[Geniş Açı Fotoğraf Sanatı Dergisi, Sayı 31, 15 Eylül-15 Kasım 2003] FOTOĞRAF HAKKINDA ÇOK KONUŞMAYAN FOTOĞRAFÇI İlk sayılarından beri bir ‘Magnum’sever olduğunu her fırsatta hissettiren dergimizde bu sefer iki Magnum fotoğrafçısını birden -hem de özel söyleşilerle- ağırlıyoruz. Bunlardan ilki Magnum’un en eski üyelerinden Marc Riboud, diğeriyse Gueorgui Pinkhassov. Pinkhassov’la İstanbul’da gerçekleştirilen söyleşiyi ilerleyen sayfalarda okuyacaksınız, ama öncelik seksen yaşına gelmesine rağmen halen elinde kamerasını düşürmeyen ve söyleşi sırasında oturacağı koltuğu bile “Ben başbakan mıyım?” diyerek bize vermek için ısrar eden Fransız beyefendisi Marc Riboud’da. Riboud’yla mayıs ayının ilk haftası Londra’da açılan sergisinde tanıştık ve aynı gün yaptığımız söyleşinin hemen ardından başladığımız yazıyı ancak bu sayıya yetiştirebiliyoruz. Bugüne dek hem kendisini hem fotoğraflarını iyi bildiğimiz bir fotoğrafçıyla söyleşi yapmak, en az kafamızda bir şeyler toparlayıp cümleye dökmek kadar zor. Kısa bir süre önce Ara Güler’i de konuk eden Hackelbury Fine Art’ın kapısından girer girmez bizi karşılayan ‘Eyfel Kulesi’ndeki boyacı’ ve onun devamında ‘Amerikan askerlerine çiçek uzatan kız’ gibi iyi bildiğimiz fotoğrafların yanı sıra diğer tüm fotoğraflar bizi iyice heyecanlandırıyor. Ne sorabilirdik kendisine, klasik bir şekilde “Neden fotoğraf çekiyorsunuz?” diye başlayabilirdik lafa, ki aynen öyle yaptık ve Fransız aksanının ağır bastığı İngilizcesiyle anlatmaya başlayan Riboud’ya ikinci soruyu sormaya kalkıştığımda zaten söyleşi için bize ayrılan zamanın neredeyse yarısına gelmiştik. Dolayısıyla sormak istediğimiz soruların birçoğunu bir tarafa bırakıp sohbet havasında gayet samimi bir söyleşi yaptık… Ara sıra kayıt cihazının da azizliğine uğrayınca söyleşiyi klasik soru cevap formatında değil de bu şekilde sizlerle paylaşmak istedik… Söyleşi Melisa Kesmez, Aytaç Uzmen «Magnum’da Her Şeyle İlgili İyi Tavsiyeler Aldim, Fotoğraf Hariç» Asıl mesleği mühendislik olan Riboud, 1923 yılında Fransa’nın Lyon kentinde doğar. Fotoğrafla on dört yaşında tanışan fotoğrafçı, ilk fotoğrafını babasının Vest Pocket Kodak’ıyla çeker. 1943-1945 yılları arasında Fransız Direnişi’nde aktif olarak yer alır ve 1950’de, mühendislik kariyerinin henüz başlarında, çalıştığı fabrikadan izin alıp, fotoğraf çekmek için bir haftalık bir seyahata çıkar ve kendisini sınırladığını düşündüğü işine bir daha geri dönmez. “Kesinlikle bir mühendis değildim. Bütün zamanımı başka şeylerin hayalini kurarak geçiriyordum. Hafta sonları ise fotoğraf çekiyordum. Kesinlikle fabrikadan ayrılmam gerekiyordu.” Yazgısını değiştiren bu yedi günlük kaçış, onun yolculuk ve fotoğraf tutkusunu birleştirir ve Riboud o günden bugüne tüm dünyayı dolaşır. Riboud mühendisliğe son verdikten sonra Henri Cartier-Bresson’la tanışır ve ona fotoğraflarını gösterir. Cartier-Bresson’un mühendisliği bırakmamasını, fotoğrafçılığın güvenli bir iş olmadığını söylemesine rağmen, Riboud sadece iki yıl sonra, 1955’te Magnum Photos’a tam üye olmuştur bile. Magnum Photos’taki ilk günleri unutulmaz anılarla dolu Riboud’nun: “Magnum’a kabul edildikten sonra, dört kurucudan da bana tavsiyelerde bulunmasını istedim. Cartier-Bresson, Chim’i çok dikkatli dinlemememi; Chim, Capa’nın tavsiyelerini takip etmememi; Capa da, Henri’nin hiçbir tavsiyesini dinlemememi söyledi. Sonuç olarak kafam karışmış bir şekilde George Rodger’a gittim. O da hiçbirine kulak asmamamı sadece onu dinlememi söyledi. O zaman Magnum’un çok güçlü kişiliklerden oluşan bir aile olduğunu anladım. Onlardan çok şey öğrendim: Bir Arap grubuna nasıl girildiğini, Mısır’dan İsrail’e giderken nasıl pasaport değiştirildiğini, New York’ta nasıl iyi bir restoran bulunacağını… Her şeyle ilgili iyi tavsiyeler aldım, fotoğraf hariç.” Magnum’a katılmasından kısa bir süre sonra Londra’ya İngilizce öğrenmeye giden Riboud’un o günlerle de ilgili anlatacak çok şeyi var: “Londra’da Henri’nin Hampstead’de İngiliz eşiyle yaşayan bir arkadaşının yanında kaldım. Her gün otobüsle bütün Londra’yı dolaşıyordum. Oldukça parasız günlerdi. Bir gün Capa’ya telefon edip ondan 20 sterlin istedim. Capa, Ortadoğulu bir adamın beni arayacağını ve o ne istiyorsa yapmamı söyledi. İki üç gün sonra adam aradı. Bir metro durağına gelmemi söyledi ve nasıl göründüğümü sordu. Ben de ‘gencim ve bir kameram var’ dedim. Oraya giderken oldukça gergin ve heyecanlıydım. Onları bulduğumda bana Londra’da üç hafta daha kalmamı sağlayacak parayı verdiler ve ortadan kayboldular.” Magnum’a girdikten sonra kendine en yakın bulduğu isim olan Cartier-Bresson, önerileriyle de olsa Londra’da yalnız bırakmaz Riboud’yu: “Londra’da kaldığım sürede Henri benim ne okuduğum, ne tarz insanlarla görüştüğümle oldukça ilgiliydi. Bana Londra’da sağ görüşlü insanlarla tanışabileceğimi, bu yüzden dikkatli olmamı söyledi. Ben de ona merak etmemesini çünkü her köşede ‘keep left’ (solu takip et) uyarısı olduğunu söyledim.” Marc Riboud, Magnum’da çalıştığı süre boyunca neredeyse tüm dünyayı dolaşır. Bir fotoğrafçıdan çok bir yolcu olduğunu her fırsatta dile getiren Riboud, 1960’a kadar daha çok Doğu’ya yolculuk eder. Yakındoğu ve Uzakdoğu, Hindistan, Nepal, Çin, Sovyetler Birliği bu dönemde ziyaret ettiği yerler arasında yer alır. 1949’daki Kültür Devrimi’nden sonra Çin’e giren ilk batılı fotoğrafçılardan biri olan Riboud, ayrıca bu süre zarfında Alaska’dan Meksika’ya bir motor turu düzenler. Takip eden yıllarda ise Afrika, Cezayir, Çin, Kuzey ve Güney Vietnam ve Kamboçya’ya gider, hatta Vietnam Savaşı’nı kuzeyden belgeleyen tek fotojurnalist olmayı başarır. “Güneyde altı yüzün üzerinde fotojurnalist vardı. Kuzeyde ise hiç. Dolayısıyla oraya girmeyi denemeliydim. Vize almak oldukça zor oldu.Oraya daha önce girmeyi başaran gazeteciler vardı ama ben ilk fotoğrafçıydım.” diyen Riboud’nun Kuzey Vietnam’a vize alması tam bir yılını alır. Paris’te tanıştığı yarı Fransız yarı Vietnamlı bir kız ona fotoğraflarını devlet başkanına göndermesini tavsiye edince, Riboud aynen kızın dediği gibi devlet başkanına Çin’de çekilmiş Kuzey Vietnam tarafını destekleyen fotoğraflarını gönderir ve beklenildiği gibi son vize başvurusu kabul edilir. Vietnam’da kaldığı süre boyunca oldukça zor şartlarda hayatta kalma savaşı veren fotoğrafçı, Magnum’da tam üyeliğinin sona erdiği -ve ‘contributor’ (katkıda bulunan) döneminin başladığı- 1979’a kadar Doğu’ya birçok kereler daha gider. Bu arada Türkiye’ye de birçok kez gelen Riboud, diğer fotojurnalistlerden farklı olarak görevi dışında da yolculuklar yapar. 1975 ve 1976 yılları arasında Magnum’a başkanlık eden Riboud, Magnum’dan ayrıldıktan sonra da çeşitli ülkeleri gezmeye devam eder. Son olarak ise doğduğu yer olan ve şu an halen yaşamakta olduğu Fransa’ya döner. Bugüne kadar Life, Géo, National Geographic, Paris-Match, Stern gibi birçok dergide işleri yayımlanan Riboud’nun yayımlanan en son işi ise, tutku duyduğu kentlerin başında gelen İstanbul’un fotoğraflarından oluşan ve geçen mart ayında piyasaya çıkan ‘İstanbul 1950-2000’ başlıklı albüm. «Etrafımdaki Şeylere Hep Fotoğraf Olup Olmadıklarını Tartarak Baktım» Küçücük bir detay, örneğin bir insanın gülümsemesi, bir fotoğrafı sıra dışı yaparken bir diğerini sıradanlaştırabilir. Riboud’un fotoğraflarına baktığımızda onun kompozisyonlarındaki hareket ve ışık bilgisi onları sıra dışı yapıyor. Çoğunlukla (mühendislik alt yapısından olsa gerek) grafiğin ağır bastığı fotoğraflardaki bir bakış yahut bir tavır direkt bakanın dikkatini çekiyor. Öte yandan birçok ironik tesadüfü bir araya getirmeyi başaran fotoğraflarıyla da bakanı gülümsetiyor Riboud. Örneğin 1953’te Paris’te çektiği Eyfel Kulesi’ndeki boyacı, fotoğrafa girmeyi başaran Paris manzarasının önünde, kulenin metal direkleri üzerinde tıpkı bir dansçı gibi poz veriyor. Daha çok ağaçları, binaları ya da gökyüzünü vurgulayan dikey kompozisyonlarında dahi insan faktörünün gücünü hissettiren Riboud, gördüğü şeyi yargılamadan, olduğu gibi tasvir ediyor. İlk dönemki işlerinde Paris’in, Hindistan’ın ya da Londra’nın sokaklarında oynayan çocukları, daha sonraki işlerinde ise politik olayları öne çıkaran, makinesini her nereye çevirirse çevirsin, fotoğrafını çektiği şeyi hatırlamak istediği gibi değil de gördüğü gibi çeken Riboud’ya “Elli yılı aşkın bir süredir fotoğraf çekiyorsunuz, bu tutku neden?” sorusunu yönelttiğimizde, “Eğer şarkı söyleyebilseydim şarkı söylerdim. Ben bakıyorum ve görebiliyorum.” yanıtını alıyoruz. Peki acaba bu elli yılın sonunda sebepleri değişmiş mi Riboud’nun? “Değişmedi. Etrafımdaki şeylere hayatımın akışı içinde hep fotoğraf olup olmadıklarını tartarak baktım. O gün de bugün de aynı. Küçük bir çocukken benim diğer kardeşlerime kıyasla hiç konuşmuyor olmam annemi ve babamı endişelendirirmiş. Oysa ben etrafımdakileri izlemeyi konuşmaya yeğ tutardım. O zamanlar fotoğraf makinem yoktu ama aslında durmadan fotoğraf çekerdim. Down sendromlu bir kızım var, ona fotoğraf makinesi verdiğimde çektiği fotoğraflar kesinlikle farklı. Çünkü o görebiliyor, başka uyaranlara kapalı, sadece görebiliyor.” Konuşmamız boyunca fotoğraf ve sanat tartışmalarına girmemiz de kaçınılmazdı. Karşımızda eski bir Magnum fotoğrafçısı dururken ona ‘fotoğraf sanat mıdır’ diye soramazdık elbette ama kibarca “Siz kendinizi nerede tanımlıyorsunuz?” diye soramadan edemedik. “Sanat nedir sizce?” diye başladı söze. “Benim kim olduğum yaptığım işin ne olduğunu değiştirir mi? Çektiğim bir fotoğrafa bakan kişi orada ne görüyorsa, neresinden yakalıyorsa, odur fotoğraf…” Peki “Bir şeyi fotoğraflamaya iten nedir sizi?” diye soruyoruz: “Bir sürprizin karşısında verdiğim spontane tepkinin analizini yapamam sanırım. Ben bir psikolog değilim, fotoğraf hakkında çok konuşmak da beni engeller. Öte yandan bizler bir makinenin ardındaki makineler değiliz. Fotoğrafı çekmeden önce düşünürüz, fotoğrafı çekerken düşünürüz -az da olsa-, dolayısıyla sonrasında da düşünmeliyiz.” Halen Fransa’da yaşayan ve küçük çapta da olsa dünyayı dolaşmaya devam eden Riboud heyecanını hiç yitirmemiş gibi görünüyor. Utangaç bir fotoğrafçı olarak fotoğraf makinesinin arkasına gizlenip, diğer yandan insanlara daha yakından bakma isteğiyle onlara yaklaşan Riboud’yu belki de en iyi Le Monde gazetesinin yazarlarından Annick Cojean’ın şu sözleri anlatıyor: “Bu adam özgür. Gerçekten öyle. Çünkü dünyayı gördü ve bize gösterdi. Çünkü zaman ayırıyor, sabırla donanıyor ve nasıl düşüneceğini biliyor. Çünkü insanlık, farklılıkları, aynılıkları, krizleri ve gündelik hayatın doğallığıyla onu delice ilgilendiriyor. Rol yapmıyor, bir vurgun için fırsat kollamıyor. Haberlerden besleniyor olabilir ama onları üretmiyor. Onlara bağlı da yaşamıyor. Sadece hayattan öğrenerek kendi yolunda gidiyor. Onun fotoğrafları onun yolculuklarının yorumları, onun maceralarından notlar… Bu adam özgür. Hayatı seviyor ve onu şiddetle fotoğraflıyor. Birilerini etkilemenin peşinde değil. Poz vermiyor. Ne zaman fotoğrafları hakkında fikri sorulsa acemice, mütevazıca ve tereddütle cevap veriyor. Uzun parmaklarını fotoğraf üzerinde gezdiriyor, hatları gösteriyor, hafifçe bir kavise dokunuyor ve bir detayda takılı kalıyor. Ve sonra gerçekten kelimelere gerek yok. Onlar saf dışı. Göz tek başına kendi yolunda ilerlemek üzere yalnız bırakılıyor.”