çıpa uygulaması ne
kadar geç terkedilirse, düzeltmenin de (devalüasyon) o kadar büyük olacağı teorik olarak
bilinen bir gerçektir.
İstikrar programında 2000 yılı sonuna gelindiğinde, yıllık enflasyon program
başında hedeflenen oranın 15 puan üzerinde (hedef % 25; enflasyon % 39) gerçekleşmiş,
ancak, uygulanan çıpa sonrasında TL reel olarak %15 oranında değer kazanmıştır. Enflasyon
oranının Türkiye’de düşmemesinin nedenleri arasında, konsolide bütçe açığını kapatmak ile
7
Dolar istikrar programının başlangıcı ile euroya karşı önemli ölçüde değer kazanmaya başlamış, parite 1,18’den
0,80’e kadar düşmüş ve ihracatın genellikle euro bölgesi ülkelere yapılıyor olması da ihracat üzerinde
olumsuzluklara neden olmuştur.
8
Program öncesinde TL’nin hali hazırda % 10 oranında değerli olduğu İMF yetkilileri tarafaından ifade edilmekteydi.
9
İstikrar programı başlangıcında Temmuz 2001 (18 ay) olarak yer deklare edilmiştir.
17
enflasyon oranının düşürmek arasındaki politika ikilemi10, program öncesinde toplu iş
sözleşmeleri ile belirlenmiş ve önemli oranda reel artış içeren ücret artışları ve bu ücret
artışlarına özel sektör ücretlerinin de katılması ile TÜFE’nin kiralar gibi bazı alt
kalemlerinde 2000 yılı boyunca hedeflenen enflasyon oranının bir hayli üzerinde artışlar11
yaşanması gösterilmektedir (Boratav. 2002:27).
Bununla birlikte, istikrar programının diğer bir ayağını oluşturan NİV hedefi12
uyarınca TCMB sterilizasyona gidemediğinden, yabancı sermaye girişindeki artış faiz
oranlarının hızla düşmesinde rol oynamıştır. Öte yandan, yeni sermaye girişini teşvik eden
reel faiz oranlarındaki (dolar bazında) yüksek seyir sonucunda hazine kağıtları yılın ilk 10
ayında dolar bazında % 15 civarında getiri sağlamış, Kasım 2000 krizi çıkıncaya dek yabancı
sermaye girişi ve Hazinenin yurt dışında gerçekleştirdiği borçlanma cari işlemler açığının
büyümesine rağmen Merkez Bankası döviz rezervlerinin artmasını sağlamış ve TCMB’nin
net dış varlıkları % 53 oranında bir artış göstermiştir. Program uyarınca sterilizasyon
yapılamadığından dış varlıklardaki bu artış Şubat ile 15 Kasım arasındaki dönemde parasal
tabanı % 46 oranında arttırarak iç piyasada likiditenin artmasına neden olmuştur. Bu durum
Hazinenin yeni borçlanmasını iç piyasadan dış piyasaya kaydırması ile birleştiğinde, faiz
oranlarında – özellikle tüketim kredisi – hızlı bir düşüşe neden olmuş, bu düşüş hem toplam
talebi arttırmış, hem de ithalat patlaması yaratarak cari işlemler açığının hızla büyümesine
neden olmuştur.
Öte yandan, uygulanan program döneminde yurda 15,2 milyar $ tutarında yabancı
sermaye girişi olduğu, ancak bunun sadece 1,5 milyar dolarlık kısmı yabancı yatırım ve hisse
senedi alımı cinsinden gerçekleşmiş olduğu; net yabancı sermaye girişinin % 80’inin
kamunun uluslararası piyasalarda ihraç ettiği Hazine garantili tahviller (5,7 milyar Dolar),
yurt dışından sağlanan kısa vadeli krediler (3,6 milyar Dolar) ve yurt dışından sağlanan uzun
vadeli kredilerden (3,2 milyar Dolar) oluştuğu önceden ifade edilmişti. Bununla birlikte, yurt
dışından sağlanan kredi hacminin öncelikle bankacılık sistemi vasıtasıyla ekonomiye enjekte
edildiği hususu ile (Mischkin. 2000:20), net sermaye girişinin çok küçük bir kısmının
yabancı yatırım ve hisse senedi alımı cinsinden gerçekleşmiş olduğu birlikte dikkate alınırsa,
kur riskinin hemen hemen tümünün borçlanan kesim tarafından yüklenildiği ortaya
çıkmaktadır (Boratav. 2002:29). İstikrar programı sonrasında ortaya çıkan kur riskinin
önemli bir kısmı ticari bankalar tarafından yüklenilmiş, program başlangıcında bankaların
açık pozisyonları sermaye tabanlarının %20’si ile sınırlanmış, bunu aşan kısmın %100’ünün
TCMB’ye munzam karşılık olarak yatırılmasına ilişkin düzenlemeler getirilmiş olmasına
rağmen, ne bu düzenlemeler bankalarca uygulamış, ne de uygulama denetlenmiştir. Sonuç
olarak, Kasım 2000 öncesinde bankacılık sisteminin toplam açık pozisyonunun 10-15 milyar
dolara kadar yükseldiği tahmin edilmekteydi. Programla ilgili bir diğer nokta ise, yurt
10
Örneğin; KİT açıklarının kapatılması için KİT ürünlerine zam yapılması gerekmekle birlikte bunun enflasyonu
doğrudan artırıcı etkisi olacağı açıktır. Ayrıca, borç servisinin genelinin yerel para birimi üzerinden olması halinde
genişleyici para politikası sayesinde merkez bankalarının dolaşımdaki borç miktarını reel anlamda azaltabilmelerine
yönelik politika izlemeleri mümkün olup, istikrar programı dahilinde bu yönde bir politika uygulanması
(monetizasyon) faiz oranları ve sonuç olarak borç servisi ve enflasyon üzerinde olumsuz etki yaratmaktaydı.
11
Bunun nedenlerinden bir de yabancı sermaye girişi sonucunda kredi hacminde yaşanan artışlara bağlı olarak
varlık fiyatlarında yaşanan artışlar gösterilmektedir ki bu durum diğer ülkelerde yaşanan krizlerde fiyat balonu (asset
price bubble) olarak adlandırılmaktadır.
12
İstikrar programı çerçevesinde, NİV tavanı tespit edilmiş olup, yurt dışından para girişi olmadıkça piyasaya likidite
verilmemekteydi.
18
dışından ucuz finansman sağlayan bankacılık sisteminin bu kaynakları reel anlamda yüksek
faiz veren Hazine kağıtlarına kanalize etmiş olduğu ve bu yolla programın bankacılık
sistemine kolay yoldan yüksek kar elde etme fırsatı sunduğudur (Boratav. 2002:25).
Dezenflasyon, pozitif net sermaye girişi, TL’nin değerlenmesi ve reel faizlerin
düşük seyretmesi gibi faktörler biraraya gelince, kur çıpası temeline oturtulmuş olan istikrar
politikası, talep patlamasına neden olmuş ve GSYİH % 7 oranında büyümüştür. Bu yükselen
konjonktür ortamı, TL’nin aşırı değerlenmesi ve artan petrol fiyatları ile birleşince ithalat
rakamında patlama yaşanmış, 2000 yılında ithalat % 35 oranında artarken, ihracattaki artış
ise % 7’de kalmış ve ticaret hesabı 20 milyar dolar açık vermiş, cari işlemler açığının
GSYİH’ya oranı program hedefinin 3 katı olarak % 5’e yükselmiştir.
Kur çıpasının seyri, diğer ülkelerde önceden gözlendiği şekilde hızlı bir sermaye
girişi, ekonomik aktivitede artış, iç talepte canlanma, yerel para biriminin aşırı değer
kazanması, dış ticaret hesabının ve cari işlemler dengesinin bozulması ve hızla artan kur
riski olarak beklendiği gibi gerçekleşmiş ve 22 Şubat 2001’de kur çıpası uygulaması
terkedilmeden önce yıllık enflasyon % 33’e kadar düşürülebilmiştir.
Yabancı yatırımcıların, Eylül 2000’de ellerindeki TL cinsinden menkul kıymetleri
önemli ölçüde elden çıkarmaları sonucunda, net sermaye akımının 2000 yılı içinde ilk defa
negatif olması krizin ilk işaretçisi olmakla birlikte, IMF tarafından sağlanan yeni bir kredi
dilimi sayesinde bu durum da atlatılmıştır. Ancak;
1. Ekim 2000’de enflasyon oranının program hedefinden yüksek çıkması,
2. Programın önemli ayaklarından birini oluşturan özelleştirme sürecinde yaşanan
güçlükler,
3. Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinde yaşanan bozulma,
4. Arjantin krizinin olumsuz etkileri
5. Bankacılık sektöründe yaşanan TMSF’ye devirler
6. Uygulanmayan %20’lik döviz açık pozisyon rasyosunun BDDK’nın sonbahar
itibariyle faaliyete geçmesi sonrasında daha sıkı denetleneceğine ilişkin
kanının yaygınlaşması neticesinde birçok bankanın bu rasyonun yıl sonunun da
yaklaşması nedeniyle bir an önce tutturulmasına yönelik olarak açık pozisyon
kapatma çabası içine girmesi,
sonucunda kriz ortamı kendisini göstermiştir. Bütün bu gelişmeler bir tarafa, 2000
yılı sonbaharında Türkiye’deki istikrar programı kur bazlı diğer istikrar programlarında da
olduğu gibi zaten karakteristik problemlerle karşılaşmıştı denilebilir (Boratav. 2002:31).
Kasım 2000 geldiğinde, yabancı kreditörler Türk Bankalarının kredilerini yenilememeye
başlamışlar ve ellerindeki TL cinsinden sabit getirili menkul kıymetleri elden çıkarmaya
başladıklarında ise, Kasım 2000 sonunda 1 aylık sürede 5,2 milyar Dolar net sermaye çıkışı
yaşanmıştır. Bu arada, Türk bankaları ellerindeki TL likitleri elden çıkararak döviz açık
pozisyonlarını kapatmaya başlamışlar, başlayan TL’den kaçış süreci sonuç olarak kısa vadeli
TL faiz oranlarının daha da hızlı oranda artmasına, yani likidite krizine neden olmuştur.
Program safhası içinde % 35’e kadar inen Hazine tahvil faiz oranları % 50’li oranlara,
gecelik repo oranları ise % 500 – 600 seviyesine kadar yükselmiştir.
Piyasalardaki bu likidite krizi sırasında TCMB ikilem yaşamış, program
dahilindeki NİV hedefinden sapmamak ile nihai borç veren merci (lender of last resort)
19
olarak piyasaya likidite sağlamak suretiyle finansal krizden kurtulmak politikalarından
hangisini uygulayacağı hususunda karar vermekte gecikmiş, 3-4 günlük kararsızlık
sonrasında zor durumda olan bankalara likidite sağlamaya başlamış, ancak gecikme
yüzünden TL’ye olan güven çoktan sarsılmış olduğundan, bu durum döviz rezervlerinin daha
da hızlı erimesine neden olmuştur. Bunu yaratan mekanizmayı ise, hem yerli hem de yabancı
yatırımcıların TL cinsinden getiri sağlayan kağıtlardan çıkmaya çalışmaları ve TCMB
tarafından yaratılan likiditenin yine TCMB’ye döviz talebi olarak geri dönmesi şeklinde
açıklamak mümkündür. Yaşanan likidite krizi sonrasında IMF ile yeni bir anlaşma yapılmış,
10,5 milyar Dolarlık kredi imkanı karşılığında finans sektörünün yeniden yapılandırılması
dahil yeni taahhütler verilmiş, bunun yanısıra bankacılığa güvenin yeniden sağlanmasına
yönelik olarak mevduat sahiplerinin yanısıra, yabancı kreditörlere de garantiler sağlandığı
açıklanmıştır (Boratav. 2002:32).
2.5. Döviz Kuru Krizinden Finansal Krize
Yaşanan spekülatif ataklar sonrasında yerel para biriminin devalüe edilmesi
sonucunda, gelişmekte olan ülke ekonomilerinde borçlanma yapısı da genellikle kısa vadeli
ve yabancı para birimi üzerinden gerçekleştirilen sözleşmelere dayandığından, piyasaların ve
ekonominin tam bir kriz ortamına girmesi kaçınılmaz olmaktadır. Borçlanma yapısı üç
mekanizma yoluyla finansal krize yol açmaktadır.
İlk mekanizma, devalüasyonun bilançolar üzerinde yarattığı olumsuz etki ile ortaya
çıkmakta, devalüasyon sonucunda yabancı para birimi üzerinde kredi sağlamış olan
şirketlerin bilançoları olumsuz yönde etkilenmekte, sağlıklı bir aktif pasif yapısına sahip olan
şirketler dahi gerçekleşen devalüasyon ile orantılı olarak iflasa sürüklenebilmektedirler.
Devalüasyonun krize yol açmasındaki ikinci mekanizma ise, devalüasyonun mali
sektör kuruluşları üzerinde yarattığı olumsuzluklar ile ortaya çıkmaktadır. Mali sektör
kuruluşlarının yabancı para birimi üzerinden yükümlülükleri olması durumunda
devalüasyon, mali sektörün bilanço yapısı üzerinde de olumsuz etkiler yaratmaktadır. Öte
yandan, tüketimde ya da yatırım finansmanında kullanılan kredilerin, yaşanan devalüasyon
sonucunda kredi kullanan kesim tarafından geri ödenememesi durumu, fon sağlayan mali
sektör bilançolarının hem aktif hem de pasif taraftan daha da olumsuz yönde etkilenmesine
neden olmaktadır. Bununla birlikte, mali sektör tarafından kredi sağlamaya yönelik olarak
yurt dışından kısa vadeli, dövize dayalı ve göreceli olarak yüksek faiz oranları üzerinden
sağlanmış olan krediler de mali sektörün diğer bir taraftan zor durumda kalmasına neden
olmaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerde devalüasyonun finansal krize yol açmasında işleyen
üçüncü mekanizma da, devalüasyonun enflasyon oranı üzerinde yarattığı etkidir. Yerel para
biriminin devalüe edilmesinin ithal girdilerin (üretim-tüketim) fiyatları üzerinde oluşturduğu
baskı ve artış sonucunda hem beklenen hem de gerçekleşen enflasyon oranında artış
yaşanmaktadır. Bu durum Meksika, Endonezya ve Şubat 2001’de ülkemizde yaşanan
durumun aynısıdır. Yıllık % 33’e kadar inmiş olan enflasyon oranı, Şubat 2001’de yaşanan
devalüasyon sonrasında Mayıs 2001’de yıllık %90’a kadar yükselmiştir. Devalüasyon
sonrasında enflasyon rakamlarında yaşanan artışın diğer bir olumsuz etkisi de nominal faiz
oranlarında yaşanan artışlardır. Hem kamu hem de özel sektör borç yapısının çok kısa vadeli
20
olduğu gerçeği de dikkate alındığında, nominal faiz oranlarında yaşanan artışın kredi
kullanan firmaların faiz ödemelerini arttırdığı, bu durumun da firmaların nakit akışlarını ve
sonuç olarak bilanço yapılarını olumsuz etkilediği açıktır.
Yukarıda açıklanan bu üç mekanizma, krizlerin hem mali sektör hem de mali
sektör dışı kuruluşların finansal yapılarının bozulmasına, sonuç olarak da ülke içindeki
ekonomik aktivitenin azalmasına neden olduğunu ve ekonomik büyüme ve kalkınmayı
olumsuz yönde etkilediğini göstermektedir.
Kasım 2000’de yaşanan likidite krizi sonucunda, yeni IMF desteği ve verilen yeni
taahhütler TL’den kaçışı durdurmuş, Ocak 2001’e gelindiğinde faiz oranları tekrar %60’lı
seviyelerin altına düşmüş, döviz rezervleri tekrar artmıştır. Bununla birlikte, enflasyon
oranında da iniş yaşanmaya başlamakla birlikte, dolar fiyatındaki artış hızı enflasyon
oranının artış hızının iki katının üzerindeki seyrine devam etmekteydi. Ekonomide vade
yapısı gibi temel zaaflar aynen devam etmekteyken, hem yerli hem de yabancı sermaye
giderek kısalan bir vade yapısı ile giderek artan risk primleri talep etmeye başlamıştı. Bunun
yanısıra, bankalar 2000 yılı boyunca portföylerine %33-%40 oranları arasında 12-18 ay
vadeli kamu kağıtları depolamış, bu durum da bankacılık sektörünün kırılgan yapısını
giderek olumsuz hale getirmişti (Boratav. 2002:33). Yükselen borç stoku, düşmemekte
direnen enflasyon oranı ve TL’nin devam eden aşırı değerlenişi kur çıpasının
sürdürülebilirliği üzerindeki kuşkuları diğer ülkelerde önceden yaşandığı gibi giderek
arttırmaktaydı.
Yeni bir finansal krizin ortaya çıkması için gereken tek şey, bir önceki bölümde
Meksika örneğinde olduğu gibi, krizi tetikleyecek bir kıvılcımdı ki, bu kıvılcım da MGK
toplantısında yaşanan gerginlik oldu ve üç gün içinde kur çıpası kırılarak IMF desteğinde
terk edildi. Gecelik faiz oranları yıllık bileşik % 7500 gibi garip rakamlara yükselirken,
Dolar bir gece içinde % 40 oranında değer kazandı (680.000 TL – 960.000 TL) ve takip eden
bir hafta içinde 1.200.000 TL’ye kadar yükseldi.
Bu gelişmeler sonrasında finansal kriz reel sektöre sıçramış, devalüasyonun neden
olduğu reel gelirdeki azalmanın da etkisiyle yaşanan iç talep daralması sonucunda ithalat
düşmüş, ve TL’de yaşanan aşırı değer kaybının da (overshooting) etkisi ile cari işlemler
dengesinin yıl sonunda fazla vereceği belli olmuştu (Boratav. 2002:34). Cari işlemler
dengesinin fazla vereceği belli olmakla birlikte, 22 Şubat – Eylül 2001 arasında 6 milyar
Dolarlık bir net sermaye çıkışı daha yaşanmış, Kasım 2000 – Eylül 2001 arasındaki toplam
net sermaye çıkışı 17 milyar $’a ulaşırken, bu tutar IMF kredileri ve TCMB rezervleri ile
karşılanmıştır. Dikkat çeken bir diğer istatistik de, program başlangıcı olan Aralık 1999 ile
Aralık 2001 arası iki yıllık dönemde net sermaye akımında oluşan kaymanın (sarkaç hareketi
– swing) büyüklüğü 28 milyar Dolar ile GSYİH’nın %14’üne tekabül etmesidir ki bu oran
Meksika krizinde %10 olarak gerçekleşmişti.
Yaşanan krizler sonrasında bankacılık sektörünün açmış olduğu kredi miktarında
büyük düşüş yaşanmış, bu da yine tekrar etmek gerekirse reel sektör üretim rakamının
olumsuz etkilenmesine neden olmuştur.
21
Tablo 12 Toplam Kredi Kullanımı (Akım)
Yüzde Değişim
Ocak-Aralık 2000
Dönemine göre
-69
-80
Ocak-Aralık
2001
867.033
1.146.912
Kişi sayısı
Kredi Miktarı (Milyar TL)
Kaynak: TBB
Şubat 2001 krizi sonrasında IMF ile 8 milyar $’lık yeni kredi paketini kapsayan bir
anlaşmaya varılırken, Aralık 1999 – Nisan 2001 arasında alınan kredi miktarı toplam 19
milyar $’a ulaşmış, bu anlaşma çerçevesinde makro ekonomik hedefler yeniden tanımlanmış,
bankacılık reformu, mali saydamlık ve özelleştirmede yeni hedefler belirlenmişti. Ancak
bankacılık sektörüne olan bağımlılığın reel sektörü ve üretimi, sonuç olarak da ekonomik
büyüme, kalkınma ve istikrarı olumsuz yönde etkilediği de göz önüne alındığında finansman
modelinin geliştirilmesi ve sermaye piyasalarının desteklenmesine yönelik olarak
uygulanması gereken politikalar hususunda kapı yine açık bırakılmıştır.
Program kapsamında yine ikilemler yaşanmaya başlanmış, bir yandan bütçe açığı
kapatılmaya ve iç borç yükü dış borçlanma yoluyla kapatılmaya çalışılırken, diğer taraftan
anormal düzeylerde seyreden faiz oranları nedeniyle büyük zararlarla karşılaşan kamu
bankalarının açıkları kapatılmaya çalışılmış, ancak, kriz esnasında batan ya da batmak üzere
olan özel bankaların TMSF’ye devredilmeleri Hazinenin borç yükünün giderek artmasına
neden olmuştur.
Tablo 13 Türk Bankacılık Sistemi, Eylül 2001
Trilyon
TL
Yıllık yüzde
değ.
Milyon
Dolar
Yıllık yüzde
değ.
Yıl sonuna göre
yüzde değ.
TL
Dolar
Ticaret bankaları
Kamu b.
Özel b.
Fondaki b.
161.579
46.144
85.643
19.875
76
44
66
549
106.395
30.385
56.394
13.087
-23
-37
-27
184
62
29
73
129
-28
-43
-23
1
Yabancı b.
Kal. Ve yat. Bankaları
Toplam
9.917
8.218
169.796
93
95
77
6.530
5.411
111.806
-15
-14
-22
76
77
63
-22
-22
-28
Kaynak: TBB
Tablo 14 Bankalar Net Dönem Kar - Zararı, Eylül 2001
Toplam
kar*
Ticaret bankaları
Kamu b.
Özel b.
Fondaki b.
Yabancı b.
Kal. ve yat. bankaları
Toplam
969
145
606
1
218
261
1.231
Milyon dolar
Zara
Net kar
r
4.578
413
100
4.064
0
13
4.591
-3.609
-268
506
-4.064
217
248
-3.360
Kaynak:TBB
22
Toplam
kar
-61
-45
-70
20
1
-55
Yüzde değişme
Zarar
Net kar
74
117
23
73
-97
466
74
2.030
-469
-74
73
33
-3
-4.015
Yaşanan kriz sonucunda, TMSF kapsamına alınan bankalara Hazine tarafından
özel tertip tahviller ihraç edilmiş ve TMSF kaynaklarından sermaye ve mevduat desteği
sağlanmıştır. Döviz cinsinden ve dövize endeksli olarak ihraç edilen senetler 31.12.2001
kurları ile Türk Lirasına dönüştürüldüğünde, TMSF’nin Hazine’den yapmış olduğu
borçlanma tutarının 21,6 katrilyon TL olduğu görülmektedir. Kriz sonrasında batan
bankaların Hazineye getirdikleri yeni borç yükü GSYİH’nın %2’sine tekabül etmekte olup,
Şubat 2001 krizi sonrasında mali ve parasal kriterlere uyulmuş olsa da yaşanan finansal
krizin reel sektöre olan yıkıcı etkisi sonucunda ülke ekonomisi 2. Dünya Savaşı sonrasındaki
en yüksek oranda, (% 9,5) küçülmüştür.
Türkiye’de uygulanan ekonomik istikrar programlarının başarısız
olmasının esas nedenleri Türk bankacılık sektörünün yapısal sorunları ile cari
işlemler açığının büyümesi esnasında gerekli tedbirlerin alınamaması olarak
gösterilebilir. Stanley FISCHER.
İki yıllık programlar sonucunda, GSMH başlangıç seviyesinin altına inmiş (% 3),
program başlangıcında % 60 olan enflasyon oranına karşılık, 2001 yılında % 90’lı rakamlar
görülmüş, en kötüsü ise kamu borç stokunun GSMH’ya olan oranı %60’lardan %90’lara
çıkmıştır.
Bununla birlikte, kur çıpasına dayalı programlar incelendiğinde, programın
uygulanması süreci içinde yerel para birminin aşırı değer kazanması, cari işlemler açığının
büyümesi ve bunlara bağlı olarak artan kur riski başta olmak üzere, ekonomik sorunların
ortaya çıkmasına, program dahilindeki politikaların uygulanamaması değil de bizatihi hızlı
sermaye girişinin neden olduğu ifade edilmektedir. Şöyle ki, başlangıçta ekonomik
aktivitede bir canlanma yaşanmakta, büyüme ve toplam talepteki artışla birlikte ithalatta da
patlama yaşanmaktadır ki, bu yabancı sermaye girişi ile finanse edilmekte, yabancı sermaye
girişi de doğrudan yatırım ya da sermaye piyasalarına plasman edilmedikçe bankacılık
sistemi vasıtasıyla tüketime yönelmektedir. Bu durum yerel para biriminin değerlenmesine
bir yanıttır ve de bu dinamiğin temel taşıdır. Yabancı sermayenin girişi üzerindeki en önemli
teşvik unsurları ise;
1. Dolar üzerinden yüksek risk primi,
2. Mevduat üzerine verilen devlet garantisi,
3. IMF gibi uluslararası finans kuruluşlarınca verilen kredilerin dış borş
ödemelerini garanti almasının yarattığı güven duygusu.
olarak açıklamak mümkündür. Bununla birlikte, 2000 yılında Türkiye’de yaşanan
talep patlaması hem politika uygulayıcıları hem de IMF tarafından memnuniyetle
karşılanmış ve bunu finanse eden sermaye girişini yavaşlatacak politikalardan uzak
durulmuştur. Özellikle, daha önceden de bahsedildiği üzere sermaye girişine neden olan
bankaların açık pozisyonlarını arttırmalarına bir önlem olarak getirilen %20’lik limit ve bunu
aşan kısmın tümünün munzam karşılık olarak TCMB’ye yatırılmasına ilişkin düzenleme
uygulanmamış ve denetlenmemiştir.
Sıkı bir mali disiplin uygulayan ve bütçe açığı vermeyen GOÜ’lerin bile hızlı bir
sermaye girişi yaşadıkları dönemlerde, yerel paranın aşırı değerlenmesini, talep patlamasını
ve ekonominin fazla ısınmasını kontrol altına almakta ve fazla ısınan ekonomiyi
23
yumuşatmak üzere (counter-cyclical) politikalar izlemekte her zaman başarılı olamadıkları
görülmüş olmakla birlikte, Türkiye’de program dahilinde var olan para kurulu benzeri NİV
tavanı ve bunun sonucunda sterilizasyon yapılamayacak olması, talep patlamasının para
politikaları ile kontrol altına alınması olasılığını da ortadan kaldırmaktaydı.
Boratav ve Akyüz’ün yapmış olduğu bir tespite aynen yer vermenin yapılan
çalışma konusunda pekiştirici bir etki yapacağını düşünüyorum.
...
Türk bankacılık sisteminin yapısını ve zaaflarını ve de kur çıpası kullanan istikrar
programlarının dinamiğini bilen bir kişi, nominal faiz oranlarında hedeflenen hızlı düşüş
gerçekleşirken ortaya çıkacak sorunların ve sermaye akımlarındaki sert dalgalanmaların
yaratacağı risklere karşın Türk ekonomisinin ne denli hassas (kırılgan) olduğunu bilmeliydi.
Gerçi, Brezilya gibi bazı GOÜ’lerde kur temeline dayalı istikrar programları, büyük mali
dengesizliklerin varlığına rağmen başarılı olmuştu; ama söz konusu örneklerin hepsinde,
bankacılık sistemi program başlatılmadan evvel geniş çaplı bir yeniden yapılandırma
sürecinden geçmiş ve de sıkı bir gözetim mekanizması ile etkin bir denetim altına alınmıştı.
Türkiye’de bankacılık sisteminin reformu program başladıktan neredeyse bir yıl sonra
gündeme getirilmişti. Oysa finansal bir krizin ortasında bankacılık sistemini reforme etmeye
kalkışmaktan daha beter bir zamanlama olamayacağı, Doğu Asya krizinden alınacak
derslerin en önemlilerinden biri olarak literatüre geçmişti. Kısacası, bankacılık sisteminin
reformu için gerekenler eğer istikrar programı uygulamaya konmadan evvel yapılmış
olsaydı, karşılaşılmış olan güçlüklerin büyük bir kısmı önlenmiş olurdu.
...
Görüldüğü üzere, bankacılık sisteminin kırılgan yapısı ve bankacılık sistemindeki
kontrolsüz deregülasyon ülke ekonomilerinin krize sürüklenmesi ya da süren krizlerin
derinleşmesinde önemli rol oynamaktadır. Bunun yanısıra, finansman sürecinde bankacılığa
olan bağımlılığın yüksek olması özel sektör borçlanmasını, sonuçta yeni yatırımların
yapılmasını engellemekte, ekonomik büyüme, kalkınma ve istikrar üzerinde olumsuz etkiler
yaratmaktadır.
III.Bölüm
Finansal Krizleri Önlemeye Yönelik Olarak Yürütülebilecek Politikalar
-Öneriler3.1. Finansman Kaynağı Olarak Sermaye Piyasaları
IOSCO Gelimekte Olan Piyasalar Komitesi Çalışma Grubu (WG2) tarafından
yapılan bir çalışma kapsamında, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan 21
ülke genelinde yapılan anket sonuçları ortaya konmuş, anket kapsamında ülke ekonomileri
genelinde finansman sağlanması sürecinde bankacılık ve sermaye piyasalarının ağırlıklarının
tespit edilmesi amaçlanmış, buna yönelik olarak da anket katılımcısı ülkelere,
ekonomilerinde bankacılık sektörü ve sermaye piyasalarının önemine ilişkin sorular
yöneltilmiştir.
Anket sonuçlarına göre, bankacılık sistemine dayalı finansmanın diğer finansman
kaynaklarına oranla çok daha yoğun bir şekilde kullanılmış olduğu, yıllık olarak bankacılık
24
sistemi tarafından açılmış olan kredi miktarı toplamının GSYİH’ya olan oranının % 158 ile
% 8 arasında değiştiği (1999), birçok ülkede açılan kredi toplamının kurumsal finansmanda
hem mutlak değer olarak hem de GSHİY’ye ile oranlandığında baskın olduğu, hatta bazı
ülkelerde (Malezya, Tayland, Slovenya, Tayvan) tüm sermaye piyasalarından sağlanan
toplam sermaye miktarından da yüksek olduğu tespit edilmiş ve bankacılık sistemine
duyulan bu bağımlılığın ekonomik istikrar ve büyüme açısından çalışmanın önceki
bölümlerinde de ortaya konan önemli olumsuz etkilerinin olduğu ifade edilmiştir.
Yapılan çalışmalardan da görüldüğü üzere, özellikle GOÜ’lerde ister yapısal
problemler nedeniyle olsun, ister diğer nedenlerle olsun, finansman modeli olarak sermaye
piyasalarının tercih edilmediği, genel kabul görmüş bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yurdumuzda, çalışmanın önceki bölümlerinde de değinildiği üzere etkin olmamakla birlikte,
finansman modeli olarak bankacılık sisteminin baskın olduğunu söylemek mümkündür ki,
Ülkemizdeki hisse senedi yatırımcılarının mülkiyet haklarının gözardı edilerek, TMSF’ye
devredilen bankaların hisse senetlerine ilişkin olarak yürütülen işlemleri buna bir örnek
olarak vermek herhalde yanlış olmayacaktır.
3.2. Finansal Krizleri Önlemeye Yönelik Öneriler
Finansal krizlerin önlenmesine yönelik olarak önerilebilecek politikaların:
1. Sermaye piyasalarının geliştirilmesine ve desteklenmesine yönelik politikalar
2. Diğer genel politikalar
olarak iki ayrı bölümde incelenmesi uygun olacaktır.
3.2.1. Sermaye Piyasalarının Geliştirilmesine Yönelik Politika Önerileri
Türk ekonomisinin diğer ekonomilerle rekabet edebilmesi için sermaye maliyetleri
önemli bir engel teşkil etmektedir. Bu engelin kaldırılmasına yönelik olarak sermaye
piyasalarının geliştirilmesi ve desteklenmesi gerekmektedir. Ekonomik büyüme ve istikrarın
sağlanmasında kırılgan bir yapı sergileyen Türk Bankacılık sisteminin klasik kredi
mekanizmasının sağlayacağı finansman olanakları, özellikle gelişme potansiyeli yüksek olan
sektörlerin finansmanı dikkate alındığında yeterli olmamaktadır.
Finansal krizin derinleşmesine neden olan yabancı sermayenin, Türk Sermaye
Piyasaları’nda yaygın kanaatin tersine “sıcak para” olarak nitelendirilen davranışı
sergilemediği de dikkate alındığında, finansman sağlanma sürecinde sermaye piyasalarının
desteklenmesi ve geliştirilmesinin hem yurt içi hem de yurt dışı finansman kaynaklarının
kullanıma sunulması ve ekonomik büyümenin, kalkınmanın ve istikrarın sağlanmasında
uygun bir politika olacağı düşünülmektedir.
Finansal sistemler ve ekonomik büyümenin etkileşimi hususunda yapılan birçok
çalışmada, sermaye piyasalarındaki toplam kapitalizasyondan ziyade likit piyasa yapılarının
ekonomik gelişme ve büyümeye doğrudan ve pozitif etkileri olduğu ortaya konmuştur.
Örneğin, Dünya Bankası Gelişim Ekonomisi Departmanının yapmış olduğu ve 38 ülkenin
1976 yılından bugüne kadarki ekonomik büyümelerinin karşılaştırıldığı çalışmada, likit
sermaye piyasalarına sahip ülkelerde zaman içinde daha fazla ve daha etkin yatırım
25
harcaması yapıldığı, bunun da sonuç olarak üretkenliği ve ekonomik büyümeyi pozitif yönde
etkilediği ortaya konmuştur.
Tablo 15 İMKB Günlük Ortalama İşlem Hacmi
Yıllar İtibarı İle Günlük Ortalama
Hisse Senedi İşlem Hacmi (Mn. $)
2001
2000
1999
1998
1997
1996
1995
1994
1993
1992
1991
1990
1989
1988
1987
1986
800
700
600
500
400
300
200
100
0
Kaynak: İMKB
Bu çerçevede, sermaye piyasalarının geliştirilmesine yönelik olarak yürütülecek
olan politikaların piyasaların likiditesini artıracak politikalar olarak seçilmesi yerinde
olacaktır.
3.2.1.1. Gözetim Sistemi
Sermaye piyasalarının geliştirilmesinde en önemli unsurların başında fon
sağlayanların bu piyasalara olan güvenlerinin sağlanması gelmektedir. Yatırımcı güveninin
sağlanması amacıyla Kurulumuz halen İMKB’de manipülasyonların engellenmesine yönelik
olarak çalışmalarına devam etmekle birlikte, Kurulumuzca yerine getirilen denetim
faaliyetleri sonucunda, manipülatif işlemlerin tespit edilerek cezalandırılması yatırımcıların
mağduriyetlerinin giderilmesinde etkin bir çözüm sunmamaktadır. Bu nedenle, var olan tüm
piyasalarda manipülatif hareketlerin gerçek zamanlı olarak tespit edilmesi ve manipülasyona
konu işlemlerin en kısa zamanda tespit edilerek sorumlular hakkında gerekli yaptırımların
uygulanmasının, hem bu tür hukuk dışı hareketler için caydırıcı bir etki yaratacağı, hem de
fon sağlayan yatırımcıların sermaye piyasalarına olan güvenini arttırarak piyasaların
derinliğinin artmasına yardımcı olacağı düşünülmektedir.
3.2.1.2. Muhasebe Standartlarının Geliştirilmesi
Muhasebe standartlarının iyileştirilmesi, sadece sermaye piyasalarının değil tüm
mali sistemin sağlıklı işleyişinde gerekli bir unsurdur. Özellikle, hiperenflasyonun yaşandığı
ülkemizde enflasyon muhasebesinin uygulanmaması nedeniyle sermaye ile çalışan
şirketlerde “kazanç” yerine sermaye üzerinden vergi ödenmesinin şirketler üzerindeki vergi
yükünü yükselttiği ve bu durumunda sermayenin tabana yayılmasına bir engel teşkil ettiği de
düşünüldüğünde, yatırım sürecinde şeffaflığın ve doğru bilgi akışının sağlanmasına yönelik
olarak muhasebe standartlarının geliştirilmesi etkin bir politika olacaktır.
3.2.1.3. Halka Açılmanın Teşvik Edilmesi
Sermaye piyasalarının gelişmişliğinin en önemli göstergelerinden biri halka açıklık
oranıdır. Halka açıklık oranının yükseltilmesinin, şirketler tarafından kurumsal yönetişim
ilkelerinin uygulanmasında, şirket yönetimlerinin profesyonelleşmesinde, şirketlerin daha
verimli çalışmalarında ve sonuç olarak toplam üretim miktarının artarak ekonomik
büyümenin sağlanmasında etkili sonuçlar ortaya çıkaracağı düşünülmektedir. Halka açıklık
26
oranının artmasının diğer bir pozitif etkisi de ülkeye yabancı sermaye akışının hızlanması
olacağından, halka açılmanın ve halka açıklık oranının arttırılmasının teşvik edilmesine
yönelik olarak, halka açık şirketlere vergisel (kurumlar vergisi vb...) avantajlar sağlanması
gibi uzun vadede üretim artışı ve buna bağlı olarak vergi gelirlerinde artış da sağlayacak
düzenlemelerin yapılmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
3.2.1.4. Tahvil Piyasasının Geliştirilmesi
Finansman sürecinde bankacılık sistemine bağımlı olan ekonomilerde bankacılık
sisteminde ortaya çıkacak krizlerin şirketlerin finansman sağlamalarında olumsuzluklar
yaratacağı, yatırım harcamalarında düşüşe neden olacağı ve çarpan etkisi sonucunda toplam
talebin daralmasına ve ekonomik aktivitenin olumsuz etkilemesine neden olarak tüm
ekonomiyi kriz ortamına sürükleyeceği hususu etüdün önceki bölümlerinde tartışılmıştı.
IOSCO bünyesinde kurulmuş olan Gelişmekte Olan Piyasalar Komitesi’nin 2
numaralı çalışma grubu (WG2) tarafından yapılan çalışmada, gelişmekte olan ülkelerde
bankacılık sisteminin finansman olanakları yaratmada problemler yaşadığı durumlarda etkin
bir sermaye piyasasının varlığının – özellikle şirket tahvil piyasası – şirketlerin finansman
sağlamasında önemli bir rol üstleneceği ortaya konmuş, bunun da ötesinde, etkin bir tahvil
piyasasının, bankacılık sektörü bilançolarında yer alan geri dönmeyen kredilerin (nonperforming loans) tahvil ve VDMK benzeri yardımcı araçlar yoluyla menkul
kıymetleştirilmesine yardımcı olması nedeniyle bankacılık krizlerinin çözümünde olumlu
katkılarının olacağı da tartışmaya açılmıştır.
Tahvil piyasanın ilk gelişimi esnasında hazine ve merkez bankaları gibi devlet
kurumlarının ihraçcı, düzenleyici ve geliştirici rol üstlenmesi piyasanın gelişimi açısından
büyük önem arz etmekte, ihraç edilen devlet borçlanma senetleri, gösterge menkul kıymetler
olarak faiz hadlerine ilişkin sağladıkları sinyaller sayesinde şirket tahvillerinin ihracında
kolaylık sağlamaktadır.
Gelişmekte olan ülkeler ve özellikle 1997-98 yıllarında kriz yaşanan Doğu Asya
ülkeleri incelendiğinde, kriz yaşayan ülkelerde şirket tahvil piyasalarının var olmadığı ya da
var olan piyasaların diğer finansman yolları kadar etkin kullanılmadığı görülmüştür. Şirket
tahvil piyasasının varlığı ve etkinliği şirketlerin bu piyasayı kullanarak finansman
maliyetlerini düşürmelerinde sağladığı avantajlar nedeniyle önemli bir rol oynamaktadır.
Tahvil ihracının şirketlere sağlayacağı avantajlar aşağıda tartışılmaktadır.
3.2.1.4.1. Sermaye Maliyetinin Düşürülmesi
Tahvil ihracı şirketlerin direkt olarak fon arz edenlerden borçlanmalarını
sağlamakta ve ticari bankaların sağladığı aracılık rolü ve buna bağlı maliyetleri ortadan
kaldırmaktadır.
Öte yandan, banka kredisi sağlanması sürecinde fon arz ve talep edenlerin uygun
koşullarda karşılaştırılması ile kredi kullananların gözetim ve denetimine ilişkin yönetim
maliyetleri önemli tutarlara ulaşmakta iken, tahvil ihraç sürecinde yer alan ve aracılar
tarafından sunulan yüklenim vb. aracılık hizmetlerinin maliyetleri, bu sektörde var olan
rekabet nedeniyle banka finansmanına oranla daha düşük kalmaktadır.
27
Öte yandan, tahvil ihracı şirketlere aktif ve pasif yönetiminde belirli vade öngörüsü
sağlaması ve döviz kuru riskini ortadan kaldırması13 da şirketlere genel olarak sermaye
maliyetlerini düşürme olanağı sağlamaktadır.
3.2.1.4.2. Döviz Kuru ve Vade Uyumsuzluğu Risklerinin Azaltılması
Bankacılık sisteminde kısa vadeli ve genellikle yabancı para birimi üzerinden
sağlanan finansman kaynaklarının uzun vadeli yatırımların finansmanında kullanması
bankacılığa bağımlı finans sistemlerinde vade yapısında uyum problemleri yaşanmasına
neden olmakta, bu durum karşısında özellikle finansman arayışı içindeki şirketler de
yatırımlar sonucu elde edecekleri uzun vadeli nakit akışları ile daha kısa vadeli kredi geri
ödemelerinde yaşayacakları zorlukları çoğu zaman öngörebildiklerinden yatırım projelerini
askıya alabilmektedirler.
Özel şirket tahvillerinin işlem gördüğü tahvil piyasaları, şirketlerin bu sorunların
üstesinden gelmelerine yardımcı olmakta, şirketler sağladıkları finansmanın vadesini
uzatmak istediklerinde daha uzun vadeli yeni tahvil ihraçları sayesinde vade probleminin
üstesinden kolaylıkla gelebilmektedirler. Öte yandan, yerel bir kurumsal tahvil piyasasının
varlığında gelirlerini yerel para birimi üzerinden sağlayan şirketler, tahvil ihraçları sayesinde
yerel para birimi üzerinden finansman sağladıklarından, nakit akımları üzerindeki döviz kuru
riskini de ortadan kaldırmış olmaktadırlar. Bunun yanısıra, önceki bölümlerde tartışıldığı
üzere, genel ekonomik düzeyde borç yapısının büyük oranda yerel para birimi üzerinden
gerçekleştirilmiş olması merkez bankalarına ekonomik kriz durumlarında genişleyici para
politikası uygulama imkanı da tanımaktadır.
3.2.1.4.3. Kredi Riskinin Etkin Fiyatlanması
Etkin bir kurumsal tahvil piyasasının bulunmadığı ekonomilerde bankalar
tarafından tespit edilen kredi faizleri sermayenin gerçek fırsat maliyetini yansıtmamakta,
bankalar kredi faizlerinin belli bir oran üzerinden sabitlenmesinde ortaklaşa hareket
edebilmekte ya da kredi faiz oranlarını devlet tarafından açıklanan tavan değerlere göre
sabitleyebilmekte, sonuç olarak, sermayenin fırsat maliyetinin etkin hesaplanamaması da
şirketlerin sermaye dağılımında verimsizliğe ve uzun vadede de genel olarak ekonomik refah
seviyesinde düşüşe sebep olmaktadır.
Etkin bir kurumsal tahvil piyasasının varlığı, tüm piyasa katılımcılarının tahvil
fiyat oluşum sürecinde etkin olmaları sonucunda, kredi riskinin etkin olarak hesaplanmasını
sağlayacak, diğer bir deyişle etkin bir kurumsal tahvil piyasası ürettiği fiyat sinyalleri ile
şirketlerin yatırım sürecinde geçerli bir sermaye maliyeti hesaplamalarını, genel ekonomik
düzeyde ise etkin sermaye dağılımını sağlayacaktır.
13
Çalışmanın önceki bölümlerinde tartışıldığı üzere, şirketlerin finansman sağlanması sürecinde
banka kredilerine ağırlık vermeleri durumunda, özellikle gelişmekte olan ülkelerde banka kredilerinin
yabancı para birimine endekslenmesi ve olası kriz durumlarında vadesinden önce bankalar tarafından
geri çağrılması olasılığı, bankacılık sektörünün yanısıra kredi kullanan şirketlerin da aktif pasif
yönetimlerinde zorluklarla karşılaşmalarına neden olmaktadır
28
3.2.1.4.4. Finansal İstikrarın Sağlanması
Özel şirket tahvillerinin işlme gördüğü tahvil piyasasının yokluğunda, şirketlerin
banka kredisini tercih etmek durumunda kaldıkları önceki bölümlerde tartışılmıştı.
Bankacılık sistemi kısa vadeli ve genellikle yabancı para birimi üzerinden sağlanan
finansman kaynaklarının uzun vadeli yatırımların finansmanında kullanması vade
uyumsuzluğu ve döviz kuru riskini ortaya çıkartması nedeniyle kırılgan bir yapıya sahip
olup, açılan kredilerin yarattığı risk unsuru (geri dönmeyen krediler) bankacılık sisteminin
kırılganlığını arttırmaktadır. Öte yandan, gelişmekte olan ülke ekonomilerinde kredi
aktivitesinin bankacılık sistemi içindeki az sayıdaki banka tarafından yerine getiriliyor
olması, sistem içindeki risk konsantrasyonunun ve sonuç olarak genel ekonomi içindeki
sistemik riskin artmasına neden olmaktadır.
Tablo 16 Bankacılık Sisteminde Yoğunlaşma (yüzde)
T. aktifler
2000
2001
Aralık
Eylül
T. mevduat
2000
2001
Aralık
Eylül
İlk beş banka
48
48
51
51
İlk on banka
69
68
72
72
Kaynak:TBB Bankalar Raporu (Toplam aktiflere göre)
T. krediler
2000
2001
Aralık Eylül
42
71
43
68
Özel şirket tahvillerinin işlem gördüğü bir tahvil piyasasının finansal sistem içinde
değişik bir alternatif olarak yer alması, etkin çalışacak bir piyasaya fon sağlayan geniş bir
kitlenin varlığı sayesinde kredi riskinin farklı yatırımcı grupları arasında dağıtılmasını
sağlayacak ve finansal istikrarın sağlanmasında önemli bir rol oynayacaktır.
WG2 tarafından yapılan ve Türkiye’ye ilişkin verilerin de yer aldığı çalışmada,
Türkiye’deki makroekonomik istikrarsızlıklar ile yüksek ve değişken enflasyon oranı,
kurumsal tahvil piyasasının etkin çalışmasının önündeki en önemli engel olarak
gösterilmektedir.
Bununla birlikte, hisse senedi ile değiştirilebilir tahvil uygulaması ülkemiz
koşullarında finansman sağlanması hususunda son derece uygun bir enstrümandır. Belli bir
fiyattan hisse senedi alma hakkı tanıyan bu borçlanma araçları tahvil ve bonoya oranla daha
düşük bir faiz oranına sahip olmakta, hisse senedi ile değiştirilebilir tahvil alan yatırımcılar
hem şirketin büyüme potansiyeline ortak olma hakkına sahip olmakta hem de hisse senedi
riski almadan tasarruflarını değerlendirme imkanına kavuşmuş olmaktadırlar.
Hisse senedi ile değiştirilebilir tahvil uygulamasının hayata geçirilebilmesi için
şirketlere ihraç ettikleri tahviller üzerinde işlem gerçekleştirme imkanı tanınması, kurumsal
tahvil piyasasında şirketlerin bir nevi piyasa yapıcılık görevi üstlenmesine imkan
tanıyacaktır. WG2 tarafından yapılan çalışmada, piyasa yapıcılığın var olduğu Tayland,
Malezya ve Tayvan da tahvil piyasasında likiditenin oransal olarak daha yüksek olduğunu
ortaya koymaktadır.
3.2.1.5. Kurumsal Yatırımcı Tabanının Oluşturulması
Bu kapsamda, halka açık şirketlerin kıdem tazminatı karşılıklarının belli bir
yüzdesi ile İşsizlik Sigortası Fonu’nda toplanan primlerin belli bir yüzdesinin A tipi yatırım
29
fonlarında değerlendirilmesine yönelik olarak düzenlemeler yapılması uygun olacaktır
(Özçam. 2002:280).
3.2.1.6. Sermaye Piyasalarının Geliştirilmesine Yönelik Vergi Politikaları
Vergi politikası, sermaye piyasasının gelişmesini teşvik edici yönde oluşturulmalı
ve mevcut engelleyici unsurların kaldırılması, bu kapsamda, yatırım fonlarına uygulanan
geçici teşviklerin kalıcı hale getirilmesi, özel emeklilik fonları konusunda Bakanlar
Kurulu’na tanınan vergi teşviki yetkisinin kullanılması ve vergi geliri sağlamayan, buna
karşın yatırımcıların ilgisini ciddi şekilde azaltan hisse senedi alım satım kazançlarının beyan
zorunluluğundan asgari beş yıl süre için vazgeçilmesi uygun olacaktır (Özçam. 2002:280).
3.2.1.7. Vadeli İşlem ve Opsiyonlar
Sermaye piyasasında belirsizliği azaltarak finansal öngörüde bulunma imkanı veren
vadeli işlem ve opsiyon borsasının bir an önce hayata geçmesi sağlanmalıdır.
3.3.1. Diğer Politikalar
3.3.1.1. Önemine Göre Ağırlıklandırılmış Denetim
Gelişmekte olan ülke ekonomilerinde mali sistem içinde özellikle bankacılık
sektörünün sahip olduğu pay ve buna paralel olarak bu sektörde yaşanan sorunların
ekonomiye olan olumsuz etkisi çok büyüktür. Bununla birlikte, bankacılık sektöründe ortaya
çıkan sorunlar döviz kuru krizlerinin ortaya çıkmasında çok daha etkili olmaktadır.
Bankacılık sektöründe yaşanacak paniklerin genel ekonomiye olumsuz etkilerinin olması
nedeniyle hükümetler mevduat garantisi gibi güvenlik sistemleri oluşturmaya yönelmiştir.
Ancak, bu güvenlik sistemleri panik olasılığını azaltmakla birlikte, bankaların bilanço
yapılarına uygun olmayacak şekilde yüksek oranda risk alarak kredi hacmini artırmalarına
neden olmakta ve finansal bir kriz yaşanması olasılığını artırmaktadır. Bu nedenle, aşırı risk
alınmasının önlenmesi amacıyla hükümetlerin, bankacılık sektörünün düzenlenmesine ve
gözetilmesine yönelik olarak güçlü sistemler oluşturması gerekmektedir.
Örneğin, İngiltere’de finansal sistem kapsamında FSA, piyasalardaki sistemik
riskin izlenmesinde ve hafifletilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu amaçla, FSA’nın
finansal kuruluşlarının mikro ve makro düzeyde finansal yeterlik denetimleri ile yoğun
olarak uğraştığı belirtilmektedir.
Ülkemizde yaşanan son finansal krizlerde sermaye piyasalarına bakıldığında,
finansal krizin aracı kurumlar üzerinde de ciddi etkiler yaratmış olduğu, 2001 yılında dolar
bazında işlem hacmi toplamının % 56, aracı kurumların net kar toplamının % 5,5; buna
karşın esas faaliyet karlarının % 50, öz varlıkları ise % 18 oranınında gerilediği
görülmektedir. Bu gelişmeler neticesinde, reel anlamda küçülen aracı kurumlar borçluluk
oranlarını düşürüp, özsermayelerini güçlendirerek likit kalmaya çalışmışlar ve likit yapıları
çerçevesinde yüksek faiz oranlarından da yararlanıp diğer faaliyet gelirlerini artırmışlardır.
Öte yandan, krizde hiçbir aracı kurum yatırımcı mağduriyetine yol açmamış olup, bu sonuca
varılmasında Kurulumuz tarafından 1998 yılından bu yana uygulanmakta olan sermaye
yeterliliği düzenlemeleri ile etkin gözetim ve denetim faaliyetleri büyük rol oynamıştır.
30
3.3.1.2. Muhasebe Standartları ve Kamuyu Aydınlatma İlkeleri
Önceki bölümlerde de açıklandığı üzere artan kredi hacmi sonucunda oluşan aşırı
risk finansal krizlere yol açmaktadır. Finansal sistem içinde fon sağlayan kuruluşların
işleyişlerine ilişkin olarak elde yeterli verinin olmaması durumunda hem piyasa hem de mali
kuruluşların denetiminden sorumlu kuruluşlar sistemdeki toplam riski ölçmekte yetersiz
kalmaktadırlar. Bu nedenledir ki, sağlıklı bir finansal sistem yaratılmasında geçerli ve
uygunlanabilir muhasebe standartları ve kamuyu aydınlatma ilkelerinin geliştirilmesi ve
uygulanması atılacak ilk adımların başında gelmektedir.
Finansal sistem kapsamında, bilgi üretimi, üretilen bilgilerin standartlaşması ve
piyasalarda şeffaflığın sağlanmasına yönelik olarak muhasebe standartları ve kamuyu
aydınlatma ilkelerinin geliştirilmesi ve uygulanması piyasalara olan güvenin arttırılmasına
büyük rol oynamaktadır. Bu çerçevede, sermaye piyasalarında bilgi üretimi, üretilen
bilgilerin standartlaşması ve şeffaflığın sağlanmasına yönelik olarak muhasebe standartları
ve kamuyu aydınlatma ilkelerinin oluşturulması ve geliştirilmesi hususunda 1985’lerden beri
Kurulumuzun öncülüğünde yürütülen çalışmalar sermaye piyasalarında güven duygusunun
oluşmasına yönelik olarak atılmış önemli adımlardır.
3.3.1.3. Hukuk ve Yargı Sistemi
Finansal piyasaların etkin çalışmasının sağlanmasında hukuk ve yargı sistemi
önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle, gelişmekte olan ülkelerin yargı sistemlerindeki
bozukluklar bu ülkelerdeki finansal piyasalar açısından ciddi problemler yaratmakta,
mülkiyet hakkının açık olmadığı ve uygulanamadığı ülkelerde finansal aracılığın gelişim
süreci önemli ölçüde sekteye uğramaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerin bir çoğunda yürürlükteki yasal sistem bazı varlıkların
teminat olarak kullanılmasını engellemekte ya da teminat olgusunu maliyetli ve zaman
kaybına neden olan bir düzenleme haline getirmektedir. Örneğin, DİBS’leri bu duruma bir
örnek olarak verebiliriz. Yurdumuzda, özel sektör kuruluşları tarafından çıkarılan tahvil ve
benzeri borçlanma araçları teminat olarak kabul edilmemekte ancak, DİBS’ler Hazine
garantisi altında risksiz yüksek getiri sağlamakla birlikte, teminat olarak da
kullanılabildiğinden14 özel sektör tahvilleri karşısında ihracınını önünde bir engel olarak yer
almaktadır.
Öte yandan, ülkemizde bankalar kredi verirken katma değer yaratma, yüksek net
bugünkü değer gibi bizatihi projenin kendisini değerlemekten çok teminata, özellikle de
gayrimenkul ipoteğine öncelik vermişlerdir. Bu yaklaşım hem bankaların kredi tahsisi
üzerinde orta vadede bozucu etki yaratmış, hem de makroekonomik olarak reel sektör-banka
ilişkilerinde olumsuzluklara neden olmuştur. İpoteğe öncelik veren sistem, kredi verdiği
proje ve firmanın yönetimi ile muhasebe ve raporlama sistemiyle ilgilenmeyi ikinci plana
itmiştir (Özçam. 2002:265).
14
TCMB Yasası uyarınca mevduat kabul eden bankalar, taahhütlerine karşılık (zorunlu karşılık ve
disponibilite) disponibl, yani likiditesi yüksek, nakit ya da kolaylıkla nakde çevrilebilir değerler
bulundurmak zorundadırlar.
31
3.3.1.4. Piyasa Tabanlı Disiplininin Teşvik Edilmesi
Mali sistemin kamu tarafından denetim ve gözetimi her zaman yeterli
olmamaktadır. Örneğin, kamu tarafından yürütülen denetim faaliyeti sürecinde, denetlenen
finansal kuruluşların tüm bilgi ve belgelerini denetime açmaması, kamu denetim elemanları
ne kadar etkin çalışırlarsa çalışsın, denetime tabi olan finansal kuruluşun işlemlerinin
gerektiği gibi incelenmesini ve almış oldukları riskin değerlendirilmesini engellemektedir.
Bu problemin aşılması için finansal kurumların kredi derecelendirmesine tabi
15
olmaları gibi finansal sektörün birden fazla kuruluş tarafından denetime tabi tutulmasına
yönelik uygulamalar getirilmesi uygun olacaktır.
3.3.1.5. Yabancı Bankaların Sisteme Girişi
Bir çok ülke ekonomisinde yabancı bankaların faaliyet göstermesi yasaklanmış ya
da bu bankaların yurda girişi getirilen kısıtlamalarla zorlaştırılmıştır. Birçok gelişmiş ülke
ekonomisinde dahi, bazı yerel bankalar açmış oldukları kredilerin yerel şirketlerde
yoğunlaşmış olması16 nedeniyle risk dağılımında etkinlikten uzak bir yapı sergilemektedir.
Bununla birlikte, yabancı bankalar riskin dağılmış olduğu bir portföye ve bağlı oldukları ana
şirket ya da banka sayesinde dünya üzerinde değişik birçok bölgeden fon sağlama imkanına
sahip olduklarından daha az riske maruz kalmakta, bu nedenle yerel krizlerden de yerel
bankalara oranla daha az oranda etkilenmektedirler. Gelişmekte olan ülke ve geçiş
ekonomilerinin gelişmiş ülke ekonomilerine oranla daha değişken ve oynak bir yapı
sergilemeleri nedeniyle, bu ülkelerin bankacılık sektörlerinde büyük yabancı bankaların
bulunması tüm bankacılık sisteminin yerel ekonomik krizlerden daha az etkilenmesine neden
olacaktır. Öte yandan, yabancı bankaların varlığı Yurdumuzda olduğu gibi bankacılık
sektöründe geri dönmeyen ve özellikle grup içi kredi şeklinde kullandırılan kredi miktarının
da önemli miktarda azalmasını sağlayacaktır.
3.3.1.6. Sermaye Kontrolleri
Meksika ve Doğu Asya’daki krizlerden önce yaşanan büyük miktardaki sermaye
girişleri ve kriz sonrasındaki sermaye çıkışları sonucunda uluslararası sermaye hareketlerinin
finansal istikrarsızlık yarattığına ilişkin olarak birçok çalışma yapılmıştır.
Krizlere yol açan kredi hacmindeki artışın nedenlerinin başında özellikle
hükümetler tarafından uygulanmakta olan mevduat garantisi gibi güvenlik sistemleri ve bu
sistemlerin varlığında bankacılık sektörünün aldığı aşırı risk gösterilmektedir. Kredi
hacminde yaşanan bu artış bankacılık krizlerinin nedenleri arasında sayılmakla birlikte,
doğrudan yatırım ve hisse senedi yatırımları gibi yabancı sermaye girişlerinin, krizlere yol
açacak şekilde olumsuzluklara neden olmadığı ortaya konmaktadır.
15
Arjantin ve Yeni Zelanda’da belli miktarda varlık toplamına sahip bankalar en az iki kredi
derecelendirme kuruluşundan derece almak ve aldıkları dereceleri mevdut toplama sürecinde
kullandıkları tüm finansal araçlar üzerinde belirtmek durumundadırlar.
16
Örneğin, BDDK tarafından yönetimi TMSF’ye en son devredilen Pamukbank’ın yine BDDK
verilerine göre, Aralık 2001 itibariyle toplam kredi portföyünün % 69’u grup içi şirketlere açılmış,
grup içi krediler toplamının toplam aktiflere olan oranı ise %40’ına kadar ulaşmıştir.
32
Bununla birlikte, Malezya’da yaşanan kriz sonrasında yabancı sermayenin ülkeye
girişine getirilen sınırlama ve yasaklar ise, verimli üretim sahalarında kullanılması muhtemel
yabancı sermayenin ülkeye girmesini engellemiş ve ekonomik aktivite ve büyümenin
olumsuz yönde etkilenmesine neden olduğundan yanlış bir politika olarak
değerlendirilmiştir. Diğer bir deyişle, yabancı sermaye üzerine getirilen kısıtlamalar zaman
içinde yatırım kaynaklarının verimsiz alanlarda kullanılması sonucunu da doğurmaktadır.
Bu çerçevede, yabancı sermayenin bankacılık sektörü tarafından kredi hacminin
aşırı risk altında arttırılmasına yönelik olarak kullanımının engellenmesi ve etkin alanlarda
kullanılmasına yönelik olarak düzenlemeler yapılması geçerli bir çözüm yolu olacaktır.
3.3.1.7. Yabancı Para Birimi Üzerinden Borçlanmaya Sınır Getirilmesi
Bir çok gelişmekte olan ülke ekonomisinde de görüldüğü üzere yabancı para birimi
üzerinden borçlanma miktarının artması mali sistemleri daha kırılgan hale getirmektedir.
Döviz kuru krizleri ve devalüasyonlar yabancı para birimi üzerinden borç miktarının yüksek
olduğu ülkelerin tamamen finansal krize sürüklenmesine sebep olmakta, ülke ekonomisinin
kriz ortamından çıkışını daha da güçleştirmektedir.
Yerel para birimi üzerinden borç toplamının fazla olduğu ülkelerde merkez
bankaları ya da ilgili para otoriteleri tarafından bankacılık sektörüne doğrudan borç verilmesi
ya da açık piyasa işlemleri vasıtasıyla piyasalara likidite verilerek genişleyen bir para
politikası izlenmesi, para arzının ve genel fiyat seviyesinin artmasına neden olduğundan,
yerel para birimi üzeriden borç toplamının yüksek olması ve borçlanma yapısının uzun
vadeli olması sonucunda yaratılan suni enflasyon borç kullanan kesimin reel borç
yükümlülüklerinin azalmasına neden olmaktadır. Bununla birlikte, ekonomiye likidite
verilmesi hisse senedi gibi varlıkların fiyatlarının artmasına neden olacağından, bu durum
mali sektör ya da mali sektör dışı tüm kuruluşların bilançolarına olumlu yönde
yansımaktadır. Ayrıca yapılan çalışmalarda, genişleyici para politikasının borsalar ve döviz
piyasasını da içine alacak şekilde ekonomik canlanmaya ve iyileşmeye yol açtığı, ancak,
yüksek miktarda monetizasyonun da varlık fiyatlarında ekonomik olmayan yükselişlere
(asset price bubble) neden olduğu ortaya konmuştur (Mishkin. 2000:14,18).
Yabancı para birimi üzerinden borç toplamının yüksek olduğu durumlarda ise,
merkez bankasının finansal krizden çıkmak üzere genişleyici para politikası izlemesi
mümkün değildir. Çünkü, genişleyici para politikası yerel para biriminin hızla değer
kaybetmesine neden olmakta, bu durum da, firma ve bankaların bilançolarının olumsuz
şekilde etkilenmesine neden olmaktadır.
Görüldüğü üzere, yabancı para birimi üzerinden borçlanmanın kısıtlanması
durumunda ülke ekonomileri daha az finansal kriz yaşayacak ya da yaşanan krizlerden çok
daha kolay kurtulabilecektir. Özellikle, yabancı para birimi üzerinden sağlanan yabancı
sermaye kaynaklarının genellikle bankacılık sektörü tarafından mali sisteme aktarıldığı
düşünüldüğünde, kısıtlayıcı düzenlemelerin (bankacılık düzenlemeleri vb...) yürürlüğe
sokulması finansal istikrarı sağlamada etkili olacağı açıktır. Bankacılık düzenlemelerinin
yanısıra firma düzeyinde yabancı para birimi üzerinden borçlanmanın kısıtlanması ya da bu
çeşit borçlanmanın vergilendirilerek engellenmesi ya da şirketlerin finansman
33
sağlamalarında, doğrudan finansman yolunu kullanmaya teşvik edilmeleri de diğer önlemler
arasında yer almaktadır.
3.3.1.8. Kademeli Liberalizasyon
Deregülasyon ve liberalizasyon, ekonomik aktivitenin arttırılması ve ekonomik
büyümenin sağlanmasında önemli politikaların başında gelmekle birlikte, deregülasyon ve
liberalizasyon süreçlerinin uygun biçimde yönetilememesi durumunda finansal krizlere yol
açtığı çalışmanın önceki bölümlerinde ortaya konmuştu. Liberalizasyon süreci başlangıcında
bankacılık sektöründe uygun düzenleme ve gözetim yapıları kurulmamış, muhasebe
standartları ve kamuyu aydınlatma ilkeleri uygulamaya konulmamış, borçlanma yapısı ve
planlaması uygun şekilde düzenlenmemiş ve hukuki ve yasal sistemin etkin işlemesine
yönelik önlemler alınmamış ise, sürecin sonunda finansal krizlerin ortaya çıkması kuvvetle
muhtemel bir olgudur.
Finansal liberalizasyon, piyasaların etkin çalışmasında ve yatırım kaynaklarının en
etkin şekilde dağılmasında önemli rol oynamakla birlikte, liberalizasyon sürecinin
yönetimine ilişkin olarak herhangi bir stratejisi olmayan ülkeler için de tehlike arz
etmektedir. Bu nedenle, liberalizasyon sürecinde sonuca kademeli olarak ulaşılması sürecin
başarısı açısından önemli olup, politika yapıcıların gerekli düzenleyici altyapıyı zamanında
uygulamaya koymaları, özellikle yabancı para birimine endeksli borçlanma üzerinde
herhangi bir kısıtlamanın bulunmaması durumunda büyük önem taşımaktadır.
Bununla birlikte, liberalizasyon öncesi yapılması gereken yasal düzenlemelerin
hemen hayata geçirilmesi büyük zorluklar da içerdiğinden, kredi hacminin artışı üzerine
kısıtlamalar getirilmesi (borçlanma rasyolarına üst sınır getirilmesi, tüketici kredilerinin
sınırlandırılması, kredi geri ödeme süresinin sınırlandırılması vb…) gibi bazı geçici
önlemlerin alınması uygun olacaktır.
3.3.1.9. Para Politikası ve Fiyat İstikrarı
Ekonomide fiyat istikrarının sağlanması, ekonomik politikaların başlıca
amaçlarından birini oluşturmaktadır. Yüksek enflasyon olgusu sadece halkı rahatsız eden bir
olgu olmayıp, yüksek enflasyonun ekonomiye olan zararları birçok ekonometrik çalışma ile
de ispatlanmıştır (Mishkin. 2000:39).
Özellikle, Türkiye gibi hiper-enflasyonun uzun süredir hüküm sürdüğü
ekonomilerde, borçlanma genellikle yabancı para birimi üzerinden gerçekleştirilmekte, bu da
olası bir devalüasyonun finansal krize yol açmasına neden olduğundan, finansal sistemi
krizler karşısında çok daha kırılgan hale getirmektedir. Bu nedenledir ki, ekonomide fiyat
istikrarının sağlanması yerel para birimine olan güveni arttıracak, bu da borçlanmanın yerel
para birimi üzerinden yapılmasını teşvik edecektir. Öte yandan, fiyat istikrarının sağlanması
da merkez bankalarının finansal kriz durumlarında beklenen enflasyon oranını arttırmadan
ve yerel para birimi değer kaybetmeden müdahele amaçlı olarak genişleyici para politikası
vb… politikaları uygulamaları mümkün olacaktır.
34
3.3.1.10. Kur Rejimi ve Uluslararası Rezervler
Fiyat istikrarının sağlanmasına yönelik olarak uygulanması muhtemel bazı
önlemler, finansal istikrarsızlığa da yol açabilmektedir. Bu önlemlerden biri de yerel para
biriminin enflasyon oranı düşük olan diğer bir ülkenin para birmine bağlanması ve bu şekilde
enflasyon oranının zaman içinde düşük enflasyona sahip olan ülke enflasyonu ile
eşitlenmesidir. Sözkonusu uygulamanın bir benzeri de Yurdumuzda 1999 yılı Aralık ayında
uygulanmaya başlanan ekonomik program kapsamında yer almış ve TL’nin değeri
uygulanan kur çıpası sayesinde suni şekilde düşürülerek enflasyon oranında düşüş (1999
Aralık %60 – Şubat 2001 % 33) sağlanmıştır.
Bu şekilde sabit ya da değişken bir kur politikası izlenmesinin, enflasyonun kontrol
altına alınması sürecinde başarılı olduğu kabul edilmekle birlikte, finansal krizler üzerine
yapılan analizlerde, gelişmekte olan ve büyük miktarda yabancı para birimine dayalı borcu
bulunan ülkelerde bu stratejinin uygulanması durumunda, finansal krizlere yol açmasının
yüksek bir olasılığa sahip olduğu ortaya konmuştur.
Sabit kur rejiminin uygulanması esnasında, dövize spekülatif bir atağın oluşması
durumunda yerel para biriminde ortaya çıkan değer kaybı genellikle serbest kur rejiminde
ortaya çıkacak değer kaybından çok daha fazla olup, beklenmedik ve kendini tekrar eden
şekilde gerçekleşmekte, ekonomideki tüm sektör kuruluşlarının bilançoları çok daha ciddi
şekilde zarar görmektedir. Mali sektör dışı kuruluşların bilançolarından ortaya çıkan
olumsuzluklar ise, özellikle bankacılık sektörünün bilançolarında çok daha derin
olumsuzluklara yol – kredi geri dönüşlerinin aksaması ya da durması – açmaktadır.
Öte yandan, sabit kur politikası yabancı sermaye üzerinde bir garanti etkisi
yarattığından yurda giren yabancı sermaye, üretimin finansmanında kullanılmış olsa dahi,
kredi hacminin büyümesine ve özellikle yabancı sermayenin dağılımında önemli rol oynayan
bankacılık sektörünün aşırı bir risk altında kalmasına neden olmaktadır. Bununla birlikte,
gelişmekte olan ülkelerdeki gibi bankacılık düzenleme ve gözetiminin zayıf olması
durumunda finansal krizler kaçınılmaz bir olgu haline gelmektedir.
Serbest bir kur rejiminin sağladığı diğer bir avantaj da, döviz kurunun değerindeki
değişikliklerin sabit kur rejiminde gerçekleşen değişime oranla daha lineer olarak
gerçekleşmesini sağlamasıdır. Bunun yanısıra, serbest döviz kuru rejimi kapsamında kurda
yaşanan günlük dalgalanmalar ki, bu dalgalanmalar sabit kur rejiminde engellenmiş, daha
doğrusu ertelenmiştir, şirketler, bankalar ve hatta hazine ve merkez bankaları için yabancı
para birimi üzerinden borçlanmanın riski ve finansal krizin yaklaşıp yaklaşmadığı hakkında
sinyaller verecektir.
Burada söylenmek istenen sabit kur rejimi uygulamasının enflasyonla mücadelede
etkisiz olduğu ya da finansal krizleri beraberinde getirdiği değil, zamanlamanın uygulamanın
etkinliği açısından önemidir. Bu nedenle, enflasyonla mücadele programı çerçevesinde sabit
kur rejimi uygulayacak olan ülkelerin sağlıklı bir bankacılık sisteminin sağlanmasına yönelik
politikaları uygulamaları gerekmekte olup, kırılgan bir bankacılık sistemine ve büyük
miktarda yabancı para birimi üzerinden borca sahip olan ülkelerde sabit kur rejimi
uygulamanın çok tehlikeli bir strateji olduğu açıktır.
35
SONUÇ
Gelişmekte olan ülke ekonomilerinde ortaya çıkan finansal krizlerin olumsuz
etkileri ve oluşum sıklıkları dikkate alındığında tüm dünyada son yıllarda ortaya çıkan
önemli bir ortak olgu da, politika belirleyicilerin finansal krizlerin önlenmesi için çareler
aramalarıdır.
Meksika ve Doğu Asya’da yaşanan finansal krizler hakkında yapılan detaylı
analizler sonucunda ortaya çıkan ortak noktaların:
-
Bankacılık sektörünün açıkça ya da üstü kapalı şekilde hükümetler ve IMF
tarafından desteklenmesi
Etkin olmayan bankacılık sektörü düzenlemeleri
Bankacılık sektöründe ortaya çıkan rüşvet ve kayırmacılık gibi ahlaki
problemler.
Liberalizasyon sürecinde kredi hacminin artışının kontrol edilmemesi.
olduğu çalışmanın önceki bölümlerinde ortaya konulmuştu. Finansal krizlerin
ortaya çıkış nedenlerinin araştırıldığı analizler sonucunda krizlerin tekrar yaşanmasının
önüne geçilmesi için yukarıda açıklanan ortak noktaların tersine çevrilmesinin gerektiği,
kısacası gelişmekte olan ülkeler tarafından yapılması gerekenin, finansal yapının Amerikan
ekonomisinin finansal yapısına benzer bir yapıya kavuşturulması gerektiği, bunun için de;
-
Bankacılık sisteminin etkin bir şekilde düzenlenmesi ve şeffaflaştırılmasına,
Merkeziyetçi olmayan, farklı yapıdaki finansal piyasalar ve kurumlar
oluşturularak finansal yapının bankacılık sektörüne olan bağımlılığının
azaltılmasına,
yönelik politikalar uygulanması gerektiği ortaya konmuştur.
Merton Miller, 1997 yılında Asya’da yaşanmaya başlanan ve etkileri halen devam
etmekte olan ekonomik krizin nedenlerinin başında sermaye piyasalarının bölgedeki geri
kalmışlığını göstermektedir.
Miller’a göre bankacılık sektörü yatırımcıların elindeki atıl fonların şirketlere
aktarılmasında önemli bir role sahip olmakla birlikte, kırılgan bir yapıya sahiptir. Özellikle,
yabancı para birimine dayalı ve genellikle vadesiz mevduat şeklinde toplanan kaynaklar ile
uzun vadeli yatırımların finanse edilmesi, ani ve büyük miktarlarda mevduat çıkışlarında
başlangıçta bankacılık sektörünü, sonuç olarak da tüm ekonomiyi kriz ortamına
sürüklemektedir. Bu durum, Amerikan ekonomisinin gelişim süreci içinde defalarca
yaşamış, ancak Amerikan ekonomisi 20’nci yüzyılla birlikte değişik yapıdaki sermaye
piyasaları ve kurumlarının kurulmasına öncülük ederek bankacılığa olan bağımlılığından
kurtulmuş ve bu sayede yaşanan ekonomik krizlerden en az şekilde etkilenmiştir. Örneğin,
1990 yılında Amerika’da yaşanan ekonomik resesyonun çok kısa sürede atlatılmasında ve
etkisinin çok zayıf olmasında bankacılık sektörü dışında sermaye piyasaları aracılığıyla
sağlanan sermayenin en önemli etken olduğu gösterilmektedir.
Merton MILLER, 1990’ların başında Amerika’da yaşanan ekonomik resesyonun
çok kısa sürede atlatılmasında ve etkisinin çok zayıf hissedilmesinde sermayenin dağılım
sürecinin bankacılık sektörü dışında, sermaye piyasaları aracılığıyla etkin olarak çalışmaya
36
devam etmesini en önemli etken olarak göstermiş ve kriz yaşayan Doğu Asya ülkelerine
Japon ekonomisini örnek almamalarını, bunun yerine bankacılık sektörüne olan
bağımlılıktan kurtularak banka kredisine alternatif sermaye piyasaları gibi değişik yapıdaki
piyasa yapıları geliştirmelerini önermiştir.
Finansal krizler, finansal sistem ayrımı olmadan, hem bankacılık sektörüne dayalı
hem de sermaye piyasalarına dayalı finansman modellerinin benimsendiği ekonomilerde
yaşanmaktadır. Ancak, özellikle GOÜ’lerde, finansal sistem kapsamında, fon aktarım
mekanizması olarak bankacılık sektörüne duyulan bağımlılık ve bankacılık sisteminin
bünyesinde barındırdığı yapısal problemler sonucunda, bankacılık krizlerinin, reel
ekonomiyi ve sonuç olarak ekonomik büyüme ve istikrarı olumsuz yönde etkilediği
ulaşılması pek de güç olmayan bir sonuçtur.
Ülkemizde, Kasım 2000 ve Şubat 2001’de yaşanan krizler ve bu krizlerin
oluşumuna kadarki gelişmeler incelendiğinde, yaşanan süreçlerin, kriz deneyimine sahip
GOÜ’lerde yaşanan süreçlerle büyük benzerlikler taşıdığı görülmektedir. Bütçe açıklarının
finansmanı için kontrolsüz olarak gerçekleştirilen finansal liberalizasyon, buna bağlı olarak
yurda giren yabancı sermaye miktarındaki artış, bankacılık sistemine duyulan bağımlılık,
kredi hacminde ve talepte yaşanan patlama, ortak yanlardan bazılarıdır. Ülkemizde yaşanan
son ekonomik krizler sonrasında, özellikle, yurda giren ve sıcak para olarak nitelendirilebilen
yabancı sermayenin, yaşanan talep patlamasını körükleyecek şekilde, denetim ve gözetimden
yoksun (kredi hacminin ve buna bağlı olarak bankacılık sisteminin maruz kaldığı risklerin
kontrol altından tutulmasına yönelik düzenlemelere uyulmaması ve uyum hususunda gerekli
denetim ve gözetimin yapılmaması) olan bankacılık sistemi tarafından tüketime
yönlendirildiği ve yaşanan ilk ekonomik olumsuzlukta çok kısa zamanda yurt dışına kaçtığı,
bu durumun da olumsuzlukları arttırarak tam anlamıyla bir finansal krize neden olduğu
görülmüştür. Öte yandan, sermaye piyasaları ve doğrudan yatırım kanalıyla yurda giren
yabancı sermaye ise, bankacılık sistemi tarafından sağlanan sıcak paranın tam tersine,
olumsuzluklarla karşılaşıldığında ciddi anlamda kaçış hareketinde bulunmamaktadır. Diğer
bir ifadeyle, sermaye piyasaları vasıtasıyla sağlanan finansman, kriz oluşumuna ve yaşanan
krizlerin derinleşmesine neden olmamakta, tam tersine, ABD örneğinde de görüldüğü üzere,
kriz esnasında, etkin kaynak dağılımının devam etmesini sağlayarak, reel ekonominin
üretime devam etmesini, yani, tekerleğin dönmeye devam etmesini sağlamaktadır.
Bu çerçevede, ülke içindeki finansal yapının sadece bankacılık sistemine dayalı
merkeziyetçi bir yapıdan kurtarılarak, risk unsurunu dağıtan sermaye piyasalarının
geliştirilmesi, kaynak tahsisinde etkinliği arttırarak, ekonomik krizlerin önlenmesinde ve
ekonomik büyüme ile istikrarın sağlanmasında da en uygun ekonomi politikası unsuru
olacaktır.
Yaşayan eskiyi severiz, ama bizi yaşatacak olan yenidir.
Theodore FONTAINE
37
KAYNAKÇA
ALLEN, Franklin
2000 Financial Structure and Financial Crisis, Asian Development Bank Institute,
Working Paper, Sayı:10
ALLEN, Franklin ve D. GALE,
1999 Diversity of Opinion and Financing New Technologies, Journal of Financial
Intermediation 8, s: 68-89
BDDK
2001 Türk Bankacılık Sistemi, BDDK Yayınları, Eylül 2001
BORATAV, Korkut ve Y. AKYÜZ
2002 Türkiye’de Finansal Krizin Oluşumu, İktisat İşletme ve Finans Dergisi,
Sayı:Ağustos 2002, Sayfa:14-46
DEMİRGÜÇ-KUNT, Aslı ve DETRAGIACHE, Edward
1998 Financial Liberalization and Financial Frigality, Working Paper, 98/83,
International Monetary Fund, Washington D.C.
DEMİRGÜÇ-KUNT, Aslı ve Ross LEVINE
1996 Stock Markets, Corporate Finance and Economic Growth: An Overview, The
World Bank Economic Review Sayı:10, Sayfa:223-239
DEMİRGÜÇ-KUNT, Aslı ve Ross LEVINE
1996 Stock Market Development and Financial Intermediaries: Sytlized Facts, The
World Bank Economic Review, Sayı:10, Sayfa:291-321
DEMİRGÜÇ-KUNT, Aslı ve Vojislav MAKSIMOVIC
1996 Stock Market Development and Financing Choices of Firms, The World Bank
Economic Review, Sayı:10, Sayfa:341-369
DUISENBERG, William F.
2001 The Role of Financial Markets for Economic Growth, The Single Financial
Market: Two Years in EMU Açılış Konuşması
GÜMÜŞ, Mustafa
2001 Varlığa Dayalı Menkul Kıymetlerin Kurul Kaydına Alınmasına ve Genel
Finans Ortaklıklarının Kuruluş ve Faaliyet İlkelerine Dair Esaslar Tebliği, Meslek
Personel Yardımcılığı Kurul İçi Eğitim Sunuşu
HIGGINS, Matt. ve OSLER, Carl.
1997 Asset Market Hangovers and Economic Growth: The OECD During 19841993, Oxford Review of Economic Policy 13, 110-134
IOSCO
2002 The Development of Corporate Bond Markets in Emergin Market Countries,
Gelişmekte Olan Piyasalar İki Numaralı Çalışma Grubu Raporu
KAMINSKY, Gale ve REINHART, Carl.
1996 Banking and Balance of Payments Crises: Models and Evidence, Working
Paper, Board of Governors of the Federal Reserve, Washington
38
KHAN, Aubik
2000 The Finance and Growth Nexus, Federal Reserve Bank of Philedelphia,
Business Review
KINDLEBERGER, Charles
1992 The International Economic Order, Harvester-Wheatsheaf Yayınevi, Exeter
LEVINE, Ross ve Sara ZERVOS
1996 Stock Market Development and Long-Run Growth, The World Bank
Economic Review, Sayı:10, Sayfa:323-339
LEVINE, Ross ve Sara ZERVOS
1998 Stock Markets and Economic Growth, The American Economic Review,
Sayı:88, Sayfa:537-558
LEVINE, Ross
2000 Bank Based or Market Based Financial Systems: Which is Better?, University
of Minnesota, Working Paper
MILLER, Merton
1998 Financial Markets and Economic Growth, The Journal of Applied Corporate
Finance, Bank of America, Sayı:11, Sayfa:815-835
MISHKIN, Frederic
2000 Financial Policies and the Prevention of Financial Crisis, NBER Working
Paper
ÖZÇAM, Ferhat
2002 Finansal Piyasaların Düzenlenmesi ve Denetiminde Yeni Yaklaşımlar ve
Türkiye
İçin
Değerlendirmeler,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara
Üniversitesi, Ankara
TCMB
2001 Sektör Bilançoları, TCMB Yayınları
TSPAKB
2002 Türkiye Sermaye Piyasaları 2001, Rapor
39
Download