bilimname XVI, 2009/1, 239-254 KİTAP TANITIMLARI Bedri Gencer Kocaeli Ü. İİBF bedrigencer@gmail.com Ibn Taymiyya’s Theodicy of Perpetual Optimism (İbni Teymiye’nin Daimî İyimserlik Teodisisi), Jon Hoover, Brill, 2007, 288 s. ISBN 978-90-0415847-4 Her dinî topluluğun başlangıcında bir yeryüzü cenneti veya altın çağ olarak görülen, tam eşitliğin sağlandığı bir dönem vardır. İslam tarihinde Medine toplumunun yaşadığı Asr-ı Saadet buna örnektir. Ancak özellikle kozmopolisi hedefleyen büyük toplulukların zamanla kaçınılmaz olarak yaşadığı yayılma ve toplumsal değişimin getirdiği tabakalaşma olgusu, altın çağa benzetilen bu eşitlik dönemine son verir. Sosyal tabakalaşma, eşitsizliğe ve iktidar ilişkilerine, böylece siyasetin organik toplumdan ayrı bir küre olarak doğuşuna, bunun sorgulanması da dinî açıdan teodisi (ilahî adalet) probleminin zuhuruna yol açar. Teodisi probleminin ortaya çıkışı, ilahî düsturla beşerî pratik arasında bir uyumsuzluğu, yani meşruiyet krizini gösterir. Bu kriz ise teo+disi ile teo+loji kavramları arasındaki akrabalığın gösterdiği gibi İslam’da kelam denen teoloji disiplininin doğuşuna yol açar. Yüksek hilafet döneminde hızlanan sosyo-kültürel değişme sürecinde Mutezile, saf inanma yerine İslam inançlarının sınandığı kelam ilmine vücut verdi. Bu bakımdan teodisi, bir dünyagörüşünün formülasyonunda merkezî önem taşır. Oryantalistler, genelde teodisi probleminin İslamda Hıristiyanlıkta olduğu kadar önemli bir yer tutmadığını iddia etmişlerdir ki bu, yeterli araştırmaya dayanmadan iki dinin düz bir şekilde karşılaştırılmasından doğan bir yanılgıdır. Theodicy in Islamic Thought: The Dispute over Al-Ghazali’s “Best of All Possible Worlds” (Princeton University Press, 1984) adlı eserinde Eric L. Ormsby’nin Gazâlî örneğinde kısmen gösterdiği gibi, Hıristiyanlığın akıbetinden gerekli dersi alan İslam mücedditleri bu meseleyi Hıristiyanlıktan farklı, çok daha rafine bir şekilde ele almışlardır. Teo+disi ile teo+loji kavramları arasındaki etimolojik akrabalığın gösterdiği 240 Bedri Gencer gibi Hıristiyanlık, teodisi problemini doğrudan Tanrı inancı bakımından ele alarak teslise kaymıştı. İslam’da Mutezile, “halku’l-Kur’ân” (Kur’ân’ın yaratılışı) teziyle en fazla teolojinin ikinci unsuru logos (kelam) bakımından Hıristiyanlığa yaklaştı. Sonra gelen İslam âlimleri ise sonunda paganizme taviz vererek teslis inancına kayan Hıristiyanlıktan farklı olarak Allah’ın birliğine imanı, tavizsiz tevhit inancını sağladıktan sonra bu tevhit inancına dayalı olarak teodisi problemini dinî bakımdan ele aldılar. Gazâlî gibi âlimler, teodisi probleminin alanını “usul-i din” olarak adlandırılan kelamdan “usul-i fıkh”a kaydırarak “hikmet-i teşriiye” (şeriatın felsefesi) perspektifinden İslamî dünyagörüşünü temellendirmek suretiyle bu problemi çözümlediler. Klasik İslamî literatürde “şeriatın üstünlüklerini anlamaya vesile” türünden başlıklar taşıyan birçok eser, teodisi kaynaklı şüpheler karşısında İslamî dünyagörüşünü anlatmak için yazılmıştı. Oryantalistler tarafından yapılan nadir “İslam’da teodisi” incelemelerinden biri olan bu önemli çalışmasında yazar, İbni Teymiye’nin bu konuya yaptığı orijinal katkıyı ortaya koyuyor. Yalnız kanaatimce burada önemli olan nokta, İbni Teymiye’nin görüşünü Batı düşünce tarihinde olduğu bir alternatif değil, sentez olarak görmenin daha doğru olduğudur. Klasik Eş’arî okul, Mutezile’nin Allah’ın iradesini sınırlayıcı tutumuna tepki olarak O’nun mutlak iradesinin vurgulandığı bir volontarizmle şer problemini açıklama yoluna gitmişti. Hayrın ve şerrin mutlak Allah katından olduğuna inanmanın ötesinde bir selamet seçeneği yoktu. Gazalî ise, mutlak ilahî iradeyi hikmetle birleştirerek bu problemi ele aldı. “Mümkün dünyaların en iyisi” olarak formüle edilen onun görüşüne göre, dünyanın iyiliği, ulûhiyetin icabı olarak değil, fakat Allah’ın mutlak irade, hikmet ve kudretinden ileri gelir. İbni Teymiye ise örneğin Gazalî’nin diyalektik kötülük tezini de kabul etmeyen bir iyimserlik gösterir. Onun, bu konuda Gazalî’nin perspektifini daha ileri götürerek yaptığı en önemli katkılardan biri, semantik olarak “hikmet ile adalet”i özdeşleştirmesidir. The Making of a Forefather: Abraham in Islamic and Jewish Exegetical Narratives (Bir Atanın Kıyamı: İslamî ve Yahudi Tefsir Anlatılarında İbrahim), Shari L. Lowin, Brill, 2006, 308 s. ISBN 90-04-15226-1 Modern dünyada genellikle rekabet halinde görülen dinler olsalar da Yahudilik ile İslam’ın ikisinin mensupları da kendilerini “Hz. İbrahim’in milleti” olarak kabul ederler. Hz. İbrahim üç büyük semavî dinin de atası olmakla birlikte özellikle legalistik dinler sayılan Yahudilik ile İslam tarafından sembolleştirilen bir peygamber. Doğumundan itibaren Nemrut’un ateşinden kurtulduktan sonra Allah’ın seçkin kulu ve peygamberi olarak seçilerek muvahhitlerin sembolü haline gelmesi sürecinin tasviri, incelemenin birinci boyutunu oluşturuyor. Yahudilikte kısaca Midraş denen edebiyat, hahamların Tevrat’ı cemaati yönlendirmek üzere ahlakî mesajlar çıkararak Kitap Tanıtımları 241 yorumladıkları anlatılardan oluşuyor. Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan peygamberlerin hayatları ve misyonları, İslam’da zamanla İsrailiyyât denen bu Yahudi anlatılarının da etkisiyle “Kısas-ı Enbiyâ” denen külliyata dönüştürülmüş. XIX. asırda yetişen Abraham Geiger başta olmak üzere David Samuel Margoliouth, Samuel Marinus Zwemer, Julius Wellhausen, Gustav Flügel, Theodor Nöldeke, Ignaz Goldziher, Leone Caetani, Snouck Hurgronje, Joseph Schacht gibi çoğu Alman Yahudisi oryantalist, İbrahim’e bakışta iki din arasındaki benzerliği, basitçe sonra gelen İslam’ın Yahudi kaynaklarına dayanmasına bağlamıştır. Kendisi de bir Yahudi olan yazar ise objektif bir tutumla bu yaygın Yahudioryantalistik teze meydan okuyarak İslam’ın kronolojik olarak sonra gelmesinin Yahudi kaynaklarına mutlak bağlılığını gerektirmediğini, bu anlatıların iki dinin birbirine bağlılığı, etkileşimi sayesinde vücut bulduğunu ortaya koyuyor. Nitekim yazar, klasik İslam âlimleri tarafından İsrailiyyât, yani “İsrailî hikâyeler” olarak şüpheyle bakılan bu anlatıların İslam kaynaklarında geçtiği şekilde Yahudi kaynaklarında bulunmadığını tespit ediyor. İkincisi, gene Haim Schwarzbaum gibi bazı Yahudi araştırmacıların iddiasının aksine Lowin, iki dinin kendine özgü değerleri oluşturmak için diğerinin metinlerini kasıtlı ve şuurlu olarak tadil ettiğini gösteriyor. Böylelikle onlar ortak bir arkaplana sahip olmalarına rağmen mensuplarına diğerinden ayrı bir kimlik kazandırmaya yöneldiler. Bu anlatıların iki dindeki farklı konum ve değeri de bu gerçekten kaynaklanıyor. İslam’da bu tür peygamber kıssaları, Midraş’ın Tevrat’a olduğu tarzda Kur’ân ile bir bağlantıya sahip değil. İlk el Arapça ve İbranice kaynaklara inerek bu mukayeseli çalışmayı yapan yazar, Türkçe’de merhum Abdullah Aydemir’in Tefsirde İsrailiyat gibi tek-tük çalışmaların olduğu bu alanda önemli bir boşluk dolduruyor. Arabic-English Dictionary of Qur’anic Usage (Arapça-İngilizce Kur’ânî Kullanış Sözlüğü), Elsaid M. Badawi and Muhammad Abdel Halem, Brill, 2007, xxvi, 1070 s. ISBN 978-90-04-14948-9 Arapça’da Kur’ân hakkında Râğıb el-İsfahânî’nin Türkçe’ye de çevrilen ünlü eseri el-Müfredât gibi klasik ve modern birçok sözlük mevcut. Fakat İngilizce gibi Batılı dillerde, bazı popüler çalışmalar olsa da bu türden kapsamlı ve bilimsel bir çalışma yok. Eldeki eser, Kur’ân’da geçen kelimelerin kavramsal anlamlarını vermekle kalmıyor, genel sözlüklerde olduğu gibi Muhammed Fuâd Abdülbâkî’nin ünlü eseri el-Mu’cemü’l-Müfehres li-Elfâzi’l-Kur’ân’ı esas alarak bir kelimenin türevlerinin ayetlerde geçtiği şekilde anlamlarını veriyor. Ayrıca “elif” gibi harflerin edat olarak kullanım şekilleri de çalışmada veriliyor. Aslında Lisânü’l-‘Arab gibi genel Arapça sözlüklerde her kelimenin anlamı, eğer geçiyorsa, geçtiği Kur’ân ayetlerinden örneklerle açıklanmaktadır. Dolayısıyla bu tür bir çalışma, en azından Arapça için fazla 242 Bedri Gencer orijinal bulunmayabilirse de İngilizce gibi Batılı diller için orijinal olduğu aşikâr. Çalışmada Arapça-İngilizce genel sözlük olarak yararlanılan başlıca kaynak, E.W. Lane’nin Zebidî’nin Tâcu’l-Arûs’unu esas alarak hazırladığı An Arabic-English Lexicon adlı eseri. Madde başı kelimelerin geçtiği ayetlerin anlamları, tabiatıyla bir taraftan otorite kabul edilen klasik Kur’ân tefsirlerine, bir taraftan da yapısal-analitik bir yaklaşımla bulunduğu bağlama göre veriliyor. Çalışma, zaten bu haliyle tek cilt olarak oldukça hacimli. Ancak kanaatimce eserin birden fazla cilde bölünmek suretiyle hacminin arttırılması göze alınarak terminolojik kısım ikmal edilebilirdi. Zira sözlüğün terminolojik yönden tatminkâr olduğunu söylemek zor. Örneğin “din” kelimesine baktığımızda yedi anlamının verildiğini gördüğümüz halde “hikmet” gibi merkezî bir kavramın sadece yaygın tek anlamının kaydedildiğini görüyoruz. Hâlbuki hazırlayanlar, örneğin, İbnü’l-Cevzî’nin Nüzhetü’l-E’yuni’n-Nevâzır’ı türünden, “nüanslar” anlamına gelen vücûh eserlerinden yararlanarak net bir şekilde kavramların bütün anlamlarını sıralayabilirlerdi. Örneğin İbnü’l-Cevzî’nin eserinde “din” kelimesinin on, “hikmet” teriminin ise altı anlamı sıralanmaktadır. Keza çalışmada “ümmî” gibi merkezî bir kelimenin anlamı da eksik verilmiş. Cûdî gibi özel ve yabancı kökenli isimlerle ilgili ansiklopedik bilgiler de veriliyor. Diğer bir göze çarpan eksiklik de “Cibril, İsmail ve Musa” gibi özel Kur’ânî isimlerin İbranice ve Aramice kelime anlamlarının verilmesinin ihmali. Oysa bunlar, anlamları kolay kolay bir yerde bulunamayacak kelimeler. The Reception of Aristotle’s Metaphysics in Avicenna’s Kitāb al-Šifā’ A Milestone of Western Metaphysical Thought (Aristo’nun Metafiziğinin İbni Sina’nın Kitâbu’ş-Şifâ’sında Kabulü: Batı Metafizik Düşüncesinde Bir Kilometretaşı), Amos Bertolacci, Brill, 2006, 678 s. ISBN 90-04-12505-1 Bu eser, İslam filozofları tarafından “Muallim-i Evvel” olarak adlandırılan Aristo’nun Metafizik adlı şaheserinin İslam dünyası tarafından telakkisi hakkında bugüne kadar yapılan çalışmaların zirvesi sayılabilir. Yüzyılımızda yapılan araştırmalarla kadim Yunan felsefesinin Batıya intikalinde oynadığı hayatî rolün tespiti üzerine İslam düşüncesi, özellikle ortaçağ Batı düşüncesinin bir bileşeni olarak alınmaya başladı. Kitabın altbaşlığı da bu espriyi yansıtıyor. Eserin esas konusu, İbni Sînâ’nın Kitâbu’ş-Şifâ adlı külliyatının İlahiyyât kısmında Aristo’nun Metafizik adlı eserini nasıl aldığı. Eserin birinci kısmı, üzerindeki etkisini tespit için İbni Sînâ’dan önce yapılan Metafizik tercümelerini ele alıyor. Burada Arap dünyasındaki en önemli Metafizik yorumcuları olan Kindî ve Fârâbî’den özellikle ikincisinin eserinin İbni Sînâ’nın Aristo’nun eseri hakkındaki anlayışına belirgin etkisini ele alınıyor. Kısım iki, İbni Kitap Tanıtımları 243 Sînâ’nın bir disiplin olarak metafiziği telakki tarzını inceliyor. Burada İbni Sînâ’nın metafizik disiplininin konusu, yapısı, metodu ve diğer felsefî ilimlerle ilişkisi hakkındaki görüşleri ele alınıyor. Kısım üç, “İbni Sînâ’ya göre Metafizik’in muhtevası” konusunu ele alıyor. Öncelikle yazar, takdire şayan bir çabayla İlahiyyât’da Metafizik’ten, atıf yaptıkları kitaba göre düzenlenmiş ve kolektif olarak gözden geçirilmiş, tüm alıntıların notlandırılmış listesini sunuyor. Daha sonra İbni Sînâ’nın bu kitaplardan özellikle ikisini yeniden düzenleme tarzının dikkatli bir incelemesini yapıyor. Bunlardan biri, İbni Sînâ’nın Metafizik’inin muhtevasının tüm yönleri hakkındaki görüşü üzerindeki kesin etkisi, diğeri de onun metafiziğe özgü saydığı diyalektik-olmayan metodun bir örneği olarak seçilmiş. Bu kısım, İlahiyyât’ın Aristo-dışı kaynaklarının gözden geçirilmesiyle son buluyor. Ayrıca İlahiyyât’ın mevcut baskılarının diğer yazma nüshalarla ve dahası ortaçağ Latin tercümelerle mukayesesini içeren ekler çalışmayı zenginleştiriyor. Yazarın 2005 yılında Yale Üniversitesi’nde tamamladığı doktora tezine dayanan bu anıtsal çalışmanın vardığı sonuçlar, dünya düşünce tarihi bakımından çığır-açıcı nitelikte. Aristo’nun külliyatı, Doğu’da ve Batı’da gayr-i mükemmel olarak görülmüş. Bu yüzden özellikle bizzat metafizik disiplininin itibarının sarsıldığı modern Batı’da onun terki eğilimi başladı. Buna karşılık İbni Sînâ çıkış noktası aldığı Aristo metafiziğini daha ileri götürerek ikmal etmiştir. Bu bakımdan onun eseri, Aristo metafiziğiyle hem süreklilik, hem kopuş gösteriyor. Ve yazara göre İbni Sînâ, düşünce tarihinde Aristo’dan sonra ikinci metafizik otoritesi haline gelerek Fârâbî’den ziyade “Muallim-i Sânî” unvanını almaya hak kazanmıştır. The Ocean of the Soul: Men, the World and God in the Stories of Farīd alDīn ‘Attār (Can Okyanusu: Feridüddin-i ‘Attâr’ın Hikayelerinde İnsanlar, Dünya ve Tanrı), Hellmut Ritter, Brill, 2003, 832 s. ISBN 90-04-12068-8 Hellmut Ritter, Nazi döneminde kaçarak İstanbul Üniversitesi’nde oryantalist çalışmaları başlatmış bir kişi olarak Türkiye’de de yakından tanınan bir Alman Yahudisi oryantalist. Bu, onun şaheseri sayılan Feridüddin-i ‘Attâr hakkındaki anıtsal monografisinin İngilizce tercümesi. Can Okyanusu, Moğolların İran’ın kuzeydoğusundaki yurt şehri Nişapur’u yıktıkları Nisan 1221’de ileri bir yaşta vefat ettiği sanılan İranlı mistik şair Feridüddin-i ‘Attâr’ın eserlerinin kapsamlı bir tahlilini sunuyor. Bir ömre yayılmış edebî ve tarihî araştırmalara dayanan eser, ilk kez 1955 yılında yayınlanmış ve yalnızca ‘Attâr’ın fikir dünyasının esaslı incelemesi değil, aynı zamanda genel olarak İslam-öncesi edebiyatın anlaşılmasına da vazgeçilmez bir rehber olarak aşılmaz kalmıştır. ‘Attâr ve diğer zengin bir dizi İslamî kaynaktan ayrıntılı alıntılar yaparak Ritter, hayata yönelik İslamî tutum, mistik çevrelerdeki karakteristik gelişmeler ve sonuç olarak çeşitli baskın mistik düşünce ve duygu Bedri Gencer 244 akımlarının olağanüstü canlı bir portresini sunuyor. Günümüzde “edebiyat” kavramının taşıdığı dar anlamın ötesinde, bir bütün olarak geleneksel dünyada hümanistik bir dünyagörüşüne dayalı edeb denen ahlakî eğitim disiplininde, “ahlak, edebiyat, felsefe, sosyoloji, psikoloji” gibi insanı tanımaya odaklanan entelektüel disiplinler iç içe geçmişti. Roma, Abbasî, Osmanlı gibi kozmopolis idealini benimseyen Doğulu veya Batılı imparatorlukların bürokratları, saray mekteplerinde bu edeb kültürüyle yetişiyorlardı. İslamî dünyagörüşü, Abbasî döneminde benimsenen bu İran-kayaklı hümanistik edeb kültürü sayesinde evrensel bir ifadeye kavuştu. Divan edebiyatına vücut veren Osmanlı üdebasının Mevlevîliğe bağlı olması, bu bakımdan tesadüf değildir. Eser, temsil edici, merkezî simalarından biri olan ‘Attâr sayesinde İran-kaynaklı hümanizm esprisine dayalı edeb kültürünün mükemmel bir tasvirini, derin bir tahlilini sunuyor, kadim, zengin İran medeniyetiyle karşılaşmayla doğan İslamî dünyagörüşüne mükemmel bir ayna tutuyor. Bu kültürün “aşk” gibi ana temaları, incelemede de önemli bir yer tutuyor, burada, zaman zaman sufiler hakkında eleştirisi konusu olan sapkın türleri de dâhil olmak üzere tüm tezahürleriyle aşk hakkında geniş bir dizi görüş yansıtılıyor. Eserin Türkçe literatürde pek rastlanmayan oldukça zengin indeksinin örneğin “insan” maddesine baktığımızda ‘Attâr’ın eseri vesilesiyle Doğulu-İslamî hümanistik dünyagörüşünün ayrıntılı işlenişi hakkında bir fikir edinebiliyoruz. Hidden Wisdom: Esoteric Traditions and the Roots of Christian Mysticism (Gizli Hikmet: Batınî Gelenekler ve Hıristiyan Mistisizminin Kökleri), Guy G. Stroumsa, Brill, 1996, 183 s. ISBN 90-04-10504-2 Özellikle mukayeseli ve tarihî dinî araştırmaların doğduğu XIX. yüzyıldan beri Hıristiyanlığın kökenleri hakkındaki sorularla birlikte araştırmalar arttı. Tevhidî karakterde bir semavî-İbrahimî din olarak gelen Hıristiyanlık, zamanla baskısı altına girdiği, geldiği Akdeniz-Roma çevresinin güçlü pagan inançlarıyla uzlaşmak zorunda kalarak aslî hüviyetini kaybetti. Burada önemli olan, Hıristiyanlığın yabancı geleneklerden temelde hangi boyutta etkilendiğinin tespitidir. Mistisizm, insan iradesini harekete geçirme yoluyla dünyayı değiştirmenin motoruydu; ancak batınî bir bakış, değiştirilecek dünyanın içyüzünü bize gösterebilirdi. Dolayısıyla her yeni din, yeni bir dünya kurmak üzere geldiğinden Hıristiyanlık ta kadim mistik geleneklerden etkilendi. Ancak buradaki temel problem, Akdeniz çevresi coğrafyada hayli karmaşık bir etkileşim gösteren bu geleneklerden hangisinin Hıristiyanlık üzerinde esas etkide bulunduğunun tespitidir. Eser, erken Hıristiyanlıkta batınî gelenekler, onların kökenleri ve Doğu’da olduğu kadar Batı’da Patristik hermenötikte dönüşümü problemini araştırıyor. Ona göre bu Kitap Tanıtımları 245 gelenekler, sonunda geç Antik Çağda yeni doğmuş Hıristiyan mistisizminin temelini oluşturdu. Bu batınî gelenekler, çok kez iddia edildiği Yunan Sır dinlerinin etkisini yansıtmaz, fakat tam aksine Hıristiyanlığın Yahudi arkaplanından kaynaklanmış görünür. Yahudi mistisizminden gelen bu batınî gelenekler, çeşitli Gnostik öğretiler tarafından benimsenmişti ki bu olgu, onun sonunda Patristik edebiyattan silinişini açıklamaya yardım eder. Kendisi de eski bir Manihaizm mensubu olan Hıristiyan teolojinin kurucusu Augustine gibi Kilise babalarının batınî öğretilerle mücadelesi, aslında mesihçi psikolojiyi önleme niyetinden kaynaklanıyordu. Zira Hıristiyanlığa sirayet eden batınî-Gnostik öğretilerle dinî deneyimi olumsuz etkileyen mesihçilik fikri arasında sıkı bir münasebet vardı. Bu itibarla yazarın yaptığı gibi Hıristiyan batıniliği üzerindeki etki, Yahudi mistisizmine bağlansa da, çağımızdaki araştırmalarla ortaya çıktığı gibi, mesihçilikle iç içe olan Yahudi ve dolayısıyla Hıristiyan mistisizminin de ortaklaşa Zerdüştlük ve Manihaizm gibi eski İran dinlerinden derinden etkilendiği görülür. Kendisi de bir Yahudi olan yazar, Adolf von Harnack gibi Alman teologların eserleri kadar bu tür bulguları da dikkate almaksızın yaptığı incelemeyle yanıltıcı sonuçlara varmış görünüyor. Human Sacrifice in Jewish and Christian Tradition (Yahudi ve Hıristiyan Geleneğinde İnsan Adanması), Karin Finsterbusch, Armin Lange and K. F. Diethard Römheld (eds.), Brill, 2007, 365 s. ISBN 90-04-15085-4 Bu toplu çalışma, kadim insan adanması pratik ve geleneklerinin orta ve modern Yahudi-Hıristiyan çağda tezahür derecesini araştırıyor. Antik Çağ’ı konu alan çalışmanın birinci kısmı, İsrailî-Yahudi ve Hıristiyan kültürlerde insan adanmasının dönüşümleri kadar insan adanması ayinleri ve onun aleyhine polemiklere odaklanırken Kadim Yakın Doğu ile kadim Yunan da tamamen ihmal edilmiyor. Yahudi ve Hıristiyan insan adanması kültürünün kaynağını oluşturan kadim Yakın Doğu veya Mezopotamya gelenekleri, insan adanmasının, iletişim, tebcil, tasfiye ve ikame, cürüm ve günahtan fidye ve kefaretle kurtulma gibi farklı işlevlerin yüklendiği tüm türlerini kapsıyor. Burada Mezopotamya ile Yahudi kültürleri arasında fark, Mezopotamya kültüründe adanma ile tasfiye ayinleri arasında doğrudan bağlantı olmamasıdır ki bu da günahkârlık ve suçluluğun telafisi için adanma olmadığına delalet eder. Bu kültürde doğuştan bir suçluluk veya günahkârlık yerine, kurbanla temizlenecek geçici bir kir olarak günah mefhumu görülür. Bundan dolayıdır ki Batılı kültürdeki “kan bilinci” Mezopotamya’da görülmez. Bu, modern çağda “çıkarılan” kanlı savaşların zihnî-dinî arkaplanına da ışık tutar. Mezopotamyalı ile Hıristiyan kültür arasındaki diğer bir fark da Hıristiyanlıkta olduğu gibi Hz. İsa’nın insanlığın günahlarının telafisi için fidye olarak kurban olması tasavvurunun olmamasıdır. Mezopotamyalı kültürde günahın tasfiyesi için 246 Bedri Gencer insan yerine bir hayvan kurban edilir; Hz. İbrahim’in Hz. İsmail (veya Yahudi ve bazı Müslüman müfessirlerin söylediği gibi Hz. İshak) yerine koç adaması emrini almasında olduğu gibi. Burada Anselm gibi Hıristiyan teologlar, Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İshak’tan farklı olarak Tanrı’nın oğlu olarak Hz. İsa’nın gönüllü olarak kendini feda ettiği gibi garip bir mukayese yapabiliyor. Orta ve modern çağları konu alan ikinci kısım ise Batı dünyasında ötenazi ve ölüm cezası hakkındaki tartışmalar kadar Yahudi ve Hıristiyan geleneklerinde insan adanmasını tartışan makalelerden oluşuyor. Burada sekülerleşme sürecinde dinî sembollerin nasıl tamamıyla ortadan kalkmaksızın dönüştüğü görülüyor. İbrahimî dinlerin sonuncusu olarak İslam’ın bu konudaki tutumu da incelemeye alınsaydı tam anlamıyla mukayeseli bir perspektif elde edilebilirdi. Comparing Religions Possibilities and Perils? (Dinleri Karşılaştırmak: İmkanlar ve Tehlikeler?), Thomas Athanasius Idinopulos, Brian C. Wilson and James Constantine Hanges (eds.), Brill, 2006, 320 s. ISBN 90-0415267-9 Batıda sekülerleşmenin zirveye çıktığı XIX. asır, modern anlamda din çalışmalarının başlangıç dönemini oluşturur. Bu asırda dinin dönüştürülmesi için teolojiye alternatif bir mukayeseli din araştırmaları bilimine ihtiyaç ortaya çıktı. XIX. yüzyılda filoloji ve filolojik oryantalizme dayalı din araştırmalarının iki temel hedefi izlediği gözlenebilirdi: Birincisi Yahudilik, Hıristiyan ve İslam’ı tarihsele karşı evrensel dinler olarak yeniden kurmak ve Budizm gibi üç geleneksel İbrahimî din tarafından şirk sayılan inanç sistemlerini “dünya dini” konumuna çıkarmak. Böylece amaç, Hıristiyanlığın evrenselliğini göstermekti. Bu yüzyılda din biliminin doğuşunda rol oynayan kilit şahsiyet olan Alman asıllı İngiliz filolog F. Max Müller, başka dinleri tanımadan bir dini tanımanın mümkün olmadığını savundu. İki dünya savaşına tanık olan çağımızda yaşanan büyük değişimlerden din araştırmaları da nasibini aldı. İkinci Dünya Savaşına kadarki dönemde daha çok klasik oryantalistik paradigmaya göre “öteki din”i incelemeye yönelen tasvirî çalışmaların objektiflik ve bilimsel kalite derecesi, araştırmacıların dine kişisel sempati derecelerine göre değişti. Avrupa’dan Amerika’ya doğru Batı içindeki güç dengelerinde kritik bir kaymaya yol açan İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ise sosyal bilimsel olduğu gibi din araştırmaları metodolojisinde de ciddî bir arayış başladı. Avrupa’nın “sivil savaşı” niteliğindeki bu gelişme, psikolojik olarak bilginleri, farklı din mensuplarının kimlik arayışını daha empatik olarak incelemeye sevk etti. Bu dönemdeki din araştırmacıları yeni tarihî ve sosyal düşünce trendleriyle de bağlantı kurarak deskriptifin ötesine geçen analitik çalışmalarıyla oryantalizmi aşma yolunda bir adım attılar ve Mircea Eliade gibi bilginler sayesinde “mukayeseli din” araştır- Kitap Tanıtımları 247 maları başladı. Çağımızı karakterize eden “post-modernizm ve post-sekülerizm”, mukayeseli din araştırmaları metodolojisinin de yeniden sorgulanmasını gerektirdi. Konunun tanınmış uzmanları, mukayeseye yönelik yeni teorik yaklaşımlardan sınıfta dinlerin mukayesesi hakkında vaka incelemelerine ve postkolonyalizm ve postmodernizmin mukayeseciliğin modernistik varsayımlarına etkisine kadar bir dizi merkezî meseleyi ele alıyor. New Faith in Ancient Lands: Western Missions in the Middle East in the Nineteenth and Early Twentieth Centuries (Eski Topraklarda Yeni İnanç: Ondokuzuncu ve Erken Yirminci Yüzyıllarda Ortadoğu’da Batılı Misyonlar), Heleen Murre-van den Berg (ed.), Brill, 2006, 340 s. ISBN 90-04-15471-X Asırlar boyunca Ortadoğu, Batı’da ve Doğu’da birçok Hıristiyan’ın dinî bilincinde önemli bir yer tuttu. Bu ilgiler, XIX. asırda Protestan ve Romalı Katolik organizasyonların Doğulu Hıristiyan, Müslüman ve Yahudiler arasında geniş çaplı bir misyoner faaliyetine girişmesiyle zirveye çıktı. 1648 Westphalia Antlaşması ile sekülerleşme sürecine giren Batı’nın belirleyici konuma geçtiği XIX. yüzyılda doğan Şark Meselesi’ne yönelik tutumlarda seküler ile dinî hedefler iç içe girdi. Rönesans ile başlayan uzun sekülerleşme sürecinde dinin medeniyete dönüşmesiyle kozmopolis hedefine yönelik geleneksel Hıristiyanlaştırma misyonu, Napoléon ile yerini seküler medenileştirme misyonuna bıraktı. Hıristiyanlaştırma misyonunun medenileştirmeye dönüşmesinden dolayı dinî ve seküler sömürgeleştirme ortak bir zeminde buluştu. XIX. asır boyunca özellikle Protestan Hıristiyan misyonerler, birbirleriyle örtüşen Hıristiyanlaştırma ve medenileştirme misyonunca politik sömürgecilerle el ele çalışmıştı. Bu bakımdan modern Hıristiyan misyonları tarihi, önemli ölçüde sömürgecilik tarihiyle örtüşüyordu. Zirveye çıkan sekülerleşmeyle gerileyen Katoliklik karşısında Batı’nın hâkim, sağ kanadının temsilcisi haline gelen Protestanlık, misyonerlikte de başı çeker hale geldi. Dolayısıyla bu kitapta da Protestan misyonlarının işlenişinin Roma Katolik misyonları incelemesinden daha çok yer tuttuğu görülmekte. XIX. yüzyılda ünlü “İslam, mâni-i terakkidir” tezine dönüşen Avrupa-içi kültür savaşından galip çıkan Protestanlık ile Katoliklik arasındaki mücadelenin misyonerlik alanında da yaşandığını, bu farklı Hıristiyan mezheplerden misyonerlerin örneğin Müslümanlar gibi farklı din mensuplarıyla olduğu kadar bir taraftan da kendi aralarında yoğun bir rekabete girdiklerini çalışmadaki incelemeler gösteriyor. Protestan misyoner teşkilatları, medenileştirme misyonunca Nablus’ta olduğu gibi hastaneler de kurdular. Bu süreçte misyonerler, Arap dünyasında milliyetçilik akımlarının doğuşunda 248 Bedri Gencer da önemli rol oynadılar. Eserde Amerikan Protestan Misyon faaliyetinin Beyrut ve İstanbul’daki faaliyetleri de işleniyor. Bu arada çalışmadaki istisnai bir makale, Mısır’da Ezher Yüksek Ulema Heyeti tarafından misyoner faaliyetlere gösterilen tepkiyi ele alıyor. Virtue Ethics in the Middle Ages: Commentaries on Aristotle’s Nicomachean Ethics, 1200-1500 (Orta Çağlarda Fazilet Ahlakı: Aristo’nun Nicomachean Ahlakı Üzerine Yorumlar, 1200-1500), István P. Bejczy (ed.), Brill, 2007, 416 s. ISBN 978-90-04-16316-4 Geleneksel dünyada adeta zarfın içindeki mazruf gibi değerler, edeplerde, edepler de hükümlerde, yani “fazilet ve reziletlerden” ibaret pratik ahlakta ve ahlak, hukukta gömülü sayılmıştır. Ahlakın teorik-değersel ve pratik-davranışsal boyutlarının birleştiği erdem kavramının tekrar, Alasdair MacIntyre gibi filozofların başını çektiği postmodern ahlakın temel meselesi haline gelmesi, bu bakımdan tesadüf değildir. İslam dünyasında “Muallim-i Evvel” olarak adlandırılan Aristo’nun Nicomachean Ahlakı adlı eseri, gerek Doğu’da, gerek Batı’da teorik ahlakın temelini oluşturdu. İslam ve Osmanlı dünyasında, Yunan felsefesinin aktarıldığı Abbasî döneminden, kabaca 1000 yılından itibaren İbni Miskeveyh’in Tehzîbü’l-Ahlâk adlı eserinden başlayarak siyaseti de içeren ahlak konusunda yazılan eserlerin çoğu, hikmetin temsilcisi kabul edilen Aristo’nun Nicomachean Ahlakı adlı eserine dayanarak evrensel/aklî ile İslamî ilke ve normları mezcetmiştir. Batıda ise XIII. yüzyılın başlarına kadar ahlak, başlıca teolojik bir bağlamda tartışılmaktaydı. Latinler tarafından keşfinden sonra Nicomachean Ahlakı, teologlar arasında büyük bir otorite kazanmakla kalmadı, dinî kaygılardan bağımsız olarak insan fazileti ve mutluluğu hakkındaki felsefî tartışmalara da çerçeve sağladı. Nicomachean Ahlakı’nın Batılı benimsenmesinin en yoğun şekli, İslam dünyasında olduğu gibi onun üzerine yazılan yorumlar, yani şerhlerdi. Eserde yer alan makalelerin her biri, eserin ortaçağda alındığı aşamalardan birini ele alıyor. Aynı zamanda her biri, İslamî terminolojide “hikmet, adalet, iffet, itidal, iktisat, kanaat, ‘uluvv-ü himmet” olarak ifade edilen faziletlerden biri üzerine yoğunlaşıyor. Birçok yazar, onların kendilerine özgü felsefî karakterlerini ortaya koyacak şekilde bu ortaçağ şerhlerindeki faziletlerin tartışmasını çağdaş teolojik tartışmayla karşılaştırıyor. İncelemelerin gösterdiği gibi şerhler, Aristo’nun entelektüel ve ahlakî faziletler arasındaki ayırımını, metafiziksel bir kavram olarak Plotinus tarafından kurulan ve İbni Sina sayesinde psikolojiye uyarlanan ve şârihler tarafından ahlak alanına aktarılan iki-yüzlü can teorisi sayesinde gerekçelendirdiler. Böylece incelemelerde, Doğulu ile Batılı düşünce tarihinin kesişim noktaları da görülebiliyor. Kitap Tanıtımları 249 The Law’s Beginnings (Hukukun Başlangıçları), F.J.M. Feldbrugge (ed.), Brill, 2003, 290 s. ISBN 90-04-13705-X Tarihî hukuk antropolojisi, hukukun en önemli ve aynı zamanda en bakir alanlarından birini oluşturuyor. Bu konuda Henry Sumner Maine’nin Kadim Hukuk adlı klasik eserinden sonra pek çalışma yapılmış değil. Hukuk, kaynaklandığı “adet” ve “müşterek hukuk” deyimlerinin de belirttiği gibi tabir caizse bir topluluğun dünyagörüşünün aynasını oluşturuyor. Kural ve ritüelleri, prosedür ve meslek erbabıyla hukuk, farklı zamanlar ve mekanlarda vücuda geldi. Hukukun başlangıç süreçlerini gözlememize imkân veren kaynaklar ancak bazı örneklerde günümüze kadar ulaştı. Aslında Hollandaca dilinde yapılan bir sempozyumda sunulan tebliğlerin İngilizce tercümelerinden oluşan bu kitapta, dilbilim, hukuk, tarih, antropoloji gibi farklı disiplinlerden bilginler, Mezopotamya’dan Kadim Hindistan, Yunanistan ve Roma’ya, erken Cermen, Kelt ve Slav milletlerden ve aynı zamanda dünyanın diğer bölgelerinden geniş bir dizi halk ve medeniyetin en eski hukuk sistemleri hakkında ulaştıkları bulguları sunuyorlar. İçindekilere bakıldığında kitapta yer alan makalelerin kronolojik olmayan bir şekilde karışık olarak sıralandığı görülüyor. İkincisi, Yahudilik gibi dinden ziyade bölge-temelli inceleme yapıldığı görülüyor. Üçüncüsü, Türkiye’de de olduğu gibi hukukun merkezî sembollerin birini oluşturan “ok” hakkında bir açıklamanın bulunmadığı eser, hukuk antropolojisinden ziyade tarihine ilişkin bir çalışma olarak beliriyor. Dirk H. A. Kolff, Hindistan’da erken hukuku ele aldığı makalesinde tarihî hukuk ile din antropolojisi disiplinlerinin kesiştiği, İslam’da hem hukuk, hem din anlamına gelen şeriata tekabül eden dharma kavramına değinirken, ilerleyen sayfalarda Stefan Zimmer, Hint-Avrupa hukukunda bazı hukuki işlemlere ilişkin Sanskritçe kavramları diğer kadim hukuklardaki kavramlarla karşılaştırıyor. Babil Krallığı’nı büyük bir imparatorluğa dönüştüren Hammurabi, dünyanın bilinen en eski yasama örneğini oluşturan Hammurabi Kanunları’nı hazırlatmıştır. Veenhof ise bundan da öncesine uzanarak en eski Mezopotamya kanunlarına bakıyor. Rusya’nın en eski hukukunu ele alan makalede ilginçtir ki Cengiz Yasa’sına değinilmiyor. Ayrıca eserde dünyanın en eski hukuklarından birine sahip Çin’i ele alan bir çalışmanın olmaması eksiklik. Genel tasvir, birtakım kadim hukuk sistemlerinin Hint-Avrupalı köklerine ilişkin bir araştırma, hukuk felsefesi ve teorisi perspektifinden katkılar ve ulaşılan bulgular hakkında bir genel bakışla tamamlanıyor. Legitimizing the Order: The Ottoman Rhetoric of State Power (Düzeni Meşrulaştırma: Osmanlı Devlet İktidarı Retoriği), Hakan T. Karateke and Maurus Reinkowski (eds.), Brill, 2005, 259 s. ISBN 90-04-14422-6 250 Bedri Gencer Osmanlılar, modern-öncesi dünyada yatay ve dikey siyasî geleneklerin varisi olarak hem geleneksel (İslamî-patrimonyal), hem de modern (bürokratik) boyutların bileştiği bir siyasî rejim kurmuşlar ve bunun için kompleks bir meşruiyet çerçevesi geliştirmişlerdi. Eldeki, münhasıran bu konuyu ele alan belki de ilk çalışma. Çalışmanın ana ilgi konusu, düzen ve meşruiyet ilişkisi ve onun Osmanlı iktidar retoriğinde nasıl yansıtıldığıdır. Eserde yer alan on makaleden, birbirlerine bağlı belli başlı iki ilgi noktası çıkıyor. Bir tarafta devlet seçkinlerinin yönetimlerini meşrulaştırmak için bulundukları girişimler. Burada öne çıkan kavramlar, meşruiyeti üretmek ve korumak için kullanılan “iyi hükümet, adalet ve ilahî hak” kavramlarıdır. Diğer taraftan bu kavramların Osmanlı siyasetinde patik nasıl tezahür ettiği tasvir edilmiştir. Osmanlı sultanı ve devletinin meşruiyeti için teorik bir çerçeve kurmaya çalışan Hakan Karateke’nin yazısıyla başlayan eser, üç ana kısma ayrılmış. Birinci kısımda, Gottfried Hagen, Christine Woodhead ve Colin Imber, Osmanlıların siyasetlerinin sağlam-temelli düzenini nasıl tasavvur ettikleri, bu öz-temsili nasıl canlı tutmaya çalıştıkları ve ideal düzenin nasıl bozulabileceği sorularıyla ilgileniyorlar. Burada özellikle Hagen’in genelde Osman Turan gibi yazarlar tarafından emperyal bir ülkü olarak alınan “nizam-ı âlem” kavramının Osmanlı siyasî felsefesinde tuttuğu merkezî önem hakkındaki analizi dikkate değer. Ona göre “nizam-ı âlem,” bir şekilde itaat etmek zorunda olan tebaaya değil, onu uygulamakla yükümlü Sultan’ın ekibine hitap eden bir kavram. “Nizam, ihtilal, adalet, zulüm, daire-i adliye” gibi yakından ilgili kavramlar, bu merkezî kavramın etrafında dönüyor. İkinci kısımda Hakan Karateke, Nabil al-Tikriti ve Markus Dressler, Osmanlı siyasî teorisi tarafından tanımlandığı şekliyle dindarlık ve ortodoksi sorununa dönüyor. Burada Tikritî’nin doktora tezine dayalı makalesi, kelamın, İbni Kemal ve Şehzade Korkut gibi âlimler sayesinde Osmanlı sünnî İslam anlayışının şekillenmesinde oynadığı rolü işliyor. Suraiya Faroqhi, Maurus Reinkowski ve Teyfur Erdoğdu’nun makalelerinin yer aldığı üçüncü bölüm ise kriz zamanlarında Osmanlı meşruiyet mefhumlarının nasıl eleştiri, tartışma ve basitçe dönüşümlere maruz kaldığını tartışıyor. Guild Dynamics in Seventeenth-Century Istanbul: Fluidity and Leverage (Onyedinci Yüzyıl İstanbul’unda Lonca Dinamikleri: Akışkanlık ve Baskı), Eunjeong Yi, Brill, 2004, 306 s. ISBN 90-04-12944-8 Yazar, Osmanlı sosyo-ekonomik tarihinin en önemli kurumlarından biri olan loncaları ele alıyor. Aslında Avrupa-çağrışımlı bu kavramla yazarın kastettiği, hırfet denen, dâhilî bir hiyerarşi ve resmî liderliğe sahip olan örgütlü şehirli zanaat/esnaf örgütleri. Tâife ve esnâf, bu örgütlü ticaret gruplarından daha geniş sosyal kategorilere işaret ettiği için yazar, Avrupaî çağrışımına rağmen “lonca” terimini kullanmaya yeğlemiş. Geçmişte genelde Osmanlı ve özelde İstanbul loncaları, sınırlı ekonomik Kitap Tanıtımları 251 ve sosyal potansiyele sahip kurumlar olarak algılanmıştır. Tarihçiler, genelde lonca sistemini kapitalist bir ekonominin gelişimine ana engel olarak görmüş ve loncaların gerçek tabiatını tanımak için nadiren derine inmeye çalışmışlardır. Ancak bu tür anakronizmlere yol açan modernizme dayalı paradigmaların sorgulamaya açıldığı çağımızda, yazarın yaptığı türden revizyonistik girişimlerle şimdiye kadar ihmal edilen Osmanlı loncalarının performansını tespit zamanı gelmiştir. Haklarındaki önyargılara karşılık İstanbul loncaları, XVII. yüzyılda önemli kabiliyetlere sahipti. Birincisi, onlar lonca işlerini görmede genel bir esnekliğe sahipti. İkincisi, kör bir muhafazakârlıktan uzak loncalar, değişen şartlara uyma kabiliyetini göstermekten geri durmadılar. Üçüncüsü, İstanbul loncaları ne kadar sıkı hükümet kontrolüne maruz kalsalar da kendilerini ilgilendiren konularda hükümetle müzakere ve pazarlık yapmada dikkate değer pratik gücünü korudu. Osmanlı hükümeti, Nasîrüddin Tûsî’nin ünlü “erkân-ı erbaa” nazariyesince daha ziyade loncaları sosyal sınırları içinde tutmaya özen göstermiş, onun ötesinde onların nasıl çalıştıklarına ve ne işlev gördüklerine pek karışmamıştır. Bu arada çalışma sayesinde loncalardaki gayrimüslim tebaanın ve Yeniçerilerin etkisini görme fırsatı da buluyoruz. Özellikle 1651 isyanında olduğu gibi vergilerin arttırıldığı ve hükümetle diyalog yollarının tıkandığı durumlarda esnaf-Yeniçeri ittifakıyla halk seferber edilmiştir. Harvard’da Cemal Kafadar’ın nezaretinde yapılan bir doktora tezine dayanan, Osmanlı kamusal alan, kamuoyu ve sosyal hareketlerini anlamda anahtar öneme sahip bir kesimin tarihi hakkındaki bu önemli çalışma, Osmanlı araştırmaları alanına önemli bir katkı yapıyor. The Garden of the Eight Paradises: Bābur and the Culture of Empire in Central Asia, Afghanistan and India (1483-1530) (Sekiz Cennet Bahçesi: Babür ve Orta Asya, Afganistan ve Hindistan’da İmparatorluk Kültürü (1483-1530)), Stephen F. Dale, Brill, 2004, 550 s. ISBN 90-04-14096-4 1500 civarında tarih sahnesine çıkan üç büyük İslam İmparatorluğu, Osmanlı, Safevî ve Hint-Timur liderlerinin üçü de (Yavuz Selim, Şah İsmail, Babür) ırken Türk idi. Ancak bunlar aslında üç ana İslam topluluğuna ait üç ana İslam yorumunu ve idealini temsil ediyorlardı; sonunda Osmanlı, bunların en dinamiği olarak ortaya çıktı. Bugüne kadar İran ve Osmanlı’ya nisbetle Hint-Timur İmparatorluğu’nun daha az incelendiği vakıa. Bu çalışma, kurucusu Babür’ün kariyerinden hareketle Hint-Timur İmparatorluğu’nun kuruluş felsefesi hakkında yapılan nadir esaslı ve kapsamlı incelemelerden biri olarak beliriyor. Zahîruddîn Muhammed Babür (1483-1530)’ün otobiyografi ve şiirinin yakınlarda çıkmış eleştirel yayınlarına dayanarak kitap, 1494’de Semerkand’ın doğusunda 252 Bedri Gencer yer alan Fergana vadisinde babasının otoritesini devraldığı zamandan 1530’da Agra, Hindistan’daki ölümüne kadar Babür’ün hayatını ele alıyor. Onun Babürname adlı hatıratı, bildiğim kadarıyla Reşit Rahmeti Arat tarafından da yıllarca önce Türkçeye kazandırılmıştı. Kitap, değişen bir dizi tematik ve anlatısal bölümler halinde yazılmış. Anlatısal bölümler, otobiyografik maksadı üzerinde eleştirel olarak yorum yaparak hayat hikâyesini anlatırken tematik veya analitik bölümler, onun belli başlı yazılarını ele alıyor, kültürel kişiliğini ve Hint kültürüne tepkisini tartışıyor. Zannediyorum benim gibi araştırmacıların ilgisini çeken de çalışmanın daha çok bu boyutu. Zira Babür, Moğol, Çin, Hint, İran ve İslam kültürel geleneklerinin kavşağında duran anahtar bir simadır. Onun önemi, özellikle, bu farklı geleneklerdeki “hümanizm” veya “kozmopolitanizm” olarak adlandırılan evrensel düzen tasarısının ortaklığını ve sentezini temsilden ileri geliyor. Kozmopolitanizm, yani “tek bir şehir” tasarısı, “tek bir hakikat” ve bunu kaynağı “tek bir Tanrı” inancını gerektirir. Çin kozmopolitan vizyonundan esinlenen Moğol fütuhatı, Avrasya bölgesinde büyük bir kültürel ve sosyal devinim yaratsa da pagan inancından dolayı kozmopolitanizmi başaramadı. Bu inceleme, Babür ve Osmanlı imparatorluğunun kozmopolitanizmin kaynağı ortak İranlı edebî kültüre dayandıkları halde Babür imparatorluğundan farklı olarak Osmanlı’nın bunu İslamî tevhid inancıyla uzlaştırabilmiş olmasından dolayı başarıya ulaştığı sonucuna bizi ulaştırıyor. Timurids in Transition Turko-Persian Politics and Acculturation in Medieval Iran (Geçiş Sürecinde Timurlular: Orta İran’da Türk-İran Politikası ve Akültürasyon), Maria E. Subtelny, Brill, 2007, 411 s. ISBN 978 90-0416031-6 Orta Asya steplerinden çıkarak büyük bir fetih hareketiyle Ön Asya ve Yakın Doğu’ya gelen Moğollar, karşılaştıkları İran ve Hint gibi köklü ve zengin medeniyetlerin kültürel ve politik geleneklerini özümseyerek tarihte yeni sayfalar açtılar. Moğollar, özellikle Çin ve İran gibi iki kültür arasında köprülük rolünü oynadılar. Bilindiği gibi Moğol-Türk soyundan gelen Timurlenk veya aksak Timur, 1402’de Yıldırım Beyazıt ile yaptığı Ankara Savaşı ile yeni kurulan Osmanlı İmparatorluğu’nu inkırazın eşiğine getirmişti. Daha sonra Osmanlı İmparatorluğu yeniden toparlanırken Timur’un soyundan gelenler, Horasan’ın Doğu İran bölgesinde yeni devletler kurdular. Çalışmanın ana sorusu, “Timurlular” olarak bilinen Timur’un soyundan gelenlerin İran-İslamî modele dayanarak göçebe bir bozkır imparatorluğundan yerleşik bir rejime nasıl geçtikleri ve bu geçiş sürecinin onların Türk-Moğol adetleri ve kimlikleri üzerinde nasıl bir etkide bulunduğudur. Disiplinler-arası bir perspektifle konuya yaklaşan yazar, Weber’e ait “karizmatik otoritenin rutinleşmesi” ve “patrimonyal hane devleti” terimlerini kullanarak bu Kitap Tanıtımları 253 sorulara cevap arıyor. Son Timurlu hükümdarı Sultan Hüseyin Baykara (14691506)’nın dönemine odaklanan yazar, İran bürokratik idare tarzlarının tatbikinin Timurlu hükümetinin evrimine olan etkisini inceliyor ve Horasan’ın Doğu İran eyaletinde vakıf müessesi sayesinde ziraî bir ekonominin gelişimini tasvir ediyor. Çalışma, bir taraftan Çin, Moğol, İran rejimlerinin nasıl sentezlendiğini gösteriyor, diğer taraftan da düşünce ve kültür tarihi açısından zengin bir devri aydınlatıyor. Osmanlı tezkirelerinde “İran pâdişâhı” olarak anılan ve çağdaşı Osmanlı padişahı İkinci Bayezid tarafından da oldukça sayılan Hüseyin Baykara, Fâtih gibi entelektüel kişiliğiyle öne çıkmış bir hükümdardı. Eserde Kâşifî’ye ait Ahlâk-ı Muhsinî gibi İslam ahlakı klasiklerinin arkaplanını da keşfetme fırsatı buluyoruz. Belli başlı Batı dilleri yanında Arapça, Farsça, Türkçe, Rusça gibi dillerde hayli zengin bir dizi kaynağa dayanarak hazırlanan bu esre, sadece Timurlu devletini değil, Selçuklu, Safevî ve Osmanlı devletlerini anlamak için de büyük önem taşıyor. Özellikle iktâ’ sistemi, kul bürokratik idare ve bunların dayandığı İran edebî kültürünün oluşumu açısından Timurlu ile Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu mukayese için mükemmel bir kaynak sağlıyor. Diğer taraftan eser sayesinde Cengiz Yasası’nın, Türk-Moğol devletleriyle Osmanlı arasındaki ortaklığın en somut göstergesini oluşturduğunu görüyoruz. Mongols, Turks, and Others: Eurasian Nomads and the Sedentary World (Moğollar, Türkler ve Diğerleri: Avrasyalı Göçebeler ve Yerleşik Dünya), Reuven Amitai and Michal Biran (eds.), Brill, 2005, 550 s. ISBN 90-04-14096-4 Başlıca Moğollar ile Türklerden oluşan Avrasyalı kırsal göçebeler ile onların etrafındaki yerleşik toplumlar, dünya tarihinin ana ilgi konularından birini oluşturmakta. Modern çağa özgü anakronizmle “göçebelik ve yerleşiklik” normatif terimler alınmıştır. Oysa bunlar deskriptif olarak alındığı takdirde dünya tarihinde oynadıkları rol, daha iyi görülebilecektir. Göçebeler, yalnızca çapulcu ve fetihçiler değil ve fakat aynı zamanda eşyalar, fikirler, teknolojiler ve diğer kültürel maddeleri taşıyarak günümüzün moda kavramı küreselleşmenin motoru olarak işlediler. Aynı zamanda onların yerleşik komşuları da din, teknoloji ve siyasal kültür gibi bakımlardan göçebe toplulukları derinden etkiledi. Bu itibarla, eldeki çalışma, dünya tarihindeki en önemli akültürasyon süreçlerinden birini ele alıyor. Çalışmada yer alan makaleler, göçebe toplumumun çok-boyutlu tabiatını ve antik çağlardan çağdaş dünyaya Çin, Rusya ve Ortadoğu civarındaki yerleşik dünya ile değişen ilişkilerini aydınlatıyor. Hint kıta-altı ve Doğu Avrupa, başka çalışmalara havale edilmiştir. Makaleler, M.Ö.1100’den Avrasyalı kırsal göçebeliğin günümüzdeki kalıntılarının tartışılmasına kadar üç binyılın üzerinde bir kronolojik mesafeyi kapsıyor. 254 Bedri Gencer Uzun süreye bakma girişimine rağmen makalelerin çoğu, yerleşik medeniyetlere ait toprakların geniş kısımlarını fethederek hükmettikleri ondan on beşinci yüzyıla kadar süren “göçebeler çağı”na odaklanıyor. Bu fatihlerin en önemlileri, insanlık tarihinde en büyük sürekli kara imparatorluğunu kurmuş olan Moğollar olduğu için, makalelerin çoğunun onları ele alması şaşırtıcı değil. Başlık, çalışmada başlıca yerin, etraflarındaki topraklara en büyük etkide bulunan Moğol ve Türkçe konuşan halklara verildiğini gösteriyor. Moğollar ile Türkler yanında bozkırda beliren başka göçebe topluluklar da oldu ki onlara da çalışmada yeri geldikçe değinilmektedir. Fakat daha önemlisi başlıkta “diğer”in bozkırın güneyindeki şehirli ve ziraî topraklarda yaşayan yerleşik nüfusa atıf yapmasıdır. Bu, bütün topluluklarda olduğu gibi Çin’de bugün bile hüküm süren “Kuzey/Güney” şeklindeki “içsel oryantalizm”i daha iyi anlamaya vesile oluyor. Ayrıca Uygurların yerleşik hayata geçen ilk Türk topluluğu olmasına karşılık göçebe Türklerin tevhit inancına dayalı kalıcı bir medeniyet, kozmopolis projesi için İslam’a yönelişini de açıklıyor.