HAYALLERE DEĞİL GÖLGELERE AİDİM Her gün üzerinde durup hareket ettiğimiz toprağa ne kadar şükretsek az. Üzerine bastığımız her adım, üzerinde aldığımız her rahat nefes bizi kendimizden daha emin hale getiriyor; gücümüzü bize sunduğu dayanıklı zemine borçluyuz. Bir an düşünün, altınızdaki toprak kaybolmuş. Düşmekten mi korktunuz? Nereye düşeceksiniz ki? Ne yer var ne de yön. İşte o an boşlukta anlamsızca süzülen bir boş yaprak olacağız. Ne geldiğimiz ne de gideceğimiz yönün bir önemi olacak. Geçmişi ya da geleceği olmayan, anlık bir zamana sıkışıp kalmış, değersiz bir yaprak parçası... Altımızdaki toprak parçası fiziksel olarak hiç kaybolmayacak belki lakin ona karşı hissettiğimiz aidiyet duygusunun bir gün sönmeyeceğini kim garanti edebilir? Kişiliğimizi, kültürümüzü, duygu ve düşüncelerimizi, bizi bize hediye eden toprağa yabancılaştığımız her an üzerine güvenle bastığımız zeminin sarsılması demek. Aidiyetsizlik, insanı, köklerini kaybedip yaşam kaynaklarından mahrum kalarak çürüyen, sonrasında ise toprak ile irtibatını tamamen kaybeden ve rüzgâr ile birlikte amaçsızca savrulan bir bitkiden beter eder hayatta. Aidiyetsizliği daha en başından hissedenler ise belki de bu dünyadaki en şanssız insanlardır. Bir yere ait olmanın verdiği huzuru asla tadamamış, kimliğini bir türlü bulamamış bu insanlar aramızda her an dolaşan gölgelere benzerler. Hep karanlık, hep silik… “ Sevgili Alex, ... Ben çok yorgunum. Buraya ait olamamaktan yoruldum. Ama gidemiyorum da... Ben ve benim gibiler bu şehrin hayaletleri. Melez mahluklar. Öfkem kendimeydi, biliyorum. Hiçbir yer yok benim için. Onları kıskanıyorum. Kendinden emin insanları. Herkesin bir evi, bir toprağı var. Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum. Bütün rahimler ölü benim için. ” (Gülsoy, 290) Yukarıda kim olduğunu, nereye ait olduğunu bir türlü bulamamış bir yabancının, yaşadığından dahi emin olmadığı veremli dostuna yazdığı mektubu okudunuz. Kendisi bir hikâyenin kurgusal odak figürü olabilir fakat hissettiği aidiyetsizlik duygusu bizim duygularımızdan daha az gerçek değil. Kendisini biraz daha ayrıntılı anlatmak isterim, “Fuat” mı yoksa “Franck” mi olduğuna bir türlü karar veremediği için tıpkı kendisine seslendiği gibi F. diyeceğim ona. F. Türk-Müslüman bir babadan ( Beşir Fuat’tan) olma, “Hasta Adam” Osmanlı İmparatorluğu’ndan gayrimüslimlere yapılan katliamdan dolayı yabancı annesi ile Fransa’ya kaçmış bir “melez”. Hem Doğu hem de Batı kültürü ile tanışma ve onları keşfetme imkânına sahip olmuş lakin kendini ne Doğu’ya ne de Batı’ya ait hissediyor. F. ’nin kökeni İstanbul’a dayanıyor. Memleketi “Gölgeler ve Hayallerin Şehri” de F.’e çok benziyor; Doğu ve Batı’nın ikisine de üvey çocuğu, başkentlik yaptığı nice imparatorluktan arta kalan mimarisi ve kültürü ile büyük ve karmakarışık bir mozaiği andırıyor, ne de olsa o “bin kocadan arta kalan bive-i bâkir”. Bu dünyaya ait olamayacak kadar eşsiz ve de kırılgan. Bu sebepten F. aslını İstanbul’da arıyor. F. ve İstanbul kader ortakları, aidiyetsizlik onları içten içe çürütüyor, huzurlarından, sağlıklarından çok şey çalıyor, onları birer enkaza dönüştürüyor. Ruhları ise enkazın altına hapsolmuş, bir çift silik gölgeden ibaret. F.’in öyküsünü okurken kitabın Doğu ve Batı’yı iki farklı dünya olarak resmettiğini ve F.’in aidiyetsizliğinin nedeninin bu olduğunu düşündüm. Daha sonra kendi zamanıma, kendi dünyama bakmaya karar verdim. Benim dünyamda ulaşım ve iletişim hiç olmadığı kadar kolay ve dünya üzerinde olan her şeyden anında haberdarız. Günümüzün “ trendi” ise dünyada var olan her türlü değerin, kültürün, düşüncenin, akımın, ürünün ya da sistemin “popüler” ya da “demode” olarak sınıflandırılıp tüketime açık hale getirilmesi. Biz hiçbir yere ait olmamakla, hiçbir sabit düşüncenin, kültürün ürünü olmamakla övünüyoruz, özgür olduğumuzu iddia ediyoruz. Fakat bizim için her şey “trend” olduğu sürece var; her şey bir anda popüler oluyor, anlamını kaybedene kadar tüketiliyor ve sonrasına çöpmüşçesine bir kenara atılıyor. Hep daha yeniye, daha farklıya, daha iyiye hasretiz; çünkü tatmin olamıyor, eksik hissediyoruz. Bunları dünyanın bir köşesinden çıkarıp popüler hale getiriyor ve büyük bir iştahla tüketiyoruz. En kötüsü de bu tüketim kültürünün bizi kendimize ve dünyaya yabancılaştırdığının farkında değiliz aidiyetsizlik duygusunu özgürlük olarak görüyor daha da yozlaşıyoruz, daha sonra hayatın hiçbir anlamı ya da amacı olmadığından şikâyet ediyoruz. F.’in zamanında da insanlar baskıcı yönetimden bunalmış; sürekli duydukları demokrasinin hayaliyle isyan etmişlerdi. Yönetim düşüp “demokrasi” gelince ise bu istek popülerliğini kaybetmeye başladı. Yeni düzenin getirdiği kaos hem toplumda anlaşmazlığa hem de insanların topraklarına yabancılaşmasına neden oldu. Üzerine düşünmeden trendleri takip etmek, popüler olanı hedeflemek ve demode olanı başka niteliklerine bakmadan terk etmek bizi her zaman aidiyetsizliğe sürüklüyor fakat bu durum özellikle günümüzde daha yaygınlaşmış durumda. Altımızdaki toprağı bile bile biz kazıyoruz. Bu yaklaşımı terk edip bizi gerçekten mutlu eden şeylere odaklanmak ve hayatımızı bunlara göre kurmak bizim ilk hedefimiz olmalı bana göre. Bunu gerçekleştirebildiğimiz her yere ait olabileceğimize inanıyorum. Kaynaklar Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, Murat Gülsoy