İçindekiler Sunu Tarihte "Kırılma Noktası" ve "Yanlış Uygarlık" "Egemen Sınıf" genişliyor Yasalar, reformlar, dönüşümler Eski Dünya sallanıyor Yeni "randevu"ya doğru ABD: Yeni Dünya Düzeni'nin Roma'sı Roma: 500 yıllık tutku "Yeniden Doğuş"un antik modeli İlluminati: Aydınlanma'nın "radikal" entelektüelleri "A Merica" - Batı Yıldızı'na Doğru Herkesin Roma'sı kendine "Elit"lerin Yeni Dünya Düzeni Kaos stratejisi, Güneydoğu Asya'ya yöneliyor "Stratejik Müttefik" mi, "suç ortağı" mı? Amerika: Kolonizasyondan, İmparatorluğa "Aydınlanma" ve "Yeni Roma" düşleri Bloklaşma ve Soğuk Savaş "Yeni bir Pearl Harbor gerekiyor" "Suç ortaklığı"nın utancı ve "maliyeti"ni göze alabiliyor muyuz? Yayın Listemiz Sunu_______________________ 2012:Marduk’la Randevuadlı romanın yazarı Burak ELDEM’in Web Sitesindeyazdığı makalelerinden seçtiklerimizi sizin için hazırladık.. Burak ELDEM bu makalelerinde, son yıllarda tüm dünyada konuşulan MARDUK FENOMENİ’ne, bir başka açıdan bakmaktadır Değerlendirme ve hüküm sizlere aittir. Değerli “OKU”R, Dileğimiz size yararlı olabilmek... Evreni (algılayamadıklarımız dahil) yöneten ve farklı adlarla işaret edilen Yüce Gücün bu arzumuzu yerine getirmemiz için, önümüzü açık etmesini diliyoruz; “Eğer bu duanın gerçekleşmesi, bizler ve tüm yaşam adına en iyisi olacaksa...” 1 MARDUK ya da KAOS _______________________ Yorumsuz Bildiri İnsanlığa gerçekleri anlattığına inandığımız düşünürlerin, yazarların, aydınlanmışların ilimsel üretimlerini sizlerle paylaşmaktan başka bir arzumuz yoktur. Biz bir başka insanı değişim-dönüşüme uğratamayız. Bizim yapabileceğimiz tek şey değişim-dönüşümün meydana gelebileceği, hoşgörü ve sevginin girebileceği bir alan, bir boşluk yaratmaktır. _______________________ Tarihte "Kırılma Noktası" ve "Yanlış Uygarlık" Eski Dünya'nın (bizim tanıdığımız ve izini bulduğumuz) ilk uygarlıkları, aşağı yukarı İ.Ö dördüncü binyılın sonlarından itibaren biçimlenmeye başladı: Gelişmiş bir kent yapısı; yerleşik ve sistemli bir tarım etkinliği; derinleşmiş ve çeşitliliği artmış bir toplumsal işbölümü (ki mimari, madenciliğin ilk örnekleri ve genel anlamıyla zanaatların gelişimi sağlamıştır bunu); yazının gelişimiyle büyük bir sıçrama yaşamış "kültürel kimlikler" ve otoritenin merkezinde yer alan, kurumsallaşmaya başlamış bir inanç sistemi, bu uygarlıkların "varoluş harcı"ndaki önemli unsurlardı. Ekonomik yapılanma esas olarak tarımsal üretim üzerinde yükseliyordu ve ticaret hareketlenmeye başlamış olsa bile henüz "yerel" bir etkinlik olmanın pek de ötesine geçebilmiş değildi. Toprak üzerindeki haklar, uygulamada bölgelere göre farklılıklar göstermekle birlikte, tapınak rahiplerinin ve kendisi de Başrahip olan "Kral"ın denetimindeydi ama mülkiyet, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde toprağı işleyene aitti. Tapınaklar ve Krallık, tarım üretiminden büyükçe bir payı kendine ayırmakla birlikte toplumsal yapı içinde sınırları netleşmiş "sosyal sınıflar" oluşumuna sıcak bakmıyordu hiç. Ordu harcamaları ve yerel yönetim giderleri (imar etkinlikleri ve festivaller gibi) toprağı işleyenlerden alınan "katkı" ile karşılanırken, az sayıdaki yönetim görevlisi ve subay dışında, Kral'ın ve rahiplerin iktidarına ortak olacak sınıfsal tabakalaşmalar söz konusu olmuyordu. Bir başka deyişle, bugün ortodoks tarih anlayışının vurguladığı "Köleci Toplum" dinamikleri ufukta bile görülmemişti. Bir "kurum" olarak kölelik, sarayda, 2 tapınaklarda ya da evlerde çalıştırılan hizmetkârların ya da bazen taş ocaklarında çalıştırılan esir alınmış "yaban kabile" üyelerinin ötesine uzanmıyordu; dolayısıyla, ülke halkının bir sınıfsal farklılaşma içinde "köleler ve köle sahipleri" gibi bir ayrışma yaşaması, hele tarımsal üretimin merkezine köle emeğinin yerleşmesi gibi bir durum söz konusu değildi. İşte İ.Ö 3100 dolayında ortaya çıkan Mısır, Sümer, Harappa ve Minos gibi, Eski Dünya'nın başlıca öncü uygarlıkları, böyle bir tablo çiziyorlardı tarihin söz konusu evresinde. Uygarlık tarihinin bu ilk evresinde, "devletin hegemonya araçları" sanıldığı gibi despotik bir askeri/polisiye örgütlenmeye değil, tapınak rahiplerinin sahip olduğu "gizemli evrensel bilgi"ye ve bu bilginin kitlelere sunuluş biçimi olan "din"lere yaslanıyordu. Rahip, "bilinmeyeni bilen"di; göklerdeki yıldızların hareketini, zamanın akışının ölçülmesini, mevsimlerin dönüşümünü yalnızca o anlar ve o izlerdi. Bunu, "Tanrısal" bir bilgelikle yürüttüğü düşünüldüğü için, tarihin ilk dönemlerinden itibaren rahiplere hem saygı duyulmuş, hem de onlardan korkulmuştu. Tarımı bilen; ekim ve hasat zamanını doğru planlayan; hava durumu ve yağmurlar, nehir taşkınları hakkında "önceden haber veren" bu insanların, toplumsal örgütlenmenin merkezine yerleşmelerine kim itiraz edebilirdi ki? Söyledikleri her şey gerçek çıkıyor; yaptıkları her uyarı doğrulanıyordu. O halde "otorite", rahibe ait olacaktı. Başlangıçtan itibaren "Kral" dediğimiz yöneticiler, sanılanın aksine "kahraman askerler"den değil, "bilge rahipler"den çıktı. Yönetim kademelerini, daha alt düzeydeki diğer rahipler oluştururken "Kraliyet Sarayı" da, aslında "gözlemevi" işlevi gören ama halka "ritüel merkezi" olarak sunulan tapınaklar olacaktı. "Egemen Sınıf" genişliyor Aşağı yukarı bin yıl kadar sonra, İ.Ö ikinci binyılın başlarına gelindiğinde, hemen bütün büyük uygarlıklarda kaçınılmaz yönetsel dönüşümler yaşanmaya başladı: Güvenli kentler ve teknolojik gelişim ölümleri azaltıp ömürleri uzatıyor, dolayısıyla da ciddi bir nüfus artışı ortaya çıkıyordu. Büyük krallıklar, artık eskisi gibi bir "merkez kent" ve onun çevresinde dağınık biçimde bulunup himayesi altında yaşayan birkaç küçük kasabadan oluşmuyordu: Çok sayıda yerleşim yeri ortaya çıkmıştı ve buralarda da hem tarımsal üretim gelişiyor, hem zanaat etkinlikleri çeşitleniyordu. Bu durum, doğal olarak ticareti de hatırı sayılır biçimde hızlandırmış ve ekonomiye göreceli bir canlanma getirmişti. Diğer yandan, ilk büyük uygarlıklar "kendi topraklarını tanıma ve koruma" sürecini çoktan geride bırakmış; etkinlik alanını coğrafi olarak geliştirme düşleri peşinde koşmaya başlamıştı. Artık askeri seferler yakın çevreyle sınırlı kalmıyor, komşu kentdevletleri ya da küçük bağımsız yerleşim birimleri zaptedilerek "fetihler çağı" başlatılıyordu. Savaşı sık yaşanır bir olgu haline getiren bu dönüşüm hem savaş esirlerini köleleştirerek "ekstra bedava emek" sağlıyordu yöneticilere, hem de çevre kent-devletlerin sahip olduğu kaynak ve zenginliklere "ticaret dışı" yöntemlerle sahip olma açgözlülüğüne kapı 3 açıyordu. Bu dönüşüm, büyük imparatorluklarda "hegemonya mekanizmasını" ve devletin temel yapısını ciddi değişimlere zorluyordu: Devlet şemsiyesi altına dahil edilen yeni yerleşim birimlerinde, "yerel yönetim ofisleri" kurma gereği ortaya çıkmıştı ve bu durum, iktidar sahibi Tapınak Rahipleri'ne ek olarak, yeni bir katmanı, "bürokrasi"yi ortaya çıkarıyordu. Diğer yandan askeri seferler nedeniyle komutanların önemi ve ağırlığı artmaya başlıyor; yeni ele geçirilen bölgelerde onlara toprak hediye ediliyor; savaş esirleri de bu toprağı işleyecek kölelere dönüştürülüyordu. Mısır, Mezopotamya ve Yakındoğu'nun tamamında eşzamanlı olarak başlayan bu dönüşüm, "Köleci Devlet" şablonunun ilk prototiplerini ortaya çıkarmıştı çıkarmasına ama hegemonyanın paylaşılması, yeni yönetsel sorunları da beraberinde getirmişti: Merkezi yönetim hatırı sayılır biçimde zayıflıyor; başkentlere uzak yerlerdeki yerleşimlerin yerel yöneticileri ve bürokrasileri palazlanıp güç kazanıyordu. Çok sayıda farklı "tapınak erbabı" ortaya çıkıyordu imparatorlukların sınırları içinde ve bunlar arasında bir egemenlik yarışı yaşanıyordu. Mezopotamya'da bu dönüşümün liderlerinden biri, Akat Kralı "Büyük Sargon" olmuştu. Sargon (ya da Akatçadaki söylenişiyle "Şarru-Kin", yani "adil kral") kalabalık göç hareketleri sonrasında çözülmeye başlayan Sümer uygarlığının kültürel mirasını almış ve Sami topluluğuna maletmişti; dahası, "yayılmacı" hükümdarların da ilk örneğiydi bölgede ve Akat İmparatorluğu'nu Yakındoğu'nun en etkili gücü haline getirdi. Ne var ki bürokratik genişleme ve bunun sonucunda merkezi yönetimin hem iktidar gücü hem de ekonomik olarak zayıflaması, torunuNaram-Sin 'den itibaren (İ.Ö 2200) bu güçlü devleti de sarsmaya başlayacaktı. Tıpkı bir köpekbalığının yüzmeye devam etmesi için enerji kazanmaya ve bu amaçla yoluna çıkan her canlıyı yutmaya zorunlu olması gibi, Naram-Sin de yeni ortaya çıkan "emperyal devlet"in varlığını korumak ve artan masraflarını karşılayacak ekonomik güce ulaşmak için "savaş ve fetih hareketlerini süreklileştirmek" durumunda olduğunu ilk fark eden hükümdarlardandı. Suriye'ye dek çıktı, Ebla kentini ele geçirip yağmaladı ve kendine bağladı; ardından Kenan dolaylarına yürüdü, önüne çıkan her yerleşim birimini yuttu. Ama bütün bunlar, büyüdükçe hantallaşan imparatorluğun çürümesini engellemeye yetmedi. Artık Başrahip-Kral ve tapınak ileri gelenlerinden oluşan basit bir iktidar çekirdeği değil, yerel yöneticileri, bürokrasisi ve askeri/polisiye gücüyle çok daha genişlemiş bir "egemen sınıf" söz konusuydu ve "iktidar nimetleri" bu sınıfın her kademesini doyuracak biçimde yeniden düzenlenmeliydi. Ama nasıl? Yasalar, reformlar, dönüşümler Benzeri sorunları Mısır da çok ciddi biçimde yaşıyordu. Eski Krallık döneminin sonlarına doğru (aşağı yukarı İ.Ö 2200 sonrası) Aşağı ve Yukarı Mısır bölgeleriyle sınırlı kalmayıp doğuda Sina'yı, batıda Libya çöllerini ve güneyde Nubya'yı da içine alacak biçimde büyüyen ülkede hem etnik 4 yapı çeşitlenmiş, hem de farklı rahip gelenekleri arasında sürtüşmeler yaşanmaya başlamıştı. Dahası, yaygınlaştırılmış iktidar mekanizmalarının palazlandırdığı yönetim bürokrasisi, "Büyük Ev"in ("Pero" - Firavun) ekonomik anlamda giderek daha fazla sıkıntı yaşamasına neden oluyordu. Zenginleşen ve nüfuzlarını artıran bürokratların keyfi uygulamaları, Orta Krallık'tan itibaren tıpkı Mezopotamya'da olduğu gibi Mısır'da da yeni ve heterojen bir "egemen sınıf"ın tanımlanması gereğini ortaya koyuyordu. Savaş ve fetih politikalarının süreklileştirilmesiyle oluşturulmaya başlayan "köleler ordusu" tarım alanlarında kullanılarak zenginlik artırılmak istendi. Ancak yerel halklar, olan bitenden tedirgin olmaya başlamış; imparatorlukların etki alanları içindeki kentlerde kaos ve huzursuzluklar yaşanmaya başlamıştı. Aşağı yukarı İ.Ö 18. yüzyıl başlarında, Akat İmparatoruHammurabi , "tanımlanmış sosyal roller"i de içeren ünlü yasalar sistemiyle yeni dönemin yaşama ve yönetme koşullarını belirleme çabasını başlattı. Aslında Hammurabi'nin yasaları bir hukuk sisteminden çok, eski dönem gelenekleri ve alışkanlıkları uzantısında, uyulması gereken bir "ilahi ve ahlaki" kurallar bütününü tanımlıyordu ve yaptırım gücü de çok tartışılacak durumdaydı. Ama yine de, bu öncülük Mısır'da da izlendi ve "yerleşik yerel halkı rahatsız etmeyecek", savaş tutsakları ve fethedilen bölgelerin esir alınmış köylüleri üzerine kurulu bir "köleci devlet" anlayışını biçimlendirmeye başladı. Hükümdarın "kendi halkı" asla köle olmayacaktı; ama yönetici sınıfın artan ekonomik gereksinimlerini karşılamak üzere kölelik, tutsaklar aracılığıyla kurumsallaştırılacaktı. Bu politika, yüz yıl kadar hem Babil'de, hem de Mısır'da şiddetle uygulandı. Ne var ki, merkezi krallıkların zayıflayışı engellenemedi. Diğer yandan, katmanları çeşitlenen yalnızca egemen sınıf da değildi: Ekonomik dengesizlik ve eşitsizlikler, "sade vatandaş"ı da ciddi biçimde yoksullaştırmaya başlamış, endişe ve homurdanmalar artmıştı. Yavaş yavaş isyanlar, iç karışıklıklar ufukta belirmeye başlıyordu ama imparatorluklar hâlâ güçlüydü ve büyüyen askeri/polisiye mekanizmalarıyla, despotça yöntemler kullanarak denetimi elde tutmayı sürdürüyordu hükümdarlar. Ta ki, o "meş'um" güne kadar... Eski Dünya sallanıyor İ.Ö 1649'da, Doğu Akdeniz'de başlayan bir deprem dalgası, bütün dünyayı hatırı sayılır biçimde sarstı. Ege'de, güçlü Minos Krallığı'nın görkemli kenti Akrotiri yerle bir oldu; Girit ve Kıbrıs defalarca sallandı; tsunamiler Lübnan dolaylarındaki Byblos'tan, Mısır'ın delta çıkışındaki yerleşimlerine dek bütün Akdeniz kıyılarını vurdu. Art arda gelen depremlerin şoku tam atlatılır gibi olmuştu ki, bu kez Ege'de Thera Yanardağı, dehşet verici biçimde faaliyete geçti. İnsanlık tarihinin bu en büyük volkanik patlamasında, İtalya'dan Karadeniz kıyılarına, Mısır'dan İran'a dek çok büyük bir bölge, karanlığa gömüldü: Binlerce metre yukarı püsküren kül ve duman, gökyüzünü tümüyle kaplamıştı çünkü. Gündüzleri güneş, geceleriyse ay ve yıldızlar 5 görünmedi uzun süre. Nehirlere yağan kül ve sülfür atıkları, suları tıpkı efsanelerde anlatıldığı gibi "kan gibi kırmızı" yaptı, zehirledi. Hayvanlar öldüler, tarım alanları ve tarlalar ışıksızlıktan çürüdü, daha da kötüsü, iklimde "volkanik kış" denen değişim yaşandı ve "yaz sabahlarında don olayı" görüldü. Bu büyük felaketler zinciri, yalnızca can kaybı ve ekonomik çöküntüye yol açmakla kalmamış, halkların üzerinde de "psikolojik çöküntü" yaratmıştı. Merkezi krallıklar tümüyle çöktü, ordular dağılmaya, yöneticiler daha güvenli buldukları yerlere kaçmaya başladılar. Tam bir "kaos" görüntüsü egemen olmuştu eski dünyanın görkemli uygarlıklarına. Ve bu kaos, tarihin en büyük "kırılma noktası"nı oluşturdu. Güçsüz düşen imparatorluklar, o güne dek sınırlardan içeri sokulmayan göçebe çapulcu kabilelerin yağma ve talanlarına uğradı; hanedanlar ve eski dönemin egemen sınıfı tam bir hezimeti yaşadı. Sözgelimi Mısır'da, otorite boşluğunu fırsat bilen ve zaten yönetimden hoşnut olmayan yoksul kitleler, yağmacılar işlerini bitirip gittikten sonra krallığa "el koydular". Tarihçilerin "Hiksos Devri" olarak andıkları bu dönemin, Mısır'ın işgalcilerce ele geçirilmesine değil, bir ihtilal sonucu "varoş insanları"nın tahta el koymasına sahne olduğunu, "2012: Marduk'la Randevu"da uzun uzun anlatmıştım. Babil, aynı günlerde kuzeyden gelen göçebe Hint-Avrupalı kavimlerin saldırılarına direnemeden çökmüş; doğal afetler zinciri Minos Krallığı'nın sonunu getirmiş ve İndüs kıyısındaki Harappa kentleri yerle bir olunca, kuzeybatılı barbar kavimler Hindistan'ın batı ve kuzey bölgelerine egemen olmuştu. Yaşanan, gerçek bir "kırılma noktası"ydı ve eski düzenin başarısız hanedanları, olan bitenden ders çıkarmayı iyi bildiler: Zayıf düşmemek gerekiyordu, bu bir. Savaş, haraç ve fetih politikası sonuna dek götürülmeli ve süreklileştirilmeliydi, bu iki. Ve hepsinden önemlisi, egemen sınıflar "kendi halkları"na uygulamadıkları baskı ve şiddete dayalı köleleştirmeyi, bundan böyle sistematik biçimde yaygınlaştırmalıydı, bu üç. Çünkü, nüfus artmıştı ve "cahil kitleler" kontrol edilemez hale gelmişti. Buldukları ilk fırsatta hükümdarlarına "ihanet" etmeye hazır, yönetimi eline geçirmeye istekli bu kitle, bundan böyle "zapturapt" altında tutulacaktı. "Köleci Devlet" şimdi tam anlamıyla örgütleniyor ve uygarlık tarihinin seyrini sürekli bir "sınıf savaşımları" rotasına sokuyordu. İ.Ö 1550'den sonra kendine gelen eskinin büyükleri, despotizmin en kanlı görüntülerini uyguladılar. Halklar köleleştirildi, egemen sınıfın hegemonya mekanizmaları arasında "din" en ağırlıklı unsur olarak kullanılmaya başladı ve yasa sistemlerinin elden geçirilmesiyle devletin reorganizasyonu tamamlandı. İşte o kritik dönemde, o büyük facialar zincirinden sonra olanlar ve alınan kararlar, uygarlık tarihinin bugün vardığı noktanın da belirleyicisi olacaktı. Yeni "randevu"ya doğru Şimdi, aradan 3650 yıl geçti ve yeni bir "küresel afetler zinciri" ufukta. Çünkü, "Onuncu Gezegen Marduk", bir kez daha yapacak yakın geçişini. Bugünün egemenleriyse, yeni bir "kırılma noktası"nın iktidarlarını sarsıp, 6 uygarlık tarihinin gidişatını bir kez daha değiştirmesini hiç mi hiç istemiyorlar. Bunun için telaşlılar, bunun için "aceleleri var". Marduk yaklaşıyor; dünyanın "Elit" egemenleriyse, süreklileştirilmiş savaş stratejileriyle dünyada "kaos merkezi" olma potansiyeline sahip (aynı zamanda kritik enerji kaynaklarını da elinde tutan) bölgelere yönelik kapsamlı askeri operasyonlar düzenliyorlar. Tüm bunlar ne için, bir kez daha hatırlayalım: Sayıları yüz bini bulmayan "elit azınlık" üyeleri yüzme havuzlu villalarında viskilerini yudumlayabilsinler; karıları limuzin ya da cipleriyle lüks mağazalardan alışveriş edebilsin; çocukları pahalı okullarda okuyup kayak merkezlerinde tatil yapabilsin diye. Peki ne pahasına? Dünya nüfusunun beşte dördünün ciddi yoksulluğu, dörtte birinin açlık sınırında yaşaması, her yıl milyonlarca çocuğun bakımsızlık ve salgın hastalıklardan ölmesi pahasına. Sefil, zavallı bir açgözlülük; aşağılık bir egoizm ve hırs adına, kökleri 3650 yıl önceye dayanan bu "yanlış uygarlık" inatla ve ısrarla korunmaya çalışılıyor. 2012 yılının son aylarındaysa, bütün bu kokuşmuş sistemleri, "borsa" denen tapınakları, "marka" denen totemleri, "marketing" denen amentüleri zangır zangır sallanacak halbuki. Bunu biliyor ve korkuyorlar; korktuça da daha çok saldırganlaşıyorlar, soysuzlaşıyorlar. Bakalım bu korkularının "ecele" bir faydası olacak mı? ABD: Yeni Dünya Düzeni'nin Roma'sı Romalı ozan Virgilius, iki bin yıl önce şöyle sesleniyordu halkına: "Unutma, Romalı, ulusları yönetmek sana düşer. Senin görevlerin şunlar olacak: Barışçı yoldan töreleri kabul ettirmek, boyuneğenleri esirgemek ve gururluları savaşla uslandırmak." (1) Gerçekten de, yüzyıllar boyunca bunu yapmaya çalıştı Büyük Roma: İradesini ve egemenliğini mümkünse barışçı yoldan, değilse savaşın en şiddetlisi ve baskının en amansızıyla kabul ettirmek. Roma tarihi uzmanları Tim Cornell ve John Matthews, büyüme ve egemenlik alanını yaygınlaştırma yolunda yürüyen Roma'da egemen "dış politika"nın, göz diktiği toprakları ve bu toprakların sahip olduğu kaynakları elde etmek için "bölgedeki küçük krallıkları akılcı ve pratik yöntemlerle yerel müttefik haline getirmek" olduğunu vurguluyorlar: "Durum, gerçekten, bağlaşıkların yeni fetihler için Roma'ya yardım ettikleri ve kazançtan pay aldıkları bir çeşit ortaklıktı. Bu kazançlar, taşınabilir ganimetleri (köleler dahil) ve toprağı içine alıyordu." (2) Bütün bunlar belleğinizde bir şeyler çağrıştırıyor mu? Virgilius'un cümlelerini George W. Bush'un Amerikan halkına yaptığı duygusal konuşmalarla kıyasladığınızda ya da yukarıdaki ifadede "taşınabilir ganimetler" yerine "petrol" ve "düşük faizli kredi" sözcüklerini kullandığınızda, fazlasıyla tanıdık metinlerle karşılaştığınızı hissediyor musunuz? Eğer bugün olan bitenleri ve yanımızdan yöremizden hiç eksik olmayan "savaşı" anlamak, "Batı'yı anlamayı" gerektiriyorsa ve Batı'ya doğru çıkacağımız her yolculuk bir biçimde ABD'den geçmek durumundaysa; eğer Huntington ve onun izinden yürüyen ideologlar soğuk savaşın 7 bitiminden itibaren oluşmaya başlayan dünya konjonktüründe bir "Medeniyetler Savaşı"nın izlerini yakalamaya çalışırken, kutuplardan birinin merkez noktasına ister istemez ABD'yi yerleştiriyorlarsa ve eğer dünyanın herhangi bir yerinde "bağımsız ve alternatif" bir politik çizgi izlemenin vazgeçilmez ekseni "Anti-Amerikan" değerler üzerine yerleşmek durumunda kalıyorsa, durup bir düşünmenin ve "salim kafayla" bu gezegen üzerinde 5000 yılda biçimlendirdiğimiz uygarlığın bugün vardığı, pek de gurur verici sayılamayacak noktayı ve buraya gelirken izlediği yolları analiz etmenin zamanı geldi de geçiyor demektir. Roma: 500 yıllık tutku Georg Ostrogorsky, Bizans tarihini enine boyuna masaya yatırdığı ünlü yapıtının başlangıcında, yaklaşık bin yıl boyunca Doğu'ya hükmeden bu devletin organik bileşimini "Hıristiyan inancı, Yunan kültürü ve Roma siyasi gelenekleri" biçiminde özetlemişti. (3) Benzeri bir şablonu bugün "Batı uygarlığı" olarak adlandırdığımız (kimilerince "kaçınılmaz" olarak görülen ve lineer bir tarih anlayışı içinde "olası tek uygarlık çizgisi" olarak değerlendirilen) kristalize yapıya uyarladığımızda, çok da farklı olmayan bir resimle yüz yüze geliriz. En genel hatlarıyla Batı, harcında (Luther-Calvin rüzgârlarıyla "uslandırılmış" da olsa) Judeo-Hıristiyan inancı, Yunan düşüncesi ve Roma devlet yapısını barındıran bir çatıyla birlikte çıkar karşımıza. Bu üç bileşenin her biri üzerine ayrı ayrı tartışmak ve daha derin, çok aşamalı açılımlara gitmek mümkündür belki ama ne olursa olsun, bir tek nokta çok kesindir: Batı uygarlığının temelinde Roma'nın vazgeçilmez ağırlığı hissedilir hep. Yaygın deyişle "komplo teorileri" ana başlığı altında değerlendirilebilecek sansasyonel kitabı "Kötülük İmparatorları"nda, dünün müzisyeni, bugünün alternatif yazarı Tupper Saussy, ABD'nin varlığının her zerresinde Roma'nın, özellikle de Roma Katolik Kilisesi'nin yapıtaşları bulunduğunu vurguluyor. (4) Bugün ABD'nin "merkezi" olan Washington DC, yani "District Of Columbia" denen bölgenin adının, 1663 gayrımenkul kayıtlarında "Roma" olduğuna dikkat çekiyor Saussy. Dahası, bu bölgeyi güneyden sınırlayan Potomac nehrine ait bir kolun da 1902 yılında bile "Tiber" adıyla bilindiğini vurguluyor. Bugün Amerikan demokrasisinin "kalesi" olarak düşünülen Capitol binasının da 1770'lerde bu bölgede, yani "Tiber kıyısında" en büyük arazi olan, Katolik senatör Daniel Carroll'ın toprakları üzerinde inşa edildiğine dikkatimizi çekiyor. Belki biraz bunaltıcı ayrıntılara da girerek, binanın bütünüyle Roma özentisi içinde olduğundan ve Roma sembolizminden izler taşıdığından söz ediyor Saussy: Ancak ve ancak "Jupiter Tapınağı" niteliği taşıyan bir mekanın Roma'da Capitolium olarak adlandırılabileceğini anımsatıp, DC'deki Capitol'ün girişindeki Roma panteonuna ait tanrıları ve bu arada Jupiter'i resmeden kabartmaları ele alıyor. Saussy'ye göre, kürsünün ardındaki devasa "Fasces" simgesi (ki faşizmin simgesel kökeni olarak bilinir) başta olmak üzere düzenleme, objeler ve genel atmosferiyle Capitol, tam bir Roma tapınağı. 8 Peki bütün bunlar ne demek? "Komplo teorisi analisti" bir yazarın düşgücüne prim verip bugünün "modern ABD"sini bir başka gözlükle değerlendirmek ve üzerine bir çırpıda "modern Roma" etiketini yapıştırmak anlamlı olabilir mi? Hollywood'un fantastik senaryolarıyla aşık atmaya çalışmadığımız ve ayağımızı yerden kesmediğimiz sürece, evet. Hele Saussy'nin kitabında, özellikle Cumhuriyetçi iktidarlar döneminde sayıları ve etkinlikleri artan Katolik senatörlerin adlarının birer birer sıralandığı; bunların ABD siyasi ve ekonomik sisteminde denetimleri altında bulundurdukları resmi ve sivil kilit kuruluşların listelendiği bölümleri okuduğumuzda, "ABD=Modern Roma" formülünün en azından çok da hafife alınmayacak bir iddia olduğunu düşünebilirsiniz. Ama gerçek durum, Saussy'nin Vatikan benzetmelerinin ve "Katolik komplosu" fantezilerinin çok çok ötelerine uzanıyor. "Yeniden Doğuş"un antik modeli Çoğu kişi için Rönesans, dini taassubun egemen olduğu Batı kültür yaşamına Avrupalı sanatçıların 14. yüzyılın nispeten özgür kentlerinde verdikleri aşağı yukarı eşzamanlı tepki anlamına gelir. Kimilerine göreyse kentli "yükselen sınıf" burjuvaların desteğini alan, Kilise baskısından yılmış aydınların "eski pagan Avrupa" günlerine duydukları özlem olmuştur Rönesans'ın itici gücü. Bütün bunlar, yüzeysel genel doğrular olarak ayrı ayrı kabul görmeyi hak etseler de, dönemin artan ivmesinin ardındaki psikolojik gücü en açık dile getiren kavram, bizzat bu hareketin adında saklıdır: "Yeniden Doğuş". Neyin yeniden doğuşu? Elbette ve tartışma götürmez biçimde, Roma'nın. Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda bütün Avrupa'da kasırga gibi esen Luther-Calvin reformlarının ardında Kilise istibdadına duyulan tepki kadar, yeni üretim ilişkileri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yeni sınıfsal dengelerin köhnemiş teokratik siyasi mekanizmaları yerle bir etme isteği ve coşkusu da vardır. Ama "yıkılanın yerine neyin konulacağı" sorusudur asıl belirleyici olan ki, bu model de yadsınamayacak simgesel gücüyle açıkça Roma'dır; bir başka deyişle, "eski güzel günlere dönüş" özlemidir Avrupa'nın devingen kesimini heyecanlandıran. Garip ve kendine özgü bir seküler yönetim modelinin yerel inançlara eşit uzaklıkta durduğu ve kentlerde merkezlenen özgür ticaret, özgür sanat ve özgür bilimin üzerine merkezi otoritenin gölgesinin düşmesine izin vermediği; bilinen dünyanın (asıl olarak Akdeniz -mare nostrum- ve çevresi) tek bir gücün etki alanında olduğu; bu coğrafya üzerinde malların, paranın ve fikirlerin serbestçe dolaştığı, Papa'sız, Kilise'siz ve Senyör'süz, "eski güzel günler". Ama hemen belirtmek gerek ki, "Roma'yı yeniden canlandırma" düşü, patenti ondördüncü, onbeşinci ve onaltıncı yüzyılların gelişen gücü burjuvaziye ait olan bir ideal değildir yalnızca. Aslına bakılırsa, Katolik Kilisesi'nin ve hıristiyan istibdadının dayattığı zincirleri kırma özlemleri, çok daha eskiye, Papalığın "sapkın" (heretic) ilan ettiği Bogomil, Albigens, Cathar, Novatian mezheplerine; hatta bir görüşe göre altıncı yüzyıldaki 9 orijinal Kelt Kilisesi'ne dek dayanır. Son isyan dalgaları da Güney Fransa'nın Toulouse bölgesinde Papa Innocent'in düzenlediği Haçlı Seferi ve Engizisyon tarafından vahşice bastırılan "sapkın mezhepler"in mensupları, elbette kolay yok olmayacak bir düşünsel itkiye ve özgür inanç - özgür düşünce ideallerine sahiptirler ki, bu ideal, Catharların yok edildiği bölgenin hemen güneyinde, İspanya topraklarında Katoliklerle inatlaşır gibi, küllerinden yeniden doğacaktır. Kristof Kolomb, daha henüz Ferdinand ve İsabel'in yönetimindeki İspanya'nın desteğini almış, Yeni Dünya seferine başlamıştır. Batı Hint Adaları'yla birlikte "uzaklardaki ülke"nin ilk haberleri Avrupa topraklarına ulaştığında, İspanya'da bir grup idealist insan, yeni bir "gizli örgüt"ün çekirdeğini oluşturmaktadır. Aralarında yeni gelişmeye başlayan burjuvazinin mensupları, zengin tüccarlar ve mülksüzleştirilmiş eski senyörlerin bulunduğu bu insanlar, "Alumbrados" (Aydınlanmışlar) adını vermektedirler kendilerine. Köklerini büyük olasılıkla Cathar-Albigens hareketinden alan bu örgüt, Kilise diktasına karşı pagan Roma dönemindeki düşünce, inanç ve ticaret serbestisini savunmakla kalmamakta, idealleri bir adım daha ileri taşımaktadır: Kaynakların eşit paylaşımı, özgür aşk ve dünya kardeşliği. Kolayca tahmin edileceği gibi, İspanyol Engizisyonu olanca sertliğiyle ezer Alumbradosları. Kaçabilenler, Fransa'ya ve Güney Almanya'ya sığınırlar. İlluminati: Aydınlanma'nın "radikal" entelektüelleri Onaltıncı yüzyıl sonlarında, Avrupa'nın değişik yerlerinde "Aydınlanma" çekirdekleri filizlenmiş ve "Eski Roma özlemleri"ne bağlı idealler üzerinde Katolik iktidarını sarsmaya başlamıştır ama hareketlerin bütününde homojen bir yapının izlerine rastlamak güçtür. Uzun yıllar, hatta yüzyıllar boyunca, teokratik iktidarların gazabından kurtulmak için örgütlenmesini meslek ocağı olan loncaların ardında ("Duvarcı Ustaları Loncası") kamufle eden Masonlar, genel olarak burjuvazinin çıkarlarını temsil etmekte ve "Aydınlanma"nın bayrağı olan "Deizm" (yaradancılık) düşüncesi çevresinde toplanmaktadırlar. Onyedinci yüzyılın ünlü düşünür ve sanatçılarının çoğu da bu grubun içinde yer alırlar. Tepkilerini Katolik Kilisesi'ne odaklayan ve hıristiyanlığın yerine okültist değerleri ve serbest inancı koymaya çalışan bir başka gizli örgüt, Rosicrucian Kardeşliği'dir (Gül-Haç) ve bir "şaka" gibi ortaya çıkıp, özellikle Orta Avrupa'da şaşırtıcı biçimde yandaş bulmuştur kendine. Bir üçüncü güçse, Bogomil-Cathar-Alumbrados çizgisinin en yetkinleşmiş biçimi olarak, onsekizinci yüzyıl sonlarına doğru (kaderin bir cilvesiyle, ABD'nin "doğum yılı" kabul edilen 1776'nın 1 Mayıs'ında) Bavyera'da doğar: Bir hukuk profesörü olan Adam Weishaupt tarafından kurulan ve ilkin "Mükemmelciler", ardından da "İlluminati" adını alan, dar kadrolu bir aydın hareketidir bu. Weishaupt ve yandaşları, Batı'da yüzyıllardır için için yanan "Eski Roma'ya dönüş" özlemlerinin en rasyonel ideolojisini biçimlendirmektedirler Bavyera'daki gizli toplantılarda. İdeallerindeki dünyada insanların inançları 10 ve yaşam biçimleri üzerine ipotek koyan bir dine ve onun yaygın örgütlenmesi olan Kilise'ye hiçbir biçimde yer olmadığı gibi, ülkeler ve sınırların varlığı da dışlanmakta, tek bir "uluslararası insan kardeşliği"nin altı çizilmektedir. (5) Üstelik, "etik bir kaygı"nın da ötesine gitmektedir İlluminati: Weishaupt, insanların üretime yetenekleri oranında eşit katılıp, kaynaklardan ihtiyaçları oranında pay alacakları, hegemonyasız ve devletsiz, liberter bir dünya profili çizmektedir. Bir anlamda, "protokomünist" ideallerdir Weishaupt'un ve İlluminati'nin savundukları. Ne var ki, onsekizinci yüzyıl sonlarında, hele Katolik ve Cizvitlerin ezici egemenliği altındaki Bavyera eyaletinde, böylesi bir hareket, kapalı bir "entelektüeller kulübü" olmanın ötesine geçememektedir. Oysa Weishaupt'un düşleri çok daha büyüktür ve edilgin kalmaya da hiç niyetli değildir. 1780'lerde, üye sayısını ve etkinliğini artırıp yaygınlaşmak amacıyla, çaresiz bir ittifaka gider Weishaupt: Avrupa'da "etkin çevrelerle" sıkı fıkı ilişkileri olan bir aristokratla, Baron Adolf Von Knigge'yle işbirliği yaparak İlluminati saflarına mason localarından üye kabul etmeye başlar. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa'nın çoğu ülkesinde Sanayi Devrimi rüzgârını ardına almış burjuvaları saflarında toplayan masonik örgütlenme, "özgür ticaret" ve "özgür inanç" gibi genel ilkeler dışında ("renk" katmak için monte edilen sözümona "arkaik" nitelikteki "inisiyasyon" törenlerini katmazsak) ayırt edici bir ideolojiyi biçimlendirememiş ve Aydınlanma'nın pragmatik yönleriyle ilgilenmiştir yalnızca. Diğer yandan "Katolik kalesi" Bavyera'da etkin ve saygın bir konuma erişmek için, entelektüellerin (aralarında Johann Wolfgang Goethe'nin de yer aldığı) "krema tabakası"nca kurulan gizemli İlluminati, iyi bir "av"dır. Weishaupt'un bu atağı kısa sürede İlluminati hareketinin çapını hatırı sayılır oranda büyütürse de, aradan kısa bir süre geçtikten sonra "balayı günleri" biter. İdeallerinin ve örgütündeki "minerva" kod adıyla andığı öğrencilerinin, "saf kapitalizm" düşlerinden başka hiçbir modeli umursamayan masonik yapının ve Rosicrucian ezoterisinin etki alanına girmeye başladığını fark eder Weishaupt. Aslına bakılırsa, Adam Weishaupt ezoterik öğretilere bütünüyle karşı olan biri değildir; hatta üzerlerindeki okültist örtü kaldırıldığında antik düşünce ve inançlara ait değerlerin kendi düşünceleriyle de paralellik taşıdığına inanmıştır çoğu zaman. Dahası, İlluminati'nin kuruluşunu 1 Mayıs'a denk getirmesi bile bir rastlantı değildir: Avrupa Pagan kültüründe "Beltane" bayramıdır 1 Mayıs; doğanın "yeniden dirilişi"nin ve "dünyanın kışın ardından yeniden aydınlanması"nın bayramıdır. Ne var ki, simgesel anlama sahip bu "hoşluk"ların ötesinde ezoteriyle ilgilenmeyen Weishaupt için asıl önemli ideal, "devletsiz-kilisesiz-ordusuz eşitliğe dayalı dünya kardeşliği"dir elbette. Onun çok önem verdiği ilke ve değerler bütünüyle geriye itilmiş, "günlük siyaset" ve yükselen yeni sınıfın çıkarlarını gözeten bir örgüt yapısının içinde Kardeşlik yozlaşmaya başlamıştır. Sonunda, sert tartışmaların ardından Von Knigge'yle yollarını ayırır ve İlluminati'yi, ideallerin saflığını koruyarak "sıfırdan" yeniden örgütlemeye karar verir. Ne 11 var ki, bu umutsuz çabalarının sonuçlarını alamadan, şiddetli bir polis takibi ve yargılanma süreçleriyle yüz yüze gelir bir anda: İlluminati üyeleri birer birer tutuklanır (bu arada nedense polis masonlara hiç ilişmez) ve Weishaupt üniversiteden atılır, her şeyini kaybeder. Yaşamının bundan sonrasını, anılarını yazmakla ve İlluminati'nin savunusunu yapmakla geçirecektir yalnızca. "A Merica" - Batı Yıldızı'na Doğru Diğer yandan, onsekizinci yüzyılın sonunda gücünü ve etkinliğini iyice artıran masonik örgütlenmenin, artık İlluminati gibi "fazla radikal" desteklere ihtiyacı yoktur. Sınırlar, okyanuslar aşılmış; Yeni Dünya'da yüzyıllardır hevesle beklenen "Yeni İmparatorluk" kurulmuştur. Dünyanın potansiyel egemeni olarak "serada büyütülecek" bu yeni devletin harcına da, bizzat kurucularının, yani George Washington, Benjamin Franklin ve daha birçoklarının elleriyle, masonik ideal yerleştirilmiştir: Ticaret ve sanayinin sınır tanımadan "küresel" bir yapı içinde gerçekleştirileceği; dinin insanlar üzerindeki baskısının ve Kilise'nin ekonomik/siyasi gücünün kırıldığı ama "inanç" unsurunun yaşamasına izin verildiği, dahası, bunun desteklendiği; aslında "insani" görülen ilkelerden yola çıktığı halde süreç içinde kaçınılmaz olarak "hegemonya" tutkusuna kilitlenecek bir "Yeni Dünya İdeali"dir bu. O kadar ki, serada pamuklar içinde yetiştirilecek bu "Yeni Roma" için Okyanus'un batısındaki toprakların seçilmesi, hatta ülkeye verilen ad bile yüzyıllar öncesinin bu idealiyle bağlantılıdır: Masonik düşünce, Batı Yıldızı (Venüs'ün akşam yıldızı hali) izlenerek ulaşılacak, uzak ve verimli topraklara sahip bir "simge ülke"nin düşlerini kurmuştur yüzyıllar boyu: Bu ülkenin ve onun yönünü gösteren yıldızın adı, "Merica"dır. Dolayısıyla, sera görevi yapacak yeni verimli toprakların adı, "Merica'ya doğru" sözcüğünden türeyen "A Merica"dır; bir başka deyişle, onaltıncı yüzyılda kilise arşivcisi bir rahibin düştüğü kayıtlarda yapılan bir hatadan kaynaklanan, Amerika'nın adının Amerigo Vespucci'den geldiği düşüncesi, bir yanılgıdan ibarettir. (6) Bu anlamda, etkinliğini ABD'nin merkezine dek eriştiren masonik örgütlenmenin artık Weishaupt gibi "radikal"lerin getireceği prestije ihtiyacı yoktur. Belki de bu nedenle, İlluminati ile masonik yapı arasındaki bağların kopmasından çok kısa bir süre sonra örgüt takibata uğramış ve bütünüyle yok edilmiştir. Yine bu nedenle, bütün Avrupa'da "İlluminati adında dinsiz bir örgüt, dünya hükümetlerine karşı bir komplo içinde" yaygaralarıyla, Katolik çevrelerin kışkırtmalarıyla hızlanan büyük polisiye kampanyalar körüklenmiş ve Weishaupt ideallerine paralel düşünceler içindeki örgüt ve dernekler, Avrupa'nın ütopik sosyalistleri, sert koğuşturmalara uğrarken, "saygın ve nüfuzlu burjuvalar"dan oluşan mason localarına ilişilmemiştir hiç. Bu noktada, biraz soyut ve bulanık görünen bir durumu açıklığa kavuşturmakta yarar olabilir: Dokuzuncu yüzyıldaki Bogomillerden, onüçüncü yüzyıldaki Catharlardan, ondördüncü yüzyıldaki Rönesans'tan ve onbeşinci yüzyıl sonundaki Alumbrados'tan beri Batı dünyası, çok net bir biçimde "Roma'ya Dönüş" özlemlerini yeşertmiştir içinde. Peki ama, hangi 12 Roma'dır bu, özlem duyulan? Bir "kabileler ittifakı" olarak, basit bir kent devleti içinde kurulduğu ilk dönemlerden itibaren din ile devlet işlerini ayıran ve inanç hizmetlerini kralın otoritesinin altında yer alan Rex Sacrorum'a bırakan, arkaik Roma mı? Siyasi örgütlenmesini pleblere de söz hakkı vererek "sınırları kesinleşmiş sınıflar"dan uzak tutan Cumhuriyet Roma'sı mı? Yoksa, mare nostrum çevresindeki tüm topraklarında yerel kültlerin ve çok renkliliğin yaşamasına izin veren ama buna karşın prokonsül-konsül-sezar (kayzer) hiyerarşisindeki örgütlenmesi içinde sert ve kayıtsız şartsız diktatörlüklere de kapı açabilen, fetih/haraç/kaynak sömürüsü ekonomisine yaslanan İmparatorluk Roma'sı mı? Herkesin Roma'sı kendine Öncesi ve sonrasını da içerecek biçimde Aydınlanma Avrupası'nın harcında yer alan farklı kesimlerin, bu seçeneklerin her birine değişik anlamlarda ve değişik beklentilerle yaslandığını söyleyebiliriz. Ama ondokuzuncu yüzyıl bitiminden itibaren ABD'deki düşler ve idealler, biraz Bizans'ın Maviler-Yeşiller düalizmine benzeyen fraksiyon ayrılıkları gösterse de, açıkça "İmparatorluk Roma'sı"ndan ve dünya üzerinde yeniden egemen kılınacak bir "Pax Romana"dan yanadır. Dahası, Luther ve Calvin darbelerini yedikten sonra çok da dikkate alınmayan bir başka kesimin, yine ondokuzuncu yüzyıl sonu itibarıyla, bu tabloya azımsanmayacak bir etkinliğe yaslanarak dahil olma çabaları vardır: Vatikan'daki Roma Katolik Kilisesi'dir bu ve elbette onun düşlerindeki de, hıristiyanlığın devlet dini olarak örgütlendiği ve Kilise'nin imparatorla yetkileri paylaştığı "Hıristiyan Roma"ya dönme özlemleridir. Batı'da iki yüz yıla yakın bir süredir türetilen komplo teorilerine malzeme oluşturacak inatçı bir "Anti-Masonik" ideolojinin kaynağı da Katolik Kilisesi olmuştur çoğu kez. ABD'de Cumhuriyetçi iktidarlar döneminde bu partinin bile sağında kalan muhafazakâr kanat güçlendikçe, Vatikan'ın da etki alanı hissedilir biçimde büyür. Her ne kadar Papa barış yanlısı mesajlar verse de, George W. Bush'un politikalarına (partneri İngiltere dışında) en candan desteği verenlerin İtalya ve İspanya gibi Katolik ülkeler olması da bunun sonuçlarından biridir aslında. "Elit"lerin Yeni Dünya Düzeni Yeni Dünya Düzeni ideali, iki büyük savaş, bir uzun ve yıpratıcı "Soğuk Savaş" ve sayısız ekonomik kriz atlattıktan sonra, bugün İmparatorluk Roma'sı düşlerini sürdürerek, yaygın ve etkin bir uluslararası örgütlenme içinde egemen olmaya çalışıyor dünyaya. ABD, bu ülkünün ve bu sistemin "doğal lideri" konumunda. Kral III. George döneminden itibaren (yani bağımsızlık savaşından beri) ona el altından destek veren "büyük ağabey" İngiltere'nin finans-kapital devleri, en güçlü partner grubunu oluşturuyorlar. Tıpkı Soğuk Savaş günlerinde Japon mafyasını çağrıştırırcasına "UK-USA" (Yakuza) adıyla oluşturdukları, Avustralya ve Kanada'yı da içeren paktın seksenlerde bütün dünyanın iletişim mahremiyetini hayasızca ihlal eden "Echelon" denetim sistemini kurması gibi, ABD merkezli "Küresel Elit"ler, Roma düşlerini bütün dünyayı denetim altına alan ekonomik ve siyasi 13 örgütleri aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışıyorlar: Avrupa'da, "Bilderberg Grubu"; okyanus ötesi düzeyde Japonya'yı da içeren "Trilateral Komisyon"; ulusal ekonomilerin küresel entegrasyonu için "Dünya Ticaret Örgütü" (WTO) ve "Dünya Bankası" (WBG); siyasi pasifizasyon içinse, "Birleşmiş Milletler". Bu yapıda, şaşılası hiçbir şey yok aslında: Her şey, İmparatorluk Roması'ndaki gibi işliyor. Farklı etkinlik alanları için, farklı baskı gruplarını kullanan, farklı tüzel oluşumlar. Sistemin örgütlenme yapısı bile, Roma modeline bire bir uygun. Aslında temelleri iki yüz yıl önce atılan, finanskapital merkezli, malların ve paranın küresel serbest dolaşımı üzerine kurulu Yeni Dünya Düzeni, farklı kesimlerin idealist, iyi niyetli "Aydınlanma düşleri"ni, süreç içinde kapitalizm adına hadım ederek geldiği bugünkü nokta içinde tek ciddi sıkıntısını, ondokuzuncu yüzyıl sonlarıyla, yirminci yüzyıl sonları arasında yaşadı: Gerçek Aydınlanma ideallerini felsefi ve politik bir sistematik içinde yeniden ayağa kaldıran Marksizm olmuştu bu sıkıntının kaynağı. Yüzyıllar boyu baskı altında verilen onca uğraşın, harcanan onca çabanın, dile getirilen talep ve kurulan düşlerin tümü, yeni egemen sınıfın "elit kesimi"nce ihanete uğradığında, Marksizm bu tarihi sürecin ayakları yere basan, kararlı bir mirasçısı olarak "tekelci Yeni Dünya Düzeni"nin karşısına dikilmişti. Ne var ki, Sovyetler Birliği ve periferisindeki ülkelerde de yönetici bürokrasiler hegemonya oyununun cazibesine kapılınca, uygulamada sosyalizmin alternatif olma iddiası süreklilik ve kalıcılık kazanamadı; meydan da bütünüyle Pax Romana'nın ferasetine kaldı. ABD merkezli Küresel Elit'in önümüzdeki on yıl için öngördüğü stratejinin sürekli ve yaygınlaştırılmış savaş olduğu, artık neredeyse kesin. Ne yazık ki, dünya üzerinde giderek büyüyen toplumsal muhalefete karşın, bu stratejinin önünü kesecek bir güç de görünmüyor ufukta. Bir yandan "Borsa"ların tapınak, "Marka"ların fetiş ve "Marketing"in "amentü" haline getirildiği verimsiz, huzursuz, plastik bir "Yeni Dünya Düzeni"nde yaşarken, bir yandan da soruyoruz kendi kendimize ister istemez: Bütün yollar Roma'ya mı çıkacak, yoksa bu gezegenin yazgısını olumlu yönde değiştirebilecek gelişmeler "sürpriz" biçimde gündeme gelebilir mi? Ortaçağ karanlığıyla yitirilen zamanı dünyaya yeniden kazandırmak uğruna yaşamlarını veren Aydınlanmacıların idealleri, günümüz dünyasında yeniden diriltilebilir mi? Nazım'ın dediği gibi, "Ama umudu var Büyük İnsanlığın"; ve evet, "umutsuz yaşanmıyor." Ak ve kara, birkaç yıl içinde iyiden iyiye netleşecek, hep birlikte göreceğiz. NOTLAR (1) Virgilius, "Aenias" (2) Tim Cornell - John Matthews, "Roma Dünyası" (3) Georg Ostrogorsky, "Bizans Devleti Tarihi" (4) F. Tupper Saussy, "Rulers Of Evil" (5) Conrad Goeringer, "The Enlightenment, Freemasonry and Illuminati" (6) Christopher Knight - Robert Lomas, "The Hiram Key" Kaos stratejisi, Güneydoğu Asya'ya yöneliyor 14 Bush yönetimi Kongre'den geçen yıl 87 milyar dolarlık ek savunma bütçesi onayını aldıktan sonra mutlu olmuş ve 2005 başlarına dek Irak'taki operasyonla ilgili ek kaynağa ihtiyaç duyulmayacağını bildirmişti. Ne var ki, evdeki hesap çarşıya bir türlü uymuyor; hele söz konusu operasyon "Preemptive War" gibi amaçları ve seyri belirsiz bir serüvenin parçası olarak tasarlanmışsa. Washington Post'un popüler yazarlarındanJonathan Weisman 'ınsöylediklerine göre , Irak'ta son iki aydır yaşanan "direniş yoğunluğu" işin mali boyutunu da ciddi biçimde değiştirmiş. "Irak'taki yoğun çatışmalar askeri donanımı yiyip bitirirken, parayı da beklenmedik bir hızla tüketiyor" diyor Weisman; ve ekliyor: "Yeni bütçe desteğine ihtiyaç var." Ordu kaynaklarından yükselen seslere bakılırsa, yalnızca şu beş aylık dönem için gereksinim duyulan ek kaynak 10 milyar doları aşıyor. Irak'taki savaşın bir yıllık serüvenine göz attığımızda, Müttefikler'in büyük bir kararlılık ve ısrarla dünyaya sundukları "operasyon amaçları"ndan ikisine bir şekilde ulaşıldığını görüyoruz. Ne diyorduBush veBlair ? "Irak'ta kitle imha silahları var, bunları yok edecek ve bölge barışını güvence altına alacağız. Bu hedefin yerine getirilmesi için de kaçınılmaz hale gelen bir yönetim değişikliğini gerçekleştirip,Saddam Hüseyin 'i iktidardan indireceğiz." Irak'ta kitle imha silahları falan olmadığı daha savaştan altı ay önce net biçimde anlaşılmıştı ya, yine de bu bahane en azından Müttefikler için geçerliliğini korudu. Mayıs 2003'te ABD ve Birleşik Krallık sözcüleri Irak'ta duruma bütünüyle hakim olduklarını ve savaşın bittiğini açıkladıklarında, ülkenin hiçbir yerinde ciddiye alınacak bir kitle imha silahı "kırıntısı" bile olmadığı iyice açığa çıktı. Müttefikler bunu, "Preemptive War" mantığı dahilinde, "testi kırılmadan müdahale etmeyi başarmak" biçiminde sunmayı yeğlediler. Yani söz konusu silahlara hiçbir yerde rastlanmamıştı ama bu operasyonla, yakın gelecekte Saddam'ın böyle bir girişimde bulunması da engellenmişti onların mantığına göre. Dolayısıyla, "ilk amaca" ulaşılmıştı. İkinci amaç, dünya barışı için bir tehdit oluşturduğuna inanılan Irak liderinin iktidardan indirilmesiydi (ki bu amacın net biçimde dünyaya duyurulması ancak savaşın hemen arifesinde gerçekleşti.) Müttefikler'in bütün o yıldırıcı askeri gücü, "çok tehlikeli" olduğu düşünülen Saddam Hüseyin'in başkentine ve önemli kentlerine yığıldı; binlerce sivil öldürüldü ve yaralandı; kentler harabeye döndü; tarihi kaynaklar yağmalandı; Irak'ın hayat damarları kesildi. Sonuçta, dünya için büyük tehlike olduğu ve ciddi bir askeri gücü yönettiği öne sürülen Saddam Hüseyin direnmeden başkentinden kaçtı, nihayet saklandığı yerde yakalandı ve ele geçirildi. Yani Müttefikler'in ikinci kritik hedefine de ulaşılmış oldu: Saddam iktidardan indirilmiş, rejim değiştirilmişti. Şimdi geliyoruz en hassas noktaya: Müttefikler'in gözlüğüyle meseleye baktığımızda, dünya, kitle imha silahlarının tehdidinden kurtulmuş oldu ve Irak'ın "potansiyel tehlike" olarak değerlendirilen devlet başkanı, 15 kurmaylarıyla birlikte iktidardan indirildi, partisi darmadağın edildi. Böylece, "üçüncü amaç" için her şey hazır hale getirilmiş oldu: "Irak'a demokrasi ihraç etmek." Yani Müttefikler için savaş tehditlerini ortadan kaldırmak, terörist girişimlere destek verdiği ileri sürülen bir lideri koltuğundan indirmek yeterli değildi; kendi standartlarına uygun bir "Ortadoğu Modeli" için Irak "pilot bölge" seçilmişti bir anlamda. Peki neydi bu model? İşte orasını "mainstream" uluslararası politika yaklaşımıyla ve uluslararası medyanın sunuş biçimiyle anlamak mümkün değildi. Bir "düzen ve yeniden yapılanma"dan çok, sömürgecilik döneminden kalma, "askeri denetim altındaki düzensizlik" gibi son derece kaotik bir modeli uygulamaya geçirmişti Müttefikler. Bu modelin bileşenleri de kabaca şunlardı: 1. Kuzey Irak'ta yeni ve farklı bir siyasi yapı devreye sokularak etnik kimlikler kaşınacak; bu bölgede ABD, İngiltere ve İsrail tarafından güdülen politikalara "müttefik" bir siyasi oluşum biçimlendirilecekti. Üstelik Kuzey Irak'ın bu yapısı, Batı'daki Suriye'yi aba altından sopa göstererek hizaya getirmeye yararken, "Koalisyon" içinde görülmek istenen Türkiye'yi de diken üzerinde tutacaktı. 2. Bölgenin güneyinde ezelden beri var olan mezhep ayrılıkları üzerine oynanarak, Şii - Sünni kutuplaşması sağlanacak; kronikleşmesi beklenen iç huzursuzluklar, Müttefik askeri güçlerinin orada yerleşikliğini "meşru" hale getirirken, oluşturulmaya çalışılan "İslam = Potansiyel terörizm" imajının güçlendirilmesine yardımcı olacaktı. 3. ABD'nin "aleni" olarak, ciddi bir askeri varlık biçiminde Ortadoğu'ya yerleşmesi, İsrail'in daha da pervasızlaşmasına, saldırganlaşmasına yol açacaktı. İsrail'in uygulamalarına Filistin, Lübnan ve Mısır kaynaklı reaksiyonlar, Müttefikler tarafından "Ortadoğu Projesi"ni dinamitlemeye çalışan "terörist girişimler" olarak sunulacak ve kısa vadede "yeni, genişletilmiş operasyonlar" için bahane oluşturacaktı. 4. Irak ve Afganistan'da Müttefikler tarafından yaratılıp desteklenen kaotik yapı, İran'daki rejimi de sıkıntılı günlere sürükleyecek; iç karışıklar orta vadede İran'a da ihraç edilerek şu an "kontrol dışı" görülen rejim "ehlileştirilecekti". Bütün bunlar, ABD'de PNAC tarafından doksanlı yılların sonunda planlanıp desteklenen operasyonun "simgesel ideolojik kodları" için de uygun bir zemin hazırlıyordu aslında: Bütün o seküler zırhın altında, ABD ve İngiltere'nin (hatta kıta Avrupası'nın) "orta sınıf"larına, Evangelist bir mistik yaklaşımın örtülü ipuçları sunuluyordu. Dünyadaki huzur ve güvenliği sağlamak adına, "Mesih'vari" bir büyük operasyon, bir "nihai savaş" başlatılmıştı. "Karşı cephe" ise, söz konusu mesajın yönlendirileceği kişilerin gözünde alabildiğine net bir kimlikle beliriyordu: Terörü destekleyen ve "cihad çağrıları"yla sürekli kargaşaya davet çıkaran Müslümanlar. Bir başka deyişle, Afganistan ve Irak'la başlayan Müttefik operasyonlarında karşı kutup olarak hedef seçilen olgu, bütün o örtülü mesajlarda ve uluslararası 16 medyanın haber sunuş dilinde satır aralarına yerleştiği biçimiyle, İslam ülkeleriydi! "Potansiyel Hiksoslar", bugün Yeni Dünya Düzeni'nin küresel hegemonya ağı için ciddi bir tehdit oluşturmaktan uzak olmakla birlikte, YAKIN DÖNEMDEKİ MUHTEMEL BİR KAOS SIRASINDA "baş ağrısı" yaratabilecek; henüz sisteme entegrasyonu sağlanamamış Müslümanlardan başkası değildi! Resme böyle baktığınızda, Müttefikler'in Irak topraklarından çıkmak ya da düzeni sağlamak bir yana, var olan durumu koruyarak salt kendi askeri varlığını kalıcı kılmaya çalışmak gibi bir amaç gütmesini daha rahat anlayabiliyorsunuz. Irak, PNAC güdümlü saldırgan stratejiler için birçok anlamda "mükemmel bir karakol" niteliği taşıyor Ortaoğu'da. Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan "hatalar"ı bir daha yinelemeye ve Ortadoğu'yu ellerinin altından kaçırmaya hiç niyetleri yok birilerinin. Ama hedefler elbette bu kadarla sınırlı değil. Afganistan ve Pakistan'la devam eden "hat", Hindistan'ın kuzeyinden geçerek, Bangladeş, Myanmar, Tayland ve Kamboçya üzerinden, Malezya, Singapur, Endonezya ve Filipinler'e dek dayanıyor. Bu "kuşak" üzerinde en kritik alanlardan biri, Güneydoğu Asya'nın yeraltı kaynakları (petrol, doğalgaz, çeşitli madenler) açısından en zengin ve tarım ürünleri çeşitliliği en geniş olan ülkelerinin yer aldığı, Myanmar, Tayland, Malezya, Brunei, Endonezya'yı içeren bölge. Endonezya'da nüfusun % 87'si; Malezya'da % 53'ü; Singapur'da % 16'sı Müslüman. Tayland ve Filipinler'de bu oran % 4'lere inse de, söz konusu iki ülkede de Müslümanlar önemli bir grubu oluşturuyorlar. Benzeri biçimde, Myanmar'da da Müslümanlar, Budistlerden sonra ikinci büyük grup durumunda. Bu bölgede saydığımız ülkelerin hemen hepsinin ortak özelliği, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına; tarım çeşitliliği ve verimli topraklara sahip olmaları. Ama bunun yanı sıra, bir ortak özellikleri daha var: Etnik ve dini çeşitlilik nedeniyle iç savaşlara, kargaşalara, katliamlara aşina halklar yaşıyor burada. Gerilimi yükseltip bu coğrafyaya "kaos"u egemen kılmak için, küçük bir "çaba" bile yeterli olabiliyor; yakın tarih, bunun örnekleriyle dolu. Aşağı yukarı geçen yıldan bu yana, PNAC güdümlü operasyonların Ortadoğu'yla sınırlı kalmayacağını; kısa ve orta vadeli hedeflerin Uzak Asya'yı içerdiğini ve girişimlerin çoktan başladığını yazıyorum. Endonezya ve Malezya, "Preemptive War" saldırganlığının Uzak Asya'daki en büyük hedefleri durumunda. Her iki ülkede de Müslümanların ağırlıklı gruplar oluşturmaları, yukarıda sözünü ettiğimiz "simgesel kodlar"ı devreye sokmayı da kolaylaştırıyor. 2003 yılında CNN televizyonunda yayımlanan bir haber programda, El Kaide başta olmak üzere, İslami terör örgütlerinin çoğunun, Endonezya, Malezya ve Singapur'dan büyük destek aldıkları, altı kalın çizgilerle çizilerek 17 sunulmuştu. Kısa bir süre önce, AP ajansının da bu yönde bir haber geçtiğine dikkatleri çekmiştim. Bunlar, yeni hedefe yönelik adımların hemen öncesindeki "ayak ısındırma" hareketlerinden başka bir şey değil. Güneydoğu Asya'nın en zengin doğalgaz, petrol ve kalay yataklarına; tarıma elverişli verimli topraklara; çeşitli değerli kereste ürünlerine ve su kaynaklarına sahip bu ülkeleri, "global denetim"in sağlanması yolunda kritik "istasyon"ları oluşturuyorlar. Bir neden daha var tabii, Endonezya, Malezya ve Filipinler'i "dikkate değer" kılan: Etkin volkanların ve fay hatlarının üzerinde yer alan bu ülkeler, zincirleme doğal afetler başladığı anda etkilerin en güçlü hissedileceği; dolayısıyla "kontrolün en kolay kaybedileceği" ülkeler. Bunun içindir ki, birileri, emperyalizmin yirminci yüzyıldaki klasik denetim yöntemleriyle, yani "kukla hükümetler ve gölge askeri güç"le yetinmeyip, şimdiden işlerini sağlam kazığa bağlamak istiyorlar. Çok kısa bir süre önce Tayland'da yaratılan huzursuzluk, azınlık durumundaki Müslümanları yönetimle karşı karşıya getirirken, hemen sınır komşusu olan Malezya'yı da rahatsız etmeyi, çatışmaları ve gerilimi bu hat üzerinde taşımayı amaçlıyordu. Yine bir hafta kadar önce Endonezya'da Müslümanlar ile hıristiyan azınlık arasında çıkarılan gerginlikte 10 kişinin ölüp 88 kişinin yaralandığıolaylar , Güneydoğu Asya'yı "Preemptive War" kapsamına alma çabasının hazırlıklarından başka bir şey değildi. Nisan ayında Cumhuriyetçi Parti'nin seçmenleri arasında yapılan bir anket, Tayland ve Filipinler'in de terörizme destek olan ülkeler arasında görüldüğünü ortaya koyuyordu. Gerçi Bush ve kurmayları bunu "maksadını aşan" bir ifade olarak değerlendiripgeri adım attılar ama Amerikan kamuoyunun "yeni hedeflere" koşullandırılmaya başladığı da dikkatlerden kaçmadı. Şimdilerde, bir dönem "Watergate Skandalı"nı ortaya çıkararak Cumhuriyetçilerin başına dert olanWashington Post yazarıBob Woodward 'u da arkasına alan Bush, "Sonuna dek gideceğim"mesajını yinelemeye devam ediyor. Elbette, satranç gibi oynanan "Büyük Kaos Hazırlığı" sırasında daha başka hamleler de yapıyor Müttefikler. Ezeli düşman Kuzey Kore, her fırsatta sıkıştırılmaa çalışılıyor örneğin. Ya da bir başka ezeli düşman, Küba, makasa alınmaya çalışılıyor. Venezuela, zengin yeraltı kaynaklarıyla kesinlikle "denetim" altında tutulması planlanan bölgelerden biri; son bir yıldır ülkede iç karışıklıkların kaşınmasının ve körüklenmesinin nedeni de bu. Neyse ki PNAC ekibi, iyi bir satranç oyuncusu gibi davranmıyor ve son üç yıldır hata üzerine hata yapıyor. Bu gidişle, daha da çok hata yapacağa benziyor; çünkü aceleleri var, paraları bitti ve insan topluluklarına laboratuar denekleri gibi bakma eğilimleri nedeniyle ummadıkları yerlerde duvarlara toslayıp duruyorlar. Yine de, bir şey çok belli: Asla vazgeçmeyecekler. Çünkü zamanları giderek azalıyor ve "Büyük Kaos" öncesinde, önceden belirledikleri her yerde "savaşı kaşımaktan" başka çareleri yok. 18 "Stratejik Müttefik" mi, "suç ortağı" mı? Türkiye'de medya, belki de tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar sığ ve "yönlendirilmiş" bir kamuoyu yaratma işlevine soyunmuş durumda. Tıpkı ABD'de yönetimin bütün etkili organlarını 2001 başında gasp etmiş olan "Yeni Amerikan Yüzyılı" çetecilerinin dünya siyasi literatürüne "pre-emptive war" ("önleyici savaş") incisini sokuşturmaları gibi, medyamız da inanılmaz bir gayretkeşlikle "pre-emptive journalism" ("önleyici gazetecilik") stratejisine sarıldı. Şimdilerde yine ana konumuz, "Irak'a asker gönderip yeni oluşum sürecinde stratejik müttefikimizin yanında yer almak." İnsanın gülesi geliyor bazen düşününce. Uluslararası politika, dünya konjonktürü ve Orta Doğu dengeleri konusunda kendilerini TV ekranlarında ya da gazetelerindeki köşelerinde "bilirkişi" etiketiyle sunanlar, gündemdeki konulara basit ve sıradan bir tarih perspektifiyle bile bakamadıkları için, "daraltılmış" bir zaman diliminden, yani "bugün"den seçip aldıkları bir kesite bakarak geçmişi açıklamayla yetinmiyor, gelecekle ilgili de iddialı öngörülerde bulunmaya soyunuyorlar. "Reel politika" denen kirlenmişlik, böyle bir şey işte: Ahlâki anlamda en basit ilkeleri çiğnemeyi "modernizm" sınırları içinde "açıklanabilir" gören; ama kendi bilgi eksikliğinin ve vizyonsuzluğunun da asla farkına varmayan, bir tür "post-modern çapsızlık". Her yanı delik deşik olmuş bir gömleği onarmaya nasıl başlayacağınızı bilememeniz gibi, neresinden tutsanız elinizde kalan bu siyasi oportünizmi de hangi gediğinden eleştirmeye başlayacağınızı şaşırıyorsunuz. Dünyanın bugün yüz yüze kaldığı "unilateral uygarlık dayatması"nı anlamak ve değerlendirebilmek için, zamanı kendi kesintisizliği içinde gözlemeyi bilmek gerekiyor. Yalnızca "Soğuk Savaş" bitiminden bugüne dek yaşananları gözden geçirerek "fikir sahibi" olmaya kalkmak, hatta bununla yetinmeyip yakın geleceğe ilişkin "alternatifsiz" reçeteler sunmak, en hafif deyişle "toyluk" olarak nitelendirilebilir. Bugünü tam olarak doğru analiz edebilmek için, seçeceğiniz zaman diliminin başlangıcını çok daha erken tarihlere, ondokuzuncu yüzyıl sonlarıyla, yirminci yüzyılın hemen başlarına dek geri çekmeniz gerekir. Yalnızca "global" bir bakış için değil, Orta Doğu'da yaşananları anlayabilmek için de gerekli bir ön koşuldur bu. Meseleyi gazete başlıklarına sıkışan "popüler gündem"in sığlığından çıkarmadıkça, bugün ABD stratejilerinin vardığı noktayı, genel olarak Batı uygarlığının gelişim sürecinde yaşanan kaçınılmaz tıkanmayı ve son birkaç yıldır bütün dünyaya dayatılan "unilateral çözüm"ün gerçek niteliğini doğru analiz edemezsiniz. Amerika: Kolonizasyondan, İmparatorluğa Kuzey Amerika'nın kolonizasyonu, onaltıncı yüzyıl sonlarında organize edildi ve onyedinci yüzyılda hızlandı. Çoğu yazar ve araştırmacının dikkatinden kaçan kritik nokta, bu okyanus ötesi operasyonun salt Britanya Kralllığı'nın irade ve inisiyatifiyle gerçekleşmeyip, İngiltere ve Batı Avrupa'da LutherCalvin reformları sonrasında ayaklarını yere daha sağlam basmaya çalışan burjuvazinin, "elit" kesimlerince tasarlandığıydı. Köhnemiş ve ekonomik 19 olanakları çok da gelecek vaat etmez bir hale gelmiş "modern dünya" için Kuzey Amerika, "kozada yetiştirilecek" yeni bir "dünya egemeni"ne ev sahipliği yapmak üzere seçilmiş bakir ve verimli bir tarlaydı. İngilizlerin dediği gibi, "Next big thing" olacaktı kolonilerde filizlenen ve hayata sıfırdan başlayan imparatorluk. 1640'da monarşiyi devirip geçici de olsa bir zafer kazananOliver Cromwell yönetimi, kolonilere ayrı ve özel bir önem verdi. Cromwell, aslına bakılırsa dinsel reformcu ve "küreselleşmeci" uluslararası Batı burjuvazinin yetiştirdiği ilk muzaffer politikacılardan biriydi. Elbette, yalnızca aynı sınıfsal nitelikleri taşımakla kalmayıp, aynı ülküleri paylaşan kimi diğer çağdaşları gibi, masonik örgütlenmenin de önemli isimlerinden biriydi. Gerçi Britanya'da aristokrasi çabuk silkinip monarşiyi büyük oranda restore etti II. Charles ile birlikte ama Cromwell'in "püriten"leri hatırı sayılır bir nüfusa ulaşmışlar ve etki alanlarını çoktan New England kolonilerine taşımışlardı. Onsekizinci yüzyıl, Kuzey Amerika'nın bizzat İngiliz "elit" burjuvazisi öncülüğünde (ve elbette Fransız, Alman, Hollandalı "birader"lerinin desteğinde) sıradan bir sömürge olmaktan çıkıp serada yetiştirilen "Yeni Roma" haline geldiği dönem oldu. Avrupa'nın entrika ve komplolarla örülü politik yaşamına alternatif olarak Yeni Dünya'da "beyaz bir sayfa" açılacak ve "tek dünya, tek önder" ülküsünün başkenti (zavallı Britanya Kralı'nın haberi bile olmadan) Kuzey Amerika'da kurulacaktı. Tıpkı, 2600 yıl önce İtalya'da, Tiber kıyısında olduğu gibi. Uzak, izole, bakir ve verimli geniş topraklar üzerinde kurulacak "Yeni Roma"yla ilgili beklentiler de belliydi: * İnanç alanında bütün dinlere eşit uzaklıkta duran; bağnazlığı yok etmiş; bilime saygı duyan, "seküler" bir devlet * Siyasi anlamda bireylerin mutlak özgürlüğüne dayanan ve sınıf ya da zümrelerin "tahakkümü"ne izin vermeyen bir sosyal örgütlenme * Serbest girişim, serbest ticaret ilkeleri üzerine kurulu; bireyi öne çıkaran ve destekleyen bir ekonomik altyapı * Buna bağlı olarak malların, paranın ve elbette "emeğin" serbest dolaşımı * Bütün bunları orta ya da uzun vadede dünyanın tamamına kabul ettirebilmek için etkin bir askeri güç "Aydınlanma" ve "Yeni Roma" düşleri Görüldüğü gibi, onsekizinci yüzyıl Avrupa'sı için bir hayli "ileri" ve "heyecan verici" bir düşü belirliyordu, Yeni Roma projesi. Avrupalı büyük burjuvazinin kolonilerdeki yaygın ve etkili çalışmalarıyla,George Washington veBenjamin Franklin gibi "sağlam mason"ların öncülüğünde, 1776'nın temmuz ayından itibaren bu düş yaşama geçirilmeye başladı. Kral III. George, neler olup bittiğinin bile farkına varamamıştı koloniler elinden giderken. Aslına bakılırsa, o koloniler hiçbir zaman "elinde" olmamıştı ki! On yıldan biraz fazla bir zaman sonra, Fransa'da da "Aydınlanmacı" burjuvazi, mason önderler yönetiminde tarihin en büyük seküler devrimini gerçekleştirdi. Kilise ve monarşi yerle bir edilmiş, Cumhuriyet ülküsü olanca gücüyle dinsel kurumların üzerine giderek eşine az rastlanır bir "laikleşme" hareketini devreye sokmuştu. O kadar ki, takvimler, ay adları ve günlük 20 dildeki kimi sözcükler bile yeni yapıya uyum sağlayacak biçimde değiştirildi. Artık "yurttaş" vardı Fransa'da; aristokrasi tarihe karışmıştı. Böylece, çok kısa bir arayla, Okyanus'un her iki yakasında da, tohumlarını "Aydınlanma" hareketinden alan ciddi devrimler gerçekleştirilmiş oldu. Her ikisi de liberalist, her ikisi de seküler ve (üzerinde fazla durulmasa da) her ikisi de "masonik" devrimlerdi bunların. Yüzlerce yıl önceki Cathar, Bogomil, Novatian mezheplerinin Kilise istibdadına karşı başlattıkları mücadele, onbeşinci yüzyıl İspanya'sında "Alumbrados" hareketiyle, onaltıncı yüzyıl Almanya'sında daThomas Münzer gibi radikallerin çabalarıyla "evrensel eşitlik ve özgürlük" yoluna yönelmiş; onsekizinci yüzyılda Bavyera'da "Illuminati" hareketini doğuran ve çağın düşünür ve sanatçılarını derinden etkileyen bir harekete dönüşmüştü. Üstelik bu arada söz konusu ülküler, yeni büyümekte olan Avrupa burjuvazisinin "elit" tabakasınca, yani masonik localarca da desteklenince, maddi ve manevi anlamda büyük güç kazanmıştı. Liberal, özgür, eşitlikçi, laik "Yeni Roma" ufukta görünmeye başlıyordu artık. Ne var ki, gerek 4 Temmuz 1776'dan sonra Amerika'da esmeye başlayan rüzgârlar, gerek Fransız devriminin öncülerince sınır tanımadan "ileriye, en ileriye" götürülmeye çalışılan yeni "devlet" prototipi, harekete baştan beri omuz veren "elit" burjuvaziyi ürkütmeye başladı. Masonik localar, büyük oranda "pragmatik" beklenti ve eğilimlerle destek vermişlerdi Aydınlanma hareketine. Ama işler denetimden çıkıyor; sınıf farklılıklarını bütünüyle yok etme ve "mutlak eşitlik" istekleri haykırılıyor; hareketin yöneticileri (özellikle Fransa'da) işin denetimini elden kaçırınca "Terör Dönemi" başlıyordu. İşte bu noktadan itibaren, "elit" burjuvazi, Aydınlanma'dan maddi ve manevi bütün desteğini çekerek, deyiş yerindeyse "trenden indi". Devrim ve dönüşüm, "buraya kadar"dı. Belki Avrupa'nın çoğu monarşisi hâlâ ayaktaydı ama ekonominin lokomotifi olan büyük burjuvazi, ipleri bütünüyle elinde tutuyordu nasıl olsa. Komplolar, entrikalar birbirini izlemeye başladı: Bavyera'dan başlayarak Almanya, Fransa ve Hollanda'da yaygınlaşmaya başlayan "Illuminati" hareketi, hızla ezildi ve yok edildi. Fransa'da devrim, sonunda Robespierre'in de başını giyotin sepetine yolladı. Aydınlanmacıların dini kurumları tasfiye etme operasyonlarına bir sınır getirildi; "seküler" ilkeler "inançla ilgili kurumları hükümet organlarından ayrı ve bağımsız tutmak" mertebesine indirgendi. Amerika ve İngiltere'deyse, Aydınlanma ile gelen heyecan dalgası, "komplo teorileri"yle gözden düşürülüp yatıştırıldı: "Illuminati adında bir uluslararası çete" vardı, el altından yayılan haberlere göre ve bu çete, "dünyadaki bütün hükümetleri devirip tek merkezli bir diktatörlük kurmak" istiyordu. Yaratılan bu gerekçelerle özgürlükçü, eşitlikçi, daha net bir deyişle Aydınlanma'nın "hardcore" ilkelerine bağlı insanlar, ABD ve Avrupa'nın her yerinde tutuklanmaya, sindirilmeye, yok edilmeye çalışıldı. Elit Burjuvazi ve masonik localar, Aydınlanma'yı sırtından hançerlediler böylece. 21 Ondokuzuncu yüzyıl, büyük oranda bu değişim ve dönüşümlerin sancılarıyla geçecek; Avrupa'da ve Amerika'da "ihanete uğradığını" hisseden, Aydınlanma düşlerine hâlâ gönülden bağlı insan toplulukları, yer yer Elitler'in başını epey ağrıtacak isyan ve ayaklanma girişimleri yaratacaklardı. 1848'i izleyen yıllarda Avrupa'yı çalkalayan devrimci dalga, ihaneti affetmeyen radikal Aydınlanmacıların kendi içlerinde yepyeni bir "İkinci Uyanış"ı yaratmaları sonucunu doğuracaktı:Marksizm. Avrupa'da bir türlü denetim altına alınamayan bu devrimci dalga giderek yeni düzenin "mağdur" sınıfı proletaryanın bir sınıf olarak örgütlenmesine ve olayların akışına alabildiğine etkin biçimde müdahale etmeye başlamasına yol açarken, marksist hareket ABD'de de ciddi bir taban ve destek bulmaya başladı. İç savaşı kendi burjuvazisinin gerici ve muhafazakâr kanadını tasfiye etmek isterken yaşayan Yeni Dünya imparatorluğu, şimdi de devlet eliyle "ilerici" hareketlenmeyi acımasızca ezmeye yöneliyordu. 1871 yılındaki "Paris Komünü", dünyanın dört yanındaki Elitler'i fena halde korkutmuştu. Kendi aralarındaki çekişme ve anlaşmazlıkları bir süre için bir yana bıraktılar ve "aynı şeyin bir daha yaşanmaması" için, sert önlemler almaya başladılar. Bloklaşma ve Soğuk Savaş Yirminci yüzyıla girildiğinde hem ABD'de hem de Avrupa'da işçi sınıfı hareketleri "şiddet" yoluyla kısmen geriletilmiş; ama sosyal hareketliliğin ekonomik anlamda görece daha "sıkıntılı" olan ülkelerde sosyalizm ülkülerini canlı tutması engellenememişti. Daha da önemli bir sorunları vardı Elitlerin: Sihirli sözcük "Finans-kapital", tıpkı istendiği ve özlendiği gibi sınırları tanımaksızın uluslararası bir oligarşiyi gittikçe güçlendiriyordu ama ulusal burjuvazilerin hırs ve hedeflerinin büyümesi, yeni gerilimleri tırmandırıyordu. Artık "toprak elde etmek" değil, "enerji kaynaklarını ve uluslararası finans ve ticaret akışını denetim altında tutmak" önemliydi. Dolayısıyla, "Yeni Düzen" ülkülerine boyun eğmeyip kendi hırslarını devreye sokan ulusal burjuvazilerin ve monarşi artıklarının bir şekilde kozlarını paylaşmaları gerekiyordu. Bu nedenle, yirminci yüzyılla birlikte, "dünya savaşları" gündeme geldi. Yaklaşık yirmi yıl arayla yaşanan iki büyük savaşın sonrasındaysa, Uluslarası Elitleri fazlasıyla ürkütecek yeni bir tehlike çıkacaktı ortaya: Bloklaşma. İlk savaş, zor günler yaşayan Çarlık Rusya'sını yerle bir ederek ilk sosyalizm denemesini muzaffer kılmış; ikinci savaşsa "Doğu Bloku" adıyla bilinen "Sovyet Periferisi"ni yaratmıştı. Uluslarası Elitler, 1950'lerden sonra "Soğuk Savaş"la baş etme ve eski imparatorluk düşlerini gerçekleştirme yolunda, kendi aralarında derin fikir ayrılıkları yaşadılar. Ne var ki, bir nokta çok kesindi artık: ABD, ta 1600'lerden beri özlendiği ve istendiği gibi, dünyanın bir numaralı gücü olmuştu. Masonik Elit kurmaylarının ve uluslararası finans-kapitalin merkezi, Washington olacaktı bundan böyle. "Küresel hegemonya" ile ilgili bütün düğüm de, Washington'u elde tutmaktan geçiyordu. 22 1950'lerde saldırgan muhafazakâr bir politikayı ulusal ve uluslararası düzeyde meşrulaştırma girişimlerine başlayan, Elitin "köktenci" kanadı, 1960'lardaJohn Kennedy' nin seçim zaferi ve değişen siyasi/sosyal iklimlerle gerilemeye uğrar göründü. Ilımlı Elitler, Sovyetler Birliği'yle karşılıklı yumuşama politikaları izlemenin daha doğru olduğuna; Sosyalist Blok'un, ekonomik ve finansal anlamda kuşatılmış bulunduğu için çok fazla direnemeyeceğine inanıyorlardı.Richard Nixon 1968'de seçimleri kazandığında, "ılımlılar"ın bu geçici üstünlüğü sona erdi ve ABD yeniden agresif bir uluslararası siyaset çizgisine yönlendi. Vietnam Savaşı, aslında Elitler içinde bile azınlıkta kalan bu köktenci "çete"nin inisiyatifiyle başlatılmıştı. Eğer Nixon yönetimi ve Cumhuriyetçi Parti bu dehşet verici macerayı "galip" bitirseydi, çok daha korkunç şeyler yaşanacaktı dünyada. Ama ABD, Vietnam'da tarihi bir yenilgiye uğradı ve çekilmek durumunda kaldı. Hemen ardından Watergate skandalıyla iyiden iyiye yıpranan Nixon istifa ederken, köktenci kanat da hevesi kursağında kalarak yerine oturdu bir kez daha: Ilımlılar, bu seferlik, denetimi ellerine geçirmişlerdi. Ne var ki, Soğuk Savaş tedirginlikleri 1979'da İran Devrimi ve aynı yılın sonunda Sovyetler'in Afganistan'ı işgaliyle yeniden doruğa çıktığında, ABD'deki rüzgârlar da değişti. Sağduyu ciddi biçimde sarsılmış; nükleer silahlanmayı, dış politikada sertleşmeyi savunan köktenci elitler, bu kezRonald Reagan 'ı beyaz saraya çıkarmayı başarmışlardı. Seksenlerin başları, Nikaragua'daki komplo teorileriyle, nötron bombası tehditleriyle geçecek; ABD'nin genç nüfusu, "Güçlü Devlet" heyecanıyla buluşturulurken köktenci Elitler asıl liderlerini hazırlamaya başlayacaklardı:George Bush . Reagan'ın iki dönemlik başkanlığından sonra 1988'de bayrağı devralan Bush, sağduyulu Amerikan aydınlarını ve liberal düşünceli sade ABD vatandaşlarını ciddi biçimde tedirgin edecek bir "militarizasyon" sürecini başlattı. Bu dönem içinde Doğu Bloku'nun ekonomik çöküşünü siyasi parçalanmanın izlemesi, Bush'a belli belirsiz bir "prestij" kazandırmıştı ABD'li sağ seçmenlerin gözünde. Dünya üzerindeki enerji kaynaklarının hızla denetim altına alınmasına yönelik girişimler, "eski dost"Saddam Hüseyin 'in tasfiye edilmesi operasyonuyla başladı. Kuveyt aracılığıyla provoke edilen Irak bu ülkeyi işgal ettiğinde, Körfez Savaşı için de istenen bahane yaratılmış oluyordu. Bush yönetimi, dünya kamuoyunun bütün karşı çıkmalarına rağmen 1991 Ocak ayında Bağdat'ı bombalamaya başladı. Bir buçuk ay gibi kısa bir süre sonra Irak orduları işgali sona erdirerek Kuveyt'ten çekildiler. Ne var ki, Bush yönetimi, savaş gerekçesi olarak gösterdiği bu işgalin sona ermesiyle yetinmeyecek; Orta Doğu'nun haritasını yeniden çizmeye yönelik operasyonları sürdürecekti. Eğer, muhafazakârlık ve savaş politikalarından bıkan ABD seçmeni, 1992'deBill Clinton 'ı Beyaz Saray'a taşımasaydı tabii. Demokratların iki dönem üst üste (hem de medyada pompalanan "seks skandalları"na rağmen) yönetimi ellerinde tutmaları, köktenci Elitlerin bütün 23 planlarını bozdu. Ajandalar aksıyor, takvim sıkışıyordu. Hedefte yalnızca Orta Doğu'nun değil, Güneydoğu Asya'nın da denetim altına alınması vardı çünkü ve 2000 yılında seçimleri kazanacakları varsayımıyla "yoğunlaştırılmış bir program" izlemeleri gerekecekti. "Yeni bir Pearl Harbor gerekiyor" 1997 yılında, her biri ABD'nin seçkin üniversitelerinde yetişmiş (çoğu Yale kökenli) ve "Skull & Bones" (Kurukafa ve Kemikler) adlı 150 yıllık Elit örgütüne mensup bir grup insan, "Yeni Yüzyıl İçin Amerikan Projesi" (PNAC - Project for the New American Century) adlı oluşumda bir araya geldiler. AralarındaDonald Rumsfeld ,Richard Perle ,Dick Cheney vePaul Wolfowitz gibi köktencilerin de bulunduğu "vakıf" benzeri bu kuruluş, amaçlarını "Amerika'nın yönlendirici ve denetleyici olacağı modern Yeni Dünya Düzeni'ni oluşturmak" biçiminde özetliyordu. Manifestolarının en çarpıcı ifadeleriyse, bu yöndeki uzun soluklu Amerikan adımlarını hızlandırmak için, "yeni bir Pearl Harbor faciasına ihtiyaç duyduklarını" belirten satırlarda saklıydı. ABD kamuoyu, Cumhuriyetçi Parti'ye artık bütünüyle egemen olan bu çeteden büyük tedirginlik duyuyordu ama PNAC grubunun önlenemez tırmanışı da başlamıştı. 2000 yılı sonundaki seçimlerde, Demokrat Parti'nin adayı (bir önceki dönemin silik başkan yardımcısı)Al Gore 'un karşısına, PNAC ElitleriGeorge W. Bush ile çıktılar. Slogan, "Yeni ve güçlü Amerika"ydı. Bütün muhafazakâr propagandalara ve çıkarılan gürültüye karşın seçim sonuçları beklendiği gibi bir "zafer" getirmedi Bush'a ve Florida oylarındaki ihtilaf, sandıktan "kıl payı" galip çıkmış havasını egemen kıldı. Ama buna rağmen, tartışmalar sürdüğü sırada Gore'un aniden yenilgiyi kabullenmesi, "Dablyu" Bush'u Beyaz Saray'a taşımaya yetecekti. Bundan sonrası, PNAC'ın saldırgan politikasını devreye sokacak yeni gelişmeleri, daha açık bir deyişle "yeni bir Pearl Harbor" saldırısını beklemeye kalıyordu ki, 11 Eylül 2001 sabahı New York'ta gerçekleşti bu beklenti. Amerikan kamuoyu, dehşetten donakalmış, PNAC çetesinin istediği atmosfer bir gün içinde oluşmuştu. Daha saldırıların nereden kaynaklandığı anlaşılamadan, saldırı gününün ertesi sabahı, Donald Rumsfeld kabine toplantısında "Irak'a derhal savaş açılmasını" talep etti. Yeni Elit stratejilerini haklı göstermek için bir de "hayalet düşman" yaratılmıştı medyada: "Teröre karşı savaş". Mart ayında yaşanan o korkunç saldırı için "Irak'ın terörü beslediği" ve "Kitle imha silahları barındırdığı" gibi dayanaksız gerekçeler oluşturulurken, uluslararası topluluk ve BM inisiyatifi bütünüyle dışlandı. Radikal Elitler, sözcüğün tam anlamıyla "gasp ettikleri" Beyaz Saray, Capitol ve Pentagon'u kullanarak, dehşet verici PNAC stratejisini yaşama geçirmeye başlıyorlardı. Yine "Modern Çağ'ın Roma'sı" süslüyordu düşleri ama PNAC çetesinin kafasındaki Roma, imparatorluk döneminin saldırgan, demir yumruklu, askeri gücüyle diğer ulusları ezen ve boyun eğdiren Roma'sıydı. 24 Ağustos 2003'te PNAC kurmayları, bir grup Amerikan bilimadamı ve generaliyle birlikte, Omaha'da basına kapalı toplantılar yaptılar. Bu toplantıların zamanı ve içeriği geçen yıldan beri biliniyor ve Batı basınında yankılanıyordu ama ipleri iyice eline aldığına inanan PNAC Elitleri pervasızca yollarına devam ediyorlardı. Yeni bir nükleer teknolojiyle ilgili sunum yapılıyordu ABD'nin yönetim çekirdeğine. Bu güçlü ve etkili silahlar, ayrıca "dünya yönetimine ağırlığını koyma" stratejisinin de destekleyici unsurları oluyordu. Yeni hedefse, çoktan belirlenmişti: Güneydoğu Asya. Irak ve Orta Doğu'da belirsizliği sürdüren, çünkü zaten kalıcı bir çözümdense "kaosu" yeğleyen PNAC stratejisi, çok kısa bir süre içinde "terörü desteklemek ve yataklık yapmakla" suçladığı Malezya, Endonezya ve Filipinler'e saldırmayı öngörüyordu. "Suç ortaklığı"nın utancı ve "maliyeti"ni göze alabiliyor muyuz? Şimdi, başladığımız noktaya gelelim yine: Meseleye bu perspektiften bakma gereği duymaksızın "Türkiye'nin çıkarları ABD ile stratejik ortaklığı korumayı gerektirir" sakızını çiğneyen bizim medya bilirkişileri, "ABD" dediklerinde neyi kast ettiklerini bile anlayamayacak bir (eğer "satılmışlık" değilse) aymazlık ve cehalet içindeler. Türkiye ve ABD elbette yakın ilişkileri dostane bir hava içinde korumaya özen göstermelidirler ama şu an karşımızdaki "gerçek ABD" midir acaba, ilkin onu sormak gerekiyor. PNAC çetesi, Amerikan halkını temsil etmek bir yana, ABD devletini temsil etmekten bile uzaktır ve kendi kamuoyunun yoğun muhalefetine karşın dünya üzerinde alenen "terör suçu" işlemektedir. Türkiye ABD'yle dostluk adına, bu çeteyle mi işbirliği yapmalı? Böylesi bir zavallı strateji, minicik kısa vadeli çıkarların bir adım bile ötesini görememek; dahası, yakın zamanda "gerçek ABD'nin" dostluğunu yitirmek anlamına gelir ve uluslararası hukuk çerçevesinde de PNAC çetesiyle işbirliği, "stratejik ortaklık" değil, "suç ortaklığı"dır. Tarihin çarkları dönmeye devam ediyor; gelişmelerin nereye varacağını kestirmek de çok kolay değil. Buna rağmen, akıl ve sağduyu, kısa bir süre içinde PNAC çetesinin bizzat Amerikan halkı tarafından etkisiz hale getirilip, üyelerinin birer birer sanık sandalyesine oturtulacağını söylüyor. Böyle bir durum gerçekleştiğinde; yani Amerikan kamuoyu "darbecileri" yerinden indirip adaletin önüne çıkardığında, bu insanların kirli oyunlarına "stratejik ortaklık" adına katılan diğer ülkelerin ne duruma düşeceğini de hesaplamak gerekmez mi? İngiltere'de, Tony Blair'in siyasi hayatına bitmiş gözüyle bakabilirsiniz. Berlusconi, son çırpınışlarında. İspanya, Danimarka ve Portekiz de "ayıplı" olmanın utancını yaşayacak, PNAC çetesi kaçınılmaz sonuyla yüz yüze geldiğinde. Peki bunları Türkiye'ye, Türk halkına yaşatmayı hangi "bölgesel çıkar" ya da hangi "düşük faizli kredi" açıklayıp mazur gösterebilir? Dünyanın yargılayıp lanetlediği bir çeteyle işbirliği yapmış olmanın utancı ve pek tabii ki "maliyeti" bu ülke insanlarının sırtına binmeyecek midir? Hepsi bir yana, "her 25 şeyi bilen", akıl küpü medya saksağanları, o günler geldiğinde şimdi söylediklerinin ve yazdıklarının utancıyla yerin dibine girmeyi istemeyecekler midir? Yoksa artık "ar damarı çatlaması" yolunda önemli merhaleleri aştıkları için, "Yarabbi Şükür" mü diyeceklerdir çapsızlıklarını, vizyonsuzluklarını yüzlerine vuranlara? Tarafımdan, ciddi merak konusudur. Bitti 26